Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Alperen Gürbüzer

2 posters

4 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty ANNE KARNINDA Kİ DÖNÜŞÜMLER

Mesaj tarafından Selim Salı Nis. 05, 2022 7:36 pm

ANNE KARNINDA Kİ DÖNÜŞÜMLER
           SELİM GÜRBÜZER
           Dünyaya gelen yavrunun anne karnında geçirdiği tüm aşamaların yer aldığı bölümler leğen kemiği (pelvis) bölgesi sınırları dâhilinde karın boşluğunda gerçekleşmektedir. Bilindiği üzere dişi üreme organları; dişi gamet hücresi ovumu üreten (yumurtayı üreten ) ovaryumlar (yumurtalıklar) ile yumurtanın döllendiği ve akabinde oluşan canlı taslağı embriyonun fetüse evrilip gelişim kaydetmesiyle doğuma hazır hale gelen bebeğin dışarıya çıkarılacağı kanallar sisteminden müteşekkil bir yapıdır.
Hele bu yapı içerisinde ovaryum bizatihi anne rahminde bebeğin oluşumunda yumurtayı üreten organ olarak katkı sunarken, oviduct, uterus (kornus uteri, korpus uteri ve serviks uteri), vajina ve vulvadan oluşan kanallar sistemi ise bebeğin dışarıya çıkarılmasında daha çok katkı sunmaktadır. Malum dişi üreme organları sağlı sollu iki boynuz kısımlarda konumlanmışlardır. Nitekim boynuz kısmın bir tarafında yer alan ovaryum (yumurtalık) çocuğun oluşumu için yumurta ve gebelik hormonu üretimi misyonu yüklenmiş olarak konumlanırken, boynuzun diğer bir tarafında oviduktan (yumurta kanalından) müteşekkil organlar sistemi ise hem fertilizasyon (döllenme) olayının gerçekleşmesine yataklık yapmak hem de çocuğun anne rahminden dışarı çıkması yönünde misyon yüklenmiş olarak konumlanmış olur. Ve bu sistem üzerine kurulu yapıda doğacak olan bebeğin cenin ya da fetüs haldeyken konumlanacağı mekânsa malum daha çok kendisinden rahim veya döl yatağı olarak söz edilen uterustan başkası değildir elbet. Hatta burası vajina bölgesinden tamamen apayrı bir alanı kapsayan kendine özgü içten dışa üç tabaka halde sıralanmış endometriyum (rahmin iç yüzeyini kaplayan tabaka) myometriyum (rahmin orta kalın tabakası) ve perimetriyum (rahmin dışında tunika seroza tabakası) katmanlarından oluşmuş bir yapı olarakta dikkat çeken bir bölümdür. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, baksanıza bebek için burası bir konaklama mekânı olmanın ötesinde doğum zamanı gelip çattığında kendine özgü kas refleksleri yapısıyla yavrunun dünyaya gelmesini sağlayacak ana rahmi bir mekândır. Sıradan bir mekân olmadığı şundan besbellidir ki; kornu uteri, korpus uteri ve serviks uteri denen üçlü sacayağı üzerine kurulmuş barınma otağının ta kendisi bir mekândır burası. Kelimenin tam anlamıyla böylesi donanımlı boynuz yapı görünümünde ana rahim otağı içerisinde konumlanmış olarak yer alan:
-Kornu uteri (tuba uterina) bir taraftan sağlı sollu çift kanallı bir sistem olarak dikkat çekerken diğer taraftan da ovidukttan kendisine gelen embriyonun tutunmasına destek çıkması sayesinde uterus duvarına implante olabilmesini ve anneden besin desteği almanın şartlarının oluştuğu bir bölüm olarak dikkat çeker.
-Korpus uteri de malum spermatozoonların taşınmasında, korpus luteum hormonunun işlevinin düzenlenmesinde, implantasyon, gebelik ve doğumun başlatılmasında son derece öneme haiz rahimin en geniş ve en büyük bölümü olarak, yani ana rahmin tam orta bölümde yer alan pelvis ve karın bölgesine bağlı bir birim olarak dikkat çeker.
-Rahimin bir diğer öğesi serviks uteri ise rahim ağzı olarak bilinen korpus uteri ve vajina arasında, yani rahmin alt bölümünde yer alan mukus salgılayarak sperm hücrelerinin geçişine imkân sağlayan son derece öneme haiz hindi boynu yapıda adeta bariyer sistemi vazifesi üstlenmiş bir birim olarak dikkat çeker.
Anlaşılan o ki, anne karnında bebek iç içe geçmiş hangi bölümlerde soluklarsa soluklasın ve hangi karanlık odalarda konaklarsa konaklasın sonuçta dokuz aylık bir sürecin ardından varacağı yer bu kez karanlık odalar değil bilakis aydınlık dünya konaklarında gözünü açmak olacaktır. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta “O sizi bir tek nefisten yaratmış, sonra ondan eşini de var etmiştir; hayvanlardan da sizin için eş lütfetti. Sizi annelerinizin karnında üç karanlık içinde türlü yaratılış safhalarından geçirerek yaratmaktadır, İşte bu yaratıcı, rabbiniz olan Allah’tır. Hükümranlık O’nundur. O’ndan başka ilah yoktur. Buna rağmen olup da hakikatten uzaklaşabiliyorsunuz?” (Zümer, 6) diye beyan buyurduğu ayetiyle insan embriyonunun geçirdiği üç karanlık konaklama safhalarının varlığına işaret eder. Zira işaret edilen embriyonik karanlık safhaların temelleri 23’er kromozomlu yarı anne ve yarı babadan gelen gamet hücrelerinin (n+n) birleşmesiyle oluşan 46 kromozomluk zigot (2n) oluşumuna dayanır. Malumunuz başlangıçta sperm ve ovum hücresinin izdivacıyla zigot oluşumu gerçekleşir. Ardından ise zigotu takiben embriyolojik oluşum ve fetüsün anne rahminde kalacağı süreç içerisinde kat ettiği karanlık aşamalar vuku bulur. Derken dokuz aylık bir sürecin akabinde dünyaya nur topu bir bebeğin doğuşuna ve gelişine şahit oluruz.
Aslında embriyoloji derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla bebeğin daha dünyaya gelmeden önce anne rahmindeyken şahit olacağımız bir dizi hadiseler zincirini şu şekilde özetlediğimizde:
-Sperm ve yumurta hücresinin birleşmesiyle oluşan zigotun mitoz bölünme neticesinde 2, 4, 6, 8, 16 dilimli hücreler oluşturduğu bir tabloyla,
-Oluşan bu hücrelerin her biri ana hücreden devr aldıkları bilgi kodları sayesinde dönüşüm ve başkalaşım safhalarından geçerekten dokuları oluşturduğu bir tabloyla,
-Oluşan dokuların bir araya gelip organları oluşturduğu bir tabloyla,
-Organların bir araya gelip tüm insan bedenini oluşturduğu bir tabloyla karşılaşacağımız bir özet olacaktır. Öyle ki karşılaşacağımız bu tablo artık günümüz teknolojilerinden ultrason cihazıyla da çok rahatlıkla izlenebilir hale gelmiş durumdadır. Derken izleyeceğimiz bu tabloda anne karnında karanlıktan aydınlığa yürüyüş diyebileceğimiz noktada cereyan edecek olan bir dizi embriyolojik gelişim safhaları bize aynı zamanda yukarıda zikredilen ayette geçen üç karanlık safhalarını da hatırlatmış olacaktır. Hem nasıl bize hatırlatmasın ki, baksanıza embriyoloji bilim dalının önümüze koyduğu tabloda karanlık evrelerin birinci aşamasının hücre oluşumları, ikinci aşamasının doku oluşumları, üçüncü aşamanın ise tüm organları kapsayan ete kemiğe bürünmüş vücut oluşumuna yönelik aşamalar olduğunu bize göstermektedir. Üstelik bu sıraladığımız aşamalara ilaveten bizim daha nice bilmediğimiz her bir aşamanın kendi içinde kat etmesi gereken bir dizi aşamaların varlığı da söz konusudur. Nasıl mı? Mesela embriyonik hücrelerin mikroskobik oluşumuna baktığımızda “endoderm, mezoderm, ektoderm” olarak aşama aşama gelişim kaydedip, daha sonra bunlar insan bedenini oluşturacak değişik tipte doku ve organlara çevrilebilecek bir yapı olarak sahne aldıklarını görürüz. Böylece kat edilen bu dönüşümler sayesinde insana ait tüm biyolojik kodlar tamamlanmış olur.
İşte görüyorsunuz embriyolojik süreçte A’dan Z’ye gerçekleşen tüm bu oluşumlar başlangıçta köken itibariyle aynı zigotun birer unsurlarıyken, embriyolojik gelişimin ilerleyen safhalarında bir bakıyorsun bir anda birbirinden farklı fonksiyonlar icra eden organlar olarak sahne almaktalar. Derken bu sayede teşekkül eden her bir oluşumdan bir bakıyorsun kulak işitmek için, göz görmek için, dil tatmak için, sinir iletişim için, iskelet sistemi vücuda dayanıklılık sağlamak için, mide sindirim yapmak için yaratılmış olduğunun idrakine varmış oluruz. Hem nasıl idrakine varmış olmayalım ki, Yüce Allah (c.c) bizatihi bu hususta yarattığı kullarına “Ben bir kulumu sevdim mi gören gözü, işiten kulağı tutan eli olurum” diye beyan buyurarak bu gerçeği idraklerimize sunmuştur. Her ne kader idraklerimize sunulan bu hadis-i kutsi daha çok Yüce Allah’ın sevdiği kullar üzerinde zatı sıfatının tecellisi manasına yorumlansa da, aynı zamanda bu hadis-i kutsiyi “Her doğan çocuk İslam fıtratı üzerine doğar” hadis-i şerifin mana ve ruhu çerçevesinde de yorumlamak pekâlâ mümkün. Zira embriyonun geçirdiği evreler başlı başına Yüce Allah’ın doğacak olan çocuğun fıtratıyla ilahi tecellisinin bir neticesi olarak karşımıza çıkmakta. Her ne kadar Tıp dünyası şimdiye kadar bu işin daha çok zahiri kısmıyla alakadar olsa da ama bu demek değildir ki bu işin manevi tarafı hiç yoktur. Nitekim gerek Dini ilimlere gerekse Fenni ilimlere hem zahiri açıdan hem de batıni açıdan baktığımızda her iki ilminde kaynağının da Yüce yaratıcı kudret sahibinin bizatihi Allah (c.c) olduğunun idrakine varmış olacağız demektir. Öyle ya madem ilim, Âlim olan Allah'ın sıfatıdır, o halde ilmin iç ve dış sırlarına vakıf olma gayretinin bir gereği olarak kâinatta var oluş ve yok oluş hadiselerinin her birine hem zahiren hem manevi yönden bakış açısı geliştirmemiz gerekir. Belli ki dünya döndükçe ilmin her iki kanalı da kendi yatağında bir su misali akıp gelişim kaydedecektir. Ancak bizim için öncelikli olan Yaradana teslim olmak kaydıyla ilim yolunda ilerlemek esas olmalıdır. Baksanıza Tıp camiası her dönemde embriyonik gelişim evrelerinin her bir halkasının sırlarını çözmek için yıllarını verip ömür tüketmişler biler, hala da ömür tüketmeye devam ediyorlar da. İlim öyle ya, Âlim olan Allah’ın sıfatı olduğuna göre, o halde daha ne duruyoruz ilmin sırlarına vakıf olma gayreti gereği bu yolda durmak gerekmez bilakis yola devam gerektirir. Zaten dünya döndükçe ilminde kendi içinde devranı dönecek demektir, burada önemli olan her devirde ilmin sırlarına vakıf oldukça tabiatta olan biteni ilahi idrak penceresinden okuyabilmek çok mühimdir. Bunun dışında okumalar Yüce Allah’ın Kur’an’da; “Tevrat’la yükümlü tutulup da onun hakkını vermeyenlerin durumu, koca koca kitaplar taşıyan merkebin durumuna benzer. Allah’ın ayetlerini yalan sayan kavmin misali ne kötü! Allah zalimler topluluğu doğru yola çıkamaz” (Cuma suresi,5) diye beyan buyurduğu veçhiyle aynen kitap yüklü merkep misali sırat-ı müstakimden uzak kuru yük bilgilenme olmaktan öte anlam ifade etmeyecektir.
Bilindiği üzere insan programının tüm şifrelerini bağrında taşıyan ilk nüve zigottur. Ancak zigot ikiye bölünüp 2 blastomerli yapı oluşturmakla iş bitmiş olmuyor, bikere yukarıda da belirttiğimiz üzere zigot oluşumunun hemen ardından başkalaşım ve dönüşüm geçirecek olan birçok embriyolojik evrelerin oluşumları sahne alacaktır. Nitekim bu sahne alışta zigot sonrası oluşan her bir blastomer tekrardan ikiye bölünerek ikinin katları şeklinde 4-8-16-32…blastomerlerden oluşmuş hücre topluluğunu beraberinde taşır ki, bu hücre topluluğu morula olarak adlandırılır. Derken morulanın oluşmasıyla birlikte blastula, gastrula, embriyo veya fetüs (cenin) gibi birbiri ardı sıra dizilen tüm hücre bölünme aşamalarının gelişim ve dönüşümlerinin yaşandığı bir süreç başlar. Ki, doğum öncesi birbiri ardına yaşanan tüm bu safhaları kapsayan bu sürece prenatal devre denmektedir. Böylece prenetal dönemin en erken evrelerinden morula safhasında döllenmiş olan hücre bir bakıyorsun 16-64 hücreler yığını şeklinde artık rahimde dut görünümünde bir yapıyla kendine yurt edinmiş olur da. Ve bu yurt edinme moruladaki hücrelerin kenarlara göç etmesiyle yerini içi boş top şeklinde blastula safhasına bırakacaktır. Tabii içi boş derken hepten de içi boş manasına bir boşluk değil elbet, geçici olarak içi sıvı dolu boşluktur bu. Bu yüzden kendisine blastula boşluğu (blastosöl) denmektedir. Neyse ki bu boşluk gelişme evrelerinde kaybolup taşlı yüzük biçimi bir şekle bürünerekten trofoblast adını alacaktır. Bu arada taşlı yüzüğün içi ise embriyoblast ismiyle karşılık bulur. Kelimenin tam anlamıyla ister adına blastula boşluğu diyelim ister trofoblast yüzük diyelim, sonuçta blastula safhasındaki değişik isimlerle sahne alan her bir hücre oluşumu ve dönüşümleri çevreyle olan irtibatını kesmeksizin dönüşümünü gerçekleştirip gaz alış verişinde bulunur da. Çevreyle olan irtibatta sadece gaz alış verişinde mi bulunulur, bu haldeki embriyo bu arada blastula safhasında rahime tutunmaya hazır hale gelip blastosite dönüşümünü gerçekleştirecektir. Derken rahime tutunma işlemlerinin tamamlanmasını akabinde implantasyon (gömülme) işlemi gerçekleşip bu safhadaki embriyo “embriyonal kök hücre” olarak anlam kazanacaktır. Blastula oluşumunun akabinde ise malum embriyonun alt ünitelerindeki hücreler blastula boşluğuna doğru bir girinti oluşturmasıyla birlikte yerini gastrulasyon safhasına bırakıp bu safhadaki embriyo gastrula olarak isimlendirilir. Ve bu isimlendirmeyle embriyonun yeni bir çehreye kavuştuğu gastrulasyon safhasındaki girintili çıkıntılı hali ise embriyonun üst katmandaki hücre tabakasıyla birleşene kadar devam edecektir. Tabii bu arada unutmayalım ki, rahime tutunma işleminde flolikül hücrelerinin de katkı payı çok büyüktür, bu yüzden hakkını yememek gerekir, çünkü tutunmada bu hücreler birinci derecede rol sahibidirler. Öyle ki; söz konusu hücreler daha önceden yumurta hücresinin etrafını sarıp sarmalayıp korpus luteuma dönüştükten sonra en nihayetinde hormon salgılayan bez haline gelmek için var oluşlarını göstereceklerdir. Böylece gösterime giren bu bez oluşumu sayesinde hem blastulanın rahime tutunması için progesteron hormonu salgılanır, hem de yeni yumurta oluşumlarına geçit vermeyecek fonksiyonlar için östrojen hormonu salgılanır. Hâsılı bu safhanın en dikkat çeken bir başka dikkat çeken en önemli özelliği de trofoblastın embriyonun beslenmesinde plasenta imal ediyor bir konumda damgasını vuracak olmasıdır.
Her neyse kaldığımız yerden devam edecek olursak embriyonun yeni bir çehreye büründüğü gastrulasyon safhasının başlamasıyla birlikte yukarıda geçici içi boş yapıda diye belirttiğimiz embriyonun boşluk hali sona erip bu kez kalıcı yapı olarak adına ilk sindirim boşluğu veya ilk bağırsak boşluğu denen “gastrula boşluğu” dönüşümüne yerini bırakacaktır. Malumunuz bu yapıda yerini alan gastrulanın dışa açılan penceresi diyebileceğimiz blastoporun gelişim kaydetmesiyle birlikte sindirim kanalı dönüşümü vuku bulacaktır. Gastrulanın içe açılan penceresi diyebileceğimiz alanda ise içten dışa hücre tabakalarının oluşumu gerçekleşip içteki tabaka endoderm olarak dışta ki tabakada ektoderm anlam kazanacaktır. Devamında ise malum gastrula safhasının başlangıcında blastula yüzeyinden ayrılan hücreler vardı ya, onların bir kısmı da bu gelişmelere kayıtsız kalmayıp girintinin her iki yanında mezenşim hücrelerinin oluşumunu gerçekleştireceklerdir. Böylece mezenşim hücreleri de endoderm ve ektoderm tabakaları arasında çoğalaraktan kendi dönüşümünü gerçekleştirip mezoderm adını alır.
Tabii anne rahminde gerçekleşen tüm bu oluşumlar bize şunu gösteriyor ki bu gösterimde nihayetinde varılacak nokta bebeğin tepeden tırnağa adeta sistematiğini oluşturacak bir iç hücre küme taslağı şeklinde yapılanma olacaktır. Nitekim yukarıda da değindiğimiz gibi hamileliğin sekizinci gününün gösteriminde embriyoblastlar ektoderm ve endoderme dönüşümüyle sahne alıp üçüncü haftanın başına gelindiğinde ise her iki tabaka arasında mezoderm tabakasının teşekkül etmesiyle birlikte blastula safhası sona erip gastrula safhasının gösterimine geçiş yapılmış olacaktır. Ve ardından üçüncü haftanın sonuna gelindiğinde de embriyo devresinin teşekkülü gerçekleşir. Derken dördüncü ayın bitimi gösteriminde ise bütün safhaların sona erdiğinin göstergesi diyebileceğimiz bebek oluşumu gerçekleşir ki, oluşan bu yavru embriyoloji dilinde ‘fetüs’ olarak addedilir. Böylece fetüs oluşumuyla birlikte Kur’an’ın işaret ettiği bu üç karanlık safha nihayet tamamlanmış olup 9 aylık bir yolculuğun akabinde anne karnından nur topu canlının doğuşunun gösterimi vuku bulur. Anlaşılan o ki, embriyolojik gelişim an be an planlı ve programlı bir ilahi kudretin devreye girmesiyle vuku bulan bir mucizevî hadisenin ta kendisi bir gösterimdir bu. Zira Resul-i Ekrem (s.a.v) bu hususta “Her birinizin yaratılış mayası ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toplanır. Sonra aynen öyle (40 gün daha) kan pıhtısı (aleka) olur. Sonra yine öyle (40 gün daha) et parçası (mudğa) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar: rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını” diye beyan buyurmakla bu gerçeği işaret etmişlerdir. İşte Allah Resulünün beyan buyurduğu bu müthiş hadis-i şerifin mana ve ruhundan da anlaşılacağı üzere onuncu haftanın sonunda alaka safhası (aşılanmış yumurta safhası) bitip on dördüncü haftanın sonuna kadar tamamlanacak olan mudğa (et parçası) dönemi başlayacaktır. Derken birbiri ardına gösterime giren bu süreçlerin akabinde insan şeklini alan bir cenin oluşumu vuku bulup böylece anne karnında dokuz aylık bir konaklamanın ardından dünyaya adım atmış olunacaktır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/anne-karninda-ki-donusumler-5667-kose-yazisi


En son dedekorkut1 tarafından C.tesi Nis. 09, 2022 3:26 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty ORUÇ HEM İBADET HEM SIHHATTİR

Mesaj tarafından Selim C.tesi Nis. 09, 2022 5:01 am

ORUÇ HEM İBADET HEM SIHHATTİR
       SELİM GÜRBÜZER
      Bir takım aklı evvel adamlar “bütün gün aç ve susuz kalıpta sağlığımı hiç yoktan yere tehlikeye atamam” diye dursunlar, oysaki aç susuz kalan bir insanın 3 ila 5 gün dayanacak takati kalabiliyor. Bu demektir ki oruç vücudu kendi kendini eritecek ve yıpratacak derecede, yani starvasyona yol açacak derecede total açlık çektiren bir ibadet değildir, bilakis vücudu yenileyip dinamizm katan ibadettir.  Kaldı ki uzmanlar tarafından yetişkin sağlıklı bir insanın muhtemelen 1 ila 2 ay arasında yemeksiz hayatta kalabileceğini, sırf susuzluk bakımdan ise 3 güne kadar dayanabilecekleri, hatta nadiren de olsa bu sürenin uzayacağı noktasında 8-10 günü bulabileceği öngörülmüştür. Örnek mi? İşte İzmir depreminde yediden yetmişe hemen herkesin malumu 91 saati aşkın susuz-yemeksiz kalan çocukların sağ kaldıkları bilinen bir vakadır. Hele bilhassa bunlar arasında 4 yaşındaki Ayda Gezgin yavrumuzun depremin 91. Saatinde 3 Kasım’da enkaz altında mucizevi bir şekilde sağ salim kurtarılmış olması bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten.
          Şu bir gerçek insan rızıksızlıktan ölmez, ölse ölse sadece açlıktan ölebilir. Nitekim Rabbü’l âlemin bu hususta “Nice hayvanlar vardır ki, rızkını (biriktirip) yanında taşımıyor. Çünkü onların da sizinde rızkınızı Allah veriyor. O her şeyi işitir ve bilir” (Ankebut, 60)  diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle bu gerçeğe işaret etmiştir. Malum biz aciz kullar olarak hayatta kalabilmek için enerjiye ihtiyaç duyarız. Bunun içinde öncelikle gece gündüz demeden yediklerimizden ve içtiklerimizden enerjimizi karşılamaya çalışırız hep.  Öyle ki bu hususta diyetisyen uzmanları bir insanın ortalama günlük enerji ihtiyacını karşılaması gereken kalorinin 2000 kalori olduğunda hemfikirdirler de.  Her ne kadar bu sayı kişiden kişiye değişiklik gösterse de normal şartlarda bir insanın ihtiyacını karşılayacak olan enerji miktarı 2000 kalori iken,  şayet gün içerisinde yediği içtiği gıdalarla 3000 kalorilik daha bir enerjik güç  vücuduna kattıysa,  bu kattığı ile birlikte fazladan aldığı 1000 kalorilik enerji vücudunda yağ olarak depolanacak demektir. Böylece uzmanların öngörüsüne göre vücutta depolanan enerji sağlayıcı yağ deposu sayesinde bir insan hiçbir iş yapmadan yetmiş bir gün aç halde yaşayabileceği öngörülmüştür. Bir başka ifadeyle insan vücuduna aldığı yiyecekleri eğer enerji olarak kullanılmayıp atıl haldeyse bu durumda enerji birikiminin yağa dönüşümü sayesinde bu süre zarfında hayatta kalmayı başaracak demektir.  Zaten termodinamiğin birinci koruma kanunu gereği enerji hiçbir zaman yok edilemez gerçeği böyle olmasını gerektirir. Zira enerji sadece bir formattan başka formata geçiş yapar. O halde böylesi ortada fizik kanunu varken vadesi dolmuş bir şahıs için rızıksızlıktan öldü demek abesle iştigal bir tutum olur. Üstelik böylesi bir bu tutumun ne dinle imanla bağdaşı yanı var ne de bilimle. Düşünsenize bir kilo yağın 7700 kalorilik bir enerjiye karşılık gelmektedir.  Öyle ya bir insan vücudunun ihtiyacından fazla 7700 fazla kalori alırsa bu demektir ki bir kilo yağ depolamış olacaktır. Kelimenin tam anlamıyla bir insan vücudunda ne kadar fazla enerji kullandırmıyorsa o kadar kalori edinmiş olur,  vücudunda depoladığı yağı ne kadar yakarsa o kadar da kalori tüketmiş olur. Öyle anlaşılıyor ki; vücutta fazla enerjiyi depolamanın metodu yağa dönüştürmekten geçmekte. Şimdi tamda bu noktada ortaya konan bilimsel veriler insanın rızıksızlıktan ölemeyeceğini gösterirken nasıl olurda birileri halen bu gerçekleri görmezlikten gelip insanın rızıksızlıktan ölebileceğinden dem vurur doğrusu şaşmamak elde değil.  Aslında bu çokbilmişlikten öte düpedüz itikadımızla oynamaya yönelik bir tavırdır. Onlar pişkin pişkin tavır sergileye dursunlar,  bizim zaviyemizden meseleye baktığımızda akıl var mantık var 71 günlük zaman dilimi küçümsenmeyecek derecede az buz bir zaman dilimi olduğu besbelli,  illa ki bu zaman aralığında bir insanın bir şekilde hayatta kalabilecek gıdaya ulaşması an meselesidir. Yani bu süre zarfında rızıklanması an be an mümkün gözükmektedir. Dolayısıyla siz siz olun ölüm nedenini rızıksızlıkta aramak yerine mesela bir deprem anında enkazın altında nefessizlikten ya da ani kalp krizi gibi bir takım etken unsurlarında ölüme neden olabileceğini nazar-ı itibara almak en doğru tavır olacaktır. Hem kaldı ki bırakın deprem gibi doğal felaketlerde yaşananları, normal şartlarda bir insan kendi kendine nefesini tutmaya kalkıştığında ancak 3 ila 5 dakika arası tutabildiği bilinen bir gerçekliktir. İşte bu gerçekliğe rağmen bazı aklı evveller bir insanın nefesini tuttuğunda 3-5 dakikalık nefessizliğe tahammül edemeyeceğini ya da kalp krizi geçirdiğinde 3 ila 10 dakika arası kalbin durmasıyla hayatta kalamayacağını bildikleri halde, oldu ya ölen kişi fakir biriyse hemen fakir oluşuna istinaden hemen rızıksızlıktan öldü deyivereceklerdir. Onlar ölüm sebebini yoksulluğa ve rızıksızlığa bağlayıversinler, oysaki Atatürk Üniversitesi Tıp Fakültesi Biyokimya bölümünde Prof. Dr. Münip Yeğin araştırmacı kimliğiyle “Oruçlularda hakiki açlığın olmadığı, aksine yağ depolarının harekete geçerek vücudun ihtiyacını karşıladığını ve bunun da, damar sertliğini önlediği” şeklinde yayınladığı raporla bu tür hezeyanları boşa çıkartan bir isim olmuştur. Madem yayınlanan raporla bu tür bahanelerin ardına sığınanların hevesleri kursaklarında bırakılıp boşa çıkartılmıştır,   o halde siz siz olun açlıktan ölme hadisesini  “Rızıksızlıktan öldü” şeklinde tevil yoluna gitmeyiniz. Kaldı ki açlık başka bir şey rızıksızlık başka bir şeydir, dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamak gerekir. Ki, bu hususta bilimsel çalışmalar bize 71 günlük açlık zaman diliminde bir şekilde gıda bulmanın pekâlâ mümkün olabileceğini gösteriyor. İşte bu nedenledir ki biyolojik açıdan meseleye baktığımızda oruç açlık değil, bilakis vücudu dinlendirerekten dinamizm kazandıran bir ibadettir.  Hele bir mümin orucu ibadet şuuruyla tutuversin bak o zaman vücuda dinamizm ve sıhhat katmanın ötesinde manevi moral ve motivasyon yönünden de sıhhat bulacak demektir. Hem kaldı ki oruç tutmaya mecburuz da.  Çünkü Allah-ü Teâlâ; “Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi Allah’a karşı gelmekten sakınanız diye size sayılı günlerde farz kılındı... Oruç tutmanız eğer bilirseniz sizin için hayırlıdır” (Bakara suresi ayet 183–184) diye beyan buyurduğu ayetiyle orucun bundan önceki ümmetlere farz kılındığı gibi son ümmet olarak bizlere de farz kılınmıştır. Hiç şüphe yoktur ki müminler olarak oruç farzını layıkıyla yerine getirdiğimizde ibadet sevabının yanı sıra vücudun sağlığı açısından da sıhhat bulacağımız muhakkak.  Kaldı ki Tıp dünyasında bile artık orucun bilimsel açıdan pek çok faydaları şimdiden tek tek veri olarak ortaya konuluyor da. İnsanoğlu hem nasıl ki bütün yıl çalışıp da ardından dinlenmek için yılın bir ayını tatil yaptığında güç tazeliyorsa, aynen öylede Ramazan ayı geldiğinde de organlarımız tatile çıkıp bu sayede güç tazelemiş olurlar.  Yani bu demektir ki Ramazanın sonunda tüm vücut azalarının bayramları gerçek anlamda bayram olmuş olur.  Hele ki karaciğer için Ramazan-ı Şerif tam da bulunmaz bir fırsat zaman diliminin ötesinde çokta büyük bir nimettir. Düşünsenize karaciğer organı yıl boyunca adeta kimya fabrikası gibi harıl harıl çalışmasıyla birlikte icabında görevlerini aksatma gibi bir dizi problemler yaşayabiliyor da. Neyse ki Ramazan aynın gelmesiyle birlikte kimya fabrikası karaciğerimiz besin depolama işinde rahatladığı gibi oruç süresince istirahate çekilmeyi fırsat bilip yeniden fabrika ayarlarına dönüş yapmışta olur. Derken fırsattan istifade karaciğerimiz fabrika ayarlarına döndüğünde vücudumuza sindirim yoluyla aldığımız gıdalardan her bir organımız için her ne ilaca ihtiyaç varsa yeniden yenilenmiş üretim tesislerinin devreye girmesiyle birlikte vücut için gerekli globülinler üretilip böylece vücudun kimyasal denge ayarı hal yoluna girmiş olur.
       Peki, oruç sadece kalbe ya da sadece karaciğere mi fayda sağlar? Elbette ki kalp ve karaciğerin yanı sıra mide içinde bulunmaz bir nimettir. Düşünsenize bütün yıl boyunca öğütücü bir değirmen misali çalışıp bitap düşen midemiz oruç sayesinde bir bakıyorsun mide kasları ve salgı hücreleri bir süreliğine de olsa dinlenip bayram etmiş olurlar. Hem nasıl bayram etmesinler ki, baksanıza insan niyet etmeksizin aç kalınca mide içerisinde asit birikimi gözlemlenirken,  oruca niyet ettiğinde ise tam aksine midedeki asit birikiminin otomatikman durup kendini rölantiye aldığı gözlemlenmiştir. Belli ki niyetinde tıpkı hormon etkisi gibi vücuttaki organlara uyarıcı etkisi de söz konusudur. Nitekim oruca niyetle birlikte beyinden salgılanan hormonlarında niyet hadisesine destek çıkıp tüm vücut organları üzerinde olumlu yönde etki yaptığı artık bir sır değil elbet.  Öyle ki bir insan oruca niyete eder etmez gün boyu üzerine sinecek olan stres birikimlerinin sinir sistemi üzerindeki oluşturacağı travmaları bir anda bertaraf edeceği gibi vücut için son derece hayati öneme haiz hipofiz, thyroid, pankreas salgı bezlerinin faaliyetleri geçicide olsa askıya alınıp rahat nefes almalarının önü açılmışta olunur. Hiç şüphesiz orucun manevi yönden faydası ise Resulullah (s.a.v)’in  ‘Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür’ diye beyan buyurduğu hadis-i şerifin sırrınca tüm azalarımızın sükûnet bulup huzura ermiş olmasıdır.  Üstelik bu huzura eriş hem fiziki boyutta hem de manevi motivasyon boyutunda karşılık bulur da.  Nitekim oruçla birlikte bir bakıyorsun bağırsakların istirahate kavuşmasıyla birlikte hem sindirim salgı akışında ve emiliminde rahatlama görülür hem de kasılmakta olan mide-barsak düz kas hücrelerinde relaks bir şekilde gevşeme hali de görülür. Hakeza oruç sayesinde bir bakıyorsun damarlarda dolaşan kan hacminin azalmasıyla birlikte küçük tansiyonun normal dengesine oturup kalp ritminin hafiflediği görülür. Bu arada niyet edip gün boyu tutulan oruçla birlikte sindirilen gıdalar minimum seviyelere düşeceğinden kan üretimi için kemik iliğinin uyarılmasının da ihmal edilmediği gözlemlenmiştir. İhmal edilmediği şundan biliyoruz, bikere sağlanan bu kan akışı ve üretimi sayesinde anemi olan pek çok insanın çok rahatlıkla oruç tutabildiğine şahit olmuşuzdur. Belli ki oruç ibadeti anemik olanlara daha kolay kan üretir bir uyarımla etki yapmakta.  Hatta zayıf veya şişman insanlarda ise bir başka etki yapıp bir bakıyorsun orucun vücutta oluşturduğu olumlu etkileri sayesinde zayıf insanlara kilo aldırıcı etki yaptığı, şişmanlara ise kilo verdirici etki yaptığı gözlemlenmiştir. Nitekim oruç sayesinde damarda biriken yağların hızla yakılması neticesinde kollesterol ve trigliserid değerleri normal seviyelerde seyredip böylece damar sertliğini önlemeye karşı koruyucu etki yaptığı gözlemlenmiştir. İşte bu gerçeklerden hareketle İtalyan asıllı Dr. Victor Pauchet bu hususta kendi coğrafyasında yaşadığı insanlara bakın ne tavsiyede bulunuyor: “Senenin belirli günlerinde Müslümanlar gibi aç kalınız. Yirmi saat aç durunuz. Mideyi dinlendirmiş ve böylece devamlı çalışan mide makinesine istirahat imkânı vermiş olursunuz. Ayaklarınızı, kollarınızı birkaç defa yıkayınız. Katiyen içki içmeyiniz ve en iyi ilacında temiz su olduğunu unutmayınız.”
     Velhasıl-ı kelam,  oruç tutmak tavsiyenin ötesinde hem madden hem ruhen arınıp güç tazelemektir.
     Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/oruc-hem-ibadet-hem-sihhattir-5685-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty ABDEST DEYİP GEÇMEYİN

Mesaj tarafından Selim Cuma Nis. 15, 2022 7:27 pm

ABDEST DEYİP GEÇMEYİN
     SELİM GÜRBÜZER
     Daha dün ana rahminde 43 mm boyunda 6 ila 65 günlük arası bir cenin iken içi sıvıyla kaplı amniyon kesesi havuzu içerisinde ters dönmüş vaziyette yüzüp adeta temizlik kurslarına tabii tutulduğumuzu bilmem hiç düşündük mü? Düşünsek de düşünmesek de sonuçta anne karnındayken içerisinde yüzdüğümüz amniyon sıvısı ne ilginçtir ki kendi ceninimizin vücut salgılarından imal ettiği idrarından başkası değildir. Ve bu sıvı öyle yüzmeye elverişli olacak bir şekilde imal edilmiş ki önemine binaen her üç saatte bir tazelenir de. Üstelik elverişlilikte iklime bağlı ısınma şartlarının optimalliği gözetilip uygun olan hangi ısı derecesi ise o şartın gereği yerine getirilir bile. Nitekim söz konusu en uygun şartların sağlanması sayesinde hamile bir kadın karda tipi de dışarıya çıkmış olsa ya da tam tersi yazın Adana'nın o bunaltıcı sıcağında tarla tumpta kırda çayır bayır dolaşsa da karnında taşıdığı bebek hiçbir ısı değişikliğinde etkilenmeyecek şekilde amniyon sıvısı içerisinde hayatını sürdürmeye devam edecektir. İşte sizde günümüzde görüyorsunuz ya, insanoğlu yüzme havuzundaki suların belirli aralıklarla değiştirilmesi gerektiğini daha yeni yeni keşfede dursun, oysaki bu ve buna benzer işlemler ana rahmine düşen bir bebek için dokuz ay boyunca uygulanmaktadır. Böylece tam da bu noktada “Temizlik imanın yarısıdır” hadis-i şerifin mana ve ruhu anne karnında anlamca açıklık kazanmış olur da. Hem nasıl mana ve ruhu açıklığa kavuşmasın ki, bikere iman başlı başına doğuştan gelen tevhid akidemizdir,  dolayısıyla anne karnında amniyon sıvısı içerisinde bizi yüzdüren Yüce Allah’ın tertemiz havuz içerisinde bizi dünyaya adım attırıp konuk eylemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu yüzden bir anne dünyaya gelen bebeği sarıp sarmalayıp kollarına aldığında pırıl pırıl tertemiz kokusuna doyamaz da.  Sadece anne mi, elbette ki bebeği kucağına sevgiyle alan herkeste buna dâhildir,  gerçekten de sevgiyle kucağımıza aldığımız tertemiz pırıl pırıl doğan her bebeğin kendine has kokusu miski amber olarak üzerimize sirayet eder de.      
         Fizik derslerinden de öğrendiğimiz kadarıyla sıcaklığın maddeler üzerinde genleşme etki yaptığını soğukluğun ise büzüşme yaptığı hepimizin malumu. Bu demektir ki abdest alan bir insan bu fiziki kanunundan istifade ederekten hemen her gün beş vakit zaman dilimleri içerisinde vücudu dinçlik ve zindelik kazanmış olacaktır.  Nasıl mı? Hiç kuşkusuz bu durum sıcak suyun damarları genişletir etki yapmasıyla, soğuk suyunsa daraltıcı etki yapmasıyladır elbet. İşte bu noktada genel dolaşımımıza adeta jimnastik etki yapan abdestin hele bilhassa kalbimizden uzak damarlarla ilintili organlara zindelik katması bir yana vücudumuzun statik enerjisini aldığı da apayrı ilginç bir özellik yanıdır. İyi ki de statik enerjimiz alınmakta. Zira statik enerji vücudumuzda ki kasları gerip zamanla aktivitesini yitirmesine neden olduğu gibi derimizin zamanla kırışmasına da yol açmaktadır. Derken bu gibi durumları kendine dert edinen pek çok insan akupunktur ya da fizik tedavi gibi yöntemlerle vücut derisindeki kırışıklıkları gidermek için adeta birbirleriyle yarış içerisine girip Fizik Tedavi Ve Rehabilitasyon Merkezlerini kapı kapı dolaşmaktalar. Oysaki bir insan akıl baliğ olduğu çağından itibaren namaza başlayıp Allah’ın bahşettiği abdest nimetiyle müşerref olaraktan cami cami dolaşıp her beş vakit diliminde vücuduna soğuk ve sıcak su etkileşimi yaptırmış olsaydı hem istenmeyen kırışıklıkların önüne geçecekti hem de hem manevi yönden arınıp nur yüzlü olacaktı. Madem öyle, geçte olsa zararın neresinden dönsek kâr misali bir an evvel namaza başlayıp alacağımız abdest suyu ile derimize genleşme ve daralma etkisi yaptıralım ki uyuşuk olan vücut iklimimizi uyandırmış olalım. Böylece derimiz abdest suyu sayesinde gerçek anlamda hem rehabilite olmuş olur hem de bedavadan fizik tedavi olmuş olur. Hani bir insan öfkeyle bir şeye sinirlendiğinde bilhassa büyüklerimiz o insanı yatıştırmak için  “Bak Evlat! Abdest alda kendine gel” diyerekten o insanı sakinleştirişlermişler ya,  aynen öyle de yılın her gününü usuletle suhuletle sakince geçirebilmek için her beş vakit diliminde tenimizi mutlaka abdestle taçlandırmamız gerekir. Hakeza haftada bir kez olsun boy abdesti almakla da vücudun tamamı madden ve manen arınmış bir şekilde rehabilite olması an meselesidir diyebiliriz.
        Belki dikkatinizi çekmiştir,  kazaen maruz kaldığımız sıyrıklarda renksiz sıvının çıktığını görürüz. Aslında o gördüğümüz renksiz sıvı lenf sıvısı olup aynı zamanda mikroplara karşı savunma zırhımız bir sıvıdır da.  Ancak bu savunma zırhımızı daha da diri tutmak için abdest nimetinden istifade etmekte fayda vardır elbet. Malumunuz insan üşütünce lenf damarlarımızda bundan payını alıp ister istemez büzüşebiliyor. Dolayısıyla bu durumda büzüşen damarlar mikroplara karşı mücadele edecek hücreleri gönderememe durumu söz konusu olabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimi adeta Hızır gibi yetişip tenimizdeki ısı farklılıklarıyla ortaya çıkan uyarıcılığı sayesinde, mikropların istilasını önleyici etki yaptığını görürüz. Böylece abdestle mikropların hevesi bir şekilde kursağında bırakılmış olunur.  Hem kaldı ki abdestle hijyenik bir şekilde temizlenmişte oluruz. O halde Allah’ın biz aciz kullarına lütfettiği temizliğe vesile olacak nimetlerden kendimizi soyutlayıp mahrum etmeyelim.
      Bakın şöyle etrafımıza,  Yüce Allah (c.c)  temizlik adına etrafımızda yaş, kuru ne varsa yarattığı kullarının hem fiziken hem ruhen arınması için vesile kılmıştır.  Nitekim Kur’an’da geçen bir ayette: “Ey inananlar! Namazı kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın;  başlarınızı meshedip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın) Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın. Hasta yahut yolculuk halinde bulunursanız yahut biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız (cinsi birleşme yapmışsanız) ve bu hallerde su bulamamışsanız temiz toprakla teyemmüm edin de yüzünüzü ve (dirseklere kadar) ellerinizi onunla meşhedin. Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemez; fakat sizi tertemiz kılmak ve size (ihsan ettiği) nimetini tamamlamak ister; umulur ki şükredesiniz” (Maide suresi ayet 6) diye emir buyurmasıyla abdest gerçeğinin sadece namaz için ön hazırlığın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından yararı olduğunu düşünmekte fayda vardır. Sadece abdest mi, şüphesiz ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere teyemmümünde maddi ve manevi arınmanın yanı sıra hiç kuşkusuz vücudumuzda biriken statik elektriği de alan faydası söz konusudur. Hiç kuşkusuz abdestin daha nice faydaları vardır, ama şimdilik bu kadarı bile abdestin:
       -Ne mühim temizleyici memba kaynak olduğu,  
       -Ne mühim mikroplara karşı savunma hattı ve direnç mekanizması olduğu,
       -Ne mühim vücuda zindelik katıp enerjik kıldığı,  
       -Ne mühim vücudumuzu maddi ve manevi kirlerden arındırıp nurlu hale bürünmemize vesile olan pirüpak amelin ta kendisi bir mucizevi arınma ibadeti olduğuna dair birkaç kelam söz söylemek ziyadesiyle kâfidir dersek yeridir.  
      Velhasıl-ı kelam şu bir gerçek, her türlü estetik ve  terapi için onca harcanan masraflara gerek kalmaksızın pratik çözüm abdest sırrında gizlidir.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/abdest-deyip-gecmeyin-5701-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty TEMİZLİK İMANIN YARISIDIR

Mesaj tarafından Selim Cuma Nis. 22, 2022 7:33 pm

TEMİZLİK İMANIN YARISIDIR
       SELİM GÜRBÜZER    
   
       Nasıl ki abdestsizliği ve cünüplüğü giderme işlemine hadesten taharet denilmekteyse, bedenimiz, elbisemiz ve namaz kılınacak yerin necasetten temizlenme işlemi de necasetten taharet olarak ad alır. Malumunuz hadesten taharete Yüce Allah’ın; “Ey inananlar! Namazı kılmaya kalktığınız zaman yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızı mesh edip, topuklara kadar ayaklarınızı da (yıkayın) Eğer cünüp oldunuz ise, boy abdesti alın …” (Maide, 6) kelamıyla beyan buyurduğu “temizleniniz” buyruğu bunun en bariz delilidir. Hakeza necasetten taharet için delil ise  ‘Elbiseni tertemiz tut’ (Müddessir, 4) diye beyan buyurduğu ayeti kerime delil teşkil eder.  Tabii bitmedi, bu hususta ki ayetlerin dahası var. Nitekim Allah Teâlâ genel manada tüm kirlerden arınmamız içinse; “Şüphesiz ki Allah, çok tevbe edenleri sever, temizlenenleri de sever” (Bakara, 222) diye beyan buyurmasıyla iç ve dış kirlerden arınmamızı murad eylemekte. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)’de bu hususlarda; “Temizlik imanın yarısıdır” (el-Camius, Sahih Müslim, 1/203) ve “Allah temizdir, temizliği sever” (es-Sünen, Tirmizi, 8/33) diye beyan buyurduğu hadis-i şerifleriyle de ümmetinin temiz olmasını dilemiştir.
        İşte yukarıda zikredilen ayet ve hadislerden de anlaşıldığı üzere temizlik hem madden hem de manen tüm kirlerden arınmak demektir. Hele Hanefi fıkhı kitaplarına şöyle bir göz attığımızda temizlikle ilgili çok daha ayrıntılı kurallarla karşılaşırız. Madem öyle, dilimizin döndüğü kadarıyla dikkat çeken birkaç temizlik kaidelerinden bahsetmeye çalışalım:
        İstinca; idrar ve gaita’nın (büyük abdest) tahliye edildiği bölgelerin temizlenmesi demektir. Ki, bunun için en ideal temizleyici hangi sıvı denildiğinde bunun için elbette ki su tercih edilir. Şayet kırda bayırda dolaşılan yerlerde su yoksa zarurete binaen taş parçacıklarıyla temizlenmek gerekir. Ve böylece istinca işlemi tamamlanmış olur. Peki, sırada ne var derseniz, istinca’nın hemen akabinde istibra yapmak vardır.  Malum,  istibra erkeklere has uygulama olup su ya da taş parçasıyla temizlenmenin sonrası aşamasında hareket etme, öksürme gibi benzeri yöntemlerle idrar yollarından sızıp geleni veya eser miktarda kir bulaşığını gidermeye yönelik bir usuldür. Derken bu aşamadan sonra abdeste geçilir. Zaten abdest veya gusle geçmeli ki, birtakım ibadetler eda edilebilsin. Mesela öyle durumlar vardır ki,  kadınlarda hayız hali sona ermeden abdest alınsa bile hem namaz kılmak hem de Kur’an okumak doğru olmaz. Anlaşılan o ki; özel durumlar hariç şer’i hükümleri yerine getirme öncesinde abdest ya da gusül almakla hadesten temizlenmiş olunur. Hakeza cünüp halden çıkmak için tüm bedenin iğne ucu kadar kuruluk kalmadan tüm azaların sudan geçirilme şartı aranır. İşte görüyorsunuz, iğne ucu kadar kuruluk bile affedilmiyor, geriye kalanı artık siz düşünün. Madem öyle gusül deyip geçmemeli. Kaldı ki bu arada Tıbbi açıdan meseleye bakıldığında ne ilginçtir ki abdestle birlikte tüm vücudun statik elektriği de alınmış olur.
         Bir kimse namaz kılarken affedilmeyecek kadar pisliği taşımasıyla namaz batıl olup kazası lazım gelir. Burada affedilmeyecek pislikten maksat ise; elbisenin 1 ̸4’üne tekabül eden pislik veya fazlasının necaset olmasıdır. Yani elbisenin 1 ̸4 kadar kısmın necis olması tamamının necis olması demektir manasınadır bu. Belli ki 1 ̸4 sınırı bütünü temsil eden bir rakamdır. Ancak 1 ̸4’ün altında cüzi (az miktar) bir pislikle namaz kılmak sahih ise de bunda kerahet vardır. Sahih olan bir an evvel necis olan kısmı giderip sonra namaza durmak esastır. Peki, necis sadece elbiseye yönelik hüküm mü,  elbette ki bunun yanı sıra bedeni temizlik, seccade temizliği ve mekân temizliği içinde aynı hüküm söz konusudur. Ancak bizim asıl bilmemiz gereken bir husus daha vardır ki;  o da malum necaset temizliğinin su ile giderildiğini, hadesten temizliğin ise abdest almakla giderildiğini bilmektir. Şayet su yoksa toprakla teyemmüm alınacağını bilmemiz gerektiğidir. Zaten bu temel kaideleri bildikten sonra necaset için az miktarın af edildiği halde hadesten içinse mesela az miktar kuruluğun bile af edilemeyeceği hükmün ne demek olduğunu anlamak çokta zor olmayacaktır. Nitekim gusül bunun en tipik örneğini teşkil eder. Keza abdest alırken de öyledir. Bilhassa abdest esnasında ayak ve dirseklerin bitim noktalarının kuru kalmayacak şekilde ıslak olup olmadığına azami ölçüde dikkat etmek gerekir ki abdestimiz ifsad olmasın.  
        Sonuç itibariyle necaset denildiğinde aklımıza ilk evvela pislik gelmektedir. Tabii sadece pislik deyip meseleyi geçiştiremeyiz. Zira necaset ana başlığı altında hafif necaset ve ağır necaset diye kategorize edildiğini fark ederiz. Madem öyle fıkıh kitaplarının sayfalarını çevirelim bu kategoriler neymiş bir görelim:
      Hafif necasetler:
     -At ve eti yenen koyun, geyik gibi evcil hayvanların idrarları hafif necasettir. Fakat bu hayvanların tersleri konusunda farklı görüş vardır; İmamı Azama göre ağır pisliktir. İmam Yusuf ve İmam Muhammed’e göre ise hafif necasettir. Ve fetva da bu iki imamın görüşü yönündedir. Ancak katır ve merkeplerin tersleri hakkında net bir hüküm olmadığından bu hususta ihtilaf vardır.
     -Etleri yenmeyen atmaca, çaylak ve kartal gibi kuşların pislikleri de hafif pislik hükmündedir.
     -Hangi hayvan olursa olsun fark etmez öd kesesi ve işkembesi vs. pislik hükmünde olduğundan bu durum namaza mani bir durum teşkil eder.  Ancak koyun tersi öyle değildir, yani ağır olmadığından öd kesesi ve işkembesi hafif pislik hükmüne tabiidir.
       Hafif necasetin pis olduğu konusunda şer’i delil olmakla birlikte bu hususta birçok farklı görüşlerin ileri sürüldüğü muhakkak.  Mesela bir görüşe göre bu tür necasetler murdar olarak nitelenirken, diğer görüşe göre de murdar addedilmez.
      Ağır necasette pislik miktarı yaklaşık üç gram baz alınırken, sıvı necaset durumunda ise el ayasından büyük olanı baz alınır.  İşte ölçü bu, bundan sonrası bizim uygulamamıza kalan bir durumdur elbet.
      Ağır necasetler:
     -İdrar (insan ve eti yenmeyen hayvanların idrarları) ve gaita (tersler) ağır necasettir. Ancak yarasa’nın idrar ve tersinden sakınmak pek mümkün olmadığından temiz addedilir.
     -Dışkı (kuşlardan başka bütün hayvanların tersleri ve insan tersi) ağır necasettir.
     -Kan (lohusa kanları ve istihaze kanları) ve kanın dolaştığı organlardan sızıp gelen kan veya kesilip düşen et ve deri parçaları ağır necasettir.
      -İrin, sarı su, ağız dolusu kusmuk ve eti yenmeyen hayvanların ağız salyaları ağır necasettir,
      -Meni, vedi (kalın akıntı) ve mezi (şehevi istekten sonra gelen hafif sıvı) ağır necasettir,
      -Şarap ve alkollü içecekler ağır necasettir,
      -Leşler veya lâşeler (ölü hayvanlar), hatta boğazlanmaksızın ölen ya da din’i kurallara uyulmaksızın kesilen kanlı hayvanlar ve bunların tabaklanmamış derileri de bu kapsamdadır.  Keza kaz, tavuk ve ördeklerin pislikleri ve ölüleri de öyledir.
       Şafii ve Hanbelîlere göre meni temiz sayılır. İnsan ve eti yenmeyen hayvanların idrarları, kuşlardan başka bütün hayvanların tersleri de ağır necaset kapsamındadır. Malumunuz idrar kuruyup görülmediğinden ‘Necaset-i gayr-i mer’iyye’ hüküm kapsamına girer. İdrar aslen necis olduğu için bulaştığı elbiseyi de necis (pis) eder. Bu yüzden ulemamızca ayakta bevl etmenin tahrim-i mekruh olarak addedilip aynı zamanda kabir azabına yol açtığını beyan etmişlerdir. Peki ya dışkı? Bu hususta bilhassa insan ve hayvan tersleri ‘Necaset-i Galize’  olarak addedilir. Bu arada unutmamak gerekir ki gerek lohusalık kanı olsun, gerek adet kanı olsun, gerekse hastalığa bağlı akan kanlar olsun hiç fark etmez sonuçta her biri ‘Necaset-i Mer’iyye’  hükmüne tabidirler.
       Namaz kılınacak seccade üzerinde ayak, el, diz ve alnımızı koyacağımız yerin affedilmeyecek derecede necasetten arınmış olmakla beraber affedilmeyecek nitelikte her hangi bir alana secde edildiğinde elbisenin kenarları pis yere değse zarar etmez yönünde bir hüküm değerlendirmesi de söz konusudur.  Yine de esas kavle göre secde edilecek yerin bil ittifakla temizlemek şartı aranır da. Ancak bu hususta İmam-ı Azam’dan bir rivayete göre de; secde mahallin temiz olması şart değildir,  icabında böyle durumlarda sadece burun üzere secde etmek kâfidir denilmektedir.
        Üzerinde necaset bulunan elbiseden başka temiz elbise yok ya da yıkama imkânı yoksa bu durumda namaz oturarak kılınır. Şayet necis bir alanda namaz kılmaya mecbur kalındığında ima ile kılmak tercih edilir. Namaz kılma esnasında altını ıslatmış veya pislemiş bir çocuk oturur ya da üzerine pis bir güvercin konarsa namaz caizdir. Niye derseniz, çünkü pislik namaz kılanın iradesi dışında yüklenilmiştir. Hatta bir insan düşünün ki üzerinde içi kanlanmış çürük bir yumurta taşıyor ve bu halde namaz kılsa yine caizdir. Neden mi?  Bikere her şeyden önce pislik kendi kaynağında konumlandığı içindir elbet. Şayet elbisenin cebine konulmuş içinde idrar bulunan kapalı bir şişe veya başka bir muhafaza kabı varsa elbette ki bu durumda idrar kaynağında konumlanmadığından ötürü namaz kılmak caiz değildir. Zira idrarın asıl konumlandığı kaynak mahal idrar haznesidir, pet şişe vs. değildir.
         Yıkanmış elbiseler sabun artığından arınmış olması lazım gelir. Her ne kadar sabun necaset olmasa da sonuçta sabun köpüğünün elbiseye sirayeti hoş olmaz. Hakeza çamaşır kabı içinde aynı hassasiyeti göstermek lazım gelir. Öyle ki kap kacakları sırf deterjanlı sularla yıkamak yetmez, bunun yanı sıra temiz suyla tekrar tekrar çalkalayıp durulamak da icab eder. Şayet kap kacakların içlerinde necaset kalırsa yemeklerin necis olacağı muhakkak. Sadece kap kacak mı, giysilerde buna dâhildir elbet. Nitekim giysileri yıkadıktan sonra sırf sıkmakta yetmez temiz sudan da geçirmeli,  sonrasında ise alt tarafı üste gelecek şekilde tutup bir kez daha sudan geçirmelidir. Aksi halde eksik temizlik veya yeterince durulanmayan giysiler üzerinde necaset kalıntıları kalabiliyor. Madem öyle, şüpheden arınmak için sudan geçirme ve durulama işlemini üç kez tekrarlamakta her hâlükârda fayda vardır elbet.  
        Temizlenme metotları:
        -Suyla temizlenme en iyi temizleme metodudur. Peki ya su bulunmadığı zaman? Malumunuz bu durumda abdestsiz hali teyemmüm ile giderilir.
       -Silerek temizleme cam bıçak, ayna ve mermer türü materyallerde uygulanan bir yöntemdir.
       -Ateş deyince alev akla gelse de, ateş aynı zamanda dağlayıcı temizleme aracıdır. Yani usulüne uygun kesilen hayvanların doku parçalarından arta kalan kanların ateşte pişirilmesiyle bu manada sağlıklı bir temizlik aracımız olur. Hakeza laboratuvarlarda kültür ekiminde kullanılan eküvyon çubukları gibi vs. aletlerin ateşten geçirilerek steril hale gelmesi de öyledir. Nitekim bu tür sterilize işlemleri sayesinde her türlü kontaminasyon risklerin üstesinden gelinmiş olabiliyor.  
       -Kazımakta bir temizleme yöntemidir. Nitekim emici özelliklere sahip olmayan deri ve mest türü materyallere bulaşan necaseti kazıyıp temizlemek bu yöntemin en tipik örneğini teşkil eder.
       -Ovalayarak temizleme bilhassa kurumuş meniyi ovalamakta işe yarayan bir yöntemdir. Ancak asl olan yaş olan meni bulaşığını su ile temizlenmek esastır.
       -Boğazlama veya kurallara uygun bir hayvanı boğazlamak, hayvanı mundar olmaktan kurtarmaya yetiyor, yani bu yöntemle hayvan temizlenmiş sayılır, ancak domuz bundan istisnadır.
       -Tabaklanma yöntemi usulüne uygun boğazlanmış bir hayvana ait derinin tabaklanması demek olup, böylece bu işlemle birlikte hayvanın derisi temizdir hükmü kazanır.
       -Orijinal halini dönüştürme işlemi de bir başka temizleme metodudur. Şöyle ki tezeği yakıp kül haline getirme işlemi bunun en tipik misalini teşkil eder.
       Anlaşılan o dur ki temizlik deyip es geçmemek gerekir. Hem nasıl görmezden gelip es geçilebilir ki, bikere  “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat için”  temizlik olmazsa olmaz şarttır da. Malumunuz sıcaklık genleşme, soğukluk ise daralma (büzüşme) yapmakta. İşte bu nedenledir ki abdest alan bir insan suyla temizlenmesi sayesinde damarlar üzerinde yapacağı genleşme ve daralma gibi reflekslerle hemen her gün vücuduna dinamizm kazandıracağı muhakkak. Nasıl mı?  Malumunuz sıcak su damarları genleştirirken soğuk su ise daraltır. Tıpkı bu gel git hadisesiyle denizin kabarıp çekilmesi gibi türünden bir refleks hadisesidir bu.  Böylece alınan abdest sayesinde genel vücut dolaşımımıza adeta jimnastik etki yapıp bilhassa kalbimizden uzak damarlar dinçlik kazanabiliyor. İcabında su bulunmadığı durumlarda teyemmüm abdestiyle bu arada vücudumuzun statik enerjisi alınır da. Kaldı ki abdestsizdik statik enerji demek olup, bu aynı zamanda kasların durağan kalmasıyla birlikte gerilip aktivitesini yitirmesiyle birlikte derimizde kırışmalara yol açar da. Ama gelin görün ki bilhassa abdesten bihaber toplumlarda vücudunda istenmeyen kırışıkları gidermek için akupunkturdan tutunda daha birçok fizik tedavi yöntemleriyle kendilerini seferber etmiş durumdalardır.  Modern Tıp bu teknikleri uygulaya dursun,  oysaki Yüce Allah’ın kullarına lütfettiği abdest mucizesi sayesinde her vakit diliminde vücudumuza soğuk ve sıcak etkileşim yaptırmak suretiyle kendiliğinden deri kırışıklığının önüne geçildiği gibi bu arada alnımız secdeye değe değe nur yüzlü olabiliyoruz da.  Ne diyelim, Müslüman olmanın avantajı bu ya,   böylesi bir nimetten faydalanmak bile ziyadesiyle bize yeter artar da.
         Her neyse kaldığımız yerden devam edecek olursak anlaşılan o ki abdest suyu bilhassa kılcal damarlar üzerinde genleşme ve daralma etkisi yaparaktan uyuşuk olan vücut tenimiz uyarılıp dinamizm kattığı muhakkak. Kelimenin tam anlamıyla abdest sayesinde refleksimiz zinde tutulmuş olur.  Ki,  zindelik kazanmak lenf sistemimiz içinde bulunmaz büyük bir nimettir. Şöyle ki, ara sıra kazaen maruz kaldığımız yaralanmalar sonucu ortaya çıkan sıyrıklarda yara üzerinde renksiz sıvının varlığını görürüz. İşte o çıkan renksiz sıvı mikroplara karşı savunma mekanizmamızın en önemli neferi diyebileceğimiz lenf sıvısından başkası değildir dersek yeridir. Düşünsenize üşüttüğümüzde ister istemez lenf damarlarımız büzüşüyor. Böylece damarlarımız büzüştüğünden mikroplara karşı mücadeleci hücreleri salamama durumunda kalabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimiyle ortaya çıkan uyarıcı ısı farklılıkları sayesinde pasif durumdaki hücreler mücadeleci özellik kazanıp aktif hale gelmesiyle birlikte uyuşukluk problemimizi bir anda çözülmüş olur.  Hatta abdest sayesinde mikropların hevesi kursağında kalmış olur bile.
         Allah Teâlâ bakın bu hususta Kur’an’da ne buyuruyor:  “Ey inananlar! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Eğer cünup iseniz yıkanıp temizlenin..” (Maide suresi; ayet 6), İşte beyan buyrulan bu ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere abdestin namaz kılmaya başlamanın ön şartı olmanın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından da son derece mucizevî bir hadise olduğu ayan beyan ortaya çıkmış olur. Kaldı ki atalarımız abdest için müminin silahıdır demişlerdir.  Niye öyle demişler derseniz, çünkü hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete giden yolda  “Ya Rabbi! Senin huzuruna dünya işlerini görürken bile tertemiz çıkmak ve Senin yardımına mazhar olmak tek arzumuzdur” gayesini güttükleri için böyle demişlerdir. Elbette ki böyle bir gaye üzere yaşayan için abdest müminin zırhı ve silahı olması son derece gayet tabii bir durumdur.  Sadece abdest mi, şüphesiz teyemmümde hem   “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” bilincini hatırlatan zırhımızdır hem de vücudumuzdaki statik elektriği alan koruyucu zırhımızdır. Öyle anlaşılıyor ki hem maddi hem manevi arınma temizlenmenin daha nice bilmediğimiz sırları vardır,  ama şu bir gerçek ki sırf maddi yönden meseleye baksak bile estetiğe harcanan masraflara gerek kalmaksızın en pratik çözümün abdest alaraktan istenmeyen kırışıklıklardan kurtulmanın aracı olduğu da apaçık ortadadır elbet.  Yeter ki niyet halis olsun Allah Teâlâ’nın muamelesi de ona göre kulun üzerinde nur yüzlü olarak tecelli edeceği bir hayal değil gerçeğin ta kendisi bir hakikat olacağı muhakkak.
        Velhasıl-ı kelam; İslam temiz gönüllerde yükselen pınarımızdır.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/temizlik-imanin-yarisidir-5721-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?

Mesaj tarafından Selim Paz Mayıs 01, 2022 4:03 pm

KALP BİLGİ ÜRETEN Mİ?
       SELİM GÜRBÜZER
         Akıl beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayarak bir sonuca varıp böylece akıl melekesi bir tür kanaat önderimiz olur. Zira beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla ait bir melekedir,  Bilgi üretme işi ise kalbe ait meleke bir özelliktir. Nitekim beyne kodlanmış akıl melekesi kalbin önderliğinde beş duyumuzdan gelen bilgileri işleyerekten pek çok şeyi akl etmiş oluruz.  Yani bu bir anlamda kalbin ürettiğine aracılık yaparaktan kanaat oluşturmuş olur. Tıpkı bu bilgisayar hard diskinde olduğu gibi kalp hard diskinde yazılmış olan yazılım programının akıl harmanında işlenip beyin ekranında sahne alma hadisesidir. Ve aklın beyin ekranında sahne alışından anlaşılan o dur ki şimdiye kadar tüm ezber bildiklerimizin tam aksine bilgiyi üreten akıl değil,  meğer kalpmiş. Mesela şimdiye kadar   “akıl varsa varım” bildik ezberimizin tam aksine işin gerçeği “kalp varsa o halde varım” denen bir hakikat tablomuz söz konusudur. Nitekim kal önsezi sayesinde göz, kulak ve beyin gibi organlar işlevlik kazanıp böylece göz görmüş olur, kulak işitmiş olur, beyin akl etmiş olur. İşte kalbin önderliğinde beş duyu organlarımıza gönderilen önsezi salınımları akıl harmanında harmanlanıp beyin ekranında sahne almasıyla birlikte tüm ham bilgiler kuvve-i fiile dönüşmüş olur da.
          Bilindiği üzere beş duyu organımızın dördü baş organımızdadır, diğerleri malum kol bacak ve gövdemizde konumlanmışlardır. Belli ki kalp hard diskinden salınan önsezi mahiyetindeki ham bilgiler beş duyu organlarının reseptörlerince (alıcı organlar) bağlanıp beynin çeşitli istasyonlarında değerlendirildikten sonra görme istasyonunda görme, işitme istasyonunda işitme, dokunma istasyonunda hissetme, koku alma istasyonunda koklama şeklinde tezahür etmesiyle birlikte hayatın içinde var olmaktayız.  Dahası şu bir gerçek; insanoğlu duyu reseptörlerinden gelen verilere göre hareket ettiği içindir dış dünyaya ait algılarımız da duyuların bize tanıttığı veriler çerçevesinde şekillenmektedir. Öyle ki gördüğümüz, dokunduğumuz, tattığımız, kokladığımız hemen her şey beynimize mesaj olarak gönderilen elektrik sinyallerinin sahne almasından başkası değildir. Bir başka ifadeyle kalp önseziyle görsel, işitsel, kokusal, dokunsal kanallarla edindiğimiz tüm bilgiler aynı zamanda hayal deryasında yaşadığımızın bir göstergesi algılarımızın ta kendisi bilgilerdir. Nitekim başımızı yastığa koyduğumuzda uyuduğunu sandığımız beynimiz aslında uyumuyor, oysaki ekranını karartıp bize sadece bir başka âlemin hayalini gösteren bir algı uykusudur bu. Öyle ki beynimiz dünya ile olan irtibatını tam kesik veya yarı kesik uykudayken her ne kadar kendini fark ettirmese de sonuçta kararan ekranının arka planında bir bakıyorsun kalbimizin açtığı bambaşka hayali dosyalar üzerinden bu kez bedenimiz görünür âlemde değil de rüya âlemi olarak hayata tutundurulup gezindirilmiş olur. Derken bedenen mışıl mışıl uyuduğumuz yatağımızdan gözlerimizi açıp uyandığımızda günlük yaşadığımız dünya ahvalimizin de tıpkı rüya âleminde ki gibi uyku hali olduğunu idrak etmiş oluruz. Hiç şüphesiz ki asıl gerçek uyanış ölümle birlikte dirilişe geçtiğimizde vuku bulacaktır. Nitekim bu hususta Allah Resulü (s.a.v)’in beyan buyurdukları  “İnsanlar uykudadır. Ölünce uyanırlar (perdeler kalkar)” ve “Cennetteki hurilerden yalnız tek bir tanesi yeryüzüne çıksa,  gözleri kamaştırır ve güneş gibi bütün fezayı aydınlatır” (Tecrid-i Sarih, No: 1182)   hadis-i şeriflerinin mana ve ruhuna uygun asıl uyanışımız vuku bulacaktır. Düşünsenize bu öyle gerçek manada bir uyanış olacaktır ki Mevlana Hz.lerinin “Sen düşünceden ibaretsin, geri kalanın et ve kemiktir” diye işaret ettiği ahiret dirilişinin vuku bulacağı bir uyanış olur bile.  
          Evet, Peygamberimiz (s.a.v)’in de diriliş öncesi beyannamesinde beyan buyurduğu veçhiyle ete kemiğe bürünmüş dünya halimiz bile aslında uyku hali bir ahvaldir. Yani bu söz konusu ahval ve şerait içerisinde şuan ki içinde bulunduğumuz konum ahirette biçeceğimizin dünyada ekmekte olduğumuzun gölgesini yaşadığımız bir konumdur. Dolayısıyla hakikatin gösterileceği ahiret hayatını şimdilik görmediğimiz için şu an yaşadığımız gölge konumunda bulunduğumuz evreni hakikat sanıyoruz. Yine de hakikatin ta kendisi sandığımız dünyamız gölgede olsa sonuçta dünya gölgesi datasından görme reseptörüne bağlanan tüm objeler (eşyalar)  beynin arka planında elektrik sinyalleri şeklinde konumlanıp burada zifiri karanlık diyebileceğimiz bir mekânda rafine edilerekten gerek uyku halinde gerekse uyanıkken gölge mesabesinde eşyanın işlenmiş tabiatını seyreyleyebiliyoruz. Düşünebiliyor musunuz kapkaranlık beyin kodu içerisinde aydınlık bir dünya algılamamız söz konusudur. Ancak şu da var ki gördüğümüz hemen her olgu  (obje-eşya)  eşyanın tabiatını tam manasıyla ortaya koyacak tıpatıp türden olguların aynısı değildir, gördüğümüz sadece kalbin önsezisi önderliğinde gönderilen olguların beynin zihin kodlarında karşılık bulan elektrik sinyallerinin bir başka türden işlenmiş tezahür algılardır. İşte bu nedenledir ki evrene gölge dedik, yaşadığımız hayata ise hayal dedik. Öyle veya böyle tıpkı rüya halimiz de olduğu gibi yarın ruz-i mahşerde dirildiğimizde dünyanın da bir hayal olduğunu anlayacağız demektir. Değil midir ki bunun bir hayal olduğu, bir bakıyorsun uyanıkken algıladıklarımızın aynısı gibi rüyada da sergilenen birbiri ardına dizilen pek çok hadiseleri hem görür, hem dokunur, hem koklar, hem işitir konumda olabiliyoruz. Malum uyandığımızda ise tüm nesnelerin ve olayların bir çırpıda hepsinin duman olup kaybolduğunu,  böylece rüya âleminde gördüğümüz dokunduğumuz ve işittiğimiz her maddenin her nesnenin ve her olayın aslının aynısı olmadığını bilakis dünyada yaşadıklarımızın değim yerindeyse birer fotokopisi olduğunu idrak etmiş oluruz.  Hem kaldı ki beyin kodlarımız her gördüğü olguyu bilmekten de acizdir. Zira gözümüz her hangi bir nesneye odaklandığında gördüğü o nesne bir anda elektriksim sinyaller şeklinde gözün değişik bölümlerinden süzülüp içeri alındıktan sonra zihin kodlarınca algılanan obje olarak karşılık bulup o algılanan obje şayet elmaysa elma deriz, masaysa masa deriz. Burada aslında gören beyin değil kalbin önsezi önderliğinde zihin dünyamızda harmanlanıp yorumlanmış halde her nesnenin bitim noktasındaki sahnelenmiş veya ortaya konmuş kod görüntülerdir.  Dahası bu durum bizim Yunus’un “Malda yalan, mülk de yalan, var biraz da sen oyalan” dediği bir hayal âleminde yüzer konumda olduğumuzun görüntüleri bir durumdur bu. Ta ki ömür tükettiğimiz dünya hayatında vademiz dolup ölümümüz vuku bulduğunda öteki âleme ait perdeleri açılır işte o zaman hakikatin tecelli edeceği gerçek görüntülerle buluşacağız demektir. Hiç şüphe yoktur ki mutlak anlamda eşyanın hakikatini Allah bilir, bizimkisi ise sadece dünyada mutlak hakikatin tezahürleriyle imtihan olaraktan oyalanmaktan ibarettir. Yani, maddeymiş, dünyaymış, şuymuş, buymuş hepsi birer gölge imtihanlarımız olup tüm bunlar gerçekte beynimizde oluşan elektrik sinyale dönüşmüş algılamalarımızdır. Kelimenin tam anlamıyla mutlak hakikat sahibi Allah’tır, yaratılanlar ise gölge mesabesinde olgulardır. Burada asıl mühim olan Yüce Allah’ın biz aciz kulların hizmetine sunup lütfettiği olguları müsbet yönde kullanaraktan sırta-ı müstakim üzere oyalanmamız çok mühimdir.
         Hazır olgulardan ve algılardan söz etmişken bu arada ister istemez karşılaştığımız her hangi hazin bir olgu karşısında duygulandığımızda “gözyaşımıza neden acaba sahip olamayışımız” sorusu aklımıza takılmaz da değil elbet. Aslında hüzün verici olgular karşısında gözyaşımızı tutamayışımızın sebebi gayet açık net ortada, çünkü kalp önsezi melekesidir, akılsa beyin kodunda olayları kritik eden ve yorumlayan bir melekedir. Aklın kalbin önsezilerini kritik ettiği şunda besbellidir ki kritiğini gözyaşı dökmenin öncesinde değil, gözyaşı döktükten sonra ediyor olmasıdır. Bir başka ifadeyle akıl gözyaşı dökmenin öncesinde devreye girmeyip sonrasında ancak devreye girerekten neden gözyaşlarına sahip olamayışımızı kritik eder pozisyon alabilmekte. Dedik ya, önsezi gerçeği her daim kalbe has bir meziyettir. Bu yüzden bilgiyi üretende kalptir dersek yeridir. Hani kimi zaman olayların gidişatının nereye varacağını çok önceden kestirdiğimizde arkadaşlar arasında mütalaa edip benim altıncı hissim kuvvetli deriz ya hep, aynen öyle de kalbin önsezi algısı da altıncı hisse benzer türden bir öngörü kuvvettir. Böylece bu öngörü kuvveti sayesinde önsezimizin varlığını ortaya dökmüş oluruz. Nitekim günlük hayatta karşılaştığımız pek çok hadiselerde devreye giren önsezilerimiz bir bakıyorsun bazen iç sıkıntı, bazense neşe şekilde tezahür edebiliyor. İşte bu noktada kalbe ait en önemli karakteristik bir haslet ortaya çıkar ki,  o da malum: “önsezi” gerçeğinden başkası değildir.
     Anlaşılan kalp tarafından üretilen bilgiler beyin barkodundan geçtikten sonra işleme alınıp ya yazıya dökülmekte ya da dil ile ifade edilmekte. Kalp bununla da yetinmez icabında ürettiği bilgilere ruh katıp sevgi iksirini de beş duyu üzerinde etkisini hissettir.  Derken kalbin derinliklerinden kopan sevgi selimiz beyine aktarılaraktan zihin kodlarında anlam kazanıp ya sözlü olarak sevgimizi dile getiririz ya da beden dilimizle sevgimizi hissettirmiş oluruz. Böylece gönlümüzün dile gelişi kalp sayesinde sahne almış olur. Bu demektir ki sevgiyi de bilgiyi de üreten merkez kalptir, üretilen bilgileri beyin belleğinde kritik edip yorumlayan ise akıl kodudur. Hani kimi zaman beyin fırtınası yapmaya gerek duyarız ya, aynı gereklilik beyin içinde geçerlilik arz edip sırf bu iş için vücudun % 20 enerjisini tükettiği belirlenmiştir.  Tüketmesi de son derece gayet tabiidir,  düşünsenize onca beyin fırtınası koşuşturmasının akabinde bir insanın günde ortalama 2500 kalorilik enerji tüketip bunun da 500’ü beyin fırtınası için harcıyorsa bu durumda helali hoş olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
       Malumunuz Kur’an’da birçok ayetler derinlemesine analiz edildiğinde doğrudan akla hitap etmediği,  Rabbu’l âlemin’in doğrudan insan kalbini muhatap aldığı görülecektir. Zaten vahyi de ancak kalp idrak edebilir, aklın ise buradaki fonksiyonu kalbin idrak eylediği ayetleri tefsir etmektir. Peki ya eşya nasıl idrak edilebilir derseniz,  bu noktada “Vahiy” hariç, eşyanın tabiatı hakkında edineceğimiz tüm bilgiler “Her şey zıddı ile bilinir”  esasına dayalı mukayese edici bir mantık yürütmeyle ancak idrak edilebiliyor. Dikkat ettiyseniz cümle içinde kullandığımız ifadede vahyi mukayeseden hariç tuttuk.  Çünkü vahiy Allah kelamıdır, asla yaratılmış değildir, eşya ise yaratılmış varlıktır. Dolayısıyla mahlûk olan eşyayı ancak kendi zıddıyla mukayese ederek tabiatına vakıf olunabiliyor.  Fakat işin içine Allah’ın yüce kelamı söz konusu olduğunda kelam-ı kadim asla mukayese kabul etmez.  Öyle ki Allah’ın zıddı olmadığından, akıl bu noktada Yüce Yaradanı mutlak manada kavramaktan acizdir, O’nun zatını ve sıfatlarını ancak hidayete ermiş kalpler hissedip ‘Amenna ve Saddakna‘ der.  Aksi halde o kalp hidayetin tecellisinden yoksun olduğundan teslim olmayacaktır. İşte bu noktada Dr. Haluk Nurbaki Kur’an’da zikrolunan; ‘Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş ve gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır’ (Bakara suresi ayet:17) ayet mealini  “Allah Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim” şeklinde yorumlayarak bu hususa dikkat çekmiştir.  Madem öyle neydik edip kalbimizi Allah’ı hatırlatacak ilahi tecellilere açık tutmalı ki Yüce Allah’ın ‘Ben kâinata, yere göğe sığmadım, fakat mümin kulumun kalbine sığdım’ diye beyan buyurduğu hadis-i kutsi sırrınca zat-ı ve sıfatlarının tecellileri kalp tarafından hissedilip bilinmiş olsun. Hakeza Allah Resulünün “Kalplerinizi ve niyetlerinizi değiştirmediğiniz müddetçe Allah’ın size olan muamelesi değişmez” hadis-i şerifin sırrınca da bu uğurda gayret göstermeli ki hidayete erenlerden olup kalbimize Lafza-i celal zikir eşliğinde “Allah”  dedirtebilelim.  
         Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kalp-bilgi-ureten-mi-5741-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ

Mesaj tarafından Selim Çarş. Mayıs 11, 2022 8:02 pm

BİYOGENEZ VE ABİYOGENEZ
      SELİM GÜRBÜZER

     Bir canlı organizmanın nasıl meydana geldiği hususu yıllar boyunca insan zihnini meşgul eden konulardan biri olmuştur hep.  Hadi insanların kendi kendine zihince meşgul olması bir noktada anlayabiliyoruz da,  peki ya şu bir takım aklı evvellerin bugün olmuş halen gelinen noktada güya aşağı düzeyde ki canlıların kokuşmak üzere olan organik maddelerden meydana geldiğini iddia ederekten içi boş anlamsız tezlerle insanların zihinleri karıştırılıp meşgul edilmesine ne demeli. Neyse ki bilimsel çalışmalar hız kazandıkça bu tür içi boş mesnetsiz iddialar bir şekilde boşa çıkartılıp her canlının kendi hemcinsi atasından türediği görüşü ağırlıklı olarak belleklerde yer edinir hale gelindi diyebiliriz. Derken bu arada hayatın kökeni hakkında gerek cansız olmayandan canlının meydana gelebileceği anlamında kullanılan “abiyogenez”  tezi, gerekse canlı olandan canlı meydana gelebileceği anlamında kullanılan  “biyogenez”  tezi bilim dünyasının gündemine giren iki başlıklı konu kapağı olur da.  
     İşte hayatın kökeni hakkında ileri sürülen tezler hangi konu kapağı başlıklar altında incelenirse incelensin şu bir gerçek tek hücreli sistemden çok hücreli bir sisteme doğru gidildikçe canlı varlıkların her birinin kendi içinde yaratılış itibariyle çok büyük çeşitlilik arz eden birbirinden bağımsız türler olduğunu görürüz. Tabii yaratılış itibariyle canlı varlıkların her birinin çok yönlü çeşitliliğini ve yaratılış mükemmeliyetini görüp şahit olduğumuz gibi basit yapılardan daha karmaşık yapılara doğru gidildikçe her bir kademede ki canlı türlerinin bulunduğu konuma göre de enerji ihtiyacının o nispette kademe kademe artış kaydettiğini görüp şahit olabiliyoruz pekâlâ. Derken bu tip görüp şahit olunan bir takım elde edilen verilerden hareketle “abiyogenez” kavramı cansız elementlerden aminoasitlere, amino asitlerden koaservatlara, koaservatlardan proteinlere, proteinlerden tek hücreli canlılara ve en nihayetinde kompleks yapılara doğru gelişmenin adı olarak bilim dünyasının tanımında yerini almış olur.  Mesela bu hususta en basitinden suyu ele aldığımızda,  suyun başlangıçta sadece susuzluğu giderecek abiyogenez formunda sıvı içecek kaynak çeşmemiz olurken,  yetişkin bir insan vücudunun %50 ila %70’ini su içerdiğini düşündüğümüzde ise biyogenz formunda ab-ı hayat su molekülü olduğunu gözlemlemiş oluruz. Öyle ki cansız bir halde karşımızda duran suyun gerçekte nice canlılara taş çıkartacak derecede hayatımızı diri tutup canlılık kattığı kendi vücut dinamiklerimizin işleyişinden de besbellidir zaten. Yine de bu noktada ister adına hayat suyu diyelim, ister dirlik suyu, ister aynü’l hayat diyelim bu demek değildir ki canlı hayatı büsbütün sadece su ayakta tutmaktadır,  hiç kuşkusuz su olmadan da yıllarca hayatını idame ettiren canlı varlıkların varlığı da bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bunlardan keşfedilen en meşhurları; kanguru fare, çöl kaplumbağası ve akciğer balıklarını örnek gösterebiliriz pekâlâ.  Hakeza oksijensiz ortamda üreyen canlılarında varlığı da bilinen bir durumdur. Nasıl mı? Mesela oksijenden yoksun şartlarda enerji üreten anaerobik bakteri, mantar ve diğer mikroorganizmaların aracılığında fermantasyon yoluyla birtakım organik bileşiklerin oluşumu susuzda gerçekleşebiliyor. Hatta böylesi bir oluşuma örnek olarak Wollin ve Erickson gibi birçok bilim adamları yıllar öncesinden çok yüksek perdeden; amonyak, metanol, formik asit ve formaldehit gibi bileşiklerin nükleik asitlerle gireceği bir takım reaksiyonlarla da aminoasitlerin oluşabileceğini gösterip dillendirmişler bile. Hadi bunun böyle olabileceği doğrulanmış olduğunu varsaysak bile böylesi bir aminoasit oluşumun varlığı yaratılış modelini esas alan ilim erbabının yoktan var oluşa olan inancını sarsacak ya da halel getirecek veya ortadan kaldıracak bir tez asla olmayacaktır. Bilakis müminler olarak Kur’an’da zikredilen hem yoktan var,  hem vardan var, hem de vardan yok manasına gelebilecek “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona  ‘Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran, 59) ayet-i kerimenin mana ve ruhuna olan inancımızı daha da pekiştirecek bir tez olacaktır. Dolayısıyla bu noktada toprak bizim ‘abiyogenez’imizdir dersek yeridir Zira ilk insan topraktan yaratılmıştır. Havva anamız ise Âdemin eğe kemiğinden yaratılmıştır. Öyle ya, madem inan nesli Âdem ve Havva anamızdan türeyiverdi, o halde muhtemeldir ki, Hz. Adem (a.s) bizim ana rahminde geçirdiğimiz ontogenesis gelişimin bir değişik benzer sürecini toprağın ana rahminde geçirerek tüm insanlığın ilk atası ve ilk peygamberi oluvermiştir. Böylece Yüce Allah’ın Kur’an’da kullarına hitaben “Sizi topraktan yarattık, tekrar toprağa döneceksiniz, ikinci bir defa daha sizi topraktan çıkaracağız”  (Taha,55)  beyan buyurduğu ayetin sırrı mucibince toprağın bağrına ruh üflenerek ben-i adem oluverdik.  Sonrası malum Hz. Âdem (a.s) ve Havva anamızın cennet yurdundan dünyaya teşrif etmesiyle birlikte ben-i ademin kıyamete kadar sürecek olan imtihanı start alır. İşte Mevlana bu yüzden imtihanımızın çamurlaşmaması için tüm insanlığa şu çağrıda bulunur da: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz.  Mühim olan çamurlaşmamaktır.”
          Peki ya biyogenez?  Yukarıda tanımladığımız gibi canlının canlıdan meydana gelebileceğini ifade eden bir kavramdır biyogenez.  Bu kavramın içeriğinden de anlaşıldığı üzere canlının temelini hücreler oluşturmaktadır. Malumunuz hücreler ise bizatihi kendileri bölünüp çoğalmak suretiyle yenilenmekteler. Ki, hücre bölünmesinden maksat yeni bir canlı hücrenin meydana gelmesini sağlamaktır. Hatta temel gaye eşey hücrelerini oluşturmaktır. Nitekim hücre büyüyüp belli bir olgunluğa ulaştığında bu uğurda bir takım bölünmeler gerçekleştirerekten maksat hâsıl olur da.  Hem nasıl maksat hâsıl olmasın ki, baksanıza ilkel canlıların üreme olayında bile bir bakıyorsun hücre içerisinde kromozomlar daha teşekkül etmeden amitoz bölünmeyle, yani doğrudan hiçbir değişikliğe uğramaksızın çekirdek ve sitoplâzmasının ikiye bölünmesiyle birlikte çoğalmasını gerçekleştirebiliyorlar. Örnek mi? İşte bakteri, amip, öglena ve kanser hücreleri bunun en bariz örneklerini teşkil ederler zaten. Mitoz bölünmeden temel amaç ise kromozomların birer kopyasını oluşturup sonrasında bu kopyaları hücre bölünmesi eşliğinde özdeş kromozom halde oluşan iki yavru hücreye pay etmektir. Yani bu demektir ki mitoz bölünmenin amitoz bölünmeden farklı yanı mitoz bölünmenin çekirdekte kromozomların oluşmasının akabinde vuku bulan bir üreme biçimi olmasıdır. Mayoz bölünmenin mitoz bölünmeden farklı yanı ise malum eşey hücrelerinin (germ hücrelerinin) birbirini takip eden diploid iki nükleuslu bir yapı içerisinde bölünmelerini iki aşamada gerçekleştiriyor olmasıdır. Öyle ki mayoz bölünmenin birinci aşamasında kromozom sayıları yarıya indirgendiği gözlemlenirken, mayoz bölünmenin ikinci aşamasında ise kromozomların hem kendi eşleşmelerini gerçekleştirdiği hem de spermiogenezis sürecinde olduğu gibi golgi evre, kap evre, akromozal evre ve olgunlaşma evre şeklinde hücresel bazda bölünmelerini tamamladığı bir süreç olarak gözlemlenir. Dahası mayoz bölünme birinci aşamasını kromozom sayısını yarıya indirgediği bir bölünme şekli olup burada diploid (2n) yapılı bir hücreden haploid  (n) yapıda iki adet hücre meydana gelirken diğer aşamasında ise basit bir mitoz bölünme eşliğinde dört adet haploid (n) hücre oluşumunun vuku bulduğu bir bölünme şekliyle sürecini tamamlamış olur. Öyle anlaşılıyor ki; hücre bölünmelerin gelişim evreleri inceledikçe hiçbir oluşumun tesadüfe meydan vermeyecek bir şekilde kendi içinde hücre yenilenmelerini kimi zaman indirgeyerek kimi zaman çoğalaraktan gerçekleştirdiğini gözlemlemekteyiz. Böylece spermatogenezis sürecinde tek bir spermatogonyumdan fonksiyonel halde adına sperm hücresi denen 4 adet spermatozoon meydana gelirken, oogenezis sürecinde ise tek bir oogonyumdan fonksiyonel adına yumurta hücresi denen ovum meydana gelmiş olur. Belli ki gerek makro âlemde gerekse mikro âlemde hiçbir şekilde tesadüf oluşuma yer yoktur,  bilakis A'dan Z’ye hemen her şey belli bir sistematik düzen içerisinde cereyan edip işlerlik kazanmakta. Tabii burada en önemlisi tabiatta olan biten her ne varsa işleyişini gözlemlediğimiz sistemin mükemmeliyetinin Yüce Yaratıcı gücün (c.c)  iradesi dâhilinde işlerlik kazandığının idrakine varabilmek çok mühimdir.  
       Malumunuz bir takım hücre yapılarında önce mayoz, sonra mitoz görülür ki bu duruma premeiosis bölünme denmektedir. Bölünme hadiseleri somatik hücrelerde indirgenmeksizin gerçekleşirken, üreme hücrelerinde ise indirgenerek gerçekleşir. Nitekim üreme hücrelerinde kromozom sayısı, 2n kromozomlu vücut hücrelerinin tam aksine haploit (n) olup,  işte bu yarı yarıya indirgenme hadisesi hücre çekirdeğinin ardı sıra iki defa bölünmesi neticesinde vuku bulan bir bölünme şekli olarak sahne alır. Belli ki üreme hücrelerinin kromozom sayısını yarı yarıya inmesi gerektiği kendi kararıyla ya da kendi kendine tesadüfen oluşmuş bir indirgenme hadisesi değildir bu. Bikere üremenin en başından en son aşamasına kadarki her basamağında matematiksel bir hesap söz konusu olduğuna göre, böylesi bir matematiksel oluşumda Yüce Allah’ın “Ol” emri doğrultusunda işleyen bir plan olduğu bariz bir şekilde ortaya çıkmış olur. Ve bir plan dâhilinde mayoz bölünme sırasında erkek hücrelerin geçirdiği başlangıçtaki gelişme evresi “spermatogenezis” olarak anlam kazanırken dişi hücrelerin kaydettiği gelişme ise “oogenezis”  olarak anlam kazanıp her iki cinsiyet hücresi de (spermatozoon ve ovum) kromozom sayılarını yarıya indirgemek için gelişmesini mükemmel bir program dâhilinde üç safhada gerçekleştirmiş olurlar. Söz konusu gelişme evreleri sırasıyla “çoğalma, büyüme ve olgunlaşma” aşamalarıyla tamamlanır. Derken mayoz bölünmeyi özetle; eşeysel yolla üreyen gamet hücrelerin gelişme safhasında kendini gösteren ve aynı zamanda her türe özgü kromozom sayısını muhafaza edecek türden bir bölünme şeklinin adıdır diye tanımlayabiliriz de. İyi ki de mayoz bölünme sistemi var, aksi halde gametler  (eşey hücreleri) mitoz bölünmeyle çoğalaraktan zigot safhasında kromozom sayısı iki katına çıkıp böylece her türe has kromozom sayısı korunamayacaktı. Ki; bu durum başlı başına felaket bir durum olurdu.
        Hazır gelişim evrelerinin aşamalardan söz etmişken mesela çoğalma aşamasında ne olup bitiyor ondan da bahsetmekte yara vardır elbet. Malumunuz çoğalma aşamasında mitoz bölünme sonucu ortaya çıkan erkek ana üreme hücreleri “spermatogonium” olarak adlandırılırken, dişi üreme hücresi ise “Oogonium” olarak adlandırılır. Hatta eşey hücrelerinin oluşumunun çoğalma evresinde hem erkek cinsiyet hücreleri (44+XY=46), hem de kadın cinsiyet hücreleri (44+XX=46)  diploittirler, yani somatik bakımdan 46 kromozomludurlar. Değim yerindeyse bu durumda her bir aşama yeni bir değişime yelken açmak için vardır. Şöyle ki spermatogonyum ve oogonyum hücreleri mitoz bölünme aşamasını tamamladıktan sonra büyüme evresine gelindiğinde bol miktarda besin depolayıp başlangıçtaki büyüklüğünün yüzlerce katına çıkarak primer spermatosit (Birinci sperm hücresi-spermatozit I) ve primer oosit (Birinci yumurta hücresi-oosyt I) oluşum olarak yelken açmış olurlar. Tabiî ki bu durum buluğ çağına kadar devam edip akabinde olgunlaşma safhasına geçiş yelkeni açılır. Olgunlaşma safhası derken bu arada ister istemez bir Allah dostunun; “Hamdım, yandım, piştim” sözleri akla gelmez de değil elbet. İşte tasavvufi hayatta kat edilen aşamalar gibi aynen eşey hücrelerinin kendi içinde gelişim kaydettiği en son üçüncü aşamasına gelindiğinde bilhassa buluğa erişmiş kişilerin olgunlaşma evresinde primer spermaositler ve primer oositler redüksiyon bölünme geçirerek kromozom sayılarını yarı yarıya indirgediği ve akabinde dört haploid hücrenin oluştuğu hücre bölünmesi vuku bulur. Öyle ki erkek bireylerde birinci telofaz sonu primer spermatozoitten 22+X=23 ve 22+Y= 23 kromozomlu iki sekonder spermatozoit (spermatozoit II) şeklinde yarı yarıya indirgenen bir  hücre yapılanması oluşurken dişi bireylerde ise buluğ çağına kadar ki genital organların foliküllerinde saklı tutulan primer oositten (Oocyt I)  22+X= 23 kromozomlu sekonder oosit (Oocyt II)  şeklinde formüle edilen bir kutup hücresi yapılanması oluşur. Ancak oluşan bu yapı içerisinde kutup hücreleri kahır ekseriyetle kaybolup etkini yitirince geriye kalan kısım adından ikinci yumurta hücresi olarak, yani kısaca adından Oocyt II yapısı olarak söz ettirecektir.  Şu da bir gerçek oocyt II hücrenin olgunlaşma evresinde dört dörtlük haploid bir yapılanma ortaya çıkmayacaktır. Ta ki ikinci bir mayoz bölünme evre süreci geçirir işte o zaman sperm hücresiyle döllenecek hale gelip oocyt gelişimini dört dörtlük tamamlamış olacaktır.  Görüldüğü üzere başlangıçta dişi ve erkek cinsiyet hücreleri 2n’li diploid hücre iken mayozla yarı yarıya indirgenip  (n) haploid kromozoma dönüşebiliyorlar. Bu durumda anlaşılan o dur ki, ilk mayoz bölünmeyle kromozomlar tam manasıyla ayrılmamış olsa gerek ki bir sonraki aşamada kromozomlar ikinci mayoz sürecinden geçirilerek ikinci telofaz sonunda her bir sekonder spermaositten eşit sayıda 4 spermatid oluşurken sekonder oositten ise ergin yumurta ve ikinci kutup hücresi oluşturulmakta. Ayrıca bu safhalarda birinci kutup hücresi genellikle ikiye bölünerek iki tane kutup hücresi meydana getirir getirmesine ama bu arada kutup hücrelerinin yaşama yeteneği olmadığı için ölmektedirler. Ve gelinen noktada kala kala bir yumurta hücresi ve dört spermatit kalır. Ki, spermatitler bu gelinen noktada şekil yönünden yuvarlak halde olup kuyruksuzdurlar. Ta ki spermatitler testislerin seminifer tüplerin içerisindeki sertoli hücreleri tarafından bakıma alınır işte o zaman histogenez denen üç primer germ tabakasının bileşenlerinin farklılaşmasıyla birlikte baş, orta ve kuyruktan oluşan bir yapı halini alırlar.  Böylece olgunlaşmış bu haliyle sperm hücreleri epididimise kaydırılmış olup burada gerekli eğitimlerini tamamlayan sperm hücreleri mezun olma noktasına geldiklerinde yumurta hücresi ile birleşme anı için uğurlanmış olacaklardır. Değim yerindeyse dişi yumurta hücresiyle gerdeğe girme günü gelip çattığında ise malum olgun spermalardan içerisinden ancak bir tanesinin akrozom kısmında bulunan hyalüronidaz ve proteaz enzim sayesinde bir olgun yumurtanın dışındaki zona pellusida ve sitoplâzma zarını eritip delmesi hadisesi vuku bulacaktır. Kelimenin tam anlamıyla her iki cinsiyet hücrelerin çekirdeklerinin birleşmesiyle (döllenmesiyle) 2n’li zigot meydana gelmiş olur. Böylece yeni bir canlının temeli atılmış olur. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, dile kolay, tüm bu aşamaları inceleyip halen yaratılışın mükemmeliyet gerçeğine tesadüf deniliyorsa pes doğrusu, yine de bu gerçeğe burun kıvıranlar için bu noktadan sonra Allah’tan tek dileğimiz; onlara hidayet versin demek düşer bize.
         Canlı alem son derece çok kompleks yani hemen kavranamayan, hemen anlaşılamayan,   hemen çözümlenemeyen bir çok öğeden oluşan karmaşık bir sistem olduğu muhakkak.  Hiç kuşkusuz bövlesi son derece kompleks yapıda bir canlı alemin idaresini yönetmekte zor olsa gerektir.  Neyse ki Yüce Allah (c.c) yarattığı cümle mahlûkatın nasıl idare edileceğinin kodlarını da bünyesine kodlamıştır. Öyle ya,  hemen hemen tüm dünya ülkelerinin yönetiminde başkan bulunur da biyolojik hayatın idaresinde yürütme erki bulunmaz mı? Elbette ki yönetim boşluk kabul etmez,  Yüce Allah (c.c)   bu nedenle biyolojik hayatın idaresini DNA başkanlığında ki yönetimiyle birlikte halk etmiştir. Bilindiği üzere yaratılan hemen her türden canlının üreme ve kalıtım koordinasyonu DNA başkanlığında yönetilmektedir. Hatta bu iş için (üreme ve kalıtım olayları için) hücre ve hücre içerisinde binlerce enzim cansiperane çalışır halde pozisyon almış durumdadırlar. Derken canlı mekanizma içerisinde konumlanmış her bir enzim DNA halkasında dizili her bir gene karşılık gelip canlılık bu şekilde tanzim edilmiştir. Zaten biyolojik hayat her bir canlı türün kendi içinde gerçekleştirdiği polijenik evrelerin tümünü kapsayan hadiseler bütünüdür. Hatta bu noktada biyolojik âlemi çokluk içinde bütünlük arz eden canlı bir âlem olarak tanımlarsak yeridir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var,  biyolojk bütünlükten kastımız yaratılan her bir canlının kendi hemcinsi dışında başka bir cins canlıdan türediği anlamına gelebilecek bir bütünlük değildir. Bilakis çokluk içinde her bir canlı ürün kendi hem cinsiyle birlikte aynı canlı âlem çatısı altında cem olma bütünlüğüdür bu. Dolayısıyla böylesi bütünlük canlı âlem çatısı altında konumlanmış her bir canlı türleri arasında nesep bağı aramaya kalkışmak ya da soy sop faslına girmeye çalışmak boşa kürek sallamaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Hiç şüphesiz Yüce Allah (c.c)  insanı insan olarak hayvanı da hayvan olarak yaratmıştır. Nitekim insanın insan, hayvanın hayvan olarak yaratıldığı şundan besbellidir ki anne karnında geçirilen embriyolojik gelişme evreleri ancak ve ancak aşama aşama kat edilen ontogenez süreçle açıklanabiliyor. Nasıl ki bilim adamları tarafından insanlık tarihinin gelişim evreleri filogenez olarak addediliyorsa aynen yaratılış modelini savunanlar tarafından da bir organizmanın döllenmiş yumurtadan olgun formuna kadar anne karnında geçirilen ontogenez süreç tıpkı Hz. Âdem’in toprağın ana rahminde geçirdiği ontegenez sürecin değişik kopyası 9 aylık bir süreç olarak addederler. Belli ki yaratılıştaki toprak kodumuz hem erkek hem de dişilik geni üzerine kodlanmıştır. Öyle ki yaratılış mayamızdaki erkeklik geni hem erkek hem dişilik karakteristik özellikler XY amelogenin geni ile tanımlanıp kodlanırken dişilik geni de sadece kendi dişilik karakteristik özelliklerini bünyesinde taşıyaraktan XX amelogenin geni ile tanımlanıp kodlanmıştır. Her ne kadar bilim dünyası topraktan yaratılış öykümüzün hem erkeklik hem de dişilik kodu üzerine inşa edildiğini geç fark etmiş olsa da, Yüce Allah (c.c)  bu gerçeği tâ 14 asır evvelinden tüm insanlığa “Nihayet o meniden erkek ve dişi iki eş yarattı” (Kıyame, 39) ayetiyle çoktan ilan etmişti. Gerçekten de eldeki bilimsel verilere baktığımızda, eldeki veriler asla ‘evrim’ demeyip tam aksine ‘yaratılış’ diye haykırmaktadır. Zira yaratılış mayamızın sayısal kodlarını ortaya çıkardığımızda insandaki 46 kromozomdan 44’ünü vücut kromozomu olarak bilinen otozom oluştururken, diğer ikisini de eşey hücrelerinin, yani gonozom cinsiyet geni olarak bilinen heterokromozomların oluşturduğunu görürüz.
           İşte sayısal yönden ortaya çıkarılan genetik tablomuzdan anlaşılan o dur ki, gametler (eşey hücreleri)  yarı babadan yarı anneden 23 çift kromozomun ikişerli kromozomlar halde nesilden nesile intikaliyle 46 kromozomlu insan genom tablosu ne bir aşağı nede bir yukarı sayıda olmayacak şekilde sabitlenmiş bir halde korunmaktadır.  Nitekim bu noktada gonozom hücreler daha çok eşey hücreleri için önem arz eden bir gen birimi olurken, otozomlar ise daha çok vücut hücreleri için önem arz eden bir gen birimi olmaktadır. Malumunuz bu söz konusu gen yapıları farklı metotlarla ve farklı bölünmeler eşliğinde üreyip bunlardan 1’den 22’ye kadar sıralanmış eşey olmayan 22 çift otozomlu, yani totalde 44 otozom sayıda sabitlenmesi gerekirken, genozom hücrelerinin de her daim 23 kromozom sayıda sabitlenmesi gerekir. Nitekim 23 kromozom sayıda sabitliğin korunması içinde mutlaka erkek ve dişi cinsiyet hücrelerin birleşip zigot oluşturmasına ihtiyaç vardır. Böylece zigot oluşumu ve akabinde birbiri ardınca gelişen bölünme safhaları eşliğinde oluşan 44’ü otozom kromozom, 2’si gonozom kromozom olmak üzere toplamda 46 kromozomluk insan genomu nesilden nesile devam ettirilmiş olur da. Belli ki Havva anamızın cinsiyet genomu topraktan yaratılan Hz. Âdem’in eğe kemiğinden dişilik geni ile ayrılaraktan ilk aile yapısının oluşumuna gidilen yolda birinci basamak nüve oluşturmuştur. Derken Hz. Adem (a.s) ile Hz Havva anamızın izdivaçlarıyla birlikte bu ilk nüveden kıyamete kadar devam edecek olan değişik ırkların toplamını kapsayan insanlık âlemi doğuvermiştir. Dahası ilk aile, ilk filogenik ağaç böyle doğdu diyebiliriz pekâlâ. Asla ilk maymun, ilk maymun aile demiyoruz, tam aksine eşrefi mahlûkat ilk insan, ilk aile diyoruz.
         Vesselam.
      https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/biyogenez-ve-abiyogenez-5760-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?

Mesaj tarafından Selim C.tesi Mayıs 28, 2022 12:51 pm

DNA’YA DİRLİK VEREN SU MU?
         SELİM GÜRBÜZER
         Malumunuz vücudumuzun %73’ünü su oluşturmaktadır. Bakmayın siz öyle suyun dış görünümüne bakıp da cansızmış gibi göründüğüne.  Oysaki cansız sandığımız su, mikro âlemden makro âleme hemen her alanda dirlik sağlayan ab-ı hayat memba kaynağımızdır.  Öyle ya, madem su hayata dirlik katan memba kaynak, o halde ab-ı hayat kaynağını  “aman ardı üstü sudur, bu kadarda abartmaya gerek yoktur” babından hafife alaraktan es geçmeyelim. Hem nasıl hafife alıp es geçebiliriz ki, hücrelerimizi yöneten DNA’ya dirlik katan da bizatihi su moleküllerinin ta kendisidir zaten. Hiç kuşkusuz suyun dirlik katma gücü kendisinde değil,  bilakis Allah’ın “Ol” emriyle tecelli eden dirlik gücüdür bu.   Her ne kadar Alman Hekimi Ernst Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeterli derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de yaratma fiilinin sadece Allah’a mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.
       Evet, Yüce Allah’ın “Ol” emriyle DNA’ya dirlik katan su molekülleri bunla da kalmayıp aynı zamanda susuzluğumuzu da giderecek tek içeceğimizdir. O öyle susuzluğu giderecek bir içecektir ki; bulunduğu kab içerisinde en uygun ortam şartlarını sağlamanın yanı sıra bir bakıyorsun hem ortama kendi özgül ısısını katıp ısı dengesini ayarlamakta hem de bağrında taşıdığı iyonlarını da katıp ortamın iyonize olmasını  (disosiye olma)  sağlamakta. Nitekim bu iş için su molekülünün yapısında yer alan artı (+) yüklü hidrojen iyonu ve eksi (-) yüklü hidroksil iyonu bulunduğu ortama canlılık katmak için varlardır. Hele bu hususta su analizi laboratuvarlarında yapılan çalışmalar neticesinde ortaya konan bulgulara bir göz attığımızda hidrojen iyonunun DNA’nın yapısındaki riboz şekeri ile amino grup asidi nükleotidlerinin arasında elektriksel etki yapıp hemen her tür canlının DNA’sını iri ve diri hale getirdiğini görürüz. Hele bilhassa DNA’nın yapısında yer alan hidrojen iyonlarının gerek fosfor bileşiği olan ATP enzimin aktif hale gelmesinde, gerek amino asid oluşumunda etken unsur olmasında, gerekse riboz şekerinin sentezlenmesindeki rolü ve katkı payı inkâr edilmez derecede çok büyüktür. Değim yerindeyse hidrojen iyonlarının oynadığı rol ve sağladığı katkı payı sayesinde hücre içerisinde yönetici konumunda bulunan DNA’nın elini ve kolunu daha da güçlendirmiş olmaktadır. Her ne kadar DNA’nın bizim gibi görünür halde eli kolu yok gibi gözükse de kazın ayağı hiçte öyle değil, hücre içi ve hücre dışı yaptığı devasa boyutta faaliyetler bakımdan meseleye baktığımızda basbayağı da elinin kolunun nerelere kadar uzandığını gayet net bir şekilde görebiliyoruz. Zira DNA’nın boyutları itibariyle çift sarmal halkasının 2,0 nanometre büyüklükte ve amino asit moleküllerinin 0,8 ila 1,1 nanometre çap büyüklüktü olduğu yönüyle düşündüğümüzde böylesi mili mikronluk dar bir alanda muazzam hücresel bazda faaliyetlerini yürütüyor olması bal gibi de elinin kolunun nerelere kadar uzandığını göstermeye yeter artarda.  İyi ki de ab-ı hayat suyun yapısında yer alan hidrojen iyonları canlı hücrenin temelini oluşturan merdivenimsi DNA zincirinin halkalarında yer alıp bu sayede canlı âlem iri ve diri tutulmuş olmakta. Aksi halde bizi iri ve diri tutacak ab-ı hayattan söz edemeyecektik. Nitekim Yüce Allah (c.c) ab-ı hayat bu mucizevi hadiseyi Kur’an’da kullarının dikkatine şöyle beyan buyurarak vurgulamakta: “O kâfir olanlar, görmediler mi ki, göklerle yer bitişik halde iken biz onları ayırdık. Hayatı olan her şeyi sudan yarattık. Hala inanmıyorlar mı?” (Enbiya, 30).
            İşte bu ayet-i kerimeyle suyun ab-ı hayat olduğu gerçeğini insanoğlu daha yeni dikkatini çeker olsun, oysaki her canlının sudan yaratıldığına işaret teşkil eden bu mucizevi hadisenin duyurusu ta bundan on dört asır öncesinde tüm insanlığın dikkatine çoktan sunulmuştu. Hatta Yüce Allah (c.c)  bu hususta yine “De ki: Göklerde ve yerde olup bitenlere dikkatle bakın! “Fakat o uyarmalar ve o ayetler, iman etmeyen bir kavme fayda vermez ki!” (Yunus,101) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle de iman etmeyenler hariç, inananlar açısından suyun ab-ı hayat oluşu üzerinde tefekkür ettiğinde çok büyük fayda elde edeceğini de müjdelemekte.  Hiç kuşkusuz bu noktada mümin kullara düşen görev Yüce Rabbimizin bu çağrısına icabet etmek olacaktır elbet.  İcabet edelim ki hayatımızı su gibi aziz ve ab-ı hayat kılabilelim.  Öyle ya, suyun hayat verici, diriltici, yapıcı ve canlılık kazandırıcı bir dizi özelliklerini düşündüğümüzde biz aciz kulların haydi haydi ab-ı hayat su misali iri ve diri olmamız icab eder. Hem her hal ve şartta iri ve diri olmaya gayret edelim ki hem yaratılış kodlarımızdaki DNA’ya dirlik veren suyun ab-ı hayat verici özelliğinden istifadeyle Rabbimize hamd-u sena ve şükürde bulunup kurtuluşa erenlerden olabilelim.            
           Malumunuz başlangıçta bilim dünyasında suyun can damarı diyebileceğimiz DNA’nın önemi pek kavranamamıştı, öyle ki başlangıçta DNA ile ilgili görüşler:
         -Şekil yönünden DNA telsel yapı görünümünde veya kıvrılmamış yumak olarak değerlendirilmiştir.
         -DNA molekül diziliş bakımdan hidrojen (H) bağları ve fosfat grubu sarmal zincirin dış tarafında yer aldığı yönündedir.
           İşte ilk zamanlar DNA’ya bakış olarak iki madde halinde sıraladığımız, hatta nerdeyse bir ucube gözüyle bakılan DNA molekülleri hakkında ön yargılar, neyse ki James Watson ile Francis Harry Compton Crick ikilisinin DNA’nın yapısını keşfetmeye başlamasıyla birlikte eskimiş görüşler bir anda kendiliğinden ortadan kalkıvermiştir diyebiliriz. Hakeza François Jacob’un DNA şifreleriyle ilgili açıklamaları da zihinlerde birtakım kuşkuları silmeye yetmiştir diyebiliriz.
        Her ne kadar DNA molekülleri uzunlamasına yan yana sıralanmışlarsa da M.F. H Wilkins ve arkadaşlarının X ışınları kırınımı deneylerinden hareketle bunların gerilmiş bir şekilde uzamadığı, bilakis uzun helezonlar (heliks) şeklinde olduğu ve daha çok sağa doğru heliks şeklinde kıvrıldığı belirlenmiştir. Bu arada merdivenin her iki kenarında dizilmiş nükleotidlerin fosfat ve deoksiriboz moleküllerinden meydana geldiği tespit edilmiştir. Merdiven basamakları ise pürin ve pirimidin çiftleriyle donatılmıştır. Şurası muhakkak DNA’daki bu merdivenimsi basamaklar rastgele dizilmiş değillerdir, tam aksine bir pürin olan adenin bir pirimidin olan timinle ve diğer bir pürin guanin ise bir pirimidin olan sitozinle eş yapacak tarzda dizilmişlerdir. Hatta bu dizilim i eşliğinde her pürin kendi eşi olan pirimidine zayıf hidrojen bağları ile bağlanmış olur da.
        Son yıllarda yapılan deneysel çalışmalar sonucunda adenin organik kök sayısı timine, guanin organik kök sayısı ise stozine eşit olduğu görülmüştür. Hani derler ya davul dengi denginedir, aynen onun gibi sayılarının eşit olması birbirlerinin eksikliklerin tamamlayıp eş olsunlar diyedir elbet.  Zaten eşleri taraf tarafa topladığımızda:
A=T
G=S
+______________
A+G=T+S tarzında, değim yerindeyse birbirlerinin eksikliğini tamamlamış eşit çiftler elde ederiz. Derken bu denklem içerisinde hangi canlı türün DNA eşleşmeleri esas alınırsa alınsın sonuçta esas alınan canlı organizmanın DNA’sındaki pürinlerin eşleşim oranıyla primidinlerin eşleşim oranı birbirine denk eşleşim olacaktır. Ancak yine de; Adenin + Timin ve Guanin+Sitozin eşleşmelerinde bu oranlar değişiklik veya çeşitlilik gösterebiliyor.
           Peki, tüm bu eşleşimler iyi hoşta,  DNA merdiven basamakların her bir kenarında oluşan eşleşmeleri birbirine karıştırmadan nasıl ayırt edilebilir ki? Elbette ki “Her şey zıddı ile bilinir” kaidesinden hareketle, aynen DNA’nın diziliminde rol oynayan kardeş moleküllerin her iki ucu da birbirine zıt yönde konumlanmasıyla birlikte birbirinden ayır edileceklerdir. Mesela şeker organik kökleri nükleotid zincirinde simetrik olarak yerleşmişlerdir. Yani şeker molekülü zincirin bir ucuna 3 numaralı C’la (karbonla) fosforik asite bağlanırken diğer uca 5 numaralı C’la fosforik asite bağlanmaktadır. İşte bu ve buna benzer ayırt edici özellikler sayesinde baz, deosiriboz ve fosforik asit moleküllerinden meydana gelen 3’lü sacayağı topluluğa ‘nükleotid’ denirken, buna uygun olarak oluşan DNA zincirine ise ‘polinükleotid’ adı verilmektedir.              
         Her neyse DNA’nın yapısı hakkında gelinen noktada artık günümüzde tanımlanan DNA modeli ile Watson ve Crick’in ortaya koyduğu model hemen hemen aynısı olup, diğer taraftan Wilkins ve arkadaşlarının yapmış oldukları X ışınları kırınımı metoduyla elde ettikleri ölçümlerde dikkate değer model olarak bilim dünyasında yerini almıştır diyebiliriz pekâlâ. Hakeza DNA moleküllerinin hidrojen bağları vasıtasıyla çiftler halinde olduğunu gösteren diğer bir veri ise C.A. Thomas’ın kıvamlılık denemeleridir. O halde gelinen nokta itibariyle DNA molekülü hakkındaki bilgileri şu şekilde özetleyebiliriz:
          -DNA iki zincirden meydana gelmiş olup düzgün bir çift sarmal halka şeklindedir.
       -Hidrojen bağları ile bağlanmş bazlar daima sarmalın iç kısmında yer alıp, bazların sıralanması her zaman birinci şeritteki sıralanmaya bağlı kalarak A-T ve G-S eşleşmesi tarzında karşılık bulur. Ve eşleşmelerde karşılık bulan çiftlerin yer aldığı iki şeridi birbirine bağlayan köprü bağlar ise hidrojen bağlarıyla bağlanmış olur.
         -Zincirlerin yönü ise birbirine zıt kutuplu olarak dizilim arz eder. Yani bir uç zincirdeki fosfat ve şeker bağları (5’) (3’) şeklinde karşılık bulurken diğer uçta ki fosfat şeker bağları da tam aksi yönde (3’) (5’) şeklinde karşılık bulur.                
         Aslında DNA analiz çalışmalarında bulunmayanlar için DNA’nın yapısını anlamak açısından zihninde bir merdiven olarak zihninde tahayyül edip onu hücre çekirdeğinde yönetici konumunda başkan olaraktan düşünebilir pekâlâ.  İşte böylesi bir tahayyülle DNA’ya mikro molekül gözüyle bakılması zaten onun ancak elektron mikroskobuyla görülebilir olmasına istinaden öyle bakılmakta. Yine de her ne kadar çıplak gözle görünüyor olmasa da hele imkân olsa da ortaya salkım saçak bir dökülse bir bakmışsın tek hücre içerisinde zincirlemesine dizilmiş 2 m uzunluğunda devasa boyutlarda bir molekül yapıyla karşı karşıya kalacağız demektir.  Hele birde işin içine bir insan bedeninin tümünü hesaba kattığımızda DNA’nın totalde n 200 milyar kilometre boyutlara varan uzunlukta olduğu ortaya çıkacaktır. Demek oluyor ki milimikron seviyelerde ki bir mikro âlemde değim yerindeyse gövdesiyle dallarıyla yapraklarıyla birlikte merdivenimsi sarmal yapıda kocaman bir çınar ağacı gizlidir.  Nitekim insan vücudu böylesi harikulade çınar ağacının merdivenlerine milyarlarca hücre elemanları tutunaraktan kök salıp meyve vermekte. Ve bu meyveler merdivenimsin ağaç dallarının her iki ucunda eşit bir şekilde dizilip cana can suyu olurlar da. Şöyle ki; eşeysel hücrelerin dışında tüm vücut oku hücrelerin doku ve organlarında kromozomların her birini oluşturan DNA miktar oranları eşit olarak dağılım gösterirler. Eşey hücrelerinde ise malim bu miktar vücut hücrelerinin n yarısı kadar dağılım gösterir. Örneğin bir tavuğun karaciğer, böbrek, dalak ve alyuvar hücrelerindeki toplam DNA miktarı 2,6 x10 –12 molekül seviyelerde olmasına karşılık bunların sperma hücrelerindeki DNA miktarı 1,3x10 –12 molekül seviyelerde olduğu belirlenmiştir. Keza bir farenin karaciğer, dalak, böbrek, alyuvar ve sperma hücreleri ile karşılaştırılırsa sonucun farklı olduğu görülecektir. Her şeyden öte bu rakamlara bakınca hücre hayatı gerçekten büyük bir âlemmiş.
        Peki, bu âlemde bize cansızmış gibi görünen sadece su mu dur? Elbette ki sudan başka bir takım virüs ya da bakterilerde cansızmış gibi görünürler. Oysaki bu söz konusu mikro düzeyde canlılar kendileri için elverişli şartlar oluştuğunda bir anda fonksiyonel hale gelip bize canlı varlıklar olduğunu hissettirebiliyorlar. Örnek mi? İşte virüslerin canlı bir organizma üzerinde konuk olduğunda hastalık oluşturmaları bunun en tipik örneğini teşkil eder. Hakeza ölü toprağın bağrında azot bağlayan bakterilerin toprağı adeta iri ve diri tutma faaliyetleri de canlı oluşunu hissettiren bir örnek faaliyetidir. Sonuçta virüste olsa bakteride olsa onlarda DNA ve RNA’dan mahrum canlılar değillerdir,  böylece onlarda dolaylı yoldan bir şekilde DNA’ya dirlik katan sudan istifade etmiş olmaktalar.
        Velhasıl-ı kelam; biyolojik hayatta dirlik denen hadise su molekülünün bir ayağını oluşturan hidrojen iyonunun DNA’nın yapısında aktif rol oynamasında gizlidir.
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dnaya-dirlik-veren-su-mu-5798-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty YARATILIŞI İNKÂR EDEN YALAN MASALLARLA NEREYE KADAR YÜRÜNÜR Kİ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Haz. 04, 2022 1:27 pm

YARATILIŞI İNKÂR EDEN YALAN MASALLARLA NEREYE KADAR YÜRÜNÜR Kİ
     SELİM GÜRBÜZER
      Bilindiği üzere canlı türlerin fenotip veya genotipinin değişikliğe uğramasında hem olumsuz çevre şartlarının neden olduğu bir takım etken unsurların hem de türlerin hayatta kalabilme uğruna verdikleri mücadelelerinin neticesinde ortaya çıkan bir takım yıpranmış illetli yapılar sebebiyet teşkil edebiliyor. Ancak evrimcilerin dediklerine bakarsak sebebiyet teşkil eden bu tür illetli yapıların bir şekilde doğal seleksiyona tabii tutularaktan ayıklanıp ileri ki üreme dönemlerinde bir başka canlı türünün türemesini beraberinde getirecekmiş güya. Şayet dedikleri gibi illetli yapıların doğal seleksiyon yoluyla ayıklanıp ayakta kalanlardan ise ilerisinde yeni bir canlı türü ortaya çıkacak olsaydı mesela genetik altıparmaklılık denen maraz bir illetten bugüne kadar çoktan altıparmaklı nesillerin ortaya çıkmış olması icab ederdi. Oysaki ortada ne altıparmaklılık gibi arızi değişikliklerin nesilden nesile sürdürülebilir yönünde en ufak bir delil gözükmekte ne de altıparmaklılık geninin baskın gen hale gelmişliği söz konusudur. Ortada olsa olsa türün kendi içinde çekinik bir gen halde ve mutasyon sınırları içerisine haps olmuş sadece hastalıklı bir gen yapı oluşumu vardır. Hem kaldı ki mutasyon denen hadise hücrenin gen yapısında ansızın vuku bulabilecek değişiklikler olup, bu durum daha çok ultraviyole ışınları, kozmik ışınları, X ışınları ve kimyasal maddeler gibi etken unsurlardan kaynaklanan milyonda bir ihtimal dâhilinde olabilecek değişiklikler şeklinde ortaya çıkabilmekte. Ancak gel gör ki mutasyon hadisesin böyle bakmak varken tam aksine biyolojik çeşitliliğinin ya da yeni varyasyonların temeli olarak göstererekten başka bir türe dönüşen bir olaymış gibisine bir bakış tarzı ortaya konmakta maalesef. Ortada fol yok yumurta yok ama böyle bir bakış tarzı neden ortaya konur, doğrusu anlamakta zorluk çekiyoruz dersek yeridir. Hatta böylesi sapkın inadım inadım teori bazında evrimci bakış açılarıyla nereye kadar varılır bilinmez ama şu da bir gerçek bu tür fikirler ortada dolandıkça zihinler her daim bulandırılacak gibi gözüküyor.
        Hani Sedef Kabaş’ın şu meşhur zihinlere saldığı “Kitleleri etkilemek için ortaya kocaman basit bir yalan atın” diye tavsiye babından söylediği nağmeleri vardı ya,  oysaki evrimciler bu tip nağmeleri Sedef Kabaş’tan çok daha yıllar öncesinde tavsiyenin de ötesine bu işi meslek haline getirerekten yapmaktaydılar zaten. Halen yapmaya da devam ediyorlar da. Öyle ki bugüne kadar ortaya attıkları aynı yalanı sürekli olarak bıkmadan usanmadan defalarca tekrarlayaraktan evrim teorisinin önemli sacayağını oluşturan canlılardaki çeşitliliğin mutasyon kaynaklı olabileceğini zihinlere kazımakta pekte maharetli çıktılar diyebiliriz. Elbette ki bizimde mutasyonların DNA ve RNA’nın yapısında değişmelere sebebiyet teşkil edebileceğine itirazımız olamaz. Hiç kuşkusuz bizim itirazımız ortada fol yok yumurta yokken mutasyonların yeni bir başka canlı türü oluşturabileceği iddiasınadır. Oysaki mutasyonlar yeni bir başka canlı türün meydana gelmesini tetiklemeyip tam aksine kalıtsal bozukluklar olarak sahne almakta. Bu söz konusu mutasyon oluşumunu tetikleyen mutagenik maddeler laboratuvar ortamında hayvanlar üzerinde denenmiş bile.  Fakat yine de mutagen maddelerin insan üzerinde doğrudan mutasyona sebep olan tek yegâne unsur olduğu konusunda kesin bir sonuç elde edilmiş değildir. Belki 10.000,  belki 100.000 doğumda ancak ihtimal sınırlarını zorlayacak şekilde anormal durumlar ortaya çıkabiliyor. Üstelik ortaya çıkan anormalliğe neden olan binlerce mutagenik maddelerin hangisinden kaynaklandığını milyonda bir ihtimal dâhilinde hesaplarla da tespit edilmesi zor bir durumdur. Fakat çağımızda sanayileşmeyle birlikte zehir etkisi yapan nükleer enerji santrallerinin,  otomobillerden ve fabrika bacalarında etrafa yayılan kimyasal gaz maddelerin hemen her türden canlının mutasyona maruz kaldığı artık bir sır değil.  Hele bilhassa aşağı yapılı canlılardan fare, solucan, meyve sineği, bakteri ve bir takım bitkiler üzerinde etken unsur olarak mutasyon görüldüğü konusunda bulgular tespit edilmiştir diyebiliriz.  Hatta gerek bitki ve hayvanlara enjekte edilen bazı ilaçların, gerekse tedavi için kullanılan bazı ilaçların insana aktarıldığında icabında kusurlu doğumlara ve bir takım organ bozukluklarına yol açtığı da apayrı bir mesele olarak karşımıza çıkabiliyor. Nitekim güvenli olduğu sanılan Talidomit (Thalidomit=uyku habı) adlı teskin edici bir uyku ilacı kısa kolluluk, kolsuz ve bacaksız doğma gibi çarpıklıklara sebep olması bunun tipik bir misalini teşkil eder. Özellikle uyku ilacı gebeliğin ilk iki ayında verilirse daha da anormal durumlar meydana getirebiliyor. Bir zamanlar Batı Almanya’da doğum öncesinde kullanılan bu tür ilaçların neticesinde 40.000 kusurlu doğum vakası gözlemlenirken diğer ülkelerden İngiltere’de 1000, Amerika’da ise 200.000 doğumun kusurlu olduğu tespit edilmiştir. İşte bu tür örnekler bize gösteriyor ki adına Talidomit denen uyku ilacı çok rahatlıkla hücrelere nüfuz edip genetik zararlar meydana getirebileceği gibi mutagenik etkisinin de olabileceğini söyleyebiliriz. Hatta hali hazır bu hususlara değinmişken yine bu hususlarla alakalı bitki ve hayvanlarda mutasyona sebep olan bir takım ingredient maddeleri, yani aktif bileşen veya etken maddeleri bir iki cümleyle şöyle de tanımlayıp sıralayabiliriz de:      
     Toksin- Mikroorganizmaların saldıkları zehirli maddeler olup bakteri, virüs, mantar parazitleri, fare ve insan üzerinde mutasyon etki yapabilmektedir.
     Benzo(a)piren (BaP)-  Sigara ve kömür dumanının yanı sıra kışın hava kirliliği olan yerlerde fareler üzerinde mutasyon etkisi yapmaktadır. Hatta akciğer plevrasında kansere de neden olmaktadır.  
     Kafein- Kahve bitkisinde elde edilip genellikle kafein içerikli maddeler aşırı dozlarda kullanıldığında bakteri, soğan, meyve sineği ve insan hücresi üzerinde mutajenik etkinliği söz konusu olabiliyor.
     Dimetil Sülfat- Kimya sanayinde kullanılmakta olup, bilhassa DNA üzerinde mutasyon etkisi yaptığı belirlenmiştir.
     Nitröz asit (HNO2)- Bakteri, virüs ve mantarlar üzerinde mutasyon etkisi yaptığı belirlenmiştir.
     Ozon (O3)- Yağmurlu havalarda şimşek çakması sonucu teşekkül edip, daha çok geniş yapraklı bitki köklerinin hücrelerinde kromozom kırılmasına neden olmaktadır.
     Trimetilamin (TEM)-Kanser ilaçlarında ve böcek kemosterilizan maddelerde bulunup,  ayrıca fare ve meyve sineği üzerinde mutagenik etki yapabilmektedir
     NaNO3 (Sodyum Nitrat)- Bütün gıda maddelerinde bulunup mutagenik etki yapabiliyor. Nitekim NaNO2 + HCl → NaCl + HNO2 denkleminden de anlaşıldığı üzere mide içerisinde tuz asidi (HCl) yardımıyla HNO2 mutagenik madde olarak ortaya çıkar.  Hatta birçok bilim adamı tarafından HNO2 + NaCl karışım halinde mide kanserine yol açtığı söylenmektedir.
         İşte mutasyona sebebiyet teşkil olabilecek nitelikte yukarıda kısaca tanımladığımız etken maddelerin haricinde bir de bir başka arızi değişiklik biçimi daha vardır ki, o da malum kalıtsal olmayan, yani dölden döle geçmeyen modifikasyon türü değişikliklerdir.  Örnek mi, işte yıllardır sünnetli babadan sünnetli evlatların doğmaması bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Hatta sünnet olmuş Müslüman toplumların üzerinde milyarlarca yıl kaç kuşak geçse de hiç fark etmez, yine Müslüman ailelerden doğacak olan çocuklar her daim sünnetsiz doğacaktır.  Yani bu demektir ki; sünnetsiz dünyaya gelen çocuğun sünnete tabii tutulup üreme organında modifiye bir değişikliğe uğrasa da kaç kuşak sonraki dünyaya gelecek çocuklar asla sünnetli nesil veya sünnetli kuşak oluşturamayacaktır.
        Malumunuz bir organizmanın yapısını oluşturan genlerin tümü genotip (genom)  olarak tanımlanır.  İşte bu tanımlamadan hareketle çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki genotipi farklı olan bireylerin izdivacından doğacak olan bireylerin fenotipleri de tıpa tıp aynı olmayıp farklı olacak demektir. Ancak bu söylemimizden sakın ola ki fenotipleri ve genotipleri farklı bireylerin birkaç kuşak sonrasında farklı türden bir başka yaratık ortaya çıkaracak anlaşılmasın. Tam aksine aradan kaç kuşak geçerse geçsin her birey kendi hem cinsinden zengin çeşitlilik olarak neslini devam ettirecektir. Bir başka ifadeyle bu zengin çeşitlilikten asla başka cins varlık türemeyecektir. Hatta buna arızi değişiklikler de dâhildir. Yani sonradan oluşabilecek bir takım arızi değişik kombinasyonlar hiçbir şekilde türün kendi orijinal asliyetine herhangi bir halel getiremeyeceği gibi başka türden bir yaratığın oluşumuna da geçit vermeyecektir. Böylece her tür arızi değişikliklerden etkilenmeksizin kendi soy ağacı içerisinde neslini korumuş olacaktır.
          Evet, ister adına çeşitlik deyin isterse arızi değişiklik deyin,  her iki durumda da her tür orijinalliğinden uzaklaşıp başka bir canlı ya da başka bir tür doğurmayacaktır. Tam aksine her türün kendi içinde orijinalliğini koruyaraktan farklı ırkların ortaya çıkmasında olduğu gibi zenginliğin ifadesi çeşitlilik doğa gelecektir.  Öyle ya,  bir insanın siyah olması ya da beyaz olması ne fark eder ki,  sonuçta ortada renk bakımdan çeşitlik söz konusu olup yine insan insan olarak farklı türden ırklarla varlığını sürdürüyor olmakta,   hayvanlarda kendi türünde hayvan olarak orijinalliğini koruyarak varlığını sürdürmekteler. Bir an başımızı öne koyup evrimcilerin iddia ettikleri şekliyle insan genomunda renk değişikliklerinin de mutasyon kaynaklı bir oluşum olarak düşünür olsak bile, biliniz ki böylesi bir oluşumla insandan başka bir yaratığı ortaya koyacak bir değişiklik getirmeyecektir. Hadi diyelim ki mutasyona uğramış genler kalıtsal olarak dölden döle geçtiğini varsaysak bile asla ve kat’a böylesi bir geçişle de yine yeni bir tür yaratık ortaya çıkmayacaktır. Kaldı ki mutasyonlu geçişe bağlı değişiklikler genel itibariyle sadece ya bir iki baz ileri ya da bir iki baz geri değişiklikler şeklinde karşımıza çıkmakta, yani bir başka ifadeyle mutasyon sınırlarını aşmayacak bir şekilde değişiklik ortaya çıkmakta. Zaten bu tür istisnai kabilden değişiklikleri genele şamil hududu aşacak değişiklikler olarak nitelendirmek akla ziyan bir tutum olur.  Mutasyon hadisesiyle karşımıza çıksa çıksa sadece istisnai türden zararlı değişiklikler olarak çıkıp, ki bu durum mutasyon denen hadisenin tabiatında var olan bir durumdur. Nitekim canlıların yaratılışından bugüne hangi yaratılmış canlı türü olursa olsun hiç fark etmez mutasyona maruz kalıp da o canlının uzun ve sağlıklı ömür yaşadığı görülmüş değildir. Şurası muhakkak mutasyona uğramış hücreler uzun ömürlü kalsa bile istisnai bir vaka olarak değerlendirilir. Belli ki atalarımız  ”İstisnalar kaideyi bozmaz” sözünü boşa söylenilmemişler. Her ne kadar Evrimciler bu atasözümüzü görmezden gelerekten mutasyonların çok az bir kısmının faydalı olduğunu ileri sürüp çok küçücük zerre miskal değişikliklerden medet umar hale geliyor olmaları bile içine düştükleri garabet hallerini gözler önüne sergilemeye yeter artar da. İşte bu içine düştükleri garabet hallerine rağmen halen bugün olmuş gelinen noktada milyonda bir görülen istisnai birkaç uç örneklerden fayda umma çabasıyla ideoloji haline getirdikleri ispatlanmamış teori bazında evrim fikriyatını kurtaracaklarını zannetmekteler. Ne diyelim işte sizde görüyorsunuz ya,  evrimcilerin canlı âlemde cereyan eden harikulade dönüşüm ve çeşitliliği açıklamaktan aciz kalıp bu işten sıyrılmak adına istisnai olgulara bel bağlamışlıkları ve köşeye sıkışmışlıkları o kadar net kendini belli ediyor ki milyonda bir ihtimal dâhilinde mutasyona uğramış olgulardan hareketle işi kotarma peşindelerdir.
       Ah ahmakça fikirlere kapılmış evrimciler!  Durum vaziyeti kotarmak adına milyonda bir rakama tav olacak kadar batak bir duruma düşebiliyorlar, oysaki mutasyona bel bağlayarak nereye kadar sürüklendikleri evrimcilik bataklığından yakalarını kurtarabilirler ki. Bir kere gittikleri yol en baştan beri zaten çıkmaz yoldur, bu gidişle düştükleri bataklıktan asla çıkamayacaklardır.  
      Velhasıl-ı kelam; mutasyonlarla canlı organlarında bazı değişiklikler çoğu kez zararlı ve ölümcül olmakla birlikte yaşama imkânı veren istisna türden mutasyon hadiseleri gerçekleşebiliyor. Fakat yaşama imkânı veren bu tip mutasyonlar kendi türü içerisinde sınırlı kalıp,  cüzü bir değişiklikten öteye geçemeyecektir.
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/yaratilisi-inkar-eden-yalan-masallarla-nereye-kadar-yurunur-ki-5816-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty DARWİNİZM VE YARATILIŞ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Haz. 11, 2022 10:32 am

DARWİNİZM VE YARATILIŞ
     SELİM GÜRBÜZER
     Anlaşılan Evrimciler Darwinizm’i kurtarmak adına evrimi moleküler genetik biyolojiye uyarlamaya çalışılıyorlar.  Onlar uyarlamaya çalışa dursunlar, fosil kayıtlar ortada durdukça tüm uyarlama çabaları boşa çıkmakta habire. Bilindiği üzere canlı artıklarının fiziksel, kimyasal ve biyolojik olarak sedimant (çökelen tortular) tabakalar içerisinde uzun yılları aşan sürelerde uygun bir ortama denk geldiğinde ancak o zaman preslenmek suretiyle fosilleşme denen hadise vuku bulmakta. Öyle ki çökelen tortular bir yandan kaya şeklinde sertleşirken diğer yandan da canlı artıklar ya da cesedin tamamı yüksek basınç etkisiyle preslenmiş kaya parçası haline gelmek suretiyle oluşmakta. İşte organizmanın ölümünden sonra arta kalan kısımlardan oluşan bu tip baskılanmış kalıntı yapılara fosil denmektedir. Malumunuz bir kısım bilim adamları günümüz teknolojisine uyarlanmış bir takım radyometrik metotlardan elde ettikleri verilerden hareketle yeryüzünün yaşını 4,5 milyar yıl olarak hesaplamışlardır. Derken bu noktada fosillerin hangi devirlere ait olduğu bir gösterge niteliğinde kalıntılar olacağından bu tür metotlarla elde edilen fosilin çok rahatlıkla içinde bulunduğu jeolojik zaman dilimi veya yaşı hesaplanabiliyor. Evrimcilik bu ya,  jeolojik devirleri gösteren tablolardan hareketle yeryüzünde ilk evvela omurgasızların görüldüğünü, sonrasında balıklar, kurbağalar, sürüngenler ve memelilerin ortaya çıktığını ve sonrası süreçlerde ise güya her bir canlının evrim geçirerek Nasreddin Hoca’nın misali  “Kazan Doğurdu” hikâyesi misali farklı kazanlara dönüşerekten türeyeceğini ileri sürmüşlerdir. Yani birbirinden farklı canlı türlere dönüşeceği…
       Malumunuz Yaratılış fikrini savunanlar ise yeryüzündeki jeolojik hadiselerin uzun zaman diliminde gerçekleştiğini kabul etmekle beraber canlı türlerin ayrı ayrı değişik zamanlarda ortaya çıkıp asla türden türe dönüşmediğini, böylece kendi hemcinsi türüyle ortaya çıkmak suretiyle kendi atasının neslini devam ettirdiği yönünde görüş serd etmişlerdir. Gerçekten de söz konusu jeolojik devirlerin zaman tablosunda yer alan prekambriyen kayaçları arasında şimdiye kadar herhangi bir canlıya ait fosile rastlanılmaması evrimcilerin görüşlerini ziyadesiyle çürütmeye yeterken yaratılışçıların tezlerini ise daha da bir kavi kılmıştır.  İşte bu gerçeği dile getirmekle de evrimcilere haksızlık etmiş sayılmayız.  Hem niye haksızlık etmiş olalım ki,  bikere ortada prekambriyen devrinde herhangi bir fosil kayıtlarına rastlanmadığına göre bu demektir ki kambriyen devrinin faunasında herhangi bir canlıya ait evrimleşme hadisesinin gerçekleşmediği bir durum söz konusudur. Ama gel gör ki,  evrimciler bu noktada bir bakıyorsun yine inadım inat sanki ortada bir türden başka bir türe geçişi gösteren fosil kayıtları varmışçasına canlıların evrimleşip başka bir canlı yaratığa dönüştüğünden dem vurabiliyorlar. Üstüne üstük evrimciler mevcut fosil kayıtları görmezden gelip yangından mal kaçırır gibisine birtakım gerçekleri ört bas edip kurnaz tilki rolünü oynamakta pekte mahirlerdir.  Oysaki Fen bilimleri ispatlanmış bilimsel veriler ve fosil kayıtlarla konuşmayı gerektirir. Ne diyelim adamlar bir kere tâ baştan yakayı kaptırıp akıl hocaları Darwin’le kafalarını şablonlamışlar,   isteseler de bu saatten sonra tek yönlü ortaçağ kafası bu şablonun dışına çıkamazlar.  Hatta ortaya ispatlanmış bilimsel verilerde koysan onlar için vız gelir tırıs gider misali akşam yatıp sabah kalkıp habire  ‘evrim’ deyip başka bir şey sayıklamazlar. Kaldı ki örnek gösterdikleri Batı dünyası bile bu sevdadan vazgeçeli epey yıllar geçtiği halde bizim yerli evrimciler bugün olmuş halen bilimsel verilerle taban tabana zıt kendi uydurdukları çürütülmüş dogma tezlerinden vazgeçmiş değillerdir. Dedik ya,  oysaki bugün evrimci tezlerin doğduğu Batı dünyasında artık Darwin denince komik fıkra olarak karşılık bulmakta. Yine de biz bu noktada tüm hüsnüniyetimizi koruyaraktan yerli evrimcilerin bu tutumlarından vazgeçmeleri için bir an evvel akıllarını başlarına alıp en nihayetinde şu çağrıyı yapmakta fayda görüyoruz:  
            -Bırakınız Darwin kendi çöplüğünde teorisiyle kala kalsın, bilimde bilimliyi ile yoluna devam etsin.  Böylece hem kendinizi hem de zihinlerini aşılamak istediğiniz insanları kendi özgür iradeleriyle baş başa bırakınız ki zihinler teorilerin peşinden değil bilimsel verilerin peşinden koşuvermiş olsun.
         Zaten bilimsel verilerden yola çıktığımızda şu bir gerçek; çok hücreli canlılar özellikle birbirinden farklı hücre yapılarıyla dikkatleri üzerine çekip bu farklı oluşumlar asla biri diğerinden türemiş farklılıklar değillerdir. Nasıl mı? Mesela karaciğer, deri, kemik ve göz hücrelerinin her birini mikroskobik incelemeye tabii tuttuğumuzda birbirlerinden çok farklı yapıda olduklarını gayet net bir şekilde görebiliyoruz pekâlâ. Sadece görünüm bakımdan mı görüp gözlemekteyiz,  elbette ki bunun yanı sıra işlevsel yönleriyle de çok farklı yapıda olduklarını görüp gözlemlemekteyiz. İşte birbirlerinden bu denli farklı özelliklere sahip olmaları bize şunu gösteriyor ki ortada basit bir oluşumun varlığı söz konusu olmayıp bilakis birbirinden farklı karmaşık oluşumların arka planında bir dizi farklı protein sentezi yapılanmalarının varlığı söz konusudur.  Ki, bilim adamları bu hususlarda son derece birbirinden farklı karmaşık protein yapısıyla ilgili çalışmalara kafa yordukça canlının embriyolojik gelişmesi sırasında ortaya çıkan farklılaşmayla birlikte hücrelerin birbirinden bağımsız olarak nasıl fonksiyon kazandığını ve nasıl kendine özgü bir yapıya dönüştüğünü çözer hale gelmişlerdir bile. Tabii bu hususlarda sırf kafa yormakta yetmez, hücre içinde vuku bulan pek çok fonksiyon mekanizmaları hakkında da daha detaylı bilgi edinmek için bikere her şeyden önce hücreyi oluşturan her bir elemanın birbirinden ayırabilecek laboratuvar analiz ve izolasyon çalışma metotlarına başvurmakta gerekir. Neyse ki günümüzde bir takım laboratuvar teknik metotların son derece gelişmiş cihazlarla yapılıyor olması sayesinde artık hücre yapılarını çok rahatlıkla birbirinden ayırıp hücre elemanlarının her birinin katman katman izole edilebildiğine şahit olabiliyoruz. Nitekim herhangi bir biyolojik materyali laboratuvar şartlarında özel solüsyonlara tabii tutaraktan örnek materyalin cinsine göre santrifüjde 1000 RPM’se 1000 RPM, 3000 RPM’se 3000 RPM, 5000 RPM’se 5000 RPM gibi değişik devirlerde santrifüj tüplerine konulmuş biyolojik örneklerin döndürülmesiyle (merkez kaç kuvvetiyle) birlikte başarılı bir şekilde bileşenlere ayrılıp böylece izolasyon çalışmaları neticelendirilmiş olmakta.  Hatta izolasyona giren her bir biyolojik örneklerin aşama aşama değişik devirlerde çöktürüldüğünün en son safhasına gelindiğinde üst kısımda kalan sıvı içerisinde yer alan hücre yapılarının daha düşük yoğunlukta olması hasebiyle bu kısımda daha çok ribozomların yer aldığı gözlemlenmiştir. Tüm bu ayrıştırma işlemlerinden anlaşılan o dur ki;  her bir bileşen birbirine iç içe karışmış gibi görünse de analiz işlemlerinin bittiği noktada bir bakıyorsun ribozom ribozom olarak asliyetini korumakta, mitokondri mitokondri olarak asliyetini korumakta. Her ne kadar ayrıştırma işlemleri evrimcileri üzse de neticeyi itibariyle görünen o ki başlangıçta her şeyin çorbaya dönüşmüş olduğu sanılan çözeltilerin izole edilmesiyle birlikte birbirinden bağımsız bileşenler olduğu anlaşılmaktadır. Meğer her şey göründüğü gibi değilmiş, hücrenin derinliklerine inildikçe nice sürprizlerle karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz.  Mesela insan hücrelerinin merkezinde karşılaşacağımız sürprizlerden bir nükleolus yapı var olup ayrıca RNA ve buna bağlı olarak proteinler bakımdan oldukça da zengin içerikli derya-i umman niteliğinde hammadde kaynak söz konusudur. Ve bu söz konusu zengin içerikli ham kaynak maddeler hücre çekirdeği içerisinde ki kromozom yapı içerisinde konumlanmış olup böylece bu sayede nükleus yapı içerisinde protein sentezi faaliyetlerinde kullanılmış olurlar.  Hatta bu yapı içerisinde önemli bir misyon yüklenen RNA ise rRNA (ribozomal RNA) karakterinde bir içerik yapı olarak karşımıza çıkar. Ta ki bu içerik çekirdek içerisinde proteinlere ve histonlara bağlanır, ancak o zaman sitoplâzmaya geçiş yaparak amino asitlerle birlikte protein sentezine aracılık eden bir misyon yüklenmiş olur.          
       Tüm bu anlatılanlardan anlaşılan o dur ki; çok hücreli canlılar özellikle bünyesinde bulunan birbirinden farklı hücrelerin varlığıyla dikkat çekmektedir. Zira karaciğer, deri, kemik ve göz gibi ileri derecede birbirinden farklılaşmış halde konumlanmış hücreler bunun tipik misalini teşkil ederler. Bu farklı oluşumlar bize aynı zamanda protein sentezinin son derece çok kompleks yapıda olduğunu gösteriyor. İşte böylesi bir kompleks yapı içerisinde bir bakıyorsun anne rahminde embriyo ve fetüs safhalarına geçiş süreçlerinde alyuvar hücrelerinin oluşumuyla birlikte oksijen naklinin gerçekleştiğini, sinir hücrelerinin oluşumuyla birlikte haberleşme ve iletişim ağının tam takır donatıldığını,  salgı hücrelerinin oluşumuyla birlikte hormonal dengenin sağlandığın, böbrek hücrelerinin oluşumuyla birlikte boşaltım ve tahliye işlemlerinin gerçekleşeceği bir dizi farklı fonksiyonlar için farklı özelleşmeler vuku bulabiliyor. Dikkat edin bu söz konusu karmaşıklık içerisinde sinir hücresi sinir hücresi olarak, göz hücresi de göz hücresi olarak vücut bulmaktadır. Öyle ki hiçbir hücre kendi öz kodlarından sapma yapıp ne sinir hücresi göz organına dönüşmekte ne de göz hücresi sinir ağına dönüşmekte.  Bilakis her hücre kendi öz koduyla kendi asli organını oluşturmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla her bir hücre evrimci tezlerin tam aksine kendi yaratılış mayasıyla taban tabana uyumlu organ yapısı içerisinde aslına rücu etmekte.  Derken en nihayetinde her şey kendi asli mecrasında ilerleyip canlı oluşumunun bütününe yayılan bir iş bölümü şeklinde gerçekleşen bir organ yapılanması vuku bulur.        
       Evet, şu bir gerçek Biyokimyacılar yıllardan beri hücre içindeki yapıları tek tek ayırıp analiz etmek için bir takım dokuları tuz çözeltisi içerisinde süspansiyonunu sağladıktan sonra santrifüjle hücre yapılarını birbirinden ayırmak için çaba sarf etmişlerdir. Ancak bu işe koyuldukları ilk aşamalarda pek ümit verici sonuçlara ulaşamamıştılar.  Çünkü birçok hücre tuz çözeltisine konulunca deforme olup adeta patlıyordu. Neyse ki 1950 yıllarında tuz yerine şeker çözeltisi kullanılmasıyla birlikte hem hücre yapılarının patlaması önlenmiş ve hem de hücre yapılarını birbirinden ayıran bir dizi metotlar geliştirilmiştir. Nitekim deneylerde kullanılan farenin karaciğeri özüt hale getirilmesi için şeker kamışı posasından elde edilen çözeltiye konulup soğuk bir odada karıştırıcı (mixer) içerisinde vortekslenerek homojen hale getirilmesi neticesinde karaciğer hücrelerinin serbest hale geçmesi sağlanabilmiştir. Derken özüt hale gelen karaciğer hücreleri santrifüj tüpünde 700 rpm’de 10 dakika düşük hızla döndürüldüğünde tüpün dip kısmında hücre çekirdeklerinden meydana gelen bir çöküntü elde edildiği gözlemlenmiştir. Hatta dip kısmına pelet halde çökmüş diğer parçalanmış hücrelerin varlığı da gözlemlenmiştir. Pelletin (çökeltinin) üst katmanında teşekkül eden sıvının  (supernatantın) içerisinde ise daha küçük yapıda hücre yapıların varlığı gözlemlenmiştir.  Ve çökeltinin bu üst katmanda oluşan supenatant sıvı döküp tüpün dibindeki çökeltiyi tekrardan yerçekiminin 5000 katı kuvvetle santrifüj edildiğinde bu kez tüpün dip kısımda mitokondri hücrelerinden meydana gelmiş bir çöküntünün oluştuğu gözlemlenmiştir. İşte tüpün dibinde gözlemlenen bu çöküntüler her defasında iyiden iyiye saflaştırıp mitokondrileri ayırdıktan sonra geriye kalan mayi ultra santrifüjle yerçekimi gücünün 10.000 katı bir uygulama daha tatbik edildiğinde bu kez tüpün dibinde endoplazmik retikulum ve ribozom ihtiva eden bir çöküntünün oluştuğu gözlemlenmiştir. Derken tüm bu işlemlerin akabinde oluşan bu süspansiyon yıkama solüsyonlarıyla yıkandığında endoplazmik retikulum parçalarının elimine edilmesiyle birlikte geriye kala kala sadece ribozomlar kalacaktır. Böylece bu tür hücre analizi ve ayrıştırma yöntemleri sayesinde protein ve nükleik asit moleküllerinin ayrıştırma işlemleri gerçekleşmiş olur. Neticeyi itibariyle ayrılan hücrelerin en küçük alt biriminin ribozomlar olduğu belirlenmiş olur.
       Hâsıl-ı kelam, insanoğlu topraktan yaratılmış olmakla aslında başlangıçta cansız bir madde sayılır, ne zaman ki Yüce Yaradan yaratılış toprağına ruh üfler, işte o zaman hücre oluşumuyla birlikte ete kemiğe bürünmüş bir halde kendini bilen varlık oldu. Zaten kendini bilen varlık bir anlamda madde kalıbından sıyrılıp şuurlu yaratılmış mahlûk olmak demektir de. Gerçek manada şuur sahibi olmak ise malum ruh köklerini iri ve diri tutmakla ancak erişilebiliyor. Çünkü şuur elle tutulur gözle görülür eşyadan değil ruhi kaynaktan beslenen bir melekedir. Ancak gel gör ki bunu evrimcilere kabul ettirmek çok zor, onlar bildiklerini okuyup şuurlu varlık olarak yaratılan insanı madde veya eşya kalıbında basite indirgeyip şuursuz maymunu atası olarak ilan ettirmek peşindedirler halen. Oysaki insan şuurlu yaratılmış varlık olması sayesinde milyarlarca galaksiden meydana gelen koca kâinatı küçücük beyin belleğinde hıfz edip sığdırabilmekte. Nitekim bu nedenledir ki Yüce Yaradan insanı eşrefi mahlûkat olarak ilan etmiştir.  
         Yine de biz, Allah’tan yaratılış mucizesine iman getirmiş Müslümanlar olarak, bize olan yakışan tavrımızla insanı basite indirgeyipte ona madde gözüyle bakan materyalistler ve evrimciler hakkında yaratılış şuuruna ermeleri için hidayet dilemek düşer.
           Vesselam.  
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/darwinizm-ve-yaratilis-5837-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty HÜCREDEN ALLAH’A        

Mesaj tarafından Selim Cuma Haz. 17, 2022 7:13 pm

HÜCREDEN ALLAH’A
        SELİM GÜRBÜZER

        Evrimciler canlı oluşumunun tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkan bir hücre oluşumuyla start aldığını söyleye dursunlar, oysa ki hücrenin bizatihi kendi varlığı evrimciler için ciddi bir problem teşkil etmektedir.  Onlara göre cansız maddeler ya kimyasal reaksiyonlara girerek ya da şimşek çakması gibi olağan üstü tabiat olayların etkisiyle ortaya çıkan bir takım karışımların sonucunda hücre meydana gelmiş güya.  Oysa bu güne kadar cansız maddelerin canlıyı meydana getirecek herhangi bir bilimsel deney gerçekleştirilememiştir. Her ne kadar Alman bilgini Ernst Haeckell; “Bana su, kimyasal madde ve kâfi derecede zaman verilirse insan yaratabilirim” anlamında maksadını aşan sözler sarf etse de bugünkü bilimsel çalışmaların ortaya koyduğu gerçekler bu tür maksadı aşan çıkışların kuru bir gürültüden öteye geçemeyecek çıkışlar olmaktan başka bir anlam ifade etmeyecektir. Bikere canlı cansız varlıkların yaratılışından bugüne tabiata ve insana yön verme bakımdan tabiat insanı değil, bilakis insan tabiatı yönlendirip peşine takıp sürükleye gelmiştir hep. Öyle ki insanoğlu tabiatı işleyerek kendine ekonomik alan oluşturduğu gibi ekonominin temelinde yatan pek çok maddi elemanları avucunda tutarak adeta onunla istediği şekilde oyun oynamasını bilmiştir. Yani öyle anlaşılıyor ki; oyun kurucu maddi elemanlar ve eşyanın tabiatı değil, bizatihi insandır.  Nitekim maddi elemanların oyun kuramadığı şundan besbellidir ki canlılığın yapı taşları sayılan karbon, fosfor, azot, potasyum gibi elementleri bir araya getirdiğimizde ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmayacağı gibi beklenin tam aksine atıl durumda çöp yığınlarını andıran üst üste birikmiş atom bileşenleri kümesi bir durum ortaya çıkacaktır.
            Malumunuz maddenin en küçük temel birimi atomdur. Atomun yapısı incelendikçe bırakın atomun dış yüzünü atomun kendi içinde bile elektron, proton ve nötron denen en küçük temel yapıların varlığı tespit edilmiştir. Nitekim bu temel yapının merkezinde bulunan proton ve nötron taneciklerine nükleon denip, bu söz konusu tanecikler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı durumdalardır. Öyle ki, bu sıkı sıkıya bağlılık Mevlevi dervişlerini aratmayacak bir şekilde elektronların nükleon etrafında say yaptığı pervane oluş bağlılığıdır.  Bir başka ifadeyle atomun tüm elemanlarıyla birlikte kendi hal lisanıyla manevi zikir halkasını oluşturduğu bir pervane oluştur bu. Şayet atomu zahiri yönüyle ele alırsak hakkında maddenin temelini oluşturan bir yapıdır deriz, yok eğer manevi yönüyle ele alırsak hakkında ister istemez zerreden küreye halka oluşturup kendi hal lisanıyla  ‘Allah’ diyen bir yapıdır deriz.
         Peki, atomların işi gücü yok, sadece zikretmek midir işi gücü? Elbette ki kurulu halkasında zikir eylemenin yanı sıra “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya,  yarın ölecekmiş gibi ahirete çalış” düsturunca hareket eden bir döngü âlem iş gücüdür bu. Hele birkaç dervişane atom bir araya gelmeye bir görsün,  bir bakmışsın birlikten kuvvet doğar misali bin bir türlü mamul madde (kimyasal madde) üretebiliyorlar da. Sadece kimyasal madde mi üretirler, hiç kuşkusuz canlı üretiminde de başı çeken en temel aktif elemandırlar. Yani bu demektir ki canlının en küçük temel birimi olan hücre yapısının oluşumunda bile birinci derecede etken unsur atom ve atom bileşenlerinin varlığını görüyoruz. Öyle ya, mademki yaratılışta hamurumuz hammadde toprakla yoğrulmuş, o halde hücrenin temellerini de atomların oluşturması son derece gayet tabii bir durumdur. Çünkü toprak tüm element ve mineralleri bağrında taşıyan biricik toprak anamızdır. Dolayısıyla bizim madde ile olan gönül bağımız materyalistler gibi sırf elle tutulur, gözle görebileceğimiz türden ruhsuz varlıklar olarak değil,  bilakis yoktan da vardan da öte Yaratıcı bir var tarafından maddeye ruh üflenmesiyle alakalı gönül yanması bağ bir tutkudur bu. İşte ateistlere bu noktada bizim itirazımız maddenin bu görünen yüzüne bu denli niye değer verdiklerine değil,  tam aksine bizim itirazımız madde ve hücrenin yaratılışını inkâr edip kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini iddia etmelerinedir. Oysaki vücut sarayımızda gözlemlediğimiz son derece mükemmel donatılmış hücre yapımızın tesadüfen oluştuğunu iddia etmek doğrusu körü körüne akla ziyan bir tutumdur.  Hani eskiden günümüzde ki gibi son derece ileri düzeyde laboratuvar teknik ve cihazlar olmadığından hücrenin tüm ayrıntılarına vakıf olunamamasını bir derece anlayabiliyoruz. Nitekim bu yüzdendir ki o yıllarda hücreye basit bir protoplazma gözüyle bakılmıştır hep.  Ama şimdi gelinen noktada elektron mikroskopların keşfiyle birlikte hücrenin içerisinde ne var ne yok ayırt edebilecek bir dünyada yaşıyoruz artık.  İşte böylesi bir gelişmişlik içerisinde bile hala hücre oluşumuna tesadüfi eser gözüyle bakılıyorsa pes doğrusu. Baksanıza artık günümüz dünyasında bilimsel çalışmalar hız kazandıkça ve vücut sarayımızı oluşturan hücre içerisinde kodlanmış daha nice bilmediğimiz hücre elamanları birbiri ardınca gün yüzüne çıktıkça yaratılış mucizesi karşısında  “Allah” demekten kendimizi alamayacağımız muhakkak.  Hele hücrenin içerisinde ki sır perdeleri aralandıkça bizler bu noktada adeta amino asit, protein ve kromozomlarla hemhal olup en son perdede DNA ve RNA molekülleriyle ünsiyet kurmuş oluruz da. Böylece bu ünsiyet bağıyla birlikte canlının temellerini oluşturan hücreler bu kez günümüzün son derece gelişmiş teknolojik cihazlarıyla adeta taramadan geçirilip didik didik etmek suretiyle GEN dünyasıyla gerçek anlamda tanışıvermiş oluruz. Yetmedi, Gen dünyasını da taramadan geçirip didik didik ettiğimizde genlerin belirli bir plan dâhilinde kısa tekrarlı dizilimleriyle birlikte Deoksiriboz Nükleik Asidi (DNA’yı)  nasıl oluşturduğu gerçeği ile de yüzleşmiş oluruz.  İşte sizde görüyorsunuz ya, hücre elemanlarının her birini didik didik edip her defasında ortaya çıkan en ince esrarlı ayrıntılar karşısında bizler “Allah” demekten kendimizi alamazken, yaratılış gerçeğini inkâr eden evrimciler ise tam aksine ateizme kol kanat gerip evrim ideolojisini insanlara kurtuluş reçetesi olarak göstermekten imtina etmezler hep. Belli ki böylesi bir zihniyetin gerçekler karşısında görmedim, duymadım şeklinde aklından zoru vardır.  
        Her neyse birileri kıt aklıyla hücrenin tesadüfi eseri ortaya çıkmasından dem vura dursun bizim açımızdan hücre deyince şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; insan yumurtasının döllenmesinin akabinde tek bir hücreye dönüştüğünü, ardından hücrenin bölünerekten çoğalmış hücreleriyle dokuları ve organları oluşturduğu, doku ve organlarında tüm vücudu oluşturan en temel mükemmel yaratılış eserinin adıdır. Dolayısıyla sadece isim olarak hücre deyip basite almamak gerekir. Zaten istesek de basite alamayız,  hele hücrenin yapısını derinlemesine incelediğimiz de hücrenin birinci halkasını çekirdek oluştururken, ikinci halkasını çekirdeğin içerisinde bulunan kromozomların oluşturduğunu gözlemleriz. Üçüncü halkasını da malum kromozomların kutup kısımlarında yer alan heliks şeklinde nükleik asit merdivenleri oluşturur ki, bu halka hepimizin yakından tanıdığı Deoxyribose Nücleic Acid (DNA) molekülünden başkası değildir elbet. Derken, DNA’ların bir araya gelmesiyle kromozomların oluştuğu, kromozomlardan sonra çekirdek ve en nihayetinde çekirdekle birlikte cümbür cemaat hücrenin ana can damarlarını oluşturan bir yapıyla yüzleşmiş oluruz.  Yetmedi hücrenin daha da derinliklerine indiğimizde elementlerin birtakım vücut organlarının hücre yapılarında birtakım görevlerde bulundukları,  bazılarında hiç bulunmadıkları, bazılarında ise asıl canlıya hayatiyet kazandıran atomlar, element ve kompleks kimyevi bileşikler şeklinde üçlü sacayağı oluşturduklarını gözlemlemiş oluruz. Hatta bu söz konusu bileşikleri iki grup altında mercek altına alıp gözlemleyeceğimiz verilere baktığımızda insan vücudunun Yaratıcı güç tarafından karbon, oksijen, hidrojen ve azot olmak üzere dört ana temel madde üzerine bina edildiğini müşahede etmiş bile oluruz. Hele bu söz konusu elementler arasında nevi şahsına münhasır nitelikte diyebileceğimiz dikkat çeken gözde bir element vardır ki; o da hepimizin yakından tanıdığı hem kendisiyle hem de diğer elementlerle kardeşlik bağı kurma kabiliyette ve atom numarası 6 olan kimyasal elementin ta kendisi karbon atomudur bu. Öyle ki karbon atomu bağ kuracağı bir yapıyla hemen ünsiyet kurmakla mahir bir elementtir. Hatta azot, hidrojen ve oksijen gibi en temel elementlerde buna dâhil olup onlarla da ortak güçlü bir bağ oluşturma kabiliyetine haiz uzman elemanlardır. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya kendinize dost örnek mi arıyorsunuz,  işte atom dünyasının kendi aralarında kurdukları dostluk bağlar bunun en çarpıcı örneklerini teşkil edip önümüzde sergilenmiş durumda zaten.
         Evet, atom dünyasının dost kalbi olan karbonun sırf atom olmanın ötesinde aynı zamanda Rabbü’l Âleminin canlı âleme ikram ettiği son derece hayati öneme haiz ametal kimyasal bir elementtir.  Bilindiği üzere elementler:
-Temel elementler (O2, H2, N, K, Na),
        -İz elementler (K, Mn, I,  Al, Zn, Si, Bor, Flor vs.)  olarak iki ana başlık altında tasnif edilirken,  bileşikler ise:
-Organik bileşikler
        -Anorganik bileşikler (Mesela H2O en mühim anorganik bileşik olup tampon, eritici, ısıyı muhafaza ve buzun alttaki ısıyı sabit tutan) olarak iki ana başlık altında tasnif edilir. Malumunuz bileşikler yüksek sıcaklıklarda parçalara ayrılması hasebiyle madde ile sıcaklık arasında doğrudan bir ilişkisi söz konusudur.  Nitekim aşırı sıcaklıkta bileşikleri bir arada tutan kuvvetler belli bir noktadan sonra herhangi bir fonksiyon icra edemez hale gelebiliyor. Hele sıcaklık değerleri sınırı aşmaya bir görsün,   mesela bu söz konusu sınır 500 - 600 arası santigrat derece bir sıcaklık sınırını aşan bir sınırsa vay o canlının haline,  artık bu noktadan sonra ne mümkündür ki o canlı hayatta sağ salim kalabilsin. Zira yüksek sıcaklıkta proteinler bozularak birçok biyolojik olayların kontrol dışında kalmasına yol açmaktadır. Hiç kuşkusuz had hudut ilkesi soğukluk içinde geçerlilik arz eden bir kuraldır. Ancak bir takım istisnai kabilden kural dışı bazı örneklerde vardır ki, mesela basil bakteri sporlarının -200 santigrat derece civarlarında aylarca yaşayabildiği gözlemlenmiştir. Neyse ki meseleyi genel kurallar çerçevesinde düşündüğümüzde şu bir gerçek çok aşırı sıcaklıklarda hiçbir atom aktivasyon enerjisi gösteremediği gibi kimyasal reaksiyon oluşturamadığı ya da bunun tam tersi aşırı termal soğukluğun  -50 veya -100 santigrat derecelerde seyrettiği bumbuz ortamlarda aktivasyon enerjisi oluşturmayacakları bilinen bir gerçeklik kurallar bütünüdür.  Aktivasyon olmayınca da ne atomlara birbirleriyle karşılaşması mümkün hale gelir ne de reaksiyon oluşturmaları mümkündür.  Öyle ki atomlar arası ilişkilerde bir bakıyorsun hem aşırı sıcaklık hem de aşırı donma durumlarında tüm reaksiyonlar durma noktasına gelebiliyor.
       Her neyse konumuz bağlamından koparmadan kaldığımız yerden devam edecek olursak malum organik bileşikler de kendi aralarında:
       -Nükleik asitler,
       -Nükleik asit haricinde kalan bileşikler,  
       -Karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri,
       -Lipit ve lipit türevleri şeklinde alt gruplar olarak tasnif edilirler.
       Bilhassa sıraladığımız alt grupların ikinci sırasında yer alan nükleik asit haricinde kalan bileşikler genel itibariyle hücrelerin onarılması ve gelişmesinde önemli yapı taşı olup bunlar da yapılarına göre “protein ve protein türevleri” şeklinde tasnif edilirler.  Proteinler malum hücre yapılarına katılma, fonksiyonel görev üstlenme ve enerji oluşturma yönünde aktif rol oynayan moleküllerdir.
         İşte yukarda sıraladığımız gerek atom bazında gerekse bileşik bazında molekül, element ve bileşik türünden akla gelen her ne karışım varsa hepsini devasa büyüklükte buhar kazanlar içerisine atıp canlı oluşumuna yönelik elde ne var ne yok tüm metotlar devreye sokulsa da asla ve kat’a bir canlı modeli ortaya konulamayacaktır. Hem siz kim canlı yaratmak kim,  sizin haddinize mi düşmüş canlı yaratmak, bikere sil baştan canlı yaratmak fiili yaratıcı güce has bir keyfiyettir. Maalesef yaratmak fiilinin Allah’a mahsus sıfat olduğu bu güruha defalarca söylenilmesine rağmen huylu huyundan vazgeçmez misali hadlerini aşıp bugüne dek hep yaratıcılığa soyunmuş pozisyon almışlardır.   Hiç boşa heves etmesinler, değil insan yaratmak,  en küçük bakteri ve virüsü bile yoktan var edip yaratmaya güç yetiremeyeceklerdir.  Hem nasıl güç yetirebilsinler ki,  baksanıza maddenin en küçük temel birimi atomlar bile Yüce Allah’ın “Ol”  emri olmaksızın yerinden kıpırdayamaz haldedirler. Zira her kıpırdayış  “Ol” deyince oluverip kıpırdamakta, bunun dışında kendi kendine oluvermek zaten eşyanın tabiatına aykırı bir durumdur. Dolayısıyla bir şeyi yaratmak kulun bileceği ve yapacağı bir iş değil,  tamamen halikın ezeli ilmiyle bileceği ve yaratacağı bir iştir. İşte görüyorsunuz mikro âlemin hem element bazında konumu var hem bileşik bazında özel yeri vardır. Öyle ki canlının en küçük temel birimi olarak addedilen hücrenin element bazında incelendiğimizde kimyasal yapısını oksijen, hidrojen, karbon, azot, kükürt ve potasyum gibi atomlardan oluşan “temel elementler” ile mangan, iyot, alüminyum, çinko ve silisyum gibi atomların oluşturduğu “iz elementler” dünyasının varlığını müşahede etmiş oluruz. Hakeza hücreleri bileşikler yönünde incelendiğimizde ise bu kez organik ve inorganik bileşiklerden oluşan bir dünya ile yüzleşmiş oluruz.  Örnek mi?  İşte susuzluğumuzu gidermek için içtiğimiz su inorganik bileşikler dünyasının en önemli göze çarpan ab-ı hayat elemanı olarak örnek teşkil ederken,  nükleik asit ile nükleik asitlerin dışında kalan protein, protein türevleri, karbonhidrat ve karbonhidrat türevleri, lipit ve lipit türevleri ise organik bileşiklerin en gözde örneğini teşkil ederler.  
         Malumunuz canlı organizmaların en önemli temel bileşenlerinden proteinler analiz edildiğinde gerek hücre içerisinde fonksiyonel oluşlarıyla gerekse enerji oluşturmalarıyla hayati derecede öneme haiz bileşikler olarak konumlandıkları görülecektir.  Peki,  tüm bunlar iyi hoşta,  böylesi hayati öneme haiz proteinlerin arka planda yatan birinci derecede en temel itici güç nedir derseniz, hiç kuşkusuz 20 harfli bir alfabe ile yazılmış,  nitrojen, karbon ve oksijenden oluşmuş, ayrıca dipeptit, tripeptit, polipeptit gibi değişken yan zincir guruplarından müteşekkil amino asitlerden başkası değildir elbet. Tabii buradaki alfabetik harf ifadesinden kastımız proteinlerin fibröz (lifler) ve globüler (küresel)  şeklinde iki farklı yapı taşına veya alt tipe ayrılan yazılım programının ta kendisi bir misyon üstlenmeleridir. Nitekim fibrin yapıdaki proteinlerin omuz verdikleri misyona bir bakıyorsun hücreyi dayanıklı kılacak zarların oluşumunda yapı taşı görevi ifa ettiklerini pekâlâ görebiliyoruz.  Hatta bu söz konusu yapı proteinlerinin dayanıklılık özelliğini sosyal hayatta ayakkabıcı sektöründe kösele olarak kullanılan hayvan derisinin lifsel protein dayanıklılığında da bu özelliğini gayet net bir şekilde görebilmekteyiz. Globüler proteinler ise malumunuz enzimatik proteinler olarak misyon üstlenirler. Ve bu tip proteinler lifli olmadığı için, yani küre şeklinde olmaları hasebiyle yapı malzemesi olarak kullanılmazlar, ancak globüler protein moleküllerinin hücrenin sıvı ortamında daha yüzer ve daha reaksiyon oluşturabilecek özelliğinden dolayı laboratuvar ortamında çok rahatlıkla kimyasal deneylerde kullanılabilmekte. Ezcümle protein dünyasından anlaşılan o dur ki;  yapı bakımdan proteinler; alfa amino asitler veya bunun türevlerini kapsarken bileşik proteinler de bir basit proteinin diğer bir madde ile enzime bağlı prostetik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkan bileşikleri kapsayan bir yapıdır.  Enzimler de malum genellikle kısa veya globüler tipte protein molekülleri kapsamında ortaya çıkan bir yapıdır.
        Şu bir gerçek; organik bileşiklerden nükleon protein teşekkül ederken, nükleik asit veya bir birkaç proteinin birleşmesiyle de “DNA ve RNA nükleik asitler” oluşumu teşekkül etmekte. Şöyle ki prostetik grup olarak bilinen nükleik asitler bir nükleon protein bir baz ile beş karbonlu pentoz bileşiklerindeki bir nükleotide tekabül edip, bir nükleotide karşılık gelen fosfat grubu ile birleştiğinde nükleotid yapıya bürünmüş bir halde ortaya çıkmış olurlar. Derken bir yandan nükleotidlerin kondenzasyon polimerizasyonuyla “nükleik asit”  oluşumu vuku bulurken,  diğer yandan oluşan nükleik asitin proteinle birleşmesiyle de  “nükleon protein” oluşumu vuku bulmuş olur.
         Evet,  proteinler aminoasit adı verilen küçük moleküllerin kendine özgü bir tertip üzere dizilmesiyle meydana gelen dev moleküler yapılar olup, esas itibariyle daha dikkat çeken yanı ise canlı hücrelerin temel yapı taşını oluşturmasıdır.  Dolayısıyla bu yapı taşlarına ait tek bir amino asidin eksikliği veya zincir halkasına takılan fazladan amino asit eklenmesi gibi durumlarda canlıya ait hücre programının sekteye uğramasına ziyadesiyle yetip bir anda protein sentezinin tercümesini anlamsız kılması an meselesidir diyebiliriz. Hakeza zincirde bir amino asidin yer değiştirmesiyle de protein sentezini anlamsız kılar.  İşte bu noktada proteinlerin temel yapı taşı hükmünde olan amino asitler protein yapımında anlamsızlık girdabına düşmemek için başlangıçta duruş pozisyonunu tesadüfi olarak belirlemeyip, tam aksine protein sentezi işlemlerinde ne gerektiriyorsa gerektiği kadarıyla duruş sergilerler.  Zaten gerek maddi âlemde gerekse canlı âlemde tesadüfler denen bir zincirin varlığına hiçbir zaman denk gelinmemiştir,  olsa olsa tevafuk denen zincirin varlığı söz konusu olmuştur. Bu hususlarda mesela en basitinden 50 amino asitlik bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali 1/1065 oranında bir rakama tekabül etmektedir ki bunun anlamı 1 rakamının yanına 65 sıfır eklediğimizde çıkan rakamı da artık siz hesap edin, böylece bu hesaplamalarınızla tesadüfen bir şeyin imkânsızlığını bizatihi görmüş olursunuz.  Madem öyle şimdi tamda bu noktada evrimcilere ve ateistlere sormak gerekir, tesadüf bunun neresinde?  Hadi soru sormaktan vazgeçtik diyelim, ayrıca onların uykularını kaçıracak bir bilinen gerçek daha vardır ki, o da 20 çeşit amino grup asitten her birinin ‘sol elli’  olması gerektiği gerçeğidir. Belki de bu gerçekle karşılaştıklarında sol elde nerden çıktı diyebilirler.  Onlar gerçekler karşısında şaşa dursunlar, bilindiği üzere kimyasal bakımdan bir amino asitin sağ elli ve sol elli iki cinsi söz konusudur. Aralarında en bariz fark ise zıt yönlü olmalarıdır. Dahası en basitten en karmaşığa kadar seyreden pek çok biyokimyasal olayların protein yapısına sol elli aminoasitler iştirak etmektedir. Değil pek çok biyokimyasal reaksiyonlarda, biyokimyasal reaksiyonların bir tanesinde bile sağ elli amino asidin dâhil olması demek proteinin hiçbir fonksiyon icra edemeyeceği anlamına gelmektedir. Anlaşılan o dur ki;  proteinler asla amino asitlerin tesadüfen bir araya gelmesiyle oluşmuş değillerdir, bilakis 20 çeşit amino asitten her birinin sol-elli olması dolayısıyla protein teşekkül etmektedir. Kaldı ki canlının gelişmesinde bir tek protein molekülünün hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Baksanıza en küçük bakteri olarak bilinen Mycoplasma Hominis H 39’da bile 600 çeşit protein olduğu belirlenmiştir. O halde hücreyi bir bütün olarak görmek mecburiyetimiz var. Çünkü hücre sadece proteinlerden ibaret olmayıp, bunun yanı sıra nükleik asitler, karbonhidratlar, lipitler, vitaminler, iyonlar vs. birçok kimyasal maddelerin belli oranlarda iştirakiyle hücre yapısına takviye kuvvet olarak renk katmaktalardır.
       Proteinler; fibriler ve globüler (küresel) protein olmak üzere iki şekilde bulunurlar. Fibril yapıdaki proteinler çekme ve gerilme olaylarına karşı dayanıklılığı temsil edip özellikle bu anlamda hücre zarlarını meydana getirmekle mahirlerdir. Bu nedenle fibriler proteinler yapı proteini olarak adından söz ettirirler hep. Nitekim hayvan derisi (kösele) dayanıklılık açısından lifsel proteinlerin tipik misalini teşkil eder.
            Globuler proteinler ise enzimatik proteinlerdir. Dahası bunlar zincir halde veya dümdüz lifler halinde görünüm arz etmeyip daha çok başka moleküllerin sentezinde iş gören montaj ve demontaja yarayan aletleri andırır görünümü sergileyen yapıdadırlar. Dahası bu yapısıyla katalizör görevi yaptıkları anlaşılıp, bu yüzden enzim bakımdan kısa, moleküller bakımdan da globuler (nispeten küre)  tip protein olarak bilinirler.
    Yapı bakımdan proteinler “basit protein ve bileşik proteinler” diye de tasnif edilip, aynı zamanda bunlar asit ve asit türevlerini de kapsayan bileşiklerdir. Malum bileşik proteinler bir basit proteinin diğer bir madde ile prostatik grup halinde birleşmesiyle ortaya çıkar. Dolayısıyla proteinlerdeki prostatik gruplar çok çeşitlilik arz eder. Örneğin:
-Nükleoproteinlerde prostatik grup nükleik asitlerdir,
-Gluko ve mukoproteinlerde prostatik grup karbonhidratlardır,
   -Fosfoproteinlerde prostatik grup fosforik asittir,
-Lipoproteinler de yağ asitleridir,
   -Kromoproteinlerden hemoglobin ise demirli porfisik kompleks prostatik grup olarak iş görür.
     Bu arada şunu belirtmekte yine fayda var,  malum materyalistler her şeyde olduğu gibi protein sentezinin de tesadüf eseri meydana geldiğinden dem vurmaktalar habire.  Oysa proteinlerin tesadüfen meydana gelmesi imkânsız gibi bir şeydir.  Çünkü bu konuda Evrimci biyolog Frank B. Salisbury şakınlığını gizleyemeyip şöyle der: “Orta büyüklükteki bir protein molekülü, yaklaşık 300 amino asit içerebilir. Bunu kontrol eden DNA zincirinde ise yaklaşık 1000 nükleotid bulunacaktır. Bir DNA zincirinde dört çeşit bulunduğu hatırlanırsa,  1000 nükleotidlik bir dizi 41000 farklı şekilde olabilecektir. Küçük bir logaritma hesabıyla bu rakam ise, aklın kavrama sınırının ötesindedir” (Bkz. Frank B. Salisbury “Doubts about The Modern synhetic Theory of Evolution” s 336).  Dahası bu ifadelerden anlaşılan o dur ki ortaya farklı bir şekilde çıkabilecek 4 üstü bin (1000) sayıda bir dizilim,  küçük bir logaritma hesabı sonucunda 10 üzeri 620 sayı demektir bu. Yani 1’in yanında 12 tane sıfır 1 trilyonu ifade ederken,  620 tane sıfırlı bir rakam ise gerçekten de aklın kavranması mümkün olmayan bir sayıdır dersek yeridir.  
         İşte yukarıda sözünü ettiğimiz hücre içindeki tüm bu olan bitenler ve aklın sınırlarını zorlayan rakamlar bize gösteriyor ki; hiçbir şey rastgele ve tesadüfen oluşmuyor, hemen her şey belli bir plan dâhilinde zincirlemesine gerçekleşen bir tür protein tercüme faaliyeti olarak cereyan etmekte. Böylece mikro düzeyde gerçekleştiğini sandığımız hadisenin, aslında büyük bir âlemi dolduracak harikulade işleyiş olduğu anlaşılıyor.  Zaten olan biteni anladığımızda mükemmel yaratılmış mikro ve makro âlem karşısında “Amenna ve saddakna” demekten kendimizi alamamış oluruz. Böylece bu sayede Yüce Allah’ın azametini ruhumuzun derinlerinde hissedip kurtuluşu İslam’da aramış oluruz.
             Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucreden-allaha-5862-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty KROMOZOM DÜNYASI

Mesaj tarafından Selim Ptsi Haz. 20, 2022 6:27 pm

KROMOZOM DÜNYASI
           SELİM GÜRBÜZER
Hücrenin temel yapıtaşlarını oluşturan kromozomlar genetik özelliklerini nesiller boyu dölden döle beraberinde taşır hep.  Şöyle ki canlının temellerini ovaryum denen yumurta hücresi ile spermatozoon denen erkek üreme hücresinin bir araya gelip diploit (2n) zigot oluşturmasıyla atılmakta.  Temeli atılan zigotla birlikte dokuları ve organları oluşturacak olan milyonlarca hücre toplulukları bu kez birbiri ardı sıra bölünmeler eşliğinde embriyolojik bir yapı ortaya çıkarır. Düşünsenize böylesi bir yapı içerisinde milyonlar rakamlarla ifade edilecek sayıda hücre oluşumları milim sapmaksızın adrese teslim bir şekilde kendisinin konumlayacağı mekânlarda doku ve organ oluşumunu gerçekleştirebiliyorlar. Nitekim embriyo oluşumunun ardından fetüs safhasına geçişle birlikte canlı oluşumunun tüm uzuvları tamamlanmış olur.  
İşte görüyorsunuz insanoğlu anne rahminde hücre safhasından embriyolojik safhaya, embriyolojik safhasından fetüs ve cenin safhasına geçişler yaptığında tüm bunlardan hiçbir şekilde haberdar olmaksızın dokuz aylık bir sürecin sonunda kendini dünyaya atıvermiş olmakta. Ta ki insanoğlu dünyaya adım atıp sonrasında akil baliğ olur, işte o zaman ya birilerinin anlatımıyla ya da embriyoloji kitaplarında ne olup bittiğini öğrenmek suretiyle ancak anne karnında ki geçirmiş olduğu safhalardan haberdar olabiliyor. Merak bu ya,  hele birde insanoğlu embriyolojik safhanın başlangıcı olan hücre âleminin temellerini oluşturan kromozom dünyasının derinliklerine dalıp izini iz sürdükçe vücut azalarının nasıl meydana geldiğinden de haberdar olmuş olur.  Madem işin içinde kendi vücut azalarımızı tanıyıp durum vaziyetten haberdar olmak var,  o halde daha ne duruyoruz derhal hücre âleminde olan biteni daha iyi kavramak açısından anatomik kaynak taramalara hız verip kromozom dünyasına atacağımız ilk adımda ilk önce hücrenin bölünme safhalarından başlayaraktan kromozom dünyasının izini sürmek gerektir. Hiç kuşkusuz kromozom dünyasının izini sürerken de bizim kendi vücut yapımızı kavramamız açısından metafaz ve anafaz safhaları bu iş için en ideal safhalar olacaktır.  Nitekim bu söz konusu safhaların izini sürdüğümüzde adeta bir binayı oluşturan kiriş ve kolonlar gibi birbirlerine kenetlenmiş V şeklinde ki kromozomlarla karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz.  Derken V şeklindeki kromozomları birbirine bağlayan sentromer (kinetokor) denen çekme kancasına benzer yuvarlağımsı yapılarla birlikte vücut binasının inşa edildiğini görürüz. Öyle ki söz konusu inşa yapısı 1 ya da 2 boğumlu kollarıyla kendini gösterip bunlardan birincisi primer boğum olarak adından söz ettirirken, diğeri de sekonder boğum olarak adından söz ettirir. Malumunuz primer boğum hemen hemen tüm kromozomlarda çengel kolon görevi ifa ederken sekonder boğumda bazı kromozomlarda uca yakın kısımlarında çengel kolon görevi ifa etmiş olur. Böylece kromozom morfolojisi bir noktada sekonder boğumların uzun veya kısa oluşuna göre anlam kazanmış olur. Hatta bu anlam bütünlüğü içerisinde kromozomların yuvarlak halka şeklindeki bölümleri biyoloji literatüründe uydu yapılar olarak tanımlanırken kromozomların içinde kendine yer edinecek kadar kısalmış ve dahi kalınlaşmış kromatin ipliksi yapılarda kromonema olarak tanımlanır.  Bu arada kromozomun birer kromonema içeren yarımları ise kromatid olarak ad alır.  Malum iki kromatitin bir araya gelmesiyle de kromozom oluşur.
        Aslında kromozomlar bünyesinde barındırdığı sentromerin aldığı pozisyona göre de kategorize edilmekte. Şöyle ki sentromeri ortada olan kromozomlara ‘metasentrik’ denirken, sentromeri bir uca yakın olan kromozomlara da  ‘submetasentrik’  denir. Ve sentromerleri tümüyle bir uçta bulunanlara ise  ‘akrosentrik’  (telosentrik)  denip böylece kromozomlar sentromerin bulunduğu pozisyona göre bu isimlerle de kategorize edilmiş olurlar. Bu şekilde kategorize edildikleri şundan besbellidir ki mesela kromozomlar metafaz safhasında çekirdek zarının erimesinin akabinde bir yıldız doğmuş gibisine bir sentromer yıldız oluşumuyla birlikte iğ ipliklerine takılıp kutuplarda sentromer sayesinde kollarını açmış iki kromatid kardeş hücre şeklinde, yani 23 kromozom olacak şekilde kutuplara doğru çekilmiş halde pozisyon almış olurlar.  
       İnsan vücudu yukarıda bahsettiğimiz üzere başlangıçta esasen sperm hücresiyle yumurta hücresinin birleşiminden meydana gelen tek bir zigot hücreden halk olmuştur. Ki; 13 yaşına gelen genç bir kızın yumurtaları yumurta kanallarından ilerleyerekten uterusa doğru geçiş yapar. Hakeza ergenlik yaşına ayak basmış bir erkeğin testisleri (erkek organ) de tıpkı kız çocuğunun yumurtalıklarında olduğu gibi benzer işlev görüp sperma üretmek için seferber olur. Malumunuz döllenme olayı evlenecek çiftlerin izdivacıyla gerçekleştiğinde döllenen dişi yumurta hücresi döl yatağına (rahim duvarına) yapışıp burada embriyonik gelişim safhalarına geçiş yapılır. Böylece zigotun kendi içinde birbiri ardınca bölünmeler eşliğinde embriyolojik gelişimini tamamlayıp doğacak olan nur topu bebeğin taslağı hükmünde fetüs safhasına geçiş yapılır. Düşünsenize nerden nereye diyebileceğimiz noktada, ana rahminde yaklaşık 4 ila 6 milimetre uzunluğunda bir aylık embriyon safhasındaki bir canlı taslağı uzuvlarına kavuşmuş halde fetüs safhasına geçiş yapıp 9 aylık sürecin sonunda dünyaya nur topu bebek olarak gelivermiş olmakta.  Öyle ki anne karnında iken embriyo göbek bağı kanalıyla tüm ihtiyaçları giderilecek şekilde muhafaza altına alınıp doğuma ramak kala diyeceğimiz noktada çocuğun vücudu 1 ila 2 trilyon arası hücreye ulaşacak seviyelerde tamamlanmış olur.  Derken doğum sonrasında da hücre faaliyetleri hız kesmeyip dünyada yaşadığı sürece beden hücreleri sürekli olarak kendi kendini yenileyip gelişimini devam ettirir de. Nitekim göbek bağı kesilen bir bebeğin artık embriyon ve fetüs safhalarındaki geçirdiği hayat serüveniyle ilişkisi kesilip bu kez konuk olacağı dünyada hem ruhen hem de bedenen ilişkisini devam ettirecek yeni bir gelişim evresi devreye girecektir. Öyle ki Kur’an’ın tâ günümüz 1400 yıl öncesinden müjdelediği insanın bir damla sudan yaratılış mucizesi dünyada son nefesine kadar içeceği ab-ı hayat su ile müsemma bir mucizevi bir hayatla buluşmuş olunur.  
Hücre bölünmesi bilindiği üzere mitoz ve mayoz bölünme başlıkları altında iki kategoride cereyan eder. Mitoz esasen bölünen hücrenin yaklaşık 20 ila 30 çeşit atom kullanımı sonucu aynı özellikte iki kardeş hücre verme olayıdır.  İşte bu tariften de anlaşıldığı üzere enteresan bir durumla karşı karşıya olduğumuzu fark ederiz.  Düşünebiliyor musunuz mitoz bölünmeyle hem hücre bölünme safhaları gerçekleşir hem de kendisiyle aynı birebir iki hücre üretimi gerçekleşmiş olur. Üstelik iki hücre oluşumu başlangıçtaki 46 kromozomluk sayısını koruyacak şekilde konumlanarak çoğalıp yoluna devam edecektir.  
Peki, mayoz bölünme nasıl gerçekleşir? Malum bu bölünme şekli eşeysel yolla çoğalan canlıların somatik hücrelerin bünyesinde değil, gamet hücreleri içerisinde gerçekleşen bir üreme biçimidir. Dahası mitoz bölünme şeklinden en belirgin farkı başlangıçtaki 46 kromozomlu ana hücreden meydana gelen iki yavru hücrenin 23 kromozoma indirgendiği bir bölünmenin vuku bulmasıdır. Derken böylesi bir bölünme sayesinde iki yavru hücrenin birleşmesiyle oluşan zigottan insan soyunun devamı gerçekleşir. Öyle ki homolog (eş) kromozomların aynı lokuslarında sperm ve yumurtadaki genler karşılıklı olarak kendine eş seçip böylece döllenmiş yumurtadan 2n kromozomlu zigot oluşumu vuku bulur. Hatta mayoz bölünmeden beklenen maksat hâsıl olup bu arada yarı anneden yarı babadan gelen allel genlerin vücut bulup bu arada doğacak olan çocuğun cinsini belirleyen cinsiyet geni denen amelogenin geni de sahne almış olur. Nasıl mı?  Mesela, eğer yumurtadan gelen X kromozomu spermanın X kromozomu ile birleşirse doğacak bebek kız olacak demektir, yok eğer X kromozomu erkeğin Y kromozomu ile birleşirse doğacak olan bebek erkek olacak demektir. Ayrıca bilimsel çalışmalar sonucu asit ortamda X, bazik ortamda ise Y kromozom ihtiva eden spermaların daha aktif olduğu belirlenmiştir. Zaten ilahi irade ve yaratıcı güç doğacak çocuğun hangi cinsten olmasını murad etmişse o ortamın şartları da beraberinde yaratılmış olmakta.   Bu durumda ortam şartlarının tamamlanmasıyla birlikte doğacak olan çocuğun cinsiyet ayırımı yapmaksızın 9 aylık sürecin akabinde ister kız ister erkek doğmuş olsun hiç fark etmez, bu noktada Allah’a hamd edip amenna ve saddakna demek düşer bize.  Hem nasıl tasdik etmeyelim ki, sağlıklı doğduğumuza şükretmek yetmez mi?  Düşünsenize ortada doğum öncesi anne karnında öyle mükemmel matematik program işlemekte ki dünyaya sağ salim gelebiliyoruz. Ortada böyle mükemmel program olmasa hak getire, kim bilir halimiz nice olurdu,  hatta halimizin nice olmasına bile fırsat kalmadan hiç şüphesiz insan ortada ne insan nesli kalırdı ne de yaratık. Gerçekten de insan nesli yaratılışından kıyamete dek öyle mükemmel programlanmış ki; insanın yaratılış fıtratı gereği zaten programsızlığı kabul etmez de.  Ki; insanın azalarını oluşturan tüm hücrelerin şifre kodları nesilden nesile muhafaza edilerek devam ettiriliyor. Nitekim bu süreci mayoz bölünmenin safhalarına tek tek baktığımızda net bir şekilde görmek pekâlâ mümkün.  Madem öyle bu söz konusu safhalar neymiş bir izleyip görelim:
     1-) Profaz: Bu safha en uzun safhalardan olup kat ettiği safhalar şu isimler eşliğinde anlam kazanır;
     - Leptoten:
     Bu safhada kromozomlar çok ince ve narin iplikçikler halinde olup belli belirsiz yapıdadırlar. Daha çok cisimcikler olarak kendilerini gösterirler.
     - Zigoten:
     Bu safhada erkek ve dişiden gelen eş kromozom çiftlerinin belirginleşmesi yönünde eğilim gösterirler. Hatta her kromozom çiftinden dört kromatid belirip dörtlü yapı halde birbirlerine tutunurlar.
     -Pakiten:
     Bu safhada eş kromozomların çiftleşme süreçleri tamamlanır. Safhanın tamamlanması akabinde ise eş kromozomlar uzunlamasına ortadan ayrılıp her eş kromozomdan dört kromatit teşekkül etmiş olur. Böylece oluşan kromatitler kendilerine yeni bir yurt edinerek konumlanmış olurlar.
      - Diploten:
      Bu safhada çiftleşmiş kromozomlar birbirinden ayrılarak karşılıklı gen değişiminde bulunacakları noktada birbirlerine bağlanırlar.
      2-)Metafaz I: Bu safhada kromozomlar hücrenin ekvator kısmında dizilim gösterirler. Derken bu dizilimde her bir eş kromozom çifti metafaz safhasında sentromer vasıtasıyla iğ ipliklerine takılıp bu sayede kutuplara doğru çekilişi gerçekleşir.  
     3-)Anafaz:
     Bu safhada kutuplara çekilen kromozomlar üzerinde adeta fay yarıklarını andırır kırılmalar başlar, ama ayrılan kromozomlar ilk yapılarını muhafaza edemezler. Çünkü buluşma noktalarında kromozom parçaları değişimi gerçekleşip meydana gelen gamet hücrelerinin her birinden ise yeni hücre oluşumları teşekkül etmiş olur.
      4-)Telofaz I ve sonraki II. Mayoz bölünme Safhası:
      Kromozomların karşılıklı kutuplarda zirve yaptığı safhadır. Nitekim Telofaz I safhasının I. Mayoz aşama süreci tamamlanır tamamlanmaz hemen akabinde ortaya yepyeni iki yavru hücre teşekkülü meydan gelmiş olur.  
       II. Mayoz aşamasında ise malum kısa süren bir profaz safhasıyla start alıp devamında Metafaz II’ye geçiş yapılır. Geçiş yapılan bu safhanın ekvator kısmında dizilen her bir kromozomun sentromerleriyle birlikte bölününce devamı aşamada bu kez adına eş yavru kromozomlar denen kromatitleri oluştururlar. Böylece oluşan kromatitler karşılıklı kutuplara çekildiğinde önce anafaz II safhasına sonrasında da telofaz safhasına geçiş yapılır. Derken mayoz yapılanmasıyla başlayan normal sayıda kromozomlu eşeysel hücre oluşumunun yarı sayısı kadar kromozomlu bir yapılanmaya evrilip 4 yeni hücre oluşumu vuku bulmuş olur. Bir başka ifadeyle II. Mayozun sonunda her cinse ait cinsiyet ana hücrelerinden erkek için 4 adet spermatid oluşurken, dişi içinde ovumla birlikte ikinci kutup cisimciği taslağı meydana gelmiş olur. Taslak hücrelerin olgunlaşıp gelişecekleri yer hiç kuşkusuz cinsiyet organları olup,  sperm veya yumurta birikimi ait oldukları haznelerde veya kanallarda depolanırlar. Şöyle ki; erkekte spermatogonium (meni) seminifer tüpler içerisinde birikirken, dişi de ise oogonium (yumurta ana hücresi) dişinin yumurtalıklarında birikim gerçekleşir. Ta ki erkek ve dişi bireylerin bir araya geleceği vuslat gününe kadar bu iki hücreden sadır olacak çocuğun program kodları yaklaşık 20 ila 25 yıl ebeveynlerin vücudunda beklemeye alınırlar. İşte özetle sunmaya çalıştığımız bu söz konusu eşey hücrelerinin ait oldukları bireylerin üreme organlarında geçirmiş oldukları bölünme ve çoğalma evreleri aynı zamanda tasavvufi hayatta da aşama aşama gerçekleşen “Hamdım-yandım-piştim” evrelerini bize hatırlatan bir durumdur bu.
       Genellikle her nükleolusta bu özel bölgeye sahip iki kromozom vardır. Bir başka ifadeyle insan genomunda kromozomlar çift halde bulunurlar. Dolayısıyla hâlihazırda mevcut kromozom serisinden bir başka seride kromozom meydana gelebilmesi için yoğun bir faaliyete gerek vardır.  Ki; hücre içerisinde dur durak bilmeyen kromozom faaliyetleri her an her salise işlemekte zaten. Derken bu yoğun ve hummalı çalışmaların neticesinde tek yumurta ikizleri hariç tıpa tıp birbirlerine benzemeyen tipte,  kendine özgü parmak izi ve kendine özgü DNA profili mührü ile anne karnından dünyaya nur topu bir bebek doğuvermiş olur. İşte böylesi kutlu doğuma mührünü vuran hücre çekirdeğinde bulunan cisimcik veya çekirdekçik anlamında bu tip kromozomlara “nükleolar kromozom” denmektedir. Şayet döllenmiş bir yumurta normal bölünmenin aksine erken bir evrede yarım bölünmeyle gelişme kayd edip tek bir yumurtaya dönüşürse doğacak çocuklar biliniz ki dış görünüş itibariyle birbirine benzer “tek yumurta ikizler” olacak demektir. Yok, eğer ikizler ayrı ayrı yumurtalardan embriyolojik gelişimini tamamlarsa doğacak olan çocuklar biliniz ki dış görünüş itibariyle çokta birbirine tıpa tıp benzemeyen “çift yumurta ikizler” olacak demektir. Böylece her iki durumda da ortak payda doğmuş olduklarında hayata merhaba diyecek olmalarıdır.    
         İlginçtir kromozom içerisinde yer alan genler değişik kombinasyonlarla, değişik atraksiyonlarda bulunaraktan yer değiştirebiliyor da. Tabiî ki bu tip kombinasyon ve atraksiyonlar aynı zamanda değişik tipte karakterlerin ortaya çıkması demektir. Aslında bu tip atraksiyonlara nadirde rastlansa sonuçta nükseden atraksiyonlar genetik olabileceği gibi dış kaynaklı atraksiyonlar şeklinde de olabiliyor.  Hatta kromozomlar çeşitli kimyasal maddeler, X ve ultraviyole ışınları gibi bir takım dış kaynaklı etken unsurlara maruz bırakıldığında kromozomlar üzerindeki allel genlerin enine kopmasına neden olabildiği gibi kromozom üzerinde kopan parçaların yerine bir başka kopmuş kromozom parçalarının yapışması da söz konusu olabiliyor.  Dikkat edin kopmuş olan yere yapışır dedik, bu demektir ki kromozomun sağlam olan kısmına veya ucuna yapışmaz manasına yapışma hadisesidir bu. Zira ökaryotik linear kromozomların uçlarında bulunan, aynı zamanda herhangi bir gen kodlamayan özelleşmiş heterokromatin yapılar denen telomerlerin bir takım polarite oluşumlara karşı adeta kendi önlemini alaraktan kromozomların rastgele çift zincir DNA kırılmalarından ve nükleolitik parçalanmalarından koruyabiliyor. Yetmedi icabında istenmeyen kromozom uçlarının birleşmesinden diyebileceğimiz kromozom parçalarının yapışmasını engelleyici tavırda sergileyebilmekteler. Ancak şu da var ki gelip geçici türden arızi kopmalara bağlı olarak, yani genler üzerinde istisnai diyebileceğimiz türden değişikliklerin olması da söz konusu olabilmektedir ki, bu durum biyoloji bilim dalında mutasyon hadisesi olarak karşılık bulur.  Hiç kuşkusuz istisnai türden değişiklikler orijinalliğin dışında yeni bir yaratık ya da yeni bir tür orta koyamayacaktır.  Fakat bu konuda gel gör ki bir takım dogma kafalar bu gerçeği ters yüz edip bugün olmuş gelinen noktada çeşitli kimyasal maddelerin, X ve ultraviyole ışınları gibi dış kaynaklı faktörler nedeniyle kromozomlar üzerinde mutagenik oluşumları tetiklediği bir takım sonradan nüksetmiş değişiklikleri evrime delil olarak sunmanın peşindedirler halen. Oysaki burada söz konusu değişiklik bir karakteristik değişiklik olmayıp, tam aksine genetik karttaki bir noktayı bertaraf etme operasyonudur. Nitekim bu tür arızi değişiklerin bugüne kadar bir canlıdan başka bir canlıya dönüşüm şeklinde bir vaka tezahür etmemiştir. Maalesef bu gerçeklere rağmen göz göre göre aklını evrimle bozmuş bu zavallılar akşam yatıp sabah uyandıklarında huylu huyundan vazgeçmez misali hep kendi bildiklerini okumaya devam etmekle kafa dağıtmaktalar.
          İcabında hücre içerisinde çok büyük yapıda, hem nükleusun hem de hücrenin büyümesine neden olan devasa nitelikte kromozomlar da görülebiliyor. Ki,  bu tip kromozomlar biyoloji bilim dalında “dev kromozomlar” olarak karşılık bulup aynı zamanda bu tip kromozomlar politen kromozom ve lamba fırçası kromozomlar olarak da 2 başlık altında kategorize edilirler:      
        - Lamba fırçası şeklindeki dev kromozomlar politen kromozomlara nispeten daha uzun olup, en çok omurgalı ve omurgasız hayvanlarda daha henüz döllenecek duruma gelmemiş dişi gamet hücrelerin oositlerinde veya mayoz bölünmenin diploten safhasında görülürler.  Aynı zamanda lamba fırçası dev kromozomlar 4 kromatid ve bir nükleotid eksen üzerine konumlanıp,  diploten safhası sonrası küçülme eğilimi gösterirler.
        -Politen kromozomlar daha çok çift kanatlılar denen böcek takımından diptera adlı sinek larvalarının trake, tükürük ve yağ hücrelerinde bulunurlar. Bu tip kromozomların büyüklüğü normal somatik hücrelerden daha iri olduğu gözlemlenmiştir. Nasıl mı?  Mesela meyve sineği veya sirke sineği olarak bilinen drosophila melanogaster böceğinde politen haldeki dördüncü kromozomu normal haldeki aynı kromozomdan 100 kat daha büyüktür. Dolayısıyla bu manada politen çok iplikli anlamına gelip, laboratuvar analiz çalışmaları sonucu politenlerin çok sayıda iplikten meydana geldiği belirlenmiştir. Aynı zamanda bu ipliklerin kromozom zincirini oluşturan nükleotidler olduğu tespit edilmiştir. Hakeza mayoz bölünmenin profaz safhasında görülen gen bölgeleri üzerinde düğüm benzeri oluşumlar da nükleotid oluşturmak için vardırlar. İyi ki de varlar, bu sayede genlerin kromozom zinciri üzerinde konumlandığını fark edivermiş olduk.
        Şurası muhakkak hücre bölünmesi olmaksızın veya çekirdek zarı erimeksizin de normal şartlarda bir hücrenin kromozomunda kaba ve şekilsiz bir granül materyal içeren kromatin iplikleri yapıda kromonemalar bile ardı sıra bölünmeler geçirebiliyor. Dolayısıyla kromonemaların (kromatin iplikleri) uzunlamasına bu şekilde ardı sıra defalarca bölünebilme kabiliyeti gösterebilme hadisesi  “endomitoz”  olarak karşılık bulmuş olur.  Derken endomitoz hadisesiyle birlikte meydana gelen iplikler birbirlerinden ayrılmayıp birlikte bantlar oluştururlar da. Malum bant oluşumlarda çeşit çeşittir, nitekim iki bant arasında kalan kısımlar  “interbant” diye addedilirken, hâlihazırdaki kromozoma eşit çapta veya yuvarlakça görünümde olan cisimcik tarzı uydu bantlarda  “satellit” olarak addedilir.  Ve bu cisimcik tarzı uydu bantlar flament denilen iplikle kromozoma bağlanıp, böylece sekonder boğum kromozom kalınlığında satellit ihtiva eden bu tip kromozomlar “sat kromozomlar”  olarak isimlendirilirken, kromozomun uç kısımları da “telomer kromozom” olarak isimlendirilir.
         Belki aklımızdan şu geçebilir; kromozom dünyasında isimlendirme şart mıdır, şart olmasa da adını koymalı ki en azından herhangi bireye ait gerek kromozom sayısı hakkında, gerek şekli ve büyüklüğü hakkında tüm detaylarıyla birlikte karyotipi ortaya konulabilsin. Nitekim her bireyin karyotipini belirlemeye yönelik çalışmalarda mesela o bireyin kromozomlarının metafaz ve anafaz safhasında iken sıcak su, asit buharı, alkolik çözelti ve potasyum siyanür gibi maddelerle muamele edildiğinde, kromozom yapısının spiral şeklinde olduğu görülecektir. İşte böylesine büyük veya küçük spiral görünümlü yapılar kromozom zinciri biçiminde sahne aldıklarında karyotipi belirlenip sayılarla rakamlarla ya da pik görüntülerle isimlendirilmiş olur da.  Nitekim karyotipin belirlenmesinde her bir pikin döngü sayısı çok önemli işaret taşları olup isimlendirmede mesela bir pik görüntüsünde büyük spirallerin dönüm sayısı 10–30 arası aralık bandında bir değerle isimlendirme yapılırken küçük spirallerin döngü (kıvrım sayımı) sayısı da büyük spirallere nispeten daha fazlaca olacaktır.
         Hele bilhassa kimliklendirmeye yönelik çalışmalarda gen bölgelerinin isimlendirilmesi çok daha önem arz etmektedir.  Hiç kuşkusuz bu isimlendirmenin asıl işaret taşları yukarıda da belirttiğimiz üzere bir kromozom içerisinde birbiri ardınca dizilim gösteren genlerden başkası değildir elbet. Ne diyelim,  işte yukarıda anlatılanlardan da fark etmişsinizdir ya,  ister kimliklendirme çalışmalarında ister dişi birey olsun, ister erkek birey olsun hiç fark etmez sonuçta tüm hücrelere damgasını vuran asıl ana etken unsur genlerdir. Bir başka ifadeyle canlının tüm özelliklerine büyük ölçüde katkı yapan ana unsur gen olmaktadır.  Öyle ki; genler tüm canlıların karakteristik özelliklerini bünyesinde barındıran tek soyağacı kütüğüdür. Öyle ki böylesi soyağacı kütüğü içerisine bir bireye ait kodlanmış tüm bilgiler DNA belleğinde kayıt altına alınaraktan saklı tutulmasaydı ne çocuğun annesi ve babasının kim olduğunu belirlenebilirdi ne de çoğun karakteristik özellikleri ortaya konulabilirdi.  Belli ki gen âlemine yön veren İlahi güç böyle murad etmektedir.  İşte İlahi kaynaklı bu muradın gereği olarak kromozomlar protein yapısında genetik bilgileri depolarında saklı tutarlar da. Hatta sadece depolarda değil daha garantili bir yöntemle tüm genetik bilgiler lüzumu halinde kullanılmak üzere DNA veri tabanında kayıt altına alınır. Mesela tek bir sinir hücresi nörona takriben 50 bin sayfalık devasa bir külliyat sığdırılmış durumda olmanın yanı sıra hemen her bilgi veri tabanında saklı tutulabiliyor da. Belli ki sinir hücreleri bu amaç doğrultusunda tüm üniteleri binlerce giriş çıkış kabloları ile donatılmıştır.  Bu arada belirtmekte fayda var; bu tip kayıt işlemleri tek bir kromozom için sınırlı kalmayıp, diğer kromozomları da kapsayacak kapasitede bilgi ağı donanımı söz konusudur. Öyle ya, mademki vücudumuzdaki tüm hücrelerimizde kodlu olan kromozom sayısı 10.000 gen sayıda kapasiteyle donatılmış,  o halde sadece tek bir kromozom için bilgi bellek sayısının yapılacak olan bir hesaplama neticesinde 10.000x10.000 = 1.000.000.000 (1 milyar)  gibi bir rakamı bulacak demektir.
        Velhasıl-ı kelam; hücre âlem içerisinde anlaşılan o ki, bilgi enformasyonda en büyük pay sahibi kromozom dünyasına ve kromozom dünyasının başkanlığını yapan DNA’ya ait şeref olarak karşımıza çıkmaktadır.
         Vesselam.    
          https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kromozom-dunyasi-5884-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty HÜCRE İÇİNDE TEKNE TURU

Mesaj tarafından Selim C.tesi Haz. 25, 2022 8:22 am

HÜCRE İÇİNDE TEKNE TURU
     SELİM GÜRBÜZER
        Değişik türden canlıların hücre yapılarının içinde tekne turu yapıp kromozom sayısını incelediğimizde türden türe değişkenlik gösterdiğini pekâlâ görebiliyoruz. Örnek mi?  Mesela insan genomunun birçok canlı türünden farklı olarak sayıca 46 kromozomlu olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Ve bu sayı eşey hücreleri yoluyla yarı yarıya pay edilip 23’ü anneden,  23”ü de babadan gelmek suretiyle sabit sayıda 46 kromozomlu vücut hücreleri oluşmuş olur.  Dikkat edin sabit sayıda dedik, zira insan vücut genomunu oluşturan 46 kromozomlu yapının ne bir eksik ne bir fazlalığa evrilmesi asla söz konusu değildir. Belli ki her yaratılan canlı türünde olduğu gibi insanın yaratılışında da kromozom sayısı bakımdan belirli ölçü tayin edilmiştir. Rastgele tayin olmadığı gayet net bir şekilde ortada. Öyle ki, insan genomunu oluşturan cinsiyet hücrelerinin şayet kromozom sayıları mayoz bölünmeyle yarıya indirgenmemiş olsaydı 46 kromozoma sahip erkek ve dişi bireylerin birleşmesinden  (44+XY) + (44+XX) = 88 + XXXY = 92 kromozomlu canlı oluşumunun ortaya çıkması gerekirdi. İşte bu gibi durumlara meydan vermemek için belli ki; Yüce Yaradan yarattığı her tür canlıya ta baştan bir ölçü tayin etmiştir. Dolayısıyla insan genomuna yönelik dışardan herhangi bir müdahaleyle ne kadar oynanırsa oynansın 92 kromozomlu bir canlı oluşumunun vuku bulması asla mümkün değildir. Hadi vuku bulduğunu varsaysak bile ikinci bir kuşak nesilde mevcudun iki katı diyebileceğimiz 184 sayıda kromozomlu bir tabloyla karşı karşıya kalınırdı ki;  bu durum başlı başına insan genomunun sonunu getiren bir felaket tablosu olurdu. Derken böylesi bir felaket tablo karşısında ne bir sağlıklı bir bebeğin dünyaya gelmesinden söz edebilirdik ne de her hangi bir neslin kuşaklar boyu sürdürebilirliğinden.  
        Malumunuz günümüzde hızla gelişen teknolojiyle birlikte laboratuvar analiz çalışmalarıyla gelinen noktada hücre bölünmeleri çok yakından izlenebildiği gibi hücre bölünmeleriyle start alan kromatin ve kromonemanın oluşturduğu çok sayıda iplikten oluşan kromozomların keşfini de beraberinde getirmiştir. Tabii böylesi iplik ağıyla örülmüş kromozom dünyasının keşfi iyi hoşta bu sözü edilen iplikler acaba nasıl meydana gelmiştir sorusunun cevabını bulmak için de bir başka dalga boyunda tekne turuna ihtiyaç vardır. Tabii bunun içinde yine yola çıkıp günümüzün ileri düzeyde gelişmiş laboratuvar teknik metotlarının ortaya koyduğu doneleri de kendimize pusula yapmak gerekir ki bu amaç doğrultusunda yola çıktığımız hücre içi tekne turundan maksat hâsıl olsun. Nitekim laboratuvar analiz çalışmalarıyla belirlenen verilere baktığımızda her bir hücrenin kromozomundaki kromonemaların arka arkaya uzunlamasına birkaç kez bölünmesini gösterir tablo  “endomitoz” olayı olarak karşılık bulduğunu görürüz.  Öyle ki bu tabloda endomitoz hadisesi bölünmeler eşliğinde meydana gelen ipliklerle birlikte bant oluşturarak kendini gösterecektir. Değim yerindeyse söz konusu bant oluşumu iplik paketinden oluşan politen kromozomların kromonema ipliklerinde kromatinlerin birbiri ardı sıra dizilimi şeklinde sahne alınmış olur.  Hele ki günümüzde genetik analizör cihazlarla kayıt altına alınan ve kromozom haritalarında yerleri gösterilen gen ve bant dizilimleri adeta sahnelip gözlemlenebildiği gibi bu bant diziliminde her bir şahsa ait lokus allellerinin diğer şahıslara ait lokus alelleriyle birebir karşılaştırılması yapılabiliyor da. Böylece bu yapılan birebir karşılaştırmalar sayesinde interbantların lokus haritaları çıkarılıp çok rahatlıkla her bir bireye ait lokus alleller tespit edilebildiği gibi nesep davalarında çocuğun ebeveynlerinin kim olduğu çok rahatlıkla belirlenip bir rapor halinde ilgili mahkemelere sunulmakta bile. Hele bilhassa Adli Tıp veya Kriminal laboratuvarlarda DNA izolasyon analiz çalışmaları ve PCR işlemleri sayesinde STR denilen kısa tekrar gen bölgelerini temsilen DNA üzerindeki fiziksel özel konumunu gösteren pik şeklinde lokus alellerin birebir karşılaştırmaları eşliğinde kimlik tespit işlemleri neticelendirilmiş olunmakta. İşte kimliklendirmeye yönelik çalışmalarla ortaya konan pik görüntülerin haricinde birde farklı branşta ki genetik çalışma alanlarında gözlemlenen lamba fırçası şeklinde görünüm sergileyen dev kromozomların varlığından da söz edilir ki,  bu sözü edilen kromozomlar politen kromozomlardan daha uzun olup dört kromatit halde sahne alırlar. Hani her devasa oluşumun bir büyüleyici yanı olduğu gibi cüceleşme yanı da olur denir ya hep,  aynen öyle de lamba fırçası kromozomların da diploten oluşumundan sonra küçülme eğilim içerisine girdiği gözlemlenmiştir. Her neyse kromozomlar ister devasa görüntü versin ister cüce görüntü, sonuçta kaynağında spiral halkalar şeklinde görüntü veren kromozomlar metafaz ve anafaz safhasındayken sıcak su, asit buharı, alkolik çözeltiler ya da potasyum siyanür türü maddelerle muamele edildiğinde bu kez irili ve küçüklü pikler şeklinde görüntü verecektir. İşte bu tür cihaz görüntüleri eşliğinde veya cihaz çıktısı olarak gözlemleyebileceğimiz her hangi bir şahsa ait DNA profilinin gen bölgelerinde bir büyük bir küçük olacak şekilde kromozomu temsilen dizilim gösteren her bir pik görüntüsü (lokus alleli) aslında kaynağındaki kromonema görüntülerinden başkası değildir. Hele PCR ve denatürason işlemlerinden sonra genetik okuyucu cihazlara yürütmek için konulan DNA örneklerinin ekran görüntülerine göz atıp monotörden kromonemaların yapısında yer alan küçücük spirallerin döngü sayısının (kıvrım sayısının) kısa tekrarlı diziler halde artış kaydettiklerini izledikçe büyük spirallere dik bir şekilde uzandıklarını gözlemlemiş oluruz da. Böylece bu sayede büyük spirallerin döngü sayısının da mayoz bölünmenin profaz safhasında kromonema üzerinde sıralanan genlerin düğüm benzeri kısımlarında tekrarlanan polimeraz zincir reaksiyonun DNA replikasyonunu olarak görüntü vermiş olduğunu fark etmiş oluruz.    
          Görüldüğü üzere sırf canlının temelini hücreler oluşturmaktadır demekle hücre içi tekne turumuzu tamamlamış saylımayız.  Bikere hücre içi turumuzdan beklenen hedefe varmak için mutlaka “Bir ben vardır bende,  benden içeru”  diyen Yunus misali hücre içerisinin daha da dip dalgalarına yelken açmamız gerekiyor. Neyse ki artık gelinen noktada günümüz teknolojik laboratuvar uygulamaları sayesinde hücre âleminin derinliklerine artık girilebiliyor. Öyle ya, madem gelişmişlik yönünden iyi bir noktadayız,  o halde daha ne duruyoruz tez elden hücrenin başkenti diyebileceğimiz çekirdeğin içerisine günümüz gelişen laboratuvar teknik metotlarını da en iyi bir şekilde kullanaraktan yelkenler fora deyip girmeli ki hücre yapılarının merkezden nasıl idare edildiğini daha da yakından gözlemleyebilmiş olabilelim. Hatta derya-i umman olarak nitelediğimiz hücre âleminin merkezinin de merkezine, çekirdeğinin de çekirdekçiğine dalıp tekne turumuzu devam ettirmeli ki hücre yapılarının beyni mesabesinden sayılan DNA’nın sırrına vakıf olabilelim. Nitekim tekne turumuzu devam ettirdiğimizde ilk etapta DNA’nın merdivenimsin spiral yapısını yakından gözlemlemiş oluruz da. Hele günümüz gelişen laboratuvar teknik uygulamaları sayesinde turladığımız hücre sarayının her bir durağında soluklayıp konakladığımızda biyolojik hayatın derin bir yapı üzerine kurulu bir yapının nasıl düzenli bir şekilde işlerlik kazandığını, hücrenin tüm elemanlarının hiç şaşırmadan rotasını nasıl belirleyip ne şekilde seyri âlem eylediklerini yakından gözlemleme fırsatı da bulmuş oluruz.  Hücrenin derinliklerinde yetmedi sadece bir iki durak değil daha birkaç durak daha dalıp seyri âlem eylediğimizde rotamızın varacağı nokta yaratılış gerçeğini daha da yakinen idrak etmek olacaktır.  Derken hücre âlem deryasına dalmaktan elde edilecek en güzel ecir   “Allah” adını anmak olacaktır.
          Gerçekten de tekne turuyla hücre âleminin engin deryalarına daldığımız her bir durakta neler yok ki, mesela durakların birinde nükleik asitlerle yüzleştiğimizde, Deoksiribonükleik asit (DNA) ve Ribonükleik asitin (RNA) bünyesinde taşıdıkları iki tip şeker molekülüne göre  (riboz ve deoksiriboz) 5 C’lu (beş karbonlu) şeker moleküllü bir yapıda olduğunu gözlemlemiş oluruz.  Ancak her iki molekül arasındaki ayırımını yapabilmek için her ikisine daha da yakından baktığımızda ribozun aynı karbon atomuna karşılık gelen OH (hidroksil)  grubu yerine deoksiribozun bir hidrojen molekülününe (H) karşılık geldiğini görürüz.
          Aslında nükleik asitlerin hidrolizle ayrıştırılmasıyla birlikte 5’C’lu şekerli oluşumunun yanı sıra fosforik asit ve organik bazlarla da bir bütünlük arz eden iki esas molekül olarak sahne aldıklarını görürüz. Böylece organik bazlar pürin ve pirimidinler olarak karşımıza çıkıvermiş olurlar. Öyle ki,  pirimidinler bir halkada sıralanan 4 C ve 2 N atomundan meydana gelmiş bir temel iskelet yapıyla karşımıza çıkarken,  pürinler de çift halka şeklinde karşımıza çıkar. Öyle ki çift halkadan biri pirimidinlerle aynı olup ikinci halkası ise 2 N ve 1 C atomlu yapıdan ibaret bir halkadır. Derken bu temel iskelet yapının serbest temel bileşenlerine çeşitli atomların bağlanmasının ardından tıpkı sofilerin zikir halkasıyla özdeş diyebileceğimiz pürin ve pirimidin tarzında halka kurulmuş olunur.  Ve bu halkada yer alan adenin, guanin bazları “pürin baz” olarak addedilirken, stozin, timin ve urasil bazlar ise “primidin baz” olarak addedilirler. Yani bu demektir ki, nükleik asitler nükleotidlerin kondansasyonu ile meydana gelmiş olup bu sayede nükleik asitler yapılarında bulunan şeker molekülleri ve organik baz durumuna göre halka kurulumu gerçekleşmiş olur.  Netice itibariyle DNA’yı oluşturan ve yapısında deoksiriboz şekeri bulunan nükleotidler “Deoksiribonukleotid” olarak addedilirken, RNA’yı oluşturan ve yapısında riboz şekeri bulunan nükleotidler ise “Ribonükleotid” olarak addedilirler. Bu arada nükleotitler yapılarında bulunan organik baz durumuna göre de adenin, guanin, stozin ve urasil olarak adlandırılırlar. Değim yerindeyse  “Adı güzel ismi güzel Muhammed aşkına” nükleotidleri yapısına göre şeker tadında bir isimlendirme yaptığımızda bunun adı Fen bilimlerinde    “deoksiribonükleotit”  olarak karşılık bulurken “Topraktan geldik toprağa döneceğiz aşkına” toprağın bağrındaki azot içerikli organik baz içeriğine göre toprak tadında isimlendirme yaptığımızda bunun adı bu kez  “adenin nükleotid” olarak karşılık bulur.  Madem hem şeker tadında hem de toprak tadında DNA bu denli beynelmilel Tıbbi isimlerle anılmakta, o halde hücrenin ana kumandan merkezine doğru rotamızı çevirip tekne turuyla dalış yapalım ki DNA’nın meşhurluğu neymiş yakından bir görmüş olalım:          
           Replikasyonlu Tekne Turu
          DNA hem kimyasal özellikleri bakımdan hem de dölden döle hücre içerisinde sabit özgül ağırlığını sürdürmesi bakımdan hayati öneme haiz bir moleküldür. Belli ki DNA gerek gerek nitelik, gerekse nicelik bakımdan kaynağındakine benzer bir şekilde kopyalanaraktan çoğalmak mecburiyetindedir. Aksi halde dölden döle ve kuşaktan kuşağa yolculuğunu sürdüremeyeceği muhakkak. Dolayısıyla bu durumda DNA’nın kendine özgü proteinleriyle birleşmesinden oluşan kromozomlar,  hücre bölünme ve çoğalma aşamalarında kendi orijinal formunu korumak adına bir uçtan diğer uca doğru boylu boyunca kendine eş bulmak için yola koyulur da.  Derken yolculuğun başlangıcında DNA üzerinde saklı tutulan türe ve canlıya ait kalıtsal bilgiler kopyalanaraktan ikileşmeler vuku bulur ki bu durum biyoloji bilim dalında replikasyon (kopyalanma),  duplikasyon (ikileşme)  ve reduplikasyon (ikileme, çift olma) olarak kavramlaştırılır. Öyle ki,  replikasyon olayının başlangıcında zayıf hidrojen bağları adeta açılıp kapanan fermuarı gibi işlev görüp böylece pürin ve pirimidin uçlarının açık halde serbest kalmasını sağlar.  Peki, iyi hoşta,  pürin ve pirimidin neden kollarını açmış halde serbest halde kalır derseniz, sebebi gayet basit ve açık.  Çünkü hücrenin hammadde deposundan hareket etmek için yola çıkan nükleotidleri kendi pürin ve pirimidin uçlarına tutundurup kendi koduna uygun bir kodla eşleştirmek içindir elbet.  Malum bu sayede fermuarın açılan kollarından ayrılan her bir nükleotid eşlerinin yerine hücrenin hammadde deposundan gelen yeni nükleotitlerle birebir eşleşmeler neticesinde ikili dizilim ortaya çıkar ki,  bu ikinci dizilim birinci dizilimin tamamlayıcısı anlamına gelen komplementer gen dizilimi olarak isim alır. Hatta yolculuğun ikinci aşamasında vuku bulan bu türden ikileşmeler (çoğalmalar) semikonservatif (yarı saklı)  dizilim olarak da tanımlanır. Tanımdan da anlaşıldığı üzere semikonservatif ikileşmeyle birlikte meydana gelen her bir çift iplikli DNA sarmalındaki halkalardan birinin kendi orijinal sarmal halkasından geldiği, diğerinin ise yeni sentezlenmiş olduğudur. Böylece fermuar misali açılıp kapanan dizilimler eşliğinde DNA sarmalının eski koluna yeni bir kol takılmış olur ki, böylece kol takılmasıyla birlikte replikasyon süreci tamamlanmış olur. Tabii bu tip ikileşmelerden farklı olarak bir başka ikileşmelerden söz edilir ki, bunlar konservatif (saklı)  ve dispersif (parçalı) yapıda replikasyon dizilimlerinin oluşabileceğinden söz eden tezler olarak gündemde yerini alırlar. Nitekim eski sarmal nükleotid diziliminin aynı kalması şartıyla yepyeni bir çift sarmal dizilimin oluşacağından söz eden tez “konservatif (saklı) replikasyon (ikileşme)” olarak adından söz ettirmektedir. Hakeza orijinal ata zincirin kopyalanması esnasında nükseden kırılmalarla iki yeni çift sarmal dizilim içerisinde dağılan parçalar halinde eski veya yenisinden yeni bir DNA halkasının oluşacağından söz eden tez ise “dispersif (parçalı)  replikasyon (ikileşme)”  olarak adından söz ettirir. Tabii bu tür olası ihtimali tezler ileri sürmek iyi hoşta yine de önümüzde tıpkı üç bilinmeyenli denklem misali en karmaşık ve en zayıf tezler gibi durmakta.  Her neyse genel kabul tezleri baz alsak bile tekne turumuza devam ettiğimizde aslında DNA replikasyonu denen hadise bize bir noktada şunu gösteriyor ki; DNA sarmalının iki yakasının nasıl açılıp nasıl kopyalandığı tam aydınlatılmış bir husus gibi gözükmüyor. Belli ki bu mesele daha çok su götürecek gibi gözüken bir araştırma konusu olarak önümüzde durmakta.   Araştırma konusu olduğu şundan besbellidir ki bir bakıyorsun A. Kornberg ve arkadaşları DNA’nın sentezlemesinde rol oynayan enzim ve enzim benzeri maddelerin meydana çıkabileceğini ümit ederek, söz konusu maddelere ilaveten üç fosfatlı nükleotit trifosfat bileşiğini de aynı deney tüp içerisine koyaraktan bu işe girişmişler de. Derken bu tür girişimler bir noktada meyve verip her nükleotit biriminin canlı hücrelerdeki nükleotit biriminin pentoz, bir nükleosit oluşturmak için 1 numaralı karbon vasıtasıyla azotlu bağlanırken pentozun da 5 numaralı karbon atomu vasıtasıyla fosforik asite bağlanmaları neticesinde uzayıp sonunda bir nükleotid kadar boyu kadar DNA molekülleri oluşturulabildiği gözlemlenebilmiştir. Öyle ki giriştikleri her denekte bilhassa DNA’nın kendisini eşlemesini katalizleyen enzim olarakta E. Coli (koli basili)  canlı hücre kullanılmıştır.  Zira bu söz konusu bakterinin her 20 dakikada bir bölünerek hızla DNA meydana getirdiği gözlemlenmiştir.
                Rekombinasonlu Tekne Turu
      Bilindiği üzere canlıların genetik özelliğini tayin eden molekül DNA’dır. Elbette ki DNA bu özelliklerini yönetici konumda mensub olduğu canlı türüne katarken, bu arada bir takım işlemleri de devreye koymak zorundadır. Bu yüzden rekombinasyon’u tanımlarken soyaçekim kanununun bir gereği olarak iki ayrı kanaldan gelen DNA moleküllerinin birleşerek birbirlerine kattıkları yeni tip kalıtsal bir yapının adı olarak tarif ederiz. Dahası böylesi bir tanımlamanın muhatabı durumunda olan anne ve babalardan gelen soyaçekim karakterlerin bir araya gelmesiyle oluşan yeni genotipin (kalıtsal yapının) adı manasına gelen bir tanımlamadır bu.  Ancak bu tanımlamadan hareketle bu demek değildir ki DNA rekombinasyon işlemleri oldubittiye getirilip sırf ben yaptım tarzında cereyan etmektedir. Bilakis tüm bu işlemler bir başlatıcı protein molekülünün öncülüğünde alev almasıyla birlikte rekombinasyon hadisesi vuku bulmaktadır.
       Malum bakteriyofajlar çok özel olarak bakteriyi tanıyıp enfekte ederekten bakteriyi yiyen manasına gelen virüsler demek olup asla canlı değillerdir.  Ancak canlılık kazanıp çoğalabilmesi için bir bakteriye ihtiyaç duyarlar ki, işte bu noktada rekombinasyon hadisesinin devreye girmesi lazım gelir. Nasıl mı? Mesela rekombinasyon hadisesi için en basitinden örnek verecek olursak,  bikere genetik karakter bakımdan biraz akrabalık yönünden zayıf iki farklı bakteriyofaj suşunun aynı konak bakteriyi enfekte etmesinde sıkça karşılaştığımız hadise bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim bir virüs ve bir konak hücrenin virüs partiküllerinin multipl enfeksiyona uğraması neticesinde rekombinasyon vuku bulabiliyor. Keza birbirine çok yakın iki yakın mikroorganizmanın genetik materyal kodları bir arada bulunduklarında da rekombinasyon gerçekleşmekte. Hatta mikro seviyedeki bir canlı türün DNA kodunda yer alan genlerden bir kısmının diğer mikro seviyede ki canlı türün DNA koduna transferi bile söz konusu olabiliyor. İşte tüm bu anlatılardan ve hücre içerisinde cereyan eden bir takım mikro düzeyde canlı türlerinin genetik kod örneklerinden çıkaracağımız ders şudur ki;   bakteri genetiği öyle alelade basite alınabilecek türden bir dünya değildir. Bilakis böylesi bir genetik dünyanın oluşması için bikere her şeyden önce bir bakteri hücresinin diğer bir bakteri hücresiyle temasını sağlayacak DNA transformasyon araçlarından transdüksiyon ve konjugasyon gibi daha birçok genetik aktarımı yapacak araçların devreye girmesi gerekir ki rekombinasyon olayı gerçekleşebilsin. Hem kaldı ki biz istesek de istemesek de hücre içerisinde bu tür genetik rekombinasyon araçları devreye girip bir program dâhilinde her an, her salise yaşanmakta da zaten.  Zira önceden planlanmış program gereği rekombinasyon sayesinde çokluk içerisinde birliktelik diyebileceğimiz türden ortaya çeşitlilik doğmuş olur. Ancak bu demek değildir ki ortaya çıkan bu çeşitlilikle birlikte genlerin orijinal kayıtları dışında yeni bir tür meydana getirmesi denen bir hadise vuku bulacaktır. Tam aksine aynı neslin, aynı türün başka bir türe veya başka bir nesle dönüşmeyecek şekilde devamlılığını sürdürecek türden bir çeşitlik hadisesi vuku bulacaktır. Maalesef gel gör ki bu gerçeklere rağmen, bir bakıyorsun evrimciler, en basitinden rekombinasyon hadisesinde bile sanki mal bulmuş mağribi gibi kendilerine pay çıkarıp evrime delil olarak sunma işgüzarlığında bulunabiliyorlar. Hiç boşa heveslenmesinler,  basit bir hadisede olsa onlara asla zırnık bir pay çıkmaz. Çünkü canlıların yaratılışından bugüne rekombinasyon hadisesiyle ne orijinalinden farklı bir tür ortaya çıktı, ne de farklı bir canlı yaratık,  zaten çıkmaz da.  
        Her neyse evrimciler hayali deliller peşinde koşa dursunlar, şu bir gerçek bir yerde alıcı varsa muhakkak verici de var demektir.  Nitekim alıcı ve verici kavramlar sadece bilim literatüründe kullanılan kavramlar değil,  atalarımızın “Veren el, alan elden üstündür” şeklinde dile getirdikleri atasözüyle de sosyal hayata geçmiş kavramlardır.  Biyolojik hayatta da mesela iki bakteri arasında fiziksel temas ya da bir aracı olmaksızın gerçekleşen gen transferi olayında verici konumdaki hücre reseptörleri  “donör” olarak kavramlaşırken, alıcı konumdaki hücre reseptörleri ise   “resipient” olarak kavramlaşmış durumdadır. Madem alıcı ve verici reseptörler kavramlaşmış durumda, o halde sakın ola ki iki bakteri arasında resipient ve donör ilişkisini “al gülüm ver gülüm” tarzında sıradan bir iletişim ilişkisi olarak algılamayalım.  Tam aksine nizami bir iletişim sisteminin göstergesi diyebileceğimiz sinyal transdüksiyonunda yer alan bir protein maharetine dayalı bir iletişim ilişkisi olarak algılamamız gerekir. Çünkü transdüksiyonla sağlanan iletişim sadece iki bakteri arasında cereyan eden sıradan bir iletişim ilişkisi değil aynı zamanda çeşitli bağırsak bakterileri, pseudomonas, bacillus, staphylococcus ve vibrio türü mikro canlıların dünyasında da görülen sistemsel bir sinyalizasyona dayalı bir iletişim ilişkisidir bu.    
        Bu arada hazır sözü alıcı ve verici ilişkilerden açmışken bu konuyla ilgili biyolojik tanımları ve kavramları maddeler halinde özetle şöyle sıralamakta fayda vardır elbet.   Şöyle ki;
       -Bilindiği üzere bakteriyi enfekte eden virüs diye bilinen bakteriyofajların litik ya da lizogenik şeklinde hayat döngüleri olabiliyor, bazılarında ise her ikisi birden olup virionun çoğalmasının hemen akabinde konak hücrenin parçalanmana ve ölümüne yol açan durum vuku bulmakta. Nasıl mı?  Mesela T4 gibi öldürücü fajlar bunun en tipik örneğini teşkil ederler. Hele bakteriyofajlar her iki koldan hayat döngüsünü başlatmaya bir görsün hemen otonom olarak çoğalıp, sonrasında virionun çoğaldığı konak bakteri hücresini parçalayıp eritmesiyle birlikte sonu ölümle sonuçlanacak bir vukuat hadisesi bulur ki,   böylesi mikro canlı açısından neticelenen acı sonlanma “virülan bakteriyofaj”  hadisesi olarak karşılık bulur.  Bu arada açığa çıkan virionlar,  konak hücreye yaşattıkları acı sonlanmanın akabinde kendilerine yeni bir konak bulmaları gerekir ki yeniden çoğalıp parçalayıcı ve öldürücü etkisini sürdürebilsin.      
          -Bir virüs bir şekilde bakteriye dokunup RNA’sını da içeri enjekte ettiğinde adeta bakterinin rengine bürünüp özdeşleşebiliyor. Dolayısıyla böylesi transdüksiyon olayında (sinyal iletiminde) rol oynayan alıcı hücre (bakteri) lizogen konumda bulunurken, verici hücrenin (virüsün) genleri de kendine yeni karakteristik genetik kazanım edinmiş konumda bulunur. Bu bir bakıma bakteriyofaj aracılığıyla birlikte kromozom çoğalması diyebileceğimiz bir renge bürünmek şeklinde kazanım demektir.  İşte böylesi bakterinin virüs RNA’sına bürünmesi şeklinde ortaya çıkan bu kazanımın adı   “bakteri lizogenik”  döngü olarak anlam kazanır. Ancak bu tür döngü kazanımda yukarıda ki ilk maddede bahsettiğimiz şekliyle konak hücrenin parçalanmasına neden olunmaz. İşte bu nedenledir ki böylesi birbirinde öldürücü şekilde parçalanmaya veya erimeye yol açmaksızın vuku bulan bu ve buna benzer şekilde lizogenik olabilen fajlar ılımlı fajlar manasına “temperate phage” döngü olarak tanımlanırlar. Hatta yine bu ve buna benzer gen naklinde viral genom konak genoma enjekte olduğunda zararsız bir şekilde eşleşip profaj olarak bakteri kromozomuna sokularaktan fajlanması gibi durumlarda  “lizogenik” döngü olarak tanımlanır. Dahası böylesi tanımlamalar eşliğinde özetle şunu diyebiliriz ki bir başka konuk bakterinin bazı genetik özelliklerini bakteriyofaj yoluyla elde ettiği bu tür gen kazanımları “faj konversiyonu” veya “lizojenik konversiyon” olarak anlam kazanmış olur.  Tanımlamalardan da anlaşıldığı üzere yeter ki konak hücre sağlık sıhhati yerinde olsun virüs bir şekilde sessiz sedasız bir şekilde hayatiyetini sürdürecek demektir. Ta ki konak hücrenin sağlık sıhhat şartları bozulmaya yüz tutar işte o zaman pusuya yatıp fırsat kollayan endojen fajlar (profajlar)  hemen puslu havadan istifadeyle tıpkı insanlığın yakın dönemde geçirmiş olduğu pandemi dönemlerini hatırlatır diyebileceğimiz bir refleksle konak hücre parçalanmasıyla birlikte ölümüne yol açarda.          
      -İki bakteri arasında fiziksel bir birleşme veya bir bakteriyofaj aracılığı olmaksızın gerçekleşen genetik madde aktarımı genetik bilim dalında  “transformasyon”  kavramıyla ifade edilir. Dikkat edin kavramın sözlük anlamından da anlaşıldığı üzere genetik madde aktarımında veren el  “donör” olarak addedilirken, alıcı el ise  “resipient”  olarak addedilir.
       -İki bakteri arasında stoplazmik köprü vasıtasıyla birinden diğerine genetik madde transfer etme olayı “konjugasyon” diye tanımlanıp, konjugasyonda rol oynayan verici bakteri hücresi  “erkek (F + (fertil)” olarak addedilirken, alıcı konumda F faktörü taşımayan bakteri hücresi de  “dişi  (F – bakteri hücre)” olarak addedilir. Ayrıca erkek bakterilerde bakteri kromozomundan farklı olarak adına seks faktörü denen F (fertilite=döllenme) faktörü daha vardır ki,  tıpkı Koli Basili E.coli bakterisinde olduğu gibi verici özelliği ile bu faktör sayesinde bakteri kaynaşması vuku bulmakta. Nitekim erkek ve dişi bakteriler aynı ortamda bulunduklarında erkek bakteriden dişiye gen aktarılırken F faktörünün devreye girmeli ki bakteri kaynaşması vuku bulmuş olsun. Zira DNA aktarımında F faktörünün bir hücreden diğerine geçişi seks pilusların (fimbriumların)  aracılığıyla gerçekleşmektedir.        
         -Kromozomlardan apayrı madde olarak değerlendirilen ve içerisinde bulunduğu bakteriye bazı özellikler katma özelliği el dikkat çeken bir diğer kromozomdan ayrı DNA parçaları faktörüne  “plazmid” denip, konak organizmanın kromozom DNA’sıyla sentezlenip bütünleştiğinde “epizom” olarak anlam kazanır. Nitekim bunda F- faktörü plazmid oluşumunun tipik bir örneğini teşkil edip epizomlar olarak otonom çoğalabildikleri gibi kromozoma entegre olarak da çoğalmaktalar.
       -Ebeveynlerin kromozomlarında bir takım değişikliklere paralel annelik ve babalık yönünden geçiş yapan DNA lokus allellerinin çocukta bir baz ileri ya da geri şeklinde bir takım değişikliklerin tezahür etmesi genetik bilim dalında “mutasyon”  kavramışla karşılık bulur. Nitekim mutasyonlar genellikle ani değişiklikler olarak karşımıza çıkıp canlı organizmanın yapısında değişikliğe yol açan mutajenik etkilerin başında daha çok çevresel ve kimyasal faktörlerin yanı sıra ultraviyole veya iyonize olmuş ışınlar gibi bir dizi etken unsurlar gelmektedir. İşte bu nedenledir ki bir dizi etken unsurların etkisiyle oluşan mikroorganizmanın genetik yapısında dışa yansıyan fenotipik değişiklikler   ”modifikasyon” olarak addedilip anlam kazanır. Bir başka ifadeyle bir mikroorganizma üzerinde oluşabilecek bir kısım arızi değişikliklerin kahır ekseriyeti yukarıda sıraladığımız etken unsurların oluşturduğu bir takım kırılmalara bağlı olarak tezahür etmekte. Her ne kadar sonradan nüksetmiş değişiklikler canlı için zararlı değişiklikler olarak karşımıza çıksa da şu da bir gerçek çok nadirde olsa faydalı mutagenik değişikliklerin olabileceği durumlar da söz konusu olabiliyor. Nasıl mı? Mesela bir bakteri düşünün ki o bakterinin işine yarayacak faydalı türden mutasyon oluşumu vuku bulabileceği gibi bakteri bünyesinde antimikrobik madde karşıtı dirençli mutantların teşekkül etmesiyle birlikte antibiyotiğe karşı daha az hassaslığı da söz konusu durum vuku bulmakta. Hatta mutasyon hadisesiyle birlikte bir bakıyorsun sırf bakterinin kendine özgü pigment, spor, kirpik gibi genetik karakteristik özellikleri bir anda pigmentsiz, sporsuz ve kirpiksiz mutant durumlar ortaya çıkabiliyor. Hatta ve hatta bir kısım mikroorganizmaların kromozomunda bulunan lokus allellerinin spontan veya mutagen etkilere eğilim göstermesi de genler üzerinde ani değişikliklerin ortaya çıkmasına yol açabilmekte. Öyle ki bu tip değişikliklerde bilhassa hücre çeperinin yapısında mutasyon kaynaklı bir arızi durum ortaya çıktığında ister istemez bakteri kolonisinin morfolojisinde, antijenik yapısında veya virulansı üzerinde birtakım değişmelerin görülmesi kaçınılmaz hal alabiliyor. Örnek mi?  Mesela Diplococcus pneumoniae kapsüllü veya kapsül durumuna göre tiplere ayrılıp bunların kapsül oluşturma yeteneğini kaybetmeyen türlerinin mutant suşları deney hayvanları üzerinde hastalığa neden olan patojenik virülans bir durum oluştururken, kapsül oluşturma yeteneğini kaybeden R yabanıl ve Vestigial mutant soylarının ise tam aksine avirulantlık durumu oluşturur.
       Escherichia colinin bazı bakteriofajları ve mikro DNA virüslerin (Parvovirüsü) DNA’sı tek zincirlidir. Orta büyüklükte virüsler (Reoviruslar) ve bazı bitki virüslerin genetik maddesi ise çift sarmallı parçalı yapıda bir RNA’dır. Fakat bakterilerde belirleyici özellikte genetik karakter DNA olup, haploittirler, yani n kromozomludur. Aynı zamanda bakterilerde konstitutif enzim diye tanımlan enzimler adına uygun davranıp bir şeyler oluşturmak üzere konuşlanmışlardır. Nitekim glikozun kullanılması ile ilgili enzimler de böyledir.
       -Ortamda sadece indükleyicilerin varlığında (substrat) sentezlenen enzimlere “indüklenebilen enzimler” diye tarif edilir.
       -Kolay ve çabuk kullanılabilen maddelerin ortamda bulunmasıyla birlikte bakterilerin metabolizmasına yönelik gerekli enzim sentezinin önüne geçilmesi olayı “katabolit represyon”  kavramıyla ifade edilir. Keza yine birtakım biyokimyasal olaylar sonucu hücre içerisinde yeterli derecede ürün sentezi için gerekli enzim yapımının baskılanması işlemi de  “son ürün baskısı”  kavramıyla izah edilir. Zira bakterilerde enzim sentezi ile ilgili genlerin fonksiyon görmesi bir regülâsyona tabiidir. Fakat bu regülâsyon ancak bir takım genlerin kontrolü altında işlem görebiliyor. Nitekim bakteri ya da virüs genomunda herhangi bir biyolojik faaliyet için repressör (baskılayıcı) proteinleri bağlayan hemen yanı başındaki genin transkripsiyonunu kontrol eden, yetmedi DNA üzerinde ard arda dizilen genlerin önü sıra koşan enzimlerin fonksiyon görüp görmeyeceğini kontrol eden “operatör gen” bulunmaktadır. İşte bu tanımdan da anlaşılan o dur ki;  DNA direktiflerinin mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırılması operatör genin öncülüğünde start almaktadır. Dolayısıyla genetik bilim dalında tek bir promotörün himayesi altında bir gen kümesi içeren ve operatör gen kontrolündeki enzim sentezi ile alakalı genlerden oluşan küme görünümü birime “operon” adı verilmektedir. Operon genin dışında veya DNA molekülünün bir başka kısmında ise düzenleyici (regülatör) gen bulunur ki, bu tip genlere regülatör gen denir.  Hatta bunlar operon genin fonksiyon kazanmasında bile düzenleyici rol üstlenirler. Dahası birtakım enzimlerin sentezi regülâsyona tabii veya endeksli olduğu gibi bizatihi DNA ve RNA’da regülâsyona tabiidir. Anlaşılan protein sentezi için lüzumlu olan genetik şifreyi veya yazılımı DNA’dan ribozomlara götürüp, bu iş için özel protein enzim yapımını sağlayan RNA moleküllerinin oynadığı rol çok önem arz etmektedir. Bu arada protein sentezi esnasında birden fazla ribozomun mRNA üzerinde bağlanmasının akabinde oluşan yapı  “polizom” kavramıyla ifade edilir.
        -DNA molekülü bir eksen etrafında minare merdiveni şeklinde heliks teşkil eden 2 spiral halkadan meydana gelir. Dolayısıyla minare görünümlü merdivenimsi spiral halkayı teşkil eden nükleik asitlere “nükleotit” denmektedir. Malum nükleotidin yapı elamanlarını ise fosforik asit, deoksiriboz ve dörtlü azot baz içeren; “adenin, guanin, timin ve sitozin “oluşturmaktadır. Derken DNA çift sarmal halka yapı içerisinde konumlanmış yapı elamanlarının spiral merdivenimsi basamaklarının bir halkasını  (ipliğini) “pürin molekülleri” (adenin ve guanin bazları) oluştururken, diğer halkasını ise “pirimidin molekülleri” (sitozin ve timin bazları) oluşturmaktadır. Bu arada unutmayalım ki bir takım oluşumlar da mesela bakteri DNA moleküllerinde adenin yerine 6-amino pürin yer alırken, bazı bakteriyofaj oluşumlarında sitozin yerine 5-hidroksi metil stozin yer alır.
        -Azot, mikroorganizmaların protein yapısında bulunabildiği gibi özellikle nükleik asitler, pürin ve pirimidinlerin yanı sıra çeşitli enzimlerin dünyasında da önemli konumda bulunurlar. Önemi şundan besbellidir ki bir takım bakteriler bilhassa bitki köklerinde nodüller halinde azot fiksasyonu görevi ifa etmek için vardır.  İyi ki de varlar, genellikle baklagillerin köklerinde yaşayan havadaki azotu toprak altında tutan ismiyle müsemma azot bakterileri sayesinde azotlu bileşiklere dönüşümü vuku bulabiliyor. Ki; bu tip bakteriler yonca, bezelye ve fasulye gibi baklagillerin köklerinde her daim hazır aktif halde bu iş için konuşlanmışlardır. Hem pasif halde konumlanmış olsalar ne mümkün ki havadaki azot toprak içerisine alınaraktan azot bileşik oluşturulabilsin,  ya da ne mümkün ki toprağa bağlanmış eriyik azottan mahrum kalan herhangi bitkinin doğup büyümesi gerçekleşebilsin. Hele bilhassa nadasa bırakılmayan tarlaların besleyici özelliğini kaybetmesi azotsuzluğa delalet sayılıp, işte bu yüzdendir ki çiftçiler belirli aralıklarla kendi belirledikleri mevsimsel dönemlerde tarlayı değişik ürünlerle tohumlarını ekmeyi yeğlerler. Neyse ki artık teknolojik gelişmeler eşliğinde atmosferden suni bileşik azot elde etme yolları keşfedilmesiyle birlikte problem gibi görünen bu mesele aşılabilmiştir. Bu arada açlık korkusu da bu uygulama sayesinde tarihe karışmış oldu.
         İşte yukarıda maddeler halinde sırladığımız tanımlamalar eşliğinde hücre içerisinde yaptığımız tekne turunda görüldüğü üzere sırf olumlu manzaralarla karşılaşmış olmuyoruz, hiç kuşkusuz istenmeyen kazaların yol açtığı bir takım olumsuz manzaralarla da karşılaşmaktayız.  Ama bu demek değildir ki bu olumsuz karşılaştığımız manzaralar süreklilik arz edecek ya da büsbütün bir başka türden bir manzaraya dönüşecek. Tam aksine her şey aslına dönmektedir.
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucre-icinde-tekne-turu-5901-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty GENETİK KOD DÜNYAMIZ

Mesaj tarafından Selim Ptsi Tem. 04, 2022 5:21 pm

GENETİK KOD DÜNYAMIZ
     SELİM GÜRBÜZER
      Kalite kontrol kavramını sıkça duyar olduk artık. Peki, iyi hoşta kalite kontrol sistemi sadece dünyevi beşeri ilişkilere has bir olgu mudur? Elbette ki hayır. Çünkü mikro âlemde de İlahi güç tarafından tanzim edilmiş bir kontrol sistem ağının varlığı söz konusudur.  Ki, Yüce Allah’ın  “Ol” emri doğrultusunda üreme hücrelerinde mevcut genler vasıtasıyla kalıtım olayının kontrol edildiği malum. Zaten kontrol edilmesi de gerekir. Çünkü Yaratıcı güç böyle murad etmiş ve üreme olayı da bu şekilde kontrol altında tutulmuştur.  Nitekim Mendel, bezelyelerle yaptığı çalışmalarla genetik karakteristik özelliklerin en az bir çift gen tarafından kontrol edilip belirlendiğini bildirmiştir. Bu yüzden her bir gen çifti aynı karakteristik özelliklere sahip allel genler olarak da adından söz ettirmiştir hep. Belli ki kâinatta hemen her şey çift yaratılmış, dolayısıyla her bir çift genin bir araya gelmesiyle birlikte birbirini tamamlayan “homozigot” veya  “heterezigot” lokus aleller olarak sahne almakta. Zaten genlerin kromozomlar üzerinde konumlanıp ve bir hücrede her bir kromozomdan iki adet bulunması hasebiyle her bir hücrede genlerin bir çift halde bulunması son derece gayet tabii bir durumdur. Ancak şu da var ki; yumurta ve sperm hücrelerinin kendi üreme organlarında eşsiz bir şekilde değim yerindeyse bekâr olarak konumlanması tek başına bir anlam ifade etmez,  illa ki evlenecek çiftlerin bir araya gelip izdivaca girmesi gerekir ki üreme olayından beklenen maksat hâsıl olsun. Aksi halde insan neslinin devamından söz edemeyiz.  Bu arada insanoğlu, tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş, yoksa yumurta mı tavuktan meydana gelmiş diye düşüne dursun, sonuçta katkı sunmak bakımdan tavuk cenine değil, yumurta cenine (embriyon)  hem besin kaynağı olmak bakımdan hem de üremeyi gerçekleştirecek olan döl hücresine aracılık yapmak bakımdan katkı sağlamaktadır.  Böylece yumurtanın bu aracılık fonksiyonu üstlenmesi sayesinde gen dünyasının gayet koordineli bir şekilde harekete geçmesiyle birlikte “zigot” oluşumu vuku bulmaktadır. Hatta biyoloji bilim dalında zigot oluşumu hadisesi spermin ve yumurta hücresinin vuslatı anlamında diyebileceğimiz  “gametogenezis” olarak karşılık bulur da. Kur’an’da ise bu anlamın karşılığı “Şüphesiz biz insanı çamurdan bir sülâle yarattık” (Müminun, 23/12) diye beyan buyrulan ayetin mana ve ruhuna uygun olarak embriyonun birinci safhasının akabinde oluşan zigot safhasına karşılık gelen bir anlamlanmadır bu.  Nitekim Müfessir Hamdi Yazır, Kur’an’da “Sonra onu kararı mekinde nutfe yaptık” (Müminun, 23/13) diye beyan buyrulan ayette geçen  “kararı mekin” ibaresi ve yine bir başka ayette geçen “hamei mesnun” ibarenin aslında insan tohumuyla eş anlamda olan ‘nutfe’ olduğunu tefsir eder.
           İşte yukarıda zikrolunan “siyah, kokar cıvık çamur” ibareleriyle tefsir edilen Kur’an ayetlerin mana ve ruhundan öyle anlaşılıyor ki:
          -İlk yaratılış kodlarımız “toprak ve çamur” ibarelerine karşılık geldiği,  
          -Toprak ve çamurdan sonra organik gıda maddeleri temsilen  “kokuşan et-sallelahm” anlamına gelebilecek “salsal” ibaresi koduna karşılık geldiği,  
          -Salsal’dan yaratılan hücre kodunun da   “hamei mesnun” ibaresi koduna karşılık geldiği yönünde çok açık işaretler vardır  (Bkz. Hicr Suresi, 15/28, 33).   Öyle ya, madem Kur’an’da zikrolunun ayetlerde yaratılış kodlarıyla ilgili birçok ibareler ve işaretler var,  o halde bu durumda yaratılış mucizesini bir tek “nutfe” koduyla sınırlı tutmayıp, icabında daha kapsamlı bir şekilde  ‘Âdemi zigot yaratılış’ kodu hücresi olarak da telakki edebiliriz pekâlâ.  Zira insan tohumuna karşılık gelen  “nutfe”   ibaresi çok hücreli döneme geçişi temsil eden embriyonik aşamanın en ileri safhasıdır.
        Her neyse başta zikrettiğimiz tavuk mu yumurtadan meydana gelmiş, yoksa yumurta mı tavuktan meydana geldi konusuna döndüğümüzde, sonuçta Kur’an’da geçen yaratılışla ilgili işaret ibareler bize gamet hücrelerinin bir araya gelip döllenmesiyle oluşan zigotun akabinde gelişecek olan genetik hücre bölünme süreçlerinin tamamlanmasının neticesinde yumurtadan tavuğun (civciv) çıkmasını daha çok ön gördürmekte. Tabii yaratılış sürecini sadece yumurta kabuğunun çatlayıp tavuğun ortaya çıkması hadisesiyle de sınırlı tutmak doğru olmaz,  Yaratılış sürecini icabında yumurta kabuğunun çatlaması hadisesinin bir başka versiyonu diyebileceğimiz anne karnında gelişen embriyonun 9 ay sonrası insan yavrusu olarak dünyaya gelmesi gibide düşünmek pekâlâ mümkün. Nitekim anne karnında embriyo hayatı yaşayan bir cenin veya fetüs ne zaman ki göbek bağı kordonuyla irtibatını keser işte ancak o zaman amnion kesesinden çıkıp dünyaya nur topu bebek olarak gelivermiş olur. Şöyle ki; yumurta ve spermlerin her biri tek bir gene sahiplerdir. Dolayısıyla döllenme denen hadise spermatozoit ve ovaryum hücrelerinin bir araya gelip genetik kodların buluşması sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Demek oluyor ki, canlı neslin devamı için elzem olan sperm ve yumurta hücrelerinin üretimi rast gele bir şekilde tesadüfen oluşmamakta. Tam aksine kendi bulundukları üreme tesislerinde  (üreme organlarında) belli bir sistematik program dâhilinde entegre bir şekilde gamet üretimi gerçekleşmektedir. Öyle ki kendi üretim tesislerinde üretilen gamet hücreleri değişik aşamalardan geçtikten sonra izdivaca hazır bir şekilde üretim gerçekleşmekte. Bu yüzden ekonomi alanında entegre tesis kavramı denince bir ürünün üretimden itibaren tüm süreçlerin kontrol edildiği tesislere verilen ad olarak akla gelir. Biyolojik alanda da malum entegre tesis deyince  “vücut (somatik) hücrelerini üreten üretim tesisleri ve cinsiyet (eşey-gamet)  hücrelerini üreten üretim tesisleri akla gelir. Madem öyle, hazır üretim tesislerinden söz etmişken üreme hücreleri ile vücut hücreleri arasındaki en temel farkı ortaya koymakta fayda vardır.  Neymiş o fark denildiğinde hiç şüphesiz aralarında en belirgin farkın vücut hücrelerinin (2n) kromozoma sahip olması, üreme hücrelerinin ise tek bir (n)  kromozoma sahip olmasıdır. Bu demektir ki anneden gelen tek bir (n) kromozom, babadan gelen tek bir (n) kromozomu karşılayıp, böylece yeni bir canlının temeli atılmış olunmakta. Tabii anne karnında tüm bu olup bitenlerden habersiz bir şekilde dünyaya geliveren nur topu bebekler, neyse ki dünyaya geldiklerinde bu kez dünyada ne olup biteceğinden haberdar olarak yaşayıp ömür sürecelerdir. Derken dünyada ki ömrü tamamlandığında bu kez tıpkı anne karnında geçirmiş olduğu hayat sürecinde olduğu gibi yine sil baştan öteki âlemde başına neler gelip gelmeyeceğini bilemediği ahiret yurduna göç etmiş olacaktır. Hele her doğan çocuğun dünya yurdunda kalacağı konaklama süresi bir yana, asıl doğduğunda annenin şefkat kollarında nasıl ki kendini korunaklı kıldıysa aynen buluğ çağında da bu kez kendi kendini kontrol edecek mekanizmaların kollarında her türlü haramlardan ve çirkinliklerden kendini amel-i salih koruma zırhıyla korunma becerisini gösterebilmek çok mühimdir.  
        Dikkat edin kendi kendini kontrol edecek mekanizmaları oluşturmak ve geliştirmek dedik,  bu da ancak kulluk bilincine varmak ve İslami hayat yaşamakla mümkün, dolayısıyla bu noktada kulluk bilincini genetik kodlardan beklemek abesle iştigal olur. Çünkü gen dünyası bambaşka bir dünyadır. Bu yüzden gen dünyasına iyiyi kötüyü birbirinden ayıran herhangi bir mekanizma ya da herhangi bir ilham verici olgu gözüyle bakmak yerine bir “bilgi programı paketi” olarak bakmak en doğrusu. Nitekim gen dünyasının bilgi koduyla yüklü bilgi paketi programı olduğu şundan besbellidir ki maddenin en küçük temel birimi olan atomları kendinde toplayabilmiştir. Şayet kendinde toplamamış olsaydı bilinçsiz maddenin kendi kendine bilgi üretecek ne paket programların varlığından söz edebilirdik ne de hücre içerisinde DNA başkanlığında yürütülen paket programlardan. Hele ki işin içinde bir de hücre âlem söz konusu olunca işin boyutu daha da değişip bambaşka bir hal almakta.  Öyle ki hücre içi faaliyetler organizmanın belirli bir hiyerarşik düzen içerisinde işlerlik kazanabilmesi için bilgi yüklü DNA ve RNA denen paket programın varlığına ihtiyaç vardır. İşte adına bilgi yüklü paket programlar dediğimiz genler bu noktada devreye girerek bir noktada canlı hayatına dirlik kazandırmaktalar. Hem nasıl dirlik kazandırmasın ki, bikere her şeyden önce gen dünyası DNA moleküllerinden teşekkül etmiştir.  Dolayısıyla yarı anne ve yarı babadan gelen genetik karakterlerin yavrulara geçmesini sağlayan genetik dizilimin lideri hiç kuşkusuz DNA olup organizmanın şekillenmesinde rol oynayan hücre içi tüm hayati faaliyetler onun başkanlığında gerçekleşmektedir.    
        Düşünsenize 46 kromozomlu bir zigotta 2 ila 3 milyon arası bir sayıda gen bulunup kullanılan ya da kullanılmayan bu kadar sayıda gen topluluğu zigot içerisinde adeta adrese teslim bir şekilde beyin, akciğer, mide, rahim, göz, kol ve bacakları oluşturacak hücreler halinde vücut azalarına dönüşümünü belirleyebiliyorlar. Böylece adrese teslim herhangi bir organa ait hücrenin gen sayısına baktığımızda dile kolay 10.000’li rakamlarla telaffuzu zor sayıda gen dünyasıyla karşılaşabiliyor. Her ne kadar rakamların dilini telaffuz etmekte zorlansak ta sonuçta dünyaya gelecek insan vücudunu oluşturan organlar ne bir eksik, ne bir fazla tam da dengi dengine denk gelen rakamlarla şekillenmekte. Öyle ki vücudu oluşturan tüm organların şekillenmesinde etken rol oynayan genler, her organın hücre yapılarında bulundukları konum ve özelliklerine göre ya dominant gen (baskın gen) halde ya da resesif gen (çekinik) gen halde konumlanmaktalar.  Örnek mi? Mesela siyah gözlülük baskın gen olarak sahne alırken, mavi gözlülük resesif gen olarak sahne alır. Bu nedenledir ki genetik kodlamalarda dominant genleri büyük harflerle kodlanırken, resesif genlerde küçük harflerle kodlanır. Tabii burada genlerin baskın ve resesif oluşumları üzerinde dikkat kesilmek yerine asıl gen dünyasının akıl almaz sırlarına ve gen diziliminde ki mükemmeliyetine dikkat kesilmek daha doğru bir tutum olur. Gerçekten de gen dizilimindeki mükemmeliyete dikkat kesildiğimizde kromozomları oluşturan nükleotidlerin çift sıra halde dizilim gösterdiklerini müşahede etmiş oluruz.  Derken bu sayede kromozomlar üzerinde oluşan STR DNA gen bölgelerini (kısa tekrar dizilimi)  genetik okuma cihazlarında lineer bir diziliş şeklinde gözlemlemiş oluruz. İşte bu gözlemleyebildiğimiz birbiri ardı sıra dizilen STR DNA gen bölgelerinin bulunduğu özel konuma “lokus” denmektedir. Nitekim genetik okuma cihazların monitörlerinde pik şeklinde izlediğimiz yarı anne ve yarı babadan çocuğa geçen kromozomlar aslında aynı lokus bölgelerinde konumlanan allel genlerden başkası değildir.  Ki;  her bir lokus allel genin kodu belli bir sekans sayıda atomik döngüyle belirlenir. Mesela pürin gurubundan azotlu bir bileşik diye addedilen adenilik asit “Adenin-Pentoz-Fosfat”dan oluşan bir nükleotid olup 39 atomdan meydana gelmiştir. Üstelik bu 39 atomluk yapı DNA’nın yapısını oluşturan dört nükleotid bazdan sadece bir tanesini teşkil eden bir yapıdır.   Bir başka ifadeyle 13 karbon, 11 hidrojen, 9 oksijen, 5 azot ve 1 fosfor içeren pürin yapıdır. Hele birde bunu insan DNA’sını tümüyle birlikte düşündüğümüzde vücudumuzun yaklaşık 210 milyar kadar atomla donatıldığı bir dünya ile yüzleşmiş oluruz. Tabii bu zahiri yüzleşmedir, birde bir başka daha yüzleşeceğimiz dünya vardır ki, o da vücudumuzda mevcut atomların çekirdek etrafında dönen elektronların seyriyle her biri her an her salise Allah’ı zikretmekte olduklarını idrak ettiğimizde biliniz ki batini dünya ile yüzleşmiş oluruz.  Ama ne var ki,  kahır ekseriya bundan bihaberiz. Her ne kadar bihaber olsak bile bu atom dünyasında kurulan zikir halkası tâ kalubeladan beri levh-i mahfuzumuz kader kitabı diyebileceğimiz DNA’mızda kodlanıp Mevlana’ca dönmekteler de zaten.
        Evet, her şeyin bir zahiri yönü var, bir de manevi yönü. Dış ve iç birbiriyle ilişkilidir zaten. Bu yüzden dış âlem, iç âlemin bir nevi fotoğrafı sayılmaktadır. İç âlemse dış kalıbın ruhu mesabesinde, yani dışın görünmeyen yüzü olarak yansır hep. İşte zahir ve batın ilişkisinden hareketle bir organizmanın sahip olduğu genlerin iç görünüşüne “genotip”, genotipin dışa yansıması veya bir organizmanın dış görünüşüne de  “fenotip” dersek maksadımızı aşmış sayılmayız, pekâlâ böylede tanımlayabiliriz dersek yeridir. Tabii genetik dünyasında tanımlamalar bunlarla sınırlı değil elbet, dahası var. Nitekim kromozomların sayıca, şekilce ve büyüklük yönünden tespitine “karyotip” denirken sınıflandırılmasına da “idiyogram” denmektedir. Hakeza canlı olan ve kendine benzer eşlerini yapabilen kalıtım birimleri de Pangen (DNA) diye tarif edilir. Dahası pangenler gruplanarak “id” denen genleri meydana getirir, id’lerde linear tarzda dizilip idantları oluştururlar. Bir başka ifadeyle kalıtım materyali “idioplazma” olarak addedilirken, kromozomlar “idant”, genler ise   “id” olarak addedilirler.  Tüm bu adlandırmalar eşliğinde mesela DNA, değim yerindeyse halk dilinde gen kimliğimiz olarak karşılık bulur. Böyle karşılık bulması da gayet tabii bir durumdur,  Çünkü DNA yaratılış kodlarımızı da akla düşürüp hatırlatan bir kimliktir bu.  Hatta DNA sayesinde ışığa karşı hassas göz hücreleri, acıyı tatlıyı ayırt edebilecek dil hücreleri, hatta sıcağı soğuğu hissedebilecek sinir hücreleri, ses dalgalarını duyacak kulak hücreleri, yediğimiz besinleri sindirecek sindirim hücreleri gibi tüm oluşumlar vücut bünyemizde işlerlik kazanmış olur da. Dahası hücreler anne karnında zigot haldeyken göz, kalp ve beyine dönüşmesi ve dönüşen bu yapıların dünya şartlarına göre dizayn edilmesi aklın kavrayamayacağı işler gibi gözükse de bu noktada Yüce Allah’a teslim olup kalben ve dille Amenna ve Saddakna demek düşer bize.  Hem Allah’a teslim olalım ki Allah Teâlâ’nın Kuran’da; “O, Sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa yaratıp (diğer yaratılışa çevirip kemale erdiriyor) duruyor. İşte Rabbiniz Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka ilah yoktur. O halde nasıl halktan çevrilirsiniz” (Zümer Sûresi (39),  6. Ayet)  diye beyan buyurduğu ayet-i celilenin mana ve ruhu karşısında boyun büküp aciz kullar olduğumuzu idrak etmiş olalım. Hem nasıl idrak etmeyelim ki, baksanıza Kur’an’da adı geçen  “üç karanlık” denen safhalar bir bakıyorsun Müminin suresinin üç ayetinde insanın yaratılış kodlarının çamurdan start alıp; birinci safhasındaki yaratılışının çamurdan bir sülâle şeklinde diyebileceğimiz ilk insan hücresine yaratılış kodu olarak kodlanılması, ikinci safhada bu yaratılış kodunun ‘kararı mekin’de (özel ortamda yaratılan yumurtadan)  nutfeye evirilerekten bir yaratılış kodu olarak çok hücreli embriyonal safhaya evrilmesi (Müminun, 23/13), üçüncü ayette ise tesviye safhası Müminun, 23/14) zikredilmeksizin onun “nutfe, alâka ve mudga” ibareleriyle zikredildiğini müşahede etmekteyiz.
     Hadi diyelim ki yukarıda zikredilen ayetlerin mana ve ruhundan bihaber kaldık, okullarda bize öğretilen ve adına “Pangenezis”  denen teoriye bir bakıyorsun icabında Yüce Yaradanı hatırlatmaya vesile olabiliyor.  Her ne kadar okutulan teoriler okullarda yaratılış gerçeğini hatırlatacak şekilde okutulmasa da bir şekilde ileri sürülen teoriler sayesinde en azından genetik kodlarımızın araştırılmasına yönelik genetik biliminin doğmasına vesile oldu diyebiliriz.  Hele ki genetik dünyasında hızlı ilerlemeler bize gösteriyor ki,  basit bir proteinde olsa kendi kendine çoğalması asla mümkün değildir. Çünkü protein enzimlerini oluşturmak için DNA ve RNA’ya ihtiyaç vardır. Yetmedi genler arası koordinasyonun sağlanmasına da ihtiyaç vardır. Hele Jacques Monod’in ileri sürdüğü teoriye göre meseleye baktığımızda regülatör (düzenleyici) genlerin repressör madde göndererek operatör genlerin faaliyetini durdurup askıya aldıklarını gözlemlemiş oluruz. O halde teoride olsa içinde hakikat payı olacağını düşünerekten es geçmemek gerekir, İşte bu ileri sürülen tezlerden hareketle çok rahatlıkla şunu diyebiliriz ki; operatör genler ancak repressör madde gelmediği zamanlarda strüktürel genlere işlerlik kazandırabiliyor. Böylece işlerlik kazanan strüktürel genler mesajını mRNA vasıtasıyla ilgili yerlere ulaştırıp, ribozom üzerinde protein sentezi gerçekleştirilmiş olur. Ama gel gör ki evrimciler materyalizmi desteklemek adına bir bakıyorsun hücre içerisinde son derece kompleks yapıda protein moleküllerinin kendiliğinden var olduğundan dem vurup ateizme kol kanat germekteler habire. Hâlbuki bir protein ve çekirdek asidinin kendiliğinden oluşabilme ihtimali, tıpkı Stokrom-c’nin dizilimini meydana getirme ihtimalinin daha üst fevkinde astronomik rakamlarla ifadesi zor bir ihtimal hesabıdır bu.  Belli ki protein oluşumu insan ufku ötesinde yaratılış gerçeği ile alakalı bir husus olup, her protein molekülün şifresini taşıyan yapısal genler (strüktürel genler)  tek kodluk ferman (Ol emri) için özel bir görev üstlenmiş olurlar. O halde bu durumda  “Ferman padişahındır” demek düşer bize.
         Genetik dünyasına şöyle baktığımızda insan DNA’sı 46 kromozomlu bir donanıma sahip olmakla aslında her bir hücrenin yaklaşık 20 bin sayfalık bilgi külliyatına denk düştüğünü gösterir. Üstüne üstük her bir sayfada özellikleri belirtilen her bir hücre bileşeni belli bir misyon üzerine faaliyet gösterip birbirlerinin görev alanlarına kesinlikle müdahil olmazlar.  Nasıl mı?  Mesela pankreas hücrelerinin insülin salgılama işine bir diğer hücre müdahil olmadığı gibi bu iş için kendi kendine gelin güvey olup üstüne vazife edinmez de. Çünkü üstüne vazife karar verici merci DNA'dır. Bu yüzden hiç bir hücre bileşeninin,  hücre içi faaliyetlerde ne kraldan çok kral kesilmesine müsaade edilir ne de kendi başına buyruk kesilmesine. Dile kolay 46 ciltlik dev bir ansiklopedik bilgi külliyatından söz ediyoruz, az buzda değil,  elbette ki bu durumda her bir hücre bileşenlerinin faaliyetlerini DNA’nın direktifleri ve bilgisi doğrultusunda gerçekleştirmesi son derece anlamlı ve yerinde bir karardır. Gerçekten de insan bedenin oluşturan devasa büyüklükte böylesi külliyatın her bir sayfası incelendiğinde bu iş için kendini protein üretmeye adayan amino asitlerin belli bir tertip üzere sıralandığı görülecektir. Zaten genetik kod dünyasında tüm bilgilerin proteinlere çevrilme işleminde esas olan da hücre içi faaliyetler için bilgi kümesi oluşturmaktır. Aslında bilim dünyası terminolojisinde kodon olarak adlandırılan üç nükleotitlik diziler ile amino asitler arasındaki ilişkiden doğan bilgi koduna dayalı bir bilgi kümesi oluşturma işlemi faaliyeti kod oluşturma işlemcisi olarak karşılık bulan bir işlemdir. Nitekim bilgi işlem kodu oluşturulurken de malum her bir nükleik asit dizisindeki üçlü kodon genelde tek bir amino asidin belirleyicisi durumda bir bilgi kodonu olarak işlem görür. Ancak öyle durumlarda vardır ki; bilgi işlemcisinin hücre içi faaliyetlerde nükleotid sırası yer değiştirdiğinde veya herhangi bir yol kazasına uğradığında her bir kodonun (diziliminin)  karşılığı olan amino asitler bir başka protein molekül yapışana dönüşebiliyor.  Ve sonradan oluşan bu tür arızi dönüşümlere dış faktörler neden olabileceği gibi iç faktörler de olabilir. Nitekim her bir faktörün neden olduğu etken unsurları irdelediğimizde mesela ultraviyole ışınları,  toksik maddeler, radyasyon,   elektrik şokları gibi daha pek çok dış faktörlerin amino asit denen bant varı bileşikler üzerinde kırılmalara ve bozulmalara sebebiyet teşkil etmektedir.  Derken bu arızı kırılmalar ve bozulmaların neticesinde “mutasyon” hadisesi vuku bulmakta. Ancak bu demek değildir ki mutasyon hadisesi vuku buldu diye mutasyona uğrayan canlı türün orijinalinden farklı olaraktan bir başka canlı yaratık türeyiverecektir.  Bikere orijinalinden farklı bir başka türden canlı yaratığın türemeyeceği şundan besbellidir ki,  mutasyon denen hadise aynı canlı türün sınırları içerisinde gerçekleşebilen bir arızı değişikliktir, bu durumda nasıl türeyiversin ki. Dolayısıyla canlının kendisiyle sınırlı kalacak böylesi bu tarz arızı değişikliklerden sınır ötesi yeni bir tür yaratığın türeyeceğinin hayaline kapılmak abesle iştigal bir tutum olur. Ama gel gör ki evrimciler,  her şeyde olduğu gibi bu hususta da sınıfta kalmaya mahkûmdurlar.  Hem kaldı ki mutasyon denen hadise bir takım dış kaynaklı diyebileceğimiz kimyasal maddeler, X ışınları, ultraviyole ışınları ve kozmik ışınların etkisiyle DNA üzerinde kısmi kırılmalara yol açacak değişiklikler olarak karşımıza çıkmakta. Yani işi tersinden düşündüğümüzde asla ve kat’a bir başka canlı türün çıkmasına yol açacak değişiklikler olarak karşımıza çıkmaz.  Hani kel derman bulsa başına sürer deriz ya hep,  aynen öyle de mutasyonda derman bulsa kendi bozunumuna (kel başına)  sürüp çare olacaktır, ne var ki değil çare olmak kendisiyle beraber hasar verdiği organlarda zarar görmektedir. Şimdi bu durumda evrimcilere sormak gerekir;  mutasyon bu zavallı haliyle nasıl olurda yeni bir canlının türemesine çaredir diyebiliyorsunuz doğrusu şaşmamak elde değil.  Oysaki mutasyonun bizatihi kendisi başlı başına kısır döngü bir hadisedir.  Dolayısıyla bu haliyle kalıcı bir döngü oluşturamayacağı gibi yeni bir türde oluşturamayacaktır. Varsayalım ki oluştursa bile ömürleri pamuk ipliğine bağlı diyebileceğimiz hayata dayanıksız varlıklar olarak karşımıza çıkacaktır.  Zira katır örneği bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten.  
         DNA ve RNA’nın bütün çeşitleri ve diğer kompleks moleküller inanılmaz bir düzen içerisinde hücre içerisinde yer almışlardır. Hatta Evrimci Prof. Ali Demirsoy bile bu müthiş düzen karşısında;  “Yaşam için mutlaka var olması gereken temel proteinlerden Stokrom-C’nin tesadüfen oluşma ihtimali bir maymunun daktiloda hiç yanlış yapmadan insanlık tarihini yazma olasılığı kadar azdır” itirafında bulunabilmiştir. İtirafta bulunması iyi hoşta, yine de ifadelerinde insan aklının alamayacağı bu durumu ilahi güce dayandırmayıp sadece kendi aklının alabileceği zihin dünyasında ki imkânsızlık gücüne havale ederek itirafnamede bulunmayı yeğlemiştir. Yani bu itirafname canı gönülden söylenilmiş ifadeler gibi pek durmuyor.  Ne diyelim evrimcilik bu ya, evrimcilerin hemen hepsi oldu olalı öteden beri her ne hikmetse bir türlü lafı eğip büktürmeden doğrudan İlahi gücün varlığını dilleri söylemeye pek varmıyor,  daha çok hayatın tesadüfen oluştuğu noktasında fikir serdetmeye dilleri varıyor. Zaten Evrimcilerin lafına bakılırsa ilk canlının oluşumunda birtakım amino asitlerin kendiliğinden oluşup böylece bu şekilde protein oluşumu gerçekleşmiş güya. Hatta daha da hızlarını alamayıp canlıların başlangıçta tek bir hücreden evrimleşerek birbirinden silsile halinde zincirlemesine meydana geldiğini ileri sürecek derecede hemen her şeyi tesadüfe ve tabiata havale etmiş durumdalar. Şayet bu işi tabiata ve tesadüfe havale etmekle işin içerisinden çıkacaklarını sanıyorlarsa çok büyük yanılgı içerisindedirler,   tüm çabaları kuru bir gürültüden ve ispatlanmamış teori bazında bir görüş olarak ve ortada kral çıplak olarak kala kalacaklardır. Hadi teori faslını görmezden gelip geçtik diyelim,  baksanıza her kafadan ses çıkıp gemi azıya alınca adamlar bu kez hızların daha da alamayıp evrim faraziyesini faraziye olmaktan çıkarıp suni dini inanç haline getirmiş durumdalar bile. Bu yüzden temcit pilavı gibi ısıtıp ısıtıp öne sürerekten habire tek hücrenin cansız maddelerden meydana geldiğini söylenip durmaktalar. Bu arada kendi farazi görüşlerine dayanak bulmak için de bir başka canlı türünden bir başka canlı türe tedrici olarak geçişi gösterecek cinsten ortada olmayan hayali fosillerin varlığından dem vurup güya canlıların basit formadan kompleks yapılara doğru evrilip kademe kademe evrimleştiğini dillendirmekteler. Bu noktada bizim diyebileceğimiz şudur ki; bırakın hayali fosillerle avunmayı da,  asıl kayıtlara geçmiş olan mevcut fosiller içerisinde ne var ne yok onlara bir bakında da bakalım iddialarınızı doğrulayacak ortada bir canlıdan diğer canlı türüne geçişi gösterecek ara form fosil yaratıklar var mıymış yok muymuş bir görelim. Tabii kendilerince boşa kuru kuruya sıkılmış hayali fosillerden söz etmek iyi hoşta, iş gerçeğe dönüştüğünde gerçek fosillerle yüzleştiklerinde bir anda işin rengi değişip kırk dereden su getirecek şekilde bir başka bahanelerin ardına sığınmakta mahirler de.  Onlar hayal dünyalarıyla avuna dursunlar,   gerçeği ortaya koyacak bu güne dek keşfedilmiş mevcut fosil kayıtlarına bakıldığında basit bir canlıdan yüksek bir canlıya doğru geçişi gösterecek ortada ara form niteliğinde elle tutulur gözle görülür ortada net bir fosil kayıt yoktur. Böylece sadece söyledikleriyle kala kalmaktalar. Aslında habire kendilerince bahaneler üretip bahaneler ardına sığınmakla kompleks hayatın birden bire çıktığı gerçeğini örtbas edeceklerini zannetmekteler. Ya da gerçekleri itiraf ettiklerinde bu kez de yaratılış gerçeğinin ayyuka çıkmasından endişe ediyorlar.  Ne diyelim, evrimciler hayali resim ya da maket çizimlerle gerçekleri örtbas etmeye dursunlar,  oysaki yapılan fosil arama ve tarama çalışmalarında ortaya konan kayıtlar en eski fosil bulgularının kambiyon tabakaları arasında yer aldığını gösteriyor. Üstelik bu tabakalar arasında çok sayıda fosil kayıtları tespit edilip tespit edilen fosil kayıtların hemen hepsi birbirinden bağımsız karmaşık yapıya sahiplerdir.  Öyle anlaşılıyor ki fosil kayıtları evrimcilerin şematize edip ortaya koydukları şekliyle bir canlıdan başka bir canlıya dönüşünü gösteren hayali geçişleri reddeden kayıtlar olarak karşımıza çıkmakta. İşin daha da ilginç yanı evrimciler ortaya konan fosil kayıtlar karşısında zora düştüklerinde bu sefer de böyle bir geçiş sürecinin oluşması için en azından 1,5 milyar yıllık devreye tekabül eden bir zaman diliminin geçmesi gerektiği bahanesine sığınıp gerçekleri ört bas edecek kurnaz rollere bürünmekteler. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya,  bu kadarına da pes doğrusu. Üstüne üstük o bahsedilen 1,5 milyar yıllık zaman dilimine ait çok hücreli fosillerden bugüne kadar bir tane dahi olsun bulunmuş da değil.  Görünen köy kılavuz istemez, hiçbir bahanenin ardına sığınmaya gerek yoktur,   besbelli ki yaratılan canlıların her biri geçiş süreci yaşamadan kendi türü içerisinde yeryüzünde görünüvermişlerdir. Evrimcilerin beklentilerin tam aksine jeolojik devirlerin hiçbir kademesinde bir canlı türünden bir başka canlı türe geçişi gösteren geçit formlara (ara form)asla rastlanılmamıştır.
            Her neyse, genetik dünyamıza döndüğümüzde, değim yerindeyse şu bir gerçek genetik dünyamızın gıdası diyebileceğimiz protein sentezi  hadisesi öyle sıradan bir iş değil elbet. Sıradan iş olmadığı şundan besbelli; DNA başkanlığınca verilen emir ve direktifler mRNA vasıtasıyla sitoplazmaya ve oradan da ribozoma geçmek suretiyle tüm protein sentezi işlemleri gerçekleşebilmekte.  Nitekim DNA başkanlığında emir ve direktifler ilk etapta mRNA’nın  “5”  no’lu ucundan geçirilerekten protein sentezi için gerekli olan kodu içeren genler üçer nükleotidden oluşan kodonlar halde işlemleri start almakta.  Akabinde genomun bir protein ya da RNA molekülünün yapılması için gerekli şifreyi içeren genlerin tek seferde rıbozom düzleminden geçme işlemi gerçekleşir. Yani bu demektir ki protein sentezi için yola koyulmuş tüm yüklenmiş kodlu mesajlar ribozom barkodundan okutturulup tRNA’nın kodon ucuyla da birleştirilmesi gerekir ki DNA düzleminde amino asit oluşumu ve ardından protein sentezi gerçekleşebilsin. Böylece DNA direktif kodu emrinu yüklenen mRNA bir kodon boyu ilerleyip tRNA’nın kodon ucuyla buluştuğunda bir yandan ribozom içerisinden hızla yol alırken, diğer yandan da kendine has bir yöntemle tRNA moleküllerinin aracılığıyla üretilen aminoasitlerden en tepede olanını serbest bırakaraktan aminoasit zincirinin birleşimini sağlar. Derken amino asit zincirinin boylu boyunca mRNA’nın 64 çeşit versiyonuna karşılık gelen bileşenlerle birlikte tRNA’nın elçilik yapmasının neticesinde ribozomlarda 10 ve 100 arasında polipeptid yazgısına çevrilecek aminoasit zincir oluşumu veya birleşimi gerçekleşir ki, işte böylesi bir yöntemle çok sayıda peptit bağı kuraraktan teşekkül eden bu müthiş birleşim “polipeptit sentezi”  zincir dizilimi olarak adından söz ettirip anlam kazanır. Şayet ortamda 100’den fazla amino asit bir dizilim yazgısı bulunursa bu durumda proteinler devreye girip bu kez anlamca bir başka amino asit zincir oluşumu vuku bulurdu ki böylesi bir zincir dizilimi de daha sonra   “etkin protein” olarak adından söz ettirip anlam kazanmış olur. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya, polipeptit sürecinde tüm bu yaşananlar başlangıçta bize karmaşık gibi görünse de aslında tüm bu süreç 20 harfli bir yazılım programıyla gerçekleşmektedir. Ki,  bu yazılım programda yer alan her bir harf kodonu aynı zamanda amino asitleri oluşturacak kodonlar olarak vazife görmektelerdir. Tabii böylesine mükemmel bir bilgi enformasyonunun baş mimarisinin sadece amino asit zincirinin maharetine bağlamakta doğru değildir. Hiç şüphe yoktur ki aklı melekesi olmayan aminoasit zincirinin oluşumunda görev alan her bir bilgi enformasyonu unsurlar belli ki yücelerden emir almış, emrin gereğini yapmaktalar.  Bu durumda elbette ki bütün maharet sonsuzluğun sahibi Yüce Allah’a aittir. Baksanıza neredeyse bir tatlı çay kaşığına sığdırılabilecek tüm bilgilerle tam teşekküllü iç ve dış uzuvlarımız donatılmıştır.  Öyle anlaşılıyor ki ete kemiğe bürünmemizin arka planında Yüce Allah (c.c) “Ol” emri doğrultusunda misyon yüklenmiş DNA ve DNA’yı oluşturan amino asit gerçeği vardır.  Nitekim 1970 yıllarında dünyaya düşen bir gök taşının incelenmesiyle DNA’yı oluşturan amino asitlerin 17 tanesinin tespit edilmesi bu gerçeği teyit ediyor zaten.
         Tabii bu arada tüm bu işlemler için gerekli enerji nereden karşılanıyor dendiğinde bu sorunun cevabı için şöyle biyoloji kitaplarını karıştırdığımızda aminoasitler için gerekli olan enerjinin ATP tarafından karşılandığın görürüz. İyi ki de karşılanmakta, aksi halde protein sentezine yönelik yapılan işlemler için seferber olmuş tam bilgi kodu yüklenmiş bileşenler, kendilerine çeki düzen verecek olan enzimler eşliğinde fermente olup hücre içerisinde tRNA’ya tutunup taşınamayacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki, aminoasit zincirinin oluşumunda hem rRNA’nın üretkenliği ile hem de GTP (Guanozinn trifosfat) üretkenliği ile elde edilen enerjinin çok büyük rolü vardır.  Her neyse az gittik uz gittik derken protein sentezi denen hadiseyle en nihayetinde dört başlıklı diyebileceğimiz;  “sitoplazma, mitokondri,  kloroplast ve granüller endoplazmik retikulum”  hücreler üzerinde gerçekleşen işlemlerden beklenen amaç hedefine ulaşmış olur.
           Vesselam.      
       https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/genetik-kod-dunyamiz-5913-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty GENETİK MUCİZE

Mesaj tarafından Selim Salı Tem. 12, 2022 10:13 pm

GENETİK MUCİZE
SELİM GÜRBÜZER

      DNA başkanlığında hücre içi yürütülen faaliyetlerde canlıların dirlik kazanmasında en önemli hayati öneme haiz, aynı zamanda pürin ve pirimidin halkalarının en önemli aktörleri diyebileceğimiz dört dişli bazlar, şeker-fosfat ikilisine bağlanaraktan bir nükleotit oluşturup böylece genetik mucize tecelli etmiş olur. Öyle ki “Adenin, guanin, sitozin ve timin” olarak adlandırılan tek halkalı ve çift halkalı bazlar sınıfına ait bu söz konusu dört harfli şifreyle etiketlenmiş nükleotidlerin kendi aralarında eşleşmeleri neticesinde canlının biyolojik fotoğrafı ortaya konulmuş olur.  Hem nasıl ki telgrafın mors alfabesinin nokta ve çizgilerden oluşan şifreli kodlama sistemiyle ortaya çıkan yazılım ne anlam ifade ediyorsa,  canlı nükleotidlerini oluşturan dörtlü genetik alfabe kodlama sistemiyle ortaya çıkan çift ve tek halkalı bazlardan oluşmuş bilgi ağı kod formatı yazılımda o anlamı ifade eder. Hakeza Türk alfabesini oluşturan 29 harflik kod sistemini kullanaraktan ortaya konan hece, kelime ve cümlelerden oluşmuş bir metin, bir hikâye, bir roman ne anlam ifade ediyorsa, bir canlı hücrenin 4 harflik alfabetik nükleotid kod sistemini kullanılaraktan ortaya konan “ bir genom hece,  bir genom metin, bir genom hikâye, bir genom ansiklopedi” külliyatları da  o anlamı ifade eder. Hatta böylesi devasa büyüklükte 4 harflik nükleotid kod sistemini canlının bir “alın yazı külliyatı” kodu olarak anlamlandırabileceğimiz gibi DNA’nın bileşenlerini oluşturan bir “bilgi külliyatı” kodu olarak da anlamlandırabiliriz. Hem niye öyle anlamlandırmış olmayalım ki,  baksanıza hücre içerisinde DNA başkanlığında yürütülen tüm bilgi işlem faaliyetleri vücudumuzu oluşturan organlarca bir program dâhilinde harfi harfine uygulanmak üzere ya hormon denen salgılar kanalıyla ya da sinir sistemi ağı yoluyla ilgili organlara iletilmiş olur da.  Derken üst perdeden gelen talimatlar en küçük birimden en büyük birime kadar uzanan her bir halkada, gerek hücre birimleri nezdinde, gerek  doku birimleri nezdinde gerekse  organ birimleri  nezdinde karşılık bulur da.  
         Bilindiği üzere DNA, çift sarmallı merdiven bir yapı üzerine kurulu olup, her bir merdiven basamaklarının karşılıklı uçlarında yer alan nükleotidlerin eşleşmesiyle birlikte DNA’nın kopyalanması sağlanmaktadır. Hiç kuşkusuz DNA çift sarmal halkasında yer alan moleküllerin içeriğini analiz ettiğimizde içtiğimiz suyu oluşturan moleküllerle doğrudan ilişkisinin olduğunu görürüz. Öyle ki nötralleşmeyle asit maddeler, suya (+) yüklü Hidrojen iyonu verirken, bazlar ise (-) yüklü hidroksil iyonu verir. Bu demektir ki suyun yapısında artı (+) yüklü hidrojen iyonu içeren asitli bir madde ile eksi (-) yüklü hidroksil iyonu içeren bazlı bir maddenin varlığı söz konusudur. Böylece asit ve baz içeren maddelerin tepkimeye girmesiyle birlikte artı ve eksi iyonlar birbirlerinin etkisini yok eder ki, işte böylesi nötralleşme reaksiyonları neticesinde 2 hidrojen ve 1 oksijen bileşiğinden su molekülü meydana gelmiş olur. Şu da bir gerçek, su molekülü içerisinde konumlanmış bu söz konusu iyon içeren maddeler aynı zamanda DNA’nın yapısında yer alan riboz şekeri ve amino asidi oluşturan nükleotidler arasında biyomoleküllerin ayrışmasını ve nötralleşmesini de sağlayacak maddelerdir. Nitekim ayrıştırmayı ve nötralleşmeyi gösterecek bulguları DNA analiz ve izolasyon çalışmalarının yanı sıra PCR işlemlerinin ardından denatürasyonu takiben elektroforez yöntem ve uygulamalarıyla gösterilip tespiti yapılabiliyor. Derken iyonların birbirleri arasında cereyan eden karşılıklı tepkimeler bir noktadan sonra meyvelerini verip canlılık daha da bir fonksiyonel hale gelebiliyor. Hele bilhassa  (+) yüklü hidrojen iyonlarının geçişi sırasında oluşan “Adenin-riboz-fosfat ~ fosfat ~ fosfat” bileşiği  denen ATP enziminin, amino asit ve riboz şekeri üzerinde doğrudan oluşturduğu tepkime hızı  etkisi, DNA’ya dirlik kazandırdığı gibi canlı hücrelere de dinamizm kazandırmakta. Ve ortaya çıkan bu dinamizmden öyle anlaşılıyor ki, hidrojen ve hidroksil iyonlarının (yüklü parçacıkların)  sadece su molekülünün dirliğine değil, DNA molekülüne de dirlik kazandırmakta. Derken bu noktada dirlik hadisesi bize ister istemez Kur’an’da geçen şu ayet-i kerimeyi de hatırlatmaktadır:
      -“O inkâr edenler bilmediler mi ki,  muhakkak gökler ve yer bitişik halde iken Biz onları birbirinden yarıp ayırdık ve her diri şeyi sudan yarattık, hala iman etmezler mi?” (Enbiya, 30).  
        İşte Yüce Allah’ın yukarıda kelamında beyan buyurduğu ‘Her diriyi (hay) sudan çıkarttık’  şeklinde bizlere hatırlattığı bu ilahi mesaj,  üstelik günümüzden ta 14 asır öncesinden tüm insanlığa duyurulmuş bir ilandır. Bu ilan aynı zamanda mukaddes kitabımızın “Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan” olduğuna delil teşkil eder zaten. Gerçekten de tüm insanlığa duyurulan adeta cana can katan bu mucizevi dirlik ilanı denen hadisenin şifre kodlarını irdelediğimizde yaratılış ve diriliş kodlarımızın ipuçlarını bir nebzede olsun yakalayabiliyoruz. Madem yaratılış ve diriliş kodlarımızın şifrelerinden bir şeyler sezinleyebiliyoruz, o halde içtiğimiz suyu sadece susuzluğumuzu giderecek bir memba kaynak olarak değil, aynı zamanda DNA’mızı iri ve diri kılan ab-ı hayat can suyu kaynağımız olarak da bakmak gerekir. Nitekim bulut tohumlama geliştirmekle ünlü Amerikalı kimyager Vincent Joseph. Schaefer tarafından General Electric Araştırma Laboratuvarlarında yaptığı çalışmalarla su zerrelerinin molekül düzeyde ne kadar çok küçük, ne kadar saf ve temiz olursa o ölçüde eksi (-) 40 santigrat derecede bile donmadığı gözlemlemiştir. Bu demektir ki, Yüce Allah’ın “Gökten ölçülü olarak su indiren de O’dur. Bununla ölü bir beldeye yeniden hayat verdik, işte sizde böyle diriltilip çıkarılacaksınız” (Zuhruf, 110)  diye beyan buyurduğu ilahi mesaj gereği su zerrelerini sıfır santigrat derecede donmasını etkileyen esrarengiz sırrın arka planında hava kirliliği ve su zerrelerin büyük olmasıyla alakalı bir ölçü tayini bir durum söz konusudur. Ne diyelim, işte görüyorsunuz ya,  bu ölçü tayini yağmur damlasına kodlandığı gibi DNA moleküllerinin içerisine de kodlanmış bir ölçü tayinidir bu. Zira yağmur damlaları içerisindeki zerreler önce donma çekirdeği etrafında oluşmaya başlayıp, ardından büyüyen zerreler halinde yeryüzüne yaklaştıkça havanın kaldırma kuvvetiyle birlikte denge kazanıp yumuşak bir iniş yapabiliyor. Belli ki yeryüzüne yağmurun inmesinde ince bir matematiksel hesabın varlığı söz konusu olup, Fizikçiler bu mucizevi ölçüm hadisesini denge hız formülüyle izah ederekten açıklığa kavuşturmuşlardır. Öyle ya, ortada bir ölçü tayini olmasa yağmur damlacıkları ne mümkün ki ölü beldeye dirlik verip toprak bereketlilik kazanabilsin.  O halde bu noktada bize düşen ölçü ise ahir ömrümüzde bir gün toprağa düştüğümüzde kıyamet günü ‘Haydi olun (kün)’ emri ile bir su misali ölü toprağımızdan yeniden dirileceğimize olan inancımızdan zerre miskal taviz vermemek olmalıdır.  Aksi halde maazallah bizimde ölçü mölçü de nedir deyip her şeyi tesadüfe bağlayan ateistlerden hiçbir farkımız kalmaz. Dedik ya bizim yapacağımız tek ölçümüz;  Rabbü’l âleminin kıyamet günü  ‘Haydi kalkın ve dirilin’ emriyle vereceği fermanı her daim ruhumuzda hissedip gereğini yapmak olmalıdır.  
                                                             YARATILIŞ
         Anne rahminde ki cenin başlangıçta toplu iğne ucundan bile küçük mikro düzeyde döllenmiş bir zigotken sonra ki aşamalarda bir bakıyorsun insan vücudunu oluşturacak tüm azaları kendinde toplayacak bir şekilde ete kemiğe bürünmüş halde doğuma hazır nur topu bebeğe dönüşebiliyor.  Ve bu hususta Yüce Allah Teâlâ bakın ne buyuruyor: “Onu (yaratan) hangi şeyden yarattı? Bir damla sudan yarattı da onu biçimine koydu. Sonra (anne rahminden çıkmak için) onun yolunu kolaylaştırdı” (Abese,80/18-20).
          Evet, ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere bir damla sudan yaratılan insanın nükleotid kodlarının biçimlenmesiyle birlikte yaklaşık 26 binlik sayfayı kapsayacak devasa büyüklükte adına genetik külliyat diyebileceğimiz şahika eser ortaya çıkabiliyor. Hiç kuşkusuz şahika eserin ortaya çıkmasında yüz binlerle ifade edilebilecek sayıda gen dizilimlerinin kayda değer katkı sağladığı muhakkak. Zaten protein sentezi dediğimiz olay DNA üzerinde yer alan genetik bilgi aracılığıyla, yani nükleotidlerden meydana gelen bir dizi kısa tekrar gen kombinasyonu dizilimleriyle gerçekleşen bir hadisedir. Ki, bu dizilere gen denmektedir.  Bilindiği üzere, insan genomu yarı anne, yarı babadan gelen gametlerin kendi cinsiyetine ait üreme kanallarından mayoz bölünmeye uğrayaraktan döllenmeye hazır hale gelmiş haploid kromozomlardır.  Ta ki erkek ve dişi eşey hücreleri bir araya gelip döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman Yüce Allah’ın şah eserim dediği diploit canlı oluşumunun temeli atılmış olur. Hiç kuşkusuz temeli atılan bu canlı nüvesi zigot oluşumundan başkası değildir.  Tabii şu da bir gerçek zigot oluşumu hiçte öyle bir çırpı da gerçekleşen bir süreç değildir. Bikere bu sürecin başlangıcında bir yumurta hücresinin döllenebilmesi için kendi genetik kart şifrelerinin kilidini açacak olan ya da kendi genetik kartında eksik kalan kısımları tamamlayacak olan 200-300 milyon sayıda sperm hücre arasından yalnızca bir tanesini seçmesi gerekir ki, zigot oluşumu gerçekleşebilsin. Aslında bu olaya ilk etapta düz bir mantıkla baktığımızda çok sayıda onca sperm arasında sadece bir tanesinin kilidi açması bize imkânsız gibi gelse de biiznillah Yüce Allah’ın  ‘ol’ deyince “olduran” fermanı devreye girdiğinde bir anda iradi güçle kilit açılıvermiş olur.  İşte, ‘ol’ deyince oluveren ferman bu ya,  Yüce Allah (c.c) bakın bu hususta   “(Kıyamet ve öncesi Mehdiyet, yani İslami adalet ve hâkimiyet vakti) Saatinin ilmi O’na döndürülür (Allah’a havale edilir), O’nun ilmi (izni ve iradesi) olmaksızın, hiçbir meyve tomurcuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz da. (Bu nedenle Allah’ın inkârcılara) Onlara: “Hani benim ortaklarım nerede?” diye sesleneceği gün, (kâfirler, daha yeni aklımız erdi ve) “Sana arz ederiz ki, bizden (Senin şerikin olduğuna dair) hiçbir şahit yok” diyeceklerdir” (Fussilet, 47)  diye beyan buyurduğu vuslat fermandan maksat hâsıl olur da.  
        Evet,  yumurta hücresinin kendi eksik kartlarını 250 milyon sperm arasından yalnızca bir tanesine tamamlattıracak Yaratılış mucizesinden öyle anlaşılıyor ki,  ovaryum hücresi insan genomunda bulunması gereken 60.000 civarında genetik karakterin yarısını taşıyan amolegen yapıda bir karttır. Öyle ki ovaryum hücresi mayoz bölünmeyle ortaya çıkan bir ünite olup, kendi 46 kromozomlu vücut yapısı içerisinde 23 kromozoma indirgenmiş bir eşey hücresi olarak kendi üreme koridorunda karşı cinsten baba adayının vücut hücrelerinin üreme koridorlarından süzülerek gelen 23 kromozomlu eşey hücresini ağırlayaraktan kodlayan bir karttır. Böylece kendi genetik kartıyla babadan gelen 250 milyon sperm hücresini karşılayıp kendi genetik kartının kilidini açacak olan onca sperm hücresi arasından tek bir tanesinin seçimini belirleyebiliyor. Seçilen sperminde giriş yapabilmesi için illa ki yumurta hücresinin genetik kartıyla uyumlu şifre koduna da sahip olması gerekir ki, döllenme hadisesi vuku bulmuş olsun. Gerçekten de bir yumurta hücresi düşününüz ki onca sperm hücreleri arasından kendi kartını çözecek bir adet spermatozoidin seçimini nasıl belirleyebiliyor doğrusu şaşmamak elde değil.  Belli ki ferman yücelerden gelince  “Ol” emrin gereği yerine getirilip bir anda yumurta hücresi kendi zekâ algoritmasını kullanaraktan kara kutunun kilit şifresi açılmış olunmakta.  Hani zaman zaman haber bültenlerinde  “düşen uçağın kara kutusunun şifresi çözüldü” şeklinde haberlere şahit oluruz ya,  aynen öyle de bir çocuğun anne rahmine düştüğünün haberi de tamamen hamile kalan anne adayının kara kutu şifresinin çözülmesiyle alakalı bir durumdur.  Hiç kuşkusuz Allah dilerse ancak hamile kalınır,  dilemezse ne kara kutunun şifreleri çözülür ne de hamile kalınır.  Nitekim Yüce Allah bu hususta şöyle açıklık getirir: “Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O’na aittir O’nun bilgisi dışında hiçbir şey kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: Bana koştuğunuz ortaklar nere de? Diye seslendiği gün: sana buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını arz ederiz derler” (Fussilet, 47).  Aslında Yüce Allah (c.c) beyan buyurduğu bu ayet-i kerimeyle şu çağrıda bulunup anlamak isteyene demek istiyor ki "Ey kulum!  Sakın ola ki bu akıl almaz kara kutunun şifrelerini kendi marifetinmiş gibi çözdüğünü sanma, şunu iyi bil ki, dişinin yumurta hücresinin şifre çözümlenmesi ancak benim irademle olmakta,”  
       Öyle ya, madem her şey “Ol” emri şifre koduyla vücut buluyor, o halde bu noktada bize  “Amenna ve Saddakna” demek düşer.  Gerçekten de ayet-i kerimeyle verilmek istenen mesajdan da anlaşıldığı üzere döllenme hadisesi öyle sıradan basit bir hamile kalma olmayıp bilakis üzerinde inceden inceye düşünülüp tefekkür edilmesi gereken mucizevi hamile kalma hadisesidir. Sadece hamilelik mi? Hiç kuşkusuz hamilelik sürecinin akabinde gelen kutlu doğum sancısı da akıllara durgunluk veren mucizevi bir hadisedir. Hani her bir sıkıntının ardından pembe şafaklar doğar denir ya hep, aynen öyle de beynin arka hipofizden salınan oksitosin hormonu da (adına aşk hormonu da denen)  bu noktada doğum sancısının muştucusu pembe şafaktır. Hem nasıl pembe şafak olmasın ki, düşünsenize hamilelik süresince rahim ağzı kapalı haldedir hep.  Ne zaman ki oksitosin hormonu yana yana tutuşup aşk ile vecd ile doğum sancısının muştusunu verir,  işte verilen bu müjdeli haberle birlikte kapalı haldeki rahim ağzı, amnion ve karyon sıvı akışkanlığının tesir gücüyle rahim ağzı açılıverip böylece kuvvetli kasılma ve gevşemeler eşliğinde bir anda pembe şafak ferahlık doğuvermiş olur.  
İSA (A.S)’IN BABASIZ DÜNYAYA GELİŞ MUCİZESİ
      Rabbül âlemin dileseydi arada baba olmaksızın da annenin üreme hücrelerinin şifre kilidini  “Ol” fermanıyla açıp nur topu bebeğin dünyaya gelmesini halk ederdi. Zira O her şeye kadirdir.  Hem bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki; insan genomu şifre kodlar üzerine kuruludur, şifre kodunu açacak şifre kodu da cinsiyet hücrelerinin anahtarında gizlidir.  Nitekim Hz. İsa (a.s)’ın arada baba olmaksızın dünyaya gelmesi tamamen Yaratıcı gücün Meryem annemizin cinsiyet kilit kodunu açacak anahtar şifreyi halk eylemesiyle alakalı bir durumdur.  Öyle ki Yüce Rabbimiz bu hususta “Muhakkak ki Allah yanında İsa’nın babasız dünyaya geliş hali de, Allah katında Âdem’in hali gibidir. Allah Âdemi topraktan yarattı, sonra durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona “ insan ol” dedi, o da, hemen insan oluverdi” (Ali-İmrân, 59) diye beyan buyurmak suretiyle Cebrail aracılığıyla Meryem anamızı ışınlayıp (nefh), böylece halk eylediği genetik anahtar şifre kodunun açılış mucizesi vuku bulmuştur. Kaldı ki Kur’an’da beyan edilen her bir mucize aynı zamanda insanoğlunun gelecekte keşfedeceği buluşlar için de bir işaret taşı hükmündedir.  Ki; günümüzde genetik alanda yapılan bir takım çalışmalar sayesinde gerek klonlama, gerekse yumurta hücrelerini çözecek laboratuar ışınlama yöntemlerinin kullanıldığı bir vaka. Öyle ya, mademki Allah-u Teâlâ “Ona ruhumdan nefh ettim” beyan buyuruyor, hem madem yine ‘hiçbir canlı kendi kendine üreyemez’  diye beyan buyuruyor, o halde günümüz laboratuar teknik ve ışınlama yöntemleriyle bir canlıdan yeni bir canlı kopya edilebilir mi sorusunun cevabı klonlamanın keşfiyle birlikte cevabı verilmiş olur da.  İşte bu tür sorulan sorular eşliğinde cevabını bulmak adına genetik çalışmalar daha da hız kazanıp, gelinen nokta itibariyle canlılar genetik programı üzerinde yapılan çalışmalarla birçok sonuçlara varılabiliyor.  Yeter ki genetik alanda uygun şartlar oluşturulsun genetik kartların veya şifrelerin dili çok rahatlıkla çözülebiliyor. Nitekim bazı virüs ve bazı bakteriler, mesela toprakta ki bakteriler anormal şartlarda faaliyet gösteremezlerken, fakat uygun şartlar bulunca da bir bakıyorsun fonksiyonel hale gelebiliyorlar. Keza bir virüsün canlının dışında inaktif halden canlı üzerinde konuk olduğunda bir bakıyorsun aktif hale gelip çoğalaraktan hastalık oluşturabiliyor. Tüm bu örnekler insanoğlunun zihninde hayvanlar üzerinde yapılacak klonlamayla arada döllenme olmaksızın herhangi bir canlıya ait genetik kartın aynısının kopyalanabileceğinin ufkunu açtı.  Her ne kadar ilk başlangıçta genetik kartların açılamayacağı yönünde bir umutsuzluk havası ağır bassa da gelinen noktada bioteknolojik gelişmelerin hız kazanmasıyla birlikte bir anda umutlar yeşerip tek bir bireyden eşeysiz üreme yoluyla üretilmiş, genetik yapısı birbirine tıpa tıp aynı olan canlı topluluğun klonlanmasına yönelik genetik şifrelerin bir kısmının ipuçlarına ulaşılabilmiştir. Yine de her şeyde olduğu gibi klonlama işinde de ihtiyatlı olmakta fayda var, aksi halde klonlama işinde de kaş yapıyım derken göz çıkarılmış olacaktır.  Hem kaldı ki yaratılış kodlarıyla pek oynanmaya gelinmez, gelişigüzel oynandığında malum, biyolojik hayatın tehlikeye girmesi an meselesidir diyebiliriz.  Tabii tüp bebek hadisesi bundan istisnadır.  Zira tüp bebek olayı denilen hadise tamamen evli çiftlerin çocuk sahibi olmalarının şartlarını oluşturmakla alakalı bir yöntemdir. Öyle ki, bu yöntemde babadan alınan meniyle döllenilmiş yumurtayı anne rahmine yerleştirilip sonrasında dışarıdan bağlanan mekanik cihazlar ve uyarılmalar eşliğinde tıpkı anne karnında geçirilen embriyonik safhalarının laboratuvar şartlarında gerçekleştirilmesine dayalı bir yöntem olarak karşımıza çıkar. Tüp bebek yöntemine ışık tutan hadise ise malum İngiliz Bayan Lesley Brown’un fallop tüplerinin (yumurta kanallarının) tıkalı olması nedeniyle yapılan başarısız ameliyatın nedenleri üzerinde durulmasıyla başlayan bir kafa yorma girişimi hadisedir bu. Derken Jinekolog Dr. Steptoe bu işe el attığında önce tüp kalıntıları temizleyiverir, sonrasında Bayan Brown’ın yumurtalıklarından alınan olgunlaşmış bir yumurta hücresinin tüp içerisine aktarılma işlemlerine start verir. Akabinde baba John Brown’un sperm hücresini tüp içerisine bırakılıp beklemeye koyulur. Böylece çocuk sahibi olmanın heyecanıyla 3 gün beklemenin ardından birde ne görsünler tüp içerisinde yer alan yumurta hücresi dölleni vermiş.  İşte bu noktada ümitler büsbütün yeşermeye başlamış, derhal oluşan zigot anne rahmine yerleştirilerek embriyolojik gelişim izlenmeye alınmıştır. Derken tarihler 25 Temmuz 1978’i gösterdiğinde tüp bebek çocuğun dünyaya gelişiyle birlikte o gün bugündür tüp bebek yöntemi evlat sahibi olmak isteyen ailelerin tutunacak dalı olmuştur. Anlaşılan o ki; tüp bebek olayı aslında anne karnında gerçekleşen Yüce Allah’ın ferman buyurduğu “Ol” emir programının sadece bir bölümünün laboratuvar şartlarında gerçekleştirilmesi yönteminden başka bir şey değildir. Diğer geri kalan kısım bölümler zaten insanoğlunun ufkunu aşan bir boyut olduğundan her halükarda embriyolojik gelişim evreleri anne rahmine muhtaç durumda.  Hadi diyelim ki embriyolojik safhaların tamamının anne rahmi ve karnı dışında laboratuvar şartlarında gerçekleştirecek buluş bulunsa bile bu hiçbir zaman asla yaratılış mucizesinin inkârı anlamına gelmeyecektir. Zira yaratılış mucizesi döllenme hadisesinin ötesinde zerre miskal hata kabul etmeyecek derecede mükemmel matematik programlamanın neticesi bir yaratılış kanunudur. Ki, ilk insan Âdem (a.s)’ın yaratılmasıyla birlikte bu kanun sayesinde şu anda yeryüzünde yaşayan 6 milyarı aşkın insan nüfusu bu kanuna tabii olarak dünyaya gelmişlerdir. Dolayısıyla yaratılış kanununun yanında insan eliyle ortaya konmak istenen tüm suni tasarımlar sadece kıyas kabul etmeyecek derecede girişimlerden öte bir anlam ifade etmeyecektir. Çünkü biri kanun, diğeri ise kanundan esinlenmiş tasarım boyutunda bir buluştur.  Asla kanun yaratmak değildir.
ÂDEM VE HAVVA
     Topraktan geldik toprağa gideceğiz söyler dururuz hep. Hatta bazen cansız sandığımız toprak nasıl oluyor da cana can olmaya vesile olur diye kendi kendimize düşünmekten de geri kalmayız elbet. Oysaki bunda düşünecek var,  bikere toprakta eksi (-) değerde karbon ve azot molekülleri varlığı bize bir şeyleri hatırlatmaya yetiyor zaten.  En başta hatırladığımız şey DNA’mızın içeri yapısıdır. Zira DNA’nın yapısında eksi (-) azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden müteşekkil bir kurulu düzen vardır. Şimdi diyebilirsiniz ki DNA molekülünün toprakla ne ilgisi var diye. Basbayağı ilgisi var. Şöyle ki; toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor ve hidrojen, eksi (-) yüklü karbon ve azotla birleşerek pekâlâ insan bedenini oluşturabiliyor. Yeter ki toprakla özdeş diyebileceğimiz DNA kod şifrelerine  ‘Ol’ emri verecek olan Yüce Rabbimiz ferman buyursun diriliş mucizesinin olmaması için hiçbir sebep yoktur diyebiliriz.  Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta ne buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ol dedi ve o da oluverdi” (Müminun; 23–12). Hakeza Yüce Allah bir  başka  ayeti celile de ise; “..Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (Saffat suresi 37, ayet-11)  diye  buyurmakla bu yaratılış mucizesine işaret etmiştir.
      İşte ayet-i kerimelerden de işaret edildiği üzere Rabbü’l Âlemin Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılışında eksi (-) değerli azot ve karbonu taşıyan toprakla DNA arasında ki bağı bu şekilde gözler önüne seriyor, tabii anlaya bilene.  Dahası toprağın doğurgan bağrında saklı olan yaratılış sırrına işaret buyrulan bu ayet-i kerimeler aynı zamanda ateistlerin ikide bir dillendirdikleri  ‘canlı canlıdan çıkar’  hevesliğini de kursaklarında bırakıp iddialarını çürüten sır dolu mucizevi ayetlerdir. Onalar iddiaların sürdüre dursunlar, yaratılış mucizesinden anlaşılan o ki, toprağın bağrında kodlanmış bileşenlerin her biri bir anda ‘Ol’ emri doğrultusunda diriliş moduna geçebiliyor. Hakeza Havva annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratılış mucizede toprağın bağrındaki bileşenlerin dirilişinin aynısı mucizevi bir hadisedir.  Hele moleküler biyolojinin ortaya koyduğu verilere baktığımızda genetik şifreleri adeta barkod okuyucudan geçirerek yazgıya çeviren tek hücrenin kemik iliği hücresi olduğu gerçeğinin ortaya konması bu mucizevi hadiseyi teyit eden bir durumdur. Nitekim genetik laboratuvarlarda bir takım yöntemlerle kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamlarda da tekrardan üretebiliyor zaten kodonlarına girilip şifrelerin dili çözülebilse bir insan yazgısının nasıl kayda geçirildiğini de pekâlâ görmek mümkün. Bilindiği üzere eğe kemiği insan kaburga kemiklerini ihtiva eder. Nasıl ki; karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) olup, eksi (-) değerdeyken bir anda toprak canlılık kazanabiliyorsa, aynen genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri de ‘ol’ emri olmaksızın cansız halde nötr kalabiliyor. Yani bu demektir ki kemik hücreleri Allah’ın ‘Ol’ emri talimatıyla yazgıya geçmesi sonucu Âdemin kaburgasından Havva anamız hayat bulmakta. Dolayısıyla buna şaşmamak gerekir. Allah her şeye kadirdir çünkü.  İşte bu yüzden Havva anamızın yaratılış sırrı bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde gizlidir diyebiliriz.  
BİOTEKNOLOJİ
    Bioteknoloji kesinlikle kanun yaratma değil, bilakis buluştur. Çünkü kanun başka bir şeydir buluş başka bir şeydir,  bu yüzde buluş yaratma gücü fiilinin karşısında her daim aciz kalışın ifadesi olarak tanımlarız. Düşünsenize insanoğlu birçok buluşlar keşfetmesine keşfetti ama her hangi bir canlıya ait hücreyi yaratmaya güç yetiremeyeceği malum. Çünkü yoktan var etme Allah’a mahsus yaratılış mucizesidir, bu durumda insanoğlu bir canlıyı yoktan nasıl yaratabilsin ki?  Her ne kadar embriyona ya da üreme hücrelerine müdahale fikri bazı çevreleri apar topar heyecanlandırsa da bu konu daha çok su götürecek gibi, çünkü daha henüz ortada netlik bir durum yoktur.  Ancak şu da var ki; evlenecek çiftler önceden irsi (genetik) hastalık geni taşıyıp taşımadıklarını DNA analiz çalışmalarıyla öğrenebiliyorlar artık. Şimdilik insanın kopyalanması başarılamadı,  ama varsayalım ki bu kopyalama işi de gerçekleşiverdi, peki bunun tüm beşer boyutunda meydana getireceği travma nasıl önlenebilecek? Malum olduğu üzere atom kötü ellerde Hiroşima ve Nagazika, iyi ellerde ise enerji santrali, gerektiğinde tedavi aracı. Aynen öyle de biyolojik materyallerde art niyetli ellerde AIDS gibi başa bela musibet, ya da genetik şifresi değiştirilmiş bir bakteri veya virüsün her an patlamaya hazır bomba veya en iyimser tahminle kanser gibi amansız hastalığa belki de çaredir. Belli ki bu durum kullananın insafına ve niyetine kalmış bir şeydir dersek yeridir.  
       Genetik kopyalama özetle; önce yumurta hücresinden çıkarılmış çekirdeğin aynı canlının meme bezi üzerindeki hücrelerle birlikte doku kültüründe çoğaltılması, sonra bu doku besi yerinden bilgi taşıyan çekirdekleri izole edilip yumurta hücresine yerleştirilmesi, en nihayet yerleştirilen yumurta hücresinin dışarıdan elektroforez uyarması yardımıyla yeni bir canlının kopyalanma hadisesidir. Kelimenin tam anlamıyla sperm hücrelerinin yerine meme hücrelerinin fonksiyon üstlenmesi sonucu kilidi (genetik kodları) açabilmenin adıdır klonlama. Dolayısıyla Meryem’den babasız Hz. İsa’nın dünyaya gelmesi; klonlama olayının, ya da koyunun kopyalanmasının değişik bir örneği dersek yeridir.  Üstelik biyoteknolojik çalışmalarda uygulanan programın tamamı dişi hayvanın hücresinden alındığı için yavruda ister istemez dişi olacaktır. Hz. Meryem olayında ise erkek olup,  bu olay Allah’ın yaratılış bir mucizesidir.  
      Evet, Hz. İsa (a.s)  babasız dünyaya gelmiştir. Bundan hareketle materyalistler ön yargıları gereği; kendi kendine üreme olmaz itirazında bulunurlar. Oysa anne ve baba çocuk için vasıtadır sadece. Nasıl ki; arada iletken madde olmadan manyetik dalgalarla televizyon, radyo veya telefondan yararlanabiliyorsak, vasıta olmaksızın yaratıcı tarafından yeni bir canlı yaratılabilir pekâlâ. Çünkü her şey zıddıyla bilinir. Aynı zamanda yaratılan her şey çift yaratılmış da.  Belli ki kainatta yaratılan daha nice bilmediğimiz çiftler vardır, sonuçta hangi çift olursa olsun ilahi programın gereği ne ise o doğrultuda misyon üslenmiş durumdalardır.  Nitekim Kur’an’ı Mucizü’l Beyan; ‘O Allah ki, her şeyden münezzehtir. Arzın bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha nice bilmediklerinizden bütün çiftleri yaratmıştır’ (Yasin suresi, ayet–36) diye beyan buyurarak bütün pozitif bilimlere ta yıllar öncesinde ışık vermiştir.  Malum olduğu üzere maddeler iletkenlik yönden metal ve ametal diye ikiye ayrılır. Biyoloji bilim dalında gerek bitki, gerek hayvan,  gerekse insan üreme yönünden incelerken karşımıza dişi ve erkek türleri çıkar. Yine fizik bilimi atomu incelerken, ya da elektriği analiz ederken artı (+) ve eksi (-) iyon denen çiftleri görmezden gelmez, gelemez de.
        Her neyse, asıl konumuza gelirsek malumunuz c anlılar âleminde kopyalanma hadisesinin destekleyen daha birçok benzer örnekler var elbet. Bazı canlılar âleminde sıkça rastladığımız;  ortada hiç erkek kalmasa da dişi canlılar döllenmeden üreyebiliyorlar. Mesela kertenkelenin kuyruğunun kopmasıyla veya bir başka ifadeyle; regenerasyon dediğimiz hadise sonucu kopan parçadan yeniden bir kertenkele meydana gelebiliyor. Hakeza termitler, karıncalar, arılar da partenogenetik (eşeyli çoğalmanın değişikliğe uğrayarak meydana getirdiği bir eşeysiz üreme şekli) yoluyla üreyebiliyorlar.
        Peki, insan kopyalanır mı? Henüz bu konuda bir şey söylemek erken, bir kere ruh bakımdan insan diğer canlılardan farklı, bitki ve hayvani ruh gibi değil. Bu yüzden bitkilerde ışığa yönelmeyi tropizmle, hayvanlardaki birtakım envai çeşit hareketleri ancak içgüdüyle açıklanmaya çalışılabiliyor. Ya insanı neyle açıklayacağız?  Bu konuda bildiklerimiz cüzi de olsa nefislerimizin sadece iki zıt karakterlerde yaratıldığını biliyoruz. Çünkü Mevlana ‘İnsan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi telkinlerden ibaret olduğu, ikincisinin ise melek-i kuvvetler olduğunu’  buyuruyor. Dolayısıyla melek-i ilhamlara kulak veren insanoğlu iyiye yönelir, şeytani telkinlere eğilim gösterenler ise kötülük karakterler sergiler. Allah-ü Teâlâ insanı en mükemmel bir şekilde yaratmış, yani insan maddi ve manevi donatılarla donatılmış mükemmel bir varlık. Bu yüzden bunun böyle bilinmesinde fayda var diye düşünüyorum.
DOLLY
         İskoçya’da Dolly denilen koyunla başladı bu tartışma, oradan hareketle pekâlâ insanda kopyalanabilir denildi. Tabii bu durumda bu olayın Allah’a karşı bilimin meydan okuması addedenler oldu. Oysa insan küçük bir âlem, yani kâinatın özü mesabesinde bir varlık,  hatta insana büyük âlem diyen bilge âlimlerde var. İşte bu nedenledir ki eşrefi mahlûkat olan insanı değerlendirirken sıradan bir canlı veya sadece biyolojik varlık gözüyle bakamayız. Zira biyolojik gerçekler farklı bir şey, değerler manzumesi farklı bir şeydir. Kaldı ki hayvanda bile 277 adet genom fizyolojisi elde edilmiş, üstelik yumurtadan sadece bir tane koyun dünyaya getirilebildi. Hayvana papağan varı ruh verilebilir, ama bu mantıkla insan ruhu aynı kategori kapsamına almaya kalkışırsanız çıkmaza girersiniz. Ruh âlemi insan bilgisinin çok ötesinde, eşya gibi değil. Ne kadar hücre varsa her birinde ayrı genetik bilgi mevcut.  Allah-ü Teâlâ her canlı için başka bir nakış işlemiş, dolayısıyla her hücrede bu programın belli bir kısmını ancak okuyabilme imkanı vardır,   daha nice bilmediğimiz kısımlar içinde çok daha efor sarf etmek gerektir ki okunabilsin.  Malum döllenmiş yumurta zigot olarak addedilir.  Ki addedilen bu durum daha başlangıç safhasıdır, devamında zigotun ikiye bölünme aşamasıyla birlikte okunabilen bir kaç sayfa daha vardır.  Diğer geriye kalan okunamayan sayfalar da yeni bölünmeler eşliğinde aşamalar kat ederek yeni sayfalara evrilmiş halde karşımıza çıkar. Yani bu demektir ki  bölünme safhaları arttıkça yeni hücreler oluşmakta..  Dolayısıyla her bir yeni hücre aynı zamanda yeni bir bilgi veya eklenen sahifeler demektir. Böylece sahifeler ilerledikçe canlının sureti ortaya çıkıyor. Zaten Allah-ü Teâla; “O, sizi bir nefisten yarattı. Hem sonra onun eşini de ondan var etti. Sizin için yumuşak başlı hayvanlardan sekiz çift indirdi. Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır. İşte Rabbiniz Allah Allah O’dur. Mülk O’nundur, O’ndan başka ilah yoktur. O halde nasıl haktan çevrilirsiniz?” beyanıyla insan embriyonunun geçirdiği safhalarının varlığına işaret etmiş bile. (Zümer suresi, 6)
       Bilindiği üzere hücrelerin birleşmesinden dokular, dokuların birleşmesinden organlar oluşmakta. İşte bu değişime benzer evreler ayette geçen üç karanlık safhanın birincisi hücre aşamasıdır. İkinci karanlık evre doku aşamasıdır. Üçüncü karanlık safha ise organlaşma safhasını oluşturur. Bu safhaların arasında cereyan eden evreler embriyonun geçirdiği ayrıntıları teşkil eder. Genel itibariyle bu olayda ilk evvela sperm ve yumurta hücresinin birleşmesiyle zigot oluşmakta. Tabii zigot, zigot haliyle kalmayıp,  o da kendi içinde bölünerek morula, blastula, gastrula, embriyon ve fetus gibi bir dizi hücre safhası dönüşümlere kapı aralar. Yani Kur’an’ın işaret ettiği üç karanlık safhası ana başlıklarının detayları bilimsel çalışmalarla tespit edilerek değişik isimler altında sınıflandırıldığına şahit oluruz. Belli ki; embriyolojik gelişimde planlı ve programlı bir ölçünün olduğu gün gibi aşikâr.
      Özetle canlılık en küçük temel birim olan hücreyle start alıp, akabinde hücrelerin birleşmesiyle dokular, dokuların bir araya gelmesiyle organlar, organların birleşmesiyle canlı denen varlık ortaya çıkıyor. Nasıl ki; tarihin sayfalar arttıkça tarihi külliyat meydana geliyorsa, aynen öylede canlının her sahifesinin bilgi kompartımanlarının birikimiyle oluşan varlık ansiklopedisi ortaya çıkmaktadır.
         Biyoteknoloji aynı zamanda bazı bakterilerde olmayan bazı özellikleri bir başka canlının genetik programından bakteriye transfer edip yeni bir karakteristik özellik kazandırma işleminin adıdır. Belli ki insanlar yıllarca bilmeden de olsa yoğurdu, turşuyu, peyniri bakterilere yaptırdıklarına benzer bir durum var ortada. Şimdi aynı yöntemle insandaki insülini sentezleyecek genetik bilgiyi bakteriye aktarılarak insülin elde edilebiliyor. Böylece ucuz bir şekilde şeker hastalarının kan şekeri ayarlanması sağlanmış olunuyor. Demek oluyor ki; gerçek anlamda biyoteknoloji rast gele gelişi güzel genlerle oynamak değilmiş, tam aksine Rabbü’l âleminin Sani sıfatının tezahürü olan programı beşeri planda uygulama çabasıdır.  Gen dizilimlerine ilaveler yapmak ya da program şifrelerini çözme çabalarıyla bir takım neticeler elde etmek asla yaratmak fiili değildir, yapılan iş aslında elde edilmeye çalışılan proteini sentezlemeye uygun olan canlı üzerine eklemenin ta kendisi hadisedir bu. Yani cümle içindeki bazı kelimelerin (genlerin) yerlerini değiştirmek gibi bir şeydir bu. Mesela insan sütünde var olan proteinler koyunda yok. Şayet insan sütünde yer alan proteinleri sentezleyen şifreyi çözmek mümkün olsaydı belki koyuna da aynısından enjekte edip, koyun sütünden pekâlâ insan sütü kalitesinde süt elde edilebilirdi.
                             AHİRET PROĞRAMI
       Dünyadaki genetik programımızı dilimizin döndüğü kadarıyla aktarmaya çalıştık, peki ahiret programımız nasıldır acaba?
      Bilim adamları dünya kabuğunun başlangıçta yekpare bir halde bitişik olduğunu,  zaman içerisinde bir takım sıcaklık farklarından doğan konveksiyon akımlarıyla birlikte arz kabuğunda kırılmalar ve çatlamalar oluşmasının neticesinde ayrılan parçaların kıtaları oluşturduğu yönünde görüş belirtmişlerdir.  Böylece dünya haritamız üç kıtayla son şeklini almış oldu.  Gerçekten de tüm yeryüzü sathı iyi incelendiğinde bütüncül yapıdan ayrılan parçalardan oluşan üç kıtanın çatlak izlerini görmek pekâlâ mümkün. Bakın Kur’an-ı Kerim’de  “O çatlayışlarla/ yarılışlarla dolu arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” (Tarık,12)  diye beyan buyurulan ayetle de bu hususa işaret bir hüküm söz konusudur. Ama galaksiler için aynı şeyi söyleyemeyiz. Çünkü galaksilerin oluşumu dünyamızın oluşumu kadar uzun bir zaman diliminde vuku bulmadı. Nitekim uzmanların belirttiklerine göre kıtaların oluşumu milyonlarca yılda tamamlanmasına rağmen,  galaksilerin oluşumu altı saniye gibi kısa bir zaman diliminde tamamlanmıştır.  Bir kısım Fizik bilginleri de hemen hemen tüm oluşumların arka planında Bing-bang hadisesinin olduğunu, yani büyük bir patlama ile gerçekleştiğini hatta zaman boyutunun da patlamayla oluştuğunu belirtmekteler.  Kâinatın oluşumuyla ilgili hangi görüş ileri sürülürse sürülsün,  sonuçta bizim açımızdan hiç şüphe yoktur ki vücut bulan her var oluş, Kün (ol) emriyle gün yüzüne çıkmakta. Nitekim Yüce Allah (c.c)  Kur’an’da  “O’nun işi bir şeyi istedi mi ona sadece ol demektir, hemen oluverir” (Yasin, 82)  diye beyan buyurmakla buna işaret etmekte zaten.  Hakeza zikrolunan ayet-i kerime kıyamet gününde ‘kün’ emriyle dirilişe geçeceğimizi de muştulamakta.  Hem nasıl muştulamasın ki,   nasıl ki Bing-bang denen patlamayla galaksi ve zaman boyutu biranda oluverdiği söyleniyorsa aynen öyle de kıyametin kopması denen büyük patlamayla da yeniden dirilişe geçeceğimiz haydi haydi söylenmesi gereken mucizevi bir hadisedir.
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/genetik-mucize-5937-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty YARATILIŞ MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Çarş. Tem. 20, 2022 7:17 pm

YARATILIŞ MUCİZESİ
        SELİM GÜRBÜZER                    
       Evrimciler hayatın oluşumunu açıklarken güya maddenin aşama aşama evrimleşerek atom parçacıkları elementlere, elementler evrimleşerek kimyasal bileşik polimerlere, oradan ise sırasıyla basit canlı hücrelere, kurtçuklara, balıklara, kurbağalara, sürüngenlere, memelilere ve derken insana dönüştüğünü ileri sürerler. Üstelikte bu iddialarını herhangi bir bilimsel verilere dayandırılmaksızın sürdürürler habire.  Oysa kâinat kanunları iyi analiz edildiğinde Yaratıcı gücün yarattığı biyolojik nizamın başlangıçta orijinal haliyle sakınım ve korunma kanunları eşliğinde korunduğunu, yaratılış sonrasında ise tabiatta büyük çapta olağan üstü afetler ve birtakım fiziki değişmeler eşliğinde yerini mükemmeliyetten bozucu yöne ilerleyen bir dağılma ve bozulma kanunlarına bıraktığı görülecektir. Bilindiği üzere Termodinamiğin birinci kanunu sakınma ve korunmaya yönelik bir kanun, ikincisi de malum bozulmaya yönelik bir kanundur. Yani başlangıçta orijinal olarak yaratılan canlı cansız her varlık bir yandan enerjinin koruma kanunu çerçevesinde korunmaya alınırken sonrasında ise hayatın akışı içerisinde korunmaya alınan her maddenin bozulmaya doğru yüz tutup bir daha orijinal haline geri dönmeyecek şekilde halden hale değişerekten yok olmadan ilerlemekte olduğudur. İlginçtir her nedense bu noktada evrimciler özellikle termodinamiğin ikinci kanunundan pek bahsetmezler. Hatta öyle ki her defasında köşeye sıkıştıklarında termodinamiğin ikinci kanunu karşısında suspus bir halde işi kotarmaya çalışırlar. Baksanıza Evrimci biyokimyacı Dr. Harold Blum bile bu durum karşısında ‘Termodinamik prensiplerini mağlup edecek bir delil bulamamaktayız’ diye hayıflanmaktan kendini alamamıştır. Çünkü ikinci kanun kâinatın başlangıç yaratılış formundan git gide nizamsızlığa doğru bir bozulma eğilimine girdiğini haykırmaktadır adeta. Gerçekten de bu noktada yüzyıllara meydan okuyan tarihi eserlerin hal vaziyetine baktığımızda bu söz konusu bozunumdan üzerine düşen payını aldığı bilinen bir gerçekliktir zaten. Ama gel gör ki bilinen bu gerçekliklere rağmen bir takım çevrelerce halen canlı cansız her varlığın basitten karmaşığa doğru evrimleşme denen bir mekanizmayla güya mükemmel bir yapıya dönüşecek bir şekilde yol aldığı iddiasında bulunulabiliyorlar.  Bilmem bu tür iddialar hangi akla izana ve mantığa sığar doğrusu şaşmamak elde değil. Hem de üstüne üstük ortada mevcut fosil kayıtların varlığına rağmen inadım inat hiçbir dayanağı olmayan içi boş teorilerini savunmaya devam etmekteler halen. Nitekim iddia ettikleri evrimleşme hadisesi ne jeolojik devirlere ait fosillerde, ne de yakın geçmişe ait verilerde, ne de bugünün teknolojik imkânlarıyla elde edilen veri kayıtlarında rastlanılmış değildir. Kaldı ki, ellerinde herhangi canlı ve cansız varlıkların ata fosilleri arasında geçişi gösterecek her hangi bir ara form veya ara fosil türü bir delilleri de yoktur.  Tabii ortada delil olmayınca da kendilerince uydurdukları evrimleşmenin olabilmesi için güya ya üzerinden milyar rakamlarla ifade edilecek bir zaman diliminin geçmesi gerektiğini ileri sürerler ya da jeolojik devirlerin şartlarıyla bugünün şartlarının bir olmadığı bahanesinin arkasına sığınırlar hep.
           Ne diyelim evrimcilik bu ya, değil cansız maddeden canlı bir materyalin türetilmesi,  herhangi bir hayvan üzerinden alınan biyolojik örneklerle yapılan çalışmalarla da farklı türden herhangi bir canlı varlık türetilememiştir.  Velev ki sun’i yöntemlerle cansız bir maddeden canlı ya da basit bir canlıdan daha kompleks yapıda bir canlı yaratık türetilmiş olsa da, bu hiçbir zaman iddia ettikleri milyarlarca yıl bir zaman öncesinde güya tesadüfi gelişi güzel olağan üstü tabiat olaylar eşliğinde canlı cansız tüm varlıkların birbirlerinden türedikleri şeklinde ileri sürdürdükleri tezlerini doğrulamayacaktır. Kaldı ki ileri sürdükleri dayanağı olmayan içi boş tezlerle sun’i yaratıcılığa soyunup bir canlı yaratık türetileceği iddiasında bulunulacaksa da hem milyarlar yıl öncesine atıfta bulunmamayı gerektirir hem de şu an ki yaşadığımız dünya coğrafyasında nesli tükenmemiş her hangi bir canlının biyolojik doku örneklerinden örneklemeye muhtaç olmamayı gerektirir. Bu nasıl yaratıcılıksa muhtaç durumdalar. Oysaki yaratılan asla yaratıcı olamaz, çünkü Yaradan’a muhtaç haldedir.  Öyle ya, mademki sun’i yaratıcılık iddiasıyla kolları sıvamış haldeler, o halde iddialarını destekleyecek malzeme için herhangi gibi bir biyolojik materyal üzerinden örnek alınımına tenezzül edip muhtaç olmamaları lazım gelir.  Hatta tenezzül etme noktasında buna cansız materyallerde dâhildir. Şayet tenezzül edilip alınmaya kalkışılırsa cansız maddenin yoktan var edildiğini kabul etmek durumunda kalacaklardır.  Peki ya, başlangıçta canlı cansız her ne varsa Yüce Yaratıcı güç tarafından her şeyin yoktan yaratıldığı gerçeğine rağmen kâinatta her daim işleyen sebep-netice kanunlarının dışına çıkıp canlı cansız varlıklar üzerinde örnek alma noktasında kendilerini muhtaç hissedip tenezzül edilirse?  Malum tenezzül edildiğinde ise günün sonunda şu gerçeklerle yüzleşeceklerdir:
          -Evet, geçmişte Stanley Miller ve diğer araştırıcılar yeryüzünün ilk oluşumundaki şartlara benzer bir düzenek geliştirerek bir iki amino asit oluşumu türetmeyi başarmışlar başarmasına ama elde ettikleri bir iki amino asit oluşumunun canlı türden olmadığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
         -Evet, Sidney Fox ve bir kısım araştırıcılarda ilkel devirlerde hiç rastlanılmamış ve adına ‘proteioinidler’  dedikleri amino asitleri birbirine bağlamayı başarmışlar başarmasına ama bunların canlıların temel organik bileşiğini teşkil eden protein yapısıyla uyum sağlamadığı,  tam aksine bir takım leke oluşumları olduğu gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.
         -Savero Ocha ve diğer bilim adamları bir virüs DNA’sını veya bir başka biyolojik fonksiyona sahip molekülleri sentezleyerek başlangıçtaki orijinal hallerine benzer DNA bir kopyası elde etmesine elde etmişler ama ancak bu kopyalama işleminde de görüyoruz ki ihtiyaç duyulan enzimler diğer canlı hücrelerden izole edilerek kopyalandığı gerçeği ile yüzleşmiş olacaklardır.  
        İşte yukarıda sıraladığımız canlı oluşumuna yönelik tüm çabalar bize gösteriyor ki canlı cansız varlıklar üzerinden herhangi bir materyal alınmaksızın işler doğru dürüst yürütülemiyor. Oysaki biz biliyoruz ki; gözlenebilir her bir netice için Yaratıcı, en uygun ilk sebeptir, bu nedenledir ki bu noktada kâinatta gözlenebilir her bir netice asla kendi sebebi olamaz deriz. Her ne kadar hayatın sırrını öğrenmek adına girişilen bir takım sun’i denemeler bilimsellik yönden çok önem arz etmekle beraber, şu da bir gerçek; her türlü sun’i deneme yoktan var etmenin sadece Yaratıcıya mahsus bir sıfat olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Hakeza varı yok etmekte sadece O’na has bir sıfattır. Zaten beşer planında Enerjinin Korunumu kanunu gereği enerji bir şekilden diğerine dönüşebilir ancak yok edilemez şeklinde tezahür etmektedir. Yani bu demektir ki, yaratma ilk başlangıçta yoktan vücut bulmuş,  şimdi ise vücut bulan her şey enerji olarak halden hale dönüşse de sonuçta yaratılan her bir varlık bir şekilde korunmaya alınmış durumdadır. Bilindiği üzere kompleks yapıda çok sayıda canlılar özelleşmiş hücrelerden halk olup, halk olan bu hücreler ise son derece planlanmış çok özel yapıdaki proteinlerden meydana gelmişlerdir. Malum her protein molekülü de tesadüfen veya rasgele oluşmayıp, tam aksine 20 çeşit amino asidin tamamen mühendislik hesaplamalarının üstünde farklı oranlarda ve ardı sıra belli bir tertip üzere dizilim sergilemeleriyle oluşmaktadır.  Hakeza canlıların temel yapısını oluşturan nükleoproteinler de, nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesiyle vücut bulmuşlardır. Hiç kuşkusuz vücut bulan bu söz konusu proteinler 100 ila 3000 amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerden başkası değildir. Öyle anlaşılıyor ki nükleoproteinler biyolojik hayatın olmazsa olmaz diyebileceğimiz en temel moleküllerinden olması hasebiyle tıpkı nükleik asitler gibi prostatik grup olarak biyolojik hayatın bir parçası olarak işlev görmekteler. Şöyle ki; nükleik asitler; proteinlerle birleşerek adına nükleoproteinler denen kromozomları oluştururlar.  Ki;  bir nükleoproteinin var oluş serüveni şu şekilde işlevsellik kazanarak seyreylemekte: Önce azot içeren bir baz, beş karbonlu pentoz denen bir şekerli monosakkarit ve bir fosforik asit grubu ile birleştiğinde nükleik asitlerin temel birimi denen “nükleotid” oluşumu gerçekleşir.  Akabinde oluşa gelen bu nükleotidlerin nükleik asit proteinlerle birleşmesiyle de “nükleoprotein” meydana gelir.  
       Malumunuz 5 karbonlu şekerler (pentozlar) DNA ve RNA’da bulunan monosakkaritlerin tâ kendisi bileşikler olup, bu söz konusu bileşiklerden deoksiriboz şekeri DNA zincirinin halkasında yer alırken, riboz şekeri de RNA zincirinin halkasında yer alır. Hatta bu söz konusu riboz şekeri ATP çatısı altında, yani adenozin içerisinde adenin bazına bağlı bir riboz pentozu olarak da yer alır. Öyle ki bu sayede nükleik asitlerden ATP elde edilebildiği gibi pentosan denen pentozlardan ise polimer oluşumu elde edilir.  Günün sonunda anlaşılan o ki,   biyolojik hayatta böylesi müthiş hiyerarşik zincir dizilimi içerisinde onca kompleks yapıda protein molekül oluşumların hemen hepsi DNA başkanlığınca imal edilen bilgiler üzerinden kodlanaraktan oluşturulmakta.  
         Bilindiği üzere DNA, 6 çeşit basit moleküllerden ibaret olup bunlar sırasıyla bilgiyi oluşturan  “adenin, guanin, stozin, timin”den oluşan 4 çeşit baz,  deoksiriboz şekeri ve fosfatın yanı sıra karbon, hidrojen, oksijen, azot elementleriyle birlikte sarmal yapıda bir görünüm sergilerler.  Bu bakımdan DNA’ya bakış açımız tüm bilgeleri kendinde toplayan veri bankası şeklinde olmuştur hep.  Hatta veri bankası gözüyle baktığımız DNA sadece bu özel veri aktarımı yeteneği ile dikkatleri üzerine çekmeyip bunun yanı sıra kendi bünyesinde konumlanmış birtakım enzimlerle kendi kendini kopyalayıp eşleme yeteneği ile de dikkatleri üzerine çekmektedir. Hatta merak bu ya, bu arada kendisinin çoğalmasında yardımcı olan enzimlerin oluşumunun tayini de DNA tarafından belirlendiği dikkatlerden kaçmaz.  Derken bu dikkate şayan hadiseler eşliğinde biyolojik hayatta hemen her şeyin DNA’nın kontrolünde işlerlik kazandığı artık bir sır olmaktan çıkıp gerçeğin ta kendisi olduğu ayan beyan ortaya dökülmüş olunur da.  Hem nasıl sır olmaktan çıkmasın ki, baksanıza gerek üreme hadisesinde ona zorunlu olan ihtiyaç gerekliliği,  gerekse proteinlerin DNA’daki bilgilere göre yapımının zorunlu olarak onun başkanlığına ve koordinatörlüğüne ihtiyaç duyulma gerekliliği bunun en tipik bariz örneklerini teşkil eder. Ama gel gör ki evrimciler açısından meseleye bakıldığında her olan bitenden DNA’nın koordinatörlüğüne ihtiyaç duyulması kendi ileri sürdükleri tezlerini çürüten yeni bir tartışma konusu durum ortaya koyduğundan önlerinde aşılması imkânsız engel bir duvar olarak karşılarına çıkmaktadır. Anlaşılan o dur ki DNA’nın kontrolü dışında hiç bir şey gelişigüzel mecrasında hareket edememekte. Gerçekten de DNA’nın biyolojik hayatta böylesi müthiş koordinatörlük misyonuna sahiplik özelliğinden dolayıdır ki, adından sürekli olarak  “nükleik asitler” molekülü olarak söz ettirmiştir hep.  Hatta nükleik asitler sadece isim olarak adından söz ettirmemiş,  cismiyle de adından söz ettirmiştir.  Öyle ya her cismin kapladığı alan bakımdan hacmi olduğuna göre,  bizatihi Friedrich Miescher tarafından programlanmış yüklü nükleik asitlerin,  irin ve sperma hücrelerin çekirdeği içerisinde kapladığı alan ve konumu da belirlenmiştir. İşte bu noktada konum itibariyle çekirdek için de yerinin belirlenmesi ve biyolojik hayatın sevk ve idaresinin merkezden ediliyor olması hasebiyle hakkında nükleotid birimlerinden meydan gelmiş manasına “nükleik asit” denmiştir. Ancak şu da bir gerçek; son zamanlarda yapılan genetik çalışmalar neticesinde nükleik asitlerin çekirdek dışında da varlığı tespit edilmiştir. Buna rağmen nükleik asit adı hala kullanılmaya devam etmektedir.  Ayrıca yukarıda da belirttiğimiz üzere biyolojik hayatın çoğalmasında DNA’ya bağımlılığın kayıtsız şartsız bir kanun halinde cereyan etmesi, aynı zamanda canlılığın çoğalmasında birtakım proteinlerin mutlaka olması gerektiği hususu ve bu proteinlerin DNA üzerindeki kodlanmış bilgilere göre yapılandırılması gerekliliği de evrimcilerin her daim uykularını kaçıran bir gerçekliliktir.  Çünkü ortada bir yöneten var, bir de yönetilen sistem söz konusudur.  O halde tam da bu noktada şimdi evrimcilere sormak gerekir; acaba tesadüf dedikleri hadise bunun neresinde yer almakta? Dedik ya, onlar bunun cevabını veremeseler de,  bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki;  nükleik asitlerin virüslerden insana kadar tüm canlıların hücrelerinde hiçbir tesadüfü oluşuma meydan vermeyecek bir şekilde belli bir hiyerarşik düzen içerisinde tüm biyolojik faaliyetleri yürüttüğü belirlenmiştir. Düşünsenize, her şeyin nükleik asitlerin kontrolünde yürütüldüğü bir durum karşısında elbette ki her şeyi tesadüfe bağlayan evrimcilerin kendi tezlerini çürütmeye ziyadesiyle yetecek DNA’nın bu denli akıl dolusu koordinatörlüğünden huzursuzluk duyaraktan uykularının kaçması son derece gayet tabii bir durumdur.
         ÇEŞİTLİLİK EVRİMLEŞMEK DEĞİL, BİLAKİS BİYOLOJİK ZENGİNLİKTİR
      Bilindiği üzere atmosferi oluşturan gazlar arasında %78’lik bir oranla azot (nitrojen)  başı çekmiş durumdadır. İyi ki de baş çekmekte, her şeyden önce oksijen yoğunluğunu azaltaraktan canlıların nefes alıp vermesinde en uygun dozda kalmasını sağlayan bir elementtir. Öyle ki havada ki azot ya doğrudan toprağın bağrında ya da bilhassa baklagiller bitki gruplarının köklerindeki yumrularda yaşayan azotu bağlayan bakteriler tarafından absorbe edilmek suretiyle amonyağa dönüştürülmesinin akabinde önce nitrite sonrada nitrata dönüşüm sağlanmış olur. Derken çürümüş bitki artıkları ya da çürümüş ceset artıklarının toprağın bağrında ayrıştırma işlemleri neticesinde açığa çıkan azotun yeniden atmosfere karışmasıyla birlikte azot çevriminden maksat hâsıl olur da.  Böylece havadan toprağa, topraktan atmosfere azot döngüsü (deveranı) bu şekilde tamamlamış olur. Azot döngüsü aynı zamanda bize Hz. Âdem (a.s)’ın yaratılışında toprakla DNA molekülleri arasında doğrudan bir ilişkisinin olabileceğini de düşündürtür. Hem niye öyle düşündürtmesin ki, bikere azot elementinin muhteviyatında proteinleri oluşturan amino asitlerin varlığını görürüz. Yani gördüğümüz şudur ki; azot, hidrojenle bağ kurabilecek kabiliyette oksijen ve flor elementleri arasında en güzide bir konumda yerini alan,  aynı zamanda kromozomları oluşturan nükleik asitlerinde en güzide konumda elamanı bir elementtir. Nitekim toprakta eksi (-) yük değerlerde karbon ve azot molekülleri var olup, DNA’da ise eksi (-)  yük değerlerde azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzenin varlığı söz konusudur.  Bu durumda oksijen, fosfor, hidrojen molekülleriyle birlikte eksi (-) yük değerde karbon ve azotla birleştirildiğinde,  neredeyse insan bedenini oluşturabilecek nitelikte vücut bileşenleri ortaya çıkabiliyor. Yeter ki, bu vücut bileşenlerinin başkanı DNA’nın şifre kodlarına Yücelerden  ‘Ol’ emri tecelli ediversin, bak o zaman nasıl ki toprağın bağrında Âdem (a.s) vücut bulmuşsa,   hiç kuşkusuz Âdem ve Havva anamızın zürriyetinden gelen insanoğlu da ana rahmin bağrında vücut bulmuş olacaktır. Hem nasıl ki bir yazar 29 harflik alfabemizle tıpkı bir senfoni orkestra şefinin enstrümanlara oynadığı gibi kelimelerle ve cümlelerle oynayaraktan ortaya bir makale, bir hikâye, bir roman, ansiklopedi vs. koyabiliyorsa,  Yüce Allah’ın   “Ol” komutuyla da şimdiye kadar keşfedilen 118 elementle de milyonlarca canlı cansız mahlûkatın hem periyodik cetveli hem de yaratılış mucizesi ortaya konmuş durumda zaten.  Bilindiği üzere amino asitler karbon atomuna bağlı bir amino grubu (NH2) grubu ile bir karboksil (COOH)  grubunun oluşturduğu organik bileşiklerin bağrından kopmasıyla oluşan zincirleme bir yapı üzerine kurulu temel taşlardır.  İşte bu noktada önemine binaen proteinleri oluşturan bu temel taşların canlı ortam içerisinde  “in vivo” olarak,  cansız ortamlarda ise “in vitro”  olarak sırrına ermek için bilim dünyasında birçok deneysel çalışmalar yürütüldüğü de bir vaka. Nitekim Matthew Meselson ve Franklin Stahl daha önce Watson ve Crick tarafından DNA kolunun bir fermuar gibi ikiye ayrıldığı ileri sürülen orijinal yakasına yeni bir kol ekleyerek 5’→3’ yönünde ilerlediğini ve böylece kalıp olarak görev üstlenen kolun 3’→5’ yönünde barkot okuyucusundan geçercesine okunduğunu gösteren deneyler yapmışlardır. Böylece replikasyonun semikonservatif olduğunu yaptıkları deneylerle ortaya koyabilmişlerdir. Yetmedi adına semikonservatif denilen yarı-saklı bir replikasyonla DNA’nın çoğalabileceğini gösteren deneylerle de durum tespiti yapmışlardır. Daha da yetmedi bu ve buna benzer çalışmalar neticesinde önce iki çift DNA şeridi, sonra sırasıyla 4 çift, 4 çiftten 8 çift, 8’den 16 çift zincir elde edilip kopyalanabileceğini göstermişlerdir.  Derken bu gözlemler sayesinde başlangıçta 2 çift iken ileriki aşamalarda çoğalan bir yapının sırrına vakıf olmuşlardır.
          Malum bir başka mikro düzeyde yapılan çalışmalarla da, yani birtakım ağır nitratlı ortamda yapılan deneylerle E. Coli bakteri DNA’ları ard arda ağır azot (N15) kapsayıncaya kadar dölden döle üretilebileceği gözlemlenmiştir. Şöyle ki; üretilen bakterilerden bir kısmı alınıp normal nitratlı (N14)  bir ortama bırakıldığında mevcut DNA’nın iki katına çıktığı gözlemlenmiştir.  Ayrıca ilk safhada N14 içeren DNA hücrelerinin N15 kapsayan DNA miktarıyla eşit olduğu belirlenmiştir.  Madem Watson ve Crick modeli bu şekilde deneylerle ispatlanmış durumda, o halde gözlemlenen deneylere konu olan “I” izotop sembolünü kullanarak şu şekilde meseleye daha da bir açıklık getirebiliriz. Bilindiği üzere amonyum iyonlarında N14 izotopu vardır.  Dolayısıyla Esherichia coli hücresi ağır azot (N15) ihtiva eden bir ortamda ardı ardına tutulduğunda bir süre sonra bakteri DNA’sı ağırlıklı olarak azot izotopunu (I15I15) içerecektir. Böylece ilk etapta ağırlıklı olarak azot içeren bakteri formu normal azot (N14) içeren DNA’ya göre %1 artış kaydedecektir. Şayet ağırlıklı azot izotoplu  (I15) form, normal azot izotoplu  (I14) formla eşleştirildiğinde bu durumda ikinci etapta oğul döllerden biri melez DNA izotoplu (I14 I15) heterozigot form olarak teşekkül ederken, diğeri ise normal DNA izotoplu (I14I14) homozigot form olarak teşekkül eder.  Hakeza DNA zincir halkası I14 I15 olarak teşekkül etmiş bir bakterinin izotop formu üçüncü etapta normal nitratlı bir ortam şartlarında mitoz bölünmeye tabi tutulduğunda ortaya  %50 melez (I14 I15) izotop form ve %50’de normal (I14 I14) izotop formda DNA’lar teşekkül edecektir.    En nihayetinde ortaya çıkan formları da eşleştirip bir kez daha mitoz bölünmeye tabi tutulduğunda ise  %75 normal izotop formda ve  %50 izotop formada melez DNA’lar teşekkül etmiş olacaktır.  İşte tüm bu izotop formlarla izah etmeye çalıştığımız eşleştirmelerin neticesinde ortaya iki tip izotop formunda DNA halkası ortaya çıkar ki;  bunlardan biri N14N14 izotop formunda,  diğeri de N14N15 izotop formunda bir DNA halkasının varlığını gösterir.  Hatta  tüm bu eşleşmeler neticesinde ortaya konan bulgular bize gösteriyor ki DNA halkasının oluşturan izotop formlar orijinalliğinden kopmaksızın kendi kendilerini kopyalayıp belirli oranlarda çeşitlilik arz edecek şekilde çoğalabildikleri anlaşılmaktadır.  Tüm bunlardan bize daha da ilginç gelen günün sonunda (replikasyon sonrasında)  ortamda iki çeşit zenginlikten birinin N14N14 izotop formda, diğerinin N14N15’ izotop formda ortaya çıkmasının neticesinde bir başka forma dönüşmeksizin DNA çift sarmal zincirinin orijinalliğinin yitirmemesidir. İlla bir orijinal bir değişiklikten söz edilecek olursa da ortada sadece sayı bakımdan değişiklikten söz edebiliriz. Ki,  bu tür sayıca değişiklik her hücre bölünmesiyle birlikte DNA kopyalanmasının (2n) kadarlık bir artış kaydetmesiyle alakalı bir değişiklikten öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Dolayısıyla siz siz olun sakın ola ki sayıca artış değişikliğini tıpkı evrimcilerin addettiği gibi evrimleşmek anlamına gelen bir değişiklik olarak algılamayasınız,    aksi halde sapla saman birbirine karıştırılmış olunur.  
            Her neyse,  evrimciler sayıca veya çeşitlenmelerden medet umup kendilerince evrimleşme anlamında çıkarımlardan buluna dursunlar,  Meselson ve Stahl ikilisi, çift sarmal DNA moleküllerinin N14 mi yoksa N15 mi ihtiva ettiğini ispatlamak adına yaptığı çalışmalara göz attığımızda Sezyum klorür çözeltisinden (CsCl) yararlandıklarını görürüz. Nitekim DNA’nın bile kendi içinde zenginliğini gösterecek çeşitlenmeyi yaptığı çalışmalarla CsCl çözeltisiyle homojen hale getirdikleri süspansiyonu ultra santrifüjde 14.000 rpm hızla döndürerekten çöktürmelerinin neticesinde göstermeyi başarmışlardır. Santrifüjle çöktürme sonrası ayrılan ve üstte kalan çözünmeyen molekül ağırlığı düşük olan faz kısım alınıp süspansiyonun yeniden santrifüj ettiklerinde bu kez her bir DNA izotop formların kendi molekül ağırlığına göre konumlandıkları bölümlerde faz bandı oluşturup, böylece tüpün en dibinde molekül ağırlığı en yüksek olanın (N15N15) izotop formunda,  tüpün orta kısmında molekül ağırlığı orta seviyelerde olanın   (N15N14) izotop formunda,  tüpün en üst kısmında molekül ağırlığı normal seviyelerde olanın normal  (N14N14) izotop formunda diyebileceğimiz DNA çeşitlenmelerinin varlığını gözlemlemişlerdir. Hele bu çeşitlenmeler içerisinde tüpün orta kısmında oluşan (N15N14) izotop formunda ki DNA izotopunun bant genişliğini diğer katmanda yer alan N15 ve N14 izotop formalarla kıyasladığımızda 2 katı bir bant aralığı konumunda konuşlandığını görmek pekâlâ mümkün. Hiç kuşkusuz bu ve buna benzer çalışmalar insan genomu üzerinde ve birtakım bakteri ve virüs genomları üzerinde yapılan DNA analiz ve yalıtkan çalışmalarında da hemen hemen aynı bant aralıkları şeklinde gözlemlenmiştir.    Kelimenin tam anlamıyla Meselson ve Stahl ağır Azot15 izotopu içeren birkaç nesil E. Coli çoğaltmayı başarmaları bunun en tipik örneğini teşkil eder.
           Velhasıl-ı kelam çeşitlik evrimleşmek değil, tam aksine biyolojik zenginliktir.
           Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/yaratilis-mucizesi-5955-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty DNA MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Cuma Tem. 29, 2022 7:03 pm

DNA MUCİZESİ
        SELİM GÜRBÜZER    
             
      Yüksek yapılı canlıların kromozomları üzerinde ki genlerin sıralı halde dizilim gösterdiği bilinir bilinmesine de, ancak şu da var ki genlerle ilgili daha nice bilinmeyen sır perdeleri aralanıp tam manasıyla açıklık kazanmış değildir. Öyle ki kromozomlar üzerinde konumlanan her bir çift genin DNA molekülünün bütününü mü, yoksa bütünün bir parçasını mı teşkil ettiği ya da her bir genin sırf bir eşimi olduğu yoksa daha fazla eşleri mi olduğu gibi hususlar hep zihinleri meşgul edegelen soru işaretleri olmuştur. Neyse ki günümüz genetik mühendisliğinin önümüze koyduğu veriler ışığında; şayet DNA’nın şifre kodlarında yer alanı dört çeşit nükleotidin varlığını zihin dünyamızda tahayyül ettiğimizde her canlı türünün kendi karakteristik özelliklerini belirleyen nükleotidlerin her birinin en azından iki genin kontrolünde gerçekleşip oğul döllere taşındığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.  Ki, bu söz konusu gen çiftinin her birine genetik bilim dalında “allel gen” olarak tanımlanıp,  söz konusu her bir allel gen ebeveynlerin her birinden oğul döllere aktarılır da.
         Peki, bu söz konusu allel genleri nasıl gözlemleyebiliriz? Bunu ancak günümüz genetik analizörü okuma cihazlarında DNA halkasında konumlanan her bir lokus alleline karşılık gelen bir diğer lokus aleli ile birlikte kromozom eksenine dik uzandığının bir işareti sayılan primerlerin DNA’yı temsilen öncü pikler şeklinde ekranda görüntülenmesiyle gözlemleriz elbet. Hatta her hangi biyolojik materyalden hazırlanmış bir özütü SDS-PAGE jel elektroforezi genetik analizörü cihazlarına bağlı güç kaynağıyla anot (artı elektrot) ve katot (eksi elektrot) ekseni doğrultusunda yürütüldüğünde özüt içerisindeki proteinlerin iyonların taşıdığı yük değerine göre bağlanmasıyla birlikte hem konumlandığı yerleri, hem de ağırlık dansitometresi belirlenebiliyor da. Bu arada biyolojik materyal örneğinin yürütülme işlemlerinin hemen akabinde içerisinde tampon çözeltisi bulunan tanka yerleştirilmiş jel kasetinin çıkarılıp boyama işleminden geçirildiğinde markırla işaretlenmiş protein bölgelerin bant dizilimi gayet net bir şekilde fotoğraflanabiliyor da.  
       Bilindiği üzere J.H. Taylor tarafından yapılan deneylerde DNA’nın Watson Crick modeline göre kendi kendini eşlediğini ve DNA’nın hücre bölünmesi esnasında kendini kopyalayıp iki katına çıktığı belirlenmiştir. Hatta J.H Taylor arkadaşları P.Woods ve W.Hughes ile birlikte 1957 yıllarında ökaryot hücreler üzerinde yaptığı çalışmalar neticesinde DNA replikasyonun yarı-saklı olduğunu gözlemlemişlerdir.  Hakeza Taylor ve arkadaşları Vici faba (bakla) bitkisinin kök uçlarını 3H- timidin ile işaretleyip radyoaktif nükleotid timidin çözeltisine batırıp belli bir süre çözeltide beklettiklerinde bitki kök hücre DNA’larının replikasyonunun radyoaktif olarak işaretlenmiş bir şekilde yarı-saklı olduğunu belirlemişlerdir. Ancak bir süre sonra kök uçları çözeltiden çıkarılıp yıkama işlemleri uygulandığında bu kez DNA’ların radyo aktifliğinin ortadan kaybolduğu gözlenir. Tabii tüm analizi yapılan deneyler sadece kök hücreyle sınırlı değil elbet.  Devamında J.H. Taylor, bir başka Oto radyografi çekim metodu bir deneysel çalışmayla da DNA’nın karanlıkta film banyo edildiğinde radyoaktif DNA içeren kromozomların siyah noktalar ve siyah lekeler şeklinde kopyalandığını (replikasyonunu) yerinde gözlemlemiştir. İşte bu ve buna benzer birçok yapılan deney çalışmaların neticesinde siyah noktaların sayıca birbirine eşit olduğu ve bu noktaların radyoaktifle işaretli DNA’larla denkleştiği belirlenmiştir.  Bu sonuçlardan da anlaşıldığı üzere yüksek organizmalardaki DNA’lar, adeta Watson Crick modelini doğrularcasına kendini kopyaladığı tespit edilmiştir. Watson Crick modelinden günümüze geldiğimizde ise laboratuvar teknik metotlarının hızla gelişmesi sayesinde en son gelinen noktada bir dizi otomatik genetik analizör cihazlarının programında yer alan elektroforez metodu yöntemiyle de DNA gen bölgeleri çok rahatlıkla tespit edilebiliyor artık.                                                        
         Anlaşılan DNA canlılar için son derece hayati öneme haiz molekül olup bizatihi kendi başkanlığında hücre içi faaliyetleri yönetmenin yanı sıra bir de proteinlerin yapısıyla ilgili bilgileri bünyesinde taşıması hasebiyle de protein sentezinde öncü lider olarak adından söz ettiren bir moleküldür. Hatta buna enzimlerin sentezi işlemlerinde ki öncülüğü de dâhildir. Derken DNA’nın kendi bünyesinde barındırdığı çok özel enzim molekülleri sayesinde proteinlere çevrilme işlemleri gerçekleşmiş olur. İşte DNA’nın öncülüğünde gerçekleşen tüm bu işlemler bize gösteriyor ki en basit protein sentezinin yapımında bile proteinin kendi kendini sentezlenemeyeceği anlaşılmaktadır. Her ne kadar Evrimciler bu hususlarda habire her şeyin kendi kendine tesadüfen meydana geldiğini söyleseler de kazın ayağı hiçte öyle değil,  bikere tüm canlı sistemler son derece kompleks bir yapıya sahiplerdir. Dolayısıyla kompleks bir yapıdan tesadüfü bir oluşum nasıl beklenebilir ki? Hatta Evrimciler sadece söylemekle kalmayıp üstüne üstük pişkin pişkin böylesi kompleks bir yapıdan kendi kendine protein oluşumunun olabileceğine inanmamızı da istiyorlar,  oysaki böylesi bir beklentiye kargalar bile güler dersek yeridir. Hele ki bu noktada en basit bir protein molekülünün 400 amino asitten meydana geldiğini düşünüldüğünde bunun tesadüfen meydana geldiğini söyleme fütursuzluğunda bulunabilmek için illa ki bir insanın aklından zoru olması gerekir ki evrimcilerin söylemlerine kanmış olsun. Kaldı ki aklı başında bir insan meseleyi aminoasit bazında düşündüğünde her bir amino asitin 4 ila 5 temel elementten meydana geldiğini gördüğünde hiç kanmayacaktır. Hele birde hadiseye element bazında düşünüldüğünde, o insan her bir elementin proton, nötron ve elektronlardan meydana geldiğini gördüğünde asla ve kat’a onlara hiç inanmayacaktır.  Öyle ya,  şimdi sormak gerekir tüm bu oluşumlar ortada iken tesadüf bunun neresinde? Biz biliyoruz ki hiçbir oluşum tesadüf eseri ortaya çıkmaz, hele ki başlarında DNA gibi öncü başbuğ bir başkan varsa bu durumda sözün bittiği yerde ancak ve ancak yaratılış mucizesinden bahsedilebilir, bunun dışında laf ola beri gele türünden aklına gelen her şeyi ulu orta söylemek abesle iştigal olur.
          Düşünsenize DNA, yaratılış mucizesi olarak hücrenin hem sevk ve idaresinden sorumlu Başbuğ başkanı,  hem de hücrenin biyolojik fonksiyonunu kontrol eden aynı zamanda kendi kendini kopyalayıp  (replikasyonunu) genetik varyasyonunu nesilden nesile aktaranda bir molekül yapıdır.  Madem öyle, bu noktada şimdi sormak gerekir, Allah aşkına tesadüf bunun neresinde?
         Belki de okuyucular olarak bu noktada diyebilirsiniz ki, evrimcileri eleştirmek iyi hoşta, DNA’da kendini replikasyonla kendini yenileyerek (rekombinasyonla) evrimleşmiş olmuyor mu?  Olmuyor elbet,  çünkü kendini yenilemekle yeni bir yaratığın DNA’sı olarak ortaya çıkmamakta, tam aksine başkanlığını yaptığı canlı türün genetik sistemin kodlarını muhafaza ederekten nesilden nesile ait olduğu canlı türün genetik kodlarının devamlılığını sağlamakta.  Dahası kelimenin tam anlamıyla bu demektir ki;  bir canlı DNA’sının, bir başka cinsten canlı DNA’sına dönüşmesi asla mümkün değildir. Zira DNA’nın yapısı, bu tip değişmelere mahal bırakmayacak bir şekilde planlanmıştır. Kaldı ki bir insanın DNA’sı bir hayvan DNA’sı olamayacağı gibi, bir hayvanın DNA’sı da insan DNA’sı olamaz. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,  tesadüf bunun neresinde?
          DNA demek aynı zamanda bilgi kodu demektir. Bilgi kodunun olduğu yerde tesadüfen oluşmuş bir eser oluşumundan asla bahsedilemez. Baksanıza DNA denen bilgi kodu hücrenin bölünme evreleri aşamalarında da kontrolü elinde tutup genetik bilgi kodunu kendinden sonra gelen oğul döllere taşınmasını sağlamada da başı çekmekte.  Üstelik başı çekerken de her şeyi har vurup harman savururcasına hareket etmez, tam aksine hücre içerisinde hayati olayların her safhasında DNA zincirinin tümü kullanılmaz, az bir bölümü kullanılır, asla hesapsız kitapsız hareket edilmez.  Hesapsız kitapsız hareket edilmediği şundan besbellidir ki kromozomu oluşturan DNA zinciri üzerindeki bilgiler hücre bölünmesinin ardından oğul döllere aktarıldığında başlangıcındakinin iki misli artış kaydedecek şekilde çoğalım göstermekte.  Böylece iki katına çıkan DNA iki telofaz nükleusu arasında eşit miktarda pay edilmiş olur.  Bir başka ifadeyle her bir ferdin vücut hücrelerindeki diploid nükleusları eşit miktarda DNA ihtiva ettiğinden her bir ferdin üreme hücrelerindeki haploid (n) DNA miktarı vücut hücrelerinin diploid (2n)  yarısı kadar pay edilmiş olur. Bir başka ifadeyle yumurta ve spermden her biri bir tek gene sahiptirler. Ta ki döllenme hadisesi vuku bulur, işte o zaman bu iki gen bir araya gelerekten zigotu oluşturmuş olurlar. Öyle ki sperm ve yumurta hücrelerinin kendilerine ait üreme tesislerinde (testis veya yumurtalıklar) bile hesapsız kitapsız hiç bir gen kombinasyonu gelişigüzel üretilmemekte. Bilakis üretim tesislerinde üretilen her bir sperm ve yumurta hücreleri çok değişik genetik kombinasyonlar içerisine girerekten hayrete şayan bir şekilde çeşitlendirilmiş ürünler olarak ortaya çıkabiliyorlar. Ancak ortaya çıkan çeşitlendirilmiş ürünler orijininden kopma anlamında bir çeşitlilik olmayıp, tam aksine kararlı yapıya sahip zencisinden beyazına, ela gözlüsünden mavi gözlüsüne vs. yelken açacak bir şekilde zenginliğin ölçüsü çeşitlendirmelerdir.
       Malum somatik hücrelerde poliploid durum söz konusu olup DNA sayısı kromozom sayısı ile orantılı bir şekilde artış göstermektedir. Zaten tetraploid kromozomlu bir hücredeki DNA’nın diploid (2n)  olarak iki kat artış sergilemesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,  böylesi hesaplı kitaplı ortaya çıkan oranların neresinde tesadüfü bir durum var?
       Şimdi diyebilirsiniz ki,  hesap kitap iyi hoşta, DNA böylesi hesaplı kitaplı tüm bilgi işlem faaliyetlerini tek başına mı yürütmekte?   Elbette ki hayır,  kendi başkanlığında kurulu bir teşkilat ve bu teşkilata bağlı bir dizi alt birimlerin hiyerarşik bir düzen içerisinde ekip çalışmasıyla yürütülen faaliyetler bütününden oluşmuş bir teşkilat ağıdır bu. Nitekim DNA’da kodlanmış tüm genetik bilgiler, önce RNA molekülünün sentezi siluetinde kopyalanıp bu şekilde DNA yazılımı (transkripsiyon) işlemleri belli bir tertip düzen içerisinde bilgi aktarımı şeklinde gerçekleşir. Böylece transkripsiyonla RNA’ya kopyalanmış olan genetik bilgiler adeta bilgi işlem cihazından geçirilerekten okunup bir protein haline çevrilme (translaşyon)  işlemiyle birlikte bilgi aktarımında maksat hâsıl olur da. Öyle ki DNA belleğinde saklı halde kodlanmış genetik bilgilerin protein molekülüne çevrilebilmesi noktasında hücre içerisinde bu uğurda yürütülen tüm faaliyetler gen ekspresyon faaliyeti olarak karşılık bulur da. Böylece DNA’nın nükleotid dizilimi, hiyerarşik bir düzen içerisinde tüm hücre içi faaliyetlerde elçi konumunda bulunan RNA’lar ve proteinlerin primer yapısını belirleyerekten neticeye bağlanmış olur.
         Ne diyelim,  işte sizde görüyorsunuz hiyerarşik düzen bu ya, DNA bünyesinde saklı tuttuğu genetik bilgilerin dölden döle aktarılması için kendi kopyasını oluşturarak devam ettirir de. O halde, şimdi sormak gerekir evrimcilere,  böylesi bir hiyerarşik düzen içerisinde tesadüf zinciri tüm bunların neresinde yer alır?
       Evet, şu da bir gerçek DNA, protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel kendisine yardım eden enzimlerin sentezi ise DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte.  Bu durum bir çelişki gibi görünse de ilk yaratılış gereği ikisinin de aynı anda var olması gerekecek şekilde tasarlanmış bir plan olduğu ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein olamayacağı gibi, proteinsiz DNA’da çoğalamayacaktır. Dolayısıyla son derece karmaşık yapı içeren protein ve nükleik asitlerin (DNA ve RNA) tesadüfen meydana gelmesi mümkün gözükmüyor.
       Bilindiği üzere genetik programlar bin ciltlik kütüphaneyi doldururcasına veri tabanına (bilgi deposu) kayıt edilirler.  Üstelik bu bilgiler üçlü harf veya üçlü kodon halde bir yazılımla milyarlarca bitlik bilgisayar birimine tekabül eden bilgilere eş değer sayıda dizilerek sahne alırlar.  Dahası insanın bir tek hücresine ait tüm özelliklerinin kodlandığı 46 kromozomluk bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak niteliktedir. Yani her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelir. Düşünsenize söz edilen ciltlik rakam sadece tek bir hücre içindir,  birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu bile zor ifade edilecek rakamlarla karşı karşıya kalacağımız muhakkak. İşte böylesi dudak uçurtucu rakamlara rağmen hala tesadüf denilecekse pes doğrusu...
        James Dewey Watson, asrımızın en büyük buluşu DNA’yı keşfetmekle birlikte birtakım soruları da beraberinde getirip insan ister istemez; acaba amino asitler mRNA’nın yüzeyinde bir sıra halinde toplanarak bir enzimin etkisi altında protein oluşturmak üzere mi birbirine bağlanırlar diye sormadan edemiyor. Keza yine örneğin U-U-U üçlüsünün fenil alanin moleküllerine uyup diğer amino asitlerin ise uymadığı özel bir şekli mi vardır,  yoksa üçlülerden her birinin 20 amino asitten yalnız birine uyan bir model yapısı var mıdır gibi sorular da sormadan edemeyeceğimiz türden sorulardır. Hiç kuşkusuz bu tür sorular önümüzde durdukça basit mantık kurallarıyla böyle bir işleyişi cevaplamak pek mümkün olmayacaktır. Neyse ki mükemmel işleyen bu kurulu mekanizmayı Francis Crick tarafından açıklığa kavuşturulup, böylece basit mantık yürütmelerden kurtulabiliyoruz. Şöyle ki; U-U-U bazlarını A-A-A nükleotid üçlüsü çekerek hidrojen (H) bağları oluştururlar. Eğer böyle bir molekülle fenil alanin bağlanmışsa mRNA doğru yerinde tutulacaktır. Mesela bir nükleotid üçlüsünün yanında prolin şifresini taşıyan S-S-S üçlüsünü G-G-G nükleotid üçlüsü kendine çekecektir. Derken prolin, fenil alanin yanına doğru yerinde tutulmuş olacaktır. Ki; RNA molekülleri, aminoasitlerin ribozomlara taşınmasında sorumludur.  Bir başka ifadeyle tRNA olarak adlandırılan bu molekülün her biri adaptör görevi (adapte edici iş görür)  yapma özelliği sayesinde doğruca yerlerine gidip, istenilen tipte proteinin meydana gelmesinde mühim rol oynayacaklardır. Fakat bu işlemini gerçekleşmesi için aminoasitlerin ribozomda senteze girmeden önce özel nitelikte birkaç enzimin tRNA’ya bağlanması gerekir.
      Şurası muhakkak aminoasit ve tRNA kompleksinin mRNA’nın özel kodonuna bağlanmasında rRNA’nın enzimatik yardımı ve GTP’den (guanin trifosfat) sağlanan enerji sayesinde olmaktadır. Dahası Biyokimyacı Mahlon Hoagland tarafından mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodon ve bunlara uyarlanacak aminoasitlerin bağlanış biçimi açıklanmışta. Ona göre her bir amino asitin ATP ile reaksiyona girmesi sonucu bir enzim katalizlenmektedir. Katalizlenen enzimler ise her bir amino asit için çok özel olup,  aynı zamanda aminoasitlerin her biri karboksil (COOH) grubu ATP 3 fosforik asit grubunun en uçtakine bağlanarak anlam kazanır.
        Dahası mRNA’dan üretilen 5 uçlu kodonlu enzimin bir tane olduğu belirlenmiştir. Ömür yaşı takriben 20 saat kadardır.  İşte buna göre 20 saat içerisinde bir mRNA’da 20x60/5=240 adet enzim yapılabileceği belirlenmiştir. Anlaşılan 240 enzim başlangıçta bir tek mRNA’nın yaptırdığı veya sabit bir şekilde devam ettirdiği sayıdır.  Hücre içerisinde bunun gibi aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA olduğuna göre 240x240= 57600 enzim olacağı hesap edilir. Sonuç itibariye özetleyecek olursak:
        Gen + 240 mRNA + 57600 enzim (protein) üretilir. Başlangıçta bir adetlik DNA enformasyonu sadece mRNA ve polipeptit yazısına tercüme edilmekle kalmaz, aynı zamanda amplifikasyonla bilgiler çoğaltılır da. Gerek James D. Watson, gerekse sağduyulu birçok bilim adamı genlerin protein moleküllerinden ibaret olduğu kanaatini taşırlar. Keza Francis Crick’te sağduyulu bilim adamı olup, o da şüpheci görüşlere kulak asmazdı. Üstelik o; onların birçoğu hakkında “Yanlış ata kumar oynamaktan usanmayan huysuz ahmaklardır” tarzında tiplendirip sitemini dile getirmiştir. Zaten aklı başında bir insan toprağın altındaki her türlü elementin kendiliğinden yeryüzüne çıkıp son derece en son model araba yapamayacağını bilir. Bu yüzden objektif kriterleri esas alan bilim adamları evrimcilerin çok kompleksli bir canlı âleme ait donelerden işine gelenleri alıp, işine gelmeyenleri ekarte ettikleri teorilerini ciddiyetle bağdaşır bulmazlar. Zaten hiçbir sağduyulu bilim adamı teoriyi objektif kritermiş gibi esastan kabul edip bilimsel çalışmalara kaynak almazda. Fakat evrimci kuram öyle değil, maalesef karşımıza bilimsel maske altında karşımıza materyalist bir akım olarak çıkmakta.        
      DNA başkanlığında hiyerarşik düzen içerisinde bilgi enformasyonunun nasıl işlediğini maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:
        -Çekirdekte yer alan DNA molekülü kendisinin özel bir koplementer arkadaşı mRNA’nın sentezini gerçekleştirirken, aynı zamanda kendine kalıbına uygun RNA nükleotidleriyle de eşleşerek bir dizilim oluşturmaktadır. Öyle ki DNA adenini bir yandan RNA’nın urasiliyle eşleşirken,  diğer yandan DNA timini RNA’nın adenin nükleotidi ile eşleşmekte,  yetmedi her ikisinin stozini diğerinin guanini ile bir araya gelip,  böylece DNA yazılımının bir kopya sureti yeni mRNA molekülü üzerinde gerçekmiş olur
       -İkinci aşamada mRNA sitoplâzmaya geçip bir ribozoma bağlanarak burada protein sentezi sırasında kalıp görevi ifa etmiş olur.
       -Üçüncü aşamada tRNA molekülleri sitoplazmada serbest yüzen amino asitleri teker teker yakalayıp onları ribozoma getirir. Böylece her bir amino asit tRNA tarafından taşınarak ribozomlardan geçmeye hazır vaziyette mRNA ile uyumlu, aynı zamanda şifresine uygun bir şekilde sentezlenmiş olur.
       -Dördüncü aşamada sentezlenen yeni protein molekülü ribozomdan kopup ayrılınca mRNA başka bir ribozoma geçiş yapar.  Bu arada tRNA ise daha önce taşıdığı tipte olan başka aminoasidi yakalamak üzere yeniden sitoplazmaya doğru hareket eder. Böylece DNA şifresi kendine özgü protein çeşitlerini yapmak amacıyla hemen hemen birbirinin aynı kalıpta birçok protein molekülün yapımı gerçekleşmiş olur.  Nitekim bu hipotez “santral dogma” olarak isimlendirilip,  “DNA + RNA’yı + RNA’da proteinleri yapar” şeklinde formüle edilir de. Görüldüğü üzere aminoasit sıralarının belirlenişinde DNA kalıp görevi yapmamakta,  tam aksine protein sentezi için talimat veren konumundadır. Yani DNA’dan gelen genetik bilgi önce RNA’ya aktarılır, daha sonra RNA’da gereğini yapıp bilginin adeta kalıp dokümanını ortaya koyar. Derken kısa süreli hafıza kartında saklı kalan bilgiler, ister istemez yeni bir alana kavuşurlar. Hatta kavuşmakla kalmazlar mevcut hücre ortamın yapısını da değiştirip hücre sathında yeni bir RNA molekülünün teşekkülüne imkân verilir. Nasıl mı?  Mesela protein sentezi sırasında 10 ila 30 dakika arasında konaklayan RNA şayet kendi yapısına uygun bilgi veya ilave edeceği bir şey yoksa bu noktadan sonra degrede (bozulmaya uğraması) olması kaçınılmazdır. Ne zaman ki kendisiyle alakalı bir bilgiye kavuşur, işte o zaman bilgiler kısa süreli kayıt sisteminden çıkıp daha uzun kayıt altında saklanan belleğe aktarılır, derken son noktada bilgiler tekrar DNA’da toplanmış olur. Demek oluyor ki kısa süreli hafıza kartından geçen elektrik akımı hücrenin yapısında birtakım değişikliklere yol açmakla kalmayıp, bunun yanı sıra RNA vasıtasıyla başka bir bilginin doğmasına yelken açılmakta. Hatta RNA’nın uzun süre hafıza kartında kalmasına karar kılındığında ise doğrudan DNA’ya bağlanarak aminoasitlere dönüşmekte. Derken o bilgiler ömür boyu bir canlı için yol arkadaşı olur.
          Velhasıl-ı kelam, canlı âleminde eşrefi mahlûkat bir insan olarak da hayatta işlediğimiz tüm eylemlerin tüm detayları önce hücrelere aktarılır, sonra ribo nükleik asitlere ve en nihayet DNA’mıza işlenerek bir daha yakamızdan asla atamayacağımız bilgi hazinesine dönüşürler. Bu olay aynı zamanda Allah’ın yoktan yaratma olayını hatırlattığı gibi kulları üzerinde kodlanan kader programını da ortaya koyan bir mucize-i hadisedir.
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dna-mucizesi-5968-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty DNA’NIN ŞİFRE KODLARI

Mesaj tarafından Selim Cuma Ağus. 05, 2022 6:46 pm

DNA’NIN ŞİFRE KODLARI
        SELİM GÜRBÜZER                        
        Evrimciler DNA’da ki şifre ve kodların tesadüfen, yanılma veya kazaen meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Oysa ‘şifreler’ bir bilgiyi bir şekilden diğer şekle çevirmek için kullanılan semboller sistemidir. Mesela yazılı dil insan tarafından kullanılan bir tür şifre sistemidir. Nitekim Türk alfabesinde 29 harf sembol var olup, bu sembollerle istenildiği kadar kelime üretilebiliyor. Keza DNA molekülleri çok uzun oldukları halde sadece 4 harfli alfabetik yaratılış kod dizilimle yazgı gerçekleşmektedir. DNA’yı işte bu noktada insan vücudunda A’dan Z’ye akla gelebilecek her ne varsa tüm bilgileri kendi kodunda eksiksiz olarak barındıran iki sarmaldan oluşan bir yapı olarak görmek gerekir. Zira vücudumuza ait gerek içe dönük bilgiler, gerekse dışa dönük bilgiler dört harfli olarak tanımladığımız alfabetik şifre sistemiyle kayıt altına alınmış durumdadır. Malum o meşhur dört harfli alfabetik şifre sistemi; “adenin, timin, guanin ve sitozin”  denen A, T, G, C sembolleriyle ifade edilen nükleotid bazlarından başkası değildir elbet. İşte kromozomları oluşturan DNA’da kodlu olan bu dört başlı bilgi bazlar kendine özgü dizilimleriyle çeşitli aşamalardan geçip kopyalandıktan sonra en nihayetinde protein sentezi yapımı gerçekleşmektedir
           Genetik alanda bilimsel çalışmalar bize nükleik asitlerin canlı organizmaların protein sentezi oluşumundaki genetik hammaddesini teşkil eden nükleotid birim polimerleri olduğunu göstermekte. Hakeza genlerin ise DNA’nın belirli bir kısmını oluşturan nükleotid dizisinin ta kendisi bir kalıtım birimi olduğunu gösteriyor.  Hele bu noktada kalıtım birimlerinin yarı anneden yarı babadan çocuklara kuşaklar boyu dölden döle kendi karakteristik özelliklerini geçiriyor olması başlı başına genetik mucizevi bir hadisedir.   Gerek nükleik asitlerin gerekse genlerin en belirgin ortak özelliği nükleotid yapıtaşlarından meydana geliyor olmalarıdır.  Derken her iki birim sayesinde proteinlerin yapıtaşını oluşturan aminoasit oluşumu vuku bulup böylece hücre içerisinde 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit zincirinin biyolojik fenotip ve genotipi ortaya çıkmış olur. Şayet zincir üzerinde 10 ila 100 arası sayıdan daha fazla amino asit sıralanırsa bu kez polipeptit oluşumundan bahsetmek yerine protein zincir oluşumundan bahsetmiş oluruz ki yukarıda sözünü ettiğimiz dört nükleotid bazın dizilişinden maksat hâsıl olur da.  Yok, eğer diziliş maksadının dışında ortaya anlamsız bir durum çıkarsa biliniz ki bunun arka planında yol kazası diyebileceğimiz türden bir şeylerin ters gittiği anlamı çıkar ki, bu durumda herhangi bir geni oluşturan nükleotidler üzerinde oluşabilecek bir sıralama hatası o geni ister istemez iş göremez hale getirebiliyor.  Dolayısıyla istisnai yol kazaları hariç, insan vücudunda 200 bin genin olduğunu yakından takip edenler bu sıralamadaki tertip ve düzenin hedefinden sapmadan daha kompleks yapılı işlere yönlendirildiğini gördüklerinde hayretler içerisinde şaşa kaldıkları herkesin malumu. Her ne kadar moleküler biyolog Francis Crick, DNA zincirlerin düz olması nedeniyle genlerdeki nükleotidlerin sırasıyla proteinlerin yapıtaşı aminoasitlere uydurulabilir demiş olsa bile sonrasında gerçek anlamda DNA’yı keşfettikten sonra biyolojik nizamın bir mucizevî bir hadise olduğunu dile getirmekten kendini alamamıştır dersek yeridir. Derken bizde bu arada Francis Crick’in keşfettiği DNA molekülünün mucizevi sarmal yapısına vurgu yaparaktan dile getirdiği gen birimlerinin üstlendiği fonksiyonlarını günümüz genetik mühendisliğinin daha da gelişmiş ortaya koyduğu bilgilerle de pekiştirdiğimizde herhangi bir canlı veya insan genomunun asla ve kat’a tesadüfi bir eser olarak ortaya çıkamayacağının idrakine varmış oluruz.  Tabii bizler bir takım mucizevi oluşumları idrak etmiş olsak da bizim dışımızdakiler için bu mucizevi oluşumlar maalesef tesadüfi oluşumlar olarak karşılık bulmakta. Yine de aralarında bir kısım evrimciler köşeye sıkıştıklarında insafa gelip en azından tesadüf kelimesini ağızlarına almayıp bir takım gerçekleri itiraf etmek durumunda kalabiliyorlar. Nitekim  “Yaşamın Temel Kuralları” eseriyle dikkat çeken evrimci Prof. Dr. Ali Demirsoy; “Bir proteinin ve çekirdek asidin (DNA ve RNA’nın) oluşma şansı tahminlerin çok ötesinde bir olasılık olduğunu, hatta belirli bir protein zincirinin meydana gelme şansı astronomik denecek kadar azdır”  diyerekten bir takım gerçekleri itiraf etmek zorunda kalmıştır. Hatta Amerika’da  “Biyolojide Olasılık Araştırma Merkezi” adlı bir akademik kuruluşu Amerikan alfabesinin 26 harfli olmasından hareketle alfabetik deney yapmayı tasarlayıp bunun için ilk etapta 30.000 çekiliş öngörmüşlerdir. Çekiliş sonrasında harf dizilimlerinin dokümanı ortaya çıkarıldığında; anlamca ilk iki harfli olanının 4890 adet sözcük,  üç harfli olanının 113 adet sözcük, dört harfli olanının 139 adet sözcük, beş harfli olanının 17 adet sözcük,  altı harfli olanının 3 adet sözcük, yedi harfli olanının ise 1 adet anlam içeren  sözcük tablosu ortaya çıkmıştır.  Bir başka ifadeyle öngörülen 30 bin çekilişli harf sıralaması arasından en nihayetinde 7 harflik olanından kala kala 1 adet sözcüğün anlam içerdiği tespit edilebilmiştir.  Birde öngörülen ihtimal hesaplarını protein sentezine uyarladıklarını düşündüğümüzde bu iş için değim yerindeyse 20 amino asitlik alfabetik harfin oluşturacağı sözcük tablosuyla yüzleşeceğiz demektir.  Öyle ya, mademki proteinler 20 amino asitlik dizilimden oluşmakta, o halde en basit bir canlının protein yapısını oluşturabilecek anlam yüklü sözcüklerin ortaya çıkması için her harf için 1/4 ila 1/5 harf arasında seyreden oranlarda bir harf dizilimlerinin olması icap etmektedir. Dolayısıyla bu söz konusu orantısal harf parametrelerden hareketle öngörülen 400 çekiliş için gereken alfabetik harf sayısı 20 olduğuna göre çekiliş sonrasında ortaya çıkacak olan sonuç itibariyle 4’ün 400’üncü kuvvetine tekabül eden 10240 (10 üzeri 240)’lı gibi telaffuzunda zorlanacağımız zor rakamlar elde ederiz.  Dahası bunun net anlamı trilyon sözcüğünün 20 kez tekrarlanması demektir.  İşte böylesi bir tabloda 400 amino asit zincirinden bir tane işe yarar proteinin 20 kez tekrarlanmasıyla ancak trilyon rakamlarla ifade edebilecek bir ihtimal hesabıyla karşı karşıya kalınır ki,  bu durumda bile birileri çıkıp hücre içerisinde cereyan eden her bir oluşum için halen tesadüf diyorsa pes doğrusu. Hele ki ortada bir de insan genomunu oluşturan, yani milyonlarca nükleotidlerden oluşmuş polimer dizisinin Başbuğ başkanı DNA’nın varlığını düşündüğümüzde hücre içinde cereyan eden tüm mucizevi oluşumlara tesadüf denilecekse, bu tür söylemlerin atalarımızın  “Zırva tevil götürmez” dedikleri dedikodu kazanı kaynamaktan öte bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır.
       TRİPLET KOD SÖZCÜKLERİ
        Onca yıllardır genetik kodlar ve genetik kartlar üzerinde çalışmalar yapılmasına rağmen DNA’nın şifreleri üzerindeki sır perdeleri çözülememiştir. Öyle ki dışardan müdahalelerle genetik kartlarla oynanmasına rağmen ancak ve ancak bir takım istisnai türden arızi değişiklikler gözlenebilmiştir. Her ne kadar genele şamil nitelikte olmayan bir takım istisnai türden değişiklikler kimi aklı evvel çevreleri harekete geçirip sanki bir şeyleri keşfetmesine sevindirmiş olsa da,  şu bir gerçek ortada değişen genetik kartlar değil, ortada değişen hücrelerin savunma reflekslerinden doğan mutasyon kaynaklı arızi değişikliklerden başkası değildir.  Üstelik herhangi bir canlı genomunda olası görülebilecek bu tür mutasyon kaynaklı değişiklikler o söz konusu canlının dışında başka bir canlını türemesine yol açan bir değişiklik olarak karşımıza çıkmaz, sadece ve sadece o canlının orijinal genetik kartlarına zarar vermekle sınırlı kalan bir değişiklik olarak karşımıza çıkar. Kelimenin tam anlamıyla ateş olsa ancak cürmü kadar yer yakan cinsten bir değişikliktir bu. Hem kaldı ki hücre içi genetik kartlarda belli bir matematik programla kodlanmış konumda emir almış emrin gereğini yapmakla memur kartlardır.  Ki,  emre amade bu kartlar dört başı mamur nükleotid asitlerin kendi kendilerine buyruk kesilip de oluşturacağı genetik kartlar da değil,  tamamen ilahi kaynaklı  “Ol” emri ile oluşturulmuş yaratılış mucizesi şifre kartlardır. Dolayısıyla bir canlının genetik kartlarına dışardan herhangi fiziksel ve kimyasal kaynaklı müdahalelerle oluşabilecek değişikliklerin  “Ol” emri orijinal programı büsbütün ortadan kaldıracağına inanmak safdillik olacaktır.   Öyle ya,  mademki “Ol” emri programı gereği proteinler aminoasitlerden oluşmuş bir yapı, o halde böyle bir yapının DNA başkanlığında gönderilen “Özel bir protein yapmak için belirli bir aminoasidi,  bir başka zincirde uygun yere koy”  şifre kodu mesajıyla hücre içerisinde anlam kazanması son derece gayet tabiidir.  Üstelik DNA başkanlığınca gönderilen komutlar sırf aminoasit oluşumuna yönelik komutlarla sınırlı kalmayıp daha başka oluşumlarında devrede olduğunu düşündüğümüzde aralarında herhangi bir mesaj karışıklığına yol açmayacak bir şekilde yerini bulup öyle hücre içerisine servis edilmekte.  Mesajların birbirine karıştırılmadığı şundan besbellidir ki bir bakıyorsun 46 kromozomlu insan genomu 20 çeşit amino asit olacak şekilde genetik kodlanması yapılmakta.  Öyle ki servis edilecek şifre kodları 4 harflik kodonlu bir şifreyle 20 aminoasidi oluşumuna kâfide gelmeyebilir,  keza dördün karesi, yani 16 harflik kodonlu bir şifreyle de 20 çeşit amino asid oluşumunu karşılanmayabiliyor. O halde bu iş için nükleotidlerin en az 3 harflik kodonlarla şifrelenmesi gerekir ki nükleotidler 3’erli grupla halde, dördün küpü 64 çeşit kombinasyonlu bir amino asit oluşuma gerçekleşebilsin.  Yani bu demek oluyor ki; 64 kodonun herhangi bir üçlü grubu DNA’da kodlanmış enformasyonun bir kelimesine denk düşen program ayarlamasıdır bu.  Hatta bu program ayarlamasıyla oluşan her bir sözcük üçlü nükleotidden meydana geldiği içindir adına triplet yapıda kod sözcükleri denmektedir. Ayrıca her bir şifre sözcük aynı zamanda kodon veya kod olarak tanımlanır.
       Şurası muhakkak kod sözcüklerinin triplet yapıda olduğunu doğrulayan deneyler Crick ve arkadaşları tarafından yapılmıştır.  Crick ve arkadaşları yaptığı deneylerde gen haritasının rIIB mutantları diye bilinen bölümünde bozuk olan T fajını kullanmışlardır.  Elbette bu tip özürlü mutantın DNA sarmalının herhangi bir dizisinde noksanlık veya bir miktar arızaların doğmasına yol açması muhtemeldir. Nitekim bu ve buna benzer tütün mozaik virüsü (TMV) ile yapılan çalışmalar sonucunda nükleik asit zincirinde herhangi bir noktaya müdahaleyle birlikte polipeptid zincirinde birtakım kısmi değişmelere neden olduğu gözlemlenmiştir.  
       Kodon triplet olduğunda veya  genetik komutun  1, 2, 3, 1, 2, 3... şeklinde  sıralandığını varsaydığımızda  “....bir mol ad  üre yap ver” şeklinde bir mesajın ortaya çıkması ihtimal dahilindedir. İşte böylesine harf sırasıyla nükleotidlerin 3’lü gruplar halde dizilmesiyle birlikte sözcükler hedeflenen bir oluşum için anlam kazanabiliyor. Şayet yukarıda zikrettiğimiz cümleden “mol” kelimesinden ‘m’ harfi çıkarılacak olursa cümle “...bir ola dizi rey apv er...” şeklinde bir yapıya dönüşecektir.  Keza bunun gibi cümleye fazladan girecek bir harfin ilk emrin orijinal niteliğini bozma ihtimalide öyledir.  Mesela  “bir” kelimesinin  ‘i’ harfi ile  ‘r’ harfi sırasına bir “I” harfi girdiğini düşünürsek cümle bir anda  “...bir rmo Iad lür eya pve r...” şeklinde bir cümleyle iş bir anda çığırından çıkabiliyor. Anlaşılan uzun bir cümle yapısında 2 noksan ya da 2 fazlası harf değişiklikle orijinal komut dizisi arasında kısmen de olsa uyumluk görebiliyoruz, ama işin içine 2 den fazlası kısa cümlelik değişiklikler girdiğinde kısmide olsa uyumluluk göremiyoruz. Çünkü dar kodonlu kısa bir aralık alanda iki harfin üzerine aşan bir değişiklik dizinim söz konusudur. Peki bu kısa aralıklı üç kodonlu triplet dünyasında durum vaziyet bu iken, kim bilir daha kompleks yapılarda durum vaziyet nasıldır, bunu da bir siz düşünün. Gerçekten de bir organizmanın bütününe tüm bu uyarlamaları uyguladığımızda işin içinde çıkılamayacağı çok açık. Düşünsenize en basit protein molekül olarak bildiğimiz insülin prohormon öncüsü proinsülin molekülü bile 84 amino asit rezidü içeren bir zincire ihtiyaç duymaktadır.  Ki, insanlarda proinsülin molekülü INS geni tarafından kodlanır.  Bu durumda öyle anlaşılıyor ki, böylesi bir molekülün kodlanması için 84 amino asitlik donanıma ihtiyaç vardır. O halde bir proinsülin içeren protein molekülünün tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 20 rakamın 84’üncü kuvvetine denk düşen 109 sıfırlı bir rakama tekabül eder ki, işte telaffuzunda zorlandığımız bu dudak uçurtucu söz konusu rakam kendi hal lisanıyla dile gelmiş olsa hiç kuşkunuz olmasın  bize olan biten her şeyin tesadüfî değil, yaratılış mucizesi olduğunu haykıracaktı. Öyle ki, bu haykırışa kulak kabartıp organlarımızın her birini tek tek ele aldığımızda ise işin daha da bir rengi değişip neredeyse kâinat kadar büyüklükte rakamların hesap makinelerinin belleğine sığmayacak türden rakamlarla karşılaşacağımız çok açıktır. Şimdi tamda bu noktada evrimcilere sormak gerekir tesadüf dediğiniz ucube oluşum acaba rakamların bile aciz kaldığı tüm bu kod açılımların neresindedir? Aslında sormaya da gerek yoktur, neresinde yer aldığını gösteremeyecekleri çok açık ortada zaten,  onlar tesadüfler zincirine tüm ümitlerin bağlaya dursunlar, oysa biz biliyoruz ki kâinatta olan biten tüm mucizevi oluşumlar tesadüf olarak haykırmıyor tam aksine kendi hal lisanıyla tevafuk mucizesi diye haykırmaktadır.          
         Kâinatta hiçbir şeyin tesadüfen meydana gelmediği o kadar net ortada ki,  tombala oynayanlarda çok iyi bilirler ki;  1’den 10’a kadar sıralanmış madeni paralardan istediğimiz rakamı torbadan çekme şansımız çok zayıf ihtimal bir rakamdır.  Şöyle ki;  basit bir matematik ihtimal hesaplarında öğrendiğimiz kadarıyla cebimizden 1 rakamlı madeni parayı çekme ihtimali 1/10’dur. 1 ve 2 rakamlı paraları arka arkaya çekme ihtimali 1/100’dür. 1, 2 ve 3 sıralı rakamları çekme ihtimali 1/1000’dir.  En nihayet 1, 2, 3, 4 ve 10’a kadar karışık sıralı halde bulunan tüm paraları çekme ihtimali ise 10 milyarda bir orana tekabül eder ki,  işte sizde görüyorsunuz ya git gide rakamsal olarak açılan makas aralığı  bize gösteriyor ki cebimizden kendi isteğimize karşılık gelebilecek madeni para birimini bir çırpıda çekmenin hiçte öyle kolay bir iş olmadığı anlaşılmaktadır. Anlaşılan işi şansa bırakmak her zaman yanılgıları da beraberinde getirmekte. Bu yüzden bilardo oyununda bile topların yuvaya girmesinde işi şansa bırakmayacak bir şekilde usta olmak gerekir ki oynanan oyunda tesadüften medet umulmasın.  İşte tüm bu rakamsal örnekler bize en iyimser tahminle bir proteininin tesadüfen meydana gelme ihtimalinin on üssü seksenli (1080) dudak uçurtucu telaffuzu zor bir rakamla karşı karşıya kaldığımız gösterir ki, şimdi bu noktada da evrimcilere sormak gerekir böylesi telaffuzu zor bir rakam karşısında tesadüf bunun neresindedir?  Yine gösteremeyecekleri malum,  onların işleri güçleri insanların kafalarını durduk yere içi boş laflarla meşgul edip zihin dünyalarını alt üst etmektir, bunu meslek edinmişler de.
        KOD SÖZCÜKLERİNİN YAPISI
        İyi ki de şifrelerin ne şekilde kodlandığı veya kod sözcüğünün nasıl fonksiyonel hale geldiğini gösterecek bir takım deneyler yapılmış. Aksi halde deney ve gözlemden yoksun içi boş lafları ve hayal mahsulü masalları tek kriter veri olarak kabul ediyor olacaktık. Bakınız Severo Ochoa,  en azından boş masallarla oyalanmak yerine RNA nükleotidlerini birbiriyle birleştiren bir enzimi keşfetmekle adından söz ettirebilmiştir. Bu buluşun ardından Nırenberg ise mevcut enzimi kullanarak nükleotidlerden suni RNA üretebilmiştir. Hatta bunla da kalmamış yapay RNA’nın hangi tip protein ürettiğini gösterecek şifre kodlarının ipuçlarını da ortaya koyabilmiştir. Derken ileriki yıllarda genetik alanda hızlı ilerlemeler kaydedildikçe bugünkü anlamda elektronik cihazların, internet sitelerin ve ATM cihazlarının üzerinde  “şifre kırma” denemelerine benzer çabalar genetik kodlar üzerinde de denenmeye varacak kadar iş bu noktalara gelebilmiştir. Tabii elektronik işlerde kafa yorup denemek iyi hoşta, biyolojik şifreleri kırma hadisesi sıradan bir internet sitesinin ya da her hangi bir ATM cihazının şifresini kırmaya benzemez. Belki ucundan kıyısından bir kısım hücre yapılarının şifrelerini kısmen kırmak ihtimal dâhilinde olsa da ama bu topyekûn biyolojik bir yapının tamamının şifre kodlarını kırmak anlamını taşımayacaktır. Bırakın insan genomunun tamamının şifresini kırmak,  en basitinden zararlı böcek ve mikroplara karşı antibiyotik ve böcek öldürücü ilaçlarla verilen mücadelede topyekûn bir başarı hikâyesi yazılamadığı gibi herhangi bir bakterinin,  herhangi bir virüsün ve herhangi bir böceğin genetik kodlarında topyekûn bir biyolojik değişikliğe yol açacak bir durum görülmemiştir. Üstüne üstük mücadele edilen mikroorganizma ve haşerelerin daha da güçlü bir şekilde genetik yapılarını koruyarak dölden döle hayatiyetlerini sürdürdükleri gözlemlenmiştir. Her ne kadar zaman zaman oğul döller arasında istisnai türden bir takım değişiklikler nüksettiği gözlemlenmiş olsa da bu tür değişiklikler mutajen kaynaklı bir değişiklik olup hiçbir zaman genetik kodlarının tamamını ortadan kaldıracak değişiklikler olarak bir anlam ifade etmeyecektir.  Örnek mi? İşte radyoaktif azot ihtiva eden proteinleri koli basili olarak bilinen Escherichia coli bakterisine transfer edildiğinde zarar verse de genetik kodlarını ortadan kaldıran herhangi bir etkisinin olmadığı gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu gerçeklerden hareketle herhangi bir karıncanın bütün vücut yapısının veya duyu organlarına ait çift antenleriyle ilgili genetik kodlarının tesadüfen oluştuğunu söylemek abesle iştigal bir tutum olur. Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde malum biyokimyacılar,  S. Ochoa’nın kullandığı enzimi urasil nükleotidden meydana gelmiş proteinlere uyarlayınca ortada sadece fenil alanin amino asidinin varlığı gözlemlenmiştir. İşte bu tip çalışmalarla  üçlü urasil nükleotit kodondan “Fenilalanini aminoasitlere bağla” şeklinde amino asitler arasındaki ilişkiyi tanımlayan bir genetik kod dizilimi ortaya çıkabileceği gibi,  yine birbirini takip eden üçlü urasil nükleotitlik grup kodonlarından    “amino asitten bir tane daha ekle” şeklinde RNA ile doğrudan ilişkisinin olduğunu tanımlayan genetik kod dizilimleri de ortaya çıkabiliyor.  Dahası bu sonuçlar bizim açımızdan Genetik kod dünyasının Başkanı DNA’nın talimat olarak gönderdiği şifre kodları hakkında bilgilenmemize de ufuk açmaktadır. Bu noktada hiç kuşkunuz olmasın,   evrimciler gibi bizim ufuk dünyamızda bir canlıdan başka tür canlının türemesi şeklinde bir şifre kodu yaratma veya türeme anlamına gelebilecek bir bilgi kirlenmesine asla yer verilmeyecektir.  Kaldı ki yaratmak fili sadece Yüce Allah’a has sıfattır.  Öyle ya, madem ki,  Yüce Allah’ın kainatta her şeyi yoktan yaratıp var etmekte,  o halde  bilim adamlarının yaratılmış olanlar  üzerinden yaptığı denemelerden  mesela yapay RNA’larla yapılan çalışmalara bir göz attığımızda  bunlar içinde     Poly-A (A-A-A........) dizilimine uyan polipeptidin polylysine olduğu,   Poly-S (S-S-S...........) dizilimine uyan polipeptidin ise poliproplen olduğu belirlenmiştir. Ne diyelim  sizlerde  görüyorsunuz ya,   tüm  bu  deneysel  yapay çabalara rağmen  günün sonunda  Poly-G (G-G-G....) dizilimine uyan  tam manasıyla  dört dörtlük ortaya  bir  polipeptit zinciri   konulamamıştır.
          Anlaşılan o ki, dünyanın yaşı 5 milyar olduğunu varsaydığımızda bugüne kadar protein elde etmek için harcanan onca çabalardan ortaya çıkan ihtimal hesaplarının her bir aşamalarına bir bakıyorsun 1/100 değil, 1/1000 değil, 1/1000 değil, 1/1000000 şeklinde bir sürü değilli ihtimal rakamların hepsi fiyaskoyla sonuçlanmıştır.  Belli ki nice ardı ardına sıralanan değiller zincirinin trilyon rakamlarının kat be kat üstüne çıkacak ve ucu bucağı görülmeyecek türden rakamlarla işin kotarılamayacağı anlaşılıp ortada yaratılan her mahlûkatın yaratılış kodlarına meydan okuma girişimlerine geçit verilmeyen bir yaratılış mucizesi bir durum söz konusudur.   Üstelik yapılan bu olası hesaplamalar sadece tek bir protein için yapılan öngörmelerdir, birde bunun üçüncü, dördüncü, beşinci vs. ayaklarını düşündüğümüzde işler daha da öngörülemez bir hale gelebiliyor. Nitekim protein sentez olayında  üçüncü bir protein elde ihtimali on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 237, dördüncüsü için on üssü beş yüz yirmi (10520)’de 236, beşincisi için ise on üssü beş yüz yirmi (10520)’de  235……vs. gibi  oranlarda sıralanır olması bunun bariz bir çıkmaz yol olduğunun göstergesi zaten. Hatta bu sayılara birbirine çarptığımızda ise en basit canlının oluşmasında 239 cins proteinin teşekkülü için gereken ihtimal sayı rakamının dudak uçuklatan öngörülemez boyutlara uzandığı görülecektir. Hele hele birde bu ihtimal hesabını tüm canlılar için yapılmaya kalkışıldığında işler daha da işler sarpa sarıp çıkmaz yollara girip çıkma gibi bir hal alacağı muhakkak. Elbette bu dudak uçuklatan sayılar kimimiz için Yaratıcı güç karşısında boyun büküp kulluk teslimiyet bilinciyle hareket etmemiz gerektiği anlamına gelirken, kimimiz içinse tesadüfün karşısında boyun eğmek anlamına gelecektir.  Tabii hiç kuşkusuz bizim tercihimiz birincisinden yanadır. Zira genetik kod dünyası, yaratılış genetik soy ağacında kodlanmış bilginin canlı hücreler tarafından proteinlere tercüme edilmesini sağlayan kurallar manzumesi bir dizilimin ta kendisi bir dünyadır. Dikkat edin kural dedik, yani başıboşluk ya da tesadüf demedik, anlayana yaratılış mucizesinde asla ve asla tesadüfe ve nizamsızlığa yer yoktur,  elbette ki böyle demek durumundayız.
          TRİPLET YAPIDAKİ NÜKLEOTİDLERİN SIRALANIŞI
         Nasıl ki bir sanat sanatkâr sahibini gösteriyorsa bir harfte elbette ki kâtibine işaret eder. Dolayısıyla amino asitlerin sırasını belirleyen dizilim şekli DNA’da ki genetik bilgi şifre birimleri denen kodonların varlığını da ortaya koymaktadır. Keza her bir genetik bilgi birimlerinin üçlü nükleotid dizilimlerinin protein olarak anlam kazanabilmesi için DNA başkanlığında gönderilen bilgi kodu direktiflerinin hücre içi hiyerarşik kademelerinin her biriminde harfi harfine uyulup eksiksiz yerine getirilmesi gerekir.  Nitekim Ttriplet kod  (Üçlü şifre) yapıda nükleotidlerin dizilimi hakkında Robert W. Holley, Marshall Nirenberg ve Gobind Khorona yaptıkları çalışmalarla birbirlerini destekleyen sonuçlar elde etmişler de.
          Nirenberg,  Triplet kod yapıdaki nükleotidlerin ribozom içerisinde geçişindeki dizilimi bir liste halinde ortaya koymuş da.  Bilindiği üzere amino asit molekülleri birbirleriyle peptit bağlarıyla bağlanarak protein yapılı polipeptit zincirlerini oluşturmak için vardır. İyi ki de varlar, amino asitlerin değişik sayıda,  değişik türden farklı şekillerde dizilim göstermeleri sayesinde hücre içerisinde her organel birimin kendi yapısal fonksiyonlarına göre birbirinden farklı türden protein molekülleri meydana gelebiliyor.  İşte, Khorona bu en temel bilgilerden hareketle yapay RNA’lar elde edip, bunların şifrelendiği amino asitleri yerinde gözlemlemiştir. Derken elde ettiği verilere dayanaraktan DNA’nın şifre kodlarına karşılık gelen aminoasit dizilimlerinin adeta listesini çıkarmıştır.  Amino asit listesinde dizilimler incelendiğinde,  tüm amino asitlerin birden fazla kodon içerdikleri görülmüştür. Yani bir kısım amino asitlerin 4 kodonlu,   bir kısım aminoasitlerinin de 6 kodonlu olarak dizilim gösterdiği belirlenmiştir. Örnek mi? İşte DNA tarafından kodlanan 20 amino asitten C-U-G triplet nükleotidinin Lösin olarak şifrelenmesi,  U-C-G triplet nükleotidinin ise Serin olarak şifrelenmesi bunun en bariz örneklerini teşkil eder.  Tabii bitmedi,   dahası var; bunlardan mesela Valin, Treonin, Alanin, Anjin ve Glisin’in de 4 değişik tipte nükleotid dizilimi şeklinde şifrelenip sıralandıkları gözlemlenmiştir. Üstelik bu tip sıralanmalar sırf aminoasit oluşumuna yönelik olmayıp hücre içinde daha başkaca fonksiyonlara da kapı aralayan şifre sıralanmalarının varlığı da söz konusudur.  
       Şurası muhakkak 20 çeşit amino asidi bağrında taşıyan 100 amino asitlik bir nükleotid dizilimden protein oluşumunun tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 1 rakamının yanına 100 tane sıfırlı bir rakamlı sayı ilave etmek olur ki, gerçekten de bu sayı bizim ufkumuzun alamayacağı dudak uçuklatan bir sayı olacaktır.  Hele birde bu hesabı atom sayısı ölçeğinde düşündüğümüzde işin içinden çıkılamayacak bir sayısal hesapla karşı karşıya kalacağız demektir. Ne diyelim, rakamlar tablosunu sizde görüyorsunuz ya, rakamların bile dilini yuttuğu bir şifre dünyasıyla karşı karşıya kaldığımızın sonucu bir tablodur bu. Şimdi bu noktada evrimcilere sormak gerek rakamlar dilini yutmasında ya kim yutsun. Allah aşkına böylesi bir tablo karşısında rakamlar ne yapsın, şifre dünyasından hangi birine yetişebilsinler ki, baksanıza şifrenin biri bitmeden bir diğer şifre kodonu amino asit dizilimine birbiri ardı sıra girmekte.  Nitekim bir kısım araştırmacılar genetik kodların şiflerini çözmek adına üzerine üzerine gittikçe bitip tükenmek bilmeyen şifre seliyle karşı karşıya kalmışlardır adeta.  Bu yüzden bizim açımızdan DNA’da 64 adet üçlü kodonluk nükleotit diziliminin de bir anlamda kader yazısı bir şifredir dersek yeridir.  Nitekim bu söz konusu şifre kodonun açılımından öyle anlaşılıyor ki, gelmiş geçmiş tüm insanlığın genetik şifreleri de kodludur. Öyle ki sırrına vakıf olamadığımız bu söz konusu tüm insanlık kodu, DNA enformasyonun tek bir sözcüğüne denk gelen genom kodlamasıdır bu.  Ki, bu tek kelimelik diyebileceğimiz insan genom kodu, Yüce Allah’ın “ Ol” emriyle kıyamete dek gelecek tüm insanlığı da kapsayacak bir şekilde kodlanmış olup dirlik içinde her şey mecrasında ilerlemekte de. Ama gel gör ki evrimcilere, İnsan DNA’sının kodlarının topraktan gelip yine toprağa gideceği DNA mayasıyla buluşacağı günde tekrardan dirileceğimizi anlatmaya kalkıştığımızda deveye hendek atlatmaktan daha zor bir işin içinde olacağımız muhakkak.  Adamlar baksanıza Nuh diyorlar ama bir türlü dilleri Peygamber demeye varmıyor,  habire farklı canlı türlere ait DNA şifrelerin veya protein yapıların birbirine benzer olduğundan dem vuraraktan kendilerince kod dünyasını evrime uyarlayacaklarının hayaliyle hep avunup tez üstüne tez yazmaktalar da habire.  Derken adamlar en nihayetinde geldikleri noktada maymun DNA’sıyla insan DNA’sını özdeşleştirme yolunu tercih edip insanın atasını maymun ilan etmişler bile.  Oysaki bu nasıl ataysa,  46 kromozom, şempanze ve gorilde ise 48 kromozom vardır. Şayet DNA bazında uyumluluğu evrime delil olarak gösterilecekse maymundan ziyade kendilerine delil teşkil edecek patates çok daha uygun bir örnekleme olabilirdi pekâlâ. Malum patatesin kromozom sayısı insan kromozom sayısına eşit olup, yani 46 kromozomdur.  İşte bu örnekten de anlaşıldığı üzere bu tip benzetmeleri evrime delil olarak sunmaları geri dönülmez çıkmaz yollara sürüklendiklerini ve büyük bir hata içerisine girdiklerini gösteriyor.
       Hakeza Adli Tıp ve Polis kriminal laboratuarlarında gerek olay yeri incelemeleri gerekse nesep davalarıyla ilgili davalarda STR gen bölgelerinin tespitine yönelik çalışmalar sonucunda; tek tipte erkek ve kadın karakterli DNA tiplemelerin yanı sıra cinayet ve tecavüz gibi konularla alakalı karışım halde (mix) DNA profilleri (genomları) elde edilmektedir. Elde edilen STR gen dizilimi sayesinde kişilerin profilleri ortaya çıkabiliyor. İşte bu gen dizilimleri sayesinde nesep davalarında çocuğun ebeveynleri belirlenebilmekte, ayrıca cinayet ve tecavüz gibi olaylarda ise şüpheli şahıslara ait DNA profillerinin karşılaştırılmasıyla da karanlıkta kalan pek çok olay aydınlanabiliyor. Hem nasıl aydınlanmasın k, malum dünyada ne kadar insan varsa bir o kadar da her bir insana özgü DNA tiplemeleri vardır. Üstüne üstük tek yumurta ikizleri haricinde hiç kimsenin DNA tiplemesi bir başkasının DNA tiplemesi ile tıpa tıp aynı olmaz. Dolayısıyla Kriminal laboratuvarlarında DNA tiplemelerine yönelik kaç gen bölgesiyle çalışılırsa çalışılsın mutlaka her bir kişinin kendine özgü bir DNA tiplemesi mevcuttur. Bu tipleme kişinin aynı zamanda aidiyet kimliğidir. Nitekim her bir kişiye has DNA diziliminin bir başka kişiyle aynı olma ihtimali asla söz konusu değildir. Madem her bir fert için belli bir aidiyet kimliğini belirleyecek nükleotid dizilim gerektiriyor o halde Kâlû Belâ’dan beri bugüne ve kıyamete dek gelecek olan her bir ferdin kendine özgü DNA kimlik yazılmış olduğunu gösterir.  Bu nedenle bir ferde ait DNA tipleme rakamlarını tesadüfen dizilimini oluşturma ihtimali, bir maymunun bilgisayar klavye tuşlarına bastığında hiç hata payına meydan vermeden iki satır cümle yazma ihtimali kadar zayıftır diyebiliriz.
         DNA CÜMLELERİ (Genler) VE CİLTLER (Kromozomlar)
         Canlı sistem son derece kompleks bir yapıya sahiptir.  Dolayısıyla herhangi bir sistemin tesadüfen kendi kendine tesadüfen oluştuğunu söylemek akla ziyan bir tavırdır. Öyle ya, mademki harflerin dizilişinden kelimeler, kelimelerden cümleler meydana geliyor, o halde bu misalden hareketle hücre içerisinde birtakım biyokimyasal faaliyetler DNA’daki bilgi birimleri olarak atfettiğimiz kodonların sıralanışına göre işlerlik kazanacaktır. Bu yüzden DNA’ya hücrenin bilgisayar işlemcisi başmühendis yazılımcısı gözüyle bakabiliriz pekâlâ. Hem nasıl öyle bakmayalım ki, Sibernetik çağda artık cümleler ikili sistemle çalışıp, 0 ve I sembollerle(evet-hayır) karşılık bulmakta. Böylece bu ikili sistem sayesinde ciltler dolusu eser bir anda bilgisayar ekranına yansıyabiliyor.  Hatta yabancı dilin tercümesi de bu ikili sistem kodlamasıyla sayesinde anında çevrilebiliyor. İşte bilgisayar işletim sisteminden hareketle anlaşılan o ki, hiçbir biyolojik sistem kendi kendine çarkını döndürememekte, sistemin işlemesi için mutlaka yönetici bir gene ihtiyaç vardır.  Nitekim canlı hücreler Bilgi İşlemcisi Başbuğ Başkan DNA molekülünce yönetilip, başsız değildir. Hatta biyolojik hiyerarşik düzen içerisinde DNA bünyesinde kodlanmış bilgi kodonlarının daha büyük çapta enformasyon (bilgi) birimine dönüşüp bir başka geni meydana getirebiliyor. Diğer taraftan insan DNA’sında bir milyondan fazla gen var olup, mevcut genlerin çoğu uzun veya kısa bir protein moleküller olarak temsil edilirler. Bir kısım genler ise daha başka görevler için kullanılmış olurlar. Bu yüzden her bir ayrı protein şifresi taşıyan genlere strüktürel gen denmektedir. Dolayısıyla mRNA bu şekilde strüktürel genlerin birer komplamenter kopyası olarak iş görür. Ayrıca DNA’nın kontrolünde belli bir vazifeye yönelik iş gören binlerce enzim adeta seferber olup her biri DNA zincirinde bir gene karşılık kodlanmaktadır. Şimdi tam da bu noktada böylesi mükemmel biyolojik hiyerarşik yapı içerisinde nasıl olurda DNA’nın yönetici konumu tesadüfen olduğu söylenebilir pes doğrusu.  Başka ne diyelim bu denli komplike işleyen mekanizmaya halen tesadüfi oluşum deniyorsa, Allah akıl fikir versin demekten başka elimizden bir şey gelmez de.  
         Evrimciler yukarıda bahsi geçen hususlarda iddialarını ispatlayamayacaklarını fark etmiş olsalar gerek ki, bu sefer kompleks yapıların ansızın değil, aşama aşama zaman içerisinde ortaya çıkabileceklerini ileri sürmeye başlamışlardır. Yani sıkıştıklarında işi zamana havale etmeyi yeğliyorlar. Daha da işi ileri götürerek güya biyolojik sistemin birinci basamaktan ikinci basamağa, daha sonra üçüncü basamağa doğru ilerlediğini söylemekteler. Daha da hızlarını alamayıp her basamakta çevresine uyum sağlayanların ayakta kalıp yoluna devam edebileceklerini,  her hangi bir basamakta takılanların ise zararlı kabul edilip bir üst basamağa terfi edemeyeceklerini, böylece basit konumda kala kalacaklarını dillendirmekteler habire. Bu arada ön kabullerine dayanak teşkil etsin diye mutasyon ve tabii seleksiyonu tezlerini güçlendirmek adına kurtarıcı temel esas alırlar. Oysa kendi ön yargılarını doğru kabul etsek bile seleksiyonla iki faydalı mutasyon taşıyan kuşağı oluşturmak hiçte kolay bir iş değil. Üstelik bu iş için takriben bir milyon yeni kuşak geçmesi gerektiğini de söylemekteler ki,  bu tamamen havanda su dövmek gibi tezlerinin hiçbir tutarlılığının olmadığının itirafı ve insanlığın hiçbir şekilde göremeyeceği uzun bir zaman diliminin arkasına sığınma gerekçesidir bu. Anlaşılan evrimciler hayal âleminde kendilerince mutasyon ve doğal seleksiyona olduğundan fazla görev yüklemiş gözüküyorlar.
       Evrimciler işi zamana havale eder dursunlar, bakın Yale üniversitesinden Dr. Harold J. Morowitz en basitinden bir canlının hayatını idame ettirebilmesi için minimum 239 çeşit proteine gerek olduğunu ortaya koymuştur.  Hatta bugün itibariyle bilinen mikoplazma cinsinin üyesi ve en küçük bakteri cinsi olan Mycoplasma hominis (H 39’un) için 60 çeşit amino aside ihtiyaç olduğu artık bir sır değil.  Üstelik DNA’nın toplam uzunluğu canlıdan canlıya değişebiliyor da. Örneğin bir bakteriofaj DNA’sı 10 mikro litre uzunluğunda olup, bakterilerde 1 mm, memelileri de ise 10 cm olarak hesaplanmıştır. Keza bazı araştırmacılara göre insan DNA’sı 100 cm uzunluğunda olduğu belirlenmiştir. İşte bu sıraladığımız rakamlardan hareketle 10 mikro litre uzunluğunda bir bakteriofaj DNA’sında 3x104 (üç çarpı on üzeri dört) nükleotid’in (harfin) var olacağı hesaplanmaktadır. Ortaya çıkan bu veri normal bir kitap için ise 3x103 (üç çarpı on üzeri üç) harfli bir sayfaya tekabül eden bir rakamdır. Yani bir bakteriofaj DNA’sı 1000 sayfalık 1 cilt demektir. Bir başka ifadeyle canlıların büyüyüp çoğalmaları için gereken bilgi yığını veri tabanı görevi yüklenmiş nükleik asit moleküllerinde muhafaza edilmektedir. Dolayısıyla bu bilgi yığını sayesinde nükleik asitler kromozomları oluşturmak üzere bir çift heliks şeklinde birbirlerine kenetlenip bağlanırlar.
         Memeli hücrelerinde durum daha farklıdır. Nitekim 100 ciltlik insanda yaklaşık her biri 1000 sayfa olmak üzere hücrelerinde 1000 ciltlik enformasyon taşırlar. Gerçekten de insan DNA’sı 1000 ayrı ciltlik 46 ayrı kromozoma pay edilmiştir.
         Anlaşılan tüm organizmaya ait hayatsal faaliyetler belli bir plan çerçevesinde kimyasal, fiziksel, psikolojik yönden işlerlik kazanması genetik enformasyon liderliğinde ve denetimi altında vuku bulmaktadır. Hatta bu muazzam enformasyon deposu bilim adamlarınca bir canlının alın yazısı olarak kabul görür.
          Ayrıca genetik enformasyon;
        -Bireysel enformasyon,
         -Toplumsal enformasyon” diye de kategorize edilmektedir.
       Canlılarda şifrenin universal olması meselesi
      Malum yaratılan her tip çok sayıda çeşitli gen kombinasyonlarını bağrında taşıyacak tarzda yaratılmıştır.  İşte bu nedenledir ki çok sayıda çeşitli gen ve genetik şifrelerin bilhassa eşeyli üreme esnasında çok değişik kombinasyonlarda ve farklı şekillerde nasıl açınıma uğramaları karşısında evrimcileri bayağı iyiden iyiye düşündürüp çareyi kaçamak cevaplarla geçiştirerekten sırra kadem basmakta bulmuşlardır. Zaten onlar kod sözcüğünden pek haz etmezler, çünkü işin içinde hesap kitap işi var. Öyle ki şifrelerle, hesap kitapla pek barışık olmadıklarından daha şifre sözcüğünün baştaki   “Ş”  harfini duyar duymaz renkten renge girerler de. Tabii işin içinde hesap kitap olunca adamlar ne yapsın,  bu durumda kâinatta olup biteni bir program veya şifre dâhilinde açıklamak onlara rüyalarında kâbus görmüşçesine zül gelmekte.   Onlar için en iyisi mi kâinatta olan bitene tesadüf demek işin içinden sıyrılmak adına daha çok kolay gelmekte.  Üstüne üstük tesadüf demek içinde özel bir analitik çabada gerektirmiyor.
        Bilindiği üzere her canlı türü için genetik kodlar birbirinin aynısı olmamakla birlikte,   her canlının kendi içinde genetik kodları aynı olup nesilden nesile değişmeksizin sabit kalabiliyor. Nitekim bu hususta bir kısım araştırmacılar birbiriyle yakınlığı olmayan canlılara ait şifreleri karşılaştırmak amacıyla birtakım deneyler yapmışlarda. Şöyle ki;
          -Hayvansal virüslerin nükleik asitlerden hazırlanan örneklerle bakterileri enfekte ettiklerinde bakteri hücresi tıpkı bir bakteri virüsünün tesiri altına girmişçesine virüse ait polipeptit zincirini sentezlediği gözlemlenir gözlemlenmesine ama bu sentezlenme hadisesiyle birlikte ortaya yeni bir tür ortaya çıkmayacaktır.
               -Bitkilerde hastalık yapan virüslere ait nükleik asitleri bakteri virüslerin özütlerinden hazırlanan yapay unsurlarla karıştırıldığında normal biyolojik fonksiyonlarına devam etmekle beraber biyolojik donanım aynı kalıp evrimleşme söz konusu değildir. Belli ki suni de olsa biyolojik hayatta kendi keyfince üreme denilen bir hadiseye yer yoktur.  Var olan bir gerçek var, o da tüm canlı hücrelerde biyolojik nizamı âlem orijinal halde yoluna devam ediyor olmasıdır.
              -Kökenleri farklı elemanların bir araya getirilmesiyle hazırlanmış yapay ortamlar sanki tek bir türe ait hücre yapısı gibi davranmakla birlikte, şu da bir gerçek Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için hayat kimyasını ve benzer yapıları kullanıp yaratmışta olabiliyor.  Ancak yaratılan her tür canlının kendi içinde genleri değişmeyeceğine göre bu demektir ki her canlı tipindeki genetik yapı sabit kalıp asla aynı tip canlıdan farklı canlı tip türemeyecektir. Zira genetik yapı, tüm canlıların genetik karakteristik özellikleri kontrol eden Yüce Yaratıcının varlığına işaret etmektedir.  
              -Değişik organizmaların hücrelerinden hazırlanan örneklemelerin yapay bir ortamda mRNA aktarılınca birbirlerine uyan sonuçlar alınsa da yine asla yeni bir tür canlının meydana gelmesi söz konusu değildir. Kaldı ki deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky; deney metoduyla milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
        Heinrich J. Matthaei ve Schoek iki bilim adamı insan plasentasından hazırladıkları hücresiz yapay ortamda 64 kod sözcüğün en az 27’sinin hem insan, hem de E. Coli için müşterek (ortak)  kod sözcüğü gibi gözükse de elde edilen bu tür bulgularla tüm canlıları kapsayan ortak gen havuzuna mensub oldukları anlamı çıkmaz. Kaldı ki embriyolojik süreç her canlıda farklı seyretmektedir. Dolayısıyla embriyonun gelişmesi esnasında ne ceninin (fetus) geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) ne de bir başka canlıya ait embriyolojik benzerlikler evrime delil olamaz. Üstelik ortada homolog canlılara ait ortak ata fosilleri yok ki, böyle bir iddia da bulunulabilsin. Çünkü birçok müşterek kombinezonlardan hareketle aynı atadan geldiğimiz varsayımına delil teşkil etmediği gibi bütüncül durum ortaya koyamamaktadır. Zira ne kurbağa, insan DNA’sıdır ne de insan, kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla evrim masalları hep varsayım görüş olarak kala kalacaktır. Onlar varsayımlarıyla kala kalsınlar, şu bir gerçek canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Maalesef onlar oldubitti varsayımcı kafada olduklarından dış görünüşteki benzerliklere bakaraktan hemen mal bulmuşçasına üzerine balıklamasına dalmaktalar. Ancak sonradan canlıların dış görünüşüne göre değil de derinlemesine analize tabii tutulup canlı türleri arasında bariz farklılıkların olduğu gerçeği ile yüzleştiklerinde işi hafife alıp teğet geçmektedirler. Öyle ya, şayet ortada birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşümünü gösteren ara formaların ve aynı zamanda birbirleri arasında geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığı kademeleri gösteren delilerin de ortaya konmaları gerekir. Mademki canlıların başlangıçta güya ortak bir gen havuzundan dağılaraktan birbirinden türediklerinden dem vuruyorlar, yani aralarında ki evrensellikten söz ediyorlar,  o halde iki arada bir derede kalmamak için bu işin taşıyıcılığını üstlenen tRNA’daki aminoasitlerin seçme (kodon tanıma) sınır alanlarının uzaysal boyutlarını da ortaya koymaları gerekir.  Hatta bu da yetmez, icabında uzaydakilerle yerdekilerin ortak gen havuzunda nasıl buluşup birbirleri arasında nasıl evrim geçirdiklerini de gösteren delillerde ortaya koymaları gerekir.  Tabii kararsız kasım oldukları için ortaya kendi varsayımlardan başka hiçbir delil ortaya koyamayacaklardır. Derken mutasyon kaynaklı değişikliklerin arkasına sığınıp onlardan medet umacaklardır.  Oysaki mutasyon kaynaklı değişiklikler hemen hepsi kendi alanlarında sınırlı ve zararlı arızalar kümeler olarak kala kaldıkları bilinen bir gerçekliliğe rağmen yine de evrimleşme sürecinde her bir mutasyon geninin oğul döllere eklendikleri varsaysak bile bu söz konusu defolu genlerin baskın halde nesilden nesile kuşaklar boyu sürdürülebilir bir şekilde asla gün yüzüne çıkamayacaktır.
         Velhasıl-ı kelam; yukarıda ki satırlarda dilimizin döndüğü kadarıyla izah etmeye çalıştığımız canlı türlerinin genel itibariyle şifre kodonları hakkında kabul görüp ortaya konan biyolojik verileri şöyle özetleyebiliriz:
  -Her bir şifre kodonu üçlü nükleotid dizinim grubundan meydana gelmiştir.
     -Her üçlü kodon müstakil (özeldir) olup, nükleotidlerin üst üste birikmesi söz konusu değildir.
 - Birçok aminoasitler birden fazla üçlü kodonlar halde yönetilir.
    -Herhangi bir üçlü kodon birden fazla amino asidi yönetemez. Üçlü kodonların sadece bir amino asidi yönettiği belirlenmiştir. İstisna olarak U-U-U üçlüsünün fenil alaninden başka mesela lösini de kısmen yönettiği olmuştur denilebilir.
    -Birtakım şifre kodonları aminoasitleri kodlayamadığı durumlarda bu kez protein sentezinin başlatılması ve sonlanması gibi diğer işlerde kullanıldığı belirlenmiştir.
  -Her canlı organizmada aynı aminoasitler aynı üçlü kodonlar tarafından yönetilir. Mesela E. Colinin diğer canlıların aminoasitleri gibi kendine özgü üçlü kodonunun olduğu belirlenmesi bunun tipik örneğini teşkil eder.
   Vesselam.
      https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dnanin-sifre-kodlari-5986-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty RNA MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Cuma Ağus. 12, 2022 7:27 pm

RNA MUCİZESİ
        SELİM GÜRBÜZER                
        RNA için hücre içi ve hücre dışı faaliyetlerde en önemli elçimiz dersek yeridir.  Hatta eski tabirle veziri azam, yeni tabirle de Başkan yardımcısı dersek yine yeridir. İşte kendisine atfettiğimiz bu sıfatlardan da anlaşıldığı üzere genetik sistem sırf DNA üzerine kurulu bir sistemden ibaret değildir. Nasıl ki DNA, kimyasal açıdan 3 farklı molekülün (5 karbonlu şeker, azotlu baz ve fosfat)  birleşmesiyle oluşan nükleotid polimerlerden meydana gelmiş bir yapıysa RNA’da kimyasal açıdan ribo nükleik asit nükleotid moleküllerinden oluşmuş bir polimer yapıdır. Üstelik bu yapı DNA başkanlığınca yürütülen sistem içinde enzimlerle de işbirliği içerisinde olan bir yapıdır.  Zaten son derece kompleks yapı içerisinde RNA ile birlikte adeta harıl harıl makine gibi çalışan enzimlerin de işin içinde olması gerekir ki DNA tarafından gönderilen mesajlar yerini bulsun. Hem mesajların yerini bulup anlam kazanabilmesi içinde malum:  
       -Sistem içerisinde mRNA olmalı ki ilgili yerlere gönderilen şifreli mesajlar okunabilsin.  
       -Sistem içerisinde, ribozomlar da yer almalı ki gönderilen mesajlar protein sentezi olarak işlenebilişin.
       -Sistem içerisinde tRNA olmalı ki ribozom limanı üzerinden protein sentezi olarak işlenecek amino asitler dizilimleri bir anlam kazanabilsin  
      -Sistem içerisinde katalizörlük işlemlerini gerçekleştirecek enzimler de olmalı ki sistemin çarkları hız kazanıp kendi kendini yenileyebilir bir şekilde döngüsünü tamamlayabilsin.
      Tabiî yukarıda sıraladığımız sistemi oluşturan ana arter unsurların tümü icabında tek başına bir anlam ifade etmeyebilir. İlla ki sistemi oluşturan tüm bu unsurları bağrında barındıracak canlı vasat ortamının, yani hücre ortamının da olması gerekir ki sistem tüm unsurlarıyla birlikte işlerlik kazanmış olsun. Öyle ya,  teşbihte hata olmasın ortada ekilecek biçilecek bağ bahçe ve tarla ortamı olmalı ki, yani hücre ortamı olmalı ki biyolojik hayat için gerekli olan karbonhidrat, yağ, protein, vitamin vs. gibi ürünler vücut iklimimizde meyve vermiş olsun.
       İşte yukarıda maddeler halinde sunmaya çalıştığımız sistemi tüm unsurlarıyla bir arada ele aldığımızda; biyolojik hayatın yeşermesinde tarla vazifesi gören her bir hücre arazisi öyle sanıldığı kadarıyla birkaç çalı, birkaç kuru ottan ibaret donatılı araziler değildir,  tam aksine bir dizi hücre organellerini bağrında barındıran kompleks yapılarla donatılmış arazilerdir.  İşte böylesi komplek yapılarla donatılmış arazilerden herhangi bir canlının doku ve organlarıyla birlikte ete kemiği bürünmüş bir halde tesadüfen vücut bulduğundan dem vurmak akla ziyan bir tutum olsa gerektir.  Düşünsenize, şayet bir adama sürdüğü arabanın tüm aksamlarının tesadüfen bir araya gelip arabayı oluşturması sayesinde arabayı sürebildiğini inandırabilirsek, vücut hücrelerinin de tesadüfen bir araya gelip dokularını oluşturduğunu, dokularının tesadüfen bir araya gelip organlarını oluşturduğunu ve bu sayede nefes alıp soluduğunu, yiyip içip beslenip hareket ettiğini de inandırmış olacağız demektir. Tabii işin şakası bir yana, maalesef tüm bu trajikomik tesadüfi iddialar karşısında bizde ister istemez ironi yapıp onlar hakkında trajikomik yorumlar yapmak zorunda kalıyoruz.
         Her neyse bir kısım aklı evveller kendi tezlerini doğrulamak adına tesadüfler zincirlerine ümitlerini bağlaya dursunlar, şu bir gerçek vücut biyokimyamızın en önemli sacayaklarından RNA’mızda hiçbir şekilde tesadüfü zincirlerin her hangi bir halkasından kopup da ansızın ortaya çıkmış bir yapı değildir. RNA’mızda hiç şüphesiz tıpkı DNA gibi nükleotidlerden oluşmuş mükemmel donatılmış bir yapıdır. DNA ile aralarında nükleotid yapı bakımdan en belirgin fark; DNA’da ki timin yerine RNA’da urasil nükleotidi bulunmasıdır. Nitekim RNA’daki nükleotid dizilimi  “adenin, guanin, sitozin ve urasil”  diye bilinen 4 çeşit organik baz (nükleotid) üzerine kurulu bir zincir halkası olarak karşımıza çıkar. Böylece bu dizilimde Timin yerine Urasil’in devreye girmesiyle birlikte nükleotid eşleşmesi A-U, G-S şeklinde zayıf hidrojen bağları ile birbirleriyle bağlanıp RNA zincir halkasının basamaklarını oluşturmuş olurlar.  Şu da bir gerçek RNA nükleotidleri tek bir zincir halkası boyunca dizilim göstermesine gösterir ama DNA’da olduğu şekliyle adenin miktarı urasile, guanin miktarı stozine eşit bir şekilde dizayn olmazlar. Yani bu demektir ki; RNA, DNA’daki gibi güçlü halkalı hidrojen bağlarıyla değil zayıf halkalı hidrojen bağlarıyla bağlı olduklarından zincir halkası her an kopmaya hazır bir dizilim göstermekteler. Değim yerindeyse kartlarını DNA’daki gibi çift kart üzerine değil tek kart üzerine oyunun kurallarını oynayarak hücre içerisinde etkinliğini göstermekteler.  İşte tek kartlı bu yapı özelliğinden dolayıdır ki laboratuvar çalışmalarında DNA için uygulanan analiz ve izolasyon metotları, RNA için geçerlilik arz etmeyebiliyor.
          Evet, anlaşılan o ki,  RNA sadece yapı bakımdan değil üstlendiği görev bakımdan da DNA’dan farklılık arz etmekte. Görev icabı bir bakıyorsun RNA’nın %90’ı hücre sitoplâzmasında bulunup oradan da ribozomlara giciş yapıp her daim aktif halde bulunabiliyorlar. Aktif halde bulunmaları da gayet tabii bir durumdur. Zira merkezi idare DNA’ya özgü çekirdek bir alan,  yerel idare de RNA’ya özgü sitoplazmik bir alandır.  Ki,  DNA’nın idari başkanlık konutu çekirdeğin tamda merkezinde yer almakta. Zaten yürütmenin başı olarak tamda merkezde bulunması icab eder. DNA adeta bir hükümdar edasıyla tahtının  (çekirdekte ) başında emrine amade başta veziri RNA olmak üzere diğer alt birim kadrolarıyla birlikte hareket edip bir anda hücre içi faaliyetlerini hücre dışına da taşıyaraktan küresel boyut kazandırabiliyor da. Hiç kuşkusuz yürüttüğü tüm faaliyetlerde RNA moleküllerinin çok büyük destek payı vardır. Öyle ki RNA’nın omuzlarına binen yük, öyle sıradan yük olmayıp bilakis protein sentezine yönelik tüm aşamaları da kapsayacak türden sorumluluk gerektiren ağır bir yüktür.  Nitekim sorumluluk gerektiren yükün altına girdiği içindir protein sentezi yönelik faaliyetlerde tek başına değildir, bilakis kendi uhdesinde ki kadroyla birlikte hareket etmekte olup teşkilat şeması da ona göre belirlenmiştir. Malum,  kendi uhdesinde olan teşkilat şemasının en önemli sacayaklarını ise:  
  “-Kalıp RNA  (mRNA-Messenger-RNA),
   -Taşıyıcı RNA(tRNA- transfer),
   -Ribozomal RNA (rRNA)” oluşturmaktadır.
        İşte hücre nizam-ı âlem prosedürünün işlemesi açısından böylesi bir teşkilat şemasının üçlü sacayağı üzerine kurulu olması hücrenin selameti için zaruri bir durumdur. Ama gel gör ki, hücrenin selametini tesadüfün kollarına teslim edip tüm ümitlerini sihirli değneğe bağlayanlara bu üçlü sacayağının gerekliliğini ‘olmazsa olmaz şart’ hükmünde bir zaruriyet olduğunu anlatmak çok zordur. Onlara kalsa utanmadan sıkılmadan tıpkı urasil bazından timin bazının türediklerini iddiasında bulundukları gibi bu üç sacayağın aktörlerinin de birbirlerinden evrimleşerek türediklerini dile getireceklerdir. Hem kaldı ki tesadüfler zincirinden, başıboşluktan, dağınıklıktan beslenen kerameti kendinden menkul bu tip kafa yapısına sahip aklı evvel kişiler için teşkilat, organizasyon, hücre hiyerarşisi,  hücre nizam-ı âlemi gibi kavramlar her daim yabancıdır zaten. Bikere zihin dünyaları algılarında canlı hayatı tesadüfü oluşmuş bir takım kümelerin üst üste binerek kör yığınlar olarak görmek vardır, yani hayata bakışları bu.  İşte onlar bu nedenledir ki,  hücre anarşizmin zıddı olan hücre Nizam-ı âleminden,  hücre içerisinde kraldan çok kral kesilmenin zıddı DNA Başkanlığında ki işleyen katılımcı yönetim anlayışından pek haz etmezler. Haz ettikleri sadece nerede kanser hücreleri gibi başıboş oluşumlar var, nerede nizamsızlık içeren mutajenik yapılar var hemen oralara balıklamasına dalıp kırık dökük enkaz yığınlarından evrime delil teşkil edecek bir şeyler bulma sevdasındadırlar. Aslında onlarda gayet iyi biliyorlar ki yönetimin olduğu yerde intizamsızlığa başıboşluğa ve tesadüf oluşumlara yer yoktur, bu yüzden birtakım gerçekleri saklayıp baklayı ağızlarından mümkün mertebe çıkarmamaya çalışıyorlar.  Onlara gerçekleri gizleye durun, oysaki ortada net bir şey var, o da malum yaratılışın orjinin de intizama,  tertibe ve tevafuka yer vardır. Hem kaldı ki gerek makro âlem üzerinde, gerekse mikro âlem üzerinde yapılan çalışmalardan elde edilen verilere derinlemesine incelediğimizde olağan üstü şuurlu ve planlı bir yaratıcı elin devreye girip tüm yaratılış kanunların yönetiminde yaratıcı güç olarak varlığı sezilmektedir. Bu yüzden deriz ki, yönetimin olduğu bir yerde her şeyi tesadüfi oluşuma bağlamak hem akla ziyan bir düşünce olur,  hem de abesle iştigal bir tutum olur.  Hem bu hangi akla hizmetse bir bakıyorsun DNA başkanlığında ve Başkan Yardımcısı RNA ile birlikte belli bir hiyerarşik bir düzen içerisinde mükemmel işleyen böylesi bir sisteme tesadüf diyebiliyorlar. Hem yine bu hangi akla hizmet etmekse bir bakıyorsun DNA’nın idarenin başı olarak mRNA üzerinden ekip olarak yürüttüğü tüm hücre içi ve hücre dışı faaliyetleri görmezden gelebiliyorlar. Onlar görmeseler de biz görüyoruz ya, bu yetmez mi? Hatta bizimle beraber hücre içerisinde faaliyet gösteren her bir organelin olan biten hemen her şeyden haberdar oldukları da besbelli.  Nasıl mı?   Gayet net bir şekilde gözü kulakları hep DNA’dan gelecek talimatlar üzerine odaklanmış durumdalardır. Üstüne üstük bu durumda böylesi mükemmel bir hiyerarşik yapının başkanı DNA’nın çekirdek tahtından çıkmasına da gerek yoktur. Ne de olsa hücre organellerine talimatları gerekli yerlere ulaştıracak emrine amade mRNA vardır. Öyle ki emri yüklenen mRNA daha yola çıkmadan yolunu dört gözle bekleyen hücre organellerinden en sabırsız olanı vardır ki o da malum ribozomdan başkası değildir. Çünkü ribozom bir an evvel protein sentezini gerçekleştirmenin aşkı ve heyecanı içerisinde bir hücre organelidir.  
          Evet, mRNA elçi konumunda bir misyon şefidir. Bundan dolayıdır ki üçlü şifre denen bilgi kodonu dokunulmazlığı zırhıyla gittiği yerlerde aracı olarak ilettiği mesajları sorgulanmaz.  Belli ki atalarımız “elçiye zeval olmaz” sözünü boşa söylememişler,  hiç kuşkusuz bu söz mRNA içinde geçerlilik arz eden bir atasözüdür bu.  Ancak mRNA’nın burada dikkat etmesi gereken kraldan çok kral kesilmeyip, kendisine nükleustan çıkışında ne emredilmişse onu sağ salim sitoplazmada protein sentezinin yapım yeri olan ribozomlara iletmek olmalıdır. Üstelik elçilik faaliyetlerini yürütürken de yalnız değildir,  en azından kendi uhdesinde mesajlarını taşıyacağı tRNA,  ribozomlar üzerinde protein sentezine yönelik işbirliği içerisinde bulunacağı rRNA gibi ekip elemanları vardır. Derken bu ekip çalışması ruhu sayesinde protein yapımı sürecinden beklenen maksat hâsıl olur da.  Şöyle ki bu süreçte RNA polimerase enzimi mRNA molekülünün sentezlenmesini başlattıktan sonra zincir uzamasını tıpkı DNA replikasyonunda olduğu gibi tek iplikçi kol kısmında dizili haldeki bazların karşısına komplementer RNA nükleotidlerini konumlandırıp eşleştirmesiyle gerçekleştirir. İkinci aşamasına gelindiğinde de zincir uzaması terminatör sekans noktasında sonlanmış olacağından RNA polimerase enzimi,  görevini yerine getirmenin mutluğuyla herhangi bir nükleotid dizilimine yönelik katalizör görevi yapmaksızın serbest halde kalır. Bu arada enzimle sentezlenen mRNA ise endoplazmik retikulum üzerine yapışaraktan ribozomlar üzerine mesajlarını düz bir hat şeklinde iletmek suretiyle bağlanmış olur. Bir başka ifadeyle mRNA DNA’dan aldığı genetik bilgileri protein sentezi yapımında kullanmak üzere ribozomlara taşıyaraktan kalıp görevini en iyi bir şekilde ifa etmiş olur. Artık ne de olsa DNA’daki üçlü şifreyi nükleustan sitoplazmaya geçirerekten ribozoma bağlayıp alnının akıyla görevini tamamlamış oldu,  şimdi onun için geri dönüş hazırlıklarına koyulmak zamanıdır. Bunun içinde ilk yapması gereken kendi ürettiği feed-back (geriye doğru iletişim) mesajıyla mRNA üretimini durdurmak olmalı,  ikinci yapması gerekense dönüşüne katalizör etki yapacak enzim üretimini gerçekleştirmek olmalıdır. Tavsiye etmek haddimize mi,  gerçekten de bir bakıyorsun her şeyin gereğini yapmış bir elçi olarak DNA tahtından hücre içine gelişindeki muhteşemliği kadar dönüşü de muhteşem olur.  Öyle ki başlangıçta bir gen tarafından protein sentezine yönelik üretilen bir cümlelik mRNA mesajı yerini bu kez ‘maksat hâsıl olmuştur’ şeklinde sabit bir cümlelik feed-back mesaja bırakmak suretiyle görevini tamamlamış olur.
Görevini en iyi şekilde nihayete erdiren mRNA’lar bilindiği üzere RNA’nın % 1 ila 2’sini oluştururlar. Molekül ağırlıkları ise birkaç yüz binlerden birkaç milyon rakamlarla ifade edilebilecek şekilde değişiklik gösterebiliyor.  Değişiklik göstermesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü mRNA’nın oluşumu DNA replikasyon olayındaki gibi belli bir sistematik dâhilinde sıralı artış gösteren bir kopyalanma hadisesi değildir.  Nitekim DNA replikasyonunda yenilenen şeridin omurgası aynen eski şeritte olduğu gibi deoksiriboz ve fosfat yapısında  ‘D-P-D-P-D-P’ şeklinde dizilim gösterirken, mRNA’da ise şeridin omurgası riboz, fosfat yapısında  ‘R-P-R-P-R-P’  şeklinde bir dizilim gösterir. Kelimenin tam anlamıyla DNA, deoksiribonükleotid polimer omurga yapısında bir zincir oluştururken, mRNA ise ribonükleotid omurga yapısında bir halka oluşturur.  Ancak şu da var ki,  mRNA’nın omurga yapısı, deoksiribonükleotid omurgasına göre daha az dayanıklı yapıdadır. Bu nedenledir ki, RNA’nın ömrü DNA’dan çok kısa sürüp, bu süre yaklaşık 240 dakika ile sınırlıdır.  Ömrü çok kısa sürse de sonuçta tüm bu elçilik faaliyetlerinin ortaya koyduğu şu bir gerçeklik vardır ki:
-Bir yandan DNA’nın tek iplikçi halkasında konumlanan genetik bilgilerin şifreler (kodlar) halinde tek iplikçi RNA halkasına taşınması  “transkripsiyon”  olarak anlam kazanıyor olması çok mühim bir hadise,  
-Diğer yandan da bilgileri taşıyan RNA’nın  “Messenger RNA”  olarak anlam kazanıyor olması çok mühim bir hadisedir.
        tRNA (Transfer – taşıyıcı RNA)
        DNA’da sentezlenen tRNA’ların belli başlı iki görevi vardır:
        -Birinci görevi sitoplazmada serbest halde bulunan kendi şifresine uygun amino asitleri kendine bağlamak ve onları ribozomlara taşımaktır.  
       -İkinci görevi kendine bağladığı amino asitleri mRNA’dan gelen mesaj doğrultusunda protein sentezinde aracılık yapıp sağ salim mesajları ilgili yerlere taşınmasını sağlamaktır.  Malumunuz sosyal hayatta olduğu gibi hücre içi faaliyetlerde de taşıma sistemleri olmadan protein sentezi işlemleri gerçekleşemez. Bu yüzden protein sentezini kendine hedef edinmiş her bir aminoasidin kendine özgü tRNA’sının olması icab eder. Taşımacılıkta tRNA’nın cinsi acaba kamyon mudur, tır mıdır, otobüs müdür,  otomobil midir türünden araç yapı biçimine baktığımızda;  kendi içinde en az 40 çeşit cinsi olsa da genellikle çift iplikli bir yapıya sahip olduğu gözükmektedir.  Ve bu yapının karşılıklı uçları gelen şifreye uygun “ A-U, G-S…” şeklinde sıralı halde eşleşerekten en az 20 farklı tRNA molekül oluşturacak şekilde dizilim gösterirler. Ki, eşleşen bu nükleotid çiftleri birbirlerine zayıf hidrojen bağlarıyla tutunmaktalardır.  Derken nükleotid zincir halkası kıvrımlar yaparak 3 boyutlu bir şekil alıp ribozomlar üzerinde küçük veya büyük alt birimlere ayrılmış olurlar. Öyle ki büyük alt birimlerin üzerinde tRNA’ların tutunabildiği iki reseptörün bulunduğu varsayılır. Derken mRNA söz konusu küçük alt birimlere tutunup, böylece ribozomlar üzerinde protein sentezi işlemlerinde önemli görevler üstlenmiş olurlar. Her bir alt birim diğerlerinden daha küçük olup çoğunlukla 70 ila 80 nükleotidden meydana gelmiştir. Öyle ya, mademki hücre içerisinde 20 çeşit amino asit bulunmakta o halde her amino asit için en az 20 farklı tRNA molekülü bulunmak zorundadır. İşte böyle bir durumda tRNA hücrede erimiş halde bulunduğundan adına soluble RNA’da (sRNA) denmekte. Böylece adına uygun davranış sergileyen tRNA’ların küçük ve suda erir olması hücre içerisinde çok rahatlıkla difüzyon yapabilirliğine kapı aralar.
         rRNA (ribozomal-RNA)                                                                                                                                                                                      
        Adı üzerinde mesaj yüklü RNA ribozomların üzerinde konakladığında kendisine rRNA denilmektedir. Hele her mesaj yüklü RNA,  taşıyıcı RNA aracılığıyla ribozomlar üzerine konmaya bir görsün,  adeta barkod okuyucusundan geçerekten protein sentezi işleminde üstlendiği görev itibariyle ribozomal RNA olarak anlam kazanmış olur. Bir başka ifadeyle proteinlerle birleşip hemhal olmakla anlam kazanmış olur. Şayet ribozomlar üzerinde konaklayan RNA’lar ayrıştırılacak olursa ribozomlar görev yapamaz hale gelip hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Belli ki rRNA sadece tek nükleotid zinciri halkası bir yapıda olduğundan ribozom barkodundan geçip ribozomun yapısına bürünmek gibi bir görevi olduğu gibi mRNA ve tRNA’yı ribozomlara bağlama noktasında da yardımcı olmak gibi de bir görevi vardır.
       Bu arada bakteriler üzerinde yapılan araştırmalar sonucunda iki çeşit rRNA’nın varlığı tespit edilmiştir. Bunlar:
   1-) 23 S rRNA= Ribozomlarda büyük alt birimi,
        2-) 16 S rRNA= Ribozomlardaki küçük alt birimi şeklinde kategorize edilirler.  
       Her ikisinde de kategorize edilen S harfi ultrasantrifüj işlemleri sırasında çökelme katsayısını gösteren sembolik birimi olup bu söz konusu birime Swedberg (S)  denmektedir.  Böylece santrifüj sonrası çökelme katsayısının birim değeri 23 S rRNA için molekül ağırlığı 1,2x 10 üzeri 6 olup, 16 S rRNA için ise molekül ağırlığı 0,6x10 üzeri 6 olarak bir ölçüm olarak belirlenir.  Öyle anlaşılıyor ki protein sentezinin birinci ayağındaki protein genetik bilgisi DNA üzerinden RNA üzerine kopyalanması, ikinci ayağını da RNA üzerinden ki bu bilginin işlenip okunması şeklinde tecelli etmekte,  protein sentezinin son sacayağı da malum bu bilgiye uygun amino asitlerin birbirine eklemlenmesi şeklinde tezahür eder.  Tüm bu sacayaklarını bütün olarak düşündüğümüzde bize bir anlamda insanın proteinlerden vücuda geldiğini göstermektedir. Hatta tüm bu sacayakları aynı zamanda bize insanın toprağın özünde yaratılış mayasıyla yoğrulduğu DNA’yı oluşturan moleküllerin bulunması hasebiyle protein oluşumunun başlangıcı olarak toprak DNA molekülüyle başlandığını göstermekte. Nitekim Yüce Allah (c.c)  bu hususta “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) diye beyan buyurmasıyla çamurun insanın yaratılışındaki DNA molekülüyle başlangıç madde özelliği olarak özdeşleşmesi cihetiyle; DNA molekülünün protein sentezinin birinci sacayağının Başbuğ Başkanı olduğunu gösterir. Protein sentezinin ikinci sacayağını da vezir-i azam konumunda diyebileceğimiz RNA molekülün gösterir.  Üçüncü ayağını da amino asit ve bileşenleri oluşturmaktadır.
       Hâsıl-ı kelam RNA ile DNA arasında ki farkı aşağı da sıralayarak bu konuyu burada tamamlayabiliriz:
            -DNA’da şeker olarak deoksiriboz bulunurken, RNA’da ise riboz bulunur,
            -DNA’da “A, G, S, T” nükleotidlerinden ibaretken, RNA’da ise “A, G, S, U”  nükleotidlerden ibarettir.
             -Çoğunlukla DNA kalıtım görevi yaparken, RNA ise bazı virüslerde kalıtım görevi yapmakla birlikte hiç kuşkusuz asıl görevi protein sentezinde aktif görev yapmaktır. Bu demektir ki çekirdek ve çekirdekçik içerisinde yer alan DNA ile sitoplazma da yer alan RNA arasında yerleşiklik bakımdan birebir, yani 1:1 bir oranlama söz konusudur.
              -DNA deoksiribonükleaz enzimi hidroliz olurken, RNA ise ribonükleaz enzimle hidrolize olur.
            - Laboratuvar yöntemleri açısından ise genellikle DNA Feulgen boyalarla boyanırken RNA ise bazik boyalarla boyanır.
             Vesselam.
       https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/rna-mucizesi-5996-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ağus. 20, 2022 11:20 am

DNA İLE BİRLİKTE HAYY’DAN GELİR HU’YA GİDERİZ  
       SELİM GÜRBÜZER

       Elçiye zeval olmaz denir ya hep, aynen biz de bu noktada RNA için biyokimya hayatında DNA’nın şifre kodlarını üzerinde taşıması hasebiyle ona da elçiye zeval olmaz gözüyle bakarsak yeridir.  Her ne kadar RNA, bilgi kodunun baş mimari değilse de, protein kodlayıcı yönünde yüklenmiş bir bilgi taşıyıcısıdır. Malum, bilgi kodunun asıl baş mimari DNA’dır, RNA’nın buradaki fonksiyonu DNA’daki bilgiyi protein sentezi imalatının yapıldığı ribozom fabrikasına taşıyaraktan protein sentezinde aracı rol üstlenmesidir.  Ki, bilgi kodu olmaksızın protein sentezi gerçekleşemez.  Protein sentezinin gerçekleşmesi için DNA bilgisinin mutlak surette RNA üzerinden kopyalanıp sitoplazma alanına iletilmesi gerekir. Tüm bunlardan da öte Allah’ın El- âlim isminin tecellisi  ‘Ol’ emri bilgi kodunun DNA başkanlığında ve RNA’nın aracılığıyla ilgili yerlere ulaştırılması gerekir ki “Ol” emri bilgi kodundan maksat hâsıl olun.  
           Nasıl ki Yüce Allah (c.c)  bulutu yağmurun yağmasına vesile kılmış aynen DNA bilgi kodunun protein sentezine dönüşmesi içinde bu hususta RNA’yı aracı kılmıştır. Zaten elçilik aracı olmayı gerektirir.  Nitekim RNA, elçi sıfatılığı sayesinde bilgi transfer işlemleri takriben 50 makro molekül yapıtaşları eşliğinde mümkün hale gelmekte. Ve bu söz konusu makromolekül seviyedeki yapıtaşlarının her biri DNA’nın bilgi bileşenleriyle kodlanır da. Dolayısıyla DNA’nın boyasıyla boyanmadan sitoplazma içerisinde yer alan monomerlerin polimerleşmesiyle oluşmuş çok büyük moleküllerin (makromoleküller)   hiçbir hükmü olamayacaktır.  İlla ki RNA vasıtasıyla gelen bilgilerle boyanmaları gerekir ki sitoplazma içerisinde bulunmalarının bir anlamı olsun.   Aksi halde içi boş artık maddelerden başka bir anlam ifade etmeyeceklerdir.  İşte bu noktada meseleye anlam cihetiyle baktığımızda genetik bilgi demek hücrenin bütününü kapsayan enformasyonu demektir. Bu ne tek başına RNA’nın kendiliğinden gerçekleştirdiği bir genetik enformasyondur (genetik bilgidir), ne de her hangi bir hücre elamanının tek başına başardığı bir enformasyon hadisesidir. Tam aksine DNA’nın öncülüğünde, RNA’nın ise elçiliği vasıtasıyla ve takriben 50 makro molekülün işbirliği ile gerçekleşen genetik enformasyonun ta kendisi mucizevi bir hadisedir bu.  
           Evet,  bu mucizevi hadiseyi bir kez daha söylemekte fayda var;  DNA’nın bilgi koduyla renklenmeksizin RNA’nın kendi kendini kopyalaması mümkün olmayacağı gibi hayat biyokimyası da  “Hayy”  olarak işlerlik kazanmayacaktır. Hiç kuşkusuz hayat biyokimyası, Yüce Allah’ın (c.c) isminin tecellilerinin tezahürü olarak iri ve diri olması anlamında  “Hayy” olmakta. İşte bu noktada DNA, Yüce Allah’ın  “Ol” emri koduyla hayat biyokimyasının “Hayy” olmasında Başbuğ Başkanı olarak görev yüklenirken, RNA’da hayat biyokimyanın elçisi konumunda vezir-i azamı olarak görev yüklenmiş olmakta. Her ikisi de bu durumda Yücelerden emir almış, gereğini yapmaktalar. Hani halk arasında olumsuzluk anlamında ifade edilen  “haydan gelir huya gider” diye söylenen bir söz var ya,   neyse ki tasavvufi çevreler de bu söz olumlu yönden ifade edilerek “Hayy’dan gelir Hû’ya gider” şeklinde, yani müsbet manada Allah’tan (hayat sahibinden) geldik O’na gideceğiz olarak karşılık bulmakta.  Zaten doğru ifade edileni de tasavvufi hayat yaşayanların algıladığı ifadedir.  Zira “Hayy” da hayat bulmak vardır,  “Hû” da ise “Allah’ım maksadım Sensin, isteğim Senin rızanı kazanmaktır” anlamında Fenafillah, Bekabillah ve Hüve (Vücud)  olmak vardır.  Gerçekten de öyle değil mi,  Yüce Allah’ın isminin tecellileri olmadan asla hayat biyokimyamız hem madden hem de manen vücut bulamaz.
           Şu bir gerçek, her kim ki istediği kadar hayat için gerekli olan tüm malzemeleri devasa büyüklükte deney tüplerine koyuverse de, akabinde bu deney tüpleri içerisindeki malzemelerin dirilmesi adına ne var ne yok tüm metotları tatbik edivermiş olsa da şunu iyi bilsin ki cansız bileşenlerden bir diriliş asla ortaya çıkaramayacaktır.  Nitekim bu tür denemeler uzun yıllar çok kez sınandı sınanmasına ama her defasında sonuç sıfıra sıfır, elde var sıfır çıkmıştır hep. İşte bir zamanlar hayatın tesadüfi olarak çıktığına inandırılan matematik ve astronomi Profesörlerinden Chandra Wickramasinghe muhtemeldir ki etrafında gözlemlediği sıfıra sıfır, elde var sıfır sonuçlar karşısında  “Şu an geldiğim nokta itibarı ile Tanrı’yı inkar edecek hiçbir akılcı argüman bulamıyorum. Tek mantıklı cevabın yaratılış gerçeği alakalı bir durumu kabullenmek olmalıdır” şeklinde bir takım gerçekleri dile getirme itirafında bulunabilmiştir.
         Malum altmışlı yılların sonlarında İzlanda civarında yeni bir adanın doğuşuna şahit olunmuştu. Bir kısım bilim adamları bir ümitle yollara düşüvermişlerdi.  Hayata daha yeni merhaba diyen ada da kendi hal lisanıyla gelenlere adeta hoş geldin dercesine rengârenk çiçeklerle kaplı bitki florasıyla ve birtakım böcek ve kır çiçekler karşılayıverir.  Gerçekten de adanın iki yıl içerisinde bu denli zengin flora ve faunaya kavuşmasını izleyenlerin dikkatinden kaçmaz da.   Dikkat edin sözü edilen iki yılda oluşan manzaradan bahsediyoruz, yani uzun bir zaman diliminde oluşmuş bir manzaradan bahsetmiyoruz. Ancak iki yılda da oluşan bir manzara olsa Evrimci tezlere ters düşen bir durumdu bu. Çünkü evrimciler o güne kadar her türlü hayat oluşumunun ancak 50 milyon yıl içerisinde oluşabileceğini hep söyler dururlardı. Dolayısıyla daha yolun başında, hayata yeni merhaba diyen adanın yeni sakinlerinin kısa sürede ulaştığı konum doğrusu onları şaşırtmış gözüküyordu. Her ne kadar bu rengârenk manzara içerisinde gelişmiş ağaç ve gelişmiş hayvan türleri olmasa da, sonuçta ada da Amerika’da yaşayan bir karınca cinsiyle karşılaşmaları onları büsbütün çıldırtmaya ziyadesiyle yetmişti.  Onlara çıldıra dursun, böylece yaratılışçıların ısrarla ileri sürdükleri canlıların yeryüzüne aynı anda çıktığı fikri bir kez daha teyit edilmiş oldu.
        Malum yine bir ilginç araştırma konusu olan RNA’nın protein senteziyle alakalı bir molekül olduğu gerçeği bir kısım bilim adamları tarafından ortaya çıkarıldıktan sonra bu kez dikkatler protein sentezinin acaba hücrenin neresinde gerçekleştiği yöne çevrilir. İşte bu amaç doğrultusunda Henry Borsook, radyoaktif amino asit içeren bir maddeyi kobaya enjekte etmekle işe koyulur. Derken 30 dakika sonra hayvanı öldürüp karaciğerini şeker çözeltisinde karıştırdıktan sonra oluşan ekstraktı üç değişik hız ayarında santrifüj işlemine tabi tutaraktan çekirdek, ribozom ve mitokondrileri birbirinden ayırabilmiştir. En nihayet yaptığı analiz ve ölçümler neticesinde ise ribozomdaki radyoaktif amino asit miktarının diğer hücre kısımlarından  (Mitokondri, çekirdek gibi) iki kat daha fazla olduğunu gözlemlemiş ve böylece aminoasitlerin ribozomlar üzerinde protein sentezini gerçekleşebileceğini ortaya koymuştur. Üstelik Boorsok 1950 yılında bu deneyi yaptığı zaman daha henüz ribozomların endoplazmik retikuluma bağlı olduğu bilinmiyordu.  
       Hakeza, Paul Charles Zamecnik ve arkadaşları, Boorsok’un izlediği yola benzer bir metotla fareyi uyuşturup karaciğerini vücudundan ayırıp ardından radyoaktif amino asit içeren bir çözeltiyi kuyruk toplardamarına enjekte etmişler. Sonrasında 2 ila 20 dakika arası bir zaman diliminde karaciğerden birer parça alarak asit miktar tayinini belirlemişlerdir.  Derken netice itibariyle ribozomların her miligramına tekabül eden amino asit miktarının endoplazmik retikulumdan arta kalan proteinden 7 kat daha fazla radyo aktif aminoasit içerdiğini ölçümlemişlerdir. Böylece bu deneyle birlikte proteinlerin ribozomlar üzerinde gerçekleştiği kesinlik kazanmış oldu.  Aslında Paul Zamecknik ve arkadaşları belli ki bu deneylerle proteinlerin ribozomlar dışında veya endoplazmik retikulumun başka kısımlarında da yapılıp yapılmadığını belirlemek amacını gütmüşler. Ancak yaptıkları deneylerle hücre içerisinde protein sentezinde asıl etken unsur olan yapıların başında çekirdek tahtında oturan DNA molekülü ile çekirdek, sitoplâzma ve ribozom hattı üzerinde mekik dokuyan mRNA’ın yanı sıra mesajları doğrudan ribozoma taşıyan tRNA molekülleri olduğu anlaşılmıştır.
       Hücre yönetiminde hiyerarşi
       Bütün canlıların esasını teşkil eden nükleoproteinler bir organik bileşik olup; nükleik asit ile bir veya birkaç proteinin birleşmesinden teşekkül etmişlerdir. Yani bu demektir ki, proteinler takriben 100 ila 3000 arası amino asitten meydana gelmiş organik moleküllerdir. Mesela en basitinden kan dolaşımına hayat veren aynı zamanda cana can katan diyebileceğimiz protein niteliğinde hemoglobin molekülünün 574 amino asit bileşiğinden oluştuğu belirlenmiştir. Düşünebiliyor musunuz kan dolaşımımızda milyarlarca kırmızı kan hücresinden sadece bir tanesinde 574 amino asit bileşenleri mevcuttur. Şayet tamamında bu sayı kaçtır derseniz hesaplatıldığında 280 milyonlu bir rakama tekabül eden hemoglobin proteinin varlığı ortaya çıkmış olur.  Öyle ki gerek oksijenin kan yoluyla vücuda transferi, gerek yediğimiz gıdaların sindirilmesi,  gerekse kanın pıhtılaşması gibi pek çok kimyasal hadiselerin gerçekleşmesi protein veya enzim içerikli proteinlerin varlığı sayesinde vuku bulmakta. Şu da var ki birçok araştırıcı hücre içerisinde vuku bulan birçok temel olayın çekirdek tahtında oturan DNA’nın bilgisi dâhilinde kodlandığında hemfikirdirler. Ancak yine de bu demek değildir ki DNA tüm hücre faaliyetlerini tek başına yürütmekte, bilakis kendi emri altındaki komite kademesiyle birlikte tüm hücre içi faaliyetlerin üstesinden gelinmekte.  Kaldı ki DNA, kendi faaliyetlerini hücre içinde (sitoplazmada)  değil, çekirdekte konumlanmış halde yürütmekte.   Sahada at koşturanlar ise RNA, ribozomlar, endoplazmik retikulum gibi organellerdir.  İyi ki de sahada varlar, bu sayede hücre faaliyetlerinin büyük bir bölümü bu söz konusu hücre elemanlarınca halledilmiş olmakta. Ve her daim iş başındalar da.  Örnek mi? İşte mRNA molekül, DNA’dan aldığı talimatları en iyi şekilde saha elamanlarına ileterekten gereğinin yapılmasına vesile olması bunun en tipik misalini teşkil eder. Derken bu sayede mRNA vasıtasıyla iletilen direktifler karşısında olumlu tepki veren hücre içindeki saha elemanları protein sentezi olayına katkı sunmuş olurlar. Buna mecburlar da, zira hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde Başbuğ Başkan DNA vardır.
       DNA zincirinde yalnız bir tanesi RNA kalıbı olarak iş görür
        Malumunuz hücre hiyerarşik düzeninin emir komuta kademesinin en tepesinde yürütmenin başı olan DNA, birbirine hidrojen bağlarıyla bağlanmış çift sarmal (spiral) bir yapı organelidir. Dolayısıyla sahada faaliyet gösteren hiçbir hücre elemanı genetik kartını kendi bulunduğu konumunun amacı dışında başka alanlarda kullanmasına izin verilmeksizin şifresine sadık kalaraktan faaliyet içerisinde bulunurlar.  Nitekim DNA’nın çift sarmal zincir halkasının bir yakasından kopyalanan RNA,  tek kalıp olarak iş görmekte.  Öyle ya, şayet DNA zincirinin her iki yakası da RNA kalıbı olarak görev yapsaydı, ya her gen birbirinin komplementeri iki tane RNA kopyalanması vuku bulması gerekecekti ya da bu durumda halkaların her biri birbirinden ayrı iki tane protein sentezine yönelik bir başka kopyalanma gerekecekti. Görünen o ki; genetik kartlar her bir genin yalnız bir tek proteini denetlediğini göstermekte.  Bu görünen duruma göre ya DNA zincirinde bir tanesi kopya edilmeli ya da iki komplamenter RNA kopası yapılacaksa da bunlardan yalnız bir tanesi fonksiyonel olmalıdır. Ki; bunlardan ilki daha akla yatkın gelmektedir. Nitekim bu durum Bacillus Subtilis bakterisine ait hücrenin yönetiminde sentez edilen RNA’nın incelenmesiyle daha da bir netlik kazanmıştır diyebiliriz.
      Protein sentezinde mRNA’nın aracılığı
      Protein sentezi gerçekleştirmek üzere kromozomlardan yola çıkan yönetici genlerden tarafından gönderilen talimatlar veya RNA alfabesinde A-U-G-S şeklinde kopyalanmış yazılı fermanlar mRNA aracılığıyla gereği yapılmak üzere ribozoma iletilirler.  Tabii bu noktada ribozomlar kendi hal lisanıyla “Ferman padişahındır başım üstüne” deyip derhal gereğini yapmak üzere hemen her çeşit protein moleküllerin oluşumunda misyon yüklenmiş olurlar. İyi ki de bu iş ribozomların omuzları üzerinde yürümekte,  zira ribozomlardan üretilmesi istenen protein çeşidi ne ise,  mRNA'dan gelen yazılıma sadık kalaraktan o yönde protein sentezi gerçekleştirilmiş olunuyor.  Malumunuz DNA’dan aldığı emirleri iletmekle vazifeli olan mRNA molekülü, eline aldığı yazılı fermanı, 5 uçlu kodunla ribozom barkot cihazından okutturmak suretiyle iletişimini gerçekleştirmiş olur. Hatta mRNA şeridinin ribozom üzerinde özel noktaya yapışmış olan tRNA  (taşıyıcı RNA) kodonuyla da kontak kurmayı ihmal etmez.  Kontak kurmaya mecbur da,  çünkü mRNA bir kodon boyu ilerleyerek kendine uygun tRNA ile eşleşmek durumundadır. Böylece mRNA bir yandan üstelendiği mesajları hızlı bir şekilde ribozomdan geçirirken diğer taraftan da ribozomun yardımıyla kendine uyan tRNA kodonunu hizaya getirmiş (sıraya getirmiş) olur. Bu arada tRNA’nın uçlarında konumlanan aminoasitlerde kendi aralarında sıralanmış olur. İşte sizde görüyorsunuz ya,  emir büyük yerden geldiğinde bir anda akan sular durur misali elinde taşıdığı fermanla A’dan Z’ye her hücre birimi sıralı bir şekilde dizilip hizaya geçmiş olur.  Böylece bu sayede tRNA vasıtasıyla aminoasitlerin sıralanmasına aracılık eden moleküllerin mRNA üzerinde bulunan 64 çeşit kodonla birlikte bunlara uyan aminoasitlerin hangilerinin olacağı noktasında fermanın gereği yerine getirilmiş olunur.
     Bir mRNA molekülünün arka arkaya ribozomdan geçiş serüveni
     Anlaşılan o ki mRNA elinde ki yazılı fermanla ribozomdan diğer bir ribozoma çok rahatlıkla geçişler yapmak suretiyle kendi uç noktadaki kodonunu bağlayaraktan aynı anda ikinci bir protein molekülün sentezini başlatabiliyor.  Tabiî ki sentezlenme hadiseleri bunlarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; her bir yazılım ribozomlardan bir barkod okuyucusundan geçercesine sıralı diziler halde geçmesiyle birlikte protein sentezinden maksat hâsıl olmuş olur. Zaten hücre sitoplazmasında birbirlerine yakın mesafelerde ribozomlar konumlandığı içindir mRNA bu noktada ribozomlar arası geçişlerle birlikte yeni ribozom gruplarının oluşmasına vesile olur ki, işte bu türden çoklu gruplara poliribozom (polizom) denmektedir. Şurası muhakkak poliribozomun varlığı protein sentezinin hız kazanması demektir. Böylece bu hız kazanması sayesinde az sayıda mRNA’dan çok sayıda protein sentezinin gerçekleşmesi mümkün hale gelebiliyor.
       Protein sentezinde DNA enformasyonun amplifikasyonu
       Protein sentezi bir gene ait enformasyonun çekirdek içerisinde başlayan DNA yazgısından mRNA yazgısına ve oradan da ribozom üzerinde polipeptit yazgısına tercüme edilme hadisesidir. Böylece bu üç yazgı hem kendi içinde hem de kendi dışında bilgi paketi şeklinde birbirine zincirlemesine devam eden enformasyon nitelik taşıyıp böylece birinden diğerine tercüme edilerek gerekli yerlere ulaştırılmış olur. Derken başlangıçta bir genlik enformasyon sonraki aşamalarda ortalama her dakikada bir adet mRNA üretilerekten kat be kat artış kayd ederek yatağından akıp gider.  Ta ki kurulu saat misali mRNA molekülünün 240 dakikalık ömür süreci dolar, işte o zaman mRNA artık çalışamaz duruma gelip yerine yenileri dolduracaktır. Zaten tabiat boşluk kabul etmez ilkesi bunun gerektirir.  Ne de olsa 240 dakikalık ömür boyunca aynı genden aldığı enformasyonla 240 adet mRNA olarak çoğalmakla vazifesini yerine getirmiş durumda,  artık gözü arkada kalmayacak bir şekilde ölüm bir noktada onun için ahiret dirilişi bir muştu olacaktır. Böylece nöbeti devralan çiçeği burnunda yeni mRNA molekülüne karşılık gelen en yaşlı mRNA öleceğinden hücrede aynı enformasyonu taşıyan 240 mRNA’lık popülasyon genetiği dengesi korunmuş olur. Sadece korunmuş mu oluyor? Hiç kuşkusuz bunun yanı sıra ne bir eksik ne bir fazla mRNA’nın yüklendiği bu gen enformasyonu tRNA aracığıyla taşınaraktan ribozomlar üzerinden işlenip böylece bir denge halinde polipeptit yazgısına çevrilmek suretiyle yol alınmış olunur.  Dile kolay, protein sentezi bir noktada tercüme faaliyeti işi olduğundan 20 harflik alfabeyle 10 ila 100 arasında amino asit içeren polipeptit yazılım dizilimi gerçekleşebiliyor. O halde harf yazılımı deyip es geçmeyelim, zira her bir harf yazılımı RNA yazgısında 3 harfli kodonluk bir kelime yazılımının yerine geçmektedir. Bu bir anlamda dört harfli insan DNA’sında harflerin çiftler halde birleşip mRNA’ya geçmesi demektir, oradan ribozom üzerinden polipeptit zincirine tercüme edilmesi demektir, akabinde ise oksitosin ve vazopressin polipeptitlerin meydana gelmesi demektir.  Gerçekten de harf yazılımları es geçilecek türden sanat eserleri olarak sergilenmiş gibi durmuyor, sizde görüyorsunuz ya,  tek bir harften üretilmiş bir yazılımın hücre faaliyetlerin de ne büyük işlere mührünü vurduğunu az çok bu satırların mana ve ruhundan fark etmişsinizdir zaten.  Öyle ya, nasıl ki 29 harflik alfabemizden makaleler,  hikâyeler,  romanlar, ansiklopediler gibi her türden harika sanat neşriyatlarının tesadüfen meydana gelebilmesi için bir dünya ömrünün yetmeyeceğine göre, 20 harflik amino asit alfabesinden ise polipeptit yazılım eserlerinin tesadüfen meydana gelebilmesi içinde, değil bir dünya ömrünün, bir kâinat ömrü de yetmeyecektir.  İşte tüm bu gerçekler ortada iken bugün olmuş halen birileri çıkıp bir insanın 46 kromozomuna denk düşen 1 milyon sayfalık bilginin tesadüfen meydana geldiğinden dem vuruluyorsa, Abdurrahim Karakoç’un ifadesiyle bu tamamen aklın karaya vurma halinden başka bir şey değildir    
     Protein Sentezinde yardımcı enzimler ve enerji ihtiyacı
     DNA; protein yapısında birtakım enzimlerin yardımı sayesinde eşleşebiliyor. Aynı zamanda buna paralel olarak kendisine yardım eden enzimlerin varlığı da DNA bilgilerinin kontrolü altında gerçekleşmekte.  Bu durum bir çelişki gibi görünse de ikisinin de aynı anda var olması gerektirecek şekilde yaratılış kodlanmasına tabii tutuldukları ortaya çıkıyor. Yani DNA’sız protein kodlanması olamayacağı gibi, proteinsiz de DNA kodlanması olamayacağı manasına var oluş demektir bu. Dolayısıyla son derece karmaşık hiyerarşik bir yapının baş komuta kademesinde ki DNA ve onun elçisi konumunda RNA işbirliği sayesinde gerçekleşen protein sentezinin tesadüfen meydana gelmesi asla ve kat’a mümkün gözükmemektedir.
       Bilindiği üzere genetik programlamalar bin ciltlik kütüphaneyi içine alacak kapasitede bir veri tabanı alanına sığdırılacak derecede gen enformasyonları kayıt edilirler.  Üstelik kayıt altına alınan gen enformasyonlar,  üçlü harf veya üçlü kodonlu bir yazılımlar eşliğinde bilgi işlem belleklerinde milyarlarca bitlik birimine sığdırılacak şekilde dizilip hafıza kartlarında saklı tutulmaktalar. Örnek mi? İşte insan genomunun tekbir hücresinde tüm genetik özelliklerin kodlandığı 46 kromozomlu bilgiler 46 ciltlik dev bir ansiklopediyi dolduracak kapasitede bir belleğe sahip olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Bu örnekten de anlaşıldığı üzere her bir cilt 20 bin sayfaya karşılık gelmekte. Düşünsenize söz edilen sadece tek bir hücre için karşılık gelen rakamdır bu, birde bunu insan vücudunu oluşturan trilyonlarca hücreye döktüğümüzde ortaya telaffuzu zor ifade edilecek rakamlarla karşılaşacağımız muhakkak.  Ne diyelim,  insan genomu kütüphanesinde de görüldüğü üzere ortada dudak uçurtan cinsten rakamlar vücudumuzun her alanında milimikron seviyelerde çepeçevre sarmışken hala bir takım aklı evveller bu duruma tesadüf diyorlarsa pes doğrusu.  Üstelik trilyon rakamlı alanlarda israf ve savurganlıkta yaşanmaz. Nitekim Başbuğ Başkan DNA, hücrenin tamamı üzerinde fonksiyonlarını yürütürken hiyerarşik yapı içerisinde kendisine bağlı her bir etken birim unsuru ihtiyaca göre belirler.  Öyle ki herhangi bir hücre içerisinde ihtiyaçtan fazla kimyasal ürün üretildiğinde bir enzim marifetiyle bu durum ya ilk inhibisyonla,  ya mRNA üzerinde ikinci inhibisyonla, ya da mRNA üzerinde son inhibisyonla giderilir.
      Protein sentezinin yarıda kalmasını önleyen son kontrol mekanizması
      Ribozomlar kendilerine gelen mRNA molekülü üzerinde yazılı gen enformasyonuna dayanarak yüzlerce,  on binlerce, hatta yüz binlerce amino asit molekülünü birbirine ekleyip istenen tipte polipeptit protein molekülü imal edebiliyorlar. Üstelik bu söz konusu polipeptit molekül içerisine mRNA’da mevcut olmayan plan dışı fazladan aminoasit ilavesine de izin verilmez. Zaten plan dışı herhangi bir program eklenmeye kalkışıldığında istenilen tipte protein üretilmemiş olacaktır. Bikere adı üzerinde yabancı protein, enjekte edildiğinde hücrede birtakım yan etkiler bırakmanın yanı sıra organizmada aşırı antikor oluşumuna ve alerjik durumlara da neden olabiliyor.  Öyle anlaşılıyor ki, ribozom kendisine sipariş edilen molekülü tam kapasiteyle çalışan bir fabrika misali ince eleyip sık dokuyaraktan ürününü öyle imal etmekte. Ribozom fabrikasına sipariş edilen molekülün işleniş planı ise mRNA tarafından hazırlanmaktadır. Örneğin, 20.000 amino asitlik hammaddelik protein molekülünü yapacak bir mRNA’nın ribozom imalathanesinden geçtiğini düşünelim. Hatta hücre içerisinde aynı anda binlerce mRNA mesajların on binlerce ribozom tezgâhı üzerinde harıl harıl çalışıp aynı anda protein sentezini yapacakların varsaydığımızda buna bağlı olarak aminoasitlerin tükenmesiyle birlikte bir takım aksiliklerin ortaya çıkması kaçınılmaz hal alabiliyor. Neyse ki, hücrenin yaratılış kodlarındaki mükemmel donanım oluşabilecek muhtemel aksiliklere karşı da tedbirsiz değildir. Öyle ki, gözden kaçabilecek türden diyebileceğimiz bir iki istisnai vakalar dışında herhangi bir nedenle yanlış kodlanmış bir protein molekülü hücre içerisinden dışarıya çıkarılmasına da geçit verilmez. Kaldı ki, üretimi gerçekleşecek olan bir protein molekülü kalıp olarak son aminoasit bandına girdiğinde bu iş burada bitmiştir denilecek noktada bile  “tamamdır” onayı hemen gerçekleşmez, mutlaka son kontrollerinin yapılması da gerekir ki, işlem tamamlandı denip onay verilmiş olsun.  İşte hücre hiyerarşisi kontrol sistemi böyle bir şeydir,  her halükarda son anda bir eksikliğin olabileceği göz önünde bulundurularaktan tüm kontrol mekanizmaları devreye sokulup “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” misali plan dışı bir molekülün ortama salıverilmesinin önüne geçilmiş olunur. Şayet son kontroller yapılmayıp müsamahakâr bir sınırsız hoş görüyle göz yumulursa bir noktadan sonra hemen her şeyin çığırından çıktığı hücre anarşizmine yol açacağı muhakkak.  Derken hücrenin kanserleşmesi ya da ölümü vuku bulacaktır. Dolayısıyla buna önlem olarak normal ve sağlıklı bir hücrede yabancı moleküller derhal bir enzim marifetiyle bertaraf edilip böylece mevcut hücre içi hiyerarşik yapının güvence altına alınmış olur. Öyle ki; bu yıkıcı enzim hücre nizamının tesisi adına harici molekülün tümü üzerinde birçok peptit bağlarını koparacak güçte vazife görmektedir. Hatta söz konusu enzim harici molekülü aminoaside veya zararsız küçük polipeptit haline çevirebilme kabiliyetinin yanı sıra yeni protein sentezinde kullanılacak yapı taşları halinde serbest hale de getirebiliyor.
         Peki, tüm bu anlatılanlardan hücre hiyerarşisi yüzde yüz tam güvencededir diyebiliriz miyiz?  Hiç kuşkusuz her şeyde olduğu gibi hücre içinde her şey yüzde yüz güvence altındadır demek fazla iddialı söylem olur.  Sonuçta ortada çok karmaşık hiyerarşik bir düzen içerisinde protein sentezine yönelik harıl harıl bir çalışma söz konusudur. Dolayısıyla sürekli devri daim yapıda işleyen bir mekanizmanın kendi iç kontrol mekanizmaları protein sentezi sırasında doğabilecek bazı aksaklıkları gidermeye ve muhtemel zararları önleme kapasitesi kâfi gelmeyebilir de.  Nitekim kimi zaman bir bakıyorsun aminoasit eksikliği yüzünden her hangi bir protein molekülünün oluşumu tamamlanamıyor. Bu durumda illa ki eksikliği giderecek tamamlayıcı bir sistemin devreye girmesi gerekir. Ama nasıl?  Eksikliğin telafisi için her şeyden önce mRNA’yı kopyalamış olan gen  (DNA) tarafından aynı tipte başka mRNA moleküllerinin yapılmaması gerektiği gibi yapılmış olanların da toplatılıp yok edilmesine yönelik kontrol sisteminin de devreye girmesi gerekir ki bu mesele halledilmiş olsun. Yok, eğer böylesi kontrol sistemi devreye girmezse ribozomlar protein sentezine yönelik hiç yoktan boşuna çalışmış olacaklardır. Kaldı ki, hücrenin ne boşa harcayacak zamanı vardır, ne de boşa harcayacak enerjisi. Nitekim proteinlerin oluşumunda peptit bağlarıyla bağlanmış amino asitlerin dizilimi 1 ATP’lik enerjiyle, yani 8000 kaloriyle işler hale gelmektedir.  Bu nedenle milyonlarca peptid bağının yapboz misali yeniden kurulup inşa edilmesi gibi lüks bir enerji kaybına müsaade edilmez. Eğer müsaade edilirse açığa çıkan ısı enerjisi hücrenin ölümüne yol açacaktır.
        Evet, hücre hiyerarşik düzeni içerisinde gerçekleşen protein sentezi hadisesi mükemmel bir organizasyon ve akıl dolusu kusursuz bir kontrol mekanizmasıyla yürütülmekte.  Baksanıza Mendel deneylerinin ortaya koyduğu gerçek şudur ki; DNA zincirinde oluşan herhangi kusurlu hastalıklı bir gen,  icabında yedi göbek kalıtsal bir hastalık olarak geçiş yapabiliyor,   ama bir yere kadardır,  bir noktadan sonra DNA’nın zincir halkalarının yakasından düşüp bir şekilde sonlandırılabiliyor.  Derken “Herkes aslına çeker”  misali her şey aslına rücu etmiş olur.  Yine de kusurlu ve maraz yapılı genlerin güçlenmemesi adına akraba evliliklerinden şiddetle kaçınılmasında fayda vardır.  
          Bilindiği üzere hayat biyokimyamızda yaşanan tüm eyleme dönüşecek tüm plan ve programlamalar DNA’nın öncülüğünde RNA’ya kopyalanır, sonrasında kopyalanan mesajlar sitoplazmaya aktarılaraktan ribozomlar üzerinde gelen mesajlar bir daha yakamızdan düşmeyecek bir şekilde genetik enformasyonu hazinesine dönüşürler. Derken hücrelerimize işlenen genetik enformasyon kodları sayesinde biyokimyamız hayat bulmuş olur. Hem nasıl biyokimyamız hayat bulmasın ki, bikere insan vücudunun temel dinamikleri hücrelerden vücut bulmuştur. Hücrelerin temel dinamiklerinin harcında ise proteinler vardır. Protein sentezinin temel dinamiklerini oluşturan genetik enformasyon kayıtları da malum DNA’nın bünyesinde kodludur. İşte genetik enformasyon kayıtlarının DNA’da kodlu olarak bulunması bir anlamda insanın yaratılış mayasındaki temel kodlarında DNA’dan vücut bulduğunun bir göstergesidir.  İnsan vücudunun temelleri Kur’an’da mealen zikredilen “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) ayetiyle teyit edilen çamur DNA ile kodlanıp yoğrulmaya bir görsün, bu kodlanmış en temel bilgiler RNA’ya kopyalanıp yeni bilgiler ile sürekli hücre içerisinde yenilenerek nesilden nesile aktarılır da.  
          Ne diyelim, işte görüyorsunuz ya, protein sentezi DNA bünyesinde kodlu olan bilgiler, mRNA aracılığıyla hücre hiyerarşisinde birbirine zincirleme belirli kodlanmış diziler halinde belli başlı hücre birimleri üzerinden yardımlaşarak gerçekleşmektedir. Ki, bu kodlu diziler “gen”  kodonları olarak anlam kazanır.  Gen kodonları günü geldiğinde  “Ol” emri doğrultusunda kendine uygun bir zamanda, kendine uygun hücrelerde protein sentezi için var olup,  proteinlerin hücrelerde aktifleştirilmesi ya da pasifleştirilmesi noktasında karar verici konumda at koştururlar. Belli ki zincirleme yardımlaşmaksızın adeta kendi başına buyruk kesilip bireysel ve bağımsız tutum içerisine giren hücre yapıları mikroplara has özgü bir durum gibi gözüküyor. Ancak yine de gelişmiş yapıda canlıların bünyesinde kimi zaman hücre topluluğunun nizamına aykırı tutum içerisine giren bir takım başıboş hücreler vardır ki,  malum bunlar hepimizin korkulu rüyası olarak addettiğimiz kanser hücrelerinden başkası değildir.  Hani ikide bir toplum bilinci kazanmak adına sıkça toplum kurallarından bahseder dururuz ya, aslında toplum bilinci sadece sosyal hayata has kurallar bütünü değil, insan, bitki ve hayvan genomu hücreleri içinde geçerlilik arz eden kurallar bütünüdür.  Nitekim hücreler arası her bir hücrenin bir diğer hücre ile kontak kurup birbirleriyle iletişime geçmeleri bunun bariz örnek kuralını teşkil eder. Hücre iletişimi, aynı zamanda hücre hiyerarşi halkalarında konumlanan her bir hücre biriminin grup bilinci içerisinde toplumsal enformasyona tabii olduklarının da bir göstergesidir.  Gerçekten de hücre bilimi olarak addedilen sitolojinin önümüze koyduğu verilere baktığımızda, meğer toplumsal enformasyon ya da topluluk bilinci sırf insan hücrelerine has iletişim bütünlüğü değil,   hayvan ve bitki hücreleri içinde geçerlilik arz eden iletişim bütünlüğüdür.  Yani bu demektir ki, ister insan, ister bitki, ister hayvan hiç fark etmez, canlı âlemin bütününde grup enformasyonu üst dorukta olup, grup enformasyonun gereği olarak her bir hücre elemanı harıl harıl çalışmakta da.  Tâ ki hücre elamanları yaşlanma sürecine girer, bu durumda eylemsiz hale gelen hücre birimlerinin yerine yenileri grup enformasyonuna dâhil olup böylece iletişim döngüsü devam ettirilmiş olur.  Ama bu demek değildir ki, yeniler gruba dâhil oldular diye eskiler büsbütün tası tarağı toplayıp ortadan toz olacaklar,   gerektiğinde eylemli gruba dâhil edilmek üzere ihtiyaten takviye güç olarak yedekte tutulur da. İhtiyaç fazlası durumlarda ise malum gerek duyulmayacağından eylemsizleştirilip elimine edilirler. Hele bir hücre elden ayaktan düşmeye bir görsün, kendi hücre bölünmesini gerçekleştirmede durağanlık yaşayacağı muhakkak.  Ne diyelim ihtiyarlık bu ya, icabında yaşlanan bir hücre için ölüm kaçınılmaz alın bir yazısıdır.   Zaten yaratılış kanunlarında her doğan ölmek için vardır, her ölen dirilmek için vardır.  Ölenin yerini yeni doğmuş genç hücreler dolduracaktır. Yeniler de, eski ağabeylerinden devr aldıkları genetik enformasyonun kodlarına sadık kalaraktan mensup olduğu hücre hiyerarşisinin bulunduğu kademede kendisine ne görev verildiyse onu yapmak durumdalardır. Zira emir büyük yerden gelmekte. O halde hücre hiyerarşisinin başkomutanının emir ve direktifleriyle şifrelenmiş tüm gen enformasyon kodları RNA aracılığıyla kendilerine sinyaller halinde iletildiğinde asla duyarsız kalınmayıp, her biri hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmek zorundadırlar. Hiç kuşkusuz tüm bu hiyerarşik itaat zinciri hücre içi toplumsal enformasyon mekanizmaları sayesinde işlerlik kazanır da.  Teşbihte hata olmasın hücre içerisinde kısmen de olsa kusur babından, hatta unutkanlık türünden diyebileceğimiz itaatsizlik halleri de görülebiliyor.  Ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin yitirmesi ya da işlerliğinin durağanlaşmasıyla alakalı bir durumdur.  Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni devreye girmesi gereken işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelebiliyor.  Nasıl ki hatasız kul olmazsa,  hatasız ve kusursuz hücre de olmaz elbet.   Hem kaldı ki düşüp kalkmama durumu sadece Allah’a mahsus bir sıfattır,  bu yüzden başlangıçta mükemmel olarak yaratılan hemen her şeyin zaman içerisinde orijinalliğinden bir şeyler kaybetmesi son derece gayet tabii bir durumdur.  Nitekim başlangıçta her yaratılan canlı varlık Kur’an’da belirtilen  “Kun-Feyekûn” anlamında  “Ol der, derhal olur”  ilahi emrin gereği olarak kendi vücut donanımını denge üzerine koruyabilecek kabiliyete haiz canlı varlıklar olarak yaratılmışlardır. Ki, bu söz konusu denge ayarı fen bilimlerinde ‘homeostasis’  kavramıyla ifade edilir. Dahası en küçük bir canlı varlıktan tutunda cansız maddenin en küçük birimi atomun yapısına kadar Yüce Allah’ın ilim ve kudret tecellilerini dış etkenlerden bağımsız olarak kendi iç donanımlarını dengede tutabilme kabiliyetine ve donanıma sahiplerdir. Hakeza beşer olarak kendi iç donanımıza baktığımızda ise vücut sıcaklığı, kan basıncı,  nabız atımı, kan şekeri gibi bir dizi denge ayar istasyonlarımızın olumsuzluklar karşısında kendi iç dinamiklerini kullanaraktan koruma çabası içerisine girdiklerini görmekteyiz. Hele başlangıcımızda orijinal olarak yaratılmış denge ayarlarımız alarm vermeye bir görsün, bu durumda orijinal hayat biyokimyamızın biranda alabora olması an meselesidir. Nasıl mı? Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması, ya da kan şeker düzeyinin % 90 ila 110 mili gram seviyelerde olması gerekirken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller tam da vücut biyokimyamızın alabora olacağının işaret taşı alarmlarıdır bu.  İşaret taşı alarmlar doku ve organlar boyutunda lokal olabileceği gibi tüm vücudu saracak küresel boyutta alarm da olabiliyor.  Hakeza alarm meselesine birde hücre boyutunda baktığımızda herhangi bir hücre düşünün ki,  diğer hücrelerden ayrı hareket edip toplumsal enformasyonunu yitirdiğinde,  o hücrenin kendi sonunun hazırlaması yönünde alarm verip kontrolsüz bir şekilde hızla metastaz yapıp kanserleşme yönünde alarm vermesi kaçınılmazdır. Bir başka ifadeyle sessizliğin habercisi diyebileceğimiz hastalık belirtilerin ta kendisi vücut biyokimyamız hızla kontrolden çıkaraktan düzensiz çoğalmalar baş gösterecektir. Bunun sonucu olarak da ister istemez vücut içerisinde içerisine hücre anarşizmi (sarkom) vuku bulup önce dokular,  sonra organlar ve ardından da tüm vücut kanser hücrelerinin istilasına uğrayaraktan bir noktada kendi ölümünü seyretmiş olacaktır.  Tabii bu seyretme hadisesi sadece kontrolden çıkmış kanser hücrelerine özgü bir durum değil,  gerek kişi bazında, gerek aile bazında,  gerekse toplum bazında sorumluluklar dejenere olduğunda tıpkı kanser hücrelerinde olduğu gibi devletleri de içten içe kemiren vahim durumlar içinde geçerlilik arz eden çöküş örnekleriyle karşı karşıya kalacağız demektir bu. Hem nasıl ki insanlar doğar,  büyür, gelişir ve sonrasında ihtiyarlayıp toprak olur ya, aynen öylede devletlerde baki değildir, doğarlar, gelişirler ve en nihayetinde tarih sahnesinden çekilmiş olur.    Nitekim bu sosyolojik gerçek Kur’an’da  “Hîn”  kavramıyla geçici sınırlı zaman dilimleri şeklinde vurgulanırken,  “ed-dehr” kavramıyla da mutlak ve sınırsız zaman dilimlerinin işleyişine dikkat çekilerekten vurgu yapılır.  Dolayısıyla her ne kadar Osmanlı “Devlet Ebed Müddet” idealiyle üç kıtada hüküm sürse de,  nihayetinde  “Hîn” durum, yani hükmünün ancak 600 senelik bir zaman dilimiyle vaktin tayininin sınırlı olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. İşte, Yüce kitabımızda “Hakikat şu ki, insan; daha henüz kendisi hiç anılmayan ve tanınmayan bir şeyken (yaratılmışken; üzerinden binlerce asırlık çok) uzun zamanlardan  (“dehr”den) bir süre (hin) gelip geçmedi mi? ” (İnsan Suresi, 1) diye zikredilen ayetin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere:
    -Dehr kavramıyla sonsuzluğu vurgu yapılaraktan insanın daha henüz yaratılmadan çok uzun zamanlarda tüm kâinatın işleyişinin var olup ebed müddet özellik kazandığı manasına gelebilecek “insanın yaratılış tarihi itibariyle henüz anılmaya değer bir şey olmadığı” kelamıyla karşılık bulurken,  
    -Hîn kavramıyla da gelip geçiciliğe vurgu yapılaraktan insanın bir dönemin yaratılış sıfatıyla özellik kazandığı manasına gelebilecek “bir dönem (süre)  gelip geçmedi mi”  diye sual edilen kelamla karşılık bulur. Ki, bir süre gelip geçmedi mi sualinin cevabı da sualin sonunda ki soru ekini kaldırdığımız da  “bir dönem gelip geçmiştir” ifadesiyle cevabı verilmiş olur zaten.
     Derken birincisinde (Dehr’te) insanın yaratılış öncesinde planlanmış kodlanmış ve programlanmış ebed müddet âlem vardır,  ikincisinde (Hîn’de) ise insanın yaratılış sonrasında planlanmış kodlanmış,  programlanmış ve her şeyin eyleme geçtiği,  ancak vakti tayin müddeti bittiğinde yerini kıyamet gününe bırakacağı fani evren ve fani dünya vardır.
       Velhasıl-ı kelam; tüm bunlardan da öte DNA ile birlikte Hayy’den gelip Hû’ya gideceğimiz ebedi vuslat hayat vardır.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dna-ile-birlikte-hayydan-gelir-huya-gideriz-6013-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI

Mesaj tarafından Selim Cuma Ağus. 26, 2022 7:49 pm

PROTEİN SENTEZİ VE EVRİM SENARYOLARI
        SELİM GÜRBÜZER

        Protein denilince daha çok vücut metabolizmamıza güç katan yumurta,  süt, et gibi protein içeren besinler akla gelir hep.  Tabii aklımıza bu şekilde gelmesi iyi hoşta, ancak proteini sadece gıda bazında değil bünyesinde bulunan hidrojen, oksijen, azot, karbon ve kükürt ve temel taşı amino asit içerikli yapısıyla da aklımıza düşmesi gerekir.  Hem nasıl ki canlı organizmaların temel taşlarını hücreler oluşturuyorsa, hücrelerin temel taşlarını da proteinler oluşturduğu malum. Peki ya proteinlerin temel taşlarını neler oluşturmakta diye sual edildiğinde ise, elbette ki cevaben aminoasitlerden başkası değildir deriz.
         Öyle ya, amino asitler uzun zincirler halinde proteinleri oluşturduğuna göre bu demektir ki proteinler de hücrelerin oluşumu için organize olup varlıklarını ortaya koyacaklardır. Nitekim bu noktada insan genomunda yer alan 20 çeşit amino asidin protein sentezine yönelik hücre organizasyonunun temellerini oluşturmasında son derece hayati öneme haiz temel taşları olarak karşımıza çıkmaları bunun en bariz göstergesidir. İyi ki de amino asitler hücre içerisinde temel taşı konumdalar. Aksi halde hücre içi faaliyetler durma noktasına gelecekti. Ancak şu da var ki; temel taş konumundaki amino asitlerin protein sentezinde aktif rol oynayabilmesi için hücre içerisinde minimum 3 ila 5 arası enzimin takviye katalizör güç olarak devreye girmesi de lazım gelir. Aksi halde hücre içerisinde protein sentezine yönelik ne tepkimeler hız kazanır ne de protein oluşumu gerçekleşebilir. Ki,  enzim dediğimiz molekülde sonuçta o da protein molekül yapıda bir organik bileşik türüdür. Dolayısıyla hücre içerisinde enzimlerden her hangi bir bileşik türünün işlevsiz hale gelmesi demek vücut biyokimyasının bir anlamda iflası demek olacaktır. Zira hücre içerisinde cereyan edecek her bir aktivite için mutlaka o aktiviteye uygun bir enzim türünün devreye girmesi gerekir ki hücre içi biyokimyasal reaksiyonlar işlerlik kazanabilmiş olsun.  Öyle ya, madem her bir hücre vücut içerisinde bulunduğu konumunu ve üstlendiği işlevselliğini kendisiyle uyumlu enzim koduna borçlu, o halde enzimi bu denli asıl karizmatik kılan etken unsurun bizatihi kendi öz mayasını oluşturan ham protein molekülünün ta kendisi olduğu gerçeğini de göz ardı etmemiz gerekir. Hem nasıl protein-enzim ilişkisini görmezden gelebiliriz ki, baksanıza A’dan Z’ye tüm hücre faaliyetleri enzim-protein dayanışmasına dayalı kurulu bir sistem üzere seyredip,  hatta bu noktada enzim ve protein arasındaki bağlılık etle tırnak misali birbirinden ayrılmayacak derecede güçlüdür dersek yeridir. Öyle ki her ikisinin de birlikteliğinden hücre hayatının nasıl işlerlik kazandığı biyokimyacıların dikkatinden kaçmaz da.  Tabii ki kaçmaz,  bikere her ikisinin varlığı demek biyokimyamızın iri ve diri olması demektir.  Sadece insan biyokimyası mı, hiç kuşkusuz her bir canlı türünün biyokimyası içinde geçerli irilik ve diriliktir bu.
           Öyle ya,  mademki ‘bio” demek canlılık demek, o halde canlı oluşumun olduğu yerde enzim-protein işbirliğine dayalı protein sentezi faaliyetinin aktif hale gelip canlı biyokimyasının dirlik kazanması son derece gayet tabii bir durumdur. Zira canlılık cansızlık üzerine kurulu bir düzen değil, tam aksine enzim-protein işbirliğine dayalı kurulu bir düzendir. Ve bu kurulu düzenin yaratıcısı Yüce Allah’tır. Dolayısıyla Allah’tan başka hiç kimse cansız maddeden canlı yaratmaya asla güç yetiremez. Nitekim yaratıcılık yönünde tüm teşebbüsler tüm suni denemeler her defasında fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Şurası muhakkak canlılık denen hadise tamamen bir yaratılış olayıdır. Ama gel gör ki, yaratılış mucizesine akıl sır erdiremeyenler protein sentezini günlük rutin sıradan olaymış gibi algılamaktalar. Hatta onlara kalsa, proteinlerin temel yapı taşı amino asitlerin üçlü kodonlar halde dizilişini bile tesadüfen oluştuğu şeklinde algılamamız gerekecek. Oysa ne protein sentezi tesadüfen meydana gelmiş bir hadisedir, ne de amino asitler rastgele dizilmiş üçlü kodonlardır. Bilakis beşer idrakinin kat be kat fevkinde tamamen yaratılış mucizesinin tezahürü amino asit dizilimi ve protein sentezi hadisesidir bu. Düşünsenize en basitinden laboratuvar ortamında cansız tabiattan temin edilen kimyasal maddelerle yapılan deneylerde taş patlasın iptidai türden ya da sentetik türden birkaç bileşik ancak elde edilebiliyor, ona da protein demek için bin şahit lazım dersek yeğdir. Kaldı ki protein sentezini hafife alıp basit sıradan bir işmiş gibi göstermeye çalışmakta abesle iştigal bir durumdur. Zira en basit bir protein sentezi için bile hücre içerisinde bir dizi aşamalardan geçmesi gerektiği artık bilinen bir gerçekliktir. Nitekim bir bakıyorsun değil kırmızı kan hücrelerin tamamı, bu hücrelerin içerisinde ki tek bir hemoglobin molekülünün yapımında bile bir dizi aşamaların kayd edilmesi gerekir. İşte bu nedenledir ki, basit sanılan canlının vücut yapısını oluşturmaya yönelik protein sentezinin yapay denemesine kalkışıldığında, bunun için değil bir insan ömrü, bir dünya ömrü de yetmeyecektir. Canlı âlemde olan biten her ne varsa anlaşılan o ki, hemen her oluşum biyolojik bir nizam çerçevesinde işlerlik kazanmaktadır. Şayet Biyolojik Nizam-ı âlem de neymiş hafife alınıyorsa, şu iyi bilinsin ki tabiatın kendi kendine ne protein üretme iradesi var ne de böyle bir kabiliyeti. Hiç şüphe yoktur ki, tabiatın doğurganlığı, Yüce Allah’ın yarattıklarının üzerinde yaratma iradesinin tecellisinin ve tezahürü bir doğurganlıktır. Bundan dolayıdır ki, inananlar olarak Allah’ın iradesi dışında yaprağın bile kıpırdayamayacağına inancımız tamdır.
           Evet,  yaratılan her şey O’nun iradesiyle hayat bulmakta,  ‘Ol’ derse ancak mahlûkat oluverir.  Zira hüküm O’nunur, her bir yaratılan perdelerden ibarettir. Ki, perdeler gaye değil vesiledir. Şayet vesileler kendini yaratıcı görüp güç denemesine kalkışırsa akıbetlerinin ne olacağı malum. Nitekim Miller tarzı deneyler bariz tel tel döküldüklerinin bize en yakın görünen senaryo örneklerini teşkil etmekte. Madem öyle, bakalım bu uğurda üretilen bir dizi senaryolar neymiş bir kaçını izleyip bir görelim:
                                                  Miller-Urey Deneyi Senaryosu
      Amerikalı araştırmacı Stanley Lloyd Miller tarafından yapılan deneyler bir takım çevrelerde heyecan uyandırmış olsa gerek ki  “Biyolojik hayat tesadüfen meydana geldi” düşüncesini savunanlar için adeta yere göğe sığdırılamaz bir şekilde ismiyle müsemma Miller-Urey deneyi olarak yankı bulmuştur.  Malum, S. Miller’de başlangıçta amino asitlerin tesadüfen meydana gelebileceği kanaatini taşıyan bir araştırmacıydı. Hatta bu kanaatini doğrulamak amacıyla ilk dünya atmosferinde var olabileceğini düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı eşliğinde hazırladığı vasat ortama dışardan suni enerji diyebileceğimiz elektrik şoklama yapıp, 100 santigrat derecelik ortamda bir hafta beklettikten sonra elde edeceği sonuçla canlı oluşumunu ispatlayacağını düşünüyordu.  Ne var ki yaptığı bir takım deneysel denemeler neticesinde beklediği 20 çeşit amino asitten sadece üçünün ancak sentezlenebilmekte olduğunu görünce kazın ayağı hiçte öyle değilmiş kanaati oluşur kendisinde. Diğer taraftan tüm ümitlerini bu deneysel denemelere bağlayanlar ise daha neyin nesi neyin fesi olduğunu anlamadan Miller sanki canlılığın oluşumuyla yeni bir şeyler bulmuş gibisinden hemen bilim dünyasının gündemine oturturmuşlardır.  Oysa ki ortada canlı oluşumu denen bir hadise yoktu,  ortada topu topuna toplasan birkaç cansız molekül türünden partikül kırıntılar vardı.  Ne diyelim, birileri bir bakıyorsun birkaç cansız oluşum partiküllerinden bile kendine vazife çıkarıp  “Gerekirse hücreyi de sil baştan yeniden yaratırız”  dercesine işi bilim kurgu şovuna da dönüştürebiliyorlar. Onlar işi bilim kurgu şova dönüştüre dursunlar,  bikere tüm ümitlerini bağladıkları Miller-Urey deneylerinin yapıldığı ortam şartlarının dünyanın yaratılışındaki ortam şartlarıyla birebir örtüşmeyeceği çok açık. Hakeza deney düzeneği açısından da meseleye baktığımızda dünyayı da ilk yaratılışında bir laboratuvar olarak düşünürsek Millerin oluşturduğu yapay laboratuvarla da taban tabana zıt bir durum söz konusudur.  Ki,  bu iki laboratuvardan dünya laboratuvarı yaratılış düzeneğini içerirken, diğer oluşturulan suni laboratuvar ise kul yapımı düzenek içermekte. Madem öyle, bakalım bu kul yapımı düzeneğinin bilim kurgu filmlerini aratmayacak derecede belli başlı açmazları nelermiş maddeler halinde şöyle sıralayaraktan bir görelim:
      -Miller birinci açmazı; adına soğuk tuzak (cold trap) dediği bir düzenekle amino asitleri izole etmeye girişmesidir.  Böylece ilk girişiminde dünya izolasyon ortam şartlarıyla kendisinin oluşturduğu izolasyon ortam şartları arasında derin bir uyuşmazlıkla kendini ele vermektedir. Kaldı ki kimyasal yollarla protein sentezi oluşturulabileceğini varsaysak bile dünyanın ilk oluşumunda ki tabii yollarla oluşan protein senteziyle birebir aynısının olabileceğini imkânsız kılmaktadır.
     -Miller’in ikinci açmazı öne sürdüğü ilkel atmosfer ortamında metan, amonyak gazı yerine düşündüğü metan, hidrojen ve su buharı karışımı bir vasat ortamının olabileceği düşüncesinin tam aksine birçok bilim adamı azot ve karbondioksit karışımı bir vasat ortamının olabileceği yönünde hem fikir görüş serdetmişlerdir. Böylece Miller-Urey deneyleri bu noktada yaratılışın ilk doğal atmosfer bileşenleriyle taban tabana zıt suni denek türünden bileşenler olarak karşımıza çıkmaktadır. Kaldı ki Miller, kendi deneyinde kullandığı atmosferik ortamın yapay bileşenlerden oluşmuş denek bir ortam olduğunu itiraf etmişte.  Öyle ya, şayet ilk yaratılış hadiselerinde kimi bilim adamlarının ileri sürdükleri Bing-bang (büyük patlama)  hadisesini doğru kabul edilebilir tez olarak varsaydığımız da ortaya çıkan tabloda dünyamızın adeta kaynar kazan bir halden git gide soğuyaraktan ergimiş halde nikel ve demir karışımı ağırlıklı bir vasat ortamın doğuvereceği muhakkak. Dahası o ilk patlayışın ardından daha yeni şekillenmeye başlayan atmosferin azot, karbondioksit ve su buharı karışımı bir vasat ortamın olmasını kaçınılmaz kılacaktır. Baksanıza J.P.Ferris ve C:T Chen,  zaten yukarı da bahsettiğimiz Miller’in kendi deneyinde kullandığı yapay atmosferik ortama benzer düzeneklerle yaptıkları deneyleri tekrarladıklarında canlı oluşumuna temel teşkil edecek herhangi bir işe yarar amino asit oluşumu ortaya koyamamışlardır. Hatta ilk oluşumda yer alan kimyasal gaz bileşenlerinin organik moleküllerin meydana gelmesinde bir amonyak veya metan gazı kadar da etkili olup olmayacağı noktasında da ortaya net bir şey konulamamıştır
      -Miller’in üçüncü açmazı; deneyini ilk atmosferin oluşumunda yoğun oksijen bombardımanının dikkate almadan yürütmüş olmasıdır. Dolayısıyla ilk atmosferin oluşumunda oksijeni dikkate almadan kendi oluşturduğu suni atmosferik düzeneği geçersiz kılmakta. Hem nasıl geçersiz kılmasın ki, bikere oksijenden kaynaklanan ultraviyolenin bulunacağı ortamda tek bir amino asidin yaşamasını bile imkânsız kılmaktadır, bu yüzden oksijeni devre dışı bırakmıştır. Zaten bilim adamlarının pek çoğu dünyanın oluşumunda ilk bing-bang patlaması denen hadiseyle daha normal atmosfer şartlarının oluşmadığı bir hengâmede ultraviyole ışınlarının filtrelenmeden doğrudan yeryüzüne inmesiyle birlikte ortada amino asit oluşumu varsa da yoğun bombardıman altında hepsinin parçalanmasını kaçınılmaz kılacağında hem fikirdirler. Bu demektir ki Miller oluşturduğu deney düzeneğinde şayet oksijeni de işin içine kataraktan oluştursaydı bu durumda metan gazı karbondioksit ve suya çevrilip,  amonyak ise ister istemez azot ve suya dönüşecekti. Kaldı ki ilkel atmosferde oksijenin olmadığını varsaysak bile bu seferde ozon tabakası oluşamayacağından yine amino asitler doğrudan ultraviyole ışınlarının bombardımana uğrayıp böylece paramparça olmuş olacaklardı.  Anlaşılan, ilkel atmosfer şartlarında oksijenin yokluğu bir dert,  varsa da o da ayrı bir dert olabiliyor. Sonuçta her iki durumda aminoasitler için yok edici bir ortamdır.
     -Miller-Urey deneyinin dördüncü açmazı; sağ-elli amino asit türünden bir takım partiküllerin nüksetmesi yaptığı suni deneylerin daha da bir anlamsız kılmakta. Zira canlılık sol-elli amino asitlerin varlığıyla işler hale gelip anlam kazanmakta.    
       İşte yukarda maddeler halinde sıraladığımız açmazları bir bütün olarak değerlendirdiğimizde, Miller-Urey deneyi ve türevlerinin canlılığın yaradılışın ilk dünya şartları ortamında tesadüfen sahne aldığını ispatlamaktan aciz olduğunu göstermektedir.  O halde şimdi sormak gerekir:
        -Miller-Urey deneyi ve türevlerinin ilk dünya oluşumunun hangi laboratuvar ortamıyla örtüşecek şartlara haizdir?    
       -Miller-Urey deneyi ve türevlerinin düzenek uygunluğu ilk dünya oluşumunun hangi düzenek ölçüleriyle uyumluluk arz etmekte?  
       -Miller-Urey deneyi ve türevlerinin yapay ölçümlemeleri ilk dünya oluşumunun hangi terazi ölçümlemesiyle örtüşmekte?  
       -Miller-Urey deneyi ve türevlerinin oluşturduğu yapay ortama şokladığınız enerji ilk dünya oluşumunun hangi enerji şoklamasıyla uyumluluk arz etmekte?    
      -Miller-Urey deneyleri adı altında oluşturulan o yapay düzeneklerinin malzemeleri ilk dünya oluşumunun şartlarının hangi düzeneğin malzemeleriyle örtüşmekte?
        Hiç kuşkusuz bu soruların cevabı havada kalacaktır, olsun biz yine de sormuş olalım ki,  zihinler de bilgi kirliliği oluşturmaya kalkışmasınlar. Aksi halde ne de olsa bizi sorgulayanlar yok düşüncesiyle meydanı boş bulup bildiklerini okuyacaklardır.  Baksanıza adamlar yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmak adına ilk dünya oluşumunda var olan birçok elementleri kendi oluşturdukları yapay analiz çalışmalarına çözelti karışımı olarak almamışlar bile.  Dedik ya, onlar meydanı boş bulduklarında bildiklerini okuyup kafalarında planladıkları her ne senaryo varsa,  planlarının bozulmaması adına işine gelen elementler ya da işine gelen bileşiklerden hazırladıkları çözeltilerle çalışmaktalar.  İşte böyle işine gelen yapay laboratuvar ortam şartları oluşturarak yapılan çalışmalarla güya Darwin teorisini çürümüşlükten kurtaracaklarını sanmaktalar.  Oysaki yaratılış mucizesini gözlerden uzak tutmaya hiçbir yapay laboratuvar ortam şartları ve hiçbir yapay düzenek ve malzemeleri hiçbir güç yetiremeyecektir. Hatta bu iş (yapay denemeler)  öyle de sarpa sarmış durumda ki, tamda Nasrettin Hoca hikâyesini tersinden okuyacak hale dönmüştür.  Yani ortada un var, şeker var, yağ var, ama helva yoktur esprisini tersinden okuduğumuzda ne var ne yok her türlü yapay laboratuvar alet ve adavetleri var, yapay çözeltiler var,  yapay düzenekler var,  ama ortada fol yok yumurta da yoktur diyebileceğimiz trajikomik senaryonun girdabına düşmüşlerdir.
                                               Sdney Fox Senaryosu
         Hakeza Nasrettin Hoca hikâyesinde olduğu gibi trajikomik duruma düştüklerinin bir diğer örneği ise Sydney Fox’un; “İlk amino asitler ilkel okyanus şartlarında oluşup, akabinde bir volkanın yanındaki kayalıklara sürüklenerek yüksek ısının etkisi altında bünyesindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte kuruyan amino asitler şeklinde proteini oluşturmuşlardır”  diye ileri sürdüğü senaryoya bel bağlamalarıdır.  Nitekim Fox,  Miller’i takliden yaptığı bir takım deneyler neticesinde yüksek ısıda amino asitlerin bozulduğunu gözlemlemiştir. Fox, bu kez bir başka yöntemle suni laboratuvar ortamı şartları altında damıtılmış aminoasitleri kurumaya bırakıp böylece amino asitleri ısıtaraktan birleştirme yoluna gitmiştir.  Tüm bu yapboz işlemler iyi hoşta,  elde ne var denildiğinde yine birbirlerine rasgele bağlanmış sıradan birkaç amino asitlerden inorganik olarak oluşan protein türevi oluşumlarından başka bir şeyin ortaya çıkmadığı gözlemlenmiştir. Üstüne üstük yapılan bu yapboz denemeler Millerin suni denekler üzerinden değil, canlı organizmaların amino asit molekülleri üzerinden yapılmıştır. Düşünsenize hem Miller’in izinden gittiklerinden dem vurulacak, hem de izinden gittiği adamın ürettiği yapay amino asit benzeri parçacıkları denek olarak kullanılmayacak. Peki,  bu durumda birileri çıkıp sormaz mı “bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye.
        Şu bir gerçek,  gerek Fox ve gerekse diğer bilim adamlarının elde ettiği hiçbir kıymeti harbiyesi olmayan suni birkaç amino asitlerden inorganik olarak elde edilen protein benzeri (proteinoidler) oluşumlarından medet umarak normal tabii şartlarda gerçek anlamda protein oluşumunun meydana gelmesini beklemek boşa kürek sallamaktan öte bir anlam ifade etmez. Tabii bizim burada karşıt çıkışımız dünyanın ilk oluşumunda olmayan pek alışık olmadığımız şartlar altında özel laboratuvar teknik yöntemlerle amino asitleri bir şekilde birbirine bağlama denemelerine değil elbet, tam aksine karşı çıktığımız husus,  yapılan suni denemelerle ortaya çıkan bir takım düzensiz protein benzeri partikül oluşumlardan hareketle   “işte canlı böyle oluşturulur”  dercesine ‘yaratıcılık’ havasına girmelerinedir. Bikere her şeyden önce öne sürdükleri protenoidlerin gerçek proteinlerle yakından uzaktan hiçbir alakası olmayan işe yaramaz cinsten diyebileceğimiz birtakım inorganik termal lekelerden ibaret yapılardan başkası değildir.  Hem kaldı ki, cansız maddelerden canlılık oluşturma adına devasa boyutlarda yapay bio-havuzlara ne kadar kimyasal madde atarsalar atsınlar, ne kadar dışardan her türden gaz pompalarsa pompalasınlar,  hatta ne kadar envaı türden radyasyon takviye ederseler etsinler, sonrasında da havuza attıkları maddeleri devasa mikserlerle (karıştırıcılarla)  karıştırıp istedikleri termal sıcaklıkta ısı ayarlamalarını yapmış olsalar da sonuçta hayat için gerekli olan en iyimser tahminle 2000 enzimden ancak belki birkaç amino asitlerden inorganik türden oluşan protein benzeri (protenoidler) moleküller ya da birkaç suni kimyasal madde üretmek olur ki bundan bir adım ötesine geçemeyecekleri muhakkak. Zira hayat biyokimyasının her basamağının arka planında yaratılış mucizesi ve yaratılış gerçeği vardır.  Ancak gel gör ki,   içi boş senaryolar peşinden koşanlara ne amino asitlerin arka planında işleyen mucizevi oluşum aşamalarını anlatabilirsiniz, ne de proteinlerin arka planında ki mucizevi oluşum aşamalarını.  Üstüne üstük hayat biyokimyası sadece protein sentezi oluşumuyla da sınırlı değildir, hayat biyokimyası bütünüyle öyle mükemmel donatılmış bir yapıdır ki, hücresinden dokusuna, dokusundan organına,  organından vücut yapısına kadar uzanan bir dizi çok karmaşık bir yapıdır.  Dahası  “Şimdi gel de çık çıkabilirsen işin içinden”  türünden çok karmaşık bir yapıdır bu.  Hatta tamda bu noktada evrimcilere sormak gerek; şimdiye kadar amino asit ve protein oluşumuna yönelik yapılan denemelerle ortaya net bir veri koyamadığınıza göre elde ettiğiniz bu yarım yamalak oluşumların daha da üstünde karmaşık yapıda olan doku, organ ve vücut oluşumlarının altından nasıl kalkarsınız doğrusu merakımıza mucip bir konudur. Onlar bu işlerin altından nasıl kalkacakların düşüne dursunlar,  her şeyden önce bikere şu bir gerçek; hayat biyokimyası sırf basit bir protein yığınından ibaret olmayıp, bünyesinde birçok sistemin barındığı biyolojik canlı bir âlem olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza James Watson ve Francis Crick’in gün yüzüne çıkardığı kompleks yapıdaki nükleik asitler (DNA ve RNA) gerçeği de öyledir.
                                                      RNA Senaryosu
        İlk dünya atmosferinin oluşumunda bağrında taşıdığı atmosferik gazların amino asit sentezini imkân vermediği anlaşılması üzerine, bu kez RNA molekülü üzerinde protein sentezine yönelik bilgi kodu taşıma özelliğinden olsa gerek, RNA senaryosu sahne almaya başlar. Walter Gilbert tarafından ileri sürülen bu senaryoya göre nasıl olmuşsa milyarlarca yıl önce RNA kendi kendine ortaya çıkmış, akabinde çevre şartlarının tesiriyle proteinler imal etmeye başlamış, derken en nihayetinde DNA molekülü doğmuş güya. Ne diyelim, sizde görüyorsunuz ya,  zırva tevil götürmez misali ileri sürülen bu tip tezlere gülesin mi ağlayasan mı, doğrusu şaşmamak elde değil.  İnsan ister istemez bu tip zırva söylemler karşısında; nasıl oluyor da hayal mahsulü nükleotidler nizami bir dizilimle bir araya gelip RNA’yı oluşturmuş doğrusu sormadan edemiyoruz. Kaldı ki RNA senaryosunun geçerlilik arz etmesi için ortada mutlaka, ya kalıp görevi ifa edecek DNA molekülünün varlığına ihtiyaç vardır, ya da başka bir RNA molekülünün varlığına ihtiyaç vardır. Bunlar olmadan işi tersinden okuyup kendi kendine RNA’nın sahne aldığını söylemek abesle iştigal bir tutumdur. Nitekim bu tutum ve davranış reflekslerini ‘hem nasıl’ cümlesiyle başlayan sorularla birileri de çıkıp bizim gibi şöyle de sorgulayabilir pekâlâ:
    - Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA en mükemmel laboratuvar şartlarında bile kopyalanması zor bir molekül iken birden bire ilk dünyanın yaratılış şartlarında kendi kendine nasıl meydana gelmiş iddiasında bulunabiliyorsunuz diye adama sormazlar mı?
    - Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet RNA kendi kendine tesadüfen meydana gelmişse o zaman birileri çıkıp “Madem öyle, RNA hangi tesadüfî bilgiyle kendi kendini kopyalamayı akıl edebilmiş” diye adama sormazlar mı?
      - Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da, şayet RNA kendi kendini tesadüfen kopyalamışsa,  o zaman birileri çıkıp adama” Madem öyle, kopyalanmak için kullanacağı nükleotid elemanlarını nereden temin etmiştir”  diye adama sormazlar mı?
           - Ey senaristler! Hem nasıl oluyor da RNA,  daha canlının ilk oluşumunda bilgi kodu aracılığının dışına çıkıp da üstüne vazife olmayan bir işe girişerekten bilginin başkomutanı olarak protein üretecek duruma gelmişte bizim bundan haberimiz olmamış?  Hem kaldı ki adı üzerinde bilgi kodu. Bu yüzden evrimci senarist görüşlerin tam aksine bilgi koduna hammadde gözüyle bakmayız. Hammadde olarak bakmamız gereken varsa, o da malum amino asitlerdir. Nitekim amino asitler proteinlerin oluşumunda temel taşı olmaları hasebiyle,  her daim hammadde yönünde hep misyon yüklenmişlerdir. Dolayısıyla, şayet bizlerde evrimciler gibi bir an kendimizi RNA senaryosuna kaptırmış olsak, maazallah Nasreddin Hocanın hikâyesini tersinden alıp ortada un yok, şeker yok, yağ yok ama helva var demek durumunda kalırdık. Böylece olaylara hep ters yönden bakmış olurduk. Oysaki protein sentezi denen hadise hücre içerisinde birtakım karmaşık işlemler sonucunda yoğrulup birçok enzimin katalizörlüğünde ribozomlar üzerinden gerçekleşen mucizevi bir hadisesidir. Hakeza ribozomun bizatihi kendisi de karmaşık yapıda bir donanım olup adeta bir üretim fabrikası olarak işlev görmektedir.  O halde, siz siz olun sakın ola ki birçok karmaşık yapının aynı anda bir araya gelerek büyük organizasyonlara mühürlerini vurma gibi harikulade mucizevi oluşumları tesadüfen oluşmuş yapılar olarak yorumlamaya kalkışmayın, aksi halde kendi kendinizi komik duruma düşürmüş olursunuz.  
       İşte yukarıda maddeler halinde e sıraladığımız sorulardan da anlaşıldığı üzere şayet evrimci senarist tezleri ciddiye almış olsak karman çorman bir karışımdan ansızın hayali bir RNA molekülü doğuverdiğine kanıvermiş olacaktık. Dahası canlı oluşumunda ilk temel harcın gen dünyasının babası konumunda Başbuğ Başkan DNA molekülü değil de,  Vezir-i azam ve elçi konumunda RNA molekülünü ilk temel harç olarak addedip, böylece bu uydurulmuş senaryodan hareketle tıpkı evrimciler gibi bizlerde evladın babadan önce doğuverdiğine kanmış olacaktık. Oysaki kazın ayağı hiçte öyle değil, bilakis insanın ilk yaratılış kodlarında toprak DNA vardır, toprak DNA olmadan RNA’nın kopyalanması asla mümkün değildir, dolayısıyla RNA’nın insanın ilk toprak mayası kodunda olmayıp tam aksine DNA’ca kopyalanan protein senteziyle vazifeli elçi konumunda bir bilgi kodu taşıyıcısı olduğu anlaşılmakta.
       İyi ki de evrimci tezleri bu tür sorularla sorgulamış olduk.  Nitekim sorguladıkça da birbirinden ilginç, bir o kadarda trajikomik hayal mahsulü senaryolarla kuşatıldığımızın farkına varmış olduk.  Belli ki etrafımızı saran bu tür senaryo oyunlarından kurtulmanın tek yolu yaratılış mucizesine şevksiz şüphesiz iman etmekten geçer.
        Proteinler nerede yapılır?
        Protein sentezi hadisesi hemen her hücrede cereyan edip dışardan bir takım deneme yanılma metotlarıyla kendiliğinden oluşmaz,  malum bir dizi aşamalar eşliğinde gerçekleşir.   Tabii bu söz konusu bir dizi aşamalar protein sentezinin oluşumuna da kâfi gelmeyebilir,   bu arada 20 aminoasidin sol-elli amino asitli olması gerekir ki protein sentezinden maksat hâsıl olsun. Hiç kuşkusuz bir dizi kural ve kaideler sadece protein sentezine has bir durum değil, buna DNA ve RNA’da dâhil elbet.  Nitekim hücre içi karar kuralları gereği DNA ve RNA’yı oluşturan nükleotidlerin de sağ-elli olmaları icap eder.
        Tabii protein yapımı konusunda hücre içi karar kuralı ve kaideleri burada bitmiyor, dahası var; amino asitlerin bir araya gelip dizilmeleri gerektiği kuralının yanı sıra bunların uygun bir şekilde nasıl bağlanmaları gerektiği kuralı da yaratılış kanunları kapsamında karar kuralı zorunluluktur. Öyle ki külli iradeyle tecelli eden bu söz konusu bir dizi karar kural ve kaidelerin hücre içerisinde yerine getirilebilmesi için de ayrıca amino asitlerin peptid bağlarıyla bağlanıp doğrusal olarak dizinim göstermeleri gerekir. Hiç kuşkusuz amino asitler sadece peptid bağlarıyla kimyasal bağ oluşturmaz, daha birçok değişik türden moleküllerle de kimyasal bağ oluşturmakta. Hele ki birde işin içinde protein sentezine yönelik faaliyet olursa bu durumda akan sular durur misali protein yapımına yönelik peptid bağlarıyla kimyasal bağların oluşturulma işlemleri bekletilmeksizin hızla karar kuralları ve kaideleri olarak yürürlüğe girer bile.  Belli ki protein oluşumunda:
      -Gerek sol-ellilik karar kural ve kaideleri,
      -Gerek amino asitlerin linear dizinler şeklinde peptid bağlarıyla birbirine bağlanmalarıyla oluşacak olan protein sentezine yönelik karar kural ve kaideleri,
      -Gerekse bir amino asidin amino grubuyla diğerinin karboksil grubunun bir su çekilme tepkimesiyle birbirine bağlanmaları şeklinde tecelli edecek olan bir dizi karar kural ve kaideleri, hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın yarattığı biyolojik programın işleyişinde en temel öğeler olarak ‘dirlik’ göstermeleri için vardır. İyi ki de yaratılış kodlarımız en mükemmelinden bir dizi karar kural ve kaidelere bağlanmışta bu sayede hidrofobi denen bir hadiseyle yaratılış moleküllerimiz sudan kaçıp ıslanmaksızın kuru molekül olarak dirliğimiz mayalanmış olmakta. Zaten iri ve diri olarak da mayalanmak durumundayız. Zira emir büyük yerden gelmekte. Kaldı ki, ilahi emre amade DNA’nın metil gurubu içerikli donanımlı yapıda olması hasebiyle bizatihi başlı başına kendisi kuru bir moleküldür. Hatta Yüce Allah (c.c) bu hususta  “Andolsun, Biz insanı karmış, kokuşmuş, kuru, şekillenmiş bir çamurdan yarattık” (Hicr, 26) diye zikrettiği ayet-i kerimeyle DNA’nın kuru oluşuna işaret buyurmakta. Böylece Yüce Allah’ın bu ayet mealinde işaret buyurduğu çamurla özdeş DNA’nın kurutulmuş olarak kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozom hale dönüştürüldüğü anlamını çıkarabiliriz pekâlâ. Hatta Yüce Allah’ın (c.c) “Şüphesiz Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11) diye beyan buyurduğu ayet mealinden de anlaşılan o ki,  çamurun oda sıcaklığında yüksek derecede viskozitede ki metilasyon içerikli yapışkan özelliği sayesinde kalın ve kısa çubuklu kromozomların ete kemiğe bürünecek şekilde vücut bulmasına vesile olduğu anlaşılmakta. Öyle ya,  hem madem çamurdan maksat DNA molekülünün kalın ve kısa çubuklar şeklinde kromozomlu hale bürünmesidir, o halde bu aşamadan sonra yukarıda zikredilen ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan hareketle çamurun sadece kısa ve kalın çubuklu hale getirilme şekline değil, yapışkanlığını da pür dikkat kesilmemiz icab eder. Nitekim ayette geçen ‘yapışkanlık’ vurgusu belli ki bir molekülün yüksek derecede viskozite içerikli (yüksek derecede yapışkan içerikli)  olmasına istinaden bir vurgulamadır. Ki, yüksek derecede yapışkanlığın da olması gerekir ki şekillenme hadisesi ya da vücut bulma hadisesi vuku bulsun. Nasıl mı? Elbette ki DNA zincir halkasının belirli noktasında bir fermuar şeklinde açılmasıyla birlikte dışardan herhangi bir enzim marifetiyle teşekkül ettirilecek yeni bir DNA uçlarının, açılan fermuarın bir diğer yakasında birleştirileceği diğer DNA halkasının yapışkan parça uçlarına yapışmak suretiyle olacak iştir bu. Gerçekten de zikredilen ayet-i kerimenin içerdiği mana ve ruhuna dalındığında doğrudan insanın yaratılış çamur mayasının yapışkan uçlarla mayalanıp vücut bulduğuna olan inancımız, kalp göğüs kafesimizin hemen altındaki iman tahtamızda ipeğe sarılmış çelik zırh misali daha da kavileşip, böylece “Allah” demekten kendimizi alamayız da.          
      Her neyse sonuçta geldiğimiz noktada, evrimcilerin yukarıda yazılan çizilen senaryolardan ilham alaraktan suni metotlarla inorganik olarak elde edilen protein benzeri (protenoidler) moleküller üretme çabalarına pek sıcak bakmıyoruz. Zira tüm bu laboratuvar çalışmalarının hiçbiri ilk yaratılışta ki tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler.
       Velhasıl-i kelam;  ilk yaratılışın tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/protein-sentezi-ve-evrim-senaryolari-6028-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty GENETİK MUTASYONLAR VE EVRİM

Mesaj tarafından Selim Cuma Eyl. 02, 2022 9:01 pm

 GENETİK MUTASYONLAR VE EVRİM
           SELİM GÜRBÜZER  

         Canlılarda kromozomlar ve kromozomlar üzerinde ki genlerde olabilecek değişiklerin yanı sıra suni dış faktörlere bağlı olarak ansızın meydana gelebilecek değişmeler de mutasyon kavramıyla tanımlanır. Mutasyon kavramını daha geniş çerçevede tarif edildiğinde genellikle gerek kromozom yapısında, gerek kromozom sayısında, gerekse genlerin yapısında oluşabilecek fiziki ve kimyevi değişmeler için de kullanılan bir kavram olarak karşımıza çıkar.  Bunun dışında evrimciler tarafından mutasyona farklı anlamlar da yüklenip güya yeni bir canlı türün oluşumuna kapı aralayacak bir oluşum gözüyle bakılmaktadır. Daha da ilginç olan mutasyon kaynaklı arızi yapılar sanki akil adammış muamelesi yapıp bilgelik anlamı yüklemiş durumdalardır. Oysaki hücre içerisinde zaman zaman mutasyon kaynaklı kromozom ve DNA üzerindeki genler üzerinde bir takım genetik değişmeler yaşansa da bu demek değildir ki her canlı tipinin genetik yapısı topyekûn değişime uğrayıp ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkacaktır. Bikere her şeyden önce her canlı tipinin genetik yapısı kendine özgü olduğundan mutasyona uğramış olsa da o canlının ne orijinal yapısı ortadan kalkar ne de bir başka türden yenisi türer. İlla türemekten bahsedilecekse türeyen canlı değil mutasyon türemekte olup,  karşımıza  ya gen mutasyonları  olarak çıkar ya  da kromozom mutasyonları olarak.  
                                        KROMOZOM MUTASYONLARI
         Malum karşımıza kromozom mutasyonları olarak çıkan bu tip mutasyonlar kendi içinde ise kromozom yapısı mutasyonları ve kromozom sayısı mutasyonları olarak tasnif edilir. Şu bir gerçek kromozom yapısı değişmeleri, X, gama, ultraviyole, radyo ve kozmik ışınlamalara maruz kalmak suretiyle ya da ısıya ve çeşitli kimyasal maddelerin yan etkilerine maruz kalmak suretiyle de oluşabiliyor. Nitekim bu söz konusu dış faktörlerden herhangi birisine maruz kalındığında da kromozomlar üzerinde enine veya boyuna birçok noktalardan kopmaların yaşanması an meselesidir diyebiliriz. Derken bu kopmalar neticesinde doku ve organlar üzerinde bir takım arızi durumlar ortaya çıkabiliyor. Tabii bu arada evrimciler, nadir görülen bu tip değişikliklerden kendilerine vazife çıkarmayı da ihmal etmezler. Ama boşa heveslenmesinler,  bikere mutasyon kaynaklı bu tür kopmalar milyonda bir ani değişiklikler olarak ortaya çıktığı içindir buradan evrimcilere asla bir ekmek çıkmaz. Üstelik mutasyonla oluşan bu tür arızi değişiklikler genetik yapıyı bütünüyle değişikliğe uğratamadığı gibi ortaya yeni bir canlı formun türemesine de yol açmamakta.  Madem öyle,  arızı yapılarda olsa,  kromozomlar üzerinde vuku bulan bu tip arızi değişiklikleri ve kopma biçimlerini maddeler halinde şöyle tanımlayabiliriz de:
      -Defisiyens ve Delesyon: Her iki kopma hadisesi her ne kadar kromozomlarından parça (segment) kaybetme anlamında kullanılan kavramlar olsa da aralarında ki en belirgin fark herhangi bir nedenle eğer kromozomun ucundan bir parça kopar ve kaybolmuşsa bu olay ‘defisiyens’  olarak karşılık bulur. Yok, eğer aradan bir parça kopar ve kaybolmuşsa bu olay  ‘delesyon’ olarak karşılık bulmasıdır.  Hakeza diyelim ki defisiyens hadisesiyle mesela tek bir yerden kopan kısım aradan çıkmış olsa bir şekilde yine kromozomun diğer açıkta kalan uç kısımları bir birine kaynaşaraktan nihayetinde birleşilmiş olmakta. Ancak her iki kopma hadisesinde de gözlenen şu ki; eski orijinalliğinden yitirilmişlik durumu söz konusu olup hele bilhassa sentromerden yoksun olan kısımların hücre içerisinde görev yapamaz konumuna düşmeleri kaçınılmaz hal alabiliyor. Bu arada kopan parçalar hücre içerisinde tıpkı üstü başı yırtık bir elbiseyi ya tamir için yama yapmak için kullanılmakta ya da de bir şekilde elimine edilmiş olmakta.
       Hazır kopan parçaların yamalı bohça hale düştüklerinden bahsetmişken, bu arada tüm ümitlerini yamalı bohça arızalı ve kopmuş yapılara ümitlerini bağlayan evrimcilere bu hususta bir çift söz söylemekte fayda vardır:  
        -“Ey Evrimciler! Bakın canlının tüm organizmaları oluşturan en küçük hücre yapıları bile kendi içinde arızalı, kopuşmuş, defolu yapıları tamir etme ya da elimine etmeye çalışırken, siz halen bugün olmuş mutasyon kaynaklı arızalı, kopuşmuş, defolu yapılardan evrimi kurtarmak adına medet ummaktasınız. Yol yakınken, artık böylesi, defolu, yamalı, yıkık dökük, virane olmuş enkaz yığınlara olan sevdanızdan vazgeçin.”
          Tabii biz bu satırlar eşliğinde tavsiye babından bir şeyler demesine dedik ama bize kulak asmayacakları malum. Adamlar baksanıza İngiltere kıyılarındaki Man adasında yaşayan kuyruksuz kedi (Manx),  evrimcileri pek heveslendirmiş olsa gerek ki kedinin kuyruksuz oluşundan bile medet ummuşlardır.  Öyle ya, ne de olsa kedinin kuyruğu birileri tarafından kesilmiş de değildi,  o halde bu durumda savundukları evrime delil teşkil edecek örnek olarak gösterebilirlerdi, bu yüzden erken sevindirik olmalarına doğrusu şaşırmıyoruz artık.  Ama unuttukları bir şey vardı ki,   kedinin kuyruksuz oluşu,  evrimleşmeyle uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu,  belli ki bu tamamen kromozom ve kromozom üzerindeki kuyruğu oluşturan genlerin deforme oluşuyla alakalı bir mutagenik hadisedir. Hele kromozomlar ve kromozomlar üzerinde ki genlerden bir veya birkaç değişiklik ya da birkaç kopuşlar yaşanmaya bir görsün,  bu durumda Manx kedisinin kuyruksuz oluşundan daha en tabii durum ne olabilirdi ki.  Dedik ya, bikere her şeyden önce ortada mutasyon kaynaklı gen dizilimlerinde arızi değişiklik, kopukluk veya kayba uğramışlık durumlar söz konusudur. Dolayısıyla evrimciler böylesi arızi değişikliklerden kendilerine vazife çıkarıp boşa heveslenmekteler, bikere ortada kuyruklu bir halden kuyruksuz hale giden yolda aşama aşama evrimleşmenin yaşandığına dair zaman çizelgesi veya zaman dilimlerini gösterecek tablo yok ki,  böylesi bir arızi durum evrime delil teşkil etsin. Bilakis kedinin kuyruksuz hali tamamen tipik mutasyon hadisesinin ta kendisi arızı bir durumdur. Kaldı ki evrimcilerin bu hususlarda ki erken sevindirdik oluş halleri ne ilk ne de sondur,  daha evrim felsefesine inandıkları ilk günden buyana hem insan, hem de kuyruksuz maymunların (apes) bundan takriben 3 milyon önce ortak bir atadan türedikleri masallarıyla oyalanıp durup bugünlere gelmişlerdir hep. Tabir caizse masallarla oyalanmak bakımdan sicilleri bir hayli kabarıktır dersek yeridir. Şayet onların dümen suyuna kapılıp ütopik masallarını kaale almış olsaydık,   pekala bizlerde fosil hominoidlerin güya kuyruksuz maymun ve insan olduğuna,  hominoidlerin ise yarı insan bir yaratık olduğuna kanmış olacaktık.  Ne diyelim, sicilleri evrimle tescillenmiş bu adamlar her defasında  evrime adanmışlık rozetleri cüsselerinden büyük olsa gerek ki bu tür hayallere çok kolaylıkla kapılmakla insanı insanlıktan çıkarıp hem kendi atasını hem de kendilerini hayvan mertebesine indirgemiş oluyorlar. Üstelik ortada ortak atanın varlığını gösteren herhangi bir fosil kaydı olmamasına rağmen gelinen noktada bugün olmuş halen bu tip hayaller peşinden koşmaya tam gaz devam etmekteler de. Oysaki insanın atası olarak ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek tek atadan günümüzdeki canlı çeşidini, yani insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek akla ziyan bir tutumun ötesinde çok uç noktada hayalperestlik bir durumdur. Bikere maymun kuyruğunun boşa yaratılmadığı şundan besbellidir ki fındık tanesinden küçücük yiyecekleri bile icabında kuyruğuyla toplamakta, burada kuyruk bir bakıma parmak görevi yapmaktadır. Sporcular da gayet çok iyi bildikleri bir şey vardır ki, o da malum işlevsel olan herhangi bir organın, değil körelmesi daha da bir dinamizm kazanaraktan enerjik kas yapıyor olmasıdır.  Hadi diyelim ki kuyruk olayında anlaşamadık, bir takım maymunların atalarının alt türlerinde apandisitin olmaması da evrimciler açısından handikap teşkil eden tezat bir durumdur. Nitekim bu hususta Biyolog H. Enoch körelmiş organlar fikrine karşı tavır alarak; “İnsanların apandisiti vardır. Ancak daha eski ataları olan alt maymunlarda apandisit bulunmaz. Sürpriz bir biçimde apandisit, daha alt yapılı memelilerde, örneğin opossumlarda tekrar belirir. Öyleyse evrim teorisi bunu nasıl açıklayabilir?” sualini yüzlerine karşı sormaktan kendini alamaz da.  Hakeza kendisi de bizatihi evrimci olan S.R. Scadding ‘Evrimsel Teori’ adlı dergide yazdığı bir makalede “(Biyoloji hakkındaki) bilgimiz arttıkça, körelmiş organlar listesi de giderek küçüldü… Bir organın işlevsiz olduğunu tespit etmek imkânı ve ihtimali olmadığına ve zaten körelmiş organlar iddiası bilimsel bir özellik taşımadığına göre, körelmiş organların evrim lehinde herhangi bir kanıt oluşturamayacağı sonucuna varıyorum” itirafında bulunabilmiştir.  Öyle anlaşılıyor ki insanın insan olarak yaratıldığına aykırı söylemlerle sözde atalarından miras kalmış herhangi bir körelmiş organ yoktur, şunu iyi bilsinler ki insanlar asla diğer canlılardan tesadüfen türememiştir, bilakis bugünkü haliyle kusursuz ve mükemmel biçimde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış bir varlıktır.    
      -Inversiyon: Değim yerindeyse jimnastik sporlarında da görüldüğü üzere sportif takla atıp yeniden koptuğu yere dönmesi anlamında;   herhangi bir kromozomdan kopan parçanın kopmasıyla birlikte 180 derece bir döngüyle koptuğu yere tutunması veya yapışması demektir. İşte kavramsal tanımından da anlaşıldığı üzere inversiyonun delesyondan farkı kopan segmentin ters takla diyebileceğimiz bir döngüyle eski yerine tutunmasıdır. Diyelim ki, 180 derecelik bir tur döngü tutunmasıyla birlikte orijinal kromozom halkasında yer alan genlerin ara dizilişlerinin ATGSU şeklinde olduğunu varsayalım, bu durumda kromozomdan kopan GS segmentinin inversiyonla 180 derecelik bir döngüyle eski yerine tutunmasıyla birlikte bu kez gen diziliş formatı ATSGU şeklinde bir dizilim vuku bulacak demektir.
    -Translokasyon: Homolog olmayan kromozomlar arasında vuku bulan parça değişimiyle, yani yer değiştirmeyle ortaya çıkan boşluğu bir başka bir kromozomdan gelen parçanın eklemlenerekten doldurması hadisesi olarak tanımlanır. Bu demektir ki translokasyon hadisesiyle birlikte farklı homolog olmayan kromozomların birbirleriyle olan temaslarında ilave eklemlemeler oluşabiliyor. Böylece bu tip eklemlemelerle birlikte gen miktarında artış kayd edilmiş olur.  Ancak bu durumda homolog kromozomların birinde ya da ikisinde translokasyon hadisesi vuku bulduğunda canlının üreme kanallarından gelecek olan sperma ve yumurtalarda anomali durum da baş gösterebilir, normal durumda baş gösterebilir. Malum anomali baş gösteren gametlerin ürettiği zigottan meydana gelen embriyoların ölmesi kaçınılmazdır. Normal gametlerin ürettiği oğul döller ise tam kısır döngü olmasa da kısmi kısır döngü olarak hayatlarını devam ettirmiş olacaklardır.  Dolayısıyla evrimciler açısından her iki durumda da heveslerini kursaklarında bırakacak şekilde birinde sonu ölümle sonuçlanan ortaya çıkarken diğerinde ise kısır döngü durum olarak karşılarına çıkmış olur. Bakın evrimci Huxley bile mutasyonların öldürücü ve bozucu etken unsurlar olduğunu şu ifadelerle itiraf etmek zorunda kalmıştır: “Bin mutasyondan bir tanesinin faydalı olması nadiren görülür. Fakat bu kadarı bile çok verimlidir. Çünkü mutasyonların birçoğu öldürücü, bir kısmı da bozucudur.”
        -Duplikasyon: Tıpkı translokasyonda olduğu gibi kromozomlar arasında parça değişimi hadisesi vuku bulmakla birlikte, translokasyon hadisesinden farklı yanı, homolog kromozomlar arasında gerçekleşiyor olmasıdır. Parça değişiminin akabinde duplike durum ise iki veya daha fazla artış kaydederekten gerçekleşir. Böylece mayoz bölünmeyle birbirleriyle eşleşen homolog kromozomların duplike olmasıyla birlikte birinin bir parçası diğerinin üzerine eklemlenmiş bir yapı olarak ortaya çıkmış olur. Bu demektir ki kromozomların biri parça kaybederken diğeri ise kazanmış olmakta. Dolayısıyla bu açıdan bakıldığında duplikasyon hadisesinin canlılar üzerinde etkisi translokasyon hadisesinde ki gibi ölümcül olmayıp canlının sadece fenotipinde anormalliklere yol açacak boyutta bir etkisi olmaktadır.  
                             KROMOZOM SAYISI MUTASYONLARI
      Bitki ve hayvanlar âleminde kromozom sayısı türden türe değişiklik göstermekle beraber her türün kendi içerisinde kromozom sayısı da sabit kalmış olur.  Malumunuz eşeyli üreyen canlıların üreme organlarında var olan her bir gametin kromozomları takım veya genom olarak addedilirler. Genellikle her canlı türünün kendi içinde kendine özgü karakteristik genom özelliğine sahiplerdir. Bu noktada üreme hücrelerini temsilen  (n)  sayıda olanlar kromozomlar haploit (monoploid)  gametler olarak addedilirken, somatik hücrelerini temsilen (2n) sayıda olan kromozomlar ise diploit olarak addedilirler. Ancak şu da var ki, bir kısım canlılarda diploid (2n)  kromozom sayısının değişiklik göstereceği de bilinen bir durumdur.
                                           GEN MUTASYONLARI
       Her ne kadar DNA yazısı kromozom içerisinde sıkıca paketlenmiş veya protein kılıflarla sarılmış moleküler nükleotid bazların çift zincirin karşılıklı kutuplarına birbirlerine köprü bağlarla tutunup korunmuş durumda olsalar da yine de birçok bozucu, dağıtıcı ve yıkıcı unsurların etkisiyle bu köprü bağlar kopup korunaksız hale gelebiliyorlar.  Hakeza nükleotid moleküllerin gerek kendine özgü termik titreşimleri,  gerek kimyasal ve elektriksel etkenler, gerekse başka moleküllerle çarpışması veya ortamdan geçen radyasyon etkisi gibi birtakım sebepler DNA üzerinde bir takım arızi durumlara yol açabiliyor. Mesela buna benzer daha birçok etken faktörler neticesinde kanatsız sinek oluşumu ve şekli bozuk bitki meydana gelebiliyor. Tabii bu demek değildir ki böylesi maraz oluşum evrimleşmeyle gerçekleşip kendi orijininden farklı yeni bir sinek türü veya yeni bir bitki türü meydana getirmiştir. Oysaki bu tip istisnai maraz durumlar her türün kendi içinde ki kurulu sistemin programına zarar vermekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Sonuçta mikro âlemin en önemli sacayaklarından olan genler öyle harikulade işlerin altına mührünü vuruyorlar ki aradan kaç nesil geçerse geçsin ait olduğu herhangi bir canlının tümünde değişikliğe yol açmadan orijinal haline sadık kalmaktalar. Zaten DNA’yı oluşturan genler pürin ve pirimidin çift halkalarında dizili halde konumlanmış yapılar olduğu içindir genler bu anlamda tüm kontrol mekanizmalarının iplerini de bu anlamda ellerinde tutmuş oluyorlar.  Nitekim bu noktada bilhassa yönetici genlerin koordinasyonları ve direktifleri sayesinde canlılar hücresel faaliyetlerini sürdürmekteler. Hele ipi ellerinde tutamayıp kaçırmaya bir görsünler yönetimde oluşabilecek bir takım aksaklıklar hücre içi faaliyetlerine de sirayet edeceği muhakkak. Buradan da organların ve dokuların yapısında bir takım bozulmaları beraberinde getirecektir. Neyse ki bu tip bozulmalar başta da dedik ya, asla bir yeni bir canlı türünün meydana gelmesine yol açmayacaktır, bilakis türün kendi içinde birkaç nesille sınırlı değişiklikler ve geçici sakatlıklar olarak kala kalacaktır. Hem kaldı ki DNA zincirinin halkasında herhangi sebepten ötürü bir harf kaybının olması pekte dikkate alınacak bir zarar sayılmaz. Çünkü hemen o noktada iki şerit birbirinden ayrılıp, sağlam olan zincir kendisine bir komplamenter (tamamlayıcı)  gen kopya imal edebiliyor. Böylece eskisine karşılık gelen yeni şeridin yardımıyla tekrar kayıplar giderilmiş olur. Ancak bazı istisnai durumlar vardır ki; DNA’nın her iki halkasında cereyan eden kopma veya kaymalar düzeltilememektedir. Dahası DNA rejenerasyonunun (yenilenmesi)  oluşumunu imkânsız kılan bozulmalar sonucu orijinal enformasyon her iki şeritte izini kaybedebiliyor. Böylece kendini yenileyemeyen bölümler arızalı şekliyle kalıp hücrenin hayatını sonlandıracak noktaya kapı aralayabiliyor. Derken ortaya çıkan bu arızi ve maraz yapılar “mutasyon” olarak addedilirler. Şurası muhakkak genetik kodlarda meydana gelen değişmeler istisnai türden değişmeler olup, bu tip durumlar daha çok arızi yapıların birbirini tetiklemesiyle ortaya çıkmaktadır. İşte bu noktada genler üzerinde zaman zaman nükseden zincirleme kazaların neticesinde dağılan parçalar bir araya getirilse de ortaya mükemmel bir yapı çıkmadığı içindir bu durum evrimcileri pekte sevindirik yapmayıp adeta can evinden vurmaktadır. Zira onların kendi akıllarınca beklentileri güya tabiat ana veya onların putlaştırdığı tesadüf tanrısı genetik kodlarla rasgele kumar oynayıp zincirleme kazalar sonucu birikmiş enkaz yığınlarından yeni bir canlının türeyeceği yönündedir.  Oysaki evrimcilerin bilmediği bir şey var ki, o da yaratılış itibariyle ezelden beri kurulu ilahi nizamın öyle kolay kolay istisnai arızi değişimlerle tarumar edilemeyeceği gerçeğidir. Bikere ezelden beri gelişmiş hemen hemen her canlı türünün hücre yapılarının oluşumunun dizaynından sorumlu ve biyolojik nizamın koordinasyon başkanı denen bir DNA gerçeği vardır. İşte bundan dolayıdır ki her canlı türü DNA’nın talimatları doğrultusunda kendi genetik kodlarını orijinalliğinin bozulmaması yönünde kararlılık duruşu sergilemektedir. Hatta DNA’nın koordinatörlüğü sadece genetik kodlar üzerinde değil, hücre içerisinde oluşabilecek hasarlara karşıda gerekli önlemlerin alınması noktasında da etkin bir koordinatörlüğü söz konusudur. Ve bu hususta canlıyı oluşturan her bir hücre yapısı evrimcilerin doğal seleksiyon dedikleri doğal seçiciliğine ihtiyaç duymaksızın kararlı duruşlarını sergilemeyi ihmal etmezler de. Gerçekten de hücre içerisinde gerçekleşen böylesi mükemmel kararlı duruşları sayesinde bir canlı türünün bir başka canlı türüne dönüşmenin önüne geçilmişte olunur. Zaten her canlının nesiller boyu genetik kodlarına sadık kalaraktan soy bağını genetik özelliklerini koruyup yoluna devam etmesi yaratılış mucizenin ta kendisi bir kararlılık hadisesidir bu. Ama gel gör ki evrimciler bu mucizevi oluşumları görmezden gelip mutasyon kaynaklı arızi yapılara ve doğal seleksiyona tüm ümitlerini bağlamış durumdalardır. Öyle ki ümitlerini bağladıkları doğal seleksiyonu kendilerince canlı piramidinin tepesine oturtup güya faydalı değişiklikleri muhafaza eden ya da zarar verici faktörleri ayıklayan koordinatör varlıkmış gibi sunaraktan her daim inatla bildiklerini okumaktalar. Ne diyelim, onlar bildiklerini okuya devam ede dursunlar, Japonyalı bilgin Motoo Kimura bir insanda hücre molekülünün birkaç senede bir kez farklılaşma geçirebileceğini hesaplamıştır. İngiliz genetik bilim adamı John Burdon Sanderson Halden ise insan neslinin ancak ve ancak 1000 senede bir molekül değişikliğine uğrayabileceğini dile getirmiştir. Tabii ortaya konan böylesi hesaplamalar evrimcileri üzmektedir. Şöyle ki; bu tür hızlı değişimin tabii seleksiyon dedikleri doğal ayıklama marifetiyle olduğunu varsaysak bile bu seçicilik nereye kadar sürdürülüp devam ettirilebilir. Hadi bu seçiciliğin halen devam ettiğini varsaysak bile,  nasıl oluyor da geçmişten bugünümüze her canlı türü ince eleyip sık dokuma metoduyla doğal seleksiyon eleklerinden geçirilerekten dünya sahnesinde hala hayatlarını sürdürebilir halde yaşamaktalar doğrusu buna kargalar bile güler dersek yeridir. Oysaki onca inceden inceye doğal seleksiyon elemelerden geçmiş hiçbir canlı türünün dünya sahnesinde kalmaması gerekirdi.  Dahası inandıkları evrimleşmeyle ortaya orjininden farklı canlı türlerin şu an dünya sahnesinde oluvermeleri icap ederdi ki,  malum şimdiye kadar dünya sahnesinde ne yeni türler oluverdi, ne de doğal seleksiyonla güçlülerin ayakta kalabileceği zayıfların elendiği bir canlı âlem oluverdi. Bırakın milyon yıllarda oluverdiklerine inandıkları evrimleşme hadisesinin vuku bulması,   kısa zamanda anlık vuku bulan mutasyon kaynaklı değişmelerden bile yeni bir canlı türü bugüne dek ortaya çıkıvermedi, çıkmaz da.  Şayet evrimciler uzun bir zaman dilimini kapsayan süreçte olsa putlaştırdıkları doğal seleksiyon imgesinden beklentilerine karşılık cevap vermesini bekliyorlarsa, bikere her şeyden önce faydalı mutasyonu zararlı mutasyondan ayırabilecek kabiliyette olduğu söylenilen tabii seleksiyonun bu yönde mutasyon mekanizmasına yeni bir canlının türetmesine yönelik talimatlar verdirmesi gerekiyor. Yok eğer doğal seleksiyonun DNA gibi öyle talimat verme yeteneği yok deniliyorsa,  bu durumda o zaman doğal seleksiyona özel misyon biçip onu   “iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayıklar” havalarında boşu boşuna elit seçkinci rolünde dolaşıp durmasına ön ayak olmamalarını tavsiye ederiz. Hiç kuşkusuz tavsiyelerimize kulak asmayacaklarını bildiğimiz halde, biz yine de son kez buradan tavsiye babından deriz ki: “Putlaştırdığınız doğal seleksiyona ön ayak olacaksanız da bari hiç olmazsa adamcağızı (doğal seleksiyon mitini)  istirahate çekip dinlendirmiş olun. Baksanıza adamcağız dünyanın kuruluşundan bugüne her türden canlıyı ayıklaya ayıklaya bir hayli yorgun bir halde bitap düşmüş durumda, dolayısıyla ara sıra tatil yaptırılsa fena mı olur.  Olur ya,  bir gün bir bakmışsın aklı başına geldiğinde yeni bir canlı üretecek konuma gelmiş olur.”
     Her neyse şaka bir yana,  belli ki evrimciler mutasyon, seleksiyon derken gel-gitlere oynayıp iki arada bir derede şaşkın ördeğe dönüşmüş durumdalar.  
                                   MUTAGENLER (DNA’yı mutasyona uğratan genler)
        Bilindiği üzere bir genin kromozom üzerindeki yerini değiştirmeksizin meydana gelen baz moleküllerinde  (A-G)  türünden eşleşmeli değişmelere gen mutasyonu  (nokta mutasyon veya mikro mutasyonu) diye tarif edilir. Nedir bu değişmelere neden olan unsurlar dendiğinde malum çeşitli ışınlar, bazı kimyasal maddeler,  temparetür şoklar veya bir başka etkenlerin genler üzerinde mutasyona neden oldukları mutagen faktörlerdir elbet. Ve bu söz konusu mutagen unsurlar   “Sıcaklık, pH, radyasyon ve kimyasal Bileşikler” diye dört grupta toplanırlar. Şöyle ki bu etken unsurlar:    
      -Sıcaklık etkisi malum yüksek sıcaklık moleküllerin kinetik enerjisini artırmak suretiyle mutasyona sebep olabiliyor.
       -Söz konusu pH olunca da ortamın pH derecesi moleküller arası etkileşimlerde ve özellikle tautomerik  (pronitron değişmesi) dönüşümlerde çok önem arz ettiğinden,  pH derecesinin mutasyon hızını etkilemesi gayet tabiidir. Her şeye rağmen şu da bir gerçek; moleküllerin hızla hareket edip birbirleriyle çarpıştıkları bir ortamda bile moleküler kazalar ve yanlışlıkların nüksetme ihtimali sıfır denecek kadar düzeyde seyretmektedir.  
      -Radyasyon etkisi hiç kuşkusuz mor ötesi ve X ışınları gibi kısa dalga boylu ışınlar enerji yönünden yüksek radyasyonlu moleküllere çarptıklarında birtakım arızi değişiklikler oluşturabiliyor. Nitekim bu tip ışınlar DNA molekülü üzerinde delesyon ve inversiyona yol açan kopmalar sebep olduğu gibi baz çifti dönüşümler de (tautomer oluşumlar) görülebiliyor.    
     -Dördüncü etken unsur kimyasal bileşikler ise adına uygun davranıp kimyasal etki oluşturduklarında bunlardan nitröz asit, 5- bromourasil, 2-amino pürin, hidroksilamin gibi etken bileşikler deaminasyon yoluyla DNA molekülü üzerinde transisyona neden olurken, etil metan sülfonat (EMS) gibi etken bileşklerde transversiyona yol açmaktadır.  Diğer akridin ve onun türevleri gibi etken bileşiklerde delesyon veya inversiyona neden olmaktadır.                                          
                               Mutasyon Hücrenin hayatını nasıl etkiler?
        Evrimciler ne akla hizmet ediyorlarsa mutasyonun hayat verdiğine inanmaktalar. Oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Düşünsenize bir örümceğin (Tarantula’nın) gayet kendini iyi koruyabilecek yeteneğe, hatta bazen arıları bile zehriyle öldürebilecek donanıma sahip olduğu halde kendisine yaklaşan eşek arısının kendisini uyuşturup yararlanmasına izin verebiliyor.  Ya eşek arısına ne dersiniz,  baksanıza o da avını nokta atışı diyebileceğimiz isabetle sinir merkezlerinin yerini belirleyip kendisinden iki kat daha üstün zehre sahip örümcek üzerinde operasyon yapabiliyor. Anlaşılan, ortada hem Tarantula, hem de eşek arısı açısından doğal seleksiyona katkıda bulunacak bir durum gözükmemektedir.  O halde bu durumda güçlü örümcek karşısında eşek arısının soyunun tükendiğini söyleyebilir miyiz?  Elbette hayır. Çünkü her iki halde de canlı kompleks yapı kendine özgü bir tarzda muhafaza edilerek adeta evrimcilere meydan okumakta. Zaten her şeye evrim mantığından bakarsak bir kere doğal seleksiyonun başarılı olması için mutlaka faydasız (zararlı) mutant genlere karşı baskın olması icap eder. Bu da yetmez faydalı mutant genler az sayıda üreyip, ekonomik kullanılmaları icap etmektedir. Kaldı ki bir bireyin faydalı mutasyona maruz kaldığını varsaysak bile, o fert önce genetik yapısında oluşan öldürücü genleri yok etmesi gerekir.  Daha sonra o birey çiftleşen alt grubun popülâsyonun da üstün konuma geçmesini sağlayacak bir üreme kabiliyeti sergilemesi lazım ki, mutant özellikler popülâsyona transfer edilebilsin. Maalesef uygulamaya baktığımızda faydalı zannedilen mutasyonun kendisine faydası yok ki başkasına faydalı olabilsin. Bakın bu hususta Francisco J. Ayala ne diyor: “Yüksek organizmalardaki mutasyon frekansının bir nesilde, bir gen başına 10 binde bir ile milyonda bir arasında olduğunu tahmin etmekteyiz.”
         Anlaşılan, canlıların bir kısmı değişik şartlara ayak uydurma yeteneklerini yitirdiklerinde ya nesli kesilmekte ya da sınırlı değişiklikle hayatını devam ettirmekte.  Keza mutasyona uğramış DNA zinciri eski zincirden 1 nükleotidlik bakımdan farklı olsa bile bu küçük değişiklik ancak o hücre üzerinde etkili olabiliyor.  Dahası böyle değişmeye maruz kalan bir hücre diğer hücrelerle yarışma yeteneğini ya artırır ya da azaltmaktadır. Şayet mutasyon yararlı bir mutasyonsa diğer organizmalardan daha büyük yaşama şansına sahip olacağından, bu durum oğul döllere aktarılırken bir baz ileri veya bir baz geri olacak şekilde geçmektedir. Şu bir gerçek popülasyon içerisinde varlığını hissettirecek, hatta tüm popülasyonu daha da mükemmel hale getirecek bir mutasyon hadisesinin gerçekleşmesi mümkün gözükmemektedir. Üstelik faydalı değişmelerin faydasızlara üstün hale geçmesi için bir plan ve bir program gerektirir ki evrimcilerin zaten plan ve programla hiçbir zaman işi olmamıştır. Zira onların işbirlikçisi kafalarında putlaştırdıkları tesadüf mitidir.  Oysa en basitinden bir canlının kendisinden bir üst canlıya evrimleşmesi için milyon rakamların üstünde birbiri ardına gerçekleşen mutasyon aşamalarına ihtiyaç vardır.  Ne var ki en basit canlıdan daha yüksek canlılara gidildikçe işler daha da karmaşık hale gelip, bu karmaşık ritmi artmasıyla birlikte yeni bir türün ortaya çıkma ihtimalini diskalifiye etmektedir. Zaten düşünen bir insan için karmaşıklık keşmekeş değil, tam aksine mükemmeliyet demek, dogmatik kafa için ise tam bir kargaşa ve tesadüfî olay demektir.
        İçerisinde enzim, nükleik asit, şeker vs. karışımın bulunduğu steril ortamda hazırlanmış bir organik bileşikler ekstraktı düşünelim. Sonra bu karışımı katalizleyecek dışardan elektrik kıvılcımıyla oluşabilecek bir enerji kaynağını var olduğunu varsayalım,  işte önümüzde konan bu hazır malzemeye hangi metodu uygularsak uygulayalım asla yeni bir canlı ortaya çıkmayacaktır. Nitekim bu tür denemelerin geçmişten günümüze kadar uzun yıllar denendiği artık bir sır değil. Gelinen nokta itibariyle en basit protein molekülünde bile yaklaşık 1500 parçanın varlığı tespit edilmiştir.  Dolayısıyla organik çözelti içeren bir kazana en basitinden proteini karıştırdığımızda bu ortamda 1500 parçayı gerektiğinde hem toplayıp sentezleyecek,  hem bundan daha büyük protein molekülünün yapımını sağlayacak hem de ayrıştırabilecek bir sistemin devreye girmesine de gerek duyulacaktır. Ki;  bunun gerçekleşme ihtimali (1/2)1500 (Bir bölü iki üzeri bin beş yüz)’li gibi dudak uçurtan bir rakama denk düşer. Görüldüğü üzere telaffuzu zor dudak uçurtan bu rakam adeta imkânsızlığı temsil etmektedir. Bu rakamlar ortada iken hala her şey tesadüfen meydana geldi deniliyorsa pes doğrusu.  Oysa sayı arttıkça karmaşık yapılar daha da büyümektedir. Dolayısıyla evrimcilerin ihtimal hesapları da o oranda neredeyse trilyonları aşacak boyutlarda alabora olmaktadır.
        Şu da bir gerçek mutasyonların etkileri en kolay bir şekilde mikroorganizma üzerinde daha iyi gözlenmektedir.  Nitekim bakteriler en sık mutasyon geçen mikroorganizmalardır. Örnek mi? İşte Esçherichia coli bakterisinin 20 dakikada bir bölünüyor olması hasebiyle üzerinde 50 yıldır yapılan deneyler neticesinde çok fazla sayıda bakteri elde edilebilmiştir.  Bu demektir ki milyon seneleri aşan zamanda yaşayan herhangi bir hayvan türünün sayısından daha fazlası bu 50 yılda tek bir bakteriden elde edilmiş sayıdır bu.  Şayet onca sayıda bakteride mutasyonla bir değişiklik olsaydı, bu bakterilerde tür değişimi illaki gözlerden kaçmazdı. Tabii insanoğlu mutasyonla oluşabilecek değişiklikleri gözlemleyim  derken  bu arada asıl bilinmesi gereken protein sentezi ile ilgili mucizevi oluşumların da farkına varmış oldu. Neymiş fark edilen o mucizevi oluşumlar denildiğinde;  bikere en basit protein molekülünün 400 amino asit içerdiğinin farkına varmış oldu.  Yetmedi amino asitlerin her birinin dört veya beş elementten meydana geldiğinin farkına varmış oldu.  Daha da yetmedi mikroorganizmaların amino asit üretmesinde, vitamin oluşumunda, şeker veya yağ yapımında ve protein oluşumunda büyük katkı sağladığının farkına varmış oldu.  Tabii tüm bu farkındalıklar iyi hoşta,  çok istisnai olarak denge ayarlarının bozulduğunun görüldüğü durumlarda burdan hemen kendi kafasına göre çıkarım yapıp işi farklı mecralara taşımakta doğru bir tutum olmasa gerektir.  Buradan yeni bir mikro canlı tipin türemesinin haleti ruhiyesi içerisine girmek yerine dengelerin altüst olduğu durumları düzeltme yollarını araştırmak daha etik bir tutum olacaktır.  Mesela her hangi bir mikroorganizma mutasyon geçirmesiyle birlikte söz konusu bakterinin artık amino asit artık yapamaz hale gelmesi kaçınılmazdır. Hakeza böylesi durumlarda hücre içerisinde protein sentezi gerçekleşemeyeceğinden buna paralel bakteri çoğalmasının sekteye uğrayıp mevcut bakterilerin sonu ölümle sonuçlanması da kaçınılmaz bir durumdur.   O halde bu durumda yapılması gereken yıkmak yerine düzeltici faaliyetler de bulunup böylesi bir mutasyon etkisini gidermek için gereken aminoasidi kültür ortamı yoluyla enjekte ederek bakterinin yaşamasını ve gerekli besin maddelerini almasını sağlayıp yeniden bakteri çoğalmasını gerçekleştirmek olmalıdır. Nitekim günümüz teknolojisinde bu yönde yapılan çalışmalardan elde edilen verileri aşağıda maddeler halinde şöylede kategorize edebiliriz:
      -Normal bakteri Z’yi yaparsa basit kültür ortamında koloni meydana getirir.
      -Mutasyonla değişen normal bakteri aminoasit Z’yi yapamazsa, bu durumda basit kültür ortamında filiz veremeyecektir.
       -Mutasyonla değişen normal bakteri kültür ortamına aminoasit Z ilave edilirse basit kültür ortamında koloni meydana getirecektir.
       Hatta günümüzde alanında kendini iyi yetiştirmiş biyologlar bir küf mantarının mutasyona uğramasının sonucunda vitamin yapma yeteneğini kaybettiğini gözlemlemişlerdir. Bu durumda gerekli olan vitamin kültür ortamına eklendiğinde söz konusu mantarın yaşamaya devam edip üreyebildiği belirlenmiştir. İşte Biyologlarca böylesi mutasyona uğramış birçok mikroorganizma soylarını laboratuar şartlarında besin madde verilerek canlı tutulabildiği olaya beslenme mutantı (Mutasyona uğramış canlı varlık) denmektedir. Şurası muhakkak zararlı mutasyonlar canlının yaşama şansını ortadan kaldırmaktadır. Nitekim Herman Joseph Muller bu hususta şöyle der: “Mutasyonların yüzde 99’unda fazlası kesin olarak zararlıdır. Tesadüfi olaylardan da ancak böyle olması beklenir.”  Tabii Muller, der demesine ama gel gör ki evrimciler hala mutasyonların canlının yaşama şansını artırdığından dem vurmaya devam edip,  ona faydalı etken bir unsur gözüyle bakmaktalar.  Dahası mutasyonlar yeniden şifrelenmiş mesajlar olarak oğul döllere geçip onların yaşama şanslarını artırdığını ileri sürmekteler. Oysa canlı popülâsyonu şansa bağlı olaylarla kendisini bir üst organize bir yapıya yükseldiğini gösterecek herhangi bir delil yoktur. Nitekim evrimciliği ile adından söz ettiren şu namı meşhur Stephen Gould bile bu gerçeği şöyle itiraf edebilmiştir: “Bir mutasyon yeni bir DNA oluşturmaz. Dolayısıyla türleri mutasyona uğratarak yeni türler elde etmek imkânsızdır.” Yani bu demektir ki mutasyon denilen arızalı bir yapıyla mükemmeliyet arasında bağ kurmak hayli zor gözükmektedir. Bu yüzden canlı organizmaların suni metotlarla üretilmesine pek sıcak bakmıyoruz. Zira laboratuar çalışmalarının hiçbiri tabiat şartlarında gerçekleşmiş olaylar değildirler.
       Velhasıl-ı kelam; ilk yaratılış tekrarlanması ve tecrübe edilmesi imkânsız bir mucizevî bir hadisedir.
       Vesselam
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/genetik-mutasyonlar-ve-evrim-6042-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty MUTASYONLARDAN MEDET UMMAK

Mesaj tarafından Selim Cuma Eyl. 09, 2022 7:09 pm

            MUTASYONLARDAN MEDET UMMAK
        SELİM GÜRBÜZER
         Canlıların gen yapısında nükseden arızi durumlar veya genetik kodların rekombinasyon (çeşitlenme) işlemleri sırasında ani olarak meydana gelen değişiklikler mutasyon olarak tanımlanmakla beraber şu da bir gerçek varyasyon veya rekombinasyonla yeni bir canlı oluşumu gerçekleşmemekte. Ki, bu durumu rekombinasyon esnasında kazaen gen dizilimlerinde nükseden kopmalar ve kırılmaların neticesinde ortaya bir şey çıkmamasından anlıyoruz. Dolayısıyla bu noktada hücre içerisinde genler üzerinde mutasyona sebebiyet teşikl eden etken unsurları deney ve analizini yapmak pekâlâ mümkün, ama deney metodunu evrime uygulamak pek mümkün gözükmüyor. Madem öyle, mümkün olan mutasyon deney ve analiz çalışmalarından ortaya çıkan sonuçların işaret ettiği tahmini veriler neymiş bir görelim. Nitekim baktığımızda;  
         -Mutasyona neden etken unsurların hiçte hücre yapıları üzerinde nizami değişikliğe kapı aralayan unsurlar olmadığı, bilakis hücre yapılarını gayrinizami yollara kanalize eden unsurlar olduklarını,  
         -Mutasyon kaynaklı gen ve kromozom değişmelerinin periyodik aralıklarla değil, nadir aralıklarla nükseden değişmeler olduğunu,
       -Tarımda ve hayvancılıkta suni seleksiyon ve suni tohumlama metotlarıyla ıslah edilmiş bitki ve hayvan üretiminde verimliliğin artış kaydetmesini gösteren verilerden hareketle buradan yeni veya karmaşık bir canlı ortaya çıkmayacağı, tüm bu ıslah çalışmaları bir noktaya kadar sürdürülebilir olduğu, derken bir noktadan sonra duraklayıp sınırlı değişiklikler olduklarını,
         -Faydalı olabileceği düşünülen mutasyonların ancak milyon yılları bulan zaman dilimlerinde vuku bulabileceği yönünde elle tutulur gözle görülür herhangi bir bulguya rastlanmadığı, sadece bu hususlarla alakalı ileri sürülen öngörüler niteliğinde tezler olduğunu görürüz.  
          Anlaşılan o ki, mutasyonla hücreden dokuya, dokudan organlara sirayet eden bozulmalar söz konusu olduğundan bu anlamda canlılar için risk teşkil edebiliyor.  Neyse ki üreme organları vücudun en korunaklı bölgelerinde konumlanmış olduğundan onlar için pek risk teşkil etmemektedir. Zaten yumurtalık ve testislerin neslin sürdürebilirliği açısından korunmaya alınması da gerekir. Bu yüzden mutasyona uğramaları çok zayıf ihtimal gibi gözükmektedir. Şu da var ki, canlı organizmaları bir bütün olarak düşündüğümüzde herhangi bir hücrenin genetik programı en küçük fiziki veya kimyevi mutagen etkiye maruz kaldığında ilerisinde doğması muhtemel arızalara tahammüllerinin olmadığı da apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Dolayısıyla evrimcilerin mutasyondan beklentileri zararlı olma noktasında değil, faydalı olması yönünde bir bekleyiştir. Neden beklenti içerisine girdiklerini az çok tahmin edebiliyoruz zaten. Öyle ya,  beklentileri doğrultusunda kıyasıya savundukları evrimin çürütülmemesi adına mutasyona kurtarıcı gözle baktıklarına göre bu doğrultuda hücre içerisinde her an vuku bulması muhtemel mutasyonlar arasından bilhassa frekans değeri yüksek faydalı mutasyonlar sahne almalı ki, ideoloji haline getirdikleri evrim felsefesine delil teşkil edebilsin. Mutasyonların faydalı olanlarının yüksek frekans eşiğine gelmesi için de milyon zamanlı bir birikime ihtiyaç varmış güya. Bundan dolayı da onlarda gayet iyi biliyorlar ki, zararlı bir mutasyonla canlının genetik yapısından bir başka genetik yapıya haiz bir canlı oluşumu türemeyecektir.  En iyisi mi bu işi zamana havale ederekten insanlığın kulağına faydalı mutasyonların frekans değerinin zirve yaptığı eşiği beklemelerini fısıldayıp yeni bir yaratığın türeyeceği günlere randevu vererekten bu işi geçiştirivermekteler. Aslında tüm bu fısıldayışlar, işi yokuşa sürmenin bir bahanesi fısıldayışlarıdır, baksanıza adamlar evrimin çürütülmemesi adına akıllarına düşen her ne varsa onu bir şekilde kılıfına uydurup bahane üretmekte mahirlerde. Yine de ne kadar işi kılıfına uydurmaya çalışırsalar çalışsınlar büyük umut bağladıkları tabii seleksiyon putu da evrimci tezleri çürümüşlükten kurtaramayacaktır.  Bu durumda ellerinde tek seçenek kalıyor, o da algı operasyonu yapma seçeneği.. Nitekim bir an kendimizi evrimcilerin yerine koyduğumuzda elimizde koz olarak tuttuğumuz algı operasyonu seçeneği ile mutasyona öyle bir görev yüklemeli ki,  ‘faydalı mutasyon’ olarak evrime katkı sunmuş olsun.  Bu arada katkı sunmakta olan faydalı mutasyonun bir şekilde tabii seleksiyonun hışmına uğramaması ve bloke olmaması içinde mutlaka korunmaya alınmalıdır. Aksi halde tabiî seleksiyon, mutasyonun faydalısı ya da zararlısı hiç fark etmez belli bir frekans eşiğine gelmiş herhangi bir mutasyon olgusunu elimine etmek için var olacaktır.  O halde neydik edip öyle zihinlerde faydalı mutasyon algı operasyonu yürütmeli ki, tabiatın şanslı mutantı seçmiş olduğunu, dolayısıyla tabiî seleksiyonun çokta fazla ayıklamasına, didiklemesine ve elemesine gerek kalmadan faydalı mutasyonun evrimleşmenin ta kendisi bir olgu olduğunu inandırmış olalım. Ama nasıl? Bu da ancak bıkmadan usanmadan sürekli mutasyonun faydalısından bahsederekten algı operasyonu tezlerimizi bilim dünyasına kabul ettirmekle olabilecek bir iştir.  Tabii bilim dünyası bu tür hayal mahsulü tezleri yutarsa…
          Ne diyelim, işte sizlerde görüyorsunuz ya, evrimcilerin hayal dünyalarına girerek hayal mahsulü tezlerini bilim dünyasına yutturacağımızı sanacağımız noktada birde baktık ki, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş,  meğer canlıların genetik yapılarında cereyan eden küçük değişmeler asla yeni bir canlının dönüşmesine yol açmayacak değişikliklerdir. Hem kaldı ki mutasyonun milyonlarca yıl sürebilecek birikimle yeni bir tür ortaya çıkaracağını söylemekle:
      -Hem işi yokuşa sürüp işin bahanesini teşkil edecek bir şekilde kendilerince kılıf uydurmuş oluyorlar,  
      -Hem de bu işi uzun bir zaman dilimine havale etmekle tabii mutasyonlu evrimleşmenin aslı astarı var mı babından yapılacak olan her türlü deneysel araştırma ve analiz çalışmalarının önüne set çekmiş oluyorlar.  Neden mi?    Gayet onlarda çok iyi biliyorlar ki, bu işi deney ve gözlemlerle ispatlama imkânı yoktur, en iyisi mi geçmişe havale edip bu işin içinden sıyrılmak istiyorlar. Böylece bilimin dışında hareket etmediklerini kamufle etmiş oluyorlar.
       Evet, evrimcilik bu ya,  kendilerince uydurdukları  “geçmiş zaman odur ki” başlıklı hikâyelerle tüm canlıları zaman tünellerinden geçirip güya her 100 milyon senede bir 8 mutasyon olayının gerçekleşebileceğini söylenip durmaktalar habire. Bikere ispatlanmaya muhtaç hangi tezleri ileri sürerlerse sürsünler şunu iyi bilsinler ki kendilerini bilimin dışında kalmaktan kurtaramayacaklardır. Çünkü bilim sebep netice ilişkisine göre kendine rota çizer. Her şeye rağmen yine de bu demek değildir ki bilim adamları ileri sürülen tezlere karşı tüm kapıları kapatıp üzerinde tartışılmasın.  Adı üzerinde tez,   hiçbir dayanağı olmasa da üzerinde tartışılmak için vardır. Olur ya, doğruluk payı olabilir düşüncesiyle ne söylediklerine bakmakta fayda vardır.  Ki,  üzerinde tartışılan herhangi bir tez,  her halükarda antitezi karşısında bulur da zaten. Nitekim evrimcilerin mutasyonların faydalı olduğu noktasındaki tezlerine karşılık bir kısım bilim adamlarının seyirci kalmayıp antitez olarak yaratılış tezini ortaya koymaları nemelazımcı bir tavır içerisine girmediklerini gösterir.  Sağduyulu bilim adamlarının “aman boş ver ne derseler desinler”  babından duyarsız kalmadıkları şundan besbellidir ki mutasyonların zararlı olduğu görüşünde hemfikir oldukları gibi üstüne üstük ortaya yaratılış modeli ortaya koymuş durumdalar da.
       Bilindiği üzere Darwin,  kendi tezini ileri sürdüğü ilk yıllarda kafasında tabiat gücü kurgusu oluşturarak çevreye uyum sağlayan birtakım canlılar üzerinde faydalı olabileceğini düşündüğü en küçücük değişmelerin bile kuşaktan kuşağa aktarılıp zamanla farklı bireylere dönüşebileceğinden dem vurmuştur. Peki, dem vurdu da ne oldu,  sonuçta iddia ettiği dönüşümün ne zaman gerçekleşip de yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı konusunda elle tutulur gözle görülür bir delil ortaya koyamamıştır. Derken ortaya bir şey koyamamak türünden böylesi afaki teorinin doğuşundan bilim dünyasına yutturulmaya kalkışıldığı ilk günden bugüne iflas edeceğinin ilk işaretlerini kendiliğinden ele vermiş oldu. Ne de olsa, teorinin ilk doğuş yıllarında meydanı boş bulup bol keseden atıp tutmak kolay bir işti, ama zaman içerisinde evrim karşıtı düşünceler karşılarına çıkıverip canlılarda olan biten bu faydalı değişikliklerin kaynağı nedir diye sorup sorguladıklarında adeta ıhlayıp vıhlayıp ıkınaraktan atıp tutamaz oldular.   Tabii bu durumda evrim karşıtı sorgulamaların altından kalkmak adına bu kez Neo-Darwinist’ler devreye girip bu işin kaynağının rastgele oluşan mutasyonlar olduğu noktasında bir tez ileri sürmek suretiyle işi kotarmaya çalışacaklardır.  Peki, böylesi bir tezle işi kotarmış oldular mı, ne mümkün,  baksanıza adamlar daha ilk cümlelerinde ‘rastgele’  ibaresini kullanmakla işi kotaramadıklarını gösteren bir ifade tarzıdır. Hem kaldı ki mutasyonlar hammadde değil ki ‘kaynak’ oluşuna atıfta bulunulmuş olsun. Hatta işin Türkçesini söylemek gerekirse,  mutasyon etken unsur değil, bilakis maruz kaldığı bir takım eten unsurların saldırıları karşısında etkilenen unsurdur. Nitekim bir canlının genetik yapısında iç ve dış kaynaklı olumsuz faktörler muvacehesinde nükseden kopma, yer değiştirme, bozulmalar eşliğinde ortaya çıkan maraz yapılar ve oluşumlar mutasyon olarak addedilir de.  Ancak ne var ki, kendilerini modern evrimciler olarak takdim eden Neo-Darwinistler mutasyonu maraz bir yapı olarak görmeyip te onu doğal seleksiyonun koruma şemsiyesi altında mikro düzeyde mutasyonların binlercesinin birikmesiyle yeni türlerin meydana getirecek bir güç olarak görmekteler.  Baksanıza ona güç atfettikleri içindir faydalı bir mutasyon bulma adına geceli gündüzlü büyük bir çaba içerisine girdikleri gözlerden kaçmaz da. Peki, büyük çaba içerisine girdilerde ne oldu? Sonuç malum, günümüzün en ileri teknoloji donanımına sahip laboratuvarlarda yaptıkları her denemeler de gerek makro mutasyonların, gerekse mikro mutasyonların seçimiyle yeni bir tür veya yeni bir cins elde edilemediği sıfıra sıfır,  elde var sıfır bir tabloyla karşı karşıya kala kaldılar. Hadi bu neyse de ikide bir  “Neo” etiketiyle kendilerini yenilikçi bilim adamı etiketiyle takdim etmelerine ne demeli,  ilerleyen zamanlarda bütün çıplaklığıyla anlaşıldı ki, etiketleri cüsselerinden büyük Neo-Darwinist’lerin de klasik Darwincilerden hiçbir farkı yokmuş meğer. Tıpkı klasik Darwinciler gibi onlarda mutasyonların zararlı, hatta birçoğunun öldürücü olduğunu görmezlikten gelip modernlik kisvesi altında tezlerini bilim dünyasına yutturmanın peşindedirler. Ne diyelim,  etiketleri zihin dağarcıklarından büyük kafa yapısıyla veya algı operasyonlarıyla bilim dünyasına yutturacaklarını sana dursunlar, mutasyonlardan 100 ila 1000 arasından belki bir tanesinin canlı türü için faydalı olduğunu varsaydığını düşündüğümüzde, o faydalı bir taneninde nesiller boyu aktarılmayacağı gerçeğini değiştiremeyecektir. Kaldı ki faydası olduğu söylenen mutasyonun canlının vücut ikliminde ne gibi etkisinin olduğu izaha muhtaç bir konudur.  Zaten izah edemezler de. Çünkü şimdiye kadar canlılar üzerinde yapılan analizler neticesinde mutasyonun faydalı olduğuna dair net bir bulgunun varlığına rastlanılmamıştır. Tam aksine bu yönde yapılan laboratuvar analiz çalışmaları bize mutasyonların faydadan çok zarar getirdiğini gösteriyor.  İşin bir başka ilginç yanı mutasyona ümit bağlayanlar laboratuvardan zararlı olduğu yönünde gelen verilerden etkilenmiş olsalar gerek ki, mutasyonu tetikleyebilecek radyasyon ortamlarından bizatihi kendileri hızla uzaklaşır haldelerdir. Hani atalarımız bir musibet bin nasihate bedel demişler ya, aynen öylede mutasyonla kol kola girenler bir anda ona öcü muamelesi yapıp ondan hızla uzaklaşabiliyorlar. Hatta gün geçtikçe mutajen etmenlerin yol açtığı zararlara daha yenilerinin ilavesiyle birlikte evdeki hesabın çarşıya uymayacağı telaşına kapılmış durumdalar. Kendi akılları sıra anlık durum değerlendirmeler yapıp bu noktada bir bakıyorsun yenilerinin eklenmesine geçit vermemek, nükleer santrallerin yapımının durdurulması ve nükleer denemeler aleyhinde kamuoyu oluşturma gibi faaliyetlerde bulunmak suretiyle de çevrecide kesilmekteler güya.  Peki, o zaman demezler mi adama bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye. Hani mutasyonlar faydalıydı. Öyle ya, madem faydalıysa mutasyonu hızını artıracak mekanizmaları durdurmaya ne hacet var.
       İşte bu ve buna benzer çelişkiler ağına kapılmış bir kısım evrimci tayfa ne yapacağının telaşı içerisinde Neo-Darwinizm tezinden de hiç bir halt olamayacağını sezmiş olsalar gerek ki, bu kez bilim dünyasına sıçramalı evrim tezini servis etme çabası içerisine girmişlerdir. Yani bir zamanlar canlı türler arasında ki küçük değişmelerin uzun bir zaman dilim aralığında kademe kademe yeni bir canlı meydana getireceği şeklinde ileri sürdükleri tezlerden vazgeçip, yerine evrimin ansızın büyük sıçramalı değişikliklerle ortaya çıktığı çizgisine gelinmiştir. Hiç kuşkusuz ileri sürdükleri bu tezinde hiçbir dayanağı yoktur.  Hem şimdiye kadar görülmüş müdür dünya kurulmuş kurulalı yeryüzü sathını oluşturan canlıların bir gün ansızın uykularından uyandıklarında bir anda sıçramalı bir değişim geçirerekten dev yapılı canlılara dönüştüğü, ya da dev bir balina haline geldiği. Hatta daha da hızlarını alamayıp kuşlar da sürüngen yumurtalarından ansızın meydana gelmişler güya.  Ne diyelim, sürüngende yerinden sıçrayıp uçan kuş olarak evrimleştiğine göre zaten bunun cevabını bir kuş türü olan kargalar gülerek vermiş oluyor da. Bu iddialara kargalar gülmesinde ne yapsın,  düşünebiliyor musunuz hayatının tamamını su içerisinde geçiren bir amfibiyen yumurtası nasıl oluyorsa karasal ortama geçiş yapıp bir anda gelişen sürüngen yumurtasına dönüşebiliyor. Üstelik sürüngenler ile amfibiyenler arasında uzaktan yakından hiçbir ortak bağ olmadığı halde, hatta aralarında herhangi bir ortak ata, herhangi bir geçiş formu olmamasına rağmen bu tür zırvaları hiç sıkılmadan söyleyebiliyorlar. İşte sizlerde görüyorsunuz ya, öyle maksadı aşan bu ve buna benzer zırva uçuk kaçık fikirler ileri sürmeyi seviyorlar ki, bir anda sürüngenleri uçurup kuş kategorisine rahatlıkla dâhil edebiliyorlar. Peki, bu noktada adama sormazlar mı “Yarım doktor insanı candan, yarım hoca ise insanı dinden eder” diye. O halde eksik göz, ya da yarım kanatla evrimleştiğini iddia ettiğiniz varlığı daha uçuşa geçirmeden o hayvanı anasından doğduğuna bin pişman etmiş olmuyor musunuz? Bir kere kuşların kemikleri kara canlısına nispeten daha narin, daha hafif ve bir o kadarda kendine özgü kan dolaşım sistemi ve kalp atımı söz konusudur. Üstüne üstük akciğerleri diğer canlılara göre çok daha farklı yapıda olduğu gibi, deri bakımdan karadakinin pullu, havadakinin ise tüylü derili olması hasebiyle her açıdan birbirlerinden farklı yapıdalardır. Hadi bir an olsun bu anatomik farklılıkları görmezlikten geldiğimizi varsayalım, peki bugüne kadar tek kanat veya yarım kanat içeren ara fosiller neden bulunamamıştır. İşin daha da ilginç tarafı,  hani şu meşhur tavus kuşu var ya,  işte o kuşun birbirinden güzel nakışlarla işlenmiş tüylerindeki estetiğe Darwin baktıkça dona kalmış da. Öyle ki bu kuşun tüylerine baktıkça neredeyse ileri sürdüğü teorisinden vazgeçirecek derecede kendisini mest etmiştir dersek yeridir.  Anlaşılan o ki,  sürüngenlerin kuş tüylerine dönüşümünü gösterecek ne bir ara formu ne de orijinal epidermal (üst deri) form atası bir canlı türü bulunabilmiştir. Bulunamaz da zaten. Baksanıza tavus kuşunun tüylerinden adeta feleğin sillesini yiyen evrimciler, daha şimdiden feleğini şaşırmış haldelerdir.
      Kromozom Yapısı Değişmeleri
      Mutasyonla ilgili örneklere bir başka açıdan, ya da kromozom düzeyinde ele alabiliriz. Mesela kromozom açısından baktığımızda evrimciler genetik bakımdan irsi karakter içeren kromozomların yapısında bulunan DNA’ların tesadüfü veya mutajenik değişmeye uğrayarak meydana geldiğini ileri sürmektedirler. Elbette ki DNA zincirinde nükseden istisnai değişmeler kendiliğinden veya X ışınları, ultraviyole ışınları, gama ışınları ya da çeşitli kimyasal maddeler etkisiyle meydana gelebiliyor. Buna itirazımız yok. Keza mutasyon hücre bölünmesi sırasında birtakım kromozom anomalilerinden kaynaklanarak da oluşabiliyor, buna da elbet itirazımız olamaz. Bizim itirazımız mutasyonla birlikte yeni bir başka canlı ortaya çıkması iddiasınadır. Kaldı ki bu iddianın dayanağı ütopik bir temel üzerine kurulu olmasa yine gam yemeyiz. Üstelik mutasyona uğrayan DNA’nın hem kendisi zarar görmekte hem de yönettiği hücrenin zarar görmesi söz konusudur. Onlara kalsa belki de “Aman bu kadarı küçük değişiklikten ne olur ki” deyip işi geçiştirmek isteyeceklerdir. Oysa sinek küçük olsa da sonuçta mide bulandırıyor ya. İşte büyüklerin söylediği bu söz o kadar manidar bir söz ki,  bu sözün doğruluğunu genetik kodlarda kırılmalar veya anlık küçük değişmelerle mükemmellik doğurmamasından, yani maraz yapılar doğurmasından anlıyoruz. Nitekim tam kapasiteyle çalışan fabrika cihazlardan birkaç parçanın fire vermesiyle birlikte kendi içinde telafi yoluna gidip daha üstün performansla çalışan bir aygıtın ortaya çıktığı şimdiye kadar görülmemiştir.  O halde artık mutasyondan medet umup içi boş heybeden süt çıkmayacağı artık anlaşılmış olması lazım. Zira mutasyon planlayıcı bir program değil ki, kendiliğinde ihtiyaç belirleyip kanat, kıl, tüy, gaga gibi yapılar ortaya çıkarabilsin.
      Genel itibariyle genler kararlı bir yapıya sahiplerdir. İşte bu kararlılıkları sayesinde aradan milyon seneler geçse de çok kayda değer bir değişikliğe uğramaksızın konumlarını koruyabiliyorlar. Belki üzerlerinden ancak birkaç binyıl geçtikten sonra nadir değişiklikler nüksedebiliyor.  Dolayısıyla kromozom üzerinde yer alan bir genin mutasyona uğramasıyla birlikte binlerce alt üniteler de ister istemez bu değişiklikten kendi payına düşeni almış olacaktır.  Her ne kadar mutasyon hadisesi genler üzerinde bir takım etkiler bıraksa da yine de bir şekilde birçok gen tarafından kontrole tabii tutulabiliyor. Yani tamamen başıboş değillerdir. Zaten kontrol edilmeleri de gerekir. Çünkü mutasyonlar zararlı oluşumları hasebiyle vücut donanımı da ona göre kendi önlemini alacak kodlarla kodlanmışlardır, nitekim bilim adamları n kahir ekseriyeti bu hususlarda hem fikirdirler. Evrimciler ise malum tam aksine mutasyonların cüz-i bir kısmının (milyonda bir) faydalı olduğu yönünde kendi aralarında hem fikirdirler. Hem fikir olmaları neyse de,    ne hikmetse mutasyonların yarı yarıya da olsa   % 50 oranında faydalıdır diyecek kadarda hem fikir olamıyorlar. Şimdilik sadece tüm canlı âlemindeki yüzbinlerce çeşitliliğin varlığını milyonda bir ihtimal dâhilinde meydana gelebilecek mutasyonla işi izah etmeye çalışaraktan yetinmekteler. Düşünebiliyor musunuz milyonlarca yıl biriken mutantların en iyimser tahminle bin nesil veya bin kuşak sonrası orijinal genlerin veya değişime uğramamış varyantların yerine geçip idareyi ele alabileceklerini söyleyebiliyorlar. Daha da ileri giderek tam dört dörtlük değişikliğin 30 ila 40 milyon arası yıllar geçtikten sonra gerçekleşebileceğini zırvalıyorlar. Oysa canlı bir türün evrimleşmesi için genetik kodlarda bir iki değişiklik yetmez, çok daha büyük oranlarda fayda sağlayacak unsurların devreye cereyan etmesi gerekirdi. Fakat gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değil. Çünkü hiçbir mutasyon hadisesi canlının tüm genetik kodlarını tamamen değişikliğe uğratmadığı gibi tamamen herhangi bir genetik bilgi de ilave edememektedir. İşte böylesi mükemmel genetik enformasyonla donatılmış canlı hücrelere katkıda bulunamayan mutasyonun genetik kodlarda eksilmelere ve bozulmalara neden olduğu gerçeği ortada iken hala bir iki mutasyonu evrim kahramanı ilan edilmesine doğrusu şaşmamak elde değil.  Hadi bu noktada bir ateistin kafa yapısını anlayabiliyoruz, onlar zaten ruhsuz, inançsız, düzen, intizam nedir bilmeyen tesadüf dünyasında yüzen dedikodu tayfası.  Dolayısıyla fen bilimleriyle uğraşan insanların ateistler gibi ideolojik dedikodulardan hareketle ortaya hiçbir dayanağı olmayan gelişi güzel ortaya fikir atma lüksü olamaz, temel kriteri analitik gözlem ve deneyler olmalıdır. İşte görüyorsunuz masal kahramanı ilan ettikleri dev mutasyonlar aslında genetik âlemde birtakım kayıpların ve düzensizliğin (bozulmalara) baş kaynağıdırlar. Bu kaynaktan evrimleşme bekleyenler düştükleri çukurdan nasıl çıkacaklar doğrusu merak ediyoruz. Kaldı ki milyonlarca proteinden bir tanesi bile tesadüfe meydan vermeyecek şekilde hayata merhaba derken, gayri nizami kaynaktan yeni bir canlının türeyeceğini beklemek doğmamış çocuğa don biçmek gibi bir durumdur.
       Bilindiği üzere mutasyona neden olan radyasyon ve kimyasal faktörlerden herhangi birisinin etkisine bırakılmış bir hücrenin kromozomu enine bir veya daha fazla noktadan koparak yer değiştirir ki,  tıpkı bu sperm olgunlaşması sırasında DNA yapılarında meydana gelen kırılmalara (fragmantasyona)  benzer bir hadiseyle karşımıza çıkan bir durumdur bu.   Hatta bu ve buna benzer şekilde kromozomlar üzerinde fragmantasyon şeklinde vuku bulan bu kopmalar kromozom tip olarak ya da kromatid tip şeklinde de gerçekleşmekte. Dahası kromozom tipin her iki kromatidi aynı noktada kopabiliyor. İşte böyle iki parçaya ayrılacak şekilde kopan bir kromozoma biyoloji dilinde ‘sentrik’ denmektedir. Kromatidin iki yakasından kromatitten sadece biri kopup, bu şekil kopan bir kromozom ise   ‘asentrik’ (sentromersiz) olarak tanımlanır.  Şu bir gerçek asentrik kromozom sentromeri olmadığı için kaybolmaya eğilim gösterecektir. Mesela kromozomu kopmuş bir parça çok defa şifa bulup orijinal şeklini alacak, ya da asentrik parça koptuğu yere veya başka bir kromozomun ucuna yapışık kalıp herhangi bir değişikliğe sebep olmayacaktır. Ancak başka bir kromozoma yapışması veya koptuğu yere ters dönmüş olarak yapışması durumunda kromozomun yapısında kısmi bir değişikliğe neden olabiliyor, fakat oluşan bu kısmi değişiklik asla yeni bir canlı ortaya koyamayacaktır.
      Kromozomlar genellikle tek tip interfaz (erken profaz) haldeyken daha kolay kopabiliyor. Şayet kopan parçalar tekrar bir araya gelip yapışma olayı olmazsa, bu durumda sentrik ve asentrik parçalar uzunlamasına yarılarak herbiri iki kromatid oluşturacaktır.  Böylece teşekkül eden iki kromatidin kopuk uçları birleşmesiyle birlikte bu olay kardeş kromatitlerin birleşmesi anlamında sister union (S.U.)  olarak tanımlanacaktır.
       Elbette yıkmak kolay, yapmak zor derler ya,  aynen onun gibi yukarıda sıraladığımız envai türden kopuşların çoğu hücrenin onaramayacağı boyutta birtakım tahribatlara yol açacağı muhakkak. O halde mutasyona sihirli bir değnek gözüyle bakamayız. Üstelik bu değneğin zararlı olduğu yediden yetmişe herkes tarafından biliniyor da. Değim yerindeyse mutasyon kavramına artık Hiroşima, Nagazaki veya Çernobil faciası gözüyle bakılıyor. Zira şurası bir gerçek bütün değişmeler mükemmelliğe doğru değil tam aksine bozulmaya doğru yüz tutan değişimler olarak tezahür etmektedir. Maalesef mutasyonun zararı etkisinden büyük olmaktadır. Bir başka ifadeyle zirveye doğru değil tabana doğru bir gidiş söz konusudur. Mutasyon hiçbir zaman tavan yapmaz, aksine sefillere oynayan bir girdabın içerisinde debelenip duran zararlı bir biyolojik atom bombasıdır. Dolayısıyla debelenip durmasına şaşmamak gerekir. Bir başka ifadeyle programsız, gelişi güzel gelişen olaylar etrafa hep zarar vermiştir.
        Nizami perspektiften yoksun, genetik kodları deforme olmuş arızi yapıların yeni canlıların türemesine yol açacağı yapılar olacağı düşüncesi evrimcilerin hep hayalini süsleyen düşler olmuş olmasına ama bu tip hayaller her defasında bilim duvarına toslayıp bir türlü gerçeklilik kazanamamıştır.  Zaten ahı gitmiş vahı kalmış mücadele kabiliyetini yitirmiş yapıların kendisine faydası yok ki bir başka yapıların doğmasına da faydası olsun. Baksanıza ne mutasyonların ne de tabii seleksiyonun organize topluluklar oluşturabilecek gücü ve kabiliyeti var. Gücü olmayanın ne bir program özelliği, ne şifre özelliği,  ne yönlendirme özelliği olamayacağına göre her ikisinden de yeni canlı türlerin türemesini ve yeni yapıların organize olmasını beklemek boşa kürek çekmek olur. Anlaşılan mutasyonlar canlılar üzerinde program dışı ‘küçük çapta değişiklikler, rasgele ve zararlı’ diyebileceğimiz, aynı zamanda genetik yapıya olumlu katkıda bulunamayan bir gelişigüzel hadiseden başka bir şey değildir. Hakeza doğal seleksiyon dedikleri hadise de yeni hadiselerin oluşumunu yönlendirecek bir enerji dönüşümü mekanizması, bir şifre, bir program değildir, sadece arızalı yapıları elimine eden bir mekanizmadır o kadar.  Bunun ötesinde herhangi bir canlı oluşumuna veya enerjiye dönüştürücülük fonksiyonu ve seçiciliği asla söz konusu değildir. Buna rağmen, evrimciler hala sihirli değnek olarak gördükleri mutasyonlardan veya doğal seleksiyon denen ucube yapılardan ve mekanizmalardan bir dönüşüm, bir evrilme olacağından medet umuyorlarsa şunu iyi bilsinler ki daha uzun yıllar boşuna havanda su dövecekler demektir.  Onlar boşa kürek çeke dursun, bari hiç olmazsa bizim üzerimizde kafa karıştırıcı algı oyunlarından vazgeçip,  bizden ikide bir mutasyona uğramış vücut şehrin enkaz yığınlarından çok az kısmının, yani milyonda bir faydalı olduğu söylenilen faydalı mutasyon artıklarının kendiliğinden sentez harekâtı başlatıp bir başka türden yeni vücut şehir türeteceğine inanmamızı beklemesinler. Hele önümüze somut işe yarar faydalı olduklarını söyledikleri tek bir mutasyon örneği koysunlar, ondan sonra bizde dönüp hayallerini süsleyen ütopik rüyaları neymiş dinleme zahmetinde bulunmuş olalım, aksi halde içi boş masalları dinlemeye ayıracak ne zamanımız var ne de dayanacak takatimiz var. Baksanıza adamlar hayallerini süsleyen evrimi ispatlamak adına onca senelerdir yaptıkları çabalar sonucunda ortaya hiçbir somut örnek koyamadılar,  elde var sıfır denilecek noktadalar hala. Hani, onca senelerdir meyve sinekleri üzerinde mutasyon ve mutajenik deneyleri yaptılar da ne oldu? Halen gelinen noktada bugün olmuş işe yarar doğru dürüst bir tek enzim bile ortaya koyamadıkları gibi hayallerini süsleyen yeni bir canlı türü yaratıkta türeyivermedi. Tam aksine mutasyona uğramış sineklerden ya birkaç sakat ve kısırlaşmış ölü halde sinekler ya da Drosophila adıyla meşhur meyve sineğinde olduğu gibi ayakları kafasından çıkan bozuk yapıların türeyiverdiğini gördük. Şimdi meyve sineği evrimcilere dönüp kendi hal lisanıyla bunlara demez mi, benden nükseden bozuk yapılara ümitlerinizi bel bağlamayı bırakında bari beni kendi halime bıraksanız da sinekliğimden utandırmasanız.  Ne var ki, evrimciler sineğin bu yalvarışına kayıtsız kalıp yine bildiklerini okuyaraktan sinekliğinden utandırmaya devam edeceklerdir. Hakeza insanlar içinde aynı durum söz konusudur,  altıparmaklılık, down sendromu (mongolizm), albinizm, cücelik, orak hücre anemisi, bir takım kanser vakaları ve bir takım sakat doğumlardan medet umarak insanı insanlıktan utandıracak uyduruk masallarla güya atalarımızın maymun olduğunu,  yani maymundan türediğimize inandıracaklarını sanıyorlar. Oysaki gerek anne karnında, gerek genetik kanaldan,   gerekse sonradan bir takım mutagenik etkenlere maruz kalaraktan oluşmuş mutasyonlar ya insanı sakat bırakmakta ya da çoğu ölümle sonuçlanan vakalara sürüklemekte, Asla sakat yapılardan ilerisinde yeni bir canlı türeyecek oluşumu gerçekleşmeyecektir. Hem kaldı ki bir gende herhangi bir çeşit mutasyon nadir görülen bir durumdur.
         Evet, bir gende herhangi bir mutasyonun vuku bulması nadir görülen bu durum biyoloji bilim dalında “kromozom mutasyonu” diye tarif edilip karşılık bulur. Şimdi kromozom mutasyonu geçiren bir hücrede genlerin sıra dizilimi alt üst olup kalıtım ünitelerinde (gemmule’lerde) DNA’daki bilgileri okunamaz hale getiriyor diye bundan kendine vazife çıkarıp yeni bir canlının türeyeceğini ummak safdillik olur. Maalesef gel gör ki evrimciler gen mutasyonlarından bile medet umar hale gelmişlerdir.  Oysaki kromozom üzerinde vuku bulan değişmeleri mutasyon kaynaklı bir değişme olarak tarif etmek varken, tarif etmenin dışına taşıp maksadını aşan mecralara çekmenin ne anlamı var doğrusu şaşmamak elde değil. Yine de biz onlar gibi farklı mecralara çekmek yerine gerek kromozom yapısı değişmeleri gerekse kromozom sayısı değişmeleri tanımlamakta fayda var elbet. Mesela bunlardan bir kaçını tanımladığımızda tek bir kromozomdaki sayısal değişiklik söz konusu olduğunda bu bir anoploidi değişiklik olarak tanımlanır. Şayet bu tanımladığımız değişiklikte bir kromozomun sayıca eksik olduğunda monozomi ve nullizomi olarak tanımlanırken, sayıca fazla olduğunda ise kromozomun sayısına göre trizomi ve tetrazomi olarak tanımlanır.  Bilindiği üzere insanda kromozom sayısı 23 çift olup toplamda 46’dır, dolayısıyla 13, 18 ve 21. kromozomların trizomisi dışındaki otozomal kromozomlarda ki sayısal anomaliler ölümcül olabiliyor.  45,Y dışındaki cinsiyet kromozomlarındaki sayısal anomaliler ise hayata tutunabilmek için adeta çırpınaraktan bağlanma çabası içerisindedir. Neyse ki sayısal kromozomal anomalilerin tekrarlama riski genellikle de novo oluşumları denen sil baştan sıfırdan üretilen gen oluşumu aktivasyonlarıyla düşük dozda seyretmekte.  Sayısal kromozomun anomalilerinin en tepik örneği malum “Trizom 21” (üç adet 21. Kromozom) denen down sendromundan başkası değildir elbet.   Neticeyi itibariyle sayısal kromozom değişikliklerinde çift kromozomlardan bir tanesinin kaybolması monozomi olarak addedilirken bir çifte ilaveten bir tane daha kromozom eklenmesi ise trizomi olarak addedilip ebeveynlerden birinin gamet hücrelerinde değişik oranlarda bulunmakla kendini gösterir.
           Velhasıl-ı kelam, mutasyonlarla canlı organlarında bazı değişiklikler çoğu kez zararlı ve ölümcül olmakla birlikte icabında kısmı yaşama imkânı veren arıza yapılar olarak karşımıza çıkmakta. Fakat yaşama imkânı veren bu tip mutasyonlar kendi türü içerisinde sınırlı kalıp, asla bir başka canlı türün türemesine yol açan bir değişiklik olmayacaktır.
           Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/mutasyonlardan-medet-ummak-6059-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty POPULASYON GENETİĞİ VE EVRİM

Mesaj tarafından Selim Cuma Eyl. 16, 2022 7:59 pm

POPULASYON GENETİĞİ VE EVRİM
        SELİM GÜRBÜZER
       Aynı türe ait farklı kalıtsal yapılarda olan bireylerin oluşturduğu topluluklar popülasyon diye tanımlanır. Tabii bu arada popülasyon kavramını sadece tarif etmek yetmez bu arada kendi içerisinde birçok bölümlere ayrılması hasebiyle daha geniş pencereden bakmak gerekir.  Nitekim popülasyona çevre açısından baktığımızda belirli bir bölgeye yayılmış aynı türe ait bireylerin oluşturduğu topluluklar  “ekolojik popülasyon” başlığı altında tanımlandığını görürüz. Örnek mi? İşte hepimizin bildiği bahçe kertenkele dört ayaklı olup, bu özelliği sayesinde bulunduğu çevrede mükemmel bir şekilde hızla koşabiliyor. Malum ayakları kısacık kertenkelelerde aynı türe ait bireylerin oluştuğu topluluk türüdür. Keza kör yılan aynı vücut yapısına sahip, ancak ayakları hiç yoktur, fakat o da sürüngenler grubuna ait bir üye olarak bulunduğu çevrede hayat yolculuğunu sürdürebiliyor.  İşte sürüngenler çatısı altında yaşayan canlıların bir kısmı uzun veya kısa ayaklı, bir kısmı ise hiç ayak olmamasına rağmen temel ortak özellikleri bakımdan hep aynı gıdayı paylaştıkları gibi, aynı çevre şartlarında hayat mücadelesinin sürdürme kabiliyetine de haizdirler. Anlaşılan Darwin’in; “Güçlülerin çevreye uyum sağlayıp ayakta kaldıklarını, zayıfların ise uyum sağlamayıp yok olduklarını”  tezini destekleyecek en küçük bir emare gözükmemektedir. Mesela yine bilindiği üzere dağ farelerinin ön ayaklar kısa, arka ayaklar ise uzun yapılıdır. İşte bu ayak yapıları sayesinde sıçramalı bir hamle ile hareket manevrası sergileyebiliyorlar. Yani, evrimcilerin iddia ettikleri şekliyle bu hayvan ön ayakları kısacık kaldığından arka ayakların güç kazanaraktan uzayıp sıçrama kabiliyeti kazanmış değildir. Kaldı ki evrim yoluyla sıçrama kabiliyeti kazanabilmek için üzerinden milyonlarca yılın geçmesi gerekiyor. Kaldı ki bu hayvancağızın çevre şartlarından etkilenmesi kendi tercihi üzerine tayin edilmiş bir seçim de değildir.  Belli ki arka ayakları üzerinde sıçrayacak bir programla yaratıldıkları için diğer birçok canlıda olduğu gibi yürüyememekteler.  Mesela yine aynı kemirici grubuna dâhil ev fareleri de kör oldukları halde hızla koşar adımlarla kaçabilen özellik sergileyebiliyorlar. Derken bu örnekler bize dağ faresinin dağ faresi olarak, ev faresinin de ev faresi kaldığını göstermektedir. Keza yine bir kısım kurbağalar derileriyle solumaktalarken bir kısım kurbağalarda ciğerleri ile solunum yapmakta,  buna rağmen her iki türde aynı grup içerisinde kategorize edilirler.
         Malum, bir başka popülasyon tanımında kendi aralarında üreyebilen canlı topluluklar  “Mendel popülâsyonu” başlığı altında başlığı altında tanımlanmakta. Malum rastgele çiftleşen popülasyonlar ‘panmictic popülasyon’ olarak adından söz ettirir. Şayet popülasyonun bireyleri diploid davranış sergiliyorsa bu durumda Mendel çaprazlama oranlarının açılımı kategorisinde değerlendirilebilir pekâlâ.  Aksi takdirde mesela eşeysiz üreme ile çoğalan canlı gruplar bu popülasyonun tanımının dışında kalıp bir başka gen havuzu içerisinde kategorize edilir. Madem hazır gen havuzundan söz etmişken bu kavramın tanımına baktığımızda bir popülâsyona ait bütün bireylerin taşıdığı genlerin toplamına o popülasyonun gen havuzu olarak tanımlandığını görürüz. Bu arada bir popülâsyona ait bütün bireyler kendi aralarında eşit birleşme ve döllenme şansına sahipseler bilhassa büyük popülasyonlarda bu eşitliğin büyük ölçüde sağlandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz.
      Gen Havuzu Frekansı
      Elbette ki gerek insan olsun, gerek hayvan ve gerekse bitki topluluklarının her bir ferdi kendi içinde ortak bir gen havuzunun tabii üyeleridir. Buna itirazımız olamaz zaten. Bizim itirazımız bu üçünün de aynı gen havuzdan türedikleri varsayımınadır. Oysa insanlar ortak tek bir temel gen havuzu denilen homosapiens (çeşitli ırklardan müteşekkil insan türü) kategorisine girmekteler. Mesela genus (cins) seviyesinde tüm çakal türleri aynı gen havuzunun üyesidirler. Keza aynı gen havuzuna dâhil olan canlılar aynı zamanda birbirleriyle çiftleşip çoğalabilen üyeler olarak bilinmektedir. Bu yüzden bir bireyin organizmasının kalıtsal yapısına ‘genotip’ denirken, bir populasyonun kalıtsal yapısına ise ‘gen havuzu’ denmektedir. Nitekim insan genomuna ait gen havuzunda kan grupları yönünden baktığımızda A, B,  AB, 0 ve alt grubu kan grubu faktörlerin varlığını görürüz.  Dolayısıyla her bir gen havuzundaki gen frekansı o gen havuzuna geçmişte etki eden bir takım seçicilik (seleksiyon) veya baskın özelliklerine göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin; Gana’da doğan bir çocuk bulunduğu ortama ait gen havuzunun özelliklerinden etkilenerek belli bir miktarını alabildiği gibi İsveç’teki de bir bakıyorsun bulunduğu ortamın gen havuzundan bir kısım özelikleri kendi bünyesine kattığını görebiliyoruz.  Demek oluyor ki, köken olarak her bir fert mensup olduğu soy ağacının karakterlerini kendi genomunda taşısa da farklı gen havuzlarının bulunduğu ortamların etkisi altında  (doğal seleksiyon) farklı gen frekanslarını da bünyesine katabiliyor. Ancak bu durum yeni türlerin türemesini beraberinde getirecek anlamında bir farklılık oluşturmayacaktır,  bilakis türün kendi içerisinde çeşitlenmeyi beraberinde getiren varyeteler olarak farkını ortaya koyacaktır.  Örnek mi?  Mesela tatlı mısır, cin mısırı, nişastalık mısır, kuş mısır çeşitleri tek bir mısır gen havuzundan köken almalarına rağmen kendi içinde bir takım varyete (çeşit)  zenginliği oluşturması bunun bariz örneklerini teşkil eder. Mesela omurgasızlardan grubundan protozoalar, süngerler, trilobitler, ıstakozlar ve arılar kendi üyesi olduğu gen havuzunun elamanları olarak biyolojik hayatta yerini alırken, omurgalılardan balıklar, kurbağalar, sürüngenler, memeliler ve kuşlarda aynen kendi üyesi oldukları gen havuzundan köken alarak biyolojik hayatta konumlanmış olurlar.  Dolayısıyla birileri ortaya çıkıp da farklı birbirinden köken olarak farklı olan türleri aynı ortak gen havuzuna dâhil ederek bunlar birbirlerinden türemiştir şeklinde ilan etmeye kalkıştığında bu akla ziyan bir tutum olacaktır. Tabii böylelerinin dertleri davaları başka, asıl dertleri insanla maymunu nasıl bir punduna getirip de tek ortak bir gen havuzu kalıbına koyarız hayaliyle yatıp kalkmaktalar.  Dahası bundan da öte tüm canlıların aynı ortak atadan türediğini algı operasyonlarıyla bir punduna getirip insanlara kabul ettirmenin davasını gütmekteler.  Onlar sırça köşklerinde sabah akşam bunun hayaliyle davalarını güde dursunlar, oysaki her canlı türü kendi üyesi olduğu gen havuzunun elemanı olarak biyolojik hayatın içerisinde konumlandığı gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. İşte bu gerçekler ışığında bizim doğal seleksiyona bakışımız canlı türlerin kendi kökeninden koparmaksızın seçicilik üstlenmiş bir yapı olduğu yönünde gözüyle bir bakış açısı olup,  asla doğal seleksiyonu canlıları evrimleştirip kökeninden farklı yapılara dönüştüren bir yapı olarak görmüyoruz. Zaten ortada böyle ince eleyip sık dokuyan bir seçme ve seçilmeye yönelik bir delil olmadığı gibi,  hiç kimse böylesi abluka altına alıcı kuşatıcı bir doğal seleksiyon yöntemiyle yeni bir canlı üretemez de. Her ne kadar her türden canlıların gen havuzundaki frekanslarında inişli çıkışlı sapmalar görülse de nihayetinde belirli noktadan sonra bir adam öteye geçemeyecek şekilde kendi içinde sınırlı inişli çıkışlı eğriler olarak kala kalmakta.  Böylece bir şekilde her tür kendi popülasyonu yönünde kararlılık sergilemiş olur. Nitekim:
   -Bir popülâsyona dışardan göç akımı yoksa,
   -Mutasyonla kök genomunda yüzde yüz değişikliğe uğramıyorsa,  
   - Ortada üreme yönünden kısırlık bir durum yoksa,
   - Herhangi bir canlının genomunun bütününde zararına bir seçme ve seçilme yoksa,
    -Popülâsyon yoğunluğu düşük değilse, bu tür popülâsyonlar ‘kararlı popülasyon’ olarak nitelenirler.  Anlaşılan, doğal seleksiyon bir noktaya kadar seçicilik etkisini göstermekte, bir noktadan sonra herhangi bir popülâsyon içerisinde maksimum değişme (varyasyon) belirli bir sınırın ötesine geçmeyip kararlı bir şekilde sabit kalmaktadır.
       Melezleştirme yoluyla dünyaya gelen canlılar sanki yeni bir tür gibiymiş algılanmaktalar. Oysa bu tür canlılar kendi hallerine bırakılmış olsalar yine kendi asliyetine döneceklerdir. Bu bakımdan tazı, pekin köpeği, kısa burunlu fino köpeği (pug) görünüşte farklı gibi görünseler de her biri melez yaratıklar olup, sonuçta her biri köpek türünün üyeleridirler. Asla evrimleşmeyle meydana gelmiş başka türden canlılar değillerdir.
       Evrimciler mutasyonla genetik yapıda meydana gelen değişikliklerin güya doğal seleksiyon süzgecinden geçtikten sonra evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasını gütmektedirler. Varsayalım ki her türlü değişiklik doğal seçme süzgecinden süzülüp fayda sağlayacağı umut edilen genlerin gen frekans değerlerinin artıracağını düşünsek bile, frekans değeri belli bir noktaya geldiğinde stabil kalacağı muhakkak. Nitekim bir araştırmacı meyve sineklerinin göğüs kıllarının sayısını azaltmak için birtakım çalışmalara koyuldu koyulmasına ama çalışmalar sonucunda ancak yirminci nesle kadar devam ettirebildi. Yani 20. nesilden sonra azalma trendi bir noktada çakılı kalınca ister istemez ortalama kıl sayısı sabit kalıverdi. Zira sirke sineği (Drosophila melanogaster) laboratuar şartlarında senelerce radyasyona tabii tutulmuş, göz ve vücut rengi değişmiş,  hatta cılız ve kesik kanatlı sirke sinekler manzarasıyla karşı karşıya kalınmış kalınmasına ama bu çalışmayla da ortaya yeni bir canlı türü ortaya çıkmamıştır. Demek oluyor ki belirli noktadan sonra seleksiyon süzgeci de bir işe yaramıyor. Hakeza bu ve buna benzer çalışmalarla daha verimli yumurta elde etmek için tavuklar üzerinde çalışılmış,    daha verimli süt elde etmek için inekler üzerinde denemeler yapılmış, yetmedi kaliteli protein elde etmek için tahıllar üzerinde denemeler yapılmış yapılmasına ama tüm bu denemeler neticesinde tıpkı yukarda ki örnekte olduğu gibi belirli noktaya geldiğinde verim grafiğinin sabit kaldığı gözlenmiştir. Böylece belirli noktadan sonra seleksiyonun etkisinin olmadığı bir kez daha teyit edilmiş oldu. Kelimenin tam anlamıyla istediğiniz kadar şeker pancarı muhtevasını artırmak için her türlü çabayı gösterin, bu artış en fazla % 17 ila 18 civarında verimlilik sağlanıp belli bir noktadan öteye geçemeyecektir.
       Varyasyonlar            
        Bakteriyolojiyle uğraşan birçok bilim adamı birkaç cins bakterinin birçok varyasyonlara uğradığından hareketle bu ilk duruma ‘pleomorfizm’ adını vermişlerdir. Dolayısıyla ilk dönüşümler bir noktaya kadar kabul görse de tamamen yeni bir başka canlı ortaya koyacak anlamına gelmiyor. Belli ki Darwin evrim teorisini ortaya koyduğunda varyasyonların belli bir sınır noktasının olabileceğini tahmin edememiş,  dahası varyasyonun genetik biliminde karşılığı olan ‘çeşitlilik’ cazibesi onu bu noktada kör etmiş gözüküyor. Oysa çeşitlilik zenginlik demek, bir başka canlı türüne dönüşmek değildir. İşte bu çeşitlilik sayesinde bir bakıyorsun kimimiz siyah tenli, kimimiz beyaz, kimimiz çekiç gözlü, kimimiz ela gözlü olabiliyoruz, böylece biyolojik hayatımıza renk katmış oluyoruz.  Bu nedenle varyasyon kavramı insanlığın yaratılışında daha önceden var olan karakteristik genetik özelliklerinin farklı zamanlarda veya farklı mekânlarda sabit kalacak tarzda hepimiz ben-i adem çatısı altında çeşitliliğimizi sürdürecek tarzda popülasyonlarımızın renklilik kazanması diye tarif edersek yeridir. Tarifimizden de anlaşıldığı üzere varyasyon kendi genetik kod dünyamızın bilgisi sınırları içerisinde cereyan etmektedir. İşte sizlerde görüyorsunuz ya, şimdiye kadar gün yüzüne çıkan varyasyonlarla ve çeşitlenmelerle ne maymunun insana dönüştüğü popülasyon, ne maymunun insana dönüştüğü popülasyon,  ne şu ne de bu, herhangi bir canlı türüne dönüşen bir popülasyon oluşmadı, oluşmaz da.  Kaldı ki her türün kendi içerisinde çeşitlilik arz etmesinden gayet tabii durum daha ne olabilir ki. Zaten farklı cinslerin özellikleri varyasyon süreci içerisinde ait olduğu türün gen havuzunda mevcut.  Dolayısıyla o türe ait tüm özellikler bir sürüngene kanat eklenip uçuşa geçecek şekilde kuşa dönüşmüyor. Yani Darwin’in varyasyondan farklı türden canlı çıkaramaması genetik değişmezlik (genetik homoestatis) ilkesinden dolayıdır. Değişmezlik ilkesini yıkmak adına bir bakıyorsun farklı varyasyonlara ait türler üzerinde yapılan çaprazlamalarla bir türlü evrimi kurtaracak yeni bir yaratık ortaya koyamamışlardır. Hem nasıl ortaya koyabilsinler ki, bikere her bir tür zaman aşımına uğramaksızın, her an ve her şartta kendi asliyetiyle sabit kalmaktadır. Hiçbir zaman kırmızı gülden mavi gül olamayacağı gibi, herhangi bir maymundan da insan olamayacaktır. Şayet ortak gen havuzunda maymunun insanlaşacağına dair genetik özellikler olsaydı bu dönüşüm çoktan şimdiye kadar gerçekleşmiş olması lazım gelirdi.  Ama gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değilmiş,  her canlı asli kökeniyle hayatını devam ettirmekte.  Hiç kuşkusuz, Yüce Yaradan her türü kendi içerisinde değişik tonlarda zenginleştirip bir başka canlıya dönüştürmeyecek şekilde gen havuzunu belli sınırlar içerisinde sabit tutmuştur.  
       Evrimcilerin bir diğer açmazı da antibiyotikler konusudur.  Onlar birtakım bakterilerin antibiyotiklere karşı direnç göstermesini mutasyona bağlı bir değişim olarak sunarlar. Oysa böyle sunmakla kendilerini uyanık, bizleri bunlar hiçbir şeyden anlamaz kafasında bir yere konumlandırmak denen bir kurnazlığı yeğliyorlar. Bir kere söz konusu bakterilerin antibiyotiklere gösterdikleri direnç, mutasyon sonucu sonradan gelişen özellikler değildir.  Aksine bunlar bakterilerin bir kısmının daha antibiyotik kullanılmadan bünyelerinde var olan çok önceden dirençli genleri taşımasından kaynaklanan bir durumdur.  Dolayısıyla bakteri türleri arasında direnç gösterenler popülâsyonda yerini alıp, antibiyotiğe karşı direnç gösteremeyenlerin ise git gide azalarak popülasyondan çekildiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan antibiyotikle yüzleşen herhangi bir bakteri veya bakteri popülasyonu mutasyona uğrayıp da, ya da direnç kazanıp da evrimleşip bir başka türden bakteri cinsine veya bir başka türden bakteri popülasyonuna dönüşmesi denen hadise asla söz konusu değildir.  Sadece dirençli ve dirençsiz varyasyonlar arasında Dadaloğlu’nun deyişiyle “Ölen ölür, kalan sağlar bizimdir”  fermanı denen bir durum söz konusudur. Ayakta kalan sağlar ise malum diğerlerinin popülasyondan çekilmesiyle daha baskın halde gün yüzüne çıkan kendi orijinal halinde bir popülasyondur bu, asla kendi dışında bir başka bakteri türü temsil eden bir popülasyon değildir.  
        Hazır antibiyotiklere karşı dirençten söz etmişken şu meşhur böcek öldürücü DDT’den söz etmemek doğru olmaz. Meşhurluğu şundan belli bir zamanlar hakkında övgü dolu birçok makaleler ve yazılar yayınlanmıştır. Üstüne üstük DDT’ye karşı sonradan kazanılmış bir bağışıklık olmadığı halde ısrarla bu övgüler diri tutulmaya çalışıldı da. Peki,  çalışıldı da ne oldu,  tıpkı antibiyotik olayında olduğu gibi genlerinde bağışıklık mekanizması olmayan böcek cinslerinin DDT karşısında popülâsyondan çekilip, bunun yerine genetik yapısında bağışıklık gösterebilecek yeni bir tür böcek bireylerinin yer alacağı bir popülâsyon oluşmadığı görüldü. Anlaşılan ne bakterilerin antibiyotiğe karşı direnç kazanması ne de böceklerin DDT’ye karşı gösterdikleri bağışıklık hadisesi evrimi ispatlayacak türden örnekler değildir. Kaldı ki insan vücudunda bile DDT vardır. Nitekim uzmanlar anne sütünde normal değerlerin üzerinde DDT’nin varlığını tespit etmişlerdir. Buna rağmen hiçbir insanın vücudunda bulunan DDT nedeniyle hastalık geçirdiği gözlenmemiştir.
       Öyle anlaşılıyor ki herhangi bir canlı türünün popülâsyon gen frekansını ortaya çıkarmak için ilk evvela homozigot çekinik bireylerin sayısını bilmemiz gerekir. Neyse ki bizim hesaplamamıza gerek kalmadan gen frekanslarının saptanması konusunda birbirinden bağımsız çalışan İngiliz matematikçi G.H. Hardy ve Alman hekimi Wilhelm Weınberg 1908 yılında formül geliştirmişler. Daha sonra populasyon genetiği gelişince bu formül Hardy Weinberg kuralı olarak adlandırılmıştır.
     Mutasyon konusuna gelince aşağı yapılı organizmalarda mutasyonlar bir türden başka bir türün meydana geldiği fikrine genetik bilim adamlarının çoğu katılmamaktadır. Öyle ya,  mutasyonla yeni bir canlı türüyorsa şayet,  bu durum yüksek yapılı canlılarda da ortaya çıkması gerekmez miydi?  Ne mümkün ki, canlı âlemin yaratılışından bu güne gerek makro mutasyon düzeyde, gerekse mikro mutasyon seviyede evrimleşme hadisesiyle yeni bir canlı türünün ortaya çıktığı görülmüş olsun. Madem mutasyon ve seleksiyonla yeni bir türün ortaya çıktığını hiç gören olmamış,  hem madem deney ve gözleme dayalı metotlarla da bir tek olguya rastlanılmamış,  o halde onca boşa çaba niye? Üstelik şimdiye kadar mutasyonun adaptasyonu (çevreye uyum) sağlayacak şekilde nasıl bir değişimi gerçekleştiği noktasında şöyle elle tutulur gözle görülür doğru dürüst bir ikna edici bir açıklama da getirilemedi.  Mutasyonla yeni bir canlı türünün ortaya çıkmasının imkân ve ihtimalinin olmadığı bilinmesine rağmen bir takım dogmatik kafalar tarafından evrim senaryosu hikâyelerle insanların zihinleri karıştırılmaya devam edilmekte hala.  Genetik yapıda milyonda bir ihtimal dâhilinde istisnai küçük değişmelerden medet umanlar daha çok ufku dar olan insanlara has bir özellik olsa gerek, saplantılarını ideoloji haline dönüştürmüş hal ve tavır içerisindeler. Bu arada şu soru da akla gelebilir,  peki bu hal tavırla evrim teorisini savunanlarda bilim dünyasında bilim adamı olarak kabul görmekte, buna ne demeli?  Her ne kadar üzerlerinde bilim adamı etiketi taşısalar da bilim tarihini baktığımızda bu türden etiket taşıyan nice bilim adamları, Galileo ve Copernicus’un; “Gezegenlerin dünyanın etrafında değil güneşin çevresinde döndüğü” ısrarlı yaklaşımlarına uzun süre itiraz ettiklerini görürüz. Hatta hızlarını alamayıp canlıların cansızlardan tesadüfî olarak kendi kendine meydana geldiğinden dem vurmuşlardır. Hatta daha da hızlarını alamayıp tarihi süreç içerisinde kurbağaların bataklıklardan, farelerin ise çöp döküntülerinden türediğini söyleyecek kadar zırvalayan rozetleri ve etiketleri cüsselerinden büyük sözde bilim adamları ortaya çıkmıştır. Derken dünden bugüne materyalizm fikri her devirde pek çok vitrin süsü bilim adamının gözlerine perde indirip hakikate gözlerinin çevrilmesine engel olmuştur.      
     Bilindiği üzere tüm canlı türleri kendi bünyelerinde çok sayıda gen dizilimiyle  kodlanmış  bir şekilde dizayn edilerek  yaratılmışlardır. Dolayısıyla dünyada tek yumurta ikizleri hariç, yaşayan her bir birey birbirine tam olarak benzemediği gibi bireylerin nesebini belirlemede yapılan DNA analiz çalışmaları neticesinde otozomal DNA profillerinin birbirinden farklı olduğu anlaşılmıştır.  Yani hiçbir birey diğer bir bireyin gen bileşimi ile tıpa tıp aynı değildir.  Dolayısıyla ortaya konan bu verilerden hareketle tüm insanlık Homo sapiens popülasyon çatısı altında gen dağılımının ortaya koyduğu zenginlik veya çok çeşitlilik sayesinde farklı karakterlere sahip ırkların içerisinde yerini almıştır diyebiliriz.  Öyle ki çeşitliliği sağlayan genler ya dominant (baskın)  halde,  ya da resesif (çekinik) halde bireylerin fenotip ve genotipini ortaya çıkarmakta. Nitekim Mendel, yaptığı monohibrid çaprazlamalarla çekinik genlerin homozigot halde ortaya çıkma şansının dörtte bir olduğunu ortaya koymuştur.  Ancak gel gör ki Mendel’in ortaya koyduğu verileri kendi kafalarına göre yorumlayıp buradan da kendince evrimcilik oynayaraktan çekinik genlerin zamanla popülasyondan ayıklanıp çekileceğini hükmetmişlerdir. Onlar bu şekilde hükmede dursunlar, oysa Mendel deneyleriyle yapılan çaprazlamalarında da görüldüğü üzere gerek F1 gerekse F2 dölleri arasındaki birleşimlerinden ortaya ne tip birleşim meydana gelmiş olursa olsun her tür kendi içerisinde insansa insan, kediyse kedi olarak ayıklanmaya tabii tutulmaksızın neslini devam ettirmiş olmakta. Evrimcilere yine bu noktada sormak gerekir,  madem çekinik genlerin ayıklanacağını iddia ediyorsunuz, o halde ilk insanın dünyaya gelişinden bugüne mavi gözün ortaya çıkma şansı dörtte bir olduğu halde neden bir türlü popülasyondan çekilmiş halde göremiyoruz?  Hadi göz renginden vazgeçtik diyelim, peki ya gözün açık veya koyu olmasını sağlayan bir çift gene ne diyeceksiniz. Belli ki, kendilerine soğuk terler döktürecek bu sorular karşısında ya suspus kalacaklar ya da göz rengi tonunun birçok gen tarafından ayarlandığını (poligenik kalıtım) sinelerine çekmek zorunda kalacaklardır.  Her neyse onlar soğuk terler döke dursun, bu hususta gerçek şu ki; bir birey göz rengi bakımdan şayet homozigot çekinik gene sahipse melanin birikimi olmayacağından dolayı gözler açık veya renkli olacaktır demektir.  Yok, eğer bir birey başat gen taşırsa  (baskın gen) melanin birikimi olacağından dolayı bu kez koyu renkli olacak demektir.  İşte görüyorsunuz her iki durumda da anlaşılan o ki her iki rengin tonu bir dizi gen (poligenik) tarafından kontrol edilmekte. Bu nedenle bu gen havuzunda mavi, ela ve siyahın birçok tonları bir arada bulunabiliyor olmasına şaşmamak gerekir. Şu da var ki gen frekansları toplumlara ve ırklara bağlı olarak değişiklik gösterebiliyor. Örneğin kistik fibröz siyahlar arasında nadir bir vaka olarak gözükürken, orak hücreli anemi ise beyazlar arasında nadir nadir bir vaka  olarak gözükmekte. Dolayısıyla bir beyazla bir siyahın birleşmesinden doğacak çocuklarda bu tür hastalıkların çıkması kural gereği imkânsızdır. Çünkü birinin yüksek frekanslı zararlı geni, diğerinin düşük frekansı tarafından engellenecektir. Böylece söz konusu zararlı gen olayı aynı popülasyon bireyleri veya aynı ırk içerisindeki evlenmeler için geçerli arz edecektir.
       Seçme Eşitliğin Değişmesi
       Bir kere her şeyden önce arınma ile seçme denen ayıklama birbirinin eş anlamlı kavramlar değillerdir. Dolayısıyla sapla samanı birbirine karıştırmamakta fayda vardır elbet.  Malum, biyolojik açıdan arınma gelecekte daha sağlıklı ve daha gürbüz kuşakların çıkması için pozitif anlamda genlerin diğer deforme olmuş genlerden arınması demektir. Mesela üreme olayında tek bir genle değil birbirinin alleli genlerle, yani bir çift genle temsil edilmesi bunun tipik bir örneğini gösterir. Ancak gel gör ki, evrimciler her konuda olduğu gibi hücre yenilenmesini ve arınma hadisesini de seleksiyonlu evrimleşmeye tabii tutup yeni bir canlının türeyeceği yönünde fikir serd edip insanlara yutturmaya çalışmaktalar. Adamlar kendi kafalarına göre seleksiyona öyle misyon yüklemişler ki,  zayıfları güya hayatla bağlarını koparacağı, güçlülerinde hayatta baskın halde kalacak halde bir misyon yüklemişler.  Yani evrimcilerin ağzına bakarsak güya  zayıflar çevreye adapte olamamaları neticesinde zaman içerisinde canlı âlemden çekilip kayboluyorlarmış.  Oysa çevreye adapte olma yönünden sıkıntı yaşayan birçok canlıların milyonlarca yıl değişmeden hayatta kaldıkları artık bir sır değil.  Baksanıza kör yılan bile zor hayat şartlarına karşı adeta meydan okurcasına bir şekilde çevreye uyum sağlayaraktan nesli tükenmeden bugünlere gelebilmiştir. Keza dağ faresi bir bakıyorsun etrafı kolaçan ettiği gibi yürüyüp koşabileceği ayaklarına uygun en ideal kendince seçtiği orman ve bahçeleri mesken tutması bariz bir şekilde bu türün çevreye uyum sağladığının bir göstergesidir.  Hatta Yeni Zelenda’da bir kirpi türü yumurtadan çıkan yavrusunu vücudunun dikenli yapısına rağmen bağrına basaraktan besleyip neslini devam ettirebilmiştir. İşte bu tür örneklerden çıkaracağımız ortak özellik; bir takım canlıların olumsuz şartlara rağmen hem neslini devam ettirebilmiş olmaları, hem de evrimleşme iddialarının aksine seleksiyonla yeni bir türe dönüşmemiş olmalarıdır. Kaldı ki seçme ve seçilme hadisesi tüm hızıyla vuku bulsa da meydana gelebilecek olan değişme her türün kendi tabii sınırları içerisinde sabit kalacak bir değişiklik olacaktır, asla bir başka canlı türüne dönüşecek bir değişiklik olmayacaktır.  Şayet seçme gücü heterezigotlar yararına ise heterezigot bireylerin frekansı Hardy-Weınberg kuralındakinden daha yüksek olacaktır.
         Nitekim gözlemlere dayanarak yapılan hesaplamalar neticesinde heterozigot genler arasında uyumluluk olduğu gözlemlenip asla heterezigotlar yararına ayrıca özel bir destekle herhangi ayrıcalıklı bir seçim söz konusu değildir. Bunun istisnası yok mu, var elbet. Nitekim orak hücreli anemi için heterozigot genlerin yararına seçim olduğu için heterezigotların sayısı homozigotlara göre daha fazla olduğu belirlenmiştir. Mesela Afrika’da sıtmanın yaygın olduğu bir bölgede doğan çocukların % 4’ünün anemi olduğu, anemi hastalar üzerinde hesaplanan heterozigot oranın ise % 32 olduğu belirlenmiştir.  Keza gözlenen kan testlerinde heterezigotların frekansı % 48’dir. Belli ki homozigot anemilerin bir kısmı yeterince oksijen sağlayamadıklarından gün yüzüne çıkamayıp heterozigot oranları yükselmiş gibi görünmektedir. Bu arada unutmayalım ki baraj ve sulama tesislerin gelişmesiyle birlikte sıtma taşıyıcı sivrisineklerin çoğalmasına neden olmuştur. Özellikle yaz mevsiminde sivrisineklere karşı evlerde kullanılan ilaçlar zaman içerisinde sineklerin direnç kazandığını varsaysak bile artık bir noktadan sonra ilaç tesirini kaybettiği gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bağışıklık kazanan sıtma virüslerine karşı yinede en etkili ilacın hala DDT olduğu kesinlik kazanmıştır. Bu gerçeklere rağmen çevreyi koruma adına DDT’nin bazı sıcak ülkelerde karşıt kampanya olarak sunulmasını doğrusu anlamak mümkün değildir. Madem insandan daha kıymetli bir varlık yok, bu çifte standart niye?  Belli ki gelişmiş ülkeler kendi ülkelerinde sıtma ile mücadelede DDT kullanırken geri kalmış ülkelerde ise tam aksine bu iş karşıt kampanyaya dönüştürülüp, habire insanlık suçu işlemeyi yeğliyorlar. Nasıl olsa Amerika’da siyahların genleri sıtmaya karşı dayanıklılık sergilemekte. Dolayısıyla böyle bir ortamda DDT’ye pek iş düşmeyip heterozigot vaka sayısı normal değerlerde çıkmaktadır. Aksi bir durum olsa Amerikan halkı zaten çoktan ayağa kalkmış olurdu.  
      Birde meseleyi evrim açısından değerlendirmekte fayda var diye düşünüyorum. Evrim teorisinden çıkardığımız anlam;  bir kere doğal seleksiyonun işleyebilmesi için faydalı değişikliklerin mutlaka olması gerekmektedir. Bu yüzden bir canlının vücudunda nüksedebilecek herhangi bir farklılaşmanın bir önceki durumdan daha iyi bir şekilde yarar sağlayabilmeli ki üzerine yeni değişiklikler eklenebilsin. Örneğin bir gözü ele alalım.  Hatta bu gözün yarı yarıya gelişmiş olduğunu varsayalım. İşte böyle bir göz için meydana gelebilecek farklılaşmanın ilk basamağında değişiklik  % 51 oranında olmalı ki, akabinde gelebilecek farklılaşma  % 52’lik orana ulaşabilsin. Oysa bu tür periyodik bir değişimle yeni bir göz ortaya koyamazsınız.  Bikere gözün farklılaşması adına en ufak iniş çıkış frekans seyrinden hareketle bırakın fayda getireceğini, doğal seleksiyonun gadrine uğramasıyla birlikte göz diye bir şeyin ortada kalmayacağı muhakkak. Zaten bütün canlı organizmaların kompleks yapıyla donatılmış olması bu tür yavaş veya küçük değişiklerin imkansız olduğunu teyit etmektedir. Düşünsenize günlük hayatta bile teknolojik gelişmelerin baş döndürücü etkisiyle her sene yeni mekanik parçalar eklenerek çok mükemmel marka model araçlar üretmek pekâlâ mümkün, ama bu demek değildir ki her ilave parça tek başına bir model ortaya çıkaracaktır. Yani tüm parçalar bir araya gelmesi gerekir ki televizyon veya bir cep telefonu olabilsin, ya da en iyi model Mercedes marka araba ortaya çıkabilsin.  Demek oluyor ki her yıl eklenen parçaların her biri tek başına bu saydığımız ürünlerde model oluşturamıyor, mutlaka tüm değişiklerin aynı anda gerçekleşmesi icap ediyor. Kaldı ki bu mekanik aygıtlar için durum bu. Düşünsenize bir de canlı varlık için aynı işlemleri uygulamaya kalkışsak,  kimbilir hangi manzarayla karşılaşırız. Olacak olan malum oluşturulmaya çalışılan değişmeleri tamamlamak bir yana organizma ile en ufak değişikliğe yönelik bir uygulama canlının hayattan çekilmesine mal olacaktır.  
    Seçmenin Etkinliği
    Evrimciler çevreye uyum gösterebilen canlıların hayatta kalıp nesillerini devam ettirebildiklerini, çevreye uyum sağlamayanların ise elenip yok olacaklarını iddia etmektedirler. Hatta bu iddialarını desteklemek adına doğal seleksiyon faktörünün evrim hadisesini etkin bir şekilde kontrol eden yegâne bir kuvvet olduğundan habire dem vururlar. Onlar habire kendi bildiklerin okuya dursunlar,  şu bir gerçek jeolojik devirlerin en eski üç balık cinsi birbirlerine o kadar çok benzemelerine rağmen, bunlardan birincisi bünyesinde taşıdığı elektrik sistemi sayesinde etrafı kolaçan etmekte, ikincisi ise sonorik sistemle etrafı izleyip ona göre gardını almaktadır. Üçüncü cins balık ise bu mekanizmaların tümünden yoksun olması hasebiyle düşmanınca hemen avlanıverir. İlginçtir üçüncü balık cinsi milyonlarca senedir avlanır avlanmasına da,  o tüm bunlara eyvallahım yok dercesine herhangi bir türe dönüşmeksizin neslini devam ettirebilmiştir. Böylece yaratılış mucizesini tasdik edercesine adeta not düşmüşlerdir. Şimdi tamda bu noktada sormak gerekir; Allah aşkına not düşülen bu olayın neresinde doğal seleksiyon var, izah edin de bir görelim. Elbette izah edemezler, çünkü böyle bir kayıt ne bu canlıda,  ne de diğerlerinde var. Hem doğal seleksiyon nasıl bir kuvvetse cansız bir kavram bir anda şuur sahibi veya hayat mimarı ilan edilebiliyor.  Biz yine de bu tip düşünceleri bir an olsun doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile, bu durumda aslan gibi yırtıcı hayvanların kuşatma alanına giren geyik sürülerinin içerisinde hızla kaçabilenlerin zaman içerisinde bir başka canlı türüne dönüşmesini bekleriz. Tabiî ki bu boşa bekleyiş olacaktır. Zira ortada dönüşüm geçirmiş ne bir yeni canlı türü, ne de dönüşümü gösteren bir ara form yok ki büyük bir umutla beklemeye koyulalım. O halde varsayımları bir kenara koyup işin aslına baktığımızda geyik hala geyik olarak neslini sürdürdüğünü görürüz.  Maalesef evrimciler işin aslına aldırış etmeksizin bu sefer de çevreye iyi bir şekilde uyum sağlamış canlıların doğal seleksiyonla daha çok döl meydana getirdiği görüşünü ortaya atıp, pişkinliklerine daha da pişkinlik katmaktalar. Madem öyle, o zaman sürüngenden memeliye eksiksiz tam dönüşümün olması ya da çevreye büyük bir oranda uyum sağlamış sürüngen neslinin ardı sıra artışlar gösterip devam etmesi gerekirdi. Fakat kazın ayağı hiçte öyle anlatıldığı gibi değilmiş meğer. Belli ki Darwin çevre yoluyla etkilenen dokuların (somatik hücrelerin)  gemmule’ler (kalıtım üniteleri) oluşturduğu varsayımından hareketle sonradan kazanılmış karakterlerin kalıtımla ilgili olabileceğini sanmış. Yani kuvvetli olanlar hayat yolculuğunda yoluna devam edip karakteristik özelliklerini kalıtım yoluyla yeni kuşaklara aktaracağını, zayıfların ise doğal seleksiyona uğrayarak elenip kaybolacaklarını düşünmüştür.  Neyse ki Mendel kanunları sayesinde gelinen noktada anlaşıldı ki; kalıtım doğuştan kazanılan bir özellikmiş meğer. Üstelik kalıtım üreme hücrelerinde (yumurta ve sperm hücreleri) bulunan genler tarafından kontrol edildiği artık bir sır değil.  Anlaşılan sadece üreme hücrelerinde değişiklikler irsi olmakta, diğer dış kaynaklı arızı değişiklikler sonradan kazanılmış etkenler olup, asla irsiyet özellik kazanmazlar.  Ayrıca cinsiyet hücreleri daha çok neslin devamı için vardırlar, kesinlikle vücudun genel oluşumunda rol oynamadıkları gibi somatik hücre faaliyetlerine de katılmazlar.
        Bilindiği üzere her bir gen minimum iki gen tarafından kontrol edilir. Ki; bu söz konusu gen çiftine allel genler denmektedir. Yani bu allel çiftlerin biri anneden,  biri de babadan gelen lokus alleller olup, bunlar oğul döllerin gen kombinasyon oluşumunu sağlarlar. Böylece oğul döller ebeveynlerinden birtakım özellikler alarak kendine özgü protip oluştururlar.  Derken çeşitlilik bir su misali yatağında akaraktan kendi yol mecrasında nesiller boyu akmış olur.  Nitekim Kriminal laboratuvarlarında şahısların kimliğinin belirlenmesine yönelik çalışmalar neticesinde her bir kişiye ait STR gen bölgeleri belirlenip DNA tiplemeleri arasında karşılaştırmalar yapılabiliyor. Elde edilen DNA profillerinden anlaşıldığı üzere dominant genler her halükarda fenotipte kendilerini gösterebiliyor. Çekinik genler malum heterozigot halde bulunduklarında fenotipte kendilerini gösteremezken, iki çekinik gen birbirinin alleli olduğunda ancak kendini gösterebilmekte. Bir başka ifadeyle, ne zaman ki çekinik genlerin frekans değerleri yüksek seviyelere gelir, işte o zaman iki resesif genin bir araya gelmesiyle birlikte homozigot halde kendini fenotipte gösterebilmekte.  Bu demektir ki heterozigot halde bir çekinik gen frekans yönden etkisiz olup, homozigot halde tam aksine frekans değeri yüksek olacaktır.
     Evrimciler,  Darwin’in ileri sürdüğü doğada değişik türden canlıların seçme yoluyla (doğal ayıklama) ayıklanacağından hareketle çekinik zararlı genlerin bir şekilde ayıklanıp popülâsyondan kalkacağına inanırlar. Hatta inanmakla kalmayıp birtakım çaprazlama deneyleriyle ıslah çalışmalarını da devreye sokmuşlar. Islah çalışmalarını denediler de ne oldu,  hevesleri kursaklarında kalıp yüzde yüz netice elde edememişlerdir. Üstelik ortada doğal seleksiyonun lehine olmayan tam bir garabet durum söz konusudur. Zira yeryüzünde çok sayıda canlı türünden doğal ayıklamayla arta kalan sayının inmesi beklenirdi, ama gel gör ki tüm beklentilerin aksine sonradan anlaşıldı ki, evdeki hesap çarşıya uymuyormuş meğer. Hani halk arasında hep söylenir ya güvendiğin dağlara karlar yağdı diye, aynen öyle de çok güvendikleri seleksiyon seçicilik misyonunun yerine getiremeyip gereken ayıklamaları yapamamış gözüküyor. Eeh seleksiyonda ne yapsın, keramet gösterecek hali yok ya,  o da yaratılış kanunlarına tabii olmak zorunda.  Öyle ya, yaratılış kanunlarına tabii olaraktan değil de evrim teorisine tabii olaraktan hareket edersek un mamulünün içerisine biraz şeker, biraz yağ ilave ettiğimizde ortada şekerde gözükmez yağ da. Derken ortada şeker ve yağ gözükmeyip helva olarak gözüktüğüne göre kendi kendimize tıpkı evrimcilerin dediği şekliyle doğal seleksiyon zayıfları elemiş ortaya helva türetmiş deriz. Şayet buna da seleksiyon denirse...  Oysa helvanın varlığı demek yağ ve şekerin yokluğu anlamına gelmez. Evrimciler anlaşılan seleksiyon mitine kendilerini fena kaptırmış gözüküyorlar, baksanıza seleksiyona isminden daha üstün bir görev yükleyip evrim fikriyatını çöküşten kurtaracak bir kurtarıcı abide olarak görür hale gelmişlerdir. Oysaki hakikat güneşi kendi hal lisanıyla deniz olmadan geminin limanda demirleyemeyeceğini bildirirken, un, şeker ve yağ olmadan da helva olmayacağını bildirmekte.    
     İnsan Popülasyonunda Seçmenin önemi
     Evrimciler tarafından ilan edilen Neandarthal adamı yarı dik yürümesi ve insana benzer varlık olması hasebiyle hemen geçiş formu olarak takdim etmişlerdir. Oysa Neandarthal dedikleri adam geçiş formu değil,  bilakis eğik olmasa bizim gibi tamamen dik yürüyen insanın ta kendisidir zaten. Belli ki yarı dik oluşu ya D vitamini eksikliğine bağlı bir eğiklik, ya kemik iltihabına bağlı ya da sakat olmasından kaynaklanan bir eğikliktir bu. Gerçekten de sakatlığı olmazsa o da bizim gibi dik yürüyen bir insan olarak adından söz ettirecekti. Nitekim onca tartışmaların ardın sonradan anlaşıldı ki Neanderthal adamı basbayağı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan bir insan olduğu anlaşılmıştır. Hakeza Cro-Magnon adamı içinde geçiş formu diyemeyiz,  günümüz Avrupa insanına aynısı adam dersek yeridir.  Gerek Neanderthal adamının gerekse Cro-Magnon adamları ırkları farklı olsalar da sonuçta her ikisisin de homosapiens, yani bizi gibi insan oldukları gerçeğini değiştirmeyecektir.  Nitekim başlangıçta insanlık aynı gen havuzunun küçük birer üyeleri olarak bir arada bulunuyorlardı. Gün geldi insan popülasyonun da artış kayd edilince yeryüzüne dağılaraktan kabileler oluşturdular.  Kabile popülasyonu da artış kayd edince milletler ve imparatorluklar oluşmaya başladı. Derken çoğalan bireylerin her birisinden büyük oranlarda melez döller teşekkül edip, aynı zamanda genetik yapılar arasında kısmi farklılıklar doğuverdi. Böylece ırklar meydana gelmiş oldu. Zaten dünyanın değişik yerlerinde birtakım fosil kalıntılarının ve tarihi eserlerin ortaya çıkması Kur’an diliyle insan topluluklarının ırk ırk, şube şube olarak ayrılıp dünya sathına yayılıp mesken tuttuklarını gösterir. Böylece Kur’an’ da insan topluluklarının teşekkülü veya farklı ırkların varlığı konusunu evrimci bir bakış açısıyla izah etmenin mümkün olamayacağı açıklığa kavuşmuş oldu. Dolayısıyla ırkların orijini hakkında aciz kalan bu sığ görüş, elbet diğer konularda da ileri sürdükleri iddialar havada kalmaya mahkûm kalacaktır hep. Onlar bildiklerini okuya dursunlar şurası muhakkak siyah ırk mensupları kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu coğrafi alanlara göç edip, oraları mesken tutmuşlar, açık renkli ve mavi gözlü İskandinav halkı ise ekvator civarında yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kalmamak adına kuzeye göç edip buralarda konaklamışlardır. Anlaşılan canlı gruplar arasındaki değişiklikler anlık sıçramalar sonucu ortaya çıkıyor. Yani kesinlikle ortada evrimleşme ile yeni bir türü doğuran bir değişim söz konusu değildir. Delil mi istersiniz?   İşte fosil kayıtları  “ Halep oradaysa arşın burada” diyor zaten. Gerçekten bunun daha lamı cimi yoktur. Nitekim fosiller yaratılışı destekleyip, değim yerindeyse kazı çalışmalarıyla ortaya çıktıklarında yaratılışın belgeleri olarak yüzlerini göstermekteler.
        Bu arada bütün ıslah (seçme) çalışmaları sonucunda birçok melez türlerinin ömürlerinin kısa olduğu belirlenmiştir. Ayrıca ıslah edilmiş olanlar kökenleri veya kendi dışındaki yabani tipleriyle rekabet edemeyecek kadar dayanıksız oldukları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu tür ıslah edilmiş canlılar düşmanlarından soyutlanmış bir ortamda ancak hayatlarını rahatça idame edebiliyorlar. Ne kadar ıslah çalışmalarına hız verilirse verilsin oluşacak olan varyasyonlar (değişmeler) bir noktadan sonra bir adım öteye geçemeyecektir. Tüm bu gerçeklere rağmen evcil hayvanlara yapılan uygulamalardan hareketle kafatasçı ırkçı kafada bir takım kişiler seçme yöntemiyle insanlar arasından üstün bir ırk oluşturulabileceği hayaline kendini kaptırabiliyor. Oysa insan bir evcil hayvan değil ki kendisinin kobay olarak kullanılmasına izin versin. Belki insanlık kalıtsal bozuklukları taşıyan bireylerin üremesinin önüne geçilme veya zararlı genlerin popülâsyondan temizlenmesine yönelik girişimlerine bir süre sessiz kalabilir. Fakat insanların sessiz kalışı bu tür girişimleri onaylıyor anlamına gelmez. Kaldı ki sağlıklı popülasyon oluşturayım derken kusur oluşturan genlerin çoğu çekinik ve heterezigot olarak taşındığını görmek gerekir. Keza homozigot çekinik bireylerin ortadan kalkmasıyla birlikte popülâsyonda var olan gen frekansını azaltma riski doğurabileceğini de görmek lazım. Demek ki seçme belirli ölçüde kusurlu doğma şansını düşürse bile beraberinde bir takım sancılara kapı aralayabiliyor. Üstelik bunca ıslah çalışmalarına rağmen heterozigot yoluyla taşınan genler ileriki kuşak popülâsyona dâhil olduğunda tekrardan zararlı gen sayısında çoğalmalar görüldüğü tespit edilmiştir. Yani her halükarda kusurlu doğma şansı yine artmaktadır. Netice itibarı ile insanlara evcil hayvanlar muamelesi yapıp genleriyle fazla oynanmasını doğru bulmuyoruz. Belli ki tüm sorun heterozigot bireylerdedir. Belki bu tür bireylere çocuk yapmama önerilebilir, ama hepimiz bir şekilde büyük veya küçük ölçekte bazı zararlı genleri taşıyabiliyoruz. Anlaşılan toptancı yıkım anlayışıyla bir ayıklama operasyonuna tevessül edildiğinde dünya da galiba normal bir insan bulamayacağız demektir. Oysa seçmeyle mavi gözlülerin sayısı 64/1000 olup gittikçe bu seçmenin etkinliği azalsa bile yüz döl sonrası yine mavi gözlü çocuklar doğabilecektir. Böylece seçme bir noktada dengesine kavuşacaktır. Demek oluyor ki temizleme operasyonu ne kadar sürdürülürse sürdürülsün birkaç kuşak yine kendisini gösterecektir. Şu bir gerçek; minimal düzeyde varyasyonlarla makro seviyelerde evrim değişmelerinin olamayacağı kesinlik kazanmıştır. Çünkü fosil kayıtları böyle bir gelişmenin olmadığının birinci şahidi durumdadır. Zira fosil kayıtları incelendiğinde ilk fosil forumlarının birincisi neyse ikinci kademesi ve diğer kademeleri de aynı olmaktadır.  Yani her türün kademeli bir şekilde ortaya çıkmadığı, tam aksine bir defalık yaratılış patlamasıyla yeryüzünde göründükleri belirlenmiştir. Dahası fosiller arasında büyük boşlukların olması evrimleşmenin olmadığını göstermektedir.
     Tam olmayan seçmenin insan popülasyonda yeri  
     Tabiatın şanslı varyeteyi seçmiş olduğu çokça söylenilmesine rağmen aslında herhangi bir özelliğe karşı doğal seçme tam takır işlememektedir. Mesela seçme oranı % 75 veya %90 olabiliyor. Bu demektir ki  % 75 elenme, % 25 korunma vardır. Yani hiçbir şekilde elenme ve korunma oranları mevcut canlı türünden bir başka canlıya dönüşüm olarak sahne almayacaktır. Yani kümes hayvanı kümes hayvanı kalacak, balta ibikli de balta ibik olarak fiziki konumunu koruyacaktır.
     Her ne kadar kısmi seçme olayında ayıklama süreci yavaş yürüyor gibi görünüyorsada uzun süre etkisini hissettirebiliyor.  Dolayısıyla doğal seçmenin zararlı özellikleri tam seçme üzerinde gerçekleşmeyip, daha ziyade kısmi seçme üzerinde kendini göstermektedir. Yani bir canlı için organik kusurlar olmadığı sürece sadece hayat mücadelesini sekteye uğratacak bir takım dezavantaj nitelikteki özellikler kısmi doğal seçmenin etkisi altına girebiliyor. Fakat yine de istisna kabilden birtakım olayları bir kenara koyarsak, doğal seçme filan biraz işin edebiyatı,  hakikatte genetik yapı sıradan bir tasarım olmayıp orijinal bir yapı üzerine kuruludur. Öyle ki genetik yapı bütün canlıların kalıtım özelliklerini kontrol eden mükemmel bir biyolojik nizamı ortaya koymaktadır. Bazen biyolojik nizam nesilden nesile aktarılırken orijinal kaynağından bazı sapmalar görülebiliyor, ama bu tür istisnai sapmalar asla başka bir canlı türü doğurmayacaktır.
         Aslında Darwin’in tüm gayreti eski formlarla yeni formlar arasında bağlantı köprüsü kurmaktı, ama uygulamada görüldü ki familya veya şecere yoluyla güvenilir filojeniler (soy ağacı) kurmanın imkânsız olduğu anlaşılmıştır. Çünkü cinsler arasında bir tane olsun geçiş formu bulunamamıştır. Demek oluyor ki, Yüce Yaratıcı mahlûkatın her bir ailesini farklı özelliklerde yaratarak böyle murad etmiş. Dolayısıyla her canlı tipin genetik yapısı sabit kalıp, evrimleşmeyle değişikliğe uğraması söz konusu değildir.
       Gen Dengesi
       Yüksek yapılı canlıların hücre çekirdeklerinde yüzlerce genin varlığı bilinen bir gerçekliktir.  Ve her bir gen birbirine bağlı binlerce alt üniteleriyle birlikte heliks şeklinde bir sarmal yapı oluşturup bu sarmal yapı malum DNA (Deoksiribo nükleik asit) molekülünden başkası değildir elbet.
       Evrimciler her şeye madde gözüyle baktıkları için tıpkı materyalistler gibi hareket noktaları tabiattır.  Yani tabiatta doğurgan ana gözle bakmaktalar.   Ancak doğurgan ana gördükleri tabiatın üstünde yaratıcı gücün varlığını ve tabiatüstü kanunların yaratıcısını görmezden gelip hemen her şeyin meydana gelişini tesadüfe bağlamaktalar. Oysa kâinatta inorganik ve organik her ne yaratılmışsa son derece mükemmel yapılar olarak karşımıza çıkmaktalar. Ayrıca bu mükemmel yapıların kendi içinde orijinal yaratılış kodlarından sapmaksızın çok sayıda çeşitlilik arz etmesi yaratılan her şeyin tesadüfen meydana gelmediğini gösterir.  Siz bakmayın evrimcilerin ikide bir tüm biyolojik hayatın basit bir hücreden evrimleşip kompleks canlılara doğru yol aldığını, oradan da hızını alamayıp tüm canlı tiplerinin aynı ortak atanın elemanları olduğunu dair iddiada bulunmalarına,  bikere adı üzerinde iddia, dolayısıyla yaratılış mucizesini farklı boyutlara çekmelerine şaşmamak gerekir.  Hani  “Zırva tevil götürmez” diye bir atasözümüz var ya,  tamda bu söz onların iddialarına karşılık gelen bir sözdür.  Baksanıza ağzı olan konuşur misali hep bir ağızdan koro halinde biz hayvanız demekten imtina etmeyecek hale gelmişlerdir.  Yetmedi adamlar doğal seleksiyon veya suni tohumlama yoluyla zararlı bir genin populasyondan tamamen temizlenme imkânsızlığı ortada iken, güya modifikasyonla yeni oluşacak genlerin popülâsyona katılımıyla birlikte başka bir tür oluşacağından dem vurabiliyorlar. Oysa mutasyon hızı değişik genler için farklılık arz etmektedir. Zaten biyolojik popülasyon gen dağılımı doğal seleksiyon yoluyla ayıklanan genler kadar gen mutasyonları da popülâsyona eklenerek dengelenir. Bir takım arızı gen eklenmeleri kendi içerisinde sınırlı kalıp yeni bir canlı meydana getirmeyecektir. Şöyle ki;
         Güve (Biston betularia) normal türleri beyaz renkli olup koyu renkli olanları karbonaria (Carbonaria) olarak bilinir.  Malumunuz batıda sanayileşme hamleleri başlamadan önce özellikle İngiltere’de ağaç gövdeleri parlak renkliydi. Dolayısıyla koyu renkli güve kelebekleri göze çarptığından kuşlar tarafından avlanmaları çok kolay av olur. Böylece onların göze çarpması bu varyetenin azalmasını beraberinde getirir. Ne zaman ki sanayileşme hız kazandı, işte o zaman parlak ağaç gövdeleri kararmasıyla birlikte bu kez beyaz renkli güveler kuşların gözünden kaçmayıp doğrudan hedef tahtası haline gelir.  İster istemez bu durumda renkli olanlarında popülasyon yoğunluğu bakımdan artışlar kaydedilir.  Tabii bu çevresel değişiklikleri görmezden gelen evrimciler bu olayda bile hemen kendilerine vazife çıkarıp işi evrimleşme hadisesine bağlayacaklardır. Onlar açık renkli kelebeklerin koyu renkli kelebeklere dönüşüp evrimleştiğini ileri süre dursunlar,  netice itibariyle gelinen noktada her iki güve popülâsyonunda evrimleşmeyle hiçbir değişime uğramadığı ortaya çıkmıştır, tamamen sanayileşme öncesi ve sanayileşme sonrası çevre şartları ile ilgili bir popülasyon dağılımı ve sayıca yoğunlukla alakalı bir durumdur bu.
      Bir kelebek düşünün ki, ilkin sanırsın ki yumurtadan kelebek olarak dünyaya geliverecek,  oysaki yumurtadan çıktığında bir bakmışsın tırtıl olarak dünyaya gelivermiş.  İşte bizim acayibimize gelen bu durum karşısında bundan sonraki aşamalarını, yani tırtılın gelişim evrelerini izlediğimizde bir sonraki aşama için kendisini oburca besleyip geliştirdikten sonra ipek olan bir tabakaya tutunup krizalit şekline büründüğünü görürüz.  Derken en nihayetinde koza haline dönüşerekten rengârenk kanatlarıyla hepimizi mest eden bir kelebek haline dönüşüp etrafımızda uçuştuğunu görürüz. Ama gel gör ki evrimciler, kelebeğin bu geçirmiş olduğu başkalaşım evrelerinden hemen vazife çıkarıp kelebeğin rengârenk güzelliğine mest olmak yerine işi evrime bağlayaraktan buradan güya bir canlıdan bir başka canlı türemiş gibisine bu işin dedikoduluğunu yapmayı yeğleyeceklerdir.  Oysaki Yüce Allah  (c.c) kelebeği ilk yaratılışından buyana başkalaşım programına tabii tutarak kendi türünü nesilden nesile devam ettirecek şekilde o haliyle öyle yaratmıştır.  Kelebeğin geçirmiş olduğu tüm başkalaşım ve gelişim evreleri, asla sonradan evrimleşerek oluşmuş evreler değildir, tamamen program gereği gelişimini tamamlamaya yönelik olması gereken evrelerdir.  Zira kelebek popülâsyonunda hem açık renkliler hem de koyu renkliler konumlarını korumaktalar, sadece çevre şartlarına bağlı olarak sayı yoğunluğu bakımından değişiklik söz konusudur. Anlaşılan gerek çevre şartları, gerek suni seleksiyon aracılığıyla ıslah edilmiş bitki ve hayvanlardan yeni bir şey ortaya çıkmıyor, sadece bazı değişmeler zuhur etmekte, o da belli bir noktadan sonra sınırlı kalıp bir adım ötesine sıçramayacak bir değişiklikle kala kalmakta.  Şayet güçleri yetirebiliyorsalar kelebeğin genetik kodlarını tamamen bir başka canlıya dönüşecek şekilde değiştirsinler bir bakalım bir başka canlı türüyor mu türemiyor mu görmüş olalım.  Hakikat şudur ki yaratılış gerçeği Yüce Allah’ın  ‘ol’ emri fermanı doğrultusunda programlanıp öyle vücuda gelmiştir.  Vücut bulan her türden canlı organizmalar yeryüzü sathına dağıldıklarında çevre şartlarına adapte olduklarından dolayı gün yüzüne çıkmış değildir, bilakis önceden kendilerine ait özellikte oldukları için öyle görünmüşlerdir. O halde küçük değişmelerin birikmesiyle yeni bir tip meydana gelir iddiasında bulunmak tamamen kuru gürültüden öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Kuru gürültüye pabuç bırakmayacak öyle yaşanan örnekler var ki gerçekten evrimcilerin boş havanda su dövdüklerini göstermeye yeter artar da. Şöyle ki Amerika’da bir zamanlar Asya’dan sıçrayan Endothia mikrobunun yol açtığı hastalık nedeniyle o güzelim ormanların kurumasına yol açmıştı. Neyse ki hastalıktan evvel o güzelim ormanlar arasında hiçte göze çarpmayan Tiyulib adı verilen ağaçlar sanki kendi popülasyonunun görünür hale gelmesi için bugünleri bekliyormuşçasına çiçek açıp hızla çoğalmaya başlamışlar. Böylece bir zaman azınlıkken çoğunluk konumuna gelmeleri Amerika’da bambaşka bir bitki popülasyonun gün yüzüne çıkmasına vesile olmuştur. Derken kuruyan ormanlar Tiyulib sayesinde yeniden canlanıvermiştir. Derken bu arada yeşeren bitkilerin büyümesiyle birlikte gövdelerinden tahta elde eden marangozculara eski ağaçların özlemini unutturup onlara yeni bir fırsat imkânı doğmuştur. İşte bu popülasyon hadisesi bu şekilde olduğu herkeske bilinmese, hiç kuşkusuz evrimciler burdan da kendilerine vazife çıkarıp kurumuş ağaçlardan yeni bir tür meydana geldi diyerekten kuru gürültü yapacaklardı. Öyle anlaşılıyor ki her hangi bir canlı türünün popülâsyonunun gen kaynağının nesli tükenmediği sürece bir şekilde günün birinde gün yüzüne çıkabiliyor.  Şu da bir gerçek her hangi bir canlı türünün popülâsyonunun gen kaynağı bozulmadığı sürece o genin gen frekansı değişmemektedir.  Anlaşılan bir takım bozulmalar nüksettiğinde popülasyonda değişmeler olmakta.  Nitekim bir popülasyonda mutasyon, seleksiyon, izolasyonla iç ve dış göç olayları gerçekleşiyorsa o populasyonun gen frekanslarında kısmi değişmeler gözlemlenebiliyor. Ancak bu kısmi değişiklikler asla bir başka canlıya dönüşümünü beraberinde getirmeyecektir.
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/populasyon-genetigi-ve-evrim-6070-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty DOĞAL SELEKSİYON VE EVRİM SELİM GÜRBÜZER

Mesaj tarafından Selim C.tesi Eyl. 24, 2022 6:54 am

 DOĞAL SELEKSİYON VE EVRİM
     SELİM GÜRBÜZER

     Malum doğal seleksiyon sürecin ilk aşamasında mutasyonla birlikte DNA yapısında ister istemez bir takım bozulmaları beraberinde getiren faktör olabiliyor. Seleksiyonun bundan sonraki süreç aşamalarında ise canlı popülasyonların mesken tuttukları çevre şartlarıyla girdikleri mücadelede adapte olabilme veya olamamaları neticesinde yeni özellikler kazanması şeklinde etken faktör olabiliyor. Ancak seleksiyon için dikkat edin yeni özellikleri kazanma noktasında etken faktör dedik, yani bir başka canlı türüne dönüştürücü etken faktördür demedik. Ki; yeni özellikler edinmede etken faktör hadisesine kimsenin bir itirazı yok zaten. Nitekim kutup ayılarının renginin beyaz olması hem çevre şartlarına adapte olabildiklerinin göstergesi hem de seleksiyonun etken bir faktör olduğunun bir göstergesidir. Ve kutup ayısı da tıpkı dünyanın çeşitli yerlerini mesken tutmuş diğer ayılar gibi bir başka varlığa dönüşmeksizin ayı olarak neslini sürdürmektedir. Bizim itirazımız evrimcilerin canlı türlerinin güya nesilden nesile sürdürülebilir bir şekilde genetik olarak değişime uğrayıp ilk halinden farklı özellikler kazanmasıyla birlikte:
      -Ya ortak atadan varyasyonla evrimleşme gerçekleşeceğine dair bir söylemde bulunuyor olmalarına,
     -Ya insan soyunu tıpkı maymuna dayandırdıkları şekliyle tüm canlı türlerini de kendi cinsleri dışında soylara dayandıracak bir söylem de bulunuyor olmalarına,
      -Ya da bir popülâsyonda mutasyona uğramış güçsüz genlerin diğer genlere nispeten daha az yaşama ve daha az üreme şansına sahip olması gerekir düşüncesinden hareketle zayıf düşmüş canlıların ortamdan elenebileceği söylemin de bulunuyor olmalarınadır.
       Evet, söylemesine söyleniyorlar da,  seleksiyon sürecinde değişikliğe uğrayan canlılar ilk halinden nasıl oluyor da ortak paydada buluşup orta ata ediniyorlar doğrusu bu tür söylemlere şaşmamak elde değil.  Hem dedik ya,  seleksiyonun ilk aşaması olan mutasyon hadisesinin bizatihi kendisi tâ baştan problemli bir faktördür,  dolayısıyla sırasıyla bunu takip eden varyasyon, adaptasyon vs. aşamalarını da bu işin içine kattığımızda seleksiyon sürecinin ortak atalar ortaya koyacak şekilde neticeleneceği iddiasında bulunmak hiçbir bilimsel dayanağı olmayan abesle iştigal bir söylem olacaktır. Onlar mutasyon gibi problemli alanlardan yeni bir canlının üreyeceğinin hayaline kapılıp milyon yılları bekleye dursunlar, oysaki insan genomunda öyle genler var ki çekinik halden baskın hale geldiklerinde öldürücü olabiliyorlar da. Örneğin hemofili geni homozigot hale gelince öldürücü bir hal almaktadır. Bu demektir ki seleksiyonla hemofiliye sebep olan genlerin tamamen elenmesi mümkün değildir. Belli ki seleksiyon popülâsyon içerisinde ancak gen frekansını etkileyen bir faktör olarak iş görmektedir, hiçbir zaman bir türün genetik enformasyonunu zenginleştirici etki yapıp yeni bir canlı türü ortaya koyamamakta. Dolayısıyla evrimcilerin seleksiyon sürecinin başından sonuna tüm aşamalarının neticesinde ümitle bekledikleri yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı yönünde ki hayalleri boşa çıkmaktadır. Zira doğal seleksiyonun insan aklı gibi bilinci yok ki tüm canlıları ortak atada buluşturup yeni canlı tipler türetiversin. Hakeza seleksiyon neyin ortak ata olacağını neyin ortak ata olamayacağını ayırt edecek bir elek düzeneği değil ki canlıların ilk halini eleyip yerine son haliyle bir başka canlı türü ortaya koyabilsin. Maalesef evrimciler aklı olmayan bir etken faktörden medet ummaktalar. Hatta bir bakıyorsun evrimciler değim yerindeyse putlaştırdığı seleksiyondan gücünün üstünde boyundan büyük işlere karışmasını talep edip yeni bir genetik bilgi veya yeni organ yapıları üretmesinin beklentisi içerisine girmekteler. Neyse ki bu yolun çıkmaz olduğunu fark ettiklerinde bir anda 180 derece ‘U’ dönüşü yaparak klasik evrimci tezin babası Darwin’in; ‘Faydalı dönüşümler olmadığı sürece doğal seleksiyonun yapabileceği bir şey yoktur’ diye ileri sürdüğü düşüncesinde karar kılıp bir sürede doğal seleksiyona destek olacak faydalı mutasyon teziyle oyalanacaklardır. Tabii bu arada zavallı seleksiyonun aklı olmadığı için tüm bu olan bitenlere anlam verememektedir. Doğal seleksiyonun zaten aklı olsa hayvanlar âleminde en güçlü yaratık olarak bildiğimiz fil’in insanın oyuncağı olmaması gerekirdi.  Bilakis insanın bizatihi fil hayvanının emrine amade bir varlık olması icap ederdi. Bu demektir ki fiziki güce dayalı üstünlük her daim zayıfları eleyecek bir elek olamayabiliyor. Hatta göç olayında bir kısım canlıların gittikleri yerlere adapta olamamaları hasebiyle seleksiyonla yüzde yüz elenip orada ki meydan tamamen yerleşik popülasyon canlı türlerine kalması icab ederdi.  Ki,  bunun böyle olmadığını oradaki popülasyon yüzde oranlarına baktığımızda pekala görebiliyoruz.  Görüp göreceğimiz istatistik tablolar da anlaşılan o ki dünyada yüzde yüz saf ırk olmadığı gibi yüzde yüz saf gen havuzu da yoktur.
     Göç
     Oğul fertler mensup olduğu popülâsyondan ayrılıp göç ettiklerinde beraberinde beslendikleri gen kaynağını yeni popülâsyonun gen havuzuna taşımaktalar. Mesela sarı saçlı karaktere sahip genler bulundukları popülâsyondan ayrıldıklarında o popülâsyonun gen kaynağındaki sarı saç allel genlere ait frekans değerleri düşüş eğilim göstermektedir. Ancak bu geçici keyfiyettir.  Çünkü doğal seleksiyon bu noktada çevreye uyanın geçebildiği, uyamayanların veya zayıf kalanların durdurulduğu bir çeşit elek aygıtı olarak devreye gireceğinden mevcut gen havuzunun dışında herhangi bir canlı türü ortaya çıkmayacaktır.
      Şurası muhakkak göç olayı sıradan basit bir olay değildir elbet.  Sıradan basit bir olay olsaydı evrimciler hayvanlar âleminde bilhassa kuş ve balıkların gerçekleştirdikleri göç olayları karşısında şaşkına dönüp dillerini yutmamaları gerekirdi. Baksanıza İngiltere’nin Galler bölgesinde yaşayan ve adına kara gagalı yelkovan denen Manx shearwater-Puffinus türünden bir grup kuş cinsi kapalı sandık içerisine konulup, Amerika’nın Massachusetts eyaletine götürüldüğünde birde ne görsünler sandığın kapağını açılıp salıverdiklerinde bu kuşların okyanusları aşaraktan hiç yollarını şaşırmadan vatanlarına tekrar dönüş yaptıkları gözlemlemişlerdir. Hakeza posta güvercinleri de öyledir.  Elbette ki bu durumda seleksiyon faktörü de ne yapsın kendi öz kodlarında göç olayını analizini yapacak elek donanımı ve içgüdü melekesi yok ki göç olayını tersine döndüren bir hadise üretmiş olsun. O halde tam da bu noktada evrimcilere böylesi dilini yuttukları son derece müthiş radar sistemi eşliğinde gerçekleşen göç olayı karşısında doğal seleksiyon dedikleri doğal radar sistemi bu işin neresinde yer almakta diye sormak gerekir.  Sorsak da suspus kalacakları malum. Belli ki kuşların yuvaya dönüşlerini sağlayan güçlü bir içgüdü radar sistemi donanımıyla donatılmaları söz konusudur. Malum,  evrimciler, şu okyanusların derinliklerinde yaşayan balıkların elektrik jeneratör donanımıyla, yunus balıklarının da radar sistemi donanımıyla donatılmaları karşısında da bir kelam etmezler. Belli ki gerek kuşların yollarını şaşırmaksızın gerçekleştirdikleri göç mucizesi gerekse okyanusların derinliklerinde yaşayan balıkların üstün donanımlı radar sistemi karşısında şu çok güvendikleri ayıklayıcı, didikleyici ve seçiciliği ile meşhur doğal seleksiyonun hiçbir dâhili fonksiyonunun ve katkısının olmaması karşısında onların suspus kalmasına ziyadesiyle yetiyor zaten.  Kaldı ki, bu tür olağan üstü akıl sır erdiremediğimiz donatım sistemleri sayesinde yürütülen faaliyetler sadece havada ve denizde gerçekleşmeyip karada da mesela karınca ve arı gibi bir takım hayvanlarda görülen bir durumdur bu. Nitekim arı ve karınca topluluklarına bir bakıyorsun içgüdü donanımları sayesinde son derece karmaşık sosyal organizasyonlar içerisinde faaliyetlerini nesilden nesile değişmeksizin yürüttüklerini görürüz. Ve bu olağan üstü faaliyetlerin tamamı seleksiyon hadisesinden bağımsız olarak bizatihi canlıların biyolojik donatılarında mevcut olan içgüdü melekelerinin ortaya koyduğu faaliyetler olup nesilden nesile bu içgüdü melekeleri değişmeksizin hep aynı kalır da.  Peki, evrimciler sadece olağan üstü mucizevi hadiseler karşında mı sus pus kalıyorlar?  Hiç kuşkusuz mutasyon hadisesinde seleksiyonun yeni bir canlı türü ortaya koyacak şekilde elek tellerinin hiçbir işe yaramadığı durum karşısında da sus pus kala kalmaktalar.  
    Mutasyon        
    Doğal seleksiyonun hiçbir gerçek yenilik meydana getirmediği şundan besbelli; bikere bir popülasyonda siyah saç allel gen frekansı, mutasyonla sarı saç allel gen frekansına dönüştüğünde o popülâsyonda sarı saç allel gen frekansı artış kayd edip, siyah renk geninin ise azalış kayd etmesi seleksiyonun bu durum karşısında herhangi bir işlevselliğinin söz konusu olmadığını gösterir. Kaldı ki bu olayda mutasyonla popülasyon gen frekanslarında değişiklikler görülse de bu demek değildir ki faydalı olduğu iddia edilen mutasyon birikimleriyle yeni bir canlı türü ortaya çıkacak.  Görünen o ki ortaya çıksa çıksa yeni bir canlı türü değil, mikro mutasyonların milyonlar yılı bulacak tedrici birikimiyle yeni bir canlı türünün ortaya çıkacağı beklentisine kapılan Neo Darwinist türünden yeni bir evrimci tayfa türeyiverecektir. Gerçekten de öyle değil mi, baksanıza evrim teorisi de doğuşundan bugüne kendi içinde değişikliğe uğrayarak habire evrimleşmekte. Öyle ki bir yandan evrim teorisinin kurucu babası Darwin’e bir yandan toz kondurulmazken diğer yandan da evrim teorisi kaynağından git gide uzaklaştırılıp genetik ve moleküler biyolojiye uyarılmaya çalışılmakta. Derken klasik Darwin evrim teorisinden Neo-Darwinizm teorisine geçiş yapılaraktan kendi içlerinde evrimleşmiş oluyorlar. Görende zanneder ki klasik Darwinizm ile her şeyi halletmişler de şimdi sıra moleküler biyoloji yoluyla meseleyi halletmeye çalışıyorlar.  Öyle ya, önce klasik evrim teziyle güya balıktan sürüngene dönüştüğü tarzında ileri sürdükleri iddialarına bir açıklık getirip ispatlayıversinler, sonra da dönüp moleküler biyolojiyle ilgili ne söylemeleri gerekiyorsa söyleyecek yüzleri olsun. Baksanıza adamlar, daha ortada fol yok yumurta yok,  bir bakıyorsun hayatını tamamını su içerisinde geçiren bir hayvanın güya evrimleşerek karasal hayvana dönüştüğü hikâyesini sanki gerçek hayatta yaşanmış bir hikâyeymişçesine insanlara yutturmaya çalışmaktalar. Neyse ki evrim tezinin ortaya atılışından bugüne öyle bir noktaya gelindi ki, insanların artık içi boş boş laflara karnı tok hale gelmiş durumda.  İnsanlarda ne yapsın,  evrimi teorisinin ilk ortaya atılışından bugüne evrimciler tarafından sürüngenlerin kuşlara dönüşünü gösteren bir tane olsun geçiş formu gösteremediler.   Zaten öyle bir geçiş formu da yok ki gösterebilsinler,   düşünsenize bir inekten nasıl ki kanat oluşmanın imkân ve ihtimali yoksa, bir solucandan da omurga kemiği oluşmasının elbette ki imkân ve ihtimali yoktur.   Hiç şüphe yoktur ki her yaratılan varlık orijinal yaratılış kodlarıyla neslini devam ettirmekte. Hatta zaman içerisinde seleksiyonla izolasyona uğrayıp da bir başka canlı türüne geçiş durumu da vuku bulmadı, bulmaz da.  
     İzolasyon
     Büyük popülâsyonlar çeşitli nedenlerle mesela dağ, deniz, çöl teşekkülü veya kıtaların ayrılıp kalması vs. gibi hadiseler eşliğinde izole olmuş bir halde küçük popülâsyonlara bölünebildiği gibi aynı zamanda az veya çok izole olmuş farklı gen kaynaklarının meydana gelmesine de sebep teşkil edebiliyor. Nasıl mı? Mesela kahverengi ve sarı saçlı fertlerden meydana gelen bir büyük popülasyon,  izole olaraktan küçük gruplara ayrıldığında sarı saç genin frekansı küçük popülasyonların bir parçasından çok fazla, diğerinde ise çok az değişiklik olarak tezahür etmesi bunun tipik misalini teşkil eder. Öyle anlaşılıyor ki bir türün kendi popülasyon alanı içerisinde kendi içinde belirli bir frekansta değişebilirliği söz konusu olabiliyor. Ve bu değişebilirlik frekans katsayı değerini maksimum 1 olarak kabul edersek, bu durumda bazı canlı türlerinde en minimumu frekans katsayısı değeri 0,01 gibi bir rakama tekabül eden bir izolasyon değerde değişiklik gözlenirken,  bazı türlerde ise en maksimum frekans katsayı değeri 0,9 gibi bir rakama tekabül eden izolasyon değerde bir değişiklik gözlenmekte.  Ancak burada gözlemlenecek olan muhtemel değişebilirlik katsayı değeri esnek olup, ortaya çıkacak olan bu katsayı değerinin sonsuza dek sürdürülebilir bir değişebilirlik özelliği kazanması asla söz konusu olamayacaktır. Hem kaldı ki ortaya çıkabilecek muhtemel gözlemlenebilecek değişiklik de sadece o tür için geçerli olabilecek bir değişiklik olacaktır. Yani bu demektir ki hiçbir türün esneklik ve değişebilirlik özelliği birbirinin aynı olmayacaktır.
        Öyle anlaşılıyor ki,   maksimum veya minimum seviyelerde seyreden değişiklikler bir yere kadar seyredip, zaman içerisinde küçük gruplara ayrılmış olan gen popülasyonları bir şekilde kararlılık sergileyip normal gen frekans katsayı dengesine kavuşabiliyor. Yani bu bir anlamda zaman içerisinde çevreye adapte olmasıyla birlikte dengesine kavuşacak anlamında bir uyumluluktur bu.  Dahası bu durum yeni bir canlı türünün ortaya çıkmasına kapı aralayacak bir izolasyon olmayıp tam aksine azınlık halde bulunduğu çevre içerisinde çevreye adapte olaraktan kendi genetik kodlarını koruyacak tür olarak varlığını devam ettirecek bir durumdur. Hem kaldı ki,   çevreye uyum sağlamakla da popülasyon dengelenebileceği gibi,  suni seleksiyon, melezleşme ve hayvan ıslahı metotlarıyla da bir nebzede olsun popülasyon dengesi sağlanabiliyor.  
     Suni Seleksiyon
     Bilindiği üzere bir takım önüne geçilemeyecek türden mutasyon kaynaklı maraz durumların dışında herhangi bir canlı türünün popülâsyon gen kaynakları insanların isteğine bağlı olarak şekillendirilebiliyor. Böylece dünyaya gelecek olan oğul döllerinin insanlar tarafından seçilmesi yapay seleksiyon diye adlandırılır. Eğer bir seleksiyon insanlar tarafından değil de tabii kanunların akışı içerisinde gerçekleşiyorsa bu seleksiyona doğal seleksiyon denmektedir. Dolayısıyla doğal seleksiyonla bir çevreye adapte olmuş canlıların yaşaması sağlanabilirken, suni seleksiyonla ancak insanlar tarafından işlerine yarayabilecek canlıların gelişmeleri ve soylarının devamı gerçekleşebiliyor. Örneğin; uzun gövdeli ve çok kısa bacaklı yapıda Ancon koyun ırkı tercih edildiğinde bunlar kendi aralarında çaprazlanmaksızın da üretilebiliyor. Yani burada bir suni tohumlama denen suni seleksiyon metodu uygulanmaktadır. Bu arada şunu belirtmekte de fayda var; suni seleksiyon insanın müdahalesine açık bir genetik izolasyon olup, asla bir başka türe dönüşen bir operasyon değildir. Yani yapılmak istenen tüm işlemler o türün kendi içerisinde sınırlı kalmaktadır. Aynı tür içerisindeki varyasyonların orijinini elbette reddetmeyiz, bizim itirazımız farklı bitki ve hayvan türlerinin aynı ortak atadan evrimleşerek meydana geldiği iddiasınadır. Çünkü bunca zengin fosil kayıtlarına rağmen evrimcilerin iddialarını ispatlayacak bugüne dek hiç izole geçiş formlarının varlığını gösterecek bir delil bulunamamıştır. Düşünsenize evrimci tezlere kanmış olsaydık bizler de pekâlâ temcit pilavı gibi balıkların atası omurgalılar olduğunu ikide bir tekrarlayıp duracaktık,  meğer kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, geldiğimiz noktada halen iddialarını doğrulayacak hiçbir geçiş formu bulunamamıştır. Nitekim günümüzde yassı yüzgeçli (Crossopterygian) fosillerine rastlanmakta, ama balıktan kurbağaya geçişi gösteren bir tane olsun ara geçiş formu fosil kaydı ortaya çıkmamıştır. Şimdi sormak gerekir,  bu durumda kim diyebilir ki fosil kayıtları fakir?  Anlaşılan fakir olan fosil kayıtları değil, bilakis ufku dar sığ beyinlerdir.
        Ortak Ata
        Peki ya şu kendilerini modern evrimci olarak lanse edenlere ne demeli,  baksanıza onlara kalırsak tüm insanlık ortak bir atadan türemiş güya.  Eğer öyleyse,    dünyanın çeşitli yerlerinde hiçbir ırkın olmaması gerekirdi.  Dolayısıyla evrimciler ortaya ırk gerçeğini atmak yerine ortak ata tezi ataraktan işi kotaracaklarını zannetmekteler. Oysaki Yüce Allah (c.c)  “Ey insanlar doğrusu biz sizleri bir erkek bir dişiden yarattık. Sizi millet ve kabileler haline koyduk ki, birbirinizi kolayca tanıyasınız. Şüphesiz Allah katında en değerliniz, O’na karşı gelmekten en çok sakınandır” (Hucurat, 13) diye beyan buyurmakla insanlığın yaratılış kodlarında ırk gerçeğine işaret etmiştir.  Maalesef gel gör ki evrimciler insanın yaratılış kodlarını inkâr edip bir ırkın diğerinden farklı olma nedenini mutasyon, seleksiyon ve adaptasyon gibi etken unsurlara bağlamaktalar. Aslında hiçte lafı eğmeye,  bükmeye, evirmeye, çevirmeye gerek yoktur, madem tüm insanlığı ortak ataya bağlıyorsunuz,  o halde nasıl olurda ortak atadan bir anda renkleri farklı, dilleri farklı,  tenleri farklı ırklar doğuverir.  Hem kaldı ki ileri sürdükleri ortak ata tezinin kabul görebilmesi için hiçbir ırkın diğerinden bu denli bariz farklılıkların olmaması gerekirdi.  Farklılığa da bahane bulacaklar ya,  onlara göre bir ırk, güya yeni bir türün ilk başlangıcıdır tezini ortaya atacaklardır.  Yetmedi her bir ırkın gelişim kaydedebilmesi içinde hayatla olan mücadelesinden galip gelmesi gerekirmiş, aksi halde doğal seleksiyonla elenip güçlü olanlardan yeni ve daha seçkin olanlar ortaya çıkacakmış. Derken seçkin olanlarda kendi içinde evrimleşip,  yani Homo erectus’tan Homosapiens’e (günümüz insanına), Homo sapiens’ten de arına arına Homo supremus’a (süperman insana)  dönüşecekmiş güya. Malum bir zamanlara okullarda okutulan evrim tarihine göre insanlar ve kuyruksuz maymunlar (apes) aynı ortak bir ata’dan türemişler. Derken bu ortak ata’dan takriben üç milyon önce bir kol ayrılıp evrimleşerekten bugünkü insan haline dönüşmüş. Oysaki bugüne kadar ortak bir atayı gösteren ne bir hayvanın izine rastlanılmış ne de bir fosil kaydı bulunabilmiştir.  Tamamen hayal mahsulü tezler olarak kayıtlara geçmişlerdir.
      Bikere ileri sürdükleri ortak ata tezinin bilim çevrelerinde kabul görebilmesi için aynı ortak atadan türeyen tüm insanlığın aynı ortak dili kullanıyor da olmaları gerekirdi. Ya da diller arası farkın birbirleri arasında bu denli bariz farklılıkların olmaması gerekirdi. Tabii buna da bahane bulacaklar ya,  kabileler bir şekilde ortak atadan ayrılınca ister istemez dil farklılığı doğdu diyeceklerdir. Ne diyelim,  işte sizde görüyorsunuz dilin kemiği yok ya,  ortak atadan çıkan bir dil,  yeni bir dilin türemesinin ilk başlangıcını teşkil edecekmiş güya.  Peki, adama demezler mi ortak atadan önce kabile mi ayrılıp ortaya çıktı, yoksa dil mi ayrılıp ortaya çıktı. Dahası değim yerindeyse yumurta mı önce ortaya çıkıverdi yoksa tavuk mu önce çıkıverdi? Her neyse evrimciler ortaya attıkları ortak ata teziyle ırk mı önce ve dil mi önce ayrıldı sorusunun cevabını vermek için düşüne dursunlar, yaratılış mucizesine inanmış müminler olarak bizler bu sorunun cevabını Yüce Allah’ın kelamında çoktan bulduk bile.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  Kur’an-ı Kerim de; “O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin birbirine uymaması da (ayrı olmasında) Onun ayetlerindendir. Hakikat, bunlarda âlimler için elbette ibretler (hikmetler) vardır” (Rûm suresi, ayet 22) diye beyan buyurmakla dillerin de insanlığın yaratılış kodlarında var olduğu gerçeğine işaret etmiştir.  İşte bizim vereceğimiz mucizevi cevap bu, başka daha ne diyebiliriz ki, yaratılan her şey yaratılış kodlarında gizlidir zaten. Bu arada unutmayalım ki hayvanlardaki hırıltı veya havlamayı insanların konuşma diliyle birbirine karıştırmamak gerekir. Zira birinde içgüdüyle hırıltı ve havlama vs. söz konusudur, diğerinde ise akıl ve mantık süzgecinden geçen insan zekâsına dayalı konuşma söz konusudur. Dolayısıyla buradan hayvanların hırıltı ve havlamaların evrimleşerekten insan konuşmasına dönüşmüştür bir çıkarımda bulunmak akla ziyan bir tez ileri sürmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.
          Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dogal-seleksiyon-ve-evrim-6088-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 4 Empty FOSİLLER VE EVRİM MASALLARI

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ekim 01, 2022 10:18 am

FOSİLLER VE EVRİM MASALLARI
    SELİMGÜRBÜZER

Fosiller ekseriyetle sedimant denilen çökelmiş tortullar içerisinde yer almaktadırlar. Dolayısıyla gerek deniz canlılara ait türler, gerek tatlı su formlara ait türler, gerekse karada yaşayan canlılara ait türlerin çökelmiş bulundukları tortular içerisine gömülüp sertleştikten sonra kaya parçası halinde fosilleşebiliyorlar. Bu yüzden sertleşen kalıntılara fosil denmektedir. Bilindiği üzere Darwin, teorisini güçlendireceği düşüncesiyle fosillere çok ümit bağlamıştı. Öyle ki kendisi hayatı boyunca teorisine dayanak kılacak milyonlarca ara geçiş formlarının fosil kalıntılarının içerisinde olabileceği hayaliyle hep yaşadı. Şayet bir gün bu hayal gerçekleşmezse, ileri sürdüğü bu teorisine insanların inanmayacağını çok iyi biliyordu. Bu yüzden evrimciler kendilerine devr edilen mirasın yüzüstü bırakılmaması veya Darwin’in bu hayalini gerçekleştirmek adına büyük bir gayretle kolları sıvayıp hummalı bir şekilde karış karış fosil aramaya koyuldular. Derken gelinen nokta itibariyle Darwin’in kehaneti bizatihi kendi müritleri tarafından yarı balık veya yarı sürüngen benzeri hiçbir ara formun izine bile rastlanılmamasıyla birlikte kendiliğinden çöküvermiştir.
   Bilindiği üzere fosil yaş tayininde birtakım metotlar kullanılmaktadır. Aslına bakarsak bir kayanın yaşını kesin kes ortaya koyan tam manasıyla güvenilir bir metot yoktur. Buna rağmen bugün en iyi yaş tayini metodu olarak görülen radyometrik metot revaçta gibi. Bu metodun ölçü alınmasının nedeni mineral içeren kayaların bünyesinde yer alan uranyum, kurşun, thorium-kurşun, potasyum-argon vs. gibi maddelerin izotop oranlarını esas alan bir metot olmasından dolayıdır. Fakat söz konusu izotop oranları kayaların meydana gelişinden önceki zamanı ortaya koymaktan aciz durumdadır. Yine de her şeye rağmen radiometrik yaş tayini metodunun verilerini kıstas alındığında yeryüzünün yaşı 4,5 milyar olduğu öngörülmüştür. Ayrıca yeryüzünde yaşayan canlıların bir zaman diliminde fosilleştiğinden hareketle ortaya çıkan fosillere indeks fosiller denmiştir. Keza tahmin edilen zaman içerisinde fosillerin dizilişini gösteren indekse de jeolojik sütun denmektedir. İşte evrimciler bu indeks tablo içerisinde yer alan fosil sıralamanın gereği kendilerine göre bir hayali sütunlar inşa ederek, güya yeryüzünde önce omurgasızlar sahne almış, sonra bunları takiben sırasıyla güya balıklar, kurbağalar, sürüngenler ve daha sonra da memeliler görünmeye başlamışlar tarzında iddialar ortaya atmışlardır. Oysaki ortada bir gerçek var; o da malum tüm canlıların belirli bir tertip üzere yaratılmış olduğudur. Yani evrimleşmenin olmadığı bir yaratılış sıralaması söz konusudur. Kaldı ki ortaya çıkan fosil kayıtlarından öyle anlaşılıyor ki yaratılış sıralaması önce denizlerden başlamış,  akabinde kara sahası canlılarla donatılmış ve en nihayet insan ortaya çıkmıştır. Ancak bu sıralamadan sakın ola ki yaratılış zinciri halkasında yer alan tüm bitki, hayvan ve insanlık âleminin ortak bir gen havuzundan meydana geldiği anlamı çıkarılmaya kalkışılmasın. Zira her tip kendi gen havuzunda dallanıp budaklanıp çeşitli türlere ayrılmışlardır. Hiçbir zaman çeşitlilik bir başka canlıya dönüşümü sağlamamıştır. Yani her türün zenginliği kendi sınırları içerisinde kalmıştır. Buna rağmen günümüzde evrim masalları gırla gidiyor. Madem gırla gidiyor, bizde kendimizce bir masal dünyasında dolaşalım bakalım evrim masalı nasıl anlatılırmış varmış diye bir görelim.
            I.Masal (Protozoa-metazoa)
  Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, güya çok hücrelilere (metezoalar) ait organizmalar, en az yarım milyarlık bir zaman periyodu içerisinde protozoalardan  (bir hücreli canlılar, basit organizmalar)  evrimleşmişlerdir. İşte bu ilginç masalı anlatırken ister istemez aklıma bir şey takıldı. Şu meşhur harikulade petekli göz yapısına sahip Trilobitler var ya, işte ondan söz ediyorum. Malumunuz bu canlı son derece mükemmel bir matematiksel programla dizayn edilmiş göz yapısıyla dikkat çekmektedir. Üstelik bu canlının kambriyen devrinden günümüze kadar zerre miskal değişikliğe uğramadan aynı orijinal tasarımını muhafaza ederek hayata merhaba demesi evrimcilerin;  “Canlıların ilkel yapıdan karmaşığa doğru evrimleştiği” hipotezini tek başına çürütmeye yetmiştir dersek yeridir. Biz biliyoruz ki metazoa form fosiller gayet kompleks bir şekilde kambriyen kayaları arasında yer almaktadır. Yani, kambriyen kayalıkları kompleks omurgasız canlılara ait türlerin bolca bulunduğu form zenginliğine sahiptir. Madem öyle kambriyenden önceki prekambriyen kayalarında neden fosil bulunmamakta, doğrusu bu masalı dinlerken şaşmamak elde değil.  Dolayısıyla kambriyen faunasının evrim geçirmediğini duvara anlatmak masal kahramanlarına anlatmaktan daha kolay olsa gerektir. Onlar umursamasalar da kambriyen katmanlarında çok sayıda birbirinden farklı türlerin her hangi ortak bir atadan gelmeksizin ansızın yeryüzünde göründüklerini gösteren fosiller önümüzde durmaktadır. Hatta sağduyulu bilim adamlarının adına “kambriyen patlaması” dedikleri bu büyük deliller jeolojik kayıtlarına çoktan geçti bile. Bundan daha da öte maalesef protozoalarla kambriyendeki metazoalar arasında 1ila 2 milyar yıllık büyük bir zaman boşluğu olmasına rağmen bu masal bildiğini okumaya devam etmektedir. En iyisi mi biz, yeni kuşaklara masal yerine gerçekleri söylemeye çalışalım. Ey gençler! Şunu iyi bilin ki; yeryüzünde biyolojik nizam ansızın ortaya çıkıp son derece karmaşık yapıdaki canlılarla donatılarak neşvünema bulmuştur. Kesinlikle bir canlıdan diğer canlıya dönüşüm söz konusu olmadığı gibi her hangi ara geçiş form türü de yoktur. Şayet bir canlı türünden bir başka canlı türüne geçişi gösteren bir ara formu bulan olursa, şunu iyi bilsin ki şimdiden ödüllendireceğimizi söyleyebiliriz. Sakın ola ki sonra biz böyle bir şey duymadık demeyin, çünkü işin ucunda büyük bir ikramiye var. Nereden çıktı bu ikramiye derseniz, baksanıza birileri 150 yılı aşkındır harıl harıl çalışıyorlar habire, fakat gel gör ki, yazık hala iddialarını destekleyecek bir tek delil bile bulamadılar, olur ya yeni kuşak gençler olarak bu büyük ikramiye belki sizlere kısmet olur. Bakın, bir zamanlar Simpson adın da bir adam kim bilir prekambriyen dönemine ait fosilleri bulmak için ne hayaller kurmuştu. Ne yazık ki beklediği ve hayallerini süsleyecek buluşlar netice vermedi. Böylece tüm uğraşıları fiyaskoyla sonuçlanıverdi.
      II. Masal (omurgasızlar-omurgalılar)
     Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, omurgasızlardan omurgalılara geçiş kordalılar (Chordata=Sırt iplikliler) vasıtasıyla gerçekleşmiş güya. Tüm bunlar söylenmesine söylenir de durum vaziyete bakıldığında ortada omurgasız ve balık türünden fosillerin varlığı bu durumu doğrulamıyor.  Dahası içlerinden bir bakıyorsun ne bir fosilleşmiş ara geçiş bir delil formuna ne de yarı balık veya yarı amfibiyen geçiş formların varlığını gösteren herhangi bir delil türüne rastlanılmıştır. Hatta mevcut fosillere bakıldığında ilk omurgalıların Agnatha (çenesizler) sınıfından olduğu gözükmektedir. Mesela bu sınıfın ilk üyelerinden Ostracoderm (pullu derililer) ve diğer üyelerin ortak atalarına ait herhangi bir delil niteliğinde fosil ortaya konulamamıştır. Keza yüksek kemikli balık grupları ve köpek balık türlerine ait ortak atalarının olduğu iddia edilen herhangi bir delil formların izine de rastlanılmamıştır. Bu arada bazı aklı evveller hızını alamayıp galiba kemik kadar sert olmayan bükülgen, esnek, bağdoku yapıda olmalarına binaen güya kıkırdaklı balıkların (Chondrichtyes veya Cartilaginous)  evrimleşerek kemikli balıkları (Osteichtyes) meydana getirdiğinden dem vurmaktalardır. Oysa fosil kayıtları köpek balıklarıyla ilgili iskelet özelliklerinin ilkel forum ilan ettikleri kıkırdaklı balıklardan çok daha ilkel ve bozulmuş durumda olduğunu göstermektedir. Hem şu da var ki,  kemikli balıklar yeryüzüne bir anda çıkıvermişlerdir. Keza akciğerli balıklarda öyledir. Kaldı ki evrimciler kıkırdaklı balıkların atası olduğunu iddia ettikleri Placodermlerin (zırhlı balıkların) varlığı ortada yokken,  nasıl oluyor da atası olmayan varlık bir başkasına ata olur doğrusu şaşmamak elde değil.  Yine bir başka ara form olduğunu iddia ettikleri tür ise Coelacanth fosilidir. Oysa ilerleyen zaman dilimlerinde dünyanın başka yerlerinde 200’ü aşkın Coelacanth’ın görülmesiyle birlikte evrimcilerin iddia ettiklerinin tam aksine adından söz edilen fosilin ne ilkel bir akciğere sahip yaratıktır bu ne de büyük bir beyine sahip bir yaratıktır,  yani her ikisi de değildir. Dahası balığın vücudundan çıkan bir takım çıkıntılar yağ kesecikleriymiş, yani akciğer değilmiş. Derken bu varlığın şimdiye kadar yazılan çizilen tüm masal kahramanlarını bile şaşırtacak cinsten okyanusun derinliklerinde yaşayan tipik dip balığının ta kendisi balıkmış meğer.  Böylece dip balığı olduğu anlaşılınca bu masalda kendiliğinden sonlanmış oldu.      
    III. Masal (Balık-kurbağa)
        Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, balıktan kurbağa meydana gelmiş güya. Tabii kurbağa atası olduğu iddia edilen balığın huzuruna çıkıp bu durumu merak etmiş sormuş;
         -Yani siz şimdi demek istiyorsunuz ki, senden (balıktan)  bana (kurbağaya) kademeli geçişi gösteren ara fosil Rhipidistian crossopterygian (yassı yüzgeçli balıklar) ile en eski amfibyumlardan Ichthyostega (kuyruklu su kurbağası) cinsi olduğudur. Madem öyle nasıl oluyor da bu iki cins arasında ciddi manada büyük farklılıklar var. Kaldı ki su hayatından kara hayatına geçiş için yassı yüzgeçli balıkta var olan göğüs ve kalça (pelvic) kaslarının kaybolmasıyla birlikte buna paralel olarak kurbağa ayak ve bacaklarının da kademeli bir şekilde ortaya çıkışını gösterecek bir ara formun olması gerekmez mi?
   Bu akıl dolusu soru karşısında balığın alnında boncuk boncuk terler akmaya başlayınca şöyle demiş:
      -Aman evladım bak sen daha çok küçüksün, böyle sorularla beni huzurda oyalamakla boyundan büyük işlere karışıyorsun.  
       Tabii evlat kurbağa bu ya,  hiç tınmadan bu sefer sorunun cevabını kendi şöyle verir:
       -Öyle diyorsun da mevcut tüm fosiller ve şuanda yaşayan tüm balıkların leğen kemikleri hem küçük hem de gevşek bir şekilde adale içerisine gömülü oldukları gözlemlenmiştir. Üstelik söz konusu kemiklerin omurga sütunlarıyla da doğrudan bir bağlantının olmadığı belirlenmiştir. Dolayısıyla bu durumda leğen kemiklerinin vücut ağırlığını desteklemesi imkânsız kılmaktadır. Kaldı ki balık cephesinde durum bu iken kurbağa cenahında yaşayan dört ayaklı kurbağalar veya fosil kayıtlarında geçen kurbağaların ise leğen kemikleri hem çok büyük hem de sıkı bir halde omurgaya tutturulmuş olup yürümeyi sağlayacak bir yapıdadır. Üstelik yürümeye yönelik bu özelikler bugün itibariyle ne yaşayan balıklarda mevcut ne de ata dediğin geçmiş balık formların da mevcut. Maalesef böyle beni temsil edecek bir tane geçiş formu piyasada görünmüyor.
   Balık bu akıl dolu sözler karşısında yine köşeye sıkışmanın telaşıyla şöyle der;
      -Bak evlat, bu iş akşamdan sabaha, ya da sabahtan akşama ansızın vuku bulan bir olay değil, zira balıklardan kurbağaların meydana gelişi 70 milyon yıl içerisinde gerçekleşen bir olaydır bu.
       Kurbağa cevaben şöyle der:
       -Madem 70 milyonluk bir zaman diliminde gerçekleşmiş diyorsun, o zaman bana 70 milyon veya daha erken bir zaman dilimine ait kayalar içerisinde böylesi bir tane balık fosili göster desem, gösteremeyeceksin. Kaldı ki daha geçen ajanslara düşen bir haber de; 1939 yılında Afrika kıyısında kurbağaları meydana getirdiği sanılan Latimeria cins bir Crossopterygian balığın halen balık olarak yaşadığı ortaya çıkmıştır. Görüyorsun bu olay tek başına balık ve kurbağa arasında ara formun olmadığını ortaya koymaya yeter artar da.
Tabii balık, kurbağanın önüne koyduğu delillerden balık ve kurbağa arasında geçişleri gösteren ara formun olmadığını anlayınca bu sefer başka bir iddiayı gündeme getirir, der ki:
    -Bak evlat! Madem beni kaale almıyorsun, bak geçenlerde arkadaşlarım birçok balık gruplarını incelemeleri sonucunda; yassı yüzgeçli balıkların,  kurbağaların ve sizin gerçek atanız olabileceği kanaatine vardılar. İsterseniz sizde bir inceleyin görün, bak o zaman kuyruklu su kurbağaya (Ichthyostega)  ait iskeletin kısmi olarak kurbağaya benzediğini, hatta karmaşık bir baş tipli omurga ve iç kulak girintilerine sahip olduğunu, yüzgeçlerinde ise kemik kalıntılarının olduğunu göreceksin. Sanırım bu olay Devonian devrinin sonlarında gerçekleşti diyebilirim.
       Kurbağa en nihayetinde tüm bildiklerini ortaya şöyle dökerekten cevap verir:
       -Yani diyorsun ki kurbağalar Devonian sonunda piyasaya çıktı. Hadi öyle olduğunu kabul etsek bile bunların atası olduğunu söylediğiniz Crossopterygian’ların (yassı yüzgeçli balık) Devonian devrinin başında veya ortasında evrimleşmiş olması gerekmez mi? Hadi bundan da vazgeçtim diyelim. Peki, Devonian devrinde yaşadığı söylenilen hem yassı yüzgeçli balıkların hem de tatlı su formların gruplar halinde ortadan kalkması gerekmez miydi? Üstelik Missipian periyodunun başında üç kurbağa takımı daha bulunmuştur. Dolayısıyla sizin iddianız gereği bu üçlünün Crossopterygian (yassı yüzgeçli balık) su kurbağasından (Ichthyostega) evrimleşmesi gerekirken bir bakıyorsun tam aksine bu üçlü grubun hiçbir ferdinde yassı yüzgeçli balık ve kuyruklu su kurbağası gibi baş tipli bir omurga yapısı yoktur. Bilakis bu grubun tüm üyeleri son derece ilkel zarf türünden (lepospondylous) diyebileceğimiz bir omurga yapısına sahiplerdir. Ayrıca bu üçlü takımın bir ferdi olan Aistopoda’nın 200 adet omurga ve uzun vücutlu yapısıyla da dikkatleri üzerine çekmektedir.  Aynı zamanda bu takımın üyelerinin kahır ekseriyetinin ne görünürde ayakları mevcut ne de göğüs veya leğen kemiklerinin olduğuna dair herhangi bir iz mevcut. Hakeza Nectridea takımının bazı elemanları da öyledir. Anlaşılan o ki baş tipli omurga, yassı yüzgeçli balıklarla kurbağa arasında doğrudan ilişki kurulmaya çalışılması son derece akla ziyan bir tutumdur.  
  Şimdi madem Aistopoda ve Nectridea;  hem Crossopterygian (yassı yüzgeçli balık), hem de su kurbağalarıyla  (Ichthyostega) uzaktan yakından hiçbir benzerliği yok, o halde bu durumda hala yassı yüzgeçli balık ve su kurbağaların tüm balıkların atasıdır diyebilir misiniz? Üstelik ben sana yaşayan üç kurbağa takımından söz ettim,  hatta bunlara Semenderler (keler), Newtseler (keler), ayaksızlar (Coacilia), ayaksız solucanlar ve kurbağaları da (Anura veya Sallentia) ilave edebiliriz. Sözünü ettiğim bu canlılar uzun arka ayaklara, zarf tipi bir omurgaya sahip olmakla birlikte, bunlar aynı zamanda kuyruksuz olup kara omurgalıların en modern, belki de en gelişmiş üyeleridirler. Tüm bu bilgiler ışığında;  baş tipli omurganın kurbağa ile ataları kuyruklu su kurbağalar arasında geçit köprüsü oluşturmadığını rahatlıkla söyleyebiliriz.  Yani Paleozoik’te ortaya çıkarılan kurbağaların hiçbirisinin bu modern üçlü takımı çağrıştıran hiçbir geçiş formuna rastlanılmadığı gibi arada telafi edilemeyecek derecede büyük bir boşluğun bulunması apayrı bir vaka olarak önümüzde durmaktadır.  O halde sizden özellikle rica ediyorum, lütfen kendini bana ata ilan etme. Çünkü tüm bu formların kesinlikle evrim geçirmediği gayet açık bir şekilde ortada dururken kendimle alay edilmesine asla müsaade edemem.
         IV. Masal (Kurbağa-Sürüngen)          
      Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kurbağadan sürüngen meydana gelmiş güya. Tabii bunu duyan sürüngen,  hemen kendine atalık taslayan kurbağaya şöyle demiş;
         -Öyle diyorsun da. Ama şöyle bir geçmişe baktığımda buna benzer atalık iddiaların tekrarını güya omurgasızların omurgalıya, bir balığın dört ayaklı bir yaratık türe (tetrapoda türüne),  uçmayan bir hayvanın ise uçan bir hayvan türüne evrimleştiği şeklinde bir sürü uydurulmuş hikâyelerin gırla gittiğini gördüm.  Peki, bir sürü hikâye uyduruldu da ne oldu, günün sonunda görüldü ki iddia edilen evrimleşme dönüşümlerini doğrulayan tek bir ara form fosil türü bile bulunamamıştır. Kaldı ki yaşayan kurbağalarla sürüngenlerin iskeletleri arasında bariz farklılıkların var olmasının yanı sıra üstüne üstük sürüngenlerin kurbağalardan farklı olarak yumurtaları rahimde yer almaktadır. Tüm bu gerçeklere rağmen birde karşıma çıkmışsın bana atalık taslıyorsun, olacak iş mi?
        Bunun üzerine kurbağa dayanamamış şöyle cevap vermiş;
        -Bak evladım! Seymouria ve Didactes senle benim aramda geçişi sağlayan Permian devri formudurlar, isterseniz bir de bu ikisini bir arada inceleyiverin,  bak o zaman atan olduğumu anlamış olacaksın.  
    Sürüngen cevaben şöyle der;
       -Bir kere adını zikrettiğin formlar Cotylosauria takımından ayaksız sürüngenler olup senin dediğin şekliyle asala Permian döneminde değil bir önceki Pensilvanian devrinde bulunmuşlardır. Hatta memelileri meydana getirdiği iddia edilen Synapsida alt takımının memeli benzeri üyeler de bu devirde görülmüşlerdir. Şimdi soruyorum nasıl oluyor da Seymouria ve Didactes’ler hem benim hem de o devirde yaşamış memelilerin atası olabiliyor. Galiba bir taşta iki kuş vurmak kurnazlığı denen hinlik bu olsa gerektir.
       V. Masal (Sürüngen-Memeli)          
    Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, güya memelile, sürüngenlerden evrimleşerek meydana gelmiş. Tabii memeliler dayanamamış atası olduğunu iddia eden sürüngene meramını şöyle dile getirmiş;
        -Bak bir zamanlar siz sürüngenler için de birileri çıkıp habire atanızın kurbağa olduğunu iddia edip kendilerince gülüp eğleniyorlardı. Şimdi görüyorum ki, aynı oyun biz memeliler içinde sahnelenmek istenmekte. Üstüne üstelik benim atam olduğunu iddia ettiğin yetmemiş gibi hızını alamayıp kuşların da atası olduğunu söylüyorsun. Oysa bir koltuğa iki karpuz sığmaz, dolayısıyla bu tür bol keseden atıp tutmalarınıza şaşmamak elde değil. Bir kere memeliler olarak sen dâhil diğer tüm canlılardan anatomik yönden ciddi manada farklılıklarımız söz konusudur. Öyle ki üreme tarzımızdan tutunda gerek sıcakkanlı oluşumuz, gerek diyafram aygıtımızdan kaynaklanan değişik solunum modellerine sahip oluşumuz, gerek tüylerimizin varlığı ve gerekse yavrularımızı emzirme biçimimize kadar bir dizi hayati faaliyetlerimiz sizlerden çok farklıdır. Kaldı ki kendi grubumuzdan ayı, balina, fare veya yarasa gibi memeli türleri arasında bile ciddi farklılıklarımız söz konusudur, üstelik hepimiz aynı jeolojik dönemde ortaya çıkmışız da. Ve bugüne kadar ortaya çıkarılan fosil memelilerin günümüzde yaşayan memelilerle birlikte birebir uyumlu halde tek alt çene kemiğine sahip oldukları gibi orta kulakta yer alan çekiç, örs ve üzengi üçlüsü işitme kemiklerine haiz oluşlarıyla da uyumludurlar. Tüm bu gerçeklere rağmen birde karşıma çıkmış ben senin sürüngen atanım diye ahkâm kesebiliyorsun, bu olacak iş mi? Oysaki sizlerin alt çenenizde en az dört kemik ve işitme cihazınızda ise sadece üzengi denilen küçük bir işitme kemiğinizin varlığı söz konusudur. Hadi tüm bunları yok varsayıp görmezden gelsem de, şayet bana şimdiye kadar iki veya üç çene kemiği veya iki kulak kemiğine sahip geçiş formlarının varlığını gösterip ispatlarsan seni kendime atam olarak kabul etmeye söz veriyorum.  Ama görüyorum ki sen, iddialarını ispatlamak yerine halen inadım inat sendeki alt çenenin her iki yanındaki üçer tane küçük kemiklerin güya biz memelilerin kulağına sıçrayaraktan işitme kemiklerine dönüştürecek bir senaryo ile işi komedi filim hale getirmiş durumdasınız.
     Bunun üzerine sürüngen dayanamamış şöyle cevap vermiş;
        -Bak evladım! Synapsida senle benim aramda geçişi sağlayan form olabilir, isterseniz bu formu da bir inceleyin belki fikrin değişebilir.
     Memeli cevap vermiş;
         -Şayet kendim Synapsida denen canlı türünden evrimleşerek meydana gelmişsem, bir kere bu söz konusu alt sınıf canlı türler sürüngen gruplarından çok önceden yeryüzünde görünmüşlerdir. Dolayısıyla bu durumda ben senden önce dünyaya gelmiş oluyorum ki,   ortada tam da komedi filmlerini aratmayacak bir durum söz konusudur.  Bu nasıl senaryo ise oğullar baba, babalar oğul olmuş bir filimle atalık taslar haldesiniz.  Oysa filim izlemeye hiç de gerek yoktur, baksanıza Halep oradaysa arşın da buradadır.
        VI. Masal (Sürüngen-Kuş)          
     Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, kuşlar da sürüngenlerden meydana gelmiş güya. Tabii bu haberi duyan kuşlar hemen kanatlarını çırpıp uçaraktan atası oldukları iddiasında bulunan sürüngenlerin yanına konuverip itirazlarını şöyle dile getirmişler;
         -Olacak iş değil,  bu nasıl bir cüret ki uçmayan bir hayvandan uçan bir hayvan meydana geldi iddiasında bulunabiliyorsunuz, bu iddialarınızı asla kabul etmemiz mümkün değil. Bari hiç olmazsa uçmayan bir canlının tedrici olarak uçacak hale gelecek değişiklikleri ispatlayacak bir ara form gösterseniz de kuşlar olarak bizlerde ikna oluversek.
    Sürüngenler bu durumda şöyle cevap vermişler;
        -Bakınız bu hususta sizlere atası dinazor olan,  daha yeni yeni uçmaya başlayan Arkeopteriks’i atanız olarak örnek gösterebiliriz. Nitekim Arkeopteriks tıpkı sürüngenlerde olduğu gibi kanatlarının kenarında pençe şeklinde yapılar olup fakat göğüs kemiği olmayan, ağzında dişleri ve kuyruğunda omurgası var olan bir canlıdır. Sanırım bu anlattığımız özellikler ikna olmanız için yeterlidir.  
    Kuşlar cevaben şöyle derler;
       -Ortada maalesef ikna edilecek bir durum göremiyoruz. Şayet kendilerinizi bize karşı ata ilan etmek istiyorsanız Arkeopteriks yerine Güney Amerika’da yaşayan hoatzin kuşunu (Opisthocomus hoatzin) örnek gösterseydiniz daha iyi olurdu. Çünkü bu hayvan gençlik döneminde kanatlarında iki pençesi ve küçük bir omurgası ile uçuş yapmakta. Üstüne üstük bu sözünü ettiğimiz canlı türü bir ara formda değil,  sizlerin az önce tek tek saydığınız özelliklere haiz yüzde yüz bir kuştur. Hatta bu tür örnekleri çoğaltabiliriz de. Mesela Afrika’da yaşayan touraco kuşunun (Musophogidae familyasından Touraco coryhaix) genç üyelerinin kanatlarında da pençeler mevcut. Hakeza yine Afrika’da yaşayan deve kuşu (Ostrich) kanatları üç pençeli meşhur bir kuştur. Şunu iyi biliniz ki bize delil diye göstermek istediğiniz pençeler ve omurgalar bizim için asla ölçü değildir.
     Sürüngenler bu durum karşısında şöyle cevap verir;
        -Peki, peki anladık, çokbilmiş gibi konuşuyorsunuz,  bu arada pençe mençe derken işi kaynatıp göğüs kemiği ve dişten hiç bahsetmediniz, doğrusu merak ettik acaba nedendir?
    Kuşlar bu kez şöyle der;
       -Ne yani göğüs kemiğinin (sternum) Arkeopteriks’te olmaması evrimleşme iddialarınız için avantaj kabul ediyorsanız pes doğrusu. Tüm ümitlerinizi kemiğin olup olmadığına bağladıysanız bikere uçabilen memeli yarasalarda kemik var zaten. Kaldı ki şu an ajanslara düşen sizleri şoke edecek bir haberimiz de var.  Şimdi işiteceğiniz bu haberle birlikte kemikten söz ettiğinize bin pişman olacaksınız.  Şöyle ki 1992 yılında bulunan yedinci Arkeopteriks fosilinde sternum’un varlığı gözler önüne sergilenmiştir. Şimdi tam da bu noktada size soruyoruz; bu durumda Arkeopteriks’in hangi yanı ara form, hangi yanı yarı-kuş türüdür?  Maalesef sizin dilinize dolayıp da sternum’u olmadığını ileri sürdüğünüz işte o ara form dediğiniz canlı türünde meğer bariz bir şekilde göğüs kemiği de varmış. Şimdi birde kalkmışsınız hiç sıkılmadan, pişkin pişkin en temel iddianız olan tam uçamayan ara geçit kuş formu diye yutturmaya çalıştığınız Arkeopteriks’i bize delil olarak sunmaktasınız.
      Gelelim diş meselesine.  Günümüz kuşlarında dişin olmaması geçmiş jeolojik devirlerde yaşamış olan kuşlarınkinde elbette ki olmayacak anlamına gelmez. Nitekim sizin soyca mensup olduğunuz bir kısım üyelerinizin de dişe sahiplerdi,  keza bir kısmı da dişsiz üyelerdir. Aslında sizler bu konuyu gündeme getirmekle farkında olmadan bizim ekmeğimize yağ sürüp zihnimizi de açmış oluyorsunuz. Hem nasıl ufkumuz açılmış olmasın ki, baksanıza dişe sahip olan kuşların dişi bulunmayanlara göre ilkel ilan etmiş olduğunuzu pratik zekâmızla anında fark ettik bile.  Dahası sizin demenize karşılık fark ettiğimiz kadarıyla öyle anlaşılıyor ki Monotremata (Platypus=Avustralya’ya özgü kendisi kunduza, gagası ördeğe benzer küçük memeli bir hayvan) ve bir kısım memeliler hiçbir şekilde dişe sahip olmadıkları içindir insandan daha gelişmiş sayılmalarını gerektirir. Ki, bu durumda bu ne perhiz bu ne lahana turşusu misali sizler açısından şimdiye kadar söylediklerinizin tam aksine bir durum ortaya çıkıp böylece  ‘Memeliler insandan türemiştir’ şeklinde sil baştan yeni bir evrim tarihi yazmanız gerekecektir. Gerçekten de şimdiye kadar hayal mahsulü yazmış olduğunuz evrim tarihinize bir göz gezdirdiğimizde yumurtlayan veya gagalı olan memelilerin Pleistosen dönemine kadar hiç piyasada görülmedikleri şeklinde bir tablo ortaya koymakla ortada doldurulamayacak derecede çok büyük bir boşluk zaman diliminin varlığını görüyoruz. Belli ki bu söz konusu büyük boşluk zaman diliminde ‘doğuran memeli’nin görünmesinden 150 milyon sonrasına tekabül etmektedir ki, bu tam manasıyla taban tabana zıt çelişikliğinizi gözler önüne seren bir durumdur.  En iyisi mi sizler bu çelişik durumunuzdan kurtulmanız için sil baştan yeni bir evrim tarihi yazmaya başlasanız iyi olur, en azından işi daha da sarpa sardırmaktan kurtulmuş olursunuz.  
     Her neyse, sizler yeni evrim tarihi yazmak için düşüne durun,  asıl sizlere duyuracağımız yeni bir bomba haberimiz daha var ki, belki de bu haber sizleri yeni bir evrim tarihi yazmaktan vazgeçtireceği gibi habire bizlere Arkeopteriks’i ara form olarak takdim etmenize de bin pişman olacağınız bir bomba haber olacaktır.  
     Bu durum karşısında sürüngenleri büyük merak sarıp şöyle sual ederler:
         -Neymiş o bomba haberiniz?
      Kuşlar cevaben bomba haberi şu şekilde duyururlar:
      Ey Sürüngenler! Bir an evvel aklınızı başınıza toplayın. Bakın 1977 yılında Yale üniversitesi Profesörlerinden John Ostrom bir makale yayınladı. Nitekim bu makalesiyle Arkeopteriks’in bulunduğu jeolojik sütundan (Jura) daha eski katmanlar arasında gerçek anlamda kuş fosili bulunduğunu cümle âleme bildirmiş bile.  İşte delilse, asıl delil buna derler, dikkat edin ara form bulundu demiyor,  gerçek bir kuş fosilinin bulunduğundan söz ediyor. Dolayısıyla artık Arkeopteriks’i bu noktadan sonra ara form olarak sunmanız abesle iştigal bir tutum olacaktır. Çünkü delil olarak sunduğunuz o hayvan aslında tüylerinin ve kanatlarının olması hasebiyle ara formda bir kuş değil tam dört dörtlük diyebileceğimiz gerçek anlamda basbayağı bizim gibi bir kuştur. Öyle ki,  bu söz konusu kuş aynı zamanda bizim gibi sıcakkanlı tüylüdür de, asla sürüngenler ve dinozorlar gibi soğukkanlı değildir.  Şu bir gerçek Arkeopteriks’i ara form olarak ilan etmekle tüm kuşlara da saygısızlık etmiş oluyorsunuz. Siz siz olun Arkeopteriks’i uçan sürüngenlerden (petrosaur’lar) ya da karada yaşayan diğer sürüngenlerden evrimleştiği şeklinde kafanıza yerleştirdiğiniz düşünceleri silmeye bakın. Hem kaldı ki sizler içinde aynı saygısızlık durum söz konusu olabiliyor. Nitekim kendi içinizde ki türlerinizin jeolojik gelişim evrelerine bir bakın mevcut bulunan türlerden bir bakıyorsun dört parmaktan dördüncüsünün çok uzun olmasına binaen kanat zarını desteklediğini gösterecek herhangi bir emare olmadığı gibi dördüncü parmağın kademeli bir şekilde uzadığını gösteren herhangi bir ara formda yoktur.  İşte kendi aranızda bile böylesi bir ara forma rastlanılmaması bütün iddialarınızı çürütmeye ziyadesiyle yeter artar da.
       Şayet bu dediklerimize de ikna olmadıysanız, alın size bir başka delil daha.  Şöyle ki; 1996 yılında Çin’de bulunan 130 milyon yaşında ki Liaoningornis kuş fosili ile Archaepteryx’ten 30 milyon yıl daha genç Eoalulavis kuş fosil kardeşimizi de sizlere bariz bir delil örnek verebiliriz pekâlâ. Yani her ikisi de günümüzde yaşayan kuşlardan hiçbir farkı olmayan can dostlarımızdır. Dolayısıyla verdiğimiz tüm bu örneklerden sonra artık gönül rahatlığıyla şunu deriz ki:  Archaepteryx (Arkeopteriks)’in bir ara form olmayıp nesli tükenmiş bir kuş kardeşimizdir.  
      Bu arada şunu da belirtmekte yarar var,  kuş türleri ile ve dinozor kafa yapıları arasında zerre miskal benzerlik olmadığı halde kimi zaman iki de bir kuşların dinozorlardan meydana geldiği iddialarınızdan da vazgeçseniz iyi olur. Çünkü sözü edilen tüylü dinozor fosilinin (Çin’de bulunduğu iddia edilen Sinosauropteryx fosili) gerçek anlamda kuşların aerodinamik işlevine sahip özelliklerini taşımadığı,  hatta kuşlarda ki gibi kanat tüylerinin gerektiğinde eski şeklini alabilen, gerektiğinde hafifçe kaldırma kuvveti yapan özelliklerinin hiçbirini içermediği ortaya çıkmıştır. Hakeza diş özellikleri de öyledir. Zira dişli kuşların üst dişleri düz ve geniş köklü olmasına rağmen dinozorların diş yapıları tam aksine marangoz testeresi gibi girintili çıkıntılı olup,  kök yapısı ise dardır. Hatta bilek kemikleri arasında bile bariz bir şekilde uyuşmazlık söz konusudur.
       VII. Masal (Böcek yiyen ve uçmayan memeli-Yarasa)          
           Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, birileri çıkıp yarasaların güya köstebek, kır faresi ve kirpi gibi böcek yiyen hayvanlar ve uçmayan bir memeliden türemiş oldukları zırvasından bulunmuş.  Hani yerin kulağı vardır denilir ya hep, aynen öyle de bunu duyan yarasalardan birinin hemen yanlarına konup itirazı şu şekilde olmuş.  Demiş ki;          
       -Olacak iş değil,  bikere benim yukarıda sıraladığınız canlı türlerine göre kıyasladığınızda, benim beş parmaktan dördünün normal el ve kanat zarını destekleyenlere göre kıyas edildiğinde çok daha uzun olduğu görülecektir. Kaldı ki benim ne böcek yiyen türden bir ataya ne de uçmayan bir memeli atasına ihtiyacım vardır.  Zahmet edipte şayet fosil kayıtlarını tek tek ayıklayıp incelemiş olsaydınız benim atamın takriben 50 milyon yaşında olduğu tahmin edilen kayalar arasında bulunan en eski fosil yarasası Palaeochtropteryx olduğunu görürdünüz. İyi ki de kendi ata fosilimi bulmuşlar. Çünkü bulunan bu yarasa fosili sayesinde yüzde yüz benim soyumdan olan yarasadan başkası olmadığı ortaya çıkmıştır. Anlaşılan o ki,  dedikodu piyasasına servis edilen benim atam diye sunduğunuz varlıklardan hiçbirinin uzuvlarını oluşturacak hiçbir ara form fosil kayıtları ortada yok gözükmektedir. Hatta aynı durum kemiriciler ve fareler içinde öyle olup bunların da atalarının orijiniyle alakalı hiçbir ara form izine rastlanılmamıştır. Kelimenin tam anlamıyla ara form denen hadise karşımıza hep karanlıkta kalan esrarengiz bir sır perdesi olarak çıkmıştır hep. Hem kaldı ki değil bizler, Yüce Allah’ın (c.c)  tüm yarattıkları canlılar arasında sadece eşrefi mahlûkat ilan ettiği insanı bile kendini kafanıza göre hayvan kategorisine dâhil ederekten primatlar (maymunlar) takımı içerisine konumlandırıp bu alengirli meseleyi ileri boyutlara taşımış olduğunuzu görüyorum. Nitekim aşağıdaki tabloya baktığımızda Prosimianların (ilkel maymunların), buna insanda dâhil tüm primatların ataları olduğundan dem vurulmakta. Hatta bundan da öte primatların güya insektivör (böcek yiyenler) soyundan geldiğinden de dem vurulmakta. Hadi ben yarasa olarak sonuçta kendim bir hayvan yaratığı olduğum her halimden besbellidir, peki ya bizimle taban tabana zıt, üstelik Yüce Allah (c.c)  tarafından da eşrefi mahlûkat ilan edilen insanın atasını durduk yere hayvan kategorisinde maymun ilan etmenize ne demeli? Daha da hızınızı alamayıp primatları böcek yiyenlerle ilişkilendirilmenize ne demeli? Belli ki ortada tuhaf,  bir o kadar da çarpık hayali göstermelik bir tablo var. Oysaki fosil kayıtlarında böcek yiyenlerden primatlara geçişi gösteren ara formlar olmadığı halde kendinizce hayal mahsulü oluşturduğunuz böylesi göstermelik bir tabloyla ilişkilendirme cüretini gösterebiliyorsunuz da. Hakeza aynı durum ilkel maymunların hem Güney Amerika maymunlarıyla hem de eski dünya maymunları (Catarrhina) arasında da böyle bir geçiş formu yoktur. Belli ki bu sınıflandırmadan böcek, maymun işin bahanesi gibi gözüküyor.  Dahası asıl maksadınız bir punduna getirip, Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat (yaratılmışların en üstü)  ilan edilen insanı hayvan kategorisine dâhil ederekten atasını maymun olduğunu ilan etmek olduğu her halinizden besbellidir.  

Takım

Primatlar (maymunlar)

Alt takım I

1-Prosimian (ilkel maymunlar)

2-Lemur (uzun kollular)

3-Loris ((Toparlak vücutlular)

4-Tersier (uzun kollu ve uzun bacaklılar)

Alt Takım II

Anthropoidea (Dik yürüyen maymunlar)

1-Platyrrhina-Yassı kemikliler(Yenidünya veya Güney Amerika maymunlar)

2-Catarrhina-Yuvarlak, uzun kemikliler (Eski dünya maymunları)
a-Apes (İleri yapılı maymunlar: Gibbon, orangutan, şempanze, goril, babon)

b-İnsan
Tablo-Primat sınıfının sınıflandırılması.


 Ben bir yarasa olarak yukarıda ki tablodan hareketle Lemurların (uzun kolluların) nasıl ortaya çıktığını işin uzmanı Paleontolojistler bile açıklayamazken ama sizlere baktığımda görüyorum ki gayet pişkin pişkin maşallah herkese kulp takmakta mahir elemanlar olarak haddinizi aşıp görüş bildirebiliyorsunuz. Bari hiç olmazsa Güney Amerika Maymunlarına kulp takmasaydınız fenamı olurdu,  baksanıza kulp taktığınız bu söz konusu hayvanlarda yeryüzünde ilk göründükleri haliyle günümüzdeki maymunların aynısıdırlar.  Hakeza eski dünya maymunları için de durum vaziyet aynıdır.  Nitekim bunların da atalarını şimdiye kadar bulan bir babayiğit ortaya çıkmadığı gibi eski dünya maymunlar için de ara form kabul edilecek türden Eosen zaman dilimine ait herhangi bir fosil kaydı bulunamamıştır. Sadece ortada varsayım olarak dik yürüyen maymunların en gelişmişi yaftasıyla şempanze, orangutan ve goril gibi üyelerin ataları olduğu söylenen Dryopithecus’un (ileri yapılı fosil maymunun) Afrika, Avrupa ve Asya’da fosil halde olduğu farz edilmektedir. Dikkat edin bilim adamları bu hususta farzımuhal ifadesi kullanmakta, yani kesinlik kazanmayan bir ihtimal öngörüsünde bulunuyorlar. Dolayısıyla siz siz olun hiç boşa heveslenmeyin, buradan da sizlere asla bir ekmek çıkmayacaktır. Şu bir gerçek görünen köy kılavuz istemez. Bilim dünyasında ütopik masallara asla itibar edilmeyeceğinden kendinizi hayali tablolarla oyalamakla boşa kürek sallamış oluyorsunuz.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/fosiller-ve-evrim-masallari-6104-kose-yazisi  
   https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/fosiller-ve-evrim-masallari-ii-6126-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

4 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz