Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Alperen Gürbüzer

2 posters

2 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Şub. 07, 2009 5:20 pm

AH-İ EVRAN

ALPEREN GÜRBÜZER

Allah Resulü nübüvvet yönünün yanısıra, bir sosyal özelliği de ticaret
insanıydı. Genç yaşta ticari kervanın başına getirilen Peygamberimiz
Hz. Hatice anamız’ın dikkatini çekmiş olsa gerek ki bu teveccüh
evliliğe dönüşmüştü. Dolayısıyla İslamiyet’in doğuşunda ticaret hayatın
önemli rol oynadığını söyliyebiliriz.
Kervan yolları,
kervansaraylar deyip geçmeyelim medeniyetlerin oluşmasında ve fütuhatta
fevkalede aksiyona sahiptirler. Aynı durum ipek yolu üzerinden gelen
bir medeniyet akışıyla Orta Asya bozkırlarından Anadoluya göç eden
Türkler içinde geçerli. Her göç yeni bir başlangıç demekti. Bu yüzden
göçmen kabilelerin gözü kulağı hep bu yollar üzerinde olmuştur. Niye
olmasın ki bu yolların kesiştiği noktalar büyük gelir kaynağı idi.
Yolların ticari kervanlara kazandırdığı tecrübe ilerde ahiliğin
doğmasına ilham olabilmişte.
Batı medeniyetinde ahilik yoktur,
lonca teşkilatları vardır. Batı medeniyeti ticari hayatını dini
tavırdan soyutlamış, yani örgütlenmesini din dışında
gerçekleştirmiştir. Dolayısıyla onların vicdanları cüzdanlarıdır. Ya
Adalet, ya hukuk, o da tozlu raftadır. Oysa bizdeki Ahi teşkilatı
manevi iktisadi kurumsallaşmanın adıdır.
On üçüncü yüzyıl
Anadolusuna baktığımızda umut ve umutsuzluk iç içedir. Nitekim
Moğollarla Bizanslılar arasında kıyasıya mücadeleler umudu umutsuzluğa
dönüştürmüş, gel-git (med-cezir) manzaraları sıkça görülür hal
almıştır. Bu durumda bir ruh hamlesi devreye girmeliydi, girdi de.
Malum olduğu üzere Horasan Erenlerin yetiştirdiği Mevlana, Yunus, Hacı
Bektaş-i Veliler Anadolunun yeni kalp ustalarıdır. Ahiliğin kaynağı
olan Aki’lik Orta Asya’dan getirilip İslamla harmanlaşması neticesinde
tasavvufi mahiyete kavuşmuş, hatta hem musiki hem de sanat bu tasavvufi
ruhtan nasiplenmişte.
Ahiliğin kökeni Abbasi Halifesi Nasır
lidinillah’ın (1180–1225) kurduğu futuvvet teşkilatına dayanır. Ahilik
Horasan Erenlerinden aldığı ruhla giriştiği ticari ve ahlaki inşada
başarıya ulaşır. Ahilik bir zenaat teşkilatın ötesinde bir terbiye
ocağı, bir sivil meslek örgütlenmesi, aynı zamanda Erenler ocağıdır.
Halife Nasır Lidinillah önderliğinde müesseseleşen fütüvvet
organizasyonu İslam dünyasına hızla yayılır. İslam toplumunda feta, ya
da fityan diye anılan organizasyonun Irak, İran ve Horasan bölgesinden
çıkması fütüvvetin sufilikle kolayca kaynaşmasına zemin hazırlamıştır.
Halife Nasır bu organizasyona girişirken Şahabeddin Es Suhreverdi’den
faydalanmıştır. Fütüvvet kavramı VIII. yüzyıldan itibaren bir tasavvuf
terimi olup Fütüvvetin ilk teması Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev
zamanındadır. Halifenin çalışmaları çerçevesinde Anadolu Selçuklu
Hükümdarı, Hocası Mecdüddin İshak’ı Bağdat’a elçi olarak
görevlendirmiş, öte yandansa Muhyiddin Arabî, Evhaduddin-i Kirmani gibi
büyük Evliyaları Anadolu’ya getirdi. Hakeza Ahi Evran’ın Kirmani’in
damadı olması Ahilikle fütüvvetin ya da tasavvufi bağlantısını ortaya
koyar. Böylece Ahilikle özdeşleşen esnafa mesai sonrası Tekke ve
zaviyelerde şeyh mürid ilişkisiyle konumuna farklı boyut kazandırılıp,
terim olarak Ahilik esnaf ve sanatkârlar birliğine dönüşür.
İran’ın
Batı Azerbaycan kasabasında 1171(H.567) yılında dünyaya gelen Ah-i
Evran’ın yetişmesinde Fahreddin Razi ve Hace Ahmed Yesevi’nin
talebelerinin çok büyük katkıları sözkonusudur. O’nların himmet ve
bereketiyle yüksek makamlara ulaştı. Zira o, Şahabeddin es-Sühreverdi
gibi büyük bir âlimin sohbetlerinde de bulundu. Bir Hac yolculuğunda da
Evhadüddin Hamid Kirmani (Kezmani) ile tanışıp vefatına kadar onun
terbiyesi dairesinden hiç ayrılmadı. Bir gün Konya’da Sadreddin-i
Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine Muhyiddin Arabî ve
Şeyh Evhadüddin ile birlikte Anadolu’ya gelir. Burada Şeyhi Kezmani’nin
kızı olan Fatıma Bacı ile evlenir. Şeyhi ile birlikte Anadolu’yu karış
karış gezerek, özellikle vaazlarını esnafa yönelik yaparak dünya ve
ahiret işlerini tebliğ eder. Böylece üstün hizmetleriyle tasavvuf
yolunda manevi mertebeler kat eder. Öyle ki Şeyhinin vefatından sonra
da irşad görevini daha da hızlandırıp, yaklaşan Moğol kasırgasına karşı
halkın bilinçlenmesini sağlamayı da ihmal etmez. Bununla da yetinmeyip
esnafın gönlünü kazanarak şehir ve kasabalarda milis kuvvetleri
oluşturdu. Kurduğu teşkilatlar sayesinde aç’a aş, açığ’a bez verme
anlayışıyla halkın önce güvenini elde etti, ardından da Moğollara karşı
kahramanca mücadele edebilecek halk milisleri doğdu. Bu sayede ileriki
günlerde gazi dervişler çok büyük mücadele örneği sergilediler.
Ahi
Evran, ahiliğin Anadoludaki kurucusu. Kendisi dahi ustalığı ile ün
salmış bir debbağ (derici) idi. Ahi Evran; esnaf sanatkârlarını
cömertlik, ahlak, yardım severlik, misafirperverlik etrafında
birleştirip bir sivil toplum örgütü haline getirmeyi başaracaktır. Bu
yüzden, o otuz iki meslek örgütünün Pir’i olarak kabül görür.
Fütüvvet mensubu olmak, meslek için şart değildi, ama ahilikde ise
önemli bir haslet. Ahiler gündüzleri esnaf, geceleri ise her biri birer
derviş, gerektiğinde de heran istilacılara karşı birer milis idiler.
Şeyhin siyasi gücünden korkan yöneticiler onu çeşitli şehirlere sürmüş,
göz hapsinde tutmuşlar, derken bir bahaneyle gittikçe çoğalan
nüfuzundan rahatsız olanlar ilgili yerlere şikâyet etmeleri sonucunda
Ahi Evran’ın beş yıl tutuklanarak hapiste yatmasını sağlarlar. Bu
sırada fırsatı ganimet bilen Moğollar Kayseri’yi kuşatma altına
alırlar. Kuşatılan halkın bir kısmı şehit, bir kısma da esir düşerler.
Zira esirler arasında Ahi Evran’ın hanımı Fatıma Bacı’da vardır. Bütün
bu olumsuzluklara rağmen Ahiler Moğollara karşı mücadeleden yılmadılar,
zaman zaman gerilla türü savaş diyebileceğimiz taktikle karşı koyup
savaştılar bile.
Ah-i Evran’ın beş yıl tutukluğunun ardından
Denizli’ye gider ve ardından Sadreddin Konevi’nin isteği üzerine
Konya’ya dönerek irşadla meşgul olur. Konya’da Şemsi Tebrizi’nin şehit
edilmesi olayından sonra Kırşehir’e (Gülşehri) yerleşir. Orada yerleşir
yerleşmez hızla çevresinde pek çok kimse toplanmaya başlar. Hatta
herkesin korkarak kaçıştığı Evran isimli büyükçe bir yılanın kendisine
itaat etmesini görenler Ahi şeyhine yılanın kardeşi anlamına gelen
Evran, İslamiyete yaptıkları hizmetlerinden dolayıda Nasıruddin lakabı
verildi, ama o gönüllerde Ahi Şeyhi, ya da Ahi Evran olarak anılır hep.
Moğollar, sevenlerin çığ gibi büyümesinden endişe duyup, Kırşehir
Emir’ine baskı yaparak Ahi şeyhinin vücudunun ortadan kaldırılmasını
isterler. Nihayet baskıların ardı sırası kesilmeyince, asıl adı
Nasıruddin Mahmut olan Ahi Evran; Moğollara karşı başlattığı mücadele
sonucu 1262 (H.660) yılında Kırşehir de şehit edilir.
Ahilik
Anadolu’da teşkilatlandı, ama Asya’daki hatıraları da unutulmadı.
Anılar tazelenince ahilik insanı kardeş yapmış ve toplumsal
aydınlatmayı gerçekleştirmiştir.
XIII. yüzyılda Ahi Evran’ın
Hanımı Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılarda Bacıyan-ı Rum adılı
örgütlenmeyle Söğüt cıvarında Kayı Boyundan gelen Ertuğrul Gazi’nin
açtığı sancağın etrafında toplanan uçbeylerine dâhil olarak Ahilerle
birlikte ilerisi için ümit kaleleri oldular. Öyle ki zaman içerisinde
Osman Gazi, Ahi Şeyhi Şeyh Edebali’nin kızı ile evleniyor ve bu evlilik
sayesinde beyliğin ahilik ile sessizce kaynaşması gerçekleşiyor. Dahası
ahiler; Ahi Şeyhi olan Şeyh Edebali ile Osman Gazi arasında oluşan
akrabalık vasıtasıyla Osmanlı ile bağlarını daha da güçlendiriyorlardı.
Hatta ahiler doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri de terbiye
ederek Osmanlının gücünü artırıyorlardı. Hele hele Fatma Bacı’nın
yetiştirdiği bacılarda Bacıyanı Rum teşkilat ağı ile tıpkı diğer
Ahiyan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum örgütlenmesi gibi fonksiyonel nitelik
kazandılar.
Ahi teşkilatına girebilmek için ilimle sanatla meşgul
olmak gerektiği gibi, birtakım kaide ve kurullara da uymak zorunluluğu
vardır. Yani alçak gönüllü, fakirleri seven, beylerin ve zenginlerin
kapısına gitmememe gibi bir dizi kurallara riayet şarttır.
Bazı
araştırmacılar Divani Lügatit Türk’de geçen ‘akı’ sözcüğünün, cömert
veya eli açık anlamına gelen ahiliğe dönüştüğünü ileri sürerler. Bir
Ahi’nin üç şeyi açık olmalı; yani hem eli açık, hem sofrası açık, hem
de kapısı açık (misafirperver) olmalıdır. Yine Bir Ahi’ni üç şeyi de
kapalı olmalıdır. Bunlar gözü kapalı, dili bağlı ve beline sahip
özellikleridir. Belli ki Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin; ‘Eline, diline ve
beline sahip ol düsturu esas alınmış. Mesela dilin bağlı olmasını şöyle
yorumlanabilir. Fikir isyan etse de sükût lehçesini bildikten sonra
söze ne gerek var ki manasınadır.
Osmanlı kurulduğu dönemde göç
olaylarından dolayı karmaşa içerisinde idi. Ahiler tüm bu keşmeşeye
rağmen tasavvufi prensipler çerçevesinde faaliyetlerini
sürdürüyorlardı. Fakat bütün bu faaliyetlerin umrandan uygarlığa
dönüştürecek bir erk’e ihtiyaç duyuluyordu. Dönemin meşayihi, uleması,
umerası ve onlara bağlı eli kabza tutmuş gazi alperenleri ve halkı
kartal yuvasından (Selçuklu coğrafyasından) çıkarak Söğüt burçlarında
el ele, gönül gönüle verip ihtiyaç duyulan devletin Osmanlı olduğuna
karar kılındı. Bundan dolayı Osmanlı’nın kuruluşunda birinci derecede
rol tasavvuf erbabına aittir.
Osman Gazi etrafında Türkmen
Babaları, Evliyalar daha ilk günden itibaren birbirlerine kenetlenerek
gaza mahiyetini almış ve bir gaziler devleti kurulmuştur. Dolayısıyla
Osmanlı, ulema ve meşayıhın görüşleri dışında adım atmamış, bu yüzden
ilerde en üst düzeyde medeniyet hamlesi gerçekleştirecek güce
kavuşacaktır.
Osmanlı’lar Ahi Evran’ın torunlarının hizmetlerine
karşılık onların tarih sahnesinde mümtaz yerini alacak şekilde
faaliyetlerinin devamını sağladı. Ahi teşkilatlarının toplumu
aydınlatan ruh sayesinde Fatih tebdili kıyafet eyleyüp esnafları
denetlediğin de esnaftan biri; efendim ilk siftahı yaptım, diğer
alışverişleride yan komşumdan yap demesi padişahı sevindirmiştir. Fatih
Sultan Mehmed bu durum karşısında Allah’a şükreder ve böyle halkım
olduğu sürece devlet ilelebet payidar olacak der. Kelimenin tam
anlamıyla Ahiler Osmanlı’nın Kuruluşunda maya oldular, zaman zaman
Ahilere padişahların bir kısmı Pirlik de yapmışlar ve onların öncüsü
durumuna geçmişlerdir. Ahilik böylece Osmanlıyı zirveye taşımıştır.
Ahiler Osmanlının genişleme döneminde göçebe toplulukları
şehirleştirerek onları yerleşik kılmıştır. Devlet gaza yapmak,
bürokratik ve teknik işlerle uğraşmamıştır bu yüzden. Bu işler ahilere
bırakılmıştır. Bayındırlık, sağlık, imar, yardımlaşma, şehir
hizmetleri, iş güvenliği gibi faaliyetler Ahilerin kurduğu
müesseselerle işletilmiştir. Yani Anadolu ile Osmanlı arasında köprü
ahiler olmuştur. Osmanlı kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra
Ahiler’in siyasi faaliyetlerine son verince esnaf loncaları şeklini
alır.
Ahilik Usta çırak ilişkisine dayalı bir sistem olup, bu
ocakta zanaat öğrenmek için ustaya teslim olmak şarttır. On yaşından
küçük olanlar çıraklık ve kalfalık sürecinde geçerek mesleğin
inceliklerini öğrendikten sonra peştamal kuşanarak ustalık diplomasına
hak kazanırlardı. Esnaf birliklerin başında ise şeyh, halife veya onun
tayin ettiği yardımcısı nakibler bulunuyordu.
Afrika’dan gelerek
14. yüzyıl ortalarında dolaşan İbn-i Batuta gittiği şehirlerde gördüğü
ahiler ve zaviyelerden etkilenerek seyahatnamesinde: “Ahi; kardeş,
Ahilikde kardeşlik demektir. Bunlar sanat sahibi kimseler olup dünyanın
hiçbir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir’’ sözleriyle
ahiliğin güçlü bir sivil toplum örgütü olduğunu vurgulamıştır. Ahilik
ekolünde eşya bir nesne değil ruhidir, mangalsa yüreğin köze ne gerek
var demektir. Aynı zamanda kâr beklentisinden uzak anlayışla fakirler
gözetilir, gerektiğinde yerleşim alanlarının güvenliği için seferber
olunur bu ocakla. Her bir ahi mensubu Rızai Bariyi gaye bilip zamanı
vukuf bilinciyle manevi paye alma sevdasındadır. Yani dünya metasının
geçici olduğunun farkındadırlar. Bu yüzden manevi sermaye tüketmeden
her geçen günün ömürden bir şeyler götürdüğünün şuuru hâkimdir. Sakın
ola ki bundan dünya işlerinden uzak kalma anlamı çıkmasın. Zira dünyevi
işlerde mal ve kalite kontrolü, fiyat ayarlaması ahilik teşkilatı
aracılığı ile yapılıyordu. Bunun yanı sıra kaliteli ve ucuz mal imal
etmekte aksi davranan esnaf kurumca cezalandırılıyordu. İşte halk
arasında pabucu dama atılmak deyimi ahilik kayıtlarına bu şekilde
geçmiştir. Dolayısıyla meslek sahibi olmak ahiliğe girmenin olmazsa
olmaz ön şartıdır.
Velhasıl, ahilik hala adından söz ettiren, geleceğe de ışık veren sivil bir organizasyondur.

_________________
Serapmış asıl sandığım
Vesveselermiş kandığım
Aslı diyerek kandığım
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Şub. 07, 2009 5:22 pm

AH BUHARA, AH SEMERKAND, AH YESİ, AH HİVA SANA NE KADAR HASRETİZ!


ALPEREN GÜRBÜZER

Ah
Buhara! Ah Semerkand! Ah Yesi! Ah Hiva! Ah Taşkent! Ey sevgililer
diyarı! Sana ne kadar hasretiz bir bilsen. Senin o nefesini, o güzel
kokunu unutmak mümkün mü? İnsanlık yeniden çarpan gönülle seni arıyor,
arayacakta. Bu dert bizde oldukça sana mecburuz meftun olmaya. Sadece
seni arayan insanlık mı? Medeniyetler de sana muhtaç. Her ne varsa
senin ışığında mevcut. Her şey seninle başladı, dolayısıyla sen bizim
narına nuruna kurban olduğumuz cananımızsın. Zira her dilde senin adın
var bundan böyle.
Ey sevgi diyarı! Sen bizim tacımızsın, her geçen
gün an be an seni düşünürüz. Öyle ki seni yar bilmenin harcı âleminde
can bildik candan öte. Bu kütük de size ait her şey var, senden
gayrisine de yer yok zaten. Hatta aklanırsa ruhumuz ancak seninle hayat
bulacak, bu sevdadan vazgeçmeyiz o yüzden.
Senden bize kalan
hatıralar olmasa, inan yaşamak işkence. Ömrümüzü meçhule adadık her
dem. Bir gün olsun kendimize faydamız olmadı. Bu sebeple yaramıza
merhem tek ilaç sende.. Kapında dururken bir sır gibi girdin sinemize.
İyiki de girdin iç dünyamıza, o halde al yüreğimizi yeniden yoğur bizi.
Yeniden kendine bent et ve kirlenmiş dünyamızı sil baştan temizle,
müptelayız çünkü. Naçiz bedenimiz sana armağan olsun. Hatta yolunu yol
bilen, gerektiğinde emrine amade ferman padişahındır diyen bağrı yanık
sevdalılar var, bu yüzden boynumuz kıldan ince ve kurbanız sana. Can
feda olsun toprağına, yeter ki ferman buyur. Bir işaretle biz seni
bekliyoruz; Ey Semerkand! Ey Hiva! Ey Yesi! Ey Taşkent! Ey Sevgililer
diyarı!
Gözlerimizi bağlasalar, iki elimiz kanda olsa bile biz seni
yine buluruz, eğilmeden bükülmeden yürürüz aynı yolda izbe iz. Bu
dileğimiz aynı zamanda aşk mektubudur. Yeter ki içimizde kopan
fırtınaya bir bak, gayri sen bizi anlamazsan başka kim anlar ki. İnan
sen olmazsan mana yerini bulmaz da..
Muhammedi ışık önce Mekke de
doğdu, o ışığın uzantısı olan Şah-ı Zinde (Peygamberimizin akrabası
Kusam bin Abbas) Semerkand da manevi koruyucu olarak metfun hala. Seni
nasıl aramam ki ey Şahı Zinde! Ruhaniyetin canlanır ruhumuzda perde
perde. Zira bizim her şeyimizsin, sevilmişlerin sevilmişi,
seçilmişlerin seçilmişi, sılamızsın, sevdamızsın ve umut tacımızsın
sen. Peygamber kokusunu oraya taşıdın çünkü. Sayende Peygamber dilinde
gökteki yıldızlar diye övülen Sahabeler, sahabe halkasının izleyicisi
Tabiinler, İmam Maturidi, Pir-i Türkistan, Şahı Nakşibendî’nin
ruhaniyeti çarpan gönüllerde oralarda atıyor pare pare.
Dahası var
enlem hesapları yapabilecek bir meziyete sahip bir bilge insan
özelliğine sahip Biruni, Tıp biliminde kendinden söz ettirecek kadar
etkili olan İbni Sina, İranlı şair Rudeki, Gazne’de Şehnameyi yazan
Firdevs’i, ilk astronom ünlü rasathaneci Uluğ Bey, Ömer Hayyam, Doğuyu
da batıyı da mest edecek fikirleriyle ünlü Farabi, modern cebir’in
öncüsü Harezmî, Harizm’in gurur kaynağı Zemahşeri, Kadizade Rumi,
Matematik ve astronomi alanında usta deha olan aynı zamanda Fatih
Sultan Mehmet’in davetine icabet edip Maveraünnnehir’in İstanbul’a
açılan kolu diyebileceğimiz Ali Kuşçu, Türkçe aşığı Ali Şir Nevai,
Divani Lugati’t Türk eserinin Piri Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip,
Hind’e İslami zenginlik katan Babürname eseri ile meşhur Babür, müzik
dehası Abdülkadir Meraği ve daha niceleri bu toprakların bereket
kandilleridir. Hepsinden en önemlisi senin sayende İslam medeniyetinin
hamuru olan Horasan Erenlerini tanıdık. Onların elinde yoğrulmuş
buralar. Horasan Erenleri Buhara, Semerkand kilimini dokumakla
kalmadılar, kıyamete kadar eksik olmayacak gönül sultanlarını da kilime
nakşettiler. Şimdi o nakşettiğiniz büyük bir emanetin taşıyıcıları
olarak Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan Balkanlara ve en nihayet
dünyaya yelken açtınız. Dağlar, taşlar, bozkırlar, ırmaklar,
okyanuslar, hâsılı cümle âlem sizinle hayat buldu, nefesinin devam
edeceğine de inancımız tam. Doğu insanı ile batı insanını buluşturacak
manevi soluk oldunuz, köprü oldunuz, aynı zamanda canlar cananında her
dem oldunuz.
Eb’ül Hasan Harkani, Ebu Ali Farmedi, Yusuf Hemadani,
Abdülhalık Gucdüvani, Arifi Rivegari, Ali Ramiteni, Muhammed
Babasemmasi, Seyyid Emir Kü’lal, Bahaeddin-i Buharı, Alaüddin-i Attar,
Yakubi Çerhi, Ubeydullah-ı Ahrar, Muhammed Zahit, Derviş Muhammed gibi
daha nice Hacegan Erenleri bu bereketli topraklarda saçtıkları ışıkla
tüm insanlığa rehber olmaya devam ediyorlar edecekler de. Çünkü ışık
doğudan doğar. Nitekim tarih buna şahitlik ediyor habire.
Batı
bile ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağın doğuda olduğunun farkında,
ama o ışığın önünde engel olan sis perdelerini daha henüz
kaldıramadılar. Şimdi onlara ait Buhara, Semerkand ve Taşkent
kütüphanelerinin tozlu raflarında dizili ciltler dolusu eserlerini
okuyacak bir yüreğe, ya da bu engin hazineleri sunacak bir ele ihtiyaç
var. Bu meydan er meydanı, yeniden sen ortaya çıkınca meydanların
sarsılacağı muhakkak, senin ne vahşetin ne de zulmün söz konusu, aşkın
çilesi var sadece sende. Yeter ki seni candan çağıran yürekler an bu an
çarpsın gerisi kolay, aydınlık günler bir gün elbet bizim olacak.
Hâsılı
hasretle bekliyoruz, zincirine bağlıyız, altın halkana pervaneyiz. Her
daim kapına dayanmaya hazırız, ne olur bizi kabul et en derin sinene.
Bu bir gönül yolculuğudur. Bu yüzden Şair; Toprak basar kucağına, güneş çeker sıcağına, atar derdin ocağına demiş.
Vesselam.

_________________
Serapmış asıl sandığım
Vesveselermiş kandığım
Aslı diyerek kandığım
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Şub. 07, 2009 5:23 pm

(CEBİR)
ALPEREN GÜRBÜZER

Cebir ilmi, yani matematik
onla dirildi adeta. Cebir deyince sadece matematik mi akla gelir,
elbette ki hayır, onunla birlikte Harezmî’yi hatırlarız. Dolayısıyla
asıl adı Muhammed bin Musab el-Harezmî olup, Harezm’de doğması
münasebetiyle ona Harezmî denilmiş. Artık insanlık onu bu isimle
anacaktır bundan böyle.
İlk eğitimin doğduğu topraklarda tahsil
eder. Kısa zamanda ilgi odağı olurda. Hatta ilmi gayretlerinden dolayı
öyle göz doldurur ki ta Bağdat’tan devrin Abbasi halifesinin daveti
gelir ona. O da davete icabet eder. O şimdi ilim yolundadır artık hep.
İlk
iş Beyt’ül Hikme’nin başına getirilip yabancı eserleri tercüme
etmektir. Beyt’ül Hikme sadece tercüme edilen mekânın ötesinde aynı
zamanda devrin en büyük kütüphanesidir. O Kütüphane ile yetinmemiş,
evini bilimsel araştırmalarda bile kullanmış, adeta bilimsel akademidir
o ev.
İyiki de Harezm’den Bağdat’a getirilmiş. Zira onunla Bağdat
anlam kazanıp ilim merkezi haline gelecektir bir kez daha. Bağdat onu
bağrına basmış, değer verip el üstünde tutmuşlar da. Hele hele Halife
Me’mun döneminde bu kıymete değer verilme neticesinde ileride
meyvelerini toplamaya başlar bile. Bu yüzden Bağdat bu noktadan sonra
bugünkü ifadeyle üniversal ilim merkezi adıyla hafızalarda yer
edecektir.
Demek ki Mehdi ve Harun Reşit dönemlerinde başlayan Yunan
eserlerinin Arapça’ya çeviri faaliyetleri, Me’mun döneminde büyük
ölçüde yerini pozitif bilim ve felsefeye bırakmış, böylece büyük bir
boşluk onunla doldurulmuştur. Dahası var Harezm bir yandan Şam’da
devrin en ünlü âlimleri ile Sincar ovasına, bir yandansa bir başka ilim
heyetiyle Hindistan kadar uzanırlar ilim uğruna. Her iki bilim
heyetinin de başkanlığını yaptı. Sincar çıkarmasında meridyen yayını
ölçme faaliyetleri ile ün saldı bir anda. Öyle ki Hindistan
yolculuğunda ise sıfır rakamının bularak bugünkü modern matematiğin
önderi olmaya hak kazanmıştır. Nitekim İtalyan Gerolama Cordana onu;
‘Dünyanın en büyük on iki düşünüründen biridir’ diye övmüşte.
Malum
olduğu üzere miras ayetleri öyle kolay açıklıkla tefsir edilecek türden
ayetler değildir. Zira sıfır rakamının keşfiyle fıkhı hesaplamalarda
kolaylık sağlanmıştır. Harezmî artık mirasla ilgili hesaplarıyla o güne
kadar alışılagelen Yunanlıların ilk cebir örneklerine son vermiş, kendi
cebirsel metodolojisini ortaya koyarak bundan böyle gerçek anlamda
İslam dünyası için önemli olan miras hukukunun doğru yolunda
seyretmesine vesile olmuştur.
O hem doğuyu hem batıyı aydınlatmış.
Nitekim batı 16. asra kadar Harezmî’n cebiri ders kitabı olarak
okutuldu, hala da onun öğretisi ve etkisi unutulmadı, unutulmaz da.
Gerek ekonomistler, gerekse matematikçiler bugünkü konumunu sayısal hesap adına her ne varsa ona borçlular.
Velhasıl,
Bağdat’a hayat verdi, yaşasaydı daha da verecekti. Ne var ki o da her
fani gibi 850 yılında Bağdat’ta Hakka yürüdü. O şimdi gönüllerde
yaşıyor, yaşayacakta.
Vesselam.

_________________
Serapmış asıl sandığım
Vesveselermiş kandığım
Aslı diyerek kandığım
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Şub. 07, 2009 5:49 pm

Alperen Hoca, özel mesaj kutunuza bakamadınız sanırım, yazılarınızı buraya alırsak daha güzel olacak abi Wink

Selametle.....

_________________
Serapmış asıl sandığım
Vesveselermiş kandığım
Aslı diyerek kandığım
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:08 pm

ABO KAN GRUP FAKTÖR GENETİĞİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Bilindiği üzere insan kanında farklı kan grup faktörlerinin varlığını tespit etmek 1900 yılında Avusturyalı Dr.Karl Landsteiner’e nasip olmuştur. Tabii bu keşif sıradan bir buluş sayılmazdı. Bilakis en az keşfi kadar etkisi de bir o kadar yankı buldu diyebiliriz. Dolayısıyla kan nakillerinin önündeki barikatların neler olduğunu anlayabilmek için ilk evvela antijen ve antikor ilişkisini iyi bilmek gerekirdi. Nitekim bu durumu çok iyi irdelemeyi başaran Landsteiner bir anda kan gruplarının varlığıyla buluşuverdi. Böylece kan nakillerinin önünde ki en büyük engel aşılmış oldu. Şöyle ki antijen vücut tarafından reddedilen, yabancı olarak görünen madde demek, antikor ise bu saf dışı edilmek istenen antijene karşı oluşan karşı madde demektir. Bu tariflerden de anlaşıldığı üzere bir bakteri veya bakteri ürünü ya da hayvan kanı veya grubu farklı bir insan kanı antijen olabilmektedir pekâlâ. Vücut sadece kendi bünyesinde taşıdığı öz antijenlere antikor yapmamaktadır. Böyle bir şey olsa kendi öz yurdunda parya durumuna düşmek gibi bir şey olacaktı. Organ nakillerinde verici-alıcı ilişkisinin uyumu adına yabancı olmayan yerli antijenlerin şart konulması bunu teyit etmektedir zaten. Aksi takdirde bu uyumluluk gözetilmezse yerli antijenlere benzemeyen antijenlere karşı antikorların teşekkülü kaçınılmaz kılacaktır. Allah’a şükürler olsun ki insanların büyük çoğunluğu antijen bakımdan ortak payda da buluşacak zenginliğe sahipler. Mesela hayvanlarla aramızda kan nakli yapılmamasının birinci nedeni ortak antijen beraberliğimizin olmamasıdır. Kaldı ki kan nakli çalışmaları esnasında insanlara ait 30 civarında antijen çeşitliliği tespit edilmiştir. Üstelik bu antijen zenginliğinin kan transferi sırasında tehlike arz etmediğini, hatta bu tür antijenlerin etkisinin zayıf olduğu daha çok nesep, ırk gibi genetik olaylarıyla ilgili antijenler olduğu belirlenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki kan gruplarının kendine has çok özel bir anlamı var. Özelliğine binaen olsa gerek grup faktörlerinin alyuvar hücre zarındaki protein yapısından doğduğu sanılmaktadır. Hatta son zamanlarda kan gruplarından yola çıkarak birtakım hastalıklarla bağlantı kurulabilmektedir. Yapılan genetik araştırmalar sonucunda A grubu olanlarda akut romatizmanın görülmesine rağmen diğerlerine göre grip virüsüne karşı daha dayanıklı oldukları, O grubuna sahip olanlarda ise mide, ülser ve kansere yakalanma riski yüksek olmakla birlikte gudde virüslerine karşı son derece dirençli oldukları gözlemlenmiştir.
Her fert kalıtımla geçen özellikleri yarısını annesinden diğer yarısını da babasından alır. Hatta bu durum kan grupları içinde geçerlidir. Ebeveynlereden geçen grup faktörleri kaynağını A-B-O denilen üç çift genden alıp, bu kaynak yoluyla çocuklara dağılım gerçekleşmektedir. Bir başka ifadeyle her doğan fert A-B-O sisteminin farklı kombinasyonlarından altı ihtimalden birine üye olabilmektedir. Bunlar genetik tabloda AA, AO, BB, BO, AB ve OO tarzında yer almaktadır. Şayet O geni A ve B geniyle beraber bulunursa kendini gösteremeyeceğinden dolayı bu genlerin etkisi altında gizli kalacaktır.
Farz edelim ki doğan bir çocuğun grup faktörü homozigot ise anne ve babasından aynı kan gruplarını almış anlamına gelecektir. Eğer çocuk heterozigot ise anne ve babasından farklı kan gruplarını almış demektir. Dolayısıyla I geninin çeşitlenmeye uğraması ile birlikte IA, IB, I0 allelleri meydana gelip, A grubu faktörü IA, B grubu faktörü IB, 0 grubu faktörü ise I0 veya ii şeklinde gösterilmektedir. Anlaşılan o ki her doğan çocuk anne ve babasından gelen genlerden bir tanesine muhatap kalarak bir çift gen sahibi olabilmektedirler. Dolayısıyla bu durum nesep davalarında bile çok önemli delil olarak kullanılmaktadır.
Varsayalım ki anne A, baba B kan grubuna dâhil, bu durumda doğacak çocukların dört kan grubu görülme şansını artıracağı muhakkaktır. Hakeza ebeveynlerin her ikisi de O grubu olma durumunda çocukların O grubundan başka hiçbir grup faktörüne sahip olamayacakları netlik kazanacaktır demektir. Şayet anne A ve O genlerini taşımakta, babada sadece O geni varsa, bu durumda ister istemez çocukların A ve O gruplarından başka bir grubu taşıyamayacakları sonucunu ortaya çıkaracaktır. İsterseniz ebeveyn ve çocuk ilişkilerini örneklendirerek kan grup tayinlerini daha iyi kavrayabiliriz.
Örnek1- Bir annenin kan grubu B, çocuğu O’dır. Muhtemeldir ki çocuğun baba adaylarında birisi AB, diğeri A grubundandır. Bu olası durumda çocuğun baba adayı hangisidir?
Çözüm:

IB i IA i

\ ⁄

F1=ii (sıfır)
Sonuç olarak babanın A grubu olduğu ortaya çıkar.
Örnek2- Anne babadan biri AB, diğeri B grubundandır. Çocukların ¼’ü A, ¼’ü AB, ½’si B grubundandır. Bu durumda anne ve babanın genotipini sembolik olarak nasıl gösterildiğini yazınız.

Çözüm: IA IB x IB i

\ ⁄

1/4’ü IA i 1/4’ü IA IB 1/2’si IB i (IB IB)’dir.
Kan grubu sistemi ve kalıtımı
1940 yılında Dr. Landsteiner ve Winner isimli iki arkadaş Rhesus Maccacus maymununun kanını (alyuvarlarını) tavşan ve kobaya enjekte ettikten sonra bu hayvanlardan elde edilen bağışık serumun Rhesus eritrositlerini aglutinasyona uğrattıkları (çöktürdükleri) gözlemlemişlerdir. Hakeza bu serumun sonradan insan alyuvarlarını da çöktürdüğü anlaşılmıştır. Belli ki bu keşfedilen antijen, “Rhesus” ibaresine nispet yapılarak Rh faktörü diye isim almış. Yani elde edilen sonuçlara göre Rhesus kanında bir antijen (antikoru meydana getiren faktör) olduğu belirlenmiştir. Bilindiği üzere Rh antijeni sadece alyuvarlarda (eritrositler) bulunmakla beraber bir kısım insanların alyuvarlarında ise Rh antijeni bulunmamaktadır. Bu nedenle alyuvarların da Rh antijeni taşıyanlar Rh pozitif (+), taşımayanlar ise Rh negatif (-) kan grubu olarak belirlenirler. Genel itibariyle Rh antijeni kalıtımla ana ve babadan çocuklara geçmektedir. Bu durumda Rh faktörü ya dominant, ya da çekinik gen olarak bulunurlar. Dominant halde bu faktörler “RhRh veya Rhrh” halde pozitif olarak değerlendirilip, resesif durumda ise “rhrh” şeklinde negatif olarak tanımlanır.
Bu arada insan popülâsyonda beyaz ırkın O grubu % 47, A grubu % 41, B grubu % 9, AB grubu % 3, % 85 Rh pozitif (+), % 15 ise Rh negatif (-) olarak gözlemlendiğini belirtmekte fayda var. Zira bu verilerden hareketle negatif kan grubuna sahip olan bireylerin azınlıkta olduğu gözden kaçmamaktadır.
Problem-
0 rhrh (negatif) bir bayan ile ABRh_ pozitif bir bay evleniyor. Evlenen erkeğin babasının kan grubu AB rhrh (negatif) olduğuna göre;
1-Evlenecek olan bay ve bayanın genotipleri nasıl olur?
2-Doğacak olan çocukların kan grupları nasıl olur?

Çözüm: 1-Bay ve bayanın genotipleri IA IB Rhrh x ii rhrh bu şekilde yerini alır.

Çözüm: 2-
IA IB rhrh ♂

IA IB RhRh ♂ ─╨─ ♀ii rhrh
IA IB Rhrh │
F1= IA⁄ Rh
\ rh

IB⁄ Rh
\ rh
♂/♀ irh
IA Rh IA i Rh rh (A Rh +)
IA rh IA i rh rh (A Rh -)
IB Rh IB i Rh rh (B Rh +)
IB rh IB i rh rh (B Rh -)

MNSs SİSTEMİ
A-B-O ve Rh dışında birde 1927 yılında keşfedilen MN sistemini ile 1951 yılında bulunan Ss sistemi genetik kan grubu alanında yeni bir kapı daha açmış oldu. Hatta bu iki sistemin genetik benzerliğinden ötürü her ikisinin birleşimi manasına MNSs sistemi şeklinde tek çatı altında değerlendirilmeye başlanmıştır. Özellikle bu sistem kan grupları açısında ciddi problem oluşturmadığı için grup faktör tayininde pratik bir öneme haiz değildir. Ancak genetik araştırmalara konu olabilmektedirler. Nitekim M-N sisteminde iki allel mevcut olup, bunlar M ve N diye isimlendirilmektedir. Fakat bu iki allel (LM, LN), insanda MM, MN ve NN şeklinde dağılım gösterirler. Fenotipleri ise mevcut genotiplere göre M, N ve MN grubu diye isim alırlar. Hardy-Weinberg’e göre bu üç kan grubu populasyonda belli bir oranda MN heterozigot veya MM ve NN homozigot dizilimine göre yer alırlar. Fakat bazı insanlarda MN heterozigot sayısı daha fazladır. Mesela aşağıda verilen tabloya göre grup faktörü farklı frekanslarda görülmektedir:
% oranı Grup faktörü
ABD’de tam beyazlar %29,16 M
Kızıl Derililer %60 M
Eskimolar %83,48 M

M-N sistemi antikorları A B O sistemin tam aksine insan serumunda tabii olarak bulunmazlar. Fakat immunolojik reaksiyonla tavşan ve diğer hayvanlardan antikor elde edilebilmektedir. Bu sistemde yer alan bilinen antijen sayısı ise 17’dir. Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz üzere MN kan grubunda S antijeni bulunduğunda çok defa MNSs sistemi olarak adlandırılır. Ayrıca bu sistemin kalıtımı son derece genetik bir gizlilik içeren kompleks bir yapıya sahip olmasına rağmen MN grubu herhangi Tıbbi bir problem çıkarmamaktadır.
Örnek–1
ARhMN kan grubunda olan bir kadın ile 0RhN bir adamın evlenmesi sonucunda doğacak olan çocukların kan grubu ihtimalleri nelerdir?
Çözüm: ARhMN ♀ genotip ihtimalleri IA IA i Rh rh MN
IA IA i Rh Rh MN
IA i Rh Rh MN
IA i Rh rh MN

0RhN ♂ genotip ihtimalleri ii Rh rh N
ii Rh Rh N
Bunlardan herhangi bir ikiliyi alıp çaprazlama yapalım.

IA IA i Rh rh MN x ii Rh RhNN



⁄ M
⁄ Rh \ N
IA
\ rh ⁄ M
\ N 2n=22=4


♂/♀ iRhN
IA RhM IA i Rh rhMN
IA RhN IA i Rh RhMN
IA rhM IA i Rh rhMN
IA rhN IA i Rh rhNN

Örnek–2
BRh_ pozitif (+) MN bir bayanın alabileceği tüm genotip açılımları yazınız. Bu bayan kaç çeşit yumurta meydana getirdiğini şematik olarak gösteriniz.

Çözüm: B Rh_ MN ♀ ihtimali genotipleri:

a) IB IB i Rh rh MN →

⁄ Rh ⁄ M =IB Rh M
\ N =IB Rh N
IB
\ rh ⁄ M=IB rh M
\ N=IB rh N Böylece 4 çeşit yumurta oluşur.





b) IB IB i Rh Rh MN→

IB — Rh ⁄ M =IB Rh M
\ N =IB Rh N Böylece 2 çeşit yumurta oluşur.




c) IB i Rh Rh MN→


IB ⁄ Rh ⁄ M =IB Rh M
\ N =IB Rh N
ii
\ Rh ⁄ M=i rh M
\ N=i rh N Böylece 4 çeşit yumurta oluşur.




d) IB i Rh rh MN→

⁄ Rh ⁄ M
IB \ N
\ rh ⁄ M
\ N

⁄ Rh ⁄ M
i \ N
\ rh ⁄ M
\ N Böylece 4 çeşit yumurta oluşur.
Örnek–3
OMNRh pozitif (+) olan kısa parmaklı bir kadın ile kan grubu OMrh negatif (-) olan kısa parmaklı bir erkek evleniyor. Evli çiftlerden dünyaya gelen iki çocuğun biri OMNRh diğeri OMNrh’dir. Bu arada genetik bakımdan kısa parmaklılık dominant bir gen tarafından meydana getirilmekte ve aynı zamanda homozigot halde ise lateldir. O halde bu bilgiler ışığında genotipik dağılımı gösteriniz.

KkiiRhrhMN x KkiirhrhMM


♀ KkiiRhrhMN KkiirhrhMN♂



⁄ M=KiRhM
K — i ⁄ Rh \ N= KiRhN
\ rh ⁄ M= KirhM
\ N= KirhN

k — i ⁄ Rh \ N= kiRhN
\ rh ⁄ M=kirhM
\ N= kirhN



⁄ M= KirhM
K — i ⁄ rh \ N= KirhN

⁄ M= kirhM
k — i ⁄ rh \ N= kirhN



Ayrıca MNSs sisteminden başka P kan grubu sistemi daha var ki; bunlar bünyelerinde bulunan Lutheran, Kell, Lewis ve Dutey sistemleri sayesinde ebeveynler tarafından çocuklara irsi olarak nesiller boyu geçebilmekte ve hatta yeni bir genetik araştırma konusu olabilmektedir.
KANDA GRUP FAKTÖR TAYİNİ
İlk evvela alkollü pamukla parmak silinir ve temizlenir. Sonra steril lanset iğnesi ile hafifçe parmak delinir delinmez çıkarılan kan üç ayrı lamın veya beyaz fayans üzerine birer damla damlatılır. Daha sonra birinci lamın üzerindeki kanın üzerine bir damla A kan serumu (anti β aglutinini=antikor), ikincisinin üzerine bir damla B kan serumu (anti α aglutinini=antikor) ve üçüncüsünün üzerine de bir damla Rh faktörünün belirleyen anti –D antijen damlatılarak bir baget yardımıyla karıştırılır. Böylece oda sıcaklığı 18–20 santıgrat derecelik bir ortamda 2–7 dakika içerisinde baget yardımıyla karıştırdığımız kanların aglütinasyon durumlarına göre grup faktör tayinlerini tespit etmiş oluruz. Yani A antijeni (aglutinin) ile aglutinasyona uğrayan kan; A grubu, B antijeni ile aglutinasyona uğrayan kan B grubu, her ikisi aglutine olursa AB grubu, her ikisi aglutine olmazsa O grubu, ant-D antijeni ile aglutinasyon olursa Rh pozitif, ant-D antijeni ile aglutinasyon olmazsa Rh negatif olarak grup faktör tayini yapmış oluruz. Bu arada tüm bu işlemleri gerçekleştirirken şayet 7 dakikayı aşan fazla bir süre beklenilirse aldatıcı pıhtılaşma reaksiyonları gözlemlenebilmektedir. Dolayısıyla aldatıcı yalancı aglütinasyonu (pıhtılaşma reaksiyonları) gerçek reaksiyonmuş gibi değerlendirip, her an yanlış grup faktör tayini tespitine yol açabiliriz. Dahası yanlış tespit sonucu hastaya verilen kan nakliyle birlikte ölümüne neden olan bir riskte üstlenmiş oluruz. Bu tip durumlarda acilen müdahale yapılıp değim yerindeyse hastanın kanı tepeden tırnağa kadar kanı değişmeli ki hasta kurtulabilsin. Şayet hastaya acilen müdahale edilemeyipte kurtarılamıyorsa bir hatadan dolayı ömür boyu çekeceğimiz bu vicdani azabın üzerimizde açtığı gedik asla yakamızı bırakmıyacaktır. Demek ki alıcı kan ile verici kanlar tutsa bile grup faktör tayini yapan teknik elemanların hataya meydan vermemek için bir kez daha kanları kroslamaların da (karşılaştırmalarında) fayda var. Zaten bu işleme her sağlık elemanının olmazsa olmaz şartı olarak crossmatching denildiğini öncelikle bilinmesi gerekir.
Eritroblastosis Fetalis
Bilindiği üzere Rh negatif (-) grup faktörüne sahip olan bir insana Rh pozitif (+) kan verilirse o şahsın vücudunda Anti-Rh faktör (antikor) teşekkül edeceği kaçınılmazdır. Aynı insana oldu ya mecburiyetler karşısında ikinci defa yine Rh (+) kan verilirse vücutta birinci kan aktarımı sırasında meydana gelmiş olan Anti-Rh aglutini, vücuda enjekte edilen Rh (+) kanı pıhtılaştırarak derhal ölüme yol açacaktır.
Bir başka tehlike de; Rh negatif (-) olan bir kadınla Rh pozitif (+) bir erkeğin evlenmesi sonucunda babadan fetüsün kanına gayet doğal olarak geçmiş olan Rh antijeninin doğuracağı sıkıntılardır. Çünkü ortada Rh antijeni olmayan bir anne var, yani anne Rh (–) negatif durumda. Dolayısıyla bir yandan fetus sahip olduğu Rh antijenlerini plasenta yoluyla anne karnına gönderip burada Anti Rh antikorların oluşmasına yol açarken, diğer taraftan anne karnında oluşan Anti Rh antikorları plasenta yoluyla fetusa geçerek, fetusun eritrositlerini (alyuvarlarını) tahrip etmesine neden olacaktır. Böylece bu olay ikinci ve üçüncü hamileliklerde git gide artarak antikorların daha da birikmesiyle birlikte adeta patlamaya hazır bir potansiyel tehlikeye dönüşüp bir döngü şeklinde devam edecektir.
Bu arada fetüsün eritrositlerinin tahripi sonucunda azalan alyuvarların telafisini gidermek adına dolaşım sistemine habire kan sevk edilir. Derken tahrip edilen eritrositlerin yerini retikülositlerle doldurulmaya çalışılır. Retikülositler’in yetmemesi durumunda bu seferde eritroblastlar kana sevk edilirler. Aslında normal halde bu sözkonusu hücreler kemik iliği ve dalakta bulunmalarına rağmen öyle bazı zorunlu durumlar var ki dolaşım halinde kan içerisinde bulunmaları icap etmektedir. İşte bu tür kriz dönemlerin tetiklediği olumsuzluklar veya bu tür arızalara bağlı olarak doğacak olan bebeklerin sarı renkli doğmasına yol açabilmektedir. Çünkü bu olayla birlikte bebeğin kanında eritrositlere ait hemoglobin parçalanma ürünleri denilen billurubin miktarı fazlalaşacaktır. Daha doğrusu anne karnında ki anti Rh antikorların fetüsün kanında yer alan eritrositleri tahrip etmesiyle oluşan eritroblastların varlığı tıpta eritroblastosis fetalis (kan uyuşmazlığı) diye tanımlanmaktadır. Dolayısıyla bu hastalığa paralel fetüs ya düşük doğacak ya da çocuğun ölü doğması kaçınılmaz hal alabilecektir.
Şayet eşler arasında önceden Rh uyuşmazlığı biliniyorsa ilk evvela yapılacak iş, Rh(-) kan grubuna sahip annenin, bebeğin Rh(+) kan grubuyla karşılaşmasını engelleyecek halk tarafından bilinen uyuşmazlık iğnesi denilen iğnelerden yaptırmak gerekmektedir. Şayet önceden bilinmiyorsa bebek doğar doğmaz çocuğun kanını kısmen veya tamamen değiştirmek olmalıdır. Aynı zamanda böyle hallerde çocuğa verilecek kanın niteliği Rh negatif (-) grup faktörü olmalıdır. Nitekim bu yöntemle kurtarılan çocuklar sağlıklı bir gelişme gösterdikleri gözlemlenmiştir.
Şurası bir gerçek Rh (+) homozigot çiftin çocukları çok kere sağlıklı doğarlar. Çünkü anne karnına az antijen geçmektedir. Yani meydana gelecek Rh antikorun az miktarda olması Tıbben zarar verici risk olarak kabül edilmemektedir. Fakat baba rhrh homozigot (homozigot rh negatif) ise daha sonraki hamilelikte anne karnında Rh antikorun birikmesiyle birlikte sonraki çocuklarda tehlike arz edebilmektedir.
Şurası muhakkak; RhRh pozitif (+) bir kadın ile rhrh negatif (-) bir erkeğin evlenmesinde hâsıl olacak çocuklarda eritroblastosis fetalis görülmez. Anlaşılan o ki kan uyuşmazlığı yönünden rhrh negatif (-) erkekler her tür kan grup faktörüne sahip bayanlarla evlenme avantajına sahiptirler. Dolayısıyla evlenecek bir rhrh negatif bayanın, negatif bir erkekle yuva kurması daha doğru bir yöntem olsa gerektir.
HAYVANLARDA MULTİPL ALLELLER
Hayvanlarda multipl allele tavşanların genetik yapısında yer alan kürk rengi kalıtımı örnek verilebilir pekâlâ. Şöyle ki genetik çaprazlama deneylerinde renk tipleri şu sembollerle gösterilmektedir:
C= Normal kürk rengi-Renkli yabani tip
cch=Gümişi (şinşilla) kürk rengi- Açık gri tip.
ch= Himalaya tip-Gözleri pembe, vücutları beyaz.
ca= Albino- Vücutları beyaz, gözleri pempedir.
Bilindiği üzere gözün iris katmanında nükseden pigmentsizlik retinadaki kan damarlarında ileri gelmektedir. Nitekim bu durum 4 farklı tavşan tipi arasında yapılan çaprazlama deneylerinde elde edilen F1 ve F2 dölleri aşağıda ki tabloda şu şekilde gösterilmektedir:

Ana baba F1 dölü F2 dölü
Normal x gümüşü Normal 3 normal: 1 gümüşi
Gümüşi x himalaya gümişi 3 gümüşi:1 himalaya
Himalaya x albino himalaya 3 himalaya:1 albino
Albino x albino Albino Tümü albino

Görüldüğü üzere C, cch, ch, ca birbirlerinin allelidir. Hatta bu çaprazlama sonuçları baskınlık sırasına göre C > cch > ch > ca allelleri şeklinde gösterilebilmektedir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; aynı lokus alleller mutasyonla birçok defa değişikliğe uğrayarak multipl alleller oluşturabilir. Nitekim multipl allel serisine ait heterizigot halde genler bir fertte bulunduğu zaman bunlardan biri diğerine geçerken ya dominant, ya ekivalent (eş değer), ya da her ikisi birlikte aynı anda etkisini gösterebilmektedirler.
Örnek–1
Şinşilla bir tavşan ile himalaya bir tavşan çiftleştirilmesi sonucu meydana gelen yavrulardan 1 himalaya, 2 şinşilla ve 1 albino tavşan elde edilmiş. Bu bilgiler ışığında ebeveynlerin genotipini bulunuz.


Çözüm: cch ca x cH ca


1 ccH : 2 ccH : 1 ca ca



♂/♀ cH ca
cch cch cH Şinşilla cch ca Şinşilla
ca cch ca Himalaya ca ca albino

C > cch > ch > ca
2 1 1
Örnek–2
Aşağıda ki tavşan çaprazlamalar sonucunda meydana gelen döllerde fenotipler nasıl olur?
Çözüm:
a)C cch x C ca

♂/♀ C
cch Ccch normal
ca Cca normal


b)cch cch x cH cH

♂/♀ cch
cH cch cH Şinşilla

c)cH ca x cch ca


♂/♀ cH cch
ca cH ca Himalaya cch ca Şinşilla

d)cH ca x cch cch

♂/♀ cch
cH cch cH Şinşilla
ca cch ca Şinşilla

Farelerde gri renk meydana getiren genler birkaç allele sahiptirler. Zira;
A- Gri renk
Ay- Sarı renk(letal)
Aw- Karnı beyaz gri,
At- Siyah- koyu siyah,
a- Albino (gri olmayan) şeklinde gösterilir.
Dolayısıyla Drosophila’da yabani tip gözü meydana getiren gen w geni , x kromozomu üzerinde (xw) bulunmaktadır. Hatta bu canlının farklı şekilde mutasyona uğraması sonucu meydana gelen multipl alleller;
Wa- kaysı rengi
Wc-mercan rengi
We- eozin rengi
w- albino göz (beyaz) olarak tasnif edilirler. Görüldüğü üzere kırmızı göz rengi (W) bu serideki bütün alleller üzerine rol oynamaktadır.
BİTKİLERDE MULTİPL ALLELLER
Yüksek bitkilerin çoğu hermafrodit (çift cinsiyetli)’tir. Bazı bitkilerde bir çiçekte hâsıl olan polenler, aynı çiçeğin stigması üzerine düşerek yumurtayı döllemesi sonucunda çimlenme kabiliyetine sahip tohumları meydana getirirler ki; işte bu olaya kendileşme denmektedir.
Mesela Nicotiana genusunda self sterilite (kendine kısırlı-farklı türlerin birbirini dölleyememesi) uzun bir allel serisi tarafından meydana getirilir. Bu genler S1S2, S2S3, S3S4 ve S1S3 şeklinde çeşitlenir.
Bir tütün bitkisi S1S2 genotipinde olsun. Hatta polenlerin ve yumurtaların yarısı S1, diğer yarısı da S2 geni taşısın. Bu durumda böyle bir fert kendileştirilirse, polenler ve yumurtalar aynı self sterilite (S) genini taşıyacaklarından dolayı stigma içerisinde çimlenemedikleri görülecektir. Çimlendiklerini varsaysak bile, bu seferde polen tüpleri yavaş büyümeden kaynaklanan bir pozisyon içerisinden olsa gerek yumurtaya erişemeyip onu yine dölleyemeyeceklerdir.
Bir başka husus ise polenler ile aynı self sterilite genine (s) sahip olan yumurta ve polenin çimlenmesi veya büyümesini önleyici maddeler salgılamasıyla birlikte, stylustan (çiçeğindişicik borusu) yukarıya yayılarak stigmaya erişmesi sonucunda polenlerin S1 gelişmesini önlemeleri olayıdır.
Örnek–1
S1S2 bitkisini S1S3 bitkisi ile tozlaştırırsak polenlerin yarısı, yani S1 polenleri çimlenemez. S3 polenleri ise normal faaliyet gösterip normal tohumlarını meydana getirirler. Bunu tablo halinde gösteriniz.


Çözüm: S1S2 x S1S3


F1= S1S3, S1S2


♂/♀ S1 S3
S1 S1 S1 S1 S3
S2 S1S2 S2 S3

Örnek–2
Erkek S1S2 bitkisi, S3S4 bitkisi polenleri ile tozlaştırılacak olursa yumurta ve polenler farklı allelleri taşıdıklarından dolayı ne S3 ne de S4 bir engelle karşılaşmayıp normal tohumlarını meydana getireceklerdir. Bunu tablo halinde gösteriniz.

Çözüm: S1S2 x S3S4

F1= S1S3, S1S4, S2S3, S2S4


♂/♀ S3 S4
S1 S1 S3 S1 S4
S2 S2 S3 S2 S4


Tablodanda anlaşıldığı üzere S allelleri sadece kendileşmeye değil, aynı S allelleri taşıyan ayrı fertler (bir grup içinde) arasındaki karşı döllenmeye de engeldirler. Fakat yine de ayrı gruplara ait fertler arasında başarılı olduklarını gözardı etmemek gerekir.
Örnek–3
Tütün bitkisinde S1S2 sterilite (kısırlı) genlerine sahip bir fertle S4S5 steriliteye sahip genler çaprazlandırılıyor. Bu durumda dölde hangi kombinasyonlar meydana gelir?

Çözüm: S1S2 x S4S5


♂/♀ S1 S2
S4 S1 S4 S2 S4
S5 S1 S5 S2 S5


Bu durumda F1= S1S4, S2S4, S1S5, S2S5 olur.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty ADLİ TIP

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:09 pm


ADLİ TIP
SELİM GÜRBÜZER
Adli Tıp çözülmesi imkânsız gibi görünen birtakım karanlıkta kalan olayları aydınlatmak için vardır. Malumunuz Türkiye’de Adli Tıp her türden adlı vakaları aydınlatmak yönünden adından söz ettirerek derecede hak ettiği konuma gelmiş bir kurumdur. Düşünsenize ülkemizde bir zamanlar delil yetersizliğinden faili meçhul olaylara kurban gitmiş birçok insanın katline ferman okuyanların yanına kâr kalan bir süreç yaşamıştık. Neyse ki artık son derece yüksek donanımlı Adli Tıp Kurumu laboratuvarları sayesinde karanlıkta kalan pek çok hadiseler sır olmaktan çıkıp adalet er geç yerini bulabiliyor. Mesela bir insanın kahvesine az miktarda arsenik katılaraktan zehirlenip öldürüldüğü ya da arkada delil kalmasın diye cesedinin yakılıp bir yerlere atıldığını düşünün, o an sanırsın ki bu mesele asla aydınlanamaz, oysaki yanmış cesette olsa kemik örneklerinden DNA profili elde edilebileceği gibi bir takım kimyasal analizlerle zehirlenmiş olup olmadığının tespiti çok rahatlıkla yapılabiliyor da. Böylece olay bir anda açıklığa kavuşturulmuş olur.
Mesela yine bir çocuk cesedi düşünün ki üzerinde yara bere halde kesi izleri mevcut, ancak ne var ki bu yara bere haldeki kesi izlerinin hangi aletle gerçekleştirildiği bilinmemekte, ama bununda mutlaka bir çözüm yolu vardır elbet. Hem böylesi durumlarda dünyanın geldiği noktada sürekli kendilerini üstün teknolojik bilgi ve donanımıyla yenileyen Adli Tıp uzmanları ne güne duruyor, artık eldeki verilerle arka planda kalan nice hadiseleri gerek otopsi yaparak gerekse kimyasal ve biyolojik yöntemlerle çözüme kavuşturup neticelendirebiliyorlar da. Nasıl mı? İşte bu alanda 1978 yılı teknolojik donanıma haiz İngiltere Adli Tıp uzmanlarının Los Angeles’te 2,5 yaşındaki ceset üzerinde kerpeten izine benzeyen lekelerin analizi ve elektron mikroskobu (SEM) incelemeleri sonucunda söz konusu aletle cinayetin işlendiği tespit edilip olay bir çırpıda aydınlanıyor olması bunun bariz delilidir zaten.
Türkiye’de de malum Adli Tıp bünyesinde yeni bölümler açıldıkça savcılıklar ve mahkemelerce gönderilen ağzı usulüne uygun iple bağlanmış mühürlü torba içerisinden çıkan numuneler üzerinde en küçük bir iz ya da leke örneğinden elde edilecek bulgular ışığında pek çok davalar rahatlıkla aydınlatılabiliyor. Mesela olay yerinde toplanan herhangi bir materyal üzerinde kan, sıvı, meni, tükürük vs. gibi lekeleri inceleyen biyologlarımız, ölüm sebebini ortaya çıkarmaya yönelik canla başla bilgisini ve deneyimini ortaya koyup otopsisini yapan doktorlarımız, doku incelemesi yapan patologlarımız, cesetten inceleme için örnek alınamayacağı durumlarda diş üzerinde radyolojik inceleme, yaş belirleme ve kimliklendirme çalışması yapan adli odontolojistlerimiz, kemik incelemesi yapan antropologlarımız, toksikoloji incelemesi yapan kimyagerlerimiz ve işin mutfağında ter döken tekniker ve laborantlarımız hiç kuşkusuz ki karanlıkta kalan olayların aydınlanmasında her biri öncü elemanlarımızdır. Nitekim bir diş numunesinin Adli Tıp uzmanlarınca maktul ve şüpheli arasında mukayesesi yapıldığında elde ettikleri bulgulara dayanarak birbirinin tıpatıp aynısını olmadığı tespit edilebiliyor. Derken elde ettikleri verilerle şüphelinin maktulün üzerinde bıraktığı diş izlerinden şüphelinin kimliği belirlenebileceği gibi tam tersi maktulün şüphelinin üzerinde bıraktığı diş izlerinden hareketle maktulün kimliği de belirlenip bir anda görülen dava netlik kazanabiliyor. Bir başka davada mesela kimliği bilinmeyen şahsa ait bir kafatası kemiğinin çamurla maskelenerek elde edilen yüz modelinden hareketle fotoğrafına bakılarak ya da birinci ve ikinci derece akraba yakınlarına görüntüleri yüzleştirerekten de kimlik teşhisi yapılıp dava netlik kazanabiliyor. İşte bu ve buna benzer pek çok olay yeri inceleme örnekleri üzerinde yapılan çalışmaların raporlandırılıp netlik kazanması sayesinde nice karanlıkta sır olarak kalan hadiseler bir bakıyorsun sır olmaktan çıkabiliyor. Hele Türkiye’de Adli Tıp’ın uluslararası ölçekte teknolojik araç ve donanım bakımdan her geçen gün kendini yeniledikçe daha nice karanlıkta kalan bir dizi hadiselerin bir bir düğümünün çözüldüğünü müşahede etmekteyiz. Mesela şimdiye kadar kullanılan aletlerden en çokta akla hiç şüphesiz ki gaz kromatografi ile spektrofotometre (CC-MS) gelmektedir. İşte bu ve buna benzer son derece gelişmiş cihazlar sayesinde birbiriyle oldukça yakın benzerlikte analitlerin ayırımının ve miktarlarının belirleme işlemlerinin gerçekleştirilebileceğini bir Adli Tıp çalışanı olarak bizatihi yakinen gözlemlediğim gibi petrolden tutunda uyku ilacı dâhil pek çok maddenin gaz haline dönüştürülen analitin içeriğinin de belirlendiğini gözlemledim. Nitekim Kimya İhtisas Dairesi Başkanlığı bünyesinde konuşlanmış laboratuvarlara gönderilen organ parçalarından mesela bir karaciğer organ parçası üzerinde fiziksel ve kimyasal özelliklerine göre kokain maddesinin ayırımının yapılıp tespit ediliyor olması bunun gerçekleştirilebileceğinin bariz bir göstergesidir. Böylece soruşturmaya konu olan zehir hadisesinde cesed organlarının inceleme işlemlerinin tamamlanmasının akabinde ölen şahsın ölüm nedeninin kokain zehirlenmesi olup olmadığı raporlandırılabiliyor artık. Ki, bu iş sadece kokainle sınırlı değil elbet, alkol ve uyuşturucu gibi daha birçok zehirlenmeye etken olacak her türden gazın toksikolojik analizlerinin yapılıyor olması da buna dâhildir.
Peki, kimyasal analizler iyi hoşta bu arada Biyoloji İhtisas laboratuvarları bu işin neresinde? Malumunuz Biyoloji ihtisas Dairesi Başkanlığı bünyesinde konuşlanmış DNA laboratuvarları da mühürlü torbayla gelen her türlü materyalin görünür ve UV ışık altında incelenmesiyle tespit edilen leke örneklerinin işin ehli uzmanlarca kodlanaraktan ependorf tüplere alınıp izole edildikten sonra PCR, denatürasyon ve ardından cihazda okuma işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte nice çözülemez sanılan bir dizi olayların düğümünü çözen laboratuvarlar olarak dikkat çekmektedir. Nasıl mı? Mesela leke örneklerinin meni yönünden incelemesinde Prostat Spesifik Antijen tayini lateral flow immunassay yöntemiyle pozitifliği ya da negatifliği tespit edilebildiği gibi lekelerin kan yönünden incelemesinde Kastle-Meyer/Lumonal yöntemiyle de pozitifliği ya da negatifliyi tespit edilebilmekte. Yetmedi lekenin lateral flow immunassay yöntemlerle hem hemoglobin tayini hem de tükürük amilazı tayini de yapılabilmektedir. Şayet meni şüphesi içeren lekelerden sperm aranacaksa alınacak olan leke örneklerin ilk evvela maserasyon işleminden geçirilip sonrasında ise Hematoksilen-Eosin boyama yöntemleri kullanılaraktan mikroskobik incelemesinin yapılması gerekir ki spermin var olup olmadığı belirlenebilsin. Keza olay yerinden gönderilen kılların morfolojik yönden köklü ya da köksüz olduğunun morfolojik olarak belirlemek yetmez mikroskobik incelemeyle de köklü ya da köksüz olduğunu teyit etmek gerekir ki kök ihtiva eden kıl numuneleri DNA analiz çalışmalarına alınabilsin. Böylece kıl örnekleri üzerinde bir yandan morfolojik incelemesi yapılırken diğer yandan da otozomal, gonozomal ve mitokondrial DNA analizleri tamamlanıp kimliklendirme işlemleri netlik kazanmış olacaktır. O halde sakın ola ki kıl tüy deyip iş hafife alınmasın, oysa kıl tüy ne ki denilen bir şeyden tek adet saç telinin bile olayın aydınlanmasında tek başına kayda değer delil olduğu bilinen bir gerçekliktir. Hele ki tek adet saç telinin 20 çeşit özelliği göz önünde bulundurduğumuzda o söz konusu tek bir adet kıl üzerinde titizlikle çalışmanın çok büyük önem arz ettiği kendiliğinden anlaşılmış olur. Nasıl mı? Düşünün ki delil niteliğinde laboratuvara gönderilen elde avuçta sadece biyolojik materyal olarak tek bir adet kıl numunesi var, elbette ki böyle bir durumda o tek bir kıl numunenin başına herhangi bir kazara hal gelmemesi için büyük bir hassasiyet içerisinde koruma altına alınıp incelenmesi gerekecektir. Göz kulak olunmadığında aksilik bu ya, bir bakmışsın delil kaybına uğrama riskiyle karşı karşıya kalınması an meselesi diyebiliriz. Ki, böylesi bir durumda çalışan uzman hakkında delil karartması yönünden soruşturma açılması kaçınılmaz hal alacağı gibi bundan daha da vahim durum olayın aydınlatılmasında tüm çabalar boşa gidip akamete uğrayacaktır.
Hiç kuşkusuz kılın dışında bir başka hassasiyet gerektiren çalışmalardan biride sperm leke ve vajinal frotti örnekleridir. Nitekim bu söz konusu örneklerin mikroskobik incelemelerinde sperm-epitel hücrelerin karışık olduğu durumları göz önünde bulundurduğumuzda mix ayırımında da azami dikkat edilmesinin gerekliliği kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Hiç kuşkusuz spermin epitelden ayırma işlemleri için Differansiyel Lysis yöntem en ideal yöntem olup böylece bu sayede hem kadına ait hem de erkeğe ait tek tipte DNA profilleri tespit edilebiliyor. Mesela bazı leke örnekleri de vardır ki, tek tipte DNA profili tespit edilemeyip ancak mix (karışım) halde DNA profili tespit edilebilmekte. Hatta lekeden tespit edilen bu mix DNA profili, şüpheliyle mağdurun birlikte DNA profilini birlikte içerebileceği gibi birden fazla şüpheli farklı şahıslara ait DNA profillerini de içerebilir. Şayet tespit edilen mix DNA profilinin gen bölgesinde 4 adedin üzerinde allel tespit edilmişse böylesi bir tabloda herhangi bir şahsın varlığı yönünde değerlendirme yapmanın bilimsel bir değerlendirmenin sağlıksız olacağı Uluslararası Adli Genetik Birimlerin içtihadıyla herhangi bir şahsın varlığı yönünde mukayese yapmak doğru olmayacağı ortaya konmuştur. Madem ortada böylesi bir bilimsel anlamda uluslararası bilim kurulu içtihadı söz konusu o halde bir den fazla şahsa ait tespit edilen mix DNA profillerinin içerisinde en az üç şahsın bir arada bulunduğu mix DNA profilleri için davaya bakan hâkim ve savcılıklardan CMK 78, 79 ve devamı maddeleri gereğince alınacak mahkeme kararıyla birlikte şüpheli şahıslara ait DNA örneklerinin gönderilmesi durumunda ancak karşılaştırma yapılabileceğinin talep edilmesi uygun olacaktır. Ta ki elde edilen mix DNA profilin içerisinde yer alan en az 3 şahsa ait biyolojik örneğin bir arada bulunmasının imkân dâhilinde olan şüpheli şahısların DNA profiliyle örtüşmesi tamamlana dek bu talep devam eder de. Böylece birden fazla şahsa ait mix DNA profili tam tamına tamamlandığında mixi içeren şahıslardan tek yumurta ikizleri hariç rastgele seçilen örnekler arasında ve aynı zamanda şüpheliyle akrabalığı bulunmayan bir şahsa ait DNA profilinin gönderilen örneklerde tespit edilen DNA profili ile birebir örtüşme ihtimalinin Türkiye popülâsyonunda takriben 1/1019 olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda başka bir şahsın tesadüfen şüphelinin profiliyle birebir eşleşme ihtimalinin olmadığı görülecektir. Böylece mix içerisinde örtüşen şahıslar hakkında çok rahatlıkla DNA’sını içerdiği şeklinde rapor düzenlenmesi uygun olacaktır. Düşünsenize ortada 1/10’luk rakamın ardına 19 tane sıfır eklenmiş bir sayıdan söz ediyoruz, elbette ki bu sayı bize mixin içerisindeki şahısların varlığından şüphe etmeyecek derecede örtüştüğünü ortaya koyması bakımdan raporu sonuçlandırmaya yeter artar da. Hakeza nesep davalarında da aynı durum söz konusudur. Nitekim çocuklara ait otozomal DNA profilleri ile baba ve anneye ait otozomal DNA profillerinin mukayesesi yapılaraktan hem annelik hem de babalık indeksi %99,99 olaraktan hesaplanıp ortadan tüm şüpheleri kaldıracak derecede çocukların annesi/babası olabilecekleri belirlenerekten rapor düzenlenebiliyor. Hatta erkek bireylerin Y-STR DNA profillerinin babadan oğula Y kromozomu üzerinden aktarıldığı ve Y kromozomunun mutasyona uğraması dışında aynı soy ağacına dâhil erkek bireylerde (büyükbaba, baba, erkek çocukları vb.) birbirleriyle aynı olduğundan neseb davasına konu olan şahıslar arasındaki akrabalık ilişkisini Y-STR DNA analiz çalışmalarıyla da baba tarafından aynı soy ağacının fertlerinin olabileceğinin tespiti yapılaraktan pekâlâ raporlandırılabiliyor. Keza kız çocukları söz konusu olduğunda ise malum Gonozomal X-STR DNA analiz çalışmalarıyla tespit edilen X-STR DNA profillerinin her bir lokusta en az bir allelin ortak olduğu belirlenmesiyle birlikte aynı babanın kız çocukları olabileceğinin tespiti şeklinde sonuca bağlanıp raporlandırılmakta da.
Belki bu arada aklımızın ucundan gerek neseb davaları gerekse olay yeri incelemelerine konu olan davalarda DNA analiz çalışmalarıyla madem neseb tayini, soy bağı, şüpheli ve mağdurların tespiti çok rahatlıkla belirlenebiliyor o halde parmak izine ne gerek var şeklinde bir düşünce geçebilir. Gerek var elbet. Her ne kadar ülkemizde DNA analiz yöntemlerinde çok gelişmişlik kaydedilmiş olsa da hele bilhassa hırsızlık olaylarının aydınlatılmasında ve sahte kimlik kullananların açığa çıkarılmasında parmak izi ve avuç içi izlerinin arşiv taramasıyla mukayesesi yapılaraktan tespitinin dün olduğu gibi bugünde temel delil niteliği konumunu korumaya devam etmesi gayet tabii bir durumdur. Bilindiği üzere parmak izi insanın en çok terli veya yağlı parmağına aminoasitlerin bırakılmasından hareketle o aminoaside özgü bir takım kimyasallardan faydalanılaraktan da şahsın kimliği çok kolay belirlenebiliyor. Nitekim bu iş için proteinlerin tanınmasında yararlanılan bu söz konusu kimyasal ayıraçlardan ninhidrin parmak izindeki serbest amino asitlerle reaksiyona tabi tutulduğunda o bölgede kırmızı-mavi renk dönüşmesi diyebileceğimiz Ruheman moru renkte organik maddenin açığa çıkmasıyla da eldiven, cam, plastik vs. gibi materyaller üzerinde ki parmak izinin varlığı tespit edilebiliyor. Keza pudra temelli yöntemlerle de gönderilen materyaller üzerinde de kriminal incelemeyle parmak izi ortaya çıkarılmakta.
Hani öldürülenlerin kanı yerde kalmaz deriz ya hep, gerçekten de Adli Tıp uygulamalarının hız kazandığı günümüzde iyide nereye kadar kan davaları gizlenir dedirten şekliyle daha da bir anlam kazanıp görülen davaların sır olmaktan çıkıp delilleriyle birlikte raporlandığı görülmekte. Düşünsenize daha 2002 yıl öncesinde kan numuneleri üzerinde grup faktör yöntemiyle suçluları bulma çalışmaları yürütülürken hele bilhassa 2002 yıl sonrası bir bakmışsın genetik alanında baş döndürücü gelişmelerin ivme kazanmasıyla birlikte artık Adlı Tıp laboratuvarlarında kullanılan elektroforez analiz yöntemi en güçlü ve en gözde analitik teknik olarak damgasını vurmuş durumda. Dahası bu teknik sayesinde izolasyona tabi tutulan herhangi bir organizmaya ait DNA molekülünün belirlenen bölümü PCR işlemiyle kopyalanıp çoğaltılaraktan yük taşıyan çözünmüş sıvı parçacıkların elektriksel alanın etkisiyle göç ettirilmesinin akabinde yürütülen moleküllere özgü boyalarla o bölgeler işaretlenip pik şeklinde görünür hale gelebiliyor. Böylece DNA sentezinde yol gösterici olarak kullanılan primerlerin öncülüğünde baz eşleşmesi kapiller elektroforez genetik analizör okuma cihazlarında karşılık bulan rakamsal allel değerler 3500xl GeneMapper IDX programıyla tiplendirilip kişilere ait DNA profillerin çıktısı alınıp raporlandırılmış olmakta. Bu arada yeri gelmişken söylemekte fayda var, Adli Tıp denince eskiden hep otopsi yapan Morg İhtisas Dairesi akla gelmekteydi, neyse ki gelinen nokta itibariyle medyada yayınlanan bir dizi belgesel veya filmlerin izlenmesiyle birlikte bu düşünce git gide hükmünü yitirip artık ilk akla gelen Biyoloji İhtisas Daireleri gelmekte. Zira Adli Tıp Kurumu bünyesinde Biyoloji İhtisas Daireleri öyle bir konuma geldi ki cinayet, tecavüz, neseb davalarının bir bir çözümlendiği Amerika’da FBI elemanlarını aratmayacak şekilde biyologlarında damgasını vurduğu bir birim olarak adından söz ettirmektedir. Her ne kadar kimliklendirme çalışmalarında yoğun emek sarf eden biyologların ülkemizde yeterince ne iş yaptıkları kavranmasa da altına imza attıkları raporların sayısı çoğaldıkça ne denli önemli işlere imza atan uzman elemanlar olduğunun kavranacağına inancım tamdır. Dahası böylesi elemanların çalışmalarını yerinde tetkik edildiğinde Adli Tıp bünyesinde çalışan biyologların pek çok işi bir arada yürüttükleri görülecektir. Bir başka ifadeyle olay yerinden gönderilen suç aletleri, giysi, eşya vs. biyolojik materyaller üzerinde sperm, kan veya diğer biyolojik lekeler aramak, lekeden orijin tayini yapmak gibi bir dizi analiz çalışmalarını büyük bir titizlikle yürüten görünmeyen gizli kahramanlar diyebileceğimiz asıl elemanlar biyologlardır. Ayrıca olay yerinden gelen mühürlü bez torbanın özellikleri belirtilecek tarzda tutanakla açılmasından tutunda, bu delil torbasından çıkan biyolojik materyallerin tek tek incelenip üzerlerinde lekelerin alınması, aynı zamanda bu alınan leke örneklerinin DNA izolasyon çalışmalarına başlanıp PCR (izolasyondan elde edilen DNA’nın bazı bölgeleri polimeraz zincir tepkimeleri adı verilen teknik bir işlemle binlerce kez çoğaltılması) ve denatürasyon işlemini takiben çoğaltılmış DNA ürünün genetik analizör cihazına yüklenerek kişiye has ya da olay yeri örneklerine ait DNA profilleri belirlenip, akabinde raporlandırma gibi bir dizi işlemlerin her safhasında ter dökmektedirler. Her şeye rağmen bunca işi bir arada yapan bu ekibin mutlaka bir gün hak ettiği bir konuma geleceklerdir elbet.
İşte elektroforez metoduyla çalışan lazerli analizör cihazların Adli Tıp Biyoloji İhtisas Laboratuvarlarında kullanıma girmesi suçluların aydınlığa çıkarılması bakımdan devrim niteliğinde bir gelişme olsa gerektir. Eskiden bir damla kanın kolloid (kolloidal çözelti ve asıltı) üzerine konulan bir solüsyonla eritilme işleminin ardından düz bir kaba konulmak suretiyle kana ait protein moleküllerinin güç kaynağı yardımıyla ya anoda (artı elektrod) ya da katoda (eksi elektrod) hareket ettirilip taşıdıkları yüke göre birbirlerinden kesin sınırlarla ayrılan protein bölgelerinin yerleri belirlenerek iş kotarılmaya çalışılırdı.. Bir başka ifadeyle agaroz jel elekroforez gibi yöntemlerle belirlenen bu bölgelerin jel kasetinden çıkarılıp boyama işleminden geçirilerek şerit veya bant halinde görünümleri sağlanıp protein miktarı direk dansitometre ile yüzde olarak örneğin toplam protein miktarı mutlak değer olarak verilirdi. Derken belirlenen bu değerler şüphelilerden alınan kan değerleriyle karşılaştırılıp kimliklendirme çalışmaları ortaya konurdu. Artık gelinen nokta itibariyle bu tür klasik ve manüel yöntemlere gerek kalmaksızın bu yöntemlerin yerini DNA izolasyonu manyetik partikül tekniği kullanılarak otomatik DNA izolasyon robotları almıştır. İşte bu son derece ileri teknikler sayesinde bir yandan DNA analiz çalışmaları gerçekleştirilirken, diğer yandan da benimde 2002 yıl sonrasında yaklaşık 15 yıl süreyle Adli Tıpta çalıştığım o dönemde STR DNA İncelemesi Power Plex Fusion 6C/Power Plex Fusion 6C direct ve Powerplex CS7 kitleriyle DNA profillerin tespit işlemleri gerçekleştirilmektedir. Nitekim içinde bulunduğum o dönemde ki çalışılan polimorfik STR DNA bölgelerine baktığımızda izole edilen DNA’dan Identifiler kiti kullanılarak PCR cihazıyla çoğaltılarak elde edilen Otozomal D8S1179, D21S11, D7S820, CSF1PO, D3S1358, THO1, D13S317, D16S539, D2S1338, D19S433, VWA, TPOX, D18S51, D5S818, FGA ve cinsiyeti gösteren Amelogenle birlikte değim yerindeyse dört başı mamur diyebileceğimiz bir eserle karşı karşıya kalınır ki onca yoğun çaba içerisinde günün yorgunluğunu çalışan uzmanların üzerinden atmasına yeter artar da. Ki, bu şahika eser tespit edilen DNA profillerinden başkası değildir elbet.
Velhasıl-ı kelam, Adli Tıp karanlıkta kalan pek çok olayların aydınlatılmasında adaletin tecellisinde eli ayağı diyebileceğimiz gözde bir kurumdur.
Vesselam.


En son dedekorkut1 tarafından Paz Eyl. 26, 2021 1:23 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:10 pm

AKARSULAR (LOTİK SULAR) VE ORGANİZMALAR

ALPEREN GÜRBÜZER
Belli ki ilk hayatın sudan başladığını unutalı yıllar olmuş. Bu yüzden olsa gerek ısrarla ‘Tuna nehri akmam’ diyor. Her ne kadar bu kahramanlık marşımızın dizeleri savaşta yaşananlar için söylense de niye aksın ki. Çünkü tüm akan suların ab-ı hayat olduğunu unuttuğumuz gibi Tuna’yı da unutmuşuz maalesef. Hatta o meşhur akarsu şimdilerde maviliğini yitirmiş durumda. Maalesef çevre kirliliği akarsuları da derinden vurmaktadır. Hakeza Ren nehri de öyle. Baksanıza Avrupalılar bu nehre artık ‘Avrupa kanalizasyonu’ demeye başladılar bile. Neyse ki her şeye rağmen kirletilen su, tabiat içerisinde bir döngü ile tekrar kullanılır hale gelebilmektedir. Zira gerek insanların kullandığı sulardan arta kalanlar, gerek bitkilerin terleme yoluyla (transpiration) bıraktıkları damlacıklar, gerek hayvanlardan perspiration yoluyla ayrışan su, gerekse nehir, göl ve denizlerde buharlaşma sonucu açığa çıkan suyun atmosferde toplanmasının ardından (Evapo-transpiration) tekrar rahmet yağmuru şeklinde yeryüzüne temizlenmiş halde dönebilmektedir. Yani yeryüzüne düşen yağışın 1/3’ü kadarı akarsular vasıtasıyla yeniden denizlere aktarılabilmektedir. Zira nehirlerde su takriben haftada bir, göllerde 10–100 yılda bir, denizlerde ise 3600 yılda bir defa tazelenmekte olduğu tahmin edilmektedir. Anlaşılan o ki bu döngü sayesinde kullanılan su hem sabit kalmakta hem de temizlenmekte. Zaten tabiatta bu su dengesi olmasaydı atmosferden inen su yerin alt katmanlarında kaybolması söz konusu olacaktı ki, bu tam manasıyla biyolojik dengenin sarsılması demektir. Hatta su olmasaydı sindirimde yapamazdık. Dolayısıyla vücudumuzun % 73’ü su olduğunu hesaba kattığımızda Allah’a ne kadar şükretsek azdır diyebiliriz.
Şu suyun güzelliğine bak ki ağaçların ve bitkilerin gövdesine ve tepelerine tırmanmakla kalmayıp tıpkı akarsuda olduğu gibi aşağıya doğru da akmaktadır. Bir akarsu kaynağı ile kaynağından döküldüğü yere kadar olan kısmı arasında ekolojik bakımdan oldukça geniş farklar vardır. Şöyle ki;
A-Kaynak formları- Kaynaklar ekolojik bakımdan oldukça yeknasak olan ortamları teşkil ederler. Çöllerin kavurucu sıcaklıklarında akrepler ve örümceklere rızk veren Allah, akarsu yataklarında hayatlarını idame ettirecek canlılara bir program ve organ donanımını esirgemeyecektir elbet. Karada olduğu gibi akarsuların da kendine özgü hayat şartları mevcuttur. Genelde akarsu kaynak formları ortam bakımdan temperatürü sabit olup, buralarda daha çok stenotein türler yerleşmiş durumdadır. Soğuk kaynaklarda bitkiler nadir olup, sadece birkaç alg ve yosun türleri ile temsil edilirler. Fauna bakımdan ise platyhelminthes türleri (planaria, alpina), Amphipod türleri (Gammarus sp), İsopoda potter da türleri (aselus) ve bazı böcek larvalarından meydana gelmiştir. Sıcak su ihtiva eden kaynaklarda ise bazı termofil türlere rastlanmaktadır.
İlginçtir Yeni Zelanda’da Allah’ın büyük bir nimeti olarak ırmaklar çok sıcaktırlar. Bu yüzden bu ülkede yaşayanlar sıcak su sıkıntısı çekmezler. Fakat her nimetin bir de külfeti var elbet. Nitekim Yeni Zelanda’da sık sık depremlerin olması da gözden kaçmamaktadır. Belli ki kaynar sularla ısınan toprak üzerinde tetikleyici rol oynayıp sarsıntılara sebep olmaktadır.
B-Akarsu formları- Ekolojistlerin çoğuna göre bir akarsu akış hızına, genişliğine ve yatak şekline göre birkaç zonda incelenebilir. Nitekim her zon dominant olarak ihtiva ettiği bir balık türü ile karakterize edilirler.
Alabalık zon (Nehirlerin üst kısımları, şelaleler)
Alabalıkların dominant olarak bulundukları zondur. Bu zonda alabalıkların hayatları optimal şartlarda geçer. Dolayısıyla yaşadıkları akarsuyun mutlaka temiz ve serin olması şarttır. Bu yüzden genelde akarsuların aşağıya doğru akması esnasında tükettikleri oksijeni, kenarlarında kordon boyu dizili ağaçlar tarafından takviye edilerek bu meselede halledilmiş olmaktadır. Aksi durumda oksijensizlikten dolayı yatağında kıvrım kıvrım akan akarsular alabalıktan mahrum kalacaklardı. İlginçtir akarsu aşağıya doğru akar diyoruz ya, alabalıklarda sanki akarsuyun bu akış insicamını bozmamak adına onlarda tek bir yöne doğru yüzmektedirler. Yüzlerce alabalığın nizami bir tempo içerisinde akarsu içerisinde yol alması elbette ki hayreti şayan bir olay olsa gerektir. Bu zonun genel karakteristik özelliklerine baktığımızda şu hususlar göze çarpmaktadır. Şöyle ki:
—Sular çok hareketli olduğundan O2 (oksijen) bakımdan zengindirler.
—Plankton yoktur, fakat zeminde hem fauna (hayvan toplulukları) hem de bitki florası mevcuttur.
—Taşlar üzerinde cycliophora (yeşil algler), lemanea (kırmızı algler), yosunlar, porifera ve bryozoa türlerine rastlanmaktadır.
Zeminde ise tricladida ve molluscalara (angus fluviatilis) rastlanır. Bu zonun başlıca öteki türleri efemerler, plecopterler, phylon ve birkaç diphterie türünden meydana gelmiştir. Balıklar transversal olarak yassılaşmış olduklarından yüzmeleri kolaylaşmış haldedirler.
Som Balığı (Thymallus thymallus) zonu
Som balığı yıllarca denizlerde gurbet hayatı yaşadıktan sonra doğduğu nehre dönebilmektedir. Düşünebiliyor musunuz yıllar sonra yolunu şaşırmadan vatanın kavuşması mucizevî bir olay olsa gerektir. Bu balığın zonu özellikle kuzey memleketlerinde alabalığın bulunduğu zondan sonra gelir. Genellikle nehirlerin genişlediği, zeminin kum ve çakıllarla örtülü olduğu bölgelere denk gelirler. Bazı bölgelerde ise Thymallus’un yerini Telestes sofia alır. Hatta Leuciscus rutilus’ta bu zonda yerleşmiştir diyebiliriz.
Tekir balığı (Barbus) ve Chondrostoma nasus zon
Bu zon daha çok nehirlerin durgun kısımlarında meydana gelip, bitki bakımdan oldukça zengin bir zondur. Zira zemin çamurunda molluscalardan unio, anodonta, psidium genusu türleri ile oligochaet ve chironomidler bulunur. Aynı zamanda bu zon plankton bakımdan da zengindir.
Bu zonlardan başka akarsu yatakların çamurları içerisine karışmış bilmediğimiz nice hayata dair mucizeler de mevcut. Nitekim yılan balığı cinsinden zarganalar yavrularını beslemek üzere akarsu kumlarına gömmektedirler. Peki, gömülen bu hayvanlar nasıl beslenecek derseniz, onları yaratan rızkını da ona göre yaratmıştır elbet. Şöyle ki; su içerisinde çamurlar içerisine sinmiş besinler adeta filtre edilerek sanki gizli bir ilahi güç tarafından ağızlarına iletilecek şekilde rızıklanırlar. Hatta bu süreç yavru balığın 1 yaşını doldurana kadar devam eder de. Bir yaşından sonra yılan balığı yavrusu için artık gömülü kumlardan başını çıkartmak zamanı gelmiştir. Derken yavru balıklar pırıl pırıl bir dünya’ya gözünü açmak suretiyle engin denizlere yelken açarlar. Yılan balıkları olgunluk çağına geldiklerinde bulundukları değişik türden göl ve nehirlere göç edip buralarda yavruladıktan sonra ölürler. Derken bu döngü yılan balıklara özgü bir şekilde devam edip, böylece suyun her bir katresi yılan balığıyla ünsiyet kurmuş olur. Kelimenin tam anlamıyla yön tayini veren ilahi güç karşısında adeta dilimiz tutulmakta.
Anlaşılan o ki balıklar dünyanın tüm tuzlu ve tatlı suları içerisinde yaşayan canlılar arasında en dikkat çeken omurgalı hayvanlardır. Bilimin şuana kadar tespit ettiği 30 bin türü ile her mevsimde protein ve vitamin bakımdan soframıza zenginlik katmaktadırlar. Bu yüzden Rabbül âlemin; “ Denizi-ondan taze bir et yemeniz, ondan giyeceğiniz (kullanacağınız) zineti çıkarmanız için- hizmetinize rameden O’dur. Gemilerin orada-suları - yararak gittiklerini görüyorsun ki - bu sırf Allah’u Teala’nın lutfu kereminden nasip aramanız ve - O’na – şükretmeniz içindir”(Nahl,14) diye beyan buyurmaktadır.
Yüce Allah balıkların mekânı sular olması hasebiyle onlara yürümesi için ayak ve soluması için akciğer ihsan etmemiş. Bunların yerine yüzgeç kanatları ve solungaçlar yarattı ki mekânlarında hem yüzsünler hem de nefes alabilsinler. Balıkların üremeleri için de kara hayvanlarında olduğu gibi genellikle hamile kalma yolu tercih edilmiştir. Yani zamanı geldiğinde bir karından sayısız aynı cins yavru balıklar meydana gelebilmektedir. Belli ki suda kuluçkaya yatmak imkânsız olsa gerek ki; Rabbül âlemin tüm tohumlar doğdukları andan itibaren kurutulmuş veya olgunlaşmış halde canlandırmayı murad etmiş.

Yeryüzünden süzülerek akan ırmaklar coşkun su membaları ve tepelerden akan küçük çayları yanlarına katarak düz ovalarda göller meydana getiriyorlar. Hatta göl oluşturan sular beraberinde birtakım canlıları da sürüklüyorlar. Böylece zon oluşturmakta.
Göllerde bulunan organizmalar (bitki ve hayvan) ekolojik bakımdan 2 büyük grupta incelenir.
1-Bentik formlar (benthos)- Bu formlar göl zemininde yaşayan organizmaları kapsar. Aynı zamanda göllerin zemininde yaşayan bitki ve hayvan türlerini ihtiva eder. Dolayısıyla bentik bölge 3 zonda incelenir. Litteral zon, sublittoral zon, derin zon diye tasnif edilir. Bu zon da yaşayan organizmalar hayat şekillerine göre ise;
—Rızımenon(Sabit olarak yaşıyan akuatik bitkiler) Örnek- Fanegomlar.
—Biotekton (Sert sustratumları örten komuniteler)
—Perifiton (Akmatik üzerindeki kominitler)
—Psammon (Kum çakıl gibi yumuşak substratumda yaşıyan organizmalar) olmak üzere 4 kısımda tasnif edilir.
a- Littoral zon- Bu zon az derin olup zengin bir vejetasyon ihtiva eder. Özellikle vejetasyon örtüsü göllerde 2–3 m derinliğine kadar yayılış gösterir. Littoral zonda Crustacea, Annelid ve İnsectalara bol olarak rastlanır. Kum içinde yaşamaya adapte olmuş pseommik faunanını esasını protozoa, rotifer, tardigrad, nematod ve copepod’lar teşkil eder.
b-Sublittoral zon- Littoral zonla derin zon arasında geçiş teşkil eden bir bölgedir. Karakteristik türlerini Pelecypodlar, Dıphteria larvaları teşkil eder.
c-Derin Zon- Ancak derin birkaç gölde (Baykal ve Tanganika türleri) temsil edilen bir zondur. Bu zonda artık bitkilere rastlanmaz. Sadece faunadan Cronomid türleri ile Crustaceadan Asellus, kurtlardan Tubifex türlerine rastlanır.
2-Pelajik Bölge- Göllerin zemini ile temasta olmadan suda asılı olarak hayatlarını sürdüren organizmaları ihtiva eden pelajik bölge Nekton, Plankton, Pleuston ve Neuston diye 4 farklı ekolojik grubu kapsar.
Plankton- Göllerin pelajik bölgesinde pasif olarak yer değiştiren organizmalardır. Göller plankton bakımdan denizlere oranla daha azdır. Burada başlıca planktonik formlar tek hücreli veya flamentli algler, protozoa, Rotifer, Crustacea'dan (Cladocera, copepoda, ostracoda) meydana gelmiştir. Bu formlar denizlerde olduğu gibi önemli vertikal göçler izlenebilir.
Nekton-Aktif olarak yer değiştiren organizmalar olup göllerde çeşitli balık türleri ile temsil edilir.
Neuston- Hayatlarını su altında sürdüren organizmalardır. Göllerin neuston faunası denizlerden zengindir. Neuston faunanın esasını çeşitli böcek familyalarına ait türler teşkil eder. Örnek-Veliidea, Gerridae, Gyrinidae.
Pleuston-Göl suları üzerinde rüzgârın etkisiyle yer değiştiren organizmalardır. Bazı ekolojistler ise göl sularında asılı olarak bulunan organizma ve cisimlerin (cansız parçalar) tümüne birden seston adı altında ifade etmektedir. Seston da plankton ve Trihpton olmak üzere iki kısımda incelenir.
Göllerin ekolojik bakımdan sınıflandırılması 3 kategoride incelenir:
1-Oligotrof Göller
Bu göllerin genel özellikleri:
—Genellikle çok derin olduklarından hıpolimlion bölge geniştir, termoklin tabaka yüksekten teşekkül eder.
—Güneş radyasyonları zemine kadar ulaşmaz. Bu nedenle suyun derin tabakaları genellikle çok soğuk olur.
—Zemin organik madde ve suda ise süspansiyon maddeler azdır.
—Ca, P ve N bileşiklerince fakir olup humus asidi ya çok azdır ya da hiç yoktur.
—Suyun ihtiva ettiği oksijen bütün sene boyunca aynı kalır ve yok ve çok az bir tabakalaşma görülür.
—Planktonlar kalitatif bakımdan bakımda fakir kantitatif bakımdan zengin olup genellikle sahillerde lokalize olmuştur.
—Algler az olmakla beraber clorophceanın çeşitli türleri zaman zaman bol olarak gelişir.
—Zeminde bazı Dıphteria larvalarına derin sularda ise soğuk seven bazı balık türleri rastlanır (Salmo turracalabalık)
2-Eutrof Göller
—Sığ göller olup güneş radyasyonu zemine ulaşır ve sular her seviyede sıcak olur.
—Zeminde organik madde, suda ise süspansiyon çok boldur.
—Ca, P ve N bileşikleri fazla humus maddesi azdır.
—Açık bir şekilde O2 tabakalaşması vardır(zemine doğru O2 miktarı azdır).
—Vejetasyon sahilde geniş bir kemer teşkil eder.
—Fito ve zooplankton bakımdan zengindirler.
—Zemin faunasının başında dıphterialar gelir(Chromons plomosur)
—Soğuk su balıkları O2 yetersizliği nedeniyle bu göllerde bulunmazlar. Buna rağmen Cyprinus carpio(sazan), Exos lucius(turna), Leuciscus cephalus(tatlı kefali).
3-Distrof Göller
Genellikle sığ olan göllerdir.
— Turbıerlerde veya eski dağlık üzerinde humus maddesinin bol olduğu bölgelerde bulunur. Bu sebepten de suları kahverengi görünür.
—Zeminde organik madde, suda süspansiyon çok bulunur.
— Ca, P ve N bileşikleri az olup, zeminlerde oksijen yok denecek kadardır.
—H2O vejetasyon ve plankton bakımdan fakirdir.
—Zemin faunası ya hiç bulunmaz veya birkaç tür ihtiva eder.
—Soğuk seven balıklara rastlanırsa da besin azlığından boyları kısadır.















Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty ANTİBİYOTİKLER, AŞILAR VE MİKROORGANİZMALAR

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:12 pm

ANTİBİYOTİKLER, AŞILAR VE MİKROORGANİZMALAR

ALPEREN GÜRBÜZER


Mikrobiyoloji bilimine ufuk açan bilge insanlar sayesinde artık hastalıklar teşhis edilebildiği gibi birçok tedavi yöntemleri geliştirebilmekteyiz. Şöyle ki;
İlk ve orta çağlarda İbni Sina; “Her hastalığı yapan bir kurtcuktur” diyerek ilk defa mikroba işaret etmiş olan bir bilge şahsiyetimizdir.
Hollandalı Antonie Van Leeuwenhoek; ilk defa; mercekleri üst üste koyarak mikroskobu yapması sonucu mikropları görmeye muvaffak olmuş bir başka bilge kişidir.
Fransız doktor ve kimyacısı Lois Pasteur; kuduz mikrobunu bulmakla meşhur olup adını altın harflerle bilim tarihine yazdıran bilim adamı. İlginçtir kuduz mikrobunu bulmuş, hatta köpek ve tavşanlar üzerinde bile denemiş. Fakat insanlar üzerinde denemeye cesaret edememiştir. Neyse ki bir gün bir annenin feryatlarını işitir işitmez yerinden doğrulup dışarıya çıktığında, “yavrumu kurtarın, yavrumu kurtarın!” yalvarışı karşısında dayanamamış ve böylece daha önce hayvanlar üzerinde denediği aşıyı küçük Joseps Meister’e enjekte ederek yavrucağın kurtulmasına vesile olur. İşte o gün bugündür Pastör ve bir anneni feryadı sayesinde kuduz vakaları karşısında kuduz aşısı uygulanmaya devam etmektedir.
Her ne kadar şarbon mikrobunu Lois Pasteur bulsa da, Alman köy doktoru Robert Koch ise koyun ve sığırlarda görülen şarbon hastalığı üzerinde çalışıp şarbon mikrobunu saf olarak elde etmiş bir bilim adamıdır. Dolayısıyla kolera mikrobunu keşfetmek Koch’a kısmet olmuştur.
Behring adında bir bilgin verem hastalığının ağız yoluyla bulaşabileceğini ileri sürmüştü. Bundan hareketle Calmette, Guerin iki Fransız doktor inek yavrularının ağızlarına verem hastalığına yol açan verem basilini verdiklerinde hayvanın bağışıklık kazandığını gözlemlediler. Böylece Basil kelimesinin B’sine, Calmette’nin C’sine ve Guerin’in G’sine izafeten adlandırılan BCG aşısıyla birlikte bir zamanların amansız hastalığına son verilerek insanlık nefes almıştır. Hatırlarsanız çocuk yaşlarda bizleri sağlık ocaklarına götürdüklerinde aşıdan önce kolumuz üzerine sağlık görevlileri tarafından çizik atılarak tüberkülin sürülür, sonra derimizde kızarma olmazsa aşıya gerek duymazlardı, kızartı olduğunda derhal aşı yaparlardı. Oldu ya 6 veya 8 hafta içerisinde aşı tutmadı, bu sefer yeniden çizik atılarak yukarıdaki işlemler tekrar ettirilirdi, ta ki tutana kadar bu işin peşi bırakılmazdı. Derken en nihayet verem hastalığına karşı bağışıklık elde etmiş oluruz.
Frederick Twort ve Harella; bakteriyofajı bulmuşlardır.
Edward Jenner; inek çiçeği virüsünün çiçek hastalığına karşı bağışıklık kazandırdığını bulmuştur.
Alexander Fleming ise penicillum notatum küfünden penisilin antibiyotiği elde etmesiyle birlikte Mikrobiyolojide yeni bir çığır açmış bir başka bilim adamıdır.
Tüm bilim adamlarının çalışmalarından öte bir gerçek daha var ki; o hepimizin yakından bildiği havanın temizleyici özelliğidir. Hava olmasaydı dünyamız pis kokulardan geçilmeyecekti. Zaten veba, kolera gibi salgın hastalıklar pislik ortamların bulunduğu yerlerde yayılabilmektedirler. İşte bu temizleyici hava akımı sayesinde hem yağmur tane tane yeryüzüne inmekte hem de bağ ve bahçeler temiz kalıp insanlara şifa olmaktadır. Bu yüzden ne kadar Allah’a şükretsek o kadar azdır diyebiliriz. Zira Yüce Allah; “ O, Sizin için gökten bir su (yağmur) indirdi. İçilecek (ler) bundandır. İçinde hayvanlarınızı yaymakta olduğunuz ot, (lar) da yine bundandır” (Nahl,10) diye beyan buyurmaktadır.
Antibiyotikler-aşılar
Küfler ve bakterilerin aynı maddelerden beslendiğini görenler sanki onların dost olduklarını sanırlar. Üstelik çoğu zamanda beraber yaşamaktadırlar. Fakat sonradan anlaşıldı ki dost gibi görünen bu kuvvetler değişik türden kimyasal madde salgılayarak birbirlerinin gelişimine mani oluyorlarmış meğer. Yani küfler bilinmesine biliniyordu ama bakteriye karşı mücadele içerisinde bulundukları kimsenin aklına gelmiyordu. Neyse ki yukarda da belirttiğimiz üzere 1929 yılında Alexander Fleming bir rastlantı sonucunda olsa penicillum notatum mantarının oluşturduğu küfün bakterinin gelişmesine darbe vurduğunu ispatlamasıyla birlikte zihinler bir anda aydınlanıverdi.
Bilindiği üzere antibiyotikler bazı bakteri veya mantarların ürettikleri toksin maddelerin yanısıra diğer mikroorganizmalar için germisit etki gösteren maddelerdir. Hatta bakterilerin belli başlı düşmanları daha çok protozoa ve cıvık mantarlar olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla mantar deyip geçmemeli. Şöyle bir yolunuz nemli bir çayıra veya ormanların kuytu yerlerine düştüğünde şemsiyeli mantarlarla karşı karşıya gelmeniz her an mümkün. Yine eğer iyi bir dalgıçsanız denizin derinlerinde etrafa ışık saçan mantarları görme şansını tatmış olacaksınız demektir. Zaten mantarların ilginç yanları yapılarında kök, sap, yaprak ve klorofilin bulunmamasıdır. Bu yüzden mantarlar klorofil içeren bitkiler gibi havanın karbon anhidritini almak suretiyle besin üretemezler, tam aksine canlı ve ölü organizmalara bağlanarak hayatlarını idame ederler. Bundanda öte mantarlar bir yandan toprağın içerisine dalan miçelyum denilen iplikçikler aracılığıyla beslenirken, bir yandan da etrafa saçtıkları birbirinden güzel rengârenk şemsiyeleri sayesinde yediden yetmişe herkesi kendine cezp etmektedirler. Yine de siz siz olun bu görünüşe aldanmadan mantarların zehirli olup olmadığı konusunda şayet mahir değilseniz rasgele herhangi bir mantarı alıp yemeği denemeyiniz. Çünkü sonunda zehirliyi zehirsizden ayırt edememenin bedelini ölümle ödemekte var. Bu arada şunu belirtmekte fayda var. Şöyle ki; mantar denince sadece şemsiyeli mantarlar akla gelmemelidir. Zira gerek nemli ekmeğin üzerinde, gerek peynirin üzerinde, gerekse birtakım tahıl ve meyvelerin üzerinde küf halde bulunan faydalı mantarların yanı sıra hastalık yapan aspergillus ve mikroskop altında tespit edilebilen bira mayası veya deri üzerine yerleşen değişik tip mantarlar da söz konusudur. Bilindiği üzere küflerin ölmüş organizmaların işe yaramaz olanlarını parçalayıp ayrıştırma yetenekleri vardır. İşte bu yeteneklerinin bilinmesinden dolayı ilaç firmalarınca elde edilen küfler tablet haline getirilip Tıpta antibiyotik tedavisi olarak kullanılır bir yöntem olarak yerini almıştır. Hatta günümüzde kanser hariç bir yandan çiçek hastalığı gibi viral hastalıklara karşı basit aşılarla önceden koruyucu önlemler alınırken, diğer yandan zatürre ve diğer enfeksiyona bağlı olarak nükseden hastalıklar içinde çok değişik türden antibiyotikler üretilerek tedavi yöntemleri uygulanmaktadır. Gerçektende aşı ve antibiyotik tedavisi Tıp dünyasının gözde bebekleri. Bağışıklık sisteminin erken uyarılması mı gerekiyor bu konuda derhal aşı yöntemi çare olabiliyor, ama nasıl? Gayet basit, gelinen nokta itibariyle artık zararlı organizmaların ölü, yarı ölü ve canlı şekilleri veya zayıflatılmış ürünleri cilt altına enjekte edilmesiyle birlikte vücudun derhal içeriye giren bu yabancı maddelere karşı gösterdiği doğal tepkinin sonucu antikor oluşabilmektedir. Artık bu antikorlar kanda bulunduğu sürece hastalık yapan ve aşısı yapılan antikorca teşhisi edilmiş mikroorganizmalar artık o vücuda zarar veremeyecektir. Çünkü söz konusu mikroorganizma mimlenmiştir, dolayısıyla antikorlar onu derhal imha ederler. Yine de unutmamak gerekir ki her aşının 6 aydan 7 seneye kadar değişen bağışıklık süreleri olabileceği gibi ömür boyu koruyan koruyucu aşılarda mevcuttur. Bundan da öte eskilerin değimiyle bir kere bulaşıcı hastalığa yakasını kaptırıp ta bir şekilde kurtulanlar koruyucu aşıya gerek kalmadan o hastalığa artık ömür boyu yakalanmayacak doğal bağışıklık zırhına kavuşmaktadırlar. Mesela kızamık hastalığı bunun en tipik örneği sayılmaktadır. Hakeza çiçek, su çiçeği, kızıl, boğmaca, tifo vs. de öyledir.
İkinci gözbebeğimiz antibiyotik tedavisi ise doğru ve yerinde kullanılırsa mikroorganizmalarla mücadelede en etkili yöntemlerden biri olarak görülecektir elbet. Madem hastalık hak, o halde şifa aramakta hak. Bu yüzden tedavide kullanılan ilaçlara ecza, ilmine de eczacılık denmiştir. Bu ilmi elbette ki Müslüman bilge insanlar buldu. Hakeza Araplar bütün ilaçları derlemekle kalmamışlar, onuncu asırda bile Yunanlılara ait insan anatomisi ve birtakım hastalıkları Arapçaya çevirerek insanlığa hizmet etmişlerdir. Derken 13. asırda ilaç yapımı Endülüs Emevi devleti sayesinde tüm dünyaya hızla yayılmaya başlamıştır. Şu halde şifa maksadıyla hastaların tedavisinde kullanılan antibiyotiklerden bazılarının özelliklerinden kısaca şöyle bahsedebiliriz:
Penisilin, Penicillium notatum ve P-chrysogenum; küf ekstrakları denilen bir takım maddelerin saklanmasında kullanılırlar.
Penisilin G(Benzilpenisilin); Treponemalara ve birçok spiroketlere iyi bir etki gösteren bir antibiyotiktir. Şurası bir gerçek; biyosentetik ve semisentetikler dâhil tüm penisilinler bakteriler üzerinde etki etmesi sonucunda protoplast, devşekiller ve L şekilleri gibi yapısal değişikliklerin meydana gelmesine yol açmaktadırlar.
Streptomisin penisilin; tüberküloz tedavisinde önemli bir antiyotiktir.
Chloramphenicol; suni olarak üretilen antibiyotiklerin ilki olmasıyla meşhur bir antibiyotiktir. Hatta bu penicilinden farklı olarak ağız yoluyla da alınabilmektedir.
Cephalosporium (Acremonium)cinsi; Funguslardan elde edilen antibiyotiklerdir.
Auremisin; Özellikle Tifüs, pnömoni, zührevi hastalıklarından etkili bir antibiyotik olması hasebiyle antibiyotik tedavisi alanında büyük bir değeri vardır.
Sefalosporin gruba giren antibiyotikler:
Bu gruba giren antibiyotikler sefalotin, sefazolin, sefapirin, sefotaksim, sefamandol ve seftriakson diye tasnif edilirler. Şayet sefalosporin grubu antibiyotikler semisentez yolu ile elde edilirse staphylococlar, koliform bakterileri, proteus ve klebsiella cinsi bakteriler üzerine daha çok etki yapmaktadırlar.
Streptomyces’ler; mayaya benzer görünümde olsalar da daha çok antibiyotik kaynaklıdırlar. Bunlar aynı zamanda hücrenin protein sentezine, bazı enzimlerin blokajına ve stoplazma zarının permeabilitisine etki ederler. Ayrıca gram negatif bakterilerin birçoğuna ve Mycobacterium tuberculosis üzerine de etkilidirler. Hatta mikroorganizmaların bazılarında ilaç bağımlılığı denilen bir olayın streptomisin ve sulfamidlere karşı olduğu gözlemlenmiştir. Fakat ortama bağlı olarak gerçekleşen PH değişiklikleri ve besin maddelerin değişmesi birtakım bakterilerin antibiyotiklere karşı direncini değiştirebilmektedir.
Tetracyclin’ler; Streptomyces’lerden elde edilen geniş spektrumlu antibiyotiklerdir.
Kloramfenikol; Salmonella typhi ve diğer salmonellaların enfeksiyonunda etkilidirler.
Lincomycin’ler; Streptomyces lincolnensis’ten elde edilen geniş spektrumlu antibiyotiklerdir.
İnsan hastalandığında herne hiktmetse birtakım alışkanlıklardan olsa gerek daha doktora gitmeden derhal antibiyotik alarak hastalığını gidermeye çalışmaktadır. Oysa antibiyotik almadan önce kültür antibiyogram testinin sonucuna göre kullanılması sağlık açısından daha isabetli yöntem olsa gerektir. Bu maksatla laboratuarlarda kültür antibiyogram denilen hassasiyet testleri (kemoterapik seçim) yapılmakta olup, genelde şu yöntemlerle gerçekleştirilir:
—Sıvı besiyerini sulandırma metodu.
—Katı besiyerini sulandırma metodu.
—Disk besiyerini sulandırma metodu.
Demek ki kültür antibiyogram testinin uygulanabilmesi için öncelikle ideal bir besiyeri ortamı hazırlamak esastır. İşte bu yüzden mikroorganizmaların invitro olarak üretildikleri cansız ortamlara besiyeri denmektedir. Ya da bir başka ifadeyle bakteri ve fungusların beslenme şartları için kullanılan besleyici ortamlara besiyeri veya kültür vasatı adı verilir. Dolayısıyla laboratuarda üretilecek olan mikroorganizmalar için iki türlü besiyeri kullanılıp, bunlar:
—Canlı besiyeri
—Cansız besiyeri diye bilinmektedir. Ayrıca besiyerleri kıvamına göre katı ve sıvı besiyerleri olarakta kategorize edilip, besiyerlerin katılaştırılmasında daha çok agar ve jelâtin kullanıldığı gözlemlenmiştir.
Üretilecek mikroorganizmanın cins ve özelliklerine göre kullanılan canlı besiyerleri ise:
1-Deney hayvanları
2-Doku kültürleri diye tasnif edilirler.
Öyle anlaşılıyor ki besiyeri çalışmalarında deney hayvanı olarak en çok kobay, fare, sıçan, tavşan, hamster ve kümes hayvanları kullanılmaktadır. Bu yüzden hayvanlardan elde edilen dokularla yapılan birinci yetiştirme işlemine primer doku kültürleri, bu kültürlerden alınan hücrelerin yetiştirilmesinden elde edilen kültürlere ise sekonder kültürler denmektedir.
Bilindiği üzere her antimikrobik maddenin tedavi edici dozlarda etkili olabildiği mikroorganizma cinslerin hepsine birden kemoterapötik etki spektrumu denmektedir. Dolayısıyla bazı kemoterapötik maddeler belli sayıda sınırlı mikroorganizma cinslerine etki etmektedir ki bunlara dar spektrumlu kemoterapötik madde denip, bunun tam tersi duruma ise geniş spektrumlu kemoterapötik maddeler adı verilmektedir. Fakat ekilen besiyeri ortamlarında bazı mikroorganizmalar etki spektrumları içerisinde bulundukları halde kemoterapötiklerden etkilenmez hale gelebilir ki, bu duruma direnç kazanma denmektedir. Aslında mikroorganizmalara karşı oluşan direnç olayı daha çok genetik değişikliklere bağlı olarak meydana gelebilmektedir. Dolayısıyla genetiğe bağlı olarak kullanılan ilaca karşı oluşan dirençler genel itibariyle:
“—Kromozomlara bağlı direnç.
—Kromozom dışı elementlere bağlı direnç.
—Çapraz direnç” tarzında karşımıza her an çıkabilmektedir. Hakeza penisile duyarlı olan bakterilerin herhangi bir nedenle hücre çeperlerini kaybederek L şekillerine dönüşmeleri sonucu her an penisilinden etkilenmez duruma gelebilir ki, bu olay genetik olmayıp daha çok modifikatif bir olay gibi gözükmektedir.
Şayet bir kemoterapötik maddeye direnç kazanmış bir mikroorganizma, yine aynı veya benzer mekanizmayla etki eden bir başka kemoterapötiğe karşı da direnç gösteriyorsa buna çapraz direnç kazanma adı verilmektedir. Zira bir mikroorganizmanın penisilin ve streptomisine karşı direnç kazanması kademeli şekilde gerçekleşmektedir. Bu arada Eurobacteriaceae familyasına ait bakteriler arasında konjugasyonla (kavuşma) birlikte üreme sonucu multipl ilaç direncinin diğer hassas bakterilere geçmesini sağlayan genetik yapı ise bir tür direnç nakleden faktör olarak sahne almaktadır.
Bunların dışında bakterilere direnç nakl eden faktörler arasında kolisinojenik faktörler (Col plasmidler) ve birtakım genetik maddeler de bulunur. Nitekim kolisinlerin sentezini bir genetik madde olarak kolisinojenik faktörler (plasmidler) sağlamaktadır. Kolisin aynı zamanda bir bakteri toksin (mesela koli basili) olarak bilinmekle birlikte kolisinojenik faktörler bakteri kromozomlarından ayrı otonom halde çoğalarakta karşımıza çıkabilmektedirler.
Kemoterapötik madde
Çok küçük miktarlarda mikroorganizmalar üzerine öldürücü etki yapıp, ancak organizma üzerinde öldürücü etkisi olmayan ve daha çok tedavi maksadıyla kullanılan maddelere kemoterapötik maddeler diye tarif edilmektedir. Herşeye rağmen bazı bakterilerin sitoplâzmasında plazmid denilen granüllerin kemoterapötik maddelere karşı direnç göstererek hücre içerisinde bazı antijenlerin yapımı ve başka özellikleri yönetme özelliği kazandıkları tespit edilmiştir. Bu arada kemoterapötik maddeler; Sentetik kimyasal maddeler ve canlılardan elde edilen antibiyotikler diye iki grupta incelenmektedirler. Bilindiği üzere kemoterapötik maddeler mikroorganizmalar üzerine üremeyi durdurucu etki ve öldürücü etki tarzında etki yapmaktadırlar. Hatta her kemoterapik madde başlangıçta mikrobiyostatik etki göstermekle birlikte biyosentetik, semisentetik penisilinler ve sefalosporinler gibi birçok antibiyotiklerin etkisi daha çok hücre çeperi (duvarı) sentezini önleme şeklinde tezahür etmektedir. Fakat yine de kemoterapötik maddelerin başlıca bilinen etki tarzlarını şöyle sıralayabiliriz:
1-Metabolit (sulfonamid) etki.
2-Antagonistik etki (ters sinerji etki-daha az etkili).
3-Hücre çeperinin sentezini önleme etkisi. Örnek-Sefalosporinler, Semisentetik penisilinler.
4-Hücre zarı üzerine etkisi. Örnek- Polymyxin (polimiksin) ve polyen grubu antibiyotikler.
5-Protein sentezine yönelik etki. Örnek-Kloramfenikol, tetrasiklinler, eritromycinler, natamycin lactose, amino glisin.
6-Nükleik asitlerin metabolizmasına yönelik etki.
Sulfonamidlerin etki spektrumları; Pasteurella pestis ve Shigellalar üzerine iyi derecede etkilidirler. Aynı zamanda Bacillus anthracis (şarbon bakterisi) ve hemofil grubu bakterilere orta derecede etkili olup, Salmonella, Clamadia nocardia, bazı protozoa ve riketsiyalar üzerine ise az etkilidirler. Anlaşılan o ki Sulfonamidlerin etki şekilleri daha çok metabolit ve antagonizma yolu şeklinde kendini göstermektedir.
Sulfonlar özellikle karaciğer üzerine zarar veren toksik bir maddelerdir. Belli başlı sulfonlar; P-aminosalisilik asit (PAS), izonikotinik asit hidrazid (İNH) ve ethambutol olarak tasnif edilirler. Dahası sulfonlar diğer bakterilerden çok Mycobacterium tuberculosis ve Mycobacterium leprae üzerine de etkilidirler.
Bakterilerin üremesi:
Bakteriler besiyerine ekildikten sonra muhtelif zaman aralıklarında gerek sayı bakımdan gerekse bakteri sayısının logaritmesi alınarak üreme dönemleri tespit edilebilmektedir. Şöyle ki; bakterilerin grafiksel olarak tespit edilen üreme dönemleri dört ana başlık altında toplanmaktadır. Bunlar:
1-Latent dönemi
Bu dönemde bakteri çoğalması olmamakla birlikte madde sentezi gerçekleşmektedir.
2-Logaritmik dönemi
Bu dönemde bakteri sayısı hızla maksimuma doğru ulaşma trendi göstermektedir.
3-Durma dönemi
Bu dönemde bakteri sayısı sabit kalmaktadır.
4-Ölüm dönemi
Bu dönem bakteri faaliyetinin sona erdiği, yani ölüm oranının arttığı dönem olarak bilinmektedir. Ölümün benzeri bir başka şekli ise otoliz olayıdır. Yani bazen bakteri hücrelerinin kendi kendine eriyip kendini bitirmesi olayına otoliz denmektedir. . Hatta hayvanların tükürük gözyaşı ve burun salgısı gibi salgılarda bulunan lizozom enzimi bile bakteri hücre çeperinin erimesine neden olabilmektedir.
Genel olarak bakterilerde gözlenen koloni tipleri ise şunlardır:
1-S-kolonileri
Yuvarlak, düz kenarlı, kabarık düz yüzeyli ve nemli haldeki homojen koloniler S koloniler olarak adlandırılmaktadır. Nitekim bunlar Smooth kelimesinin ilk harfine göre isimlendirilirler. Dahası bunlar koloni oluşumlarında en sık görüleni olup, aynı zamanda özel somatik antijenler bile meydana getirirler.
2-R-kolonileri
Koloni yüzeyi buruşuk veya tanecikli, kenarları girintili çıkıntılı ve basık yassı koloniler R koloniler olarak bilinmekteler. Zira ‘R’ simgesi Rought kelimesinin ilk harfine tekabül etmektedir. Ayrıca S tipi kolonilerin bir kenarında R tipinde bir koloni uzantısı gelişerek neşvünema bulabilmektedir. Öyle ki her an patlamaya hazır bomba misali devasa tip olması dolayısıyla bu tip koloniler bomba kolonileri olarakta tarif edilmektedir. Hatta bu tip koloniler S ve R kolonilere nispeten hem görünüm hem de başka diğer yönlerden farklılık arzederler. Şöyle ki;
— S kolonileri tuzlu su içerisinde homojen suspansiyon halde bulunup R kolonileri ise tuzlu su içerisinde dibe çöken partiküller halinde bulunmaktadırlar.
— S kolonileri özel serumlarla aglutine oldukları halde R kolonileri hem özel hem de başka serumlarla da aglutine olabilmektedirler.
—S kolonileri ile R kolonileri arasında ki en temel antijenik yapı farklılığın, R kolonilerinde virulans azalmasının en belirgin şekilde meydana gelmiş olmasıdır.
—S şeklindeki bakterinin herhangi bir deney hayvanına şırınga edilmesiyle birlikte hayvan ölmesine rağmen, R şeklinde bakterinin (veya ısı ile öldürülmüş S şeklindeki bakteri) şırınga etmekle hayvan sihhatli kalabilmektedir.
Şayet R ile öldürülmüş S şeklindeki bakteriler beraber şırınga edilirse hayvanın öldüğü, fakat kanında canlı halde S şeklinde bakterilerin ürediği tespit edilmiştir. Bu olay ölü S şeklindeki bakterilerden bir maddenin canlı R bakterilere geçtiğini ve bu bakterilerin S şekline dönüşmesini sağladığını göstermektedir.
3-M-kolonileri
Sümüksü görünüşlü yapışkan ve akıcı koloniler M koloniler diye isimlendirilmektedir.
4-L-kolonileri
Besiyeri içerisine doğru bir çivi gibi uzanan koloniler olması dolayısıyla L-kolonileri diye isimlendirilmiştir. Hatta bu durum ilk önce birtakım mikrobiyolojik analiz çalışmaları sonucunda Streptobacillus moniliformus denilen bir cins bakteride görülmüştür. Bu yüzden Streptobacillus moniliformis kültürlerinde gözlenen kendiliğinden oluşan bu tür çivi tarzı şekillere L kolonileri adı verilmiştir. Dahası L şekilleri katı besiyerinde küçük göbekli koloni halde olup, sıvı besiyerlerinde ise küme şeklinde ürerler. Ayrıca bakterilerde L şekillerine sebep olan etkenlerin başında;
“—Penisilin
—Kloromfenikol
—Tetrasiklinler gibi antibiyotikler ve bazı kimyasal dezenfektanlar” gelmektedir.
Polymyxın ve polyen grubu antibiyotikler; Mantarlar üzerine ve hücrenin stoplazma zarını etkileyerek tesir ederler.
Kloramfenikol, tetrasiklinler, eritromisin ve linkomisinler ve amin glisinler; bakterilerde protein sentezini inhibe ederler.
Aktinomisin; Hücre içerisinde DNA ile birleşerek RNA polimeraz enzimini inhibe eder.
Vankomisin, basitrosin, ristosetin ve novobiocin gibi antibiyotikler erken dönemde hem hücre çeperlerini etkilemekte hem de oluşumlarını engellemektedirler.
Mitomycinler; DNA replikasyonunu engellediğinden dolayı toksik etki yaparlar.
Halojenlenmiş pirimidinler; DNA sentezi ve DNA virüslerin replikasyonunu inhibe ederler.
Dezenfektan ve antiseptik maddeler
Rabbül âlemin suyu hem cana can katmak için hem de su ile toprağı karıştırıp ev yapmak, porselen yapımı vs. işlerde kullanmak, hem de elbisemizi, bedenimizi, meyve ve sebzeleri yıkamak veya temizlemek için yarattı. Nasıl ki abdest almakla bedenimiz madden yorgunluğu giderilerek pak eder, ruhumuzu manen temizleyici bir vasıta kılıyorsak, aynen öyle de dezenfektan veya antiseptik maddeler kullanmakla da mikrorganizmalara karşı koruyucu sağlık zırhımızı takmış oluruz. Nitekim kimyasal dezenfektanlar mikroorganizmalar üzerine değişik şekillerde etkili olmaktadır ki, mesela bu durum daha çok hücre zarlarının fonksiyonunu bozmak, hücre proteinlerini denatüre etmek, hücre faaliyetlerinde önemli rol oynayan enzimlerin aktivitelerini bozmak veya nükleik asitleri etkilemek şeklinde cerayan etmektedir. Böylece bu etkiler sonunda mikroorganizmalar ölmüş olurlar.
Kimyasal dezenfektanların seçilmesinde dikkat edilmesi gereken noktalar şunlar olmalıdır:
1-Dezenfektan maddeler mikroorganizmalar için etkili olmalı.
2-Düşük konsantrasyonda hem etki etmeli, hem de suda erimeli.
3-Diğer organik maddelerle bileşik yaparak boya ve leke oluşturmamalı.
4-Oda sıcaklığında etkili olabilmeli.
5-Ekonomik olmalı, aynı zamanda kötü kokulu olmamalıdır.
Dezenfektan ve antiseptiklerin önemli etki yolları vardır. Dolayısıyla bu gerçek verilere göre sınıflandırılmış önemli dezenfektanlar şunlardır:
1-Hücre zarına etki eden dezenfektanlar.
2-Mikroorganizma proteinlerini denatüre ederek etki eden dezenfektanlar.
3-Mikroorganizma enzimlerin fonksiyonlarını bozan dezenfektanlar.
4-Nükleik asitler üzerine etkili olan dezenfektanlar.
Hücre zarına etki eden dezenfektanlar:
1-Deterjanlar
a-Katyonik deterjanlar. Örnek-Amonyum bileşikleri (Benzalkonium klorür, femoral, diafran ve cetavlon)
b-Anyonik deterjanlar.
c-İyonik deterjanlar.
2-Fenol ve fenol bileşikleri.
3-Organik eriticiler (asit ve alkaliler) olarak gruplandırılırlar.
Organik eriticiler ise alkoller, kloroform, eter ve toluen gibi maddeleri kapsamaktadırlar.
Enzim fonksiyonlarını bozarak etki eden dezenfektanlar ise; formol, etilen oksit, β propiolakton, kireç, sönmüş kireç ve kireç sütü, halojenler, tuzlar, oksidanlar, Ag, Hg, Cu ve arsenik gibi bileşikler olarak sahne almaktadırlar. Nükleik asitlere doğrudan etkili olmak bakımdan ise sıkça boyama metotlarından kullanılan malaşit yeşili, brillant yeşili, metilen mavisi ve jansiyen moru gibi boya maddelerini örnek verebiliriz.
Belli başlı dezenfektan uygulamaları:
—El antiseptiği şeklinde,
—Yer, duvar, eşya, çamaşır vs. dezenfektan olarak,
—Laboratuar ortamında daha steril çalışmaya yönelik olarak,
—Suları kirletecek her türlü artıklara karşı ve her türlü mikrobik ortamdan arındırılmasına yönelik uygulamalarda kullanılır.
Bilindiği üzere Osmanlı’nın gerçek manada medeniyet olmasının en önemli etkenlerinden biri de hiç şüphesiz temizliğe önem vermeleridir. Zira; “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” anlayışından hareketle çöpler üzerinden kokuşmayla birlikte her an yayılabilecek enfeksiyon riskine karşı şehrin sokaklarına zaman zaman kireç tozu serpiştirilirmiş. Hatta sırf bu işlerle ilgilenen vakıf bile kurulmuş. Kireç taşları bilindiği üzere kalsiyum karbonattan (CaCO3) meydana gelmişlerdir. Dolayısıyla septik çukur ve kanalizasyon temizliğinde sönmüş kireç, kireç sütü, kireç kaymağı, antiformin, fenol ve fenol türevleri kullanılmaktadır. Formol ise sporlar dâhil tüm mikroorganizmalar üzerinde mikrobisit etki yapan bir dezenfaktandır. Bilindiği gibi içtiğimiz suları dezenfekte etmek içinde genel itibariyle klor ve klor verici maddeler kullanılmaktadır.
Öyle anlaşılıyor ki mikroorganizma deyip geçmemeli. Bakmayın siz onların öyle mikroskobik küçük canlı olmalarına. Yeter ki fırsat bulup bir şekilde vücudun herhangi bir giriş kapısından girmeye dursunlar. İşte bak, sen o zaman kızılca kıyameti. Her an hasta yatak döşek olma an meselesidir diyebiliriz. Bu yüzden canlı dokularda patojen mikroorganizmaların bulunması durumuna apse, cerahat oluşturan mikroorganizmaların (piyojen) vücudun bir kısım bölgelerinde lokalize halde apseler oluşturması veya kanda bulunmaları durumuna piyemi, bakterilerin kanda bulunmama hali de bakteremi diye tarif edilir. Hastalık etkeni mikroorganizmaların canlı dokuda üreyerek yayılmalarına ise sepsis denmektedir. Tanımlardan anlaşıldığı üzere apse, piyemi ve bakteremi deyip geçiştirmemek gerekir, derhal çaresine bakmalıdır. Bu konuda çare nedir derseniz. Gayet basit, madem antiseptik yöntemi dokulara dezenfeksiyon tarzında bir uygulama olayı işlemi, o halde insan vücudunun yüzeysel doku ve lezyonlarına odaklanmış patojen mikroplara yönelik kimyasal maddelerle öldürme işlemi dedikleri bu yönteme başvurmak en doğru yol olsa gerektir. Dezenfektan aynı zamanda dezenfeksiyon yapan etken demektir. Böylece dezenfektan ile antiseptik arasında en temel farkın; dezenfektanın vücutla doğrudan ilgisi olmayan gayeler için kullanılmış olması, antiseptiğin ise tamamen vücuda yönelik kullanılan madde olduğu ortaya çıkmış olur. Dahası vücut veya doku yüzeylerine yönelik antiseptik uygulamaları için kullanılan maddelere antiseptik, mikroorganizmaları öldüren madde veya etkiye ise germisit veya mikrobisit denmekle birlikte bu maddeler kullanıldığı bakteriye görede bakterisit, fungusit virüsit türü madde olarak adlandırılırlar. Bu arada mikropların hızla üremelerinin durdurulmasına yönelik uygulanan yöntemin mikrobiyostatik diye tarif edildiğini belirtmekte fayda var diye düşünüyorum.
Anlaşılan o ki mikroorganizmalarla baş edebilmek için sadece antibiyotik tedavisi, dezenfaktan ve antiseptik maddeler ile yetinilmemelidir. Hatta A’dan Z’ye her şeyin steril edilmesi için çaba sarfetmenin yanısıra sterilizasyon uygulamalarını da çok iyi bilmek gerekir. Şöyle ki bu tür uygulamaları maddeler halinde şöyle tasnifleyebiliriz:
Sterilizasyon metotları (Sterilize edilecek maddeye göre çeşitli sterilizasyon metotları vardır):
1-)Sıcaklık ile sterilizasyon.
Sıcaklıkla setirilizasyon ise üç kısma ayrılır, bunlar:
a-Nemli sıcaklık ile sterilizasyon.
Bu tür sterilizasyon kendi içeresinde basınçlı-basınçsız buharlı sterilizasyon tarzında iki tip yöntemle gerçekleşmektedir. Şöyle ki;
Buharlı sterilizasyon buharla doymuş ortamda, yani 100 santigrat dereceden daha yüksek sıcaklıklarda yapılan sterilizasyon diye tarif edilmektedir. Dolayısıyla sterilizasyonda en çok kullanılan metot; yaş, ısı ve basınç sistemine dayalı uygulamalar olarak dikkat çekmektedir. Bunun için en uygun alet hiç kuşkusuz otoklavdır.
Basınçsız buharlı sterilizasyon ise ilkel buharla doymuş bir ortamda, yani 100 santigrat dereceden düşük seviyelerde gerçekleştirilen bir yöntemdir. Nitekim bu iş için de Koch kazanı (Arnold kazanı) veya kapağı sıkıca kapatılmış halk dilinde düdüklü tencere denilen otoklavlar kullanılmaktadır.
b-Sıcak suyla sterilizasyon (kaynatma, tindalizasyon).
Bir insanın yüreği dağlandığında; “Ah anacığım başıma kaynar sular indi” der ya, tabii burada bahsedilen kaynar su yüreği dağlamak için değil, mikropları dağlamaya yönelik bir anlam olduğunu anlamışsınızdır. Zira Tindilizasyon’un esası sıvı maddeleri birbiri ardına, belli aralıklarla, belli bir sıcaklıklarda birkaç gün içerisinde steril etmek demektir. Dolayısıyla bu metot daha çok ayarlı ve benmari denilen aletlerle yapılmaktadır.
c-Kuru hava ile sterilizasyon.
Bu iş için ise etüv türü ayarlı pastör fırınları kullanılmaktadır.
Şurası bir gerçek Tüberküloz basili (verem basili) ve stafilokoklar kuruluğa karşı dayanıklı olmalarına karşın kolera vibroyosu ve Neisserialar ise tam aksine hassas özellikler sergilerler. Şu halde bakterilerin kuruluğa karşı dayanıklıkları kuruma anında bulundukları ortam veya atmosferin nem oranına bağlı olarak gerçekleştiğini söyleyebiliriz.
Bir başka ifadeyle mikroorganizmalar şu üç faktöre karşı dayanabilme özellikleri gösterirler (direnç gösterir):
1-Kuruluğa karşı.
2-Vakum konsantrasyonuna (liyofilizasyon-dondurarak kurutma) karşı.
3-Soğuğa karşı.
d-Yakma veya alevle sterilizasyondur.
Adı üzerinde ateş, herşeyde olduğu gibi mikroorganizmalar üzerinde de can yakmaktadır. Eski Türkler yabancı ülkelerden gelen misafirleri tıpkı Nevruz ateşinde olduğu gibi ateşle tutuşturulmuş odunlar arasında geçirdikten sonra ancak başbuğlarının huzuruna çıkarırlarmış. Niye acaba? Belli ki, her an yabancı topraklara ait bir mikrobun toprağımıza sıçrayıpta salgın hale gelmesin diye bu dâhiyane tedbiri uygulamışlar. Hakeza suyla felakete yol açan yangınların önüne de geçilmektedir. Çünkü su içerisinde ateş yanmamaktadır.
2 -)Süzme ile sterilizasyon
Sıvı ortamda bulunan mikroorganizmaları süzme veya filtre etmek suretiyle sıvıların steril hale getirilmesi demek olup, bu maksat için bir takım filtreler kullanılmanın yanısıra, süzme işlemi için diyatome toprağı içeren porselen ve camtozunun da kullanıldığı artık bir sır değil. Ayrıca bu gün gelinen nokta itibariyle gerek çevreye yönelik gerekse sıvı mamüllerine yönelik son derece modern değişik tip filtre teknikleri geliştirilmiştir. Neyse ki filtreler sayesinde fabrika veya nükleer santrallerin tahliye bacalarından yayılan gazlardan bir nebze olsun korunabilmekteyiz.
3-)Kimyasal maddelerle sterilizasyon.
Protein koagülasyonu ve çökelmesi en çok görülen sterilizasyon metodu olup, aynı zamanda sıcaklık, ağır metal tuzları, fenol ve formaldehit gibi maddelerin etki tarzları da bu şekilde gerçekleşmektedir. Kimyasal maddelerle yapılan sterilizasyon için en önemli uygulamaların hiç şüphesiz etilen oksitle yapılan sterilizasyon metodu olduğunu belirtebiliriz. Mesela nemli ortamda ısıtılan hücrelerin protein yapılarında SH (sülfidril bağları) grupları açığa çıkarak daha küçük peptit gruplara ayrıldıkları gözlemlenmiştir. Bu arada yapılan çalışmalar sonucunda kimyasal maddelerin mikroplar üzerinde etkileri:
“—Yapılarına.
—Yoğunluklarına.
—Mikrop ile kaldıkları zaman süresine bağlı olarak” gerçekleştiği belirlenmiştir.
4-)Işınlama ile sterilizasyon
Bu metot daha çok ultraviyole ışık altında bir takım Tıbbi malzemeler ve laboratuar ortamını steril etmeye yönelik kullanılmaktadır.
Günümüzde ışınlama ile sterilizasyonda ışın olarak en çok kullanılan metotların başında:
“—Ultraviyole ışınları
—X ışınları
—Gama ışınları” yöntemleri olduğu anlaşılmaktadır.
Mesela ultraviyole ışınları daha çok oda atmosferi ve bazı alet yüzeylerin dezenfeksiyonunda kullanılır. Hatta bu ışınlar sistin, trozin ve triptofan oluşumunu engelleyici etkinin yanısıra ortamda oluşan O2, H2 ve ozon gibi maddelere karşı da etki yaparlar.
Ayrıca iyonize ışınlar; β, gama, alfa ve X ışınları olarakta tasnif edilirler. Başlıca etki mekanizmaları ise:
“ —Hücre maddelerin oksidasyonu,
—Protein metabolizmasının önlenmesi,
—Protein denatürasyonu,
—Serbest amino asitlerin blokajı,
—Zar geçirgenliğinin bozulması,
—Enzimlerin inaktif hale sokulması” tarzında gerçekleşmektedir.
Mikroorganizmalara karşı verilen mücadele için şimdiye kadar antibiyotik dedik, sterilizasyon dedik, ancak bu arada pastorizasyon olayına değinmeden es geçmek doğru olmaz diye düşünüyorum. Bilindiği üzere bir cismin veya maddenin patojen mikroorganizmalardan arındırılma işlemine dezenfeksiyon denmektedir. Aynı zamanda belli sıcaklık derecelerinde yapılan ve daha çok süt ürünlerine uygulanan dezenfeksiyon işlemine ise pastorizasyon denmektedir. Dolayısıyla sütün pastörize edilmesi kaynatma metoduna oranla çok daha birtakım avantajlar sağladığı muhakkak. Şöyle ki;¬¬¬¬¬¬
—Kaynatma metodu ile sütün bir kısım proteinleri koagüle olurken, pastörizasyon işlemiyle sütün yapısında asla değişiklik görülmemektedir.
— Kaynatma yöntemiyle bazı bağışıklık maddeleri bozulurken, pastorizasyon metodunda bu maddeler deforma olmamaktadır.
—Kaynatmayla sütteki organik fosfor, Mg tuzları ve süt şekerinin bileşiminde bazı değişiklikler olmanın yanısıra C, A ve D vitaminlerin bir kısmı bozulabilmektedir. Pastorizasyon da ise bu tür olumsuz oluşumlara asla geçit verilmemektedir.
Mikroorganizmaların kontrole alınması
İnsanları ve hayvanları hem içten hem de dıştan kuşatan binlerce mikroplar ölmediğimiz müddetçe vücudumuzun birtakım koruyucu mekanizmaları sayesinde zarar veremezler. Yine de her şeye rağmen mikroorganizmalar şu gayeler için kontrol altında tutulmak mecburiyetindedirler:
—Çeşitli mikrobik hastalıkların yayılmasının önlenmesi veya tedavi edilmelerine yönelik çalışmalar için.
— Gıda maddelerin bozulmadan uzun zaman saklanması ve bir yerden diğer yere nakledilmeleri için.
—Mikrobiyolojik çalışmalar esnasında kontaminasyonun önüne geçmek adına steril ortamlar oluşturmak içindir.
Peki, bu arada mikroorganizmaların kontrolünde kullanılan fiziksel ve kimyasal faktörler nelerdir derseniz, pekâlâ maddeler halinde şöyle açıklayabiliriz:
1-Sıcaklık.
Bakterilerin sıcaklığa dayanma derecesi sıcaklığın etki süresine, bakterilerin cinsine ve bulundukları üreme dönemine bağlıdır. Ayrıca 30 santigrat derece üzerinde üretilen Chromobacter prodigiosus kırmızı pigment yapabilmektedir. Hakeza 42 santigrat derecede üretilen Bacillus anthracis ise spor yapma yeteneğini kaybetmektedir. Sıcaklık derecesi ile uygulama zamanı arasındaki ilişkileri açıklamak için ise iki tanım kullanılır:
— Bir mikroorganizmayı belli zaman süreci içerisinde öldüren sıcaklık derecesi.
— Bilinen bir mikroorganizmanın belli bir sıcaklık derecede ölmesi için gerekli zaman süresi.
Anlaşılan o ki; normal sıcaklığın uygun olmayan limit etkisi hiç kuşkusuz düşük sıcaklık veya yüksek sıcaklık olsa gerektir.
2-Kuruluk
Nitekim mikroorganizmaların kuruluğa dayanıklıkları bakterinin cinsine, bulunduğu biyolojik duruma ve ortamın su açığı derecesine bağlıdır.
3-Dezenfeksiyon.
4-Antisepsi.
5-Pastorizasyon.
Bakteri sistematiği
Kâinatta hemen hemen herşey bir sistematik düzen içerisinde hayat yoluna devam etmektedir. Bergey bu gerçeği bilmiş olsa gerek ki bakterilerin sistematiğini yapma ihtiyacını hissetmiş ve bu konuda kitap bile yazmış. Yazdığı kitap iyi incelendiğinde bakterilerin tek sınıf olarak Schizomycetes sınıfında toplandığını görürüz. Hatta bu sınıfta 10 ordo (takım) yer almaktadır. Şöyle ki bunlar;
1-Eubacteriales
2-Actinomycetes (Aktinomisetler)
3-Beggiatoales (Renksiz sülfo bakteriler)
4-Caryophanales
5-Chlamydobacteriales
6-Mycoplazmatales
7-Mycobacteriales
8-Spirochaetales
9-Hyphomicrobiales (Tomurcuklanan bakteriler)
10-Pseudomonadales diye sıralanmaktadır.
EUBACTERİALES
13 familyası olup bunlardan bazıları şunlardır:
1.familya: Azot Bacteriaceae; atmosferin azotunu kullanarak organik madde yapar.
Tür: Azotobacter chroccocum- Havanın serbest azotunu bağlar
2.familya: Rhizobiaceae- Patojen, simbiyoz ve saprofittirler.
Tür: Rhizobiaceae; Baklagil bitkisinin kökünü yaptığı nitratları verir, buna karşılık bitkiden karbonhidrat ve mineral maddeleri alır.
Agrobacterium tumefaciens; Meyva ağaçlarının kök ve gövdelerinde şişkinliklere, gal ve kanserlere sebep olur.
3.familya: Enterobacteriaceae; Birçok bağırsaklarda yaşar.
Tür: Escheria Coli; kalın bağırsak (koli) bakterisidir.
Proteus vulgaris; Proteinli maddeleri parçalayarak çürüme ve kokuşmaya neden olur.
Salmonella typhosa; Tifo hastalığının amilidir
Shigella dysenteriae; Dizanteri bakterisidir.
Pasteurella pestis; Veba hastalığının amilidir.
Bordetalla pertussis; Boğmaca hastalığı yapar.
Brucella abortus; Sığırlarda salgın yavru atma hastalığına neden olur.
Haemophilus influenzae; İspanyol nezlesine sebep olur.
4.Familya: Micrococcaceae
Micrococcus luteus
Staphylococcus aureus; Sarı renkli iltihaplara sebep olur.
Gaffkya tetragena; İltihaplanmalara sebep olur.
Sarcina lutea;
5.Familya: Neisseriaceae; İnsan ve hayvanlarda parazit olarak yaşar.
Neisseria meningitidis; Menenjit hastalığına yol açar.
Neisseria gonorrhoeae; Bel soğukluğuna neden olur.
6.Familya: Lactobacillacea
Diplococcus pneumoniae; Akciğer iltihabına (zatürre) sebep olur.
Streptococcus lactis; Laktik asit fermantasyonuna neden olur.
Streptococcus pyogenes; Meme, kemik iliği, orta kulak, karın zarı, beyin, akciğer, çeşitli deri ve yara iltihaplanmalarına neden olur.
Lactobacillus vulgaris; Yoğurt bakterisi olup süt şekerini laktik aside çevirir.
Lactobacillus caucasicus; Kefir adlı içkinin fermantasyonuna sebep olur.
7.Familya: Corynebacteriaceae
Corynebacteriaceae diphtheriae; Difteri hastalığına neden olur.
Corynebacteriaceae michiganense; Domateslerin meyve ve vejetatif kısımlarında yanıklara sebep olur.
8.Familya: Bacillaceae; Endospor meydana getirirler.
Bacillus anthracis(şarbon bakterisi); Sığır ve koyunlarda şarbon (antraks) hastalığı meydana getirir.
Bacillus subtilis; Besinlerin zehirlenmesine neden olur. Subtilin antibiyotiğini üretir
Clostridium tetani; Tetanoz hastalığı meydana getirir.
Clostridium perfringens; Gazlı gangrenlere, barsak iltihabı gangrelere sebep olur.
Clostridium botulinum; Gıda zehirlenmesine neden olan bakteridir.
ACTİNOMYCETES (Aktinomisetler)
Actinomycetes misel ve spor teşkil etmeleri yönünden funguslara, hücre çeperlerinin yapısı bakımdanda bakterilere benzediklerinden bakterilerle funguslar arasında geçit teşkil ederler. Hatta bunlar mantarımsı bakteriler adını alıp, birkaç familyası vardır.
ACTİNOMYCES
Nocardia farcinica; pigment salgılar.
Nocardia gardneri; proactinomycin antibiyotiğini verir.
Actinomyces bovis; sığır ve insanda aktinomikoz hastalığı verir.
BARTONELLACEA FAMİLYASI
Bu familyanın üyeleri insan ve diğer memelilerin eritrositlerinde parazit olarak yaşayıp,
hastalığa neden olurlar.
CARYOPHANALES
Caryophhanales çok hücreli flamenter halindedirler. Bu yüzden bunlara çok hücreli olan flamente ‘Trikom’ denilmektedir.
CHLAMYDOBACTERİALES (kınlı bakteriler)
Chlamydobacteriales 2 familyası vardır:
1-) CHLAMYDİACEAE
Chlamydiaceae klamidya olarak bilinen cins ve türleri kapsarlar. Klamidiler(mikoplazmalar) insanlarda trahom, koyun ve keçilerde konjonktivis, papağanlarda ise papağan humması gibi hastalıklara sebep olmaktadırlar.
Chlamydia trachomatis; İnsan ve maymunda trahom hastalığına yol açar.
Colesiota conjunctivae; Keçi, koyun ve sığırda konjoktivis hastalığına neden olur.
Chlamydia psittaci; Papağanlarda psittakoz hastalığına neden olur.
Spha erotilus natans; Fabrika su artıklarında bulunur.
Spa dichotomous
Leptothrix ochracea; Pas kırmızısı renginde demir hidroksit birikmesine sebep olur.
2-) CRENOTRİCHACEAE
Crenothrix polyspora; Su boruların tıkanmasına sebep olur.
Crenothrix putealis; Akarsu ve suyollarında yaşar.
MYCOBACTERİALES
Mycobacteriales’in en göze çarpan özelliği früktifikasyon denen kitleler teşkil etmesidir. Vejetatif hücreler gelişme devrelerinin bir bölümünde normal şartlara dayanıklı sporlar meydana getirirler. Bu sporlar türlere göre mikro veya makrosit (kist) diye tasnif edilirler.
Bu takımın ayrıca 5 familyası vardır:
MYCOBACTERİACEAE FAMİLYALARI
Mycobacterium tuberculosis
Örnek- M.tuberculosis (insan tipi), M. bovinus (sığır tipi), M.avium (kuş tipi) üç ayrı tip olup Tüberküloz (verem) hastalığı yaparlar.
Mycobacterium paratuberculosis - Paratüberküloz hastalığı yapar.
Mycobacterium leprae -Cüzzam hastalığı etkenidir.
MYCOPLASMATALES
Mycoplasma tales takım üyeleri sığır ve koyunlarda pleuro-pneumonia hastalığına sebep olurlar.
Mycoplasma pneumoniae insanda mikoplazma pnömoni amilidir.
STREPTOMYCETACEAE
Streptomyceae bir tür saprofit olup bu familyanın elemanlarından antibiyotik elde edilir.
Streptomyces albus; Actinomycin antibiyotiğini verir.
Streptomyces rimosus; Terramycin antibiyotiğini verir.
Streptomyces aureofaciens; Aureomycin antibiyotiğini verir.
Streptomyces erythreus; Eritromycin antibiyotiğini verir.
Streptomyces fradiae; Neomycin antibiyotiğini verir.
Streptomyces niveus; Novobiocin antibiyotiğini verir.
Streptomyces venezuelae; Kloromycetin antibiyotiğini verir.
Streptomyces griseus; Streptomycin antibiyotiğini verir.
SPİROCHAETALES
Spirochaetales takımının 2 familyası vardır.
1.familya: Spirochaetea. Örnek- Spirochaeta, Saprospira, Cristispira.
2.familya: Treponemataceae üç cinsi vardır. Örnek-Borrelia paraziti. Bu ağız florasında bulunur.
Borrelia buccalis; Diş kirlerinde yaşar.
Borrelia recurrentis; İnsanlarda avrupa raci hummasını yapar.
Treponema pallidum; Frengi (sifilis) hastalığının amilidir.
Treponema paraluis cuniculi; Tavşan frengisi hastalığının amilidir.
HYPHOMİCROBİALES
Hyphomicrobiales de üreme tomurcuklanma ile meydana geldiğinden bunlara tomurcuklanan bakteriler de denir. Hareketli formlarda hareket polar tek flagella ile gerçekleşmektedir.
PSEUDOMONADALES
Pseudomonodalesin 10 familyası vardır:
1.familya: NİTROBACTERİACEAE
Nitrosomonas europaea -Topraktaki amonyağı nitrit haline sokar.
Nitrobacter winogradskyi- Nitritleri nitratlara çevirir.
2.familya: THİOBACTERİACEAE
Thiobacillus denitrificans
Thiobacillus thiooxidans
3.familya: PSEUDOMONADACEAE
Pseudomonas aeruginosa; Mavi irin meydana getirir.
Pseudomonas Tabaci; Tütünlerde vahşi ateş hastalığının amilidir.
Xanthomonas malvacearum; Pamuklarda köşeli yaprak lekesi hastalığı yapar.
Acetobacter aceti; Etil alkolü oksitleyerek sirke haline çevirir.
4.familya: CAULOBACTERİACEAE
Gallionella ferruginea; demir karbonatı oksitleyerek ferrik hidroksiti yaparlar.
SİDEROCAPSACEAE
Siderocapsa demir bileşiği ihtiva eden bir kapsülle çevrilidir.
Ferri Bacterium; jelâtinimsi bir kapsülle çevrilidir.
Sirococcus; kapsülle çevrili değildir.
Ferrobacillus; 2 değerli bileşikleri oksitleyerek 3 değerli Fe (demir) bileşiğine dönüşür.
6.Familya: SPİRİLLACEAE
Vibrio Comma; Kolera hastalağının amilidir.
Vibrio fetus; Sığır ve koyunlarda erken doğuma sebep olur.
Desulfovibrio desulfuricans; Sulfat ve diğer bileşikleri hidrojen sülfüre indirger.
ANAPLASMA FAMİLYASI
Anaplasma familyasının tek cinsi Anaplasmadır.
Tabii ki bakterileri sadece ordo bakımdan sistematize etmek yeterli değildir. Mesela üreme yönünden de kategorize edebiliriz pekâlâ. Mesela üredikleri ortamın optimum sıcaklığına göre bakteriler 3 gruba ayrılmaktadırlar. Hatta bunları tasnif edip, kısaca şöyle açıklayabiliriz:



Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:13 pm

ANTİBİYOTİKLER, AŞILAR VE MİKROORGANİZMALAR-2

ALPEREN GÜRBÜZER
1-Psikrofil bakteriler
Soğukta yaşamayı seven bakterilerdir. Psikrofiller için optimum sıcaklık 10 santigrat derecede olup, bu bakterilere bazı toprak bakterileri ve deniz bakterilerini de dahil edebiliriz. Bazıları ise 30 santigrat derecede ölürler, bunlara obligat psikrofil denmektedir.
2-Termofil bakteriler
Yüksek sıcaklık ortamda yaşamaya alışmış bakterilerdir.
3-Mezofil bakteriler
Sıcakkanlı canlılarda hastalık meydana getiren bakterilerdir.
Parazitler
Hani ekmeğini taştan çıkarmayıpta asalak asalak gezen tipler vardır ya, maalesef onlar kendilerine zarar verdikleri gibi topluma da zarar vermektedirler. Aynen öyle de mikro âlemde de buna benzer örnekler söz konusudur. Bu yüzden mikroorganizmanın üzerinde yaşadığı canlıya konak adı verilmekte, konakladıkları canlının hücrelerine zarar veren mikroorganizmalara ise patojen mikroorganizmalar denilmektedir. Mesela konukcul yaşadıkları herhangi bir organizma üzerinde parazit olarak yaşayıpta zarar veren kemohetetrof mikroorganizmalar bunun en tipik misalini teşkil etmektedir. Hatta bu tür parazitler:
1-Obligat parazitler
2-Fakültatif parazitler diye iki kategoride tasnif edilirler.
Bilindiği üzere bir kısım mikroplar organizmaların dışına çıktıkları zaman besleyici ortamlarda yaşayamamaktadırlar ki, bu tür mikroorganizmalar obligat parazitler diye bilinmektedir. Bir kısım mikroorganizmalar da organizma dışında bile saprofit olarak hayatlarını devam ettirebilirler ki, bunlara fakültatif parazitler denmektedir. Şurası muhakkak bir mikrorganizma için salt yaşadığı ortam yetmez, beslenme ve üreme faaliyetleri için bulundukları ortama bağlı kalarak birtakım maddelerin bulunması da şart gibi gözükmektedir. Bu yüzden genel olarak bulunması gereken maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
—Hidrojen verici ve hidrojen akıcı maddeler,
—Karbon kaynağı,
—Azot kaynağı,
—Mineraller,
—Gelişme faktörleri ve mineraller,
—Oksijen,
—Karbondioksit,
—Su.
Kelimenin tam anlamıyla ototrof mikroorganizmalar karbon ihtiyaçlarını karbondioksit (CO2) veya karbonatlardan, hetetroflar ise çeşitli organik kaynaklardan karşıladıkları anlaşılmaktadır. Ayrıca gelişme için mutlaka gerekli, fakat mikrorganizma tarafından bir türlü sentez edilemeyipte ancak hazır olarak alınabilecek organik maddeler var ki onlar vitamin ve amino asitlerden başkası değildir elbet. O halde önemine binaen bazı vitaminler ve aminoasitleri;
“—Piridoksin (B6 vitamini)
—Tionin klorür
—Nikotinik asit
—Pantotenik asit (vitamin B5)
—Riboflavin(B2 vitamini)
—Biotin” diye sıralayabiliriz. Hatta bu sıraladıklarımızdan başka çeşitli enzimlerin aktivasyonu için eser miktarda olsa Mg++, Ca++, Fe++, K++, Mn++, Co++, Al++, Ra++, Cd++, Cl-, Zn++, Ni++, Cu++ gibi iyonlu elementler ve minerallerin varlığı da söz konusudur. Tabiiki mikroorganizmaların gerekli duyduğu maddeler burada bitmiyor, dahası var. Şöyle ki; mikroorganizmaların gerek duyduğu gelişmesini etkileyecek bir diğer ise nikotin amid (PP vitamini), folik asit, pimelik asit, pürin nükleotitler, pürinler, glutamik asit, glutamin, glutatyon, hematin, betain, kolin, B12 vitamin, β- alanin ve yağ asitleri gibi maddelerdir.
Peki, mikroorganizmalar sadece beslenmeye mi ihtiyaç duyarlar, bunlar hiç şöyle hava alıpta solunuma ihtiyaç hissetmezler mi? İşin şakası bir yana elbette ki onların da soluk almaya hakları var. Yani mikroorganizmalar tıpkı biz insanlar gibi onlar da hayatlarının devamı için solunuma muhtaçtırlar. Bu yüzden solunumla yaşayanlara aerobik bakteriler, oksijensiz yaşayanlara aneorobik bakteriler denmiş. Bir başka ifadeyle mikroorganizmalarda solunum (biyolojik oksidasyon); aerobik oksidasyon ve aneorib oksidasyon (obligat oksidasyon) diye iki ana yoldan gerçekleşmektedir. Ayrıca bunlara ilaveten fakültatif aneorob bakteriler ve mikroaerofil bakteriler diye bilinen iki alt grup daha vardır. Mesela her iki durumda (O2 bulunması veya bulunmaması halinde) solunumlarını sürdürebilecek halde beslenip üreyebilen mikroorganizmalara fakültatif aneorop bakteriler denmiş, Brucella abortus gibi bakteriler gibi sınırlı oksijenin varlığında üreyebilen bakterilere ise mikroaerofil bakteriler olarak tanımlanmıştır. Hatta bazı bakteriler özel şartlara bağlı kalarak vejetatif şekilde direnç gösteren spor denilen oluşumlar meydana getirirler ki; bunlara sırf bu özelliklerinden dolayı endospor denmiş. Bu nedenle spor oluşturma konusunda bu tür mikro organizmalara Bacillaceae familyasından aerop olan Bacillus cinsi veya aneorop olan Clostridium cinsi bakterileri örnek gösterebiliriz. Keza Sporosarcina cinsi bakterilerin de spor yaptığı bilinmektedir. Hatta lateral mezozomların plazmitlerin eşleşmesinin yanısıra spor oluşumunda bile görevleri olduğu sanılmaktadır.
İsterseniz spor oluşturan bakteriler konusuna biraz daha devam edebiliriz. Malumunuz spor bakterinin ucunda olduğu zaman terminal, ortasında olduğu zaman santral ve uca doğru bir tarafta olduğu zaman ise subterminal olarak adlandırıldığını biyoloji dersi alanlar çok iyi bilmektedirler. Hakeza yine her canlının kendine göre dış elbisesi olduğu gerçeği de bir başka bilinen olay olsa gerektir. O halde spor oluşturan bakterinin spor kısmında bile bir dış giysi olmalı, ama nasıl? Şöyle ki; spor zarını bir çeper çevrelemektedir ki, bu çeper hücre çeperine sertlik kazandıran mürein maddesinden başkası değildir. Hatta bu maddeye peptidoglikan veya mukopeptit (murein) isimleri de verilmektedir. Bunların dışında kalsiyum dipikolinat ve mürein iskeleti ihtiva eden kalın bir korteks tabakası daha var ki, bu tabaka sert spor mantosuna dönüşerek korteksin üzerini bile örtebilmektedir. Yani spor mantosunun dışında exosporium denilen lipoprotein ve amino şekerler ihtiva eden gevşek bir örtü olduğu anlaşılmaktadır. Böylece dış şartların uygun hale gelmesi ve akabinde korteksin parçalanması sonucu vejetatif hücrenin dışarıya çıkmasıyla birlikte germinasyon (çimlenme) olayı gerçekleşmektedir. Derken “Her dem yeniden canlar doğar” gerçeğini bir kez daha ruhumuzun derinliklerinde hissetmiş oluruz. Demek ki bakterilerin hücre çeperlerinde bulunan mürein tabakasının dışında diğer tabakalarda lüzumsuz katmanlar değilmiş meğer. Nitekim;
“—Lipoprotein tabakası: Bağlantı katmanı,
—Dış zar tabakası: Çepere seçicilik özelliği kazandırmakta,
—Lipopolisakkarit tabakası: Endotoksinleri oluşturmakla” görevli oldukları ortaya çıkmaktadır.
Bakterilerin bunlara ilaveten manto oluşturma yetenekleri de var. İşte bu yetenekleri sayesinde birçok bakterinin hücre çeperinin dışında oluşan sert mukoid tabakaya kapsül adı verilmektedir. Kapsül genellikle polisakkarit yapıda olmakla beraber bazı bölgeleri polipeptit veya protein içermektedir. Hatta bu arada kapsül oluşumunda bir takım genetik değişme, çevre ve kültür şartlarının etkili olduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Ayrıca protein içeren bakterilerin kapsül oluşturması genellikle virulansla ilgili apayrı bir durum olarak karşımıza çıkabilmektedir. Herşeyden öte bakteriler için kapsül o kadar mühim ki, herhangi bir bakteri kapsülünü kaybettiğinde patojenik etkisinin azalabildiği gözlemlenmiştir.
Mikroorganizmaların beslenmesi ve üretilmesi
Galiba dünyada en kolay iş ekmek yemek o da çiğnemeden geçmiyor maalesef. Yani bu basit gibi görünen yemek eyleminde bile çiğneme enerjisi harcamadan beslenme olayı gerçekleşemiyor. Halk tabiriyle “armut piş ağzıma düş” anlayışı yaratılış gerçeğine aykırı bir durum zaten. Zira bu gerçekler ışığında bütün canlılar nesillerini sürdürebilmek için bir şekilde değişik hammadde kaynaklarından enerji sağlamaktalar ki, bu enerji sağlama olayına metabolizma denmektedir. Bu yüzden metabolizma; anabolizma ve katabolizma diye iki grupta değerlendirilmektedir.
Anabolizma; basit yapılı moleküllerin daha karışık moleküllerin yapısında kullanılmak üzere biyosentez edilmesi, katabolizma ise kompleks moleküllerin parçalanma veya ayrıştırılma işlemi demektir. Ayrıca virüsler dışında mikroorganizmalar elde ettikleri besin maddelerini hücrenin dışında parçalayıp sindirdikten sonra ancak faydalanabilmektedirler ki; bu tip beslenme halofitik beslenme diye bilinmektedir.
Yine bir başka husus ise bakteri metabolizmasında gerek enerji oluşumu gerekse enerji kullanılması olayında çok değişik tipte kimyasal reaksiyonların devreye girdiği gerçeğidir. Şöyle ki; kimyasal ya da ışık enerjisinin biyolojik şekle çeviren enerji oluşum tipleri; aerop solunum, mayalanma ve fotosentez olayı şeklinde sahne aldığı gibi, hemen hemen tüm hücre tiplerinde enerji elde edilirken adenizin trifosfat (ATP) adında ikinci bir enerji oluşumuna daha ihtiyaç duyulduğu apayrı gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
Hani insanlar arasında öyleleri var ki bir başkalarının yardımına gerek duymadan tüm işlerini halledebilmekteler. Bu yüzden bu tip kişiler toplum tarafından üretken insanlar olarak değerlendirilirler. Ayrıca üretken insanların tam tersi durumda olanlar var ki, onlar maalesef başkalarının yardımı olmaksızın hayatta tutunamamaktalar. Belli ki sosyal hayatta yaşanan bu olaya benzer bir durumun mikro âlem için de geçerlidir. Çünkü enerji elde etme için organik maddelere ihtiyaç göstermeksizin üretken yaşayabilen mikroorganizmalara ototrof mikroorganizmalar denilmesi bunun teyit ediyor zaten. Hatta ototrof canlıların da kendi aralarında alt gruplara ayrılanları var. Mesela; öyle ototrof organizmalar var ki kendilerine gerekli olan enerjiyi inorganik maddelerin oksidasyonundan elde edip, bu tip mikroorganizmalara kemotrof mikroorganizmalar adı verilmektedir. Öyleleri de var ki enerjilerini daha çok güneşten temin ederler, bu yüzden bunlara da fototrof mikroorganizmalar denmektedir.
Ototrof canlılara üretken demiştik, peki üretken olmayanlar var mı derseniz. Elbette ki var, bunlar hetetrof canlılardan başkası değildir. Nitekim bu tür mikroorganizmalar beslenebilmesi için en az bir çeşit organik maddeye gerek duymaktalar. İşte bu özelliklerinden dolayı olsa gerek hetetrof mikroorganizmalar diye isimlendirilmişler. Dahası söz konusu bu hetetrof canlılar tıpkı ototrof canlıların bir başka versiyonu olarak enerji elde ediş tarzlarına göre kemohetetrof ve fotohetetrof diye sınıflandırılmaktalar. Ayrıca bir kısım kemosentetik hetetrof mikroorganizmalar var ki, bunlara başka canlı organizmaların dışarı atılmış metabolik artık ürünler üzerinde çürükcül yaşamalarına nispeten saprofit mikroorganizmalar denilmekte. Dolayısıyla biz insanlar ölür ölmez çürümemizi saprofit bakteriler sağlamaktadır.
Şurası muhakkak mikroorganizmaların gelişme ve üremeleri için üretkenlik, enerji, hammadde yetmiyor, ayrıca fiziki ve kimyasal faktörlerin optimal düzeylerde olması icap ediyor. Dolayısıyla olması gereken fiziki ve kimyasal faktörleri:
“—Hidrojen iyonu konsantrasyonu (PH),
—Sıcaklık,
—Oksidasyon-redüksiyon potansiyeli,
—Ozmotik basınç” tarzında sıralayabiliriz. Mesela mikroorganizmalar osmotik basınç yoluyla aldıkları K (potasyum) iyonu sayesinde hücre yapıları dengede kalabilmektedir. Dahası hücre içi iyon dengesi pozitif (+) yüklü organik madde olan putressin(çürüklük)’in dışarıya atılmasıyla gerçekleşebilmektedir. Ayrıca mikroorganizmaların büyük çoğunluğu PH 6–8 (ortalama PH 7)’e ayarlı bir denge ortamında üreme yapmakla birlikte asit ortamda iyi gelişme gösteren mikroorganizmalar da var elbet. Bu tür mikroorganizmalar:
“—Mayalar
—Funguslar
—Laktobasiller
—Asetobakteri
—Vibrio cholerae
—Toprak bakterileri” diye bilinmektedir.
Bakterilerin anatomik yapısı
Bilindiği üzere bakteriler prokaryot organizmalar olduklarından ister istemez, bütün bakteri hücrelerin hepsinde ortak olan yapılar;
“—Hücre zarı,
—Stoplazma,
—Nükleus zarı” tarzında biçim almaktalar. Hatta bazı bakteri türlerin stoplazmasında;
“—Volutin
—Lipit
—Glikojen veya nişastadan yapılı inklüzyon granülleri” bile vardır. Tabii bu sıraladıklarımız bakterilerin dış kısmı ile hususlardır. Ayrıca bunların içyapıları söz konusu olup, sanki bakteriler Yunusca; “Bir ben var bir de benden içeru” dercesine nükleus kısım edinmişlerdir. İşte için de içi diyebileceğimiz bu iç bölgeye nükleoplazma denmekte. Hatta bakteri dünyasının bu iç âlemi iyi incelendiğinde; iç kısımda yer alan nükleusun kromozom ipliği içerdiği görülecektir ki; bu durum bakterilerin kromozom ipliğine sahip olmakla genetik bakımdan haploit olabileceklerine işarettir.
Anlaşılan o ki bakterilerin anatomik yapısını sadece hücre zarı, stoplazma ve nükleus zarı belirlememektedir. Gerektiğinde basit sandığınız bir kirpik bile bakteri âlemini oluşturan üyeler arasında ayırd edici özellik katabilmektedir. Şöyle ki; sırf kirpiğin morfolojik yapısından hareketle bakteriler kirpiklerin durumuna göre şöyle adlandırılmışlardır:
1-Antik bakteriler
Yani bunlar kirpikleri bulunmayan bakterilerdir. Örnek: Shigella, Corynebacterium, Diphtheria, Bacillus anthracis.
2-Monotrik bakteriler (Bir tek flagellası olan bakteriler)
Bakterilerin ucunda tek bir kirpik bulunmaktadır. Örnek: Vibrio cholerae.
3-Amfitrik bakteriler
Her iki ucundada birer kirpik bulunan bakterilerdir. Örnek: Vibriolar.
4-Lofotrik bakteriler
Bir ucunda püskül gibi bulunan bakterilerdir. Örnek: Bacterium cyaneum.
5-Peritrik bakteriler (çok kamçılı bakteriler)
Bütün yüzeye yayılmış şekilde kirpikleri bulunan bakterilerdir. Örnek: Eubacteriales ordosuna giren türler böyledir.
Kirpik romantik hikâyelere bile konu olmuş ve seven ve sevilen arasında güçlü bağ oluşturabilmekte. Madem kirpik gerçeği var, bakteri içinde bir anlamı olsa gerektir. Biz en iyisi mi Allah’ın hikmetinden sual olunmaz deyip şimdilik bakteri kirpiğin yapısının protein olduğunu, aynı zamanda flaman, çengel ve bazal cisim olmak üzere üç ayrı kısımdan oluştuğunu bilmek yeterli diye düşünüyorum. Hakeza gram negatif çomakların elektron mikroskobu ile yapılan incelemesinde hücre zarlarında kıl gibi çıkıntıların çıktığı farkedilmiştir ki, bu uzantılara fimbriyalar veya piluslar (latince saç anlamında) adı verilmektedir. Ayrıca fimbriyalar;
—Basit fimbriyalar
—Seks fimbriyalar diye iki ana kategoride incelenmektedir.
Genelde basit piluslara lâteks partükülü, eritrosit ve barsak glikoproteinleri gibi maddelerin yapışması için ihtiyaç var, seks piluslarına ise daha çok bakteri konjugasyonunda verici (donör) hücre ile alıcı (resipient) hücre arasında temas kurmak için gerek duyulmaktadır.
Aslında bakteriler mikrop veya jerm olarak bilinmekle beraber temel ayırd edici olarak daha çok;
“1-Kok (coccus bakteriler)
2-Çomak (basillus bakteriler)
3-Spral (sprillum bakteriler) olmak” üzere üç şekilde adlandırılmaktadırlar. Şöyle ki bulunuş pozisyonlarına göre Coccus’lar bölünme sonunda birbirinden ayrıldıklarında ortamda tek görülürler ki, buna micrococcus veya monococcus denmektedir. Şayet bakteriler eksenleri üzerinde tek yönde bölünerek yapışık koklar şeklinde zincirimsi dizilirseler bu durumda streptococcus adını alırlar. Üzüm salkımı şeklinde küme yapılı kok durumuna geçerlerse staphylococcus diye isimlendirilirler. Hakeza birbirine dik iki yönde bölünerek dörtlü grup oluşturuyorlarsa tetra, şayet bu bölünme sonucunda 8, 12 ve 16 koktan oluşan muntazam kümelere ayrılıyorlasa sarsina (sarsinlar) adı verilir. Bu arada kok bakterilerine örnek verecek olursak; insanda bel soğukluğuna yol açan Neisseria gonorrhoeae, menenjit hastalığı yapan Neisseria meningitidis ve zatürre hastalığı yapan Streptococcus pneumoniae gibi bakterileri pekâlâ verebiliriz.
İkinci tip çomak bakteresinden bahsedecek olursak, bilindiği üzere küçük harfle başlayan basil kelimesi tüm çomaklar için, büyük harf ve italikle yazılan Basillus kelimesi ise bir cinsi ifade etmek için kullanılmaktadır. Mesela bazı çomak bakteriler küçük ve koklara benzer şekillerde bulunur ki bunlara koli basili adı verilmektedir. Bazı çomakların yan kenarları ise Salmonella ve Shigella cinslerde olduğu gibi birbirine paralel ve uçları yuvarlaktır. Bir kısım çomakların yan kenarları da Bacillus anthracis olduğu gibi düz ve köşeli biçimdedir. Hatta bazı çomaklar Bacillus anthracis (şarbon bakterisi) ve Haemophilus ducreyi cinslerde olduğu gibi bölündükten sonra birbirinden ayrılmayacak biçimde bir bütün halde zincir teşkil ederler. Her ne şekilde olurlarsa olsun şimdilik çomak bakterileri için Corynebacterium diphtheriae bakterisini tipik örnek olarak verebiliriz. Nitekim bu tür bakteri difteri hastalığının amili olup genelde kibrit çöpleri ve çin harfleri gibi gruplar halinde görülür.
Diğer üçüncü bakteri tip ise Spral (sprillum bakteriler) bakteriler olup, bunların bir kıvrımlı olanlarına Vibrio, birçok kıvrımları olanları da spirillum diye adlandırılır. Spiral şekilde ve yumuşak vücutlu olanlara ise spiroket adı verilmektedir. Şurası muhakkak ki Spiroketler;
“Borrelia, treponema, leptospira” olmak üzere üç cins olup, bunlardan Treponemalar spral şeklinde, Leptospiralar elbise askısı veya S şeklinde, Borrelialar ise 3 veya 7 kıvrım halde konumlanan bakteri çeşitleridir. Bakteriler genel itibariyle uygun ortamlarda aynı hücre biçimleri oluşturup, ancak çok eski kültürlerde değişik ve düzensiz biçimde bulunurlar. Keza kokların büyük balon veya biçimsi, yuvarlak, çomak olanların uçları şiş yuvarlak ve düzensiz biçimlere dönüştüğü görülür ki; bu tür yapılara involüsyon (envolüsyon) veya yozlaşma şekilleri denmektedir. Zira Yersinia pestis; veba hastalığının amili olup organizma içerisinde involüsyon tarzı düzensiz şekillere girebilmektedirler.
Mikroorganizmalara genel bakış
Mikroorganizmaları topyekün incelemenin mümkün olmadığı anlaşılınca bilim adamları bu alanla ilgili ister istemez branşlaşmaya gitmek zorunda kalmışlardır. Çünkü mikro âlem her ne kadar kelime olarak küçük âlem diye teleffuz edilse de incelendiğinde büyük âlem olduğu görülecektir. İşte bu gerçeklerden hareketle bilim dünyası mikrooganizmaları genel itibariyle protista âlemine mensup canlılar olarak ele alıp, zaman içerisinde Mikrobiyoloji bilim dalını mikroorganizmaların bulundukları yer veya buralarda yaptıkları faaliyetler gözönünde bulundurularak;
“ —Toprak Mikrobiyoloji,
—Endüstriyel Mikrobiyoloji (fermantasyon mikrobiyoloji),
—Gıda Mikrobiyoloji (et, süt, su mikrobiyoliji),
—Tıbbi Mikrobiyoloji,
—Veteriner Mikrobiyoloji” diye değişik isimler altında dallara ayırmışlardır. Bunlardan başka bulundukları ve fonksiyonel oldukları yerlere göre deniz mikrobiyoloji, nehir, kanalizasyon, kaplıca, petrol, çok özel olarak mide ve barsak, rumen (işkembe) mikrobiyoloji gibi birçok mikrobiyoloji dalları da türemiştir.
Mikrobiyolojinin ilgilendiği bir başka Protista diye isimlendirilen bir grup canlı âlemi daha var ki, bu tür canlılar birbirlerinden ancak ökaryot ve prokaryot diye iki hücre tip oluşturması sayesinde ayırd edilebilmekteler. O halde bu durumda protozoanın sınıflandırılmasını genel itibariyle şöyle sıralayabiliriz:
1-Mastıgophora: Kamçılı protozoalardır (Flagella).
2-Rhizopoda: Ameboid protozoa.
3-Sporozoa: Parazit yaşayan tek hücreli protozoadır.
4-Ciliata: Silli protozoalardan olup en gelişmiş sınıfın üyesi olarak bilinmektedirler. Ayrıca ciliataların hücre yapıları sert bir pellikül ile çevrili olup, orjinleri ise stoplazma kaynaklıdır. Tatlı suda yaşayan cinslerin de ise su dengesini korumak için yapılarında kontraktik vakuoller bulunmaktadır.
Anlaşılan o ki basit protistalar grubu bakteriler ve mavi yeşil alglerden oluşup, yüksek protistalar grubuna ise daha çok algler, protozoa, funguslar ve cıvık mantarlar girmektedir. Mesela bunlara arasında mavi-yeşil algler daha çok mavi yeşil bir renge sahip olmalarıyla dikkat çekmektedirler. Belli ki mavi-yeşil alglere bünyelerinde var olan karotenoid, klorofil ve aksessuar pigmentler bu görünümü sağlamaktadır. Ayrıca bazı alglerde kırmızı pigmentlerde bulunmaktadır.
Funguslar ise malum olduğu üzere hepimizin çok yakından tanıdığı;
“—Küfler.
—Mayalar”dan başkası değildir elbet.
Bilindiği üzere mayalarda çoğalma olayı;
“—Seksüel
—Aseksüel” tarzında cerayan etmektedir. Mesela seksüel çoğalmada stoplazma ve çekirdeklerin kaynaşıp bir hücre halini alır ki buna zigospor adı verilmektedir. Hatta bu olay daha çok kendini bir askus şeklinde göstermektedir. Eşeysiz çoğalma ise; bölünerek, tomurcuklanma ve spor oluşturarak meydana gelmektedir.
Yine malum olduğu üzere Lois Pasteur mayalamayı bakterilerin yaptığını keşfetmesiyle birlikte endüstriyel alanında yeni bir sektörün doğmasına vesile olmuştur. Bu yüzden Endüstride kullanılan kültür mayaları;
“-Şarap mayaları
—Bira mayaları
—Hamur mayaları” şeklinde tasnif edilirler. Bunlar aynı zamanda hepsi Saccharomyces cinsinin çeşitli tür ve tipleri olarak bilinmekteler.
Bu arada sırası gelmişken Fungusları sınıflandırıp, haklarında kısa tanımlar yapabiliriz. Şöyle ki;
1-Phycomycetes (sistematik bitki hastalıklarına yol açan funguslar)- Sporangium içerisinde aseksüel sporlar oluşturur.
2-Ascomycetes-Mayalar bu sınıfa girer, hif uçlarında koloniler var.
3- Basidiomycetes (küf mantarları ve şapkalı mantarlar) - Üreme bazidium ile gerçekleşir.
4-Fungi İmperfecti (gelişmemiş mantarlar) - Bu cinsin daha henüz üreme şekilleri bilinmeyen gruplardır.
Tabii funguslar konusu burada bitmiyor. Dahası var. Şöyle ki;
Funguslar miselyum denilen kitleler teşkil eden hiflerin dallanmasıyla üreyen mikroorganizmalardır. Bu arada fungusların bizatihi kendileri değilde ürettikleri birtakım değişik türden toksik maddelerin sebep olduğu hastalıklara mikotoksikozlar denmektedir. Mikotoksinler ise çeşitli patojen funguslar tarafından sentezlenen ve alındıkları zaman insan ve hayvanlarda latent, akut ve kronik karakterde zehirlenmelere sebep olan bir tür toksik maddeler diye tanımlayabiliriz. Nitekim bir defasında veya çok miktarda alınan mikotoksinler genellikle akut mikotoksikozlara sebep olmakla birlikte bazı durumlarda hiçbir klinik tablo görülmeyebilirde. İşte bu yüzden klinik durum arzetmeyen sendroma latent enfeksiyon denmektedir. Yine de şurası bir gerçek mikotoksikozlar (mikotoksinlerin sebep olabileceği hastalıklar) genellikle kroniktirler.
Fungusları insan ve hayvanlarda yerleştikleri yere veya hastalık yaptıkları bölge üzerinde oluşturduğu patojenik etkisine göre; aşağıda üç başlık altında inceleyebiliriz.
“1-Dermatomikozlar.
Genellikle deri, saç, kıl tüy ve tırnakların keratinize kısımlarına yerleşen funguslar dermatomikozlar olup başlıca 3 gruba ayrılırlar. Bunlar:
—Trikofiton cinsi
— Microsporum cinsi
—Epidermofiton cinsi olarak bilinirler.
2-Deri altı mukozlar
Deri altı mukozlar ise insan ve hayvanlarda deri altlarında ve deri altı lenf yollarında yerleşen funguslar olarak bilinmektedirler. Örnek–1 Rhinosporidium cinsi; İnsan ve hayvanlarda burun mukozasında hastalık yapar. Örnek–2 Sporotrichum cinsi; Bacak derisinin veya deri altı lenf yollarının ülserleşmesi şeklinde hastalık yapar.
3-Sistemik mukozlar.
Çeşitli doku ve iç organlara yerleşerek hastalık yapan funguslar sistematik mukozlar olarak bilinmektedir. Zira bunlar canlıların sindirim sisteminde fakültatif patojen olarak bulunurlar. Şöyleki;
a-Actinomyces cinsi; İnsan ve hayvanların sert dokularında ve dilde yerleşerek hastalık yapar. Ayrıca insanın karaciğer, eklem, genital organ, göz vs. yerlerine de yerleşirler.
b-Aspergillus; Solunum yollarında yerleşen ve bütün vücuda yayılan cinstir.
c-Blastomyces; özellikle deri, akciğer, kemik, sinir sistemi diğer organlarda hastalıklar yapar.
d- Histoplasma cinsi; Akciğerde lokalize olup, tipik hastalık etkenidirler.
e-Candida cinsi; Sindirim sistemi mukozasında hastalık yapar.
f-Coccidioides cinsi; İnsan ve hayvanlarda genellikle solunum sistemine yönelik hastalık yapar.
g-Cryptococcus cinsi; Ağız ve burun mukozasına yönelik hastalıklar yapar.
Ayrıca Mikotoksikozların bakteri enfeksiyonlarından ayrılan özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
— Bulaşıcı değildir.
—Vücuda girdiklerinde immunolojik bir cevap oluşturmazlar.
— Kimyasal ilaçlara karşı duyarsızdırlar.
Şayet Mikotoksinler etkiledikleri organ ve dokulara göre değerlendirecek olursak şöyle sıralanabilir:
1-Hepatotoksinler: Karaciğeri etkileyen ve hücrelerinde bozukluklar meydana getirir.
2-Nörotoksin ve Mikotoksinler: Sinir sisteminde arızalara yol açan toksin maddelerdir. Mesela Sitreoviridin bunlar arasındadır. Ayrıca mikotoksinler önemli kas nekrozları ile zehirlenmenin akabinde miyoglobinemi ve hiperkalemiye de sebep olurlar.
3-Alimenter kanal toksinleri: Mukozoda ülserleşme ve hemorajiye neden olurlar. Mesela Trikotesenler bu gruba dâhil toksinlerdir.
4-Dermato toksinler: Deriyi doğrudan etkileyen toksinlerdir. Bu toksinlere Stakibotriotoksin örnek verilebilir.
5-Nefrotoksinler: Böbreklerde bozukluklar yapar. Örnek-Sitrinin ve okratoksin-A
6-Solunum sistemi toksinleri; Solunum yollarında olumsuz etki yapan toksinlerdir.
7-Genitotoksinler; Genital yollarda birtakım arızalara yol açan maddelerdir.
8- Teratojenik etki; mesela epilepsi ilaçları ve bir takım psikoaktif maddeler bu kapsamda değerlendirilmektedir.
9-Karsinojenik etki; Karaciğer kanserinin oluşmasına neden olur.
RİCKETTSİALES
Ricketsialar Artropodlardan bit, pire ve kenelerin hücreleri içerisinde obligat parazit olarak yaşayıp, viruslarla bakteriler arasında geçit teşkil eden varlıklardır. Ricketsialar ilk defa Amerikalı H.T. Ricketts tarafından Rocky mountain (lekeli humma) ve tifosa yakalanmış hastaların kanlarından elde edilmiştir.
Rickettsia cinsi türleri:
Rickettsia prowazeki - Bitler vasıtasıyla insana geçip epidemik tifüse sebep olurlar.
Rickettsia typhi -Endemik tifusun sebep olup, pireler vasıtasıyla insana geçmektedir.
Rickettsia rickettsi -Kayalık dağı lekeli humması denilen hastalığın sebebidir.
Rickettsia conori -Akdeniz kene tifüsü (Marsilya humma) denen hastalığın sebebidir.
Rickettsiaceae familyası cinsleri Rickettsia, Coxiella, Cowdria, Rickettsiella(Gammaproteobacteria), Neorickettsia, Symbiotes, Wolbachia ve Ehrlichia’dır.
Erhlichia; Cowdria keneleri, koyun, keçi ve sığırlar yoluyla taşınıp hastalık yapar.
Rickettsiella türleri kınkanatlıların hücreleri içerisinde hastalık yapmaktadır. Coxiella burnetii ise insanlarda Q humması hastalığı meydana getirmektedir.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:13 pm

AKŞAM SEFAMIZ AY DEDE

ALPEREN GÜRBÜZER

Yüce Allah; “Onlarda ay’ı bir nur yapmış, güneşi de bir kandil olarak asmıştır”(Nuh,16) ayetiyle ay nuruna dikkatimizi odaklamaktadır. Bilirsiniz belki, akşamsefası o güzel çiçeklerini geceleyin açmaktadır. Niye açmasın ki adı üstünde akşam sefası.. Düşünsenize geceleyin gökyüzünde bizi selamlayan ay dedemizi temaşa etmek adına hafif esen bir rüzgâr ve çiçeklerini açmış akşamsefası eşliğinde evimizden dışarıya çıkmak ne güzel bir duygu olsa gerektir. Gerçekten akşamları gökyüzünde ayla birlikte sefamız bir bambaşkadır. Hele hele onun dolunay hali var ya, izleyenleri adeta mest eder. Hatta seyrine doyum olmazda. Bu yüzden sevenler sevimli ve iç ferahlatıcı dolunaya mehtap demişlerdir. Çocuklar ise ay dede derler. Çünkü mehtaplı akşamlarda ay gülümseyen yüzü ile piri fani dede olmayı gerçekten hak etmiştir. Edebiyata konu olan, aynı zamanda dillere destan olan ayın gülümseyen parlak yüzü Astronotları bile heyecanlandırıp, aya çıkılmaz tabusunu yıkmaya yetecektir. Nitekim ay yolculuğu 8 gün 3 saat, 17 dakikada gerçekleşerek dünya aldığı bu haberden dolayı sevinç çığlıklarına sahne olmuştu. İnsanların sevinç çığlıkları atmosfer sayesinde yeryüzünde duyulurken, astronotların aya ilk adım atar atmaz attığı zafer çığlıkları ayda duyulmuyordu. Kendi aralarında iletişim ancak taktıkları gaz maskesi altına yerleştirilmiş radyo dalga verici yoluyla yapabiliyorlardı. Çünkü ayda atmosfer yoktu. Madem havanın bulunduğu alanlarda ses dalgaları yayılabiliyor, o halde her tarafta kızılca kıyamette kopsa hava (atmosfer) yoksa seste yok demektir. Neyse ki Ay dedemiz üzerine yağan meteor taşlarınca delik deşik olmasına rağmen bombardımanlardan etkilenmemekte. Çünkü dünyamız gibi koruyucu atmosfer şemsiyesi olmadığı için onu rahatsız edecek ne bir ses ne de bir tılsım duymak mümkün. Sadece korkunç bombardımanın ardından geriye kalan taş yığınları, kayalıklar, çorak, susuz ve kurak araziden ibaret bir alan vardır. İlginçtir ayda ayrıca çok miktarda oksijen de mevcuttur. Fakat burada ki oksijen hayat oksijeni değil, bilakis serbest halde bulunmayan, yani mineral bileşiklerine tutulmuş oksijendir.
Ayın nasıl meydana geldiği konusunda çeşitli görüşler mevcut. Kimilerince ay tıpkı dünyamız gibi sıcak bir gaz küre halden meydana gelip, zamanla soğuyarak bu günkü halini almıştır. Kimilerine göre ise Ay başlangıçta dünya ile bitişikken zamanla ondan koparak dünyanın etrafında elips şeklinde yörünge çizen bir uydu haline gelmiştir. Özellikle bu son görüş yabana atılır cinsten değil. Zira ayın şu an itibari ile bile dünyadan gittikçe uzaklaşması, yeryüzünün büyük kısmının sularla kaplı olması, diğer arta kalan 1/3’ün Pasifik okyanusunun doldurduğu derin çukurun varlığı veya Pasifik Okyanusun geri kalan bölümünü oluşturan granit tabakasının noksanlığı bu fikri güçlendirmektedir. Aynı zamanda astronotlardan Apollo’nun aydan getirdiği kaya parçalarının yeryüzündeki elementler ve kompleks minerallerin yaş bakımdan dünyadakilerle hemen hemen aynı, fakat yapı bakımdan tam olarak birebir eşleşmese de bu hipotezi doğrular gibi. Şurası muhakkak astronomi, kimyanın element bazında adeta âlemşümul bir bilim olduğunu itiraf etmektedir. Gerçektende dünyada bütün okyanuslarda benzer bir yapı söz konusu olduğu halde, Pasifik okyanusu bundan istisnadır. Nitekim Gamow, bu durumu ay yüzeyi üst kabuğunun granit, alt tabakasının ise bazalt olmasından hareketle “Dünyamızın Hayat Hikâyesi” adlı eserinde; “Okyanustaki bir sürü ada üzerinde tek bir granit parçasına rastlanılmaz. Pasifik alanının dibi sadece bazalt kayalardan meydana gelmiş olduklarından şüphe yok gibidir. Sanki kozmik bir el, bu geniş alanın her tarafından granit tabakasını kaldırıp götürmüştür. Şu halde Pasifik Okyanusun şimdi kapladığı alan, Ayı meydana getiren madde yığınının koptuğu yerin ta kendisidir” tarzında izah eder.
Evet, bu görüş bugün hale geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Anlaşılan o ki; ay dünyamızdan kopmuş olduğunu kabul etsek bile, şurası da bir gerçek hayat denilen mucize şimdilik dünyamızda mevcut. Ayda ise maalesef hayat kıpırtısı zerresine bile rastlanılamamıştır. Hatta Apollo seferlerinde aydan getirilen kaya parçalarının hiçbirinde eser miktarda da olsa suya rastlanılmadığı gibi hayat emaresi diyebileceğimiz bir tek fosile dahi bulunamamıştır. Bundan dolayı ayda hayat olmadığı kesinlik kazanmıştır. Dahası hayat nasıl olsun ki bir kere ay yüzeyi yaklaşık 120 santigrat dereceye demir atmış durumda. Elbette ki bu kadar yüksek derecede bir canlı yaşayamaz. Zira dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte tamamladığı halde, ay da bu dönme 15 gündüz 15 gün gece olacak şekilde yavaş dönmelerle turlar tamamlanır. Yani bir tarafı devamlı karanlıkken diğer tarafı tam tersi devamlı sıcaklığa maruz kalacağından çok büyük sıcaklık farkların doğmasına yol açmaktadır. Ayrıca kütle bakımdan ay dünyamızdan 81 kat daha küçük olmakla beraber diğer gezegenlerin uydularından hem hacimce hem de kütlece daha büyüktür. O halde biz ona küçük inci uydumuz diyebiliriz. Öyle ki o; Amerika kıta’sı ile Avrupa ve Afrika kıta’larının arasına sığacak kadar küçük paremizdir. İyi ki de küçükmüş. Çünkü ayın dünyadan kütlece küçük olması aynı zamanda dünyaya nispeten çekim gücünü de azaltmakta, böylece med-cezir olayları ile dünyamız sıkça çalkalanmamaktadır. Çekim gücünün bir diğer ispatı da dünyada 80 kilogram gelen bir insan ayda 12 kilogram gelmesidir.
Ay dedemizi nurlu kılan hiç şüphesiz güneştir. Dolayısıyla bu noktada ay güneşten gelen ışınları dünyaya yansıtarak şanına şan katmaktadır. Yansıtırken görünüş safhaları kendine hayran bırakmaktadır. Ay bir bakıyorsun hilal haline gelmekte, bir bakıyorsun küçülüyor, bir bakıyorsun büyüyor, bir bakıyorsun kararıyor, derken kendi içerisinde geçirdiği dönüşümlerle ruhumuzu dalgalandırmaktadırlar. Dönüşümlerin ilk safhası ‘Yeni ay’la başlayıp, bu safha ayın dünya ile güneş arasında olduğu zamanlarda ortaya çıkmaktadır. Sonra ayın dünyaya bakan yönü güneş tarafından aydınlandığında tarihi remzimiz ‘Hilal’ görünümü safhasına kavuşur. Akabinde ay üzerindeki güneş ışınları yarım daire haline gelinceye kadar hacimce büyür ki buna ‘Yarım ay’ safhası deriz. En nihayet ayın bütün yüzeyinin aydınlık olması safhası yaşanır ki bu görünümüne de ‘Dolunay’ denmektedir. Derken bu döngüler 29,5 günde bir tekrarlanır. İşte her ne kadar havasız, susuz, bulutsuz ve hayatsız olsa da onun evre evre değişik görünümler sergilemesi veya büyük bir hayranlıkla seyredenleri cezb etmesi tüm olumsuzlukları bir anda silebiliyor. Allah-ü Teala; “Gökte burçlar yaratan, onların içinde bir çerağ ve nurlu ay barındıran Allah-ü Teala’nın şanı ne yücedir” (Furkan,61)diye beyan buyurmaktadır
Ay maalesef dünya gibi iki ayrı zırhla korunmuş değil. Dolayısıyla Ay korunaksız olduğundan üzerine sağanak halde yağan taşlar yüzünden yüzey kısımları delik deşik olduğundan krater alanları bolcadır. Hatta metrelerce derinliklerde çukurluklar vardır.
Allahü Teala; “Güneş’de, Ay’da hesapladır” (Errahman–5) beyan buyurmaktadır. Ayeti kerime astronomik hesaba dikkat çekmekte, en ufak ay hareketlerinde değişiklik başta insan olmak üzere tüm hayatı altüst etmeye yetecekti elbet, ama bu olumsuzluğa geçit vermeyecek şekilde belli ki ona da ayar çekilmiş. Bilindiği üzere yerin hem güneşe uzaklığı hem de aya olan uzaklığı ince bir ayar üzerine kuruludur. Bu ince hesap sayesinde her üç kürede birbirleri arasında çekimin dengelenmesi sağlanmakta, böylece yılda iki defa deniz kabarmalarına neden olan med-cezir (gel-git) dalgalarının yanı sıra ısı, ışık, magnet, iyonik olayların her biri de denge planı içerisinde yer almaktadır. Yani ayla dünya arasındaki uzaklık takriben 384.000 kilometredir. İşte ay ışığını bunca kilometreleri yaklaşık bir saniyelik anlık salise dilimini kat ettikten sonra dünyaya yansıtabilmektedir. Bu mesafe rasgele seçilmiş bir mesafe değil elbet. Es kaza bu mesafenin azcık hedefinden şaşması med-cezir hadiselerinin sıkça tekrarlanmasını beraberinde getirip deniz dalgalarının dünyayı istila etmesi demek olacağından hayatımız kâbusa dönüşecekti. O halde yaratılış öncesi dünya ile ay arasındaki uzaklığın ortalama 38.000 kilometrelik ayara konumlanmış olması karşısında ne kadar şükretsek azdır diyebiliriz. Üstelik ayında diğerleri gibi kendine has birtakım hareketleri olmasına rağmen, bu hareketler herhangi bir karışıklığa mahal bırakmadan bu mesafe korunabilmektedir. Nitekim gerek güneş etrafındaki hareketi, gerek diğer gezegenlerin çekim gücüne (gravitasyon) bağlı olarak nükseden birtakım yörünge farkları, hakeza güneş sisteminin bütünü itibariyle gerçekleşen hareketlerden kaynaklanan değişiklikler ister istemez Ay’ı doğrudan doğruya etkileyerek kendine özgü bir döngü oluşturmaktadır.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:14 pm

BEYİN MUCİZESİ

ALPEREN GÜRBÜZER

Madelyn Burley-Allen beyin için; “kendi başına evren” derken meğer laf olsun diye söylememiş. Çünkü sinir sistemi beyin denilen otomatik kontrol sistemin öncülüğünde çalışan otonom bir sistemdir. Nitekim sindirim, solunum, kalp ritimleri hep bu mükemmel donatılmış otomatik sistemin çarklarının çalışmasıyla işlerlik kazanmaktadır. Dahası otomatik makineler tarihi denilen sibernetik bilimin bugüne kadar elde ettiği birçok kazanımı sinir sisteminin işleyen bu yapısına borçludur. Öyle ki beyinde bazı canlılara mahsus buzdolabı tertibatı bile var. Koşan bir canlı düşünün, ister istemez bu canlı koştukça vücut harareti artacak, derken ısınan kan beyne sıçrayıp canlının ölümüne yol açacağı muhakkak. İşte bu noktada Yunan Fizikçi Herophilus köpek ve koyun gibi bazı memeli hayvanların beyninde Cavernous sinus bilinen boşlukta şah damarlardan ayrılan kan damarların oluşturduğu soğutucu işlem görevi yapan bir yapının varlığını belirlemiştir. Belli ki atalarımız “Ayağını sıcak tut başını serin tut” sözünü boşa sarf etmemişler. Anlaşılan o ki canlı organizmanın işleyişi otomatik olarak çalışan tüm cihazlara rehber olmuş. Bilindiği üzere vücudumuzun en kompleks sistemi diyebileceğimiz sinir sistemi beyin, omirilik ve sinirlerden meydana gelmektedir. İşte bu sistem sayesinde Nöro-sibernetik, Biyo-sibernetik, Psiko-sibernetik, Mediko-sibernetik, Sosyo-sibernetik gibi yan dallar ihtisas konusu olmuştur. Dolayısıyla sinir sistemi merkezi ve periferal diye iki alt ana sistem başlığı altında incelenmektedir. Merkezi sinir sistemi omurilik ve beyinden ibaret olup, Periferal sinir sistemi ise ganglion ve sinirlerden oluşmaktadır. Bu yüzden bu sistemi meydana getiren ve sayıları milyonlarla ifade edilen sinir hücrelerine nöron denmektedir. Nöronlar ise soma (gövde), dendrit (bilgi giriş üniteleri) ve akson (bilgi çıkış üniteleri) olmak üzere üç bölümde kategorize edilirler. Yani hem çekirdek hem de sitoplâzması olan nöronlar, diğer vücut hücrelerinden farklı olarak akson ve dendrit denen uzantılara sahiptirler. Nöronlar arasında ayrıca nöroglia adı verilen ara hücreler var ki, bunların vazifesi genellikle sinir sisteminin beslenmesi, solunumu ve gerektiği zaman da tamiratını yapmaktır. Nöroglia hücreleri aynı zamanda bu vazifelerini yapabilmek için kan damarlarıyla sıkı bir bağ kurmuşlardır. Öyle ki bu ilişki sayesinde kalbimizce kan pompalanması, ihtiyaç halinde kalbe ne kadar kan girip ne kadar kan çıkması noktasında miktar tespiti bizatihi beyin tarafından kontrol edilip, bütün hayati faaliyetler beynin idaresi altında gerçekleşmektedir.
Beynimiz kafamıza yerleştirilebilecek şekilde üç tabaka zarla kuşatılmış yarım küreler halinde yaratılmışlardır. Bu yarımkürelerin her biri kendi arasında loplara ayrılarak yarım kürelerin altında orta beyin, beyincik ve omirilik soğanı diye bölümlere ayrılmışlardır. Dahası yarım küreler boz renkli bir kabukla sarılmış olup bu kabuğun içerisinde ak madde bile vardır. Hatta her iki yarım küre ak maddeden yapılmış iki köprüyle birbirine bağlanmışlardır. Zira 1200–1400 gr ağırlığında olan insan beynine ait hücreler arasında milyarlarca bağlantı kurulmuştur. Böylece beyin faaliyetleri bu bağlantılar sayesinde mümkün olmaktadır.
Beynimiz varsa, o halde düşünüp meseleleri çözmekte var demektir. Gerçektende bu söz teorik olarak kabul görse de bunun pratik anlam kazanması ancak beynin her iki lobununun iyi kullanabilmesine bağlıdır. Bilindiği üzere ruhi faaliyet ve kabiliyetlerimizin maddi cephesini oluşturan çekirdek ve üsleri beynimizde yerleştirilmiştir. Bir başka ifadeyle gerek iradeye bağlı nükseden davranışlar, gerek zekâ ile ilgili fonksiyonlar ve gerekse beş duyunun işlevlerini kapsayacak tüm faaliyetler beyne ait merkezde gerçekleşmektedir. Dahası zekâ, hafıza, öğrenme, yazı yazma, konuşma ve hayal vs. kabiliyetler beyin tarafından idare edildiği gözlemlenmiştir. Özellikle konuşmanın oluşumunda beynin çok yakından ilgisi vardır. Alıcılar vasıtasıyla alınan bir takım hisler beynin Talamus kısmında değerlendirmeye tabii tutulması sonucunda beyin kabuğuna taşınmakta ve böylece kelimelerin üretilmesi ile görevli organlara emirler verilerek konuşma denilen mucize gerçekleşmektedir. Hatta doku ve kasların düzenli çalışması da beyin faaliyetlerine bağlı olarak işlerlik kazanmaktadır. Yapılan deneyler sonucunda anlaşılan o ki beynin sağ yarım küresi vücudun sol yarısını, sol yarımküresi ise sağ yarısını idare ettiği belirlenmiştir.
Genel itibariyle beyin Cerebrum(asıl beyin) ve cerebellum (beyincik) olmak üzere iki ana kısma ayrılmaktadır. İkisi arasında konum itibariyle en belirgin fark cerebrumun kafatasımızın ön ve üst tarafında bulunması, beyinciğin ise kafatasımızın arka bölmesinde yer almasıdır. Hakeza her ikisinin ortak yönleri ise kendi içlerinde sağ ve sol yarımkürelere ayrılmış olmalarıdır.
Beyincik
Beyincik dışta boz, içte ak maddeden meydana gelip vücut dengesinin temininde, hareketlerin düzenli yapılmasında ve kasların gergin durmasında vazife görür. Ayrıca vücut içerisinde cereyan eden mesajlar doğrudan direk beyin kabuğuna çıkmayıp, beyin altı kısımlarda ve beyincikte değerlendirmeye tabii tutulmaktadır. Bu yüzden böyle bir duyu sistemine “bilinçsiz derin duyarlılık” denmektedir. Yani bilinç dışı gelişen otomatik refleksler bu sistemin yansıması sonucu olarak ortaya çıkmaktadır.
Omirilik soğanı
Beynin altında omirilik soğanı bulunur. Beyni omiriliğe bağlayan omirilik soğanı ak maddeden yapılmıştır. Vücuttaki hayati faaliyetlerin merkezleri omirilik soğanında bulunmaktadır. Hatta solunum, dolaşım, boşaltım ve vücut metabolizmasıyla ilgili faaliyetler omirilik soğanı tarafından idare edilmektedir. Omirilik soğanın devamı boyunca uzanan omirilik ise merkezi sinir sistemin ikinci organı olup, boyu kuyruk sokumuna kadar 45–50 cm uzayabilmektedir. Peki, 45–50 cm ile ne işe yarar derseniz, cevaben omirilik sinirlerin vücudun her tarafında iletişim hattı oluşturmasına aracılık yapmaktadır deriz. Nitekim omurlar içerisinden çıkan inci gibi güzel beyaz renkte sinirler tıpkı kılcal damarlar gibi dallanıp budaklanıp vücudun her tarafına yayılarak organların hareketini sağlamaktadırlar. Ayrıca sinirler beş duyu organımızdan gelen sinyalleri beyne iletilmesinde aracı vazife gördüklerini de söyleyebiliriz. O halde omiriliğin görevlerini maddeler halinde:
“ —Beyinden vücuda dağılan sinyallere geçitlik yapmak,
—Vücudun iç organları ve salgı bezlerinin faaliyetlerini kontrol ve idare etmek,
—Refleks hareketlerini yaptırmak” diye tasnif edebiliriz.
Omirilik tüm bu faaliyetleri yürütürken tabii ki tek başına yapmamakta, bilakis beyin, beyincik ve omirilik soğanıyla sürekli işbirliği halinde yürütmektedir.
Otonom sinir sistemi ve parasempatik sistemi
Bilindiği üzere beyinden 12, omirilikten 31 çift sinir çıkmaktadır. Bu iki kanaldan dalbudak salan sinirler; duyu sinirleri ve motor sinirleri tarafından iletilen sinyallerce kontrol edilmektedir. Hatta dolaşım, solunum, salgı bezlerin çalışması, kalbin işleyişi, kas hareketleri gibi faaliyetler merkezi sinir sistemini oluşturan beyin ve omiriliğe ait motor sinirler vasıtasıyla yapılmaktadır. Üstelik tüm bu faaliyetler yapılırken bizim irade ve isteğimiz dışında otomatik olarak cerayan etmektedir. Fakat bu arada gerek neşeye ait, gerekse elem verici hüzne dayalı soyut duygu sağınımların beynin hangi merkezlerde cereyan ettiği konusu tam aydınlanabilmiş değildir. Hakeza konuşmak, yazmak gibi faaliyetlerde öyledir.
Aslında iç organlarımızın düzenli çalışmasında etkili olan sinir sistemi; birbirinden ayrı iki yapıda olan otonom sinir sistemi ve parasempatik sistem diye iki ana eksen üzerinde kategorize edilir. Bu iki sistem bir yandan organların çalışmalarını ayarlarken, diğer yandan da birbirlerinin tam zıttı faaliyetler gösterirler. Mesela sempatik sistem kalbin çalışmasını hızlandırırken, parasempatik sistem tam aksine yavaşlatmaya yönelik eylem içerisine girmektedir. Anlaşılan o ki vücudumuzda sadece ve sadece sempatik sinirler olsaydı kalp hacmi büyüyeceğinden dolayı ölüm kaçınılmaz olacaktı. Ya da sadece para sempatik sinirlerden ibaret bir sistem bulunsaydı bu seferde kalp gittikçe yavaşlayan bir mekanizmaya dönüşüp, sonuçta yine ölümle burun buruna gelinecekti. Dolayısıyla her iki sistemin varlığı denge açısından mühim bir hadise teşkil etmektedir. Üstelik sistemi oluşturan unsurlar kendi başına buyruk olmayıp tam aksine kendi aralarında işbirliğine dayalı bir koordinasyon söz konusudur. Bu koordinasyonun idare merkezleri orta beyin, omirilik soğanı ve omirilikte bulunmaktadır. Allah korusun koordinasyon merkezlerinde en ufak arıza, bir anda sistemin çökmesine kadar bir dizi marazlar doğurabilmektedir. Yani meydana gelen aksaklıklara bağlı olarak sinir sisteminin bütününde veya bir bölümünde çeşitli hastalıklara yol açabilmektedir. Mesela felcin sebebi çeşitli beyin ve sinir hastalıklarına bağlı olarak iç duyarlılığın yitirilmesi ve sinir sisteminin işlemez hale gelişinden kaynaklanmaktadır. Hakeza yine akıl ve ruh hastalarının yaşadığı dram beyindeki bazı merkezlerle alakalı arızayla ilgili bir durum olsa gerektir. O yüzden başımızı hem dış hem de iç etkenlerden korumak gerekiyor.
Sinir sistemi
Sinirler nöron hücrelerinin uçuca eklenmesiyle meydana gelmişlerdir. Bu sıralama dendrit, hücre akson, dentrit, hücre akson... şeklinde gerçekleşmektedir. Öyle ki sinir akımı nöron hücrelerinden geçerken pek çok kimyasal ve elektriksel olaylarıda beraberinde taşır. Bilindiği üzere sinir hücreleri arasında en iyi irtibatı sağlayan adına akson ve dentrit denilen uzantı noktalarıdır. Dolayısıyla sinir akımı dendrit bağlantısıyla hücreye iletilir, akson tarafından ise bir sonra ki hücreye doğru uzaklaştırılır. Hatta bu iki nöron hücresinin bitişik olmadığı ve çok küçük bir aralığın varlığı tespit edilmiş olup, bu aralığa snaps denmektedir. Snapslar daha çok gelen mesajların dilini çözme görevi yapıp “evet veya hayır” şeklinde değerlendirmeye tabii tutmaktadırlar. Böylece ‘Evet’ onayını alan unsurlar hücre içerisine geçebilirken “Hayır” alanlar ise hiçbir işlem görmeden reddedilmektedirler. Oldu ya bir şekilde program dışı veya gözden kaçma diyebileceğimiz beklenmedik bir olayla ‘evet’ onayı alıp sızmayı başaranlar, bu seferde akson sinapsi (geri tepme) vasıtasıyla üst karar mercilere bildirilip tıpkı bilgisayar antivirüs programın tarafından bir virüsün karantinaya alınması muamelesine tabii tutulurlar. Anlaşılan o ki sistemin en ufak sızmaya tahammülü yoktur. Hatta akson sinapsi komşu hücreler aracılığı ile beynin ilgili merkezini haberdar ederek, yanlış işlemin düzeltilmesi cihetine gidilir. Böylece durumdan vazife çıkaran beyin gereğini yapıp mesele bir anda çözüme kavuşturulmuş olur.
Son derece modern teknoloji ile donanmış günümüz insanı, ilk insanlara göre beynini daha fazla kısmını kullanıyor, ama hale geriye kullanılmayan önemli açığın hala açıkta kaldığı bir başka gerçek olarak karşımızda durmaktadır. Nitekim bir insan hayatı boyunca beynini ne kadar çalıştırırsa çalıştırsın beyindeki sinir hücrelerinden ancak küçük bir kısmını kullanmış olup, daha geriye kullanılmayan birsürü hücreler kalmaktadır. Böylece halk arasında sıkça söylenilen; “Fazla bilgi öğrenmek insan aklını oynatır” düşüncesi kendiliğinden yıkılmış olmaktadır. Çünkü insan hayatı boyunca beyne ait bütün hücreleri göreve çağıracak kadar çok şey öğrenememektedir. Belki de evrende bilgi aldıkça genişleyen, değim yerindeyse kendini de aşmak isteyen tek nesne beyin olsa gerektir. O halde beynini kapatıp da aklım çalışmıyor diyenlere karşılık, zihin pencerelerinizi kapatmayın demekten başka elimizden ne gelebilir ki. Kaldı ki beyne yeni bilgiler gelmedikçe zamanla eskilerde tarihin sayfalarına gömülüp kaybolmaktalar.
Bizi topraktan yaratan Yüce Allah, halk ettiği Âdemin birzaman sonra ilim ve teknikte kat edeceği mesafeleri ezeli ilmiyle bildiğinden ona önceden bu işlerde lazım olacak tam kapasiteli mükemmel kompütür cihazımız beyinle donatmıştır. O halde insanı yaratan, aynı zamanda onun ihtiyaçlarını bilip, insan ve kâinatla birlikte geçmişe-geleceğe hükmü yüce Mevla’mıza çok şükretmemiz gerekir.
Sinir sisteminin daha gelişmiş şekli omurgalı canlılarda mevcut olup, şüphesiz bu sistemin hiyerarşik tepesinde iki yarım küreli ve oluğu andıran kanallar arasına simetrik şekilde sıralı dizilmiş kıvrımlardan oluşan beyin yerleştirilmiştir. Genel hatlarıyla beynin iki yarım küresi iki ana eksenli bir kanalın yanısıra ön-arka ve şakak (temporal lob) denilen üç ana lobdan oluşmaktadır. Hakeza yukardan aşağıya doğru uzanan merkezi oluk (sulcus centralis) şeklindeki kanalın ön lobu alın kısmını (frontal), arkasında kalan kısım ise yan (paryetal) lob ve arka lobu (oksipital) oluşturmaktadır. Dolayısıyla merkezi kanalın ön bölgesi bir takım hareketlerle ilgili fonksiyonlarda faal olup, arka bölgede daha çok duyumlarla ilgili icraat sergilenmektedir. Böylece beyin sinir sistemin merkezi olması hasebiyle merkezden çevreye doğru iletişim dağılımını omurilik ve periferik (çevre) sinirler vasıtasıyla gerçekleştirmektedir. Sadece bu iş için beyinde ortalama 10 milyar sinir hücresi ve sinir hücrelerini birbirine bağlayan milyarlarca sinir liflerinin olduğunu düşündüğümüzde sistemin ne kadar komplike bir yapı olduğunu farketmiş oluruz. Nasıl ki bir hücrenin yapısını genel hatlarıyla incelediğimizde hücre zarı, sitoplâzma ve çekirdek diye tasniff ediyorsak, bir sinir hücresini de dışta zar, iç kısımda sitoplâzma, çekirdek, bir takım Nissi cisimcikleri ve nörofil liflerden oluşan bir yapı olarak tarif edebiliriz pekâlâ. Dolayısıyla bu yapıyı ağaç veya otsu bitkilerin yaprak gövde ve kök düzenine benzetebiliriz. Ayrıca bu yapı içerisinde sinir hücresinin zarından (mebran) dışarı uzanan saçak şeklindeki dendritler haberleşme sisteminin birinci basamağını oluşturup, gelen mesajları anında akson denen tek uzantılı gövdeye iletmektedirler. Akson ise ikinci bir basamak konumda bir nevi gelen mesajların ne anlama geldiğini çözen editör rolünde veya şifre ayıklayıcı görev yapmaktadır. Hatta bu ikinci istasyonda sadece şifreler çözülmekle kalmayıp kendisine iletilen mesajları bağlı olduğu kas lifine transfer etmektedir. Oldu ya akson kendisine gelen mesajları ayıklarken bir başka sinire iletme kanaatine vardı, bu durumda kendi kendine baloncuk (ganglion-düğüm) oluşturup komşu sinir hücresinin gövdesi veya dendriti ile irtibata geçmesi sonucunda snaps (bağlantı) oluşturacaktır.
Beynimiz içerisinde bir faaliyet oluşturabilmek için illada özel bir gayret gerektirmiyor. En basitinden beş duyumuzla alakalı gönderilen sinyallerin bağlantılı olduğu beyin merkezine ulaşması yetebiliyor. Nitekim beş duyu organımızdan gelen uyarıcı mesajlar, o duyu organına has alıcı (reseptör) hücreler üzerinde elektrik akımı oluşturabilmektedir. Bu arada oluşan elektrik akımı sinir hücresinin yapısını teşkil eden dendrit, gövde (soma) ve akson istasyonlarına aktarılır. Oradan da ara istasyon görevi üslenmiş sinir hücrelerin oluşturduğu düğüm şeklinde ganglionlara elektriksel mesaj halinde iletilir. Derken elektrik akımı şeklinde gelen mesajlar burada bir takım analizleri yapılarak en son kontrol merkezi olan beyne gönderilir. Öyle anlaşılıyor ki irritabilite denilen uyarılabilme ve kondiktivite denilen uyartıyı taşıma işlemi sıradan bir iş değilmiş. Belli ki ikili hesaplama programın gereği iletilen uyarıların (impuls) açığa çıkması sinir hücrelerinin vereceği “Evet” ve “Hayır” cevabına göre tanzim edilip gerçekleşmektedir. Hakeza bir elektrik kontağı da “evet ve hayır” anlamına gelen “kapat (0) ve aç (I) “denen anahtar vasıtasıyla çalışarak, adeta ikili sistem dijital ekranda sayısal rakamlara veya harflere dönüşüp sahne alabilmektedir. Sinir sistemi bundan da öte sisteme giren bazı olumsuz sinyaller karşısında gerektiğinde icraatını durduran (inhibasyon) ve gerektiğinde gelen olumlu mesajlarla faaliyete geçmesini bilen (eksitasyon) mükemmel bir donanım olarak akılları hayrette bırakmaktadır. Mesela ağız kısmı son derece vagus ve fasiyal sinir çiftlerin oluşturduğu sinir ağı bakımdan zengin olup, özellikle üst damağın mukoz zarı, azı dişleri vs. alt çene (mandibula) ve üst çene (maksillar) çiftlerine iletişim bir sinir dalı ile sağlanması sayesinde sindirim işlemleri start alabilmektedir. Hatta dilin ön yüzünün tat alma fonksiyonu yüz sinirinin (Chorda tympani) bir lifi tarafından aktif hale getirilir. Böylece yüz travmalarında sinir lifinin ansızın kesilmesi tatlı, tuzlu ve ekşi algılamaların hissedilmemesine neden olabilmektedir. Yani Yunusun; “Bir ben var birde benden içeru” misali ortada bir uyaran var birde uyarılan var. Ayrıca her ikisi arasında aracılık yapan sinir sistemi ile hormonal sistem söz konusudur. Sinir sistemi elektrik yüklü sinyallerle haberleşmeyi sağlar. İç salgı bezleri ise hormonların bir nevi iletişim dili olup hipofizin ön lobunda hipotalamustan salgılanan kendine özgü maddelerin etkisiyle işlerlik kazanır. Görüldüğü üzere iç salgı bezleri kendi hormonlarını kana taşıyarak organlar üzerinde hem emir hem de düzenleyici görev yapmaktalar. Bundan ötürü iç salgı bezleri bulunduğu organın şekline ve tipine göre hormon adını alırlar. İç salgı bezlerinin organlar üzerinde yeterince gerekli düzenlemeler icra etmesine rağmen, oldu ya bazı hastalıklara bağlı olarak bazı yerlerde arazlar çıktı diyelim, bu durumda ne yapılacak diye hemen telaşa kapılmaya gerek yoktur. Çünkü bu seferde feed-back (negatif geri tepme) denilen geriye doğru iletişim mekanizmaları devreye girip hormon salgısı ya azaltılarak ya da çoğaltılarak bir şekilde vücudun denge ayarı işlemi gerçekleştirilmeye çalışılır. Mesela kan şekeri yükseldiğinde düşüren, düştüğünde yükselten sistemler her an göreve hazır vaziyette vücudumuzda mevzi almış durumdadırlar. Demek ki başlangıçta hipofiz bezi tarafından iletilen bir cümlelik anlatım, emri altında ki iç salgı bezlerince uygulanıp belirlenen hedefe ulaştıktan sonra, gerektiğinde lüzumu hallerde yine bir cümlelik feed-back bağlantısıyla ‘maksat hâsıl olmuştur’ denilen sabit bir cümle haline dönüşebiliyormuş. Fakat bazı durumlar var ki feed-back bağlantıları hâlihazırda olmakla beraber mesajlarda bazı gecikmeler nüksedebiliyor. Bu durumda da telaşa kapılmaya gerek yoktur diyebiliriz. Zira askerde komutanlar askerlerin iki ellerini uzattırarak parmaklarının titreyip titremediklerini kontrol ederler ya. İşte onlar komutan halleriyle kontrol ederde vücudumuzun sinir sistemine ait karşılıklı birbirini kontrol eden negatif geri tepme bağlantıları kontrol yapmaz mı? Elbette ki kontrol ederler, hem de kontrolün alasını yaparlar, hatta kontrol yapmak fiili yaptıklarının yanında hafif bile kalır. Şöyle ki gerçekten de ellerimizi uzattığımız da çoğu kez inceden inceye titrediğini gözlemleriz. Aslında bu titreme hali maraz bir durum olmayıp, bilakis sinir sistemi üzerinde karşılıklı kontrol mekanizmaların cerayan ettiği negatif geri tepme (feed-back) bağlantıların bir yandan nöronları çekip gevşetirken, diğer yandan da denge ayarlamaları yapmasına paralel nükseden hafif nitelikli diyebileceğimiz normal titreme durumudur. Yani bu hayra alamet bir olaydır. Bir başka ifadeyle ellerim titriyor diye doktor kapısına koşturacak cinsten bir vaka olmayıp gayet tabii olarak vücudun kendi içerisinde gerçekleştirdiği gecikmeli mesaj niteliğinde bir dinamik denge ayar operasyonudur. Hakeza sıtma nöbetine tutulan bir hastanın titremesi de karışı koyulan mikroba karşı verilen bir savaşın gereği vücut hararetinin yükseltilmesine yönelik bir tür feed-back hamlesidir. Zaten bunun aksi bir durum ortaya çıksa aynı yönde tesir etme anlamına gelen pozitif geri tepme vuku bulur ki, bunun anlamı ölüm demektir. Düşünsenize bir sistem sürekli tahrip olduğunda bir noktadan sonra her türlü müdahaleye karşı kayıtsız kalabilmektedir. Dahası çöküş sürecine girmiş bir sistemin tüm denge ayarları maksimum seviyelerde alt üst olacağından artık sıfır noktasına kaçış denilen sistemin durma olayının gerçekleşmesini kaçınılmaz kılacaktır. İster buna alın yazısı, ister pozitif geri tepme denilsin, isterse beyin ölümü denilsin sonuçta her şey fani, fakat baki kalanın ancak ve ancak “Allah” olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Çünkü kontrolden çıkan her sistemin bir gün mevta olmaya mahkûmdur. Feed-back mekanizmasının cenderesinden çıkan bir hasta hangi hastalığa yakalanmışsa o hastalıkla ilgili laboratuar bulguları ya maksimum seviyelere doğru sürekli yükseliş gösteren eğriler şeklinde ya da sürekli minimum seviyelere inmiş eğriler tarzında kendini gösterecektir. Bu sürekli iniş veya çıkış eğriler aslında önüne geçilmez pozitif geri tepme denilen bir tükeniş, bir yok oluş işareti sayılır ki; buna kısaca dinimiz ecel demektedir.
Sakın ola ki beyine et parçası deyip geçmeyeseniz, yoksa onu hafife almakla pişman olabilirsiniz. Bakın insan kafatasına yaklaşık 1,5 kilogram ağırlıkta yerleştirilmiş olan beyin, belki de kainatta yaratılanlar içerisinde en kompleks ve en nizami olanıdır. Öyle ki okyanus ötesini aşacak türden uzakta sandığımız birçok olaylar veya nesneler, beynimizin içerisinde mevcut olması hasebiyle aslında bize çok yakınlar. Hakeza ışık yılı uzaklıkta ilan ettiğimiz yıldızlar beynin görüntü merkezine çoktan yerleşmişler bile. Bundan da öte oturduğumuz herhangi bir mekânın görüntüsünü her daim içerimizde taşırız. Bu noktada ister istemez bizmi bulunduğumuz mekânın içerisinde miyiz yoksa mekanmı bizim içimizde sorusu akla takılacaktır elbet. Doğrusu şimdiye kadar paylaştığımız her mekânın hep içerisinde olduğumuzu sandık. Hâlbuki oturduğumuz mekân bizim içerimizdedir. Bizi yanıltan oda veya salon değil, belki de bizi yanıltan bedenimizin burada bulunmasıdır. Sanki bu olay yumurta mı tavuktan çıktı, tavuk mu yumurtadan çıktı sorusu gibi bir şey. Yani bir noktada beden de beyinde yer almaktadır. İp üzerinde atlayan bir akrobatın ters takla atlayıp, tekrar ip üzerinde durabilmektedir. Görenler akrabotun hareketlerine hayran kalırlar. Oysa bu yapılan hareketler beynin her iki durumda da denge hesabının bir sonucu olarak gerçekleşmektedir. Hatta akrabot beynin bu denge ayarını yakından görmüş olsaydı işte o zaman şaşkınlıktan akli denge kaybına uğramasıyla birlikte her an tepe taklak seyircilerin üzerine düşmesi mümkün olabilirdi. Bu yüzden beyin iyi bir hayat okuyucu ve beş duyumuzdan gelen uyarıları elektrik sinyaline dönüştürerek yorumlayıp anlamlı hale getiren mükemmel bir hazinedir diyebiliriz. Yukarıda bahsettiğimiz gibi insan beyni 10 milyar adet sinir hücresinden meydana gelip, bir o kadar da karar merkezleri mevcuttur. Gerçekten 10 milyar sinir hücresinin birbirleriyle olan bu kadar sayıda bağlantıları görüpte hala Allah’a iman edilmiyorsa pes doğrusu. Dolayısıyla milyar rakamla ifade edilen beyin sinir sisteminin merkezi konumunda olduğundan onu karizmatik bir lider ilan edebiliriz.
Beyin genelde loplardan oluşup kendine has alt ve üst merkezleri vardır. Bu lopların her biri birbirlerine bağlı kendi çapında elektronik merkezi fonksiyon üstlenirler. Mesela beyin kabuğunun arka lobunda görme fonksiyonu icra eden görme merkezi, şakak kısmında ise işitme ile ilgili merkezler mevcuttur. Çalışma mekanizması ise elektrokimyaya dayanmaktadır. Şöyle ki yukarda bir nebze değindiğimiz üzere duyu organları vasıtasıyla gelen uyartılar çeşitli santrallerde birleştirilip (integrasyon) değerlendirilerek işlenmekte (bilgi işlem-İnformation processing), derken bu bilgiler akabinde “Evet” (and), “Veya” (or) ya da “Değil” (not) şekline dönüşerek üçlü karara bağlanabilmektedir. Yani sinirler tarafından iletilen mesajlar 60–70 mili volt (Mili volt:1/100 volt) seviyelerde seyreden bir elektrik enerjisine dönüşüp beyne ulaşmaktadırlar. Bu enerji hiç kuşkusuz sodyum ve potasyum molekülleri tarafından temin edilmektedir. Böylece gelen sinyaller beynin karanlık hard diski alanında işlenip, ekrana görünüm olarak yansır. Buradaki görünümden maksat bir ses, bir konuşma veya görme şeklinde olabilebileceği gibi hissetmek tarzında da olabilir. Mesela ayağımıza bir diken battığında duyu organları vasıtasıyla sinirler tarafından alınan bilgiler (enformasyon) kimyasal bir terkiple elektrik enerjisine çevrilip beyne bildirilmesi bu kabildendir. Bir başka ifadeyle beyin sadece kendisine gelen sinyallerin gereğini yapıp ayağımızı çekmemiz noktasında refleks tarzı cevaba dönüştürür. Hakeza beyne gelen bir takım ses dalgaların matematik analizi yapılıp sonra değerlendirilmesi de bir bambaşka mucizevî olay gibi gözükmektedir. Çünkü çoğu kez sıradan, basit ve şuursuz sandığımız hava atomlarının titreşimleri geçte olsa bir zaman sonra mana yüklü bir mucize olduğunu fark ederiz. Anlaşılan o ki beyin gelen mesajları sadece yazılıma çevirmekle kalmayıp mesaj nakletme kapasitesinin 210.000.000.000 olarak gerçekleştiği deryayı umman bir âlem olduğu gözükmektedir. Beynin diğer geri kalan kısımları ise elektrokimyadan uzak gibi görünen uyarılmayan sessiz bölgeler olarak tanımlanıp, belli ki buralar daha çok ruhi faaliyetlerle ilgili alanlar olsa gerektir. Her nekadar materyalistler ruh gerçeğinden uzak kalsalar da, ruhun şuur sahibi her insana has bir durum olduğu gerçeğini değiştiremiyeceklerdir. Bu yüzden bir bilge insan şuuru tarif ederken “İlim ilim bilmektir, sen kendini bilmezsen bu nice okumaktır” diye beyan buyurmuş. Yani şuur kendini bilme prensibine dayalı bilinç demektir. Bilme olayının en mütekâmil hali ise bildiğini bilmek olsa gerektir. Belki buna bildiğini yaşamakta denilebilir ki, işte bu noktada ruh devreye girmektedir. Zaten ruh melekesini çözmek insan gücünün üstünde bir şey. Nitekim Rabbül âlemin; “Sana ruhtan soracaklar. De ki, o Allah’ın bir emridir. İnsanlar ondan çok az şey bileceklerdir.” (İsra, 85) diye beyan buyurmakta.
Hafıza(bellek)
Hafıza güçtür. Allah korusun insan hafızasını kaybetse gerçekten güç ifadesinin mana ve ruhunu daha iyi anlayacaktır. Hafıza olmadan hiçbir şey akılda tutulamıyacaktı. Öyle ki beynimiz takriben bir milyar civarında bilgi saklama kapasitesine sahiptir. Bu kadar bilgi kapasitesine sahip insan yukarıda da belirttiğimiz üzere beyninin ancak %10’unu kullanabilmektedir. Düşünebiliyor musunuz %10’luk kullanımla bile insanoğlu kâinata meydan okuyabilmekte. Dahası var; insan eliyle yapılan bilgisayarlar bir koku ya da bir lezzeti belleğinde tutup hatırlayamazken, etten yaratılmış bir beyin tabiatta tüm kokuları algılamanın yanısıra ekşi, tad her ne varsa bir anda hatırlayabilmektedir. Demek ki beynimizde hem hatırlama hem de akılda tutma denilen meleke var. Bu melekeler sayesinde günlük hayatta sıkça kullandığımız şifre veya telefon numaralarını aklımızda tutabilmekteyiz. Tabii ki akılda tuttuklarımızın bir kısmı geçici, bir kısmı da kalıcı olarak yansımaktadır. Herhangi bir travmaya maruz kalmadıysak kalıcı melekelerimiz ömür boyu emrimize amade olarak tüm bilgiler beyin hard diskinde hazır bulundurulabilmektedir. Geçici bilgilerin kayd olduğu hard diskimiz ise ismi üzerinde geçici, yani yeni bilgiler elde ettikçe eskiler unutulabilmektedir. Hele hele yaşlandıkça bilgi kaybına bile uğramamız mümkün olabilmektedir. Çünkü beyin hücreleri zaman aşımına uğrayarak etkisini yitirebiliyor. Zira sinir hücreleri multipotent özellikleri yitirip kendilerini yenileyemezler. Unutmayalım ki insan vücudunda her gün 50 -100 bin arasında sinir hücresi hayata veda etmektedir. Ölen hücreler ile birlikte bilgilerde kaybolabilmekte. Zekâmız zindeliğini yitirdiği gibi bölünmelerin hız kesmesiyle birlikte dönüşü olmayan bir yol ayrımına girerler. Kaldı ki enformasyon kayıpların açtığı gedikler kontrolsüz üremeleri beraberinde getireceğinden dolayı beyin hücreleri ister istemez ur denilen tümörlere maruz kalacaktır. Yine de her şeye rağmen bilgilerin akılda kalması kadar unutmakta büyük nimettir tarzında düşünmekte fayda var. Düşünsene başımıza gelen her türlü elem verici hadiseleri unutmasaydık halimiz nice olurdu. Belli ki yüzümüz hiç gülmeyeceği gibi olan bitene kayıtsız kalıp derbeder olacaktık. Anlaşılan o ki; Yüce Allah hafıza ve unutma melekesini birbirini dengelesin diye yaratmış.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:15 pm

BİTKİ EMBRİYOSU
SELİM GÜRBÜZER

Bitki embriyonuna geçmeden önce bitkilerin orijini hakkında bilim adamlarının görüşlerini aktarmada fayda var elbet. Şöyle ki bitkilerin orijini ile ilgili Paleobotanik çalışmalar sonucu elde edilen veriler sağduyulu bilim adamları hariç bir takım bağnaz evrimcileri hayal kırıklığına uğratmış gibi gözüküyor. Çünkü Amerikalı Paleobotanikçi Chester Arthur Arnold; “Mevcut bitki gruplarının gelişme seyirleri esnasında geçmiş oldukları basamaklardan bazılarının, nesli kesilmiş bitkiler tarafından gösterileceğine uzun süre inanılmıştır. Ancak bu konuda araştırmalar, yüzyılı aşkın bir süredir devam etmesine rağmen, bu ümit ancak çok az bir dereceye kadar gerçekleştirilebilmiştir. Şimdi tek bir grup bitkinin bile başlangıçtan günümüze kadar olan flogenetik tarihini izleyememekteyiz” görüşünü dile getirmiştir. Hatta kendisi evrimci bir bilim adamı olan Cambridge Üniversitesi Botanik profesörü Dr. Edred Corner bile “…hiçbir ön yargıya kapılmadan içtenlikle düşünüyorum ki bitkilerin fosil kaydı, özel yaratılışın lehinedir” diye itirafta bulunabilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki biyolojik âlemde bilumum filum, sınıf, takım, familya, cins ve türler olmak üzere hemen hemen tüm flora âleminin dünyanın yaratıldığı günden bugüne hiçbir değişikliğe uğramadan fosil kayıtlarında aynen korunduğu gözlemlenmiştir. Yani evrimcilerin iddia ettiklerinin tam aksine yaratılan tüm canlıların ilkel formlarını gösteren fosillere ve fosil kayıtlarına rastlanmadığı gözlemlenmiştir. Dahası fosil kayıtlarında mevcut hayvan ve bitkilerin günümüzde yaşayanların orijinaliyle neredeyse birebir örtüştükleri ve aynı yerküreyi birlikte paylaştıkları bilinen bir gerçekliktir.
Evrimciler bildiğini okuya dursunlar, bakın bitki embriyosunun orijiniyle ilgili hususta Eski Romalı Doğa bilimcisi Gaius Plinius Secundus, “Doğa Tarihi Ansiklopedisi” adlı eserinde ilk defa palmiyelerin erkek ve dişi ayrımını yapmış ve bu devirlere ait bitkilerin stamen (erkek organ) salgılayıcı organ veya polen tanesine ait atılmış bir ürün olduğunu bilim dünyasına kabul ettirmiş bile.
İngiliz Botanikçi ve hekim Nehemiah Grew; “Anatomy of polents” adlı eserinde çiçek üzerindeki erkek organların stamenler olduğunu göstermiştir. Konuyu daha da açıklığa kavuşturmaya çalışan Alman botanikçi Rudolph Jakop Camerarius çevrede erkek bitkiler olmaksızın büyüyen dişi bir dut ağaca ait meyvelerin sadece boş çekirdeklerden ibaret olduğunu gözlemlemiştir. Hakeza Camerarius “Desexu Plantarum Epistola-Bitkilerin Cinsiyeti Üzerine Mektuplar” adlı kitabında her hangi bir çiçeğin anter (başçık), polen ve yumurtalık kısımlarından meydana geldiğini ortaya koymuştur.
Joseph Gottlieb Kölreuter Golter; Bir bitkinin stigmasının genellikle kendi türüne ait poleni kabul ettiğini, bir başka bitkinin poleni kabul ettiği durumda ise melez döllerin meydana geldiğini dile getirmiştir. Netice itibariyle gelinen noktada artık Joseph Golter’in tezleri ve Camerarius’un tanımlamaları doğrulanmıştır diyebiliriz. Hatta bu arada çiçek tozlaşmasında aktif görev yüklenen böceklerin önemini belirten ayrıntılı açıklamaların yanı sıra Nikotiana (Tütün çiçeği), Dianthus (Çin karanfili) ve Matthiola (Şebboy) türü melezlerin varlığı da tespit edilmiştir.
Giovanni Battista Amici; bitkinin stigması içerisinde tüylere takılmış bir polen tanesini gördüğünde tüp biçiminde bir çıkıntının uzadığını tespit etmiştir. Böylece bu tespiti sayesinde polen tüplerinin nasıl teşekkül ettiğini aşama aşama gözlemleyen bilim adamlarına ışık saçmıştır.
Botanikçi Robert Brown; polen tüplerinin kendine has yöntemlerle canlılık kazandıklarını ve muhtemelen stigmanın tozlaşması sonucu bitkinin gelişmesini tetiklediğini dile getirmiştir.
Embriyonun Kökeni (orijini)
Mathıas Schleıden polen tüplerinin mikrofilden geçerek bir kanal boyunca yumurtaya girdiğini ve ayrıca polen tüpü ucunda ki embriyo kesesinin yeni bir bitki oluşturmak için hem besleyici bir yuva hem de kuluçka makinesi vazifesi gördüğüne dair bir tez ileri sürmüştür. Fakat Naturistler bu görüşe karşı çıkıp embriyonun polen tüpün uç kısmında meydana gelmediğini, ancak yumurtacığın bir parçası sayılan polen tüpü içerisinde yer alan bir sıvı tarafından döllenmesiyle embriyonun vuku bulduğunu belirtmişlerdir. Ayrıca araştırmacı biyolog Wilhelm Hofmeister’de “Phanerogomlar” (embriyonun teşekkülü) adlı eserinde embriyonun menşeini polen tüpü değil embriyo kesesi içerisinde ki bir hücre olduğunu belirtmiştir. Nitekim Fucus Vesiculosus (esmer su yosunu) bitki türünün oluşumuna baktığımızda yeni bir su yosunu meydana getirmek için çimlenmeden önce yumurta hücrelerinin spermler vasıtasıyla döllendiği gözlemlenip melez türlerin ise farklı bireylere ait yumurta ve spermlerin birleşmesiyle meydana geldiği gözlemlenmiştir. Hakeza Tatlı su yosunu ‘Vaucheria’ bitki türüne baktığımızda da bilhassa bu hususta Botanikçi Nathanael Pringsheim spermatozoidin yumurtayla birleştiği anı (döllenmesini) adeta film seyreder gibi gözlemlemiştir. Bu arada Biyoloji ve evrim araştırmalarıyla tanınan Oscar Hertwig’de malum döllenmenin en önemli özelliğinin erkek ve dişi fertten gelen iki çekirdeğin birleşmesi sonucu vuku bulduğunu ifade etmiştir. Ve böylece en son veriler ışığında polen tanelerinde iki çekirdeğin varlığı ispatlanmış olur.
Bitkilerde singami’nin keşfi
Embriyoloji hakkında önemli hadiselerden biri de hiç kuşkusuz Eduard Adolf Strasburger tarafından bir hücrelilerde bir üreme biçimi olan singami’nin net bir şekilde varlığının ortaya konuluyor olmasıdır. Zira Strasburger mikrosporun birinci bölünme esnasında oluşan küçük ürünün generatif hücre (çiçek, tohum ve meyve), daha büyüğünün ise vejetatif hücre (yaprak, kök ve gövde) olarak tespit etmiştir. Nitekim çimlenme durumunda polen tüpünde vejetatif çekirdek ve erkek gamet diye adlandırılan generatif çekirdek bulunur. Bundan başka Eduard Adolf Strasburger yayınladığı raporun son bölümlerinde bazı genellemelerde bulunarak özetle şu sonuçlara ulaşmıştır:
“-Döllenme erkek gametin nükleusu ile yumurtanın birleşmesi olayıdır.
-Gametlerin sitoplâzması döllenmeden dolayı oluşmuş değildir.
-Sperm ve yumurta nükleusun gerçek çekirdekleridir.
Kalazogami
Botanik alanında uğraşan birçok bilim adamı Polen tüpünün kalazadan geçerek yumurta hücresine ulaştığı sonucuna varmışlardır. Ve elde ettikleri veriler ışığında gerek angiosperm tarz bitkiler (kapalı tohumlu bitkiler) gerekse kalazogami tarz bitkiler iki class (sınıf) halinde sınıflandırılmışlardır. Mesela casuarina bitkisi (demir bitkisi) kalazogami tarzının en tipik tek örneğini teşkil eder. İşte bu nedenledir ki böylesi nadide kalazogami tarz tipi tek örnekleri filogenetik yönüyle değerlendirmek yerine daha çok fizyolojik yönüyle değerlendirmek daha doğru olur.
Çift döllenme
Sergei Navashin; Lilium martagon, fritillaria ve tenella türü bitkilerle yaptığı çalışmalar sonucunda angiosperm veya erkek gametlerin döllenme hadisesinde etken unsur olduklarını gözlemlemiştir.
Polen tüpünde yer alan gametlerden yumurta hücresi ve kutup nükleusun birleşmesiyle çift döllenme meydana gelir. Mesela Mısır tohumunda erkek bitki poleninden gelen baskın özelliklerin görülmesi üzerine polenlerin yumurtanın belli kısımlarında kalıtsal karakterler üzerine etki yaptığı gözlemlenmiştir. Böylece erkek gametle yumurtanın birleşmesi generatif çoğalma olarak anlam kazanırken erkek gametlerin dişi gamet ve polar çekirdeklerle birleşmesi de çift döllenme olarak anlam kazanır.
Partenogenez (döllenmesiz üreme)
Tozlaşma olmaksızın bir dişi bitkisinde meydana gelen tohumlanma olayına partenogenez denir. Bilindiği üzere partanogenezle ilişkin çalışmalar Antennaria ve Alchemilla bitkiler üzerinde yapılan analizlerle start almıştır.
Avusturyalı Botanik uzmanı Kerner von Marilaun; Bir takım yaptığı incelemeler sonucunda Alpin bitkiler üzerinde erkek bitkilerin çok nadir bulunabileceği, dişi bitkilerde ise tozlaşma olmasa bile bir şekilde tohum oluşturabileceklerini belirtmiştir.
İsveç Uppsala’da Botanik profesörü Hans Otto Juel; Polen yetersizliği konusunda çalışmış ve elde ettiği bulgular neticesinde kromozom sayısında herhangi bir eksilme olmaksızın embriyo kesesi içerisinde megaspor ana hücresinin geliştiğini, dolayısıyla diploid yumurtanın döllenmeksizin bir embriyo oluşturduğunu dile getirmiştir.
20.yüzyıl embriyolojik alanındaki gelişmeler
Gametofitler ve embriyonun gelişmesi üzerine en gerçekçi bilgiler şimdilik Coulter ve Chamberlain tarafından kaleme alınan “Morfoloji angiospermae-kapalı tohumlular morfolojisi” adlı eserinde görmek mümkün dersek yeridir.
Avustralyalı Karl Schnarf’ın “Embriyoloji der angiosperm” ve “Vergleich Embriyologie Der angiosperm” adlı iki muhteşem eserinde ise gerek taksonomi alanında yaşanan problemler dile getirilmiş, gerekse ordu ve familyalara ilişkin doğru tespitler tüm detaylarıyla birlikte ortaya konulmuş durumdadır. Hakeza Fransız bir bilim adamı dikotil ve monokotil genusları ile bazı familyaların embriyolojik gelişimleri konusunda ilginç sonuçlara varmıştır.
Bilindiği üzere bitki çekirdeğinin tohumları önce ana bitkiden sürünerek ayrılabiliyor. Yani bu demektir ki tohum daneler olgunlaşınca kendisini muhafaza altına aldığı kabuğun baş tarafını yardığında gün yüzüne çıkaraktan adeta hayata merhaba deyip neşvünema bulabiliyor. Genel itibariyle tohumun yapısına baktığımızda en üst tepe noktasında sert kıllarla kaplı taç kısımlı bir yapıya büründüğünü görürüz. İlginçtir bu kıllar kuru havalarda yayılma kabiliyeti gösterirken, ıslak havalarda da tam aksine toplanabilme kabiliyeti bir özelliği sergilerler. Nasıl mı? Mesela tırmanıcı özelliğe sahip bir bitki türü olarak adından söz ettiren orman asması (Clematis vitalba) ıslanır ıslanmaz neme karşı hassas oluşundan kıla (tüye) yapışık halde kalırken tüyler kuruduğunda ise tam aksine bükülerekten yayıldığını görürüz. Belli ki yağmurlu havalarda birçok bitki tohumunun yere serpilmesiyle birlikte tohumun rüzgârla taşınmasına gerek kalmaksızın adeta yere mıhlanıp tüy kıl yapışması denen hadise gerçekleşmiş olur. Güneşli havalarda da tam tersi bir durum söz konusu olup hava akımlarının yukarı doğru ivme kazanmasıyla birlikte tohumların etrafa açılıp saçılması sağlanmış olur. Böylece tüylerin paraşüt misali açılmasıyla birlikte tohumların etrafa taşınma işlemi gerçekleşmiş olur. Hele bir tohum toprağa düşmeye görsün bir bakıyorsun toprağa düşen tohum nem etkisiyle sağa sola hareket etme kabiliyeti sayesinde tüylerin otlara takılmasının ardından rahatlıkla kendine uygun çimleneceği bir ortamda yeşermek için konumlanacaktır. Tabii sadece konumlanmakla kalmayıp, bu arada toprağın bağrında embriyonel bir hayat sürdürdükten sonra baharla birlikte rengârenk çiçek olarak karşımıza çıkarak bizi selamlamış olurlar. Ve dahası tohumun üzerinde yer alan takriben 3 cm uzunluğunda ki bir kıl adeta sondaj makinesi görevi üstlenip tohum içerisine kodlanmış bir programla birlikte toprağın bağrında yeniden bir diriliş için hazıklara koyulur. Hatta bir takım bitki türleri de vardır ki daha farklı yöntemlerle hazırlıklara koyulup üzerinde taşıdığı polene (erkek organlar) konan böcekle iletişime geçme kabiliyeti sayesinde bir bakıyorsun daldan dala konar misali kendini bitkiden bitkiye taşıyabiliyor. Böylece böcekler gıdalanacağı yiyeceği fazla arama zahmetine katlanmaksızın bitkiden gelen sinyaller doğrultusunda çiçeğe konup rızıklandığını görürüz.
Evet, her şey besbelli ki bir plan dâhilinde cereyan etmekte. Zaten ortada bir plan, bir program olmazsa, polen ve nektarları henüz daha oluşmamış ya da polen ve nektarı alınmış çiçeklere böceğin boşu boşuna konma durumu söz konusu olurdu ki, bunun hiçbir anlam ifade etmeyeceği ortaya çıkacaktı. Anlaşılan tabiatta tesadüfe yer yoktur. Nitekim tesadüfe yer olmayacak şekilde bitkilerde böceğin ilgisini çekebilecek her türlü sinyalizasyon iletişimini sağlayacak donanımın varlığı bu gerçeği teyit ediyor zaten. Mesela kelebeklerin bitki üzerinde ilgisine mazhar olan en çekici durum bitkinin en parlak olan kısmıdır. Hele bilhassa beyaz desenli çiçekler diğerlerine göre daha çok cezbedici görünüme sahip olmakla dikkat çekmekle birlikte sinekler bundan istisnadır. Malum sinekler daha çok kirli et rengi, koyu kahverengi görünümde olan çiçeklerin çekim etkisi altına girmekten keyif alırlar. Yarasalar için bilhassa alaca karanlıkta görülebilecek ve pollenecek türden çiçekler daha çok tercih sebebidir. Kuşun ilgisini çekebilecek çiçekler ise kuşun gagasına uygun bir yapıda olacak çiçekler tercih sebebidir.
İşte tüm bu anlatılan örneklerden de anlaşıldığı üzere bir çiçeğin uzaktan da olsa görünür olması ya da ihtiyaca cevap verebilecek nitelikte olması yetmiyor, aynı zamanda etrafa güzel koku yayabilecek özellikte değişik sinyalleri bağrında taşıması da icap ediyor. İlla ki sinyalizasyon sistemini de bağrında taşıması gerekiyor ki çiçeğin davetine icabet edecek canlılar etrafında üşüşebilsin. Bu demektir ki hayat tasarımını programlayan Yüce Rabbimiz böyle murad edip çiçekleri cezb edici bir biçimde yaratmıştır. Böylece böcekleri erkek organdan dişi organa çiçek tozu taşımaya amade kılmıştır. Her ne kadar bitkiler hayvanlar gibi gezip dolaşmaya elverişli organlar olmasa da, Yüce Allah (c.c) bitkiler içinde vasıtalar yaratmış ki üreyip meyve verebilsinler.
Polenler daha çok rüzgâr vasıtasıyla uzak diyarlara taşınırlar. Böylece bitkilere bu manada uçuş yapabilen uçaklar gözüyle bakabiliriz. Zira Huş ağacına ait polenler yükselen sıcak hava akımlarının etkisiyle veya 3 kuvvetinde esen bir rüzgârla birlikte 400 km yol mesafe kat edebiliyor. Düşünebiliyor musunuz 3 kuvvetinde esen bir rüzgâr, normalde otu bile kıpırdatmaktan acizken, bu işi başarması hayrete şayan bir yelpaze uçuşu olarak karşımıza çıkar. Değim yerindeyse bu durum kuşları bile kıskandıracak türden bir uçuş yelpazesidir dersek yeridir. Başka bir ifadeyle böylesi polenimsi uçuşların öyle yabana atılır cinsten uçuşlar olmadığı bilakis yapılarının son derece küçük ve hafif olmasından kaynaklanan kendine has uçuş marifetidir bu. İşte bu denli narin ve hafiflik yönüyle dikkat çeken Huş ağacı gibi polenlere sahip bitkiler için havada yaklaşık 66 saat gibi bir süre içerisinde uçuşun akabinde yere de narin bir şekilde düşme avantajı gerçekleşir. Hakeza akça ağacı da öyle olup tohumunu 2 saat gibi bir süreyle havada turladıktan sonra inişini gerçekleştirir. Böylece havada uçan polen ve tohumların sıradan bir toz olmayıp, son derece planlı donatılmış her biri paraşüt konumunda ya bir mantarın, ya bir orkidenin, ya da bir ağacın özetini ortaya koyan büyüme programının temsilcileri olarak adından söz ettirmiş olurlar. Onlar adından bu şekilde söz ettirirken bize de bu arada bir bitkinin programını yükleyen Allah’a şükretmek düşer. Hem nasıl şükretmeyelim ki, her bir tohum zerreleri sayesinde hem canlılar rızklarına kavuşmakta hem de kendi nesillerini devam ettirebilmektedirler. Tabii anlayana. Nitekim Yüce Rabbimiz; “O suyla ile bir-ağacın bile bitiremeye gücünüzün yetmediği güzel güzel bahçeler bitirdik. Allah ile beraber bir tanrı ha? Doğrusu onlar sapıklıkta devam eden bir güruhtur” (Neml, 60) beyan buyurmakla yeryüzünde sayısını bilemediğimiz nice bitki tohumlarının tüm canlıların hizmetine amade olmak için belirli bir program dâhilinde habire etrafa tohum saçtıklarına dikkat çekmektedir. İnanan insanın elbette ki bitki âlemi dikkatini çekecektir, zira toprağa düşen bir tohum bir bakıyorsun yüz sayıda ya da daha fazla sayıda dane verebiliyor. Keza Sekoya türü gibi dev ağaçların tohumları o kadar küçük ki hepsini toplasanız normal bir fincan kabını doldurmaz, ama gel gör ki bu tohumlar neşvünema bulduklarında 1500 ton ağırlığında koca bir ağaca dönüşebiliyor. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; gerektiğinde ağaçlara aşı yapmak suretiyle de kat be kat meyve elde edilip bereketlenmeye bereket katılabiliyor. İnanmayanlar kâinattaki bu müthiş programa dikkat kesilmeyiversinler, biz inananlar olarak dualarımızda ‘Allah’ım bu ne berekettir, Sana sonsuz hamd-ü senalar olsun’ deyip şükreylemekten kendimizi alamayız da.
Alglerde döllenme ve döl almaşı
Bilindiği üzere algler klorofil içeren bitkilerdir. Aslında bitkiye yeşil renk katan klorofiller kloroplast denilen yapılar içerisinde konaklamasına rağmen bir kısım alg bitkilerinde tamamen tüm hücreye nüfuz etmiş durumdalardır. Öyle de algler vardır ki tek hücreli olup tek başına yaşarlar, bazıları da koloni halde bulunurlar
Algler; mavi-yeşil algler, yeşil algler, diyatomlar, kahverengi algler gibi isimlerle kategorize edilirler. İçlerinde en göze çarpanı hiç kuşkusuz diyatomlardır. Öyle ki birbirinden güzel desenleriyle dikkatleri üzerine çeken diyatomların hücre çeperleri silikayla örtülü olduğundan deniz yatağının adeta süs manzarasını oluştururlar. Sadece süs olarak mı, hiç kuşkusuz deniz canlıların ziyafet sofrası da olurlar.
İlkel bitkilerde genellikle genetik materyalin sitoplâzma içerisine dağılımı veya nükleusta toplanmıştır. Daha ileri ki kademelerde iki haploid spor birleşerek diploid zigospor meydana getirirler. Hatta birçok yeşil alglerde zigospor mayoz bölünmeye uğrayarak kamçılı 4 haploid hücre meydana gelmiş olur. Derken kamçılı olan bu hücrelerin gelişmesiyle birlikte haploid fertler meydana gelir. Bu olayı şematize edersek şöyle bir tablo çizebiliriz.
Gamet(n) Gamet(n)
\ ⁄
Zigospor(2n)
(Zigot) mayoz bölünmeyle

4 kamçılı hücre (n) oluşturur.
Kamçılı hücrenin gelişmesi ile birlikte 4 gametofit meydana gelir.

Gametler redüksiyon bölünme ile sporlar oluştururlar.

Sporlar çimlenerek gametofitler meydana getirir. Haploid gametofitlerin uçlarında gametangiumlar teşekkül eder.

Gametler birleşerek zigotu hâsıl ederler. Zigot çimlenerek diploit sporofiti hâsıl eder. Derken sporofit üzerindeki sporanlardan sporlar çimlenerek haploid sporlar hâsıl olur.
Cladophorada döl almaşı
Dalların ucundaki sporanglarda redüksiyon bölünme vuku bulmasıyla birlikte 4 adet kamçılı zoospor hâsıl olur. Hâsıl olan zoosporların yarısı (+) değerlikte diğer yarısı da (-) değerlikledir. Derken söz konusu zoosporlar çimlenerek haploit gametofitleri meydana getirirler. Meydana gelen gametofitlerin ucunda ise 2 kamçılı izogametler oluşur. İzogametler su içerisinde birleştiğinde ise 2n kromozom içeren zigotu oluştururlar. Zigot bu durumda direk çimlenip diploit sporofit teşekkül eder. Diploit sporofit redüksiyona uğramasıyla birlikte zoosporlar oluşur. Oluşan zoosporlarda çimlendiğinde yeni haploid bitkileri oluştururlar.
Eumycophıta mantarların çeperleri ekseriyetle kitin yapıyla kaplıdır. Miselyum fazlaca dallanmış hiflerden oluşurken sporlar ise ascomyceteslerde ascus, basidiomyceteslerde basidium denen keselerden gelişir.
Protoascomycetes grubuna ait gametangların (gamet keselerinin)l birleşmesiyle de zigot teşekkül eder. Teşekkül eden zigotun redüksiyon ve mitoz bölünmeler geçirmesiyle birlikte 8 haploid nükleus meydana gelir. Böylece meydana gelen nükleusların her biri kitin örtü ile sarılarak askosporlar haline dönüşür.
Eumycophyta’da döllenme ve döl almaşı
Topuz şeklinde ki anteridyumların bütün protoplastları askogonların içine geçer. Bu arada çekirdekleri de dişi çekirdeğin yanına gider gitmesine ama birleşmezler. Sadece askogon içerisinde çift çekirdek halde bulunup, askogon içerisinde yer alan hiflerin dallanmasıyla birlikte bölmeli hif sisteminin meydana gelmesinde rol oynarlar. Yani her bölmenin içerisinde bir dişi bir de erkek nükleus çift evresi vardır ki; bu evreye dikaryotik faz denmektedir. Nitekim bu evrede hiflerin ucunda bulunan nükleus çiftleri bölünerek çengel gibi çıkıntılar oluşturmanın yanı sıra çengelin taban hücresi ile kaynaşması denen olay gerçekleşip zigot meydana gelmektedir. Zigot ise önce redüksiyon daha sonra mitoz bölünme ile 8 askospor oluşturur.
Sporofit fazına tekabül eden hifler ileride askı meydana getireceklerinden dolayı bu safhada bunlara askogen hifler adı verilir. Askus teşekkülü neticesinde genellikle 8 haploid nükleus hâsıl olur. Daha sonra her bir nükleus bir askospor haline gelir. Taban hücresinde bu olayın tekrarlanmasıyla (askus oluşumunun tekrarlanmasına) birlikte askus grupların meydana getirdiği örtüye de plektankima adı verilir.
Euascomycetesin basidiomycetes grubunda ise somatik hücrelerin birleşmesiyle somatogami oluşur. Bu grubun en önemli özelliği ise basidium teşekkül etmesidir.
Karayosunlarında döllenme ve döl almaşı
Bilindiği üzere bir suya kurumuş daneler konulunca canlanıverir. Bir zaman sonra kurumuş danelerin çatlayıp kök salmaya ve derken yaprak şeklinde filizlendiğine şahit oluruz. Belli ki bir kuru danelerin birbiri ardına değişime uğraması mensup olduğu bitkinin çehresini ortaya koymak içindir. Hakeza çimlenme de öyledir. Zira çimlenmeyle birlikte haploid sporlardan protonema hâsıl olur. Protonema üzerinde ise tomurcuk ve gövdeye benzer yapılar meydana gelir ki bu yapı gametofit diye bilinir. Derken bu gametofit yapıdan yeşil kara yosunu ortaya çıkar. Yani gametofit üzerinde anteridyum ve arkegonium vardır. Dolayısıyla arkegonium içerisinde yumurta döllenip, önce embriyo (zigot) hâsıl olur, sonra embriyondan spor kapsülü, daha sonrasında sporogonun iç kısmı redüksiyona uğrayıp haploid spor tetratları teşekkül eder.
Eğreltilerde döllenme
Kara yosunları ile eğreltiler arasında en önemli fark; kara yosunlarında gametofit safha baskın olurken, eğreltilerde ise sporofit safha daha baskın ve uzun ömürlü olmaktadır. Bu arada spor kapsülü bitkinin sporofit kısmını oluşturduğunu unutmamak gerekir. Bu yüzden sporofitin sporang denen özel kesecikler taşıyan yapraklarına sporofil denir. Mesela Selaginella bitkisi heterosporik eğrelti otun tipik bir örneğini teşkil eder.
Tek tipte spor veren ve aynı zamanda sporofilleri dikotomik dallanma gösteren pteridophyta (eğrelti) bitkisi izosporik bitkiler olarak tanımlanır. Örnek-Polypodium ve Dryopteris izosporik eğrelti otları.
Ayrıca mikrospor ve makrospor (megaspor) olmak üzere iki çeşit spor veren cinsler daha vardır ki bunlar da megasporangiumlardan meydana gelmektedir. Dolayısıyla sporangları taşıyan yapraklara mikrosporofil, makrosporangiumları taşıyan yapraklara makrosporofil denir.
Haploidspor çimlendiğinde Protali hâsıl eder. Protal ise monoik ve dioik olmak üzere hem anteridium hem de arkegonium’u oluştururlar. Ayrıca arkegoniumdan yumurta hücresi, anteridumdan da spermatozoit oluşur. Derken döllenme su vasıtasıyla gerçekleşir. Bu arada protal üzerinde yumurta hücrelerinden birinin teşekkül etmesiyle birlikte sporofit kök, gövde ve yapraktan müteşekkil bir bitki meydana gelir. Bu bitkinin (ergin sporofitin) sporofil yapraklarından da sporangiumlar teşekkül eder. Sporangiumların iç kısmı sporogen doku halinde olma hasebiyle erginleştiklerinde redüksiyon bölünmeye uğrayıp dörder adet spor hâsıl ederler. Böylece oluşan sporlara genç protali denir.
BİTKİ EMBRİYOSU VE MEYVE

Eskiden beri bitkiler gizli üreme anlamına gelen cryptogamae (kriptogamlar) ve çiçek açıp tohum oluşturabilen anlamına gelen phanerogamae (fanerogamlar) olmak üzere iki grupta kategorize edilirler. Her ikisi arasındaki temel fark şudur ki; cryptogamae’larda istirahat devresi spor fazında geçmekte iken phanerogam’larda istirahat devresi embriyo halinde geçmektedir. Hakeza cryptogamae’larda yumurtanın döllenmesiyle birlikte hemen embriyo devresi gelişirken, phanerogam’larda ise gelişmenin ilk fazı sporoit bitki üzerinde gerçekleşip, böylece embriyo ana bitkiden tohum olarak ayrılmış olur.
Bilindiği üzere tohumlu bitkiler sporofit bitkinin belli sürgünlerinde diğer yapraklardan farklı olarak mikrosporofiller ve makrosporofiller çıkmakta. Bu yüzden mikrosporofil ve makrosporofillerin bir bütün olarak oluşan bitki topluluğuna çiçek adı verilir. Tabii hazır çiçekten bahsetmişken Yunusun çiçekle olan hasbihalini anmadan edemeyiz elbet. Bakınız Yunus çiçeğe ne soruyor, çiçek ne cevap veriyor bir izleyelim:
“Sordum sarıçiçeğe: Benzin neden sarıdır?
Çiçek eydür derviş baba: Ahım dağlar eritir
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Sizde ölüm var mıdır?
Çiçek eydür derviş baba: Ölümsüz yer var mıdır?
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Kışın nerde olursun
Çiçek eydür derviş baba: Kışın türab oluruz
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.


Sordum sarıçiçeğe: Tamuya girer misiz?
Çiçek eydür derviş baba: Ol münkirler yeridir.
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Uçmağa girer misiniz?
Çiçek eydür derviş baba: Uçmak adem şehridir
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Gül sizin neniz olur?
Çiçek eydür derviş baba: Gül Muhammed teridir.
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Ademi bilir misiniz?
Çiçek eydür derviş baba: Adem binde birdir
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Kırkları bilir misiniz?
Çiçek eydür derviş baba: Kırklar Allah yâridir.
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Rengin kandan alırsız?
Çiçek eydür derviş baba: Ay iye gün nurudur
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Boynun neden eğridir?
Çiçek eydür derviş baba: Kalbim hakka doğrudur
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: annen baban varmıdır?
Çiçek eydür derviş baba: annem babam topraktır
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Sen Kabeyi gördün mü?
Çiçek eydür derviş baba: Kâbe Allah evidir
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Bahçene girsem nola?
Çiçek eydür derviş baba: Kokla beni geri dur.
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Sen sıratı gördün mü?
Çiçek eydür derviş baba: Cümlenin ol yoludur
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Gözün niçin yaşlıdır?
Çiçek eydür derviş baba: Bağrıcağım başlıdır
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah.

Sordum sarıçiçeğe: Sen beni bilir misiniz?
Çiçek eydür derviş baba: Sen Yunus değil misin?
Hak Lâ ilahe illâllah, Allah Lâ ilâhe illâllah”
İşte görüyorsunuz bizim Yunus Emre’miz bu ya, çiçeği hal lisanıyla konuşturaraktan çiçeğin manevi yönünü ortaya koymakta. Madem öyle, bize de çiçeğin biyolojik yönünü ortaya koymak düşer.
Bilindiği üzere makrosporangiumlar; mikrosporofil, makrosporofil ya da karpel adı verilen yapraklar üzerinde bulunup vazife gereği bölünerek küçük olandan mikrospor (erkek protalyum) büyük olandan makrospor (dişi protalyum-embriyo kesesini) meydana getirirler. Yani bu demektir ki döllenme ve embriyo gelişmesi makroprotalyumda gerçekleşmektedir. Böylece makrosporofillerin kenarları içeriye doğru kıvrılarak kapalı bir zar halini alıp içlerinde tohum taslakları gelişir ki bunlara da angiospermae (kapalı tohumlular) adı verilir.
Bitkilerde eşey dağılımı
Mikrosporofil ve makrosporofil ayrı ayrı çiçeklerde bulunursa bunlar hermafrodit olarak adlandırılır. Şayet erkek ve dişi çiçekler aynı bitki üzerinde gelişirse bu durumda ‘monoik’ bitki olarak tanımlanırken farklı bitkilerde gelişirse ‘dioik’ bitkiler olarak tanımlanır.
İlkel bitkilerde her makrosporofil bir pistil oluşturur. Pistil daha gelişmiş olan bitkilerde birkaç sayıda karpel şeklinde ya da makrosporifil olarak kendini gösterir. Derken karpellerin uç kısımlarının birleşmesi sonucunda pistil (ovaryum-dişi organ) oluşmaktadır. Dolayısıyla tek karpelden meydana gelen ovaryumlar ‘apokarp ovaryum’ olarak addedilirken çok karpelden meydana gelen ovaryumlar ise ‘sinkarp ovaryum’ olarak addedilirler. Şayet karpel uç kısımlarının birbiriyle birleşip tek bir bölme oluştururlarsa, bu durumda adından ‘parakarp ovaryum’ olarak söz ettirir. Unutmayalım ki karpeller icabında daha geniş alanlar üzerinde birleşip bölmeli ovaryumlar oluşturabiliyor. Nitekim böylesi bir oluşumla birlikte karpellerin kenarlarında etli yastıkçıklar oluşur da. Ve oluşan bu tohum taslakları yastıkçıklara bağlandığında plasenta adını alır. Tohum taslaklarının ovaryum üzerindeki dağılış şekli ise plasentalanma olarak isimlendirilir. Bir başka ifadeyle tohum taslakları karpel ayasının tam yüzeyinde dağılır dağılmaz plasentalanma olayı gerçekleşir. Malumunuz plasentalanma ‘Plasentalanma koliner’ ve ‘Foliar ’ olmak üzere iki tiptirler. Şayet bu iki tipten bir çiçek tablasının uzantısı üzerinde plasentalanma görülürse buna koliner plasentalanma denip bu da kendi içinde ‘bazal plasenta’ ve ‘plasenta central’ olarak kategorize edilir.
Bazal plasentalamada malum tohum taslağı tek olup ototrofturlar. Konum olarakta bazal plasentalanma adına uygun davranıp çiçek ekseni uzantısı üzerinde bulunurlar. Örnek mi? Polygonaceae, piperaceae ve tamaricaceae familyaları bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Sentral plasentalanmada tohum taslağı her zaman çok sayıda olup kampilotrop’turlar. Nitekim ovaryum kolonun merkezinde bulunur. Örnek: primulaceae ve charyophyllaceae familyaları.
Folier plasentalanmada tohum taslaklarının tespit edilmiş olduğu karpel yapraklarının bulunduğu konumlarına göre;
“-Parietal marjinal plasentasyon,
-Medyan plasentasyon,
-Laminal plasentasyon” şeklinde üç tip başlık altında incelenirler.
Tohum taslakları karpellerin birleşme çizgisi üzerinde bulunursa Pariatel plasentalanma adını alır. Örnek: Orchidaceae, salicaceae ve cruciferae familyaları.
Plasentalar her bölmenin iç köşesinde bulunursa bunlara aksillar plasentalanma (eksensel plasentalanma) denir. Hatta bu plasentalanma da iki çeşit olarak sahne alır.
Tohum taslakları karpelin orta damarında bulunursa medyan plasentalanma diye tanımlanıp haşhaş kapsülü bunun en tipik örneğini teşkil eder.
Tohumlu bitkilerde döllenme ve döl alışımı
Spermatophyta (tohum bitkiler); ‘Gymnospermea’ ve ‘Angliospermea’ olmak üzere iki ana kategoride incelenirler. Bunlardan gymnospermealar tohum taslaklarının megasporofilleri üzerinde açık halde bulunurlar. Bu yüzden aynı çiçek tohum taslaklarının sinkarp ovaryumlar içerisinde yerleşme düzenide plasentalanma olarak addedilir.
Tohum taslakları mikrofilin kalazaya göre almış olduğu duruma göre ise:
“-Ortotrop ovül,
-Anatrop ovül,
-Kampilotrop ovül,
-Anfitrop ovül” şeklinde 4 ana başlık altında kategorize edilir.
Bunları kısaca tanımladığımızda, mesela;
-Funikulus, kalaza ve embriyo kesesi aynı hizada olup mikrofil ile hilum karşılıklı kutup oluştururlar ki, bu tipler ototrop adını alırlar. Örnek- Juglans (ceviz) ve piparecaea familyası.
-Tohum taslağının funikulusa göre kendi üzerinde 180 derece aşağı doğru kıvrıldığında oluşan tipe anatrop ovül denir. Hatta bu tip tohum taslaklarının funikulusuyla tohum taslağının kesiştiği noktada ki birleşme yerine rafe denmektedir. Özellikle rafe tipler daha çok bitki familyalarında yaygındırlar.
-Nusellus ve embriyo kesesinin kendi etrafında kıvrık olduğu (mikropil, kalaza ve hilum birbirine yaklaşmış) tipe kampilotrop tip denir.
-Kampilotrop ve anatrop tohum taslakları arasında ara bir şekil gösteren tip ise anfitrop tip denip, bunlar hilum, kazala ve mikrofil arasında bulunurlar.
Tohum taslağı kısımları
Tohum deyip geçmemeli. Zira yıllarca silolarda kalan kuru tohumlar toprakla buluştuğunda adeta yeni bir hayata göz kırpar bir halde neşvünema bulduğunda seyredenleri kendine hayran bırakabiliyor. Nasıl hayran bırakmasın ki, tıpkı bir yumurtanın içerisinde bol bol gıda depo edilişinde doğacak olan canlıyı bir sonraki hayata hazırlık yapmasında olduğu gibi siloda bekletilen tohumda toprağa karıştığında kendi cinsinden yeni bir bitkinin hazırlığının muştusu olacaktır. Bir başka ifadeyle toprağa karışan tohum bitkinin taslağı olması hasebiyle tıpkı bir bebeğin anne karnında geçirdiği embriyolojik gelişiminde olduğu gibi karıştığı toprağın bağrında makrospor ana hücresi olarak pek çok evrelerden geçtikten sonra embriyo kesesi içerisinde gelişimini tamamlayıp kendi cinsinden bitkisini oluşturacaktır.
Hiç kuşkusuz toprağa karışan bir tohumun taslağına veçhe kazandıran üç yapı söz konusu olup bunlar:
“-Embriyo kesesini taşıyan nusellus kısım (besi dokusu),
-Nusellusu bir kılıf gibi örten iki konsantrik zar (integument),
-Tohum taslağını plasentaya bağlayan funikulus (ince uzun bir kordon veya sap)” şeklinde bir yapı olarak ortaya çıkar. Funikulus ve tohum taslağının birleştiği bölüme ‘Hilum’ denirken nusellusu iç integumentten ayıran bölüme (nusellusun tabanına) ‘kalaza’ denir.
Peki ya insan? Malum insanoğlu da tohum gibi ambarda değil de kabir âleminde bekletildikten sonra ahiret tarlasında tohum misali dirilmek üzere yeni bir çehreye bürünecektir.
Gymnospermealarda döllenme ve döl almaşı
Polenler rüzgâr vasıtasıyla arkegona taşınıp döllendiğinde meydana gelen embriyo megaprotalın içine gömülür. Hatta gömülmekle kalmayıp megasporofil ve mikrosporofil diye spral halde dizilip dişi ve erkek kozalaklar meydana getirir. Nitekim megasporofilde tohumlar oluşumunu tamamladıktan sonra dişi kozalağın açılmasını müteakip açığa çıkan tohumlar megasporofilden etrafa yayılır. Yayılınca ne olur derseniz, olacak malum megasporang dokusu içerisinde redüksiyon bölünmeye uğrayıp 4 adet megaspor oluşacaktır. Derken bunlardan üçü ölür, diğer bir tanesi ise gelişerek megaprotal olarak neşvünema bulur. . Böylece iki sperma nükleustan sadece biri yumurtayı döller. Zira birçok arkegonda yumurtalar aynı anda döllendiği için protal başlangıçta birden fazla embriyo ihtiva eder ki buna poliembriyoni denir. Keza gelişmesini tamamlamış bir embriyo çok sayıda kotiledona sahip olur ki bu durumda olanlara polikotiledon denir.
Pinus bitkisinde iki anatrop tohum taslağı bulunur. Yani olgunlaşmış polende (erkek gametofit) 4 nükleus vardır. Bunlar;
“-Polen tüpü nükleusu,
-Sap hücresi nükleusu,
-Eşit büyüklükte olmayan 2 sperma hücre nükleusu” şeklinde karşılık bulur.
Angiospermlerde döllenme ve döl almaşı
Embriyo Gelişimi
Madem erkek ve dişi gametofitler döllenmeden sonra tohum hâsıl ediyorlar, o halde anter 4 uzamış mikrosporangium oluşturacak demektir. Çünkü genç bir anter (mikrosporangium) önce epidermisle çevrili homojen ve meristematik kütle hücre oluşturur, sonra bu kütle gelişip 4 loblu durum alır. Derken bu loblar farklılaşıp çok çekirdekli duruma geçerler. Ki; oluşan çekirdekli sporlara arkeospor denir. Peki, arkeospor hücreler ne yapar derseniz, elbette ki bu hücrelerde dışarıya doğru primer parietal tabaka, içeriye doğru ise primer sprogen doku oluşturacaklardır. Bunlardan primer sprogen tabaka hücre içerisinde ya spor ana hücreleri gibi direk fonksiyon kazanır, ya da birbirini izleyen hücre topluluğu oluşturur. Olgunlaşmış anterin en dış tabakasında ise epidermis oluşur. Dolayısıyla epidermis hücreleri yalnızca antiklinal (yüzeysel) yönde bölünürler. Fakat ortamın kurak olduğu şartlarda parçalanıp ortadan kalkmak zorunda kalırlar. Yani epidermisin altında endotesyum, polen tanelerinin olgunlaşıp dökülme zamanı geldiğinde çeper kalınlaşması tamamlanıp, böylece iç çeperden yukarı doğru fiber bantlar teşekkül eder. Bu durumda ister istemez anterin yapısı endotesyumdan sonra ara tabaka, daha içeride tapetum şekli ağır basacaktır. Tabii burada tapetum tabakasının önemi bin kat daha artmış olur. Çünkü bütün besin maddeleri bu tabaka vasıtasıyla sporojen hücrelere geçebiliyor. Bu arada pek çok bitkinin tapetum hücrelerinde çekirdek bölünmesi üç farklı tipte olur. Şöyle ki;
“--Çubuksu bölünme tarzı,
-Endomitoz bölünme tarzı,
-Normal mitoz bölünme tarzı” diye ifade edebiliriz.
Dicotyledon embriyo gelişmesi
Dicotyledon üzerinde döllenen yumurta hücresi enine çeperle 2’ye bölünür. Bu hücrelerden embriyo kesesinin içine doğru olana terminal hücre denirken diğerine de bazal hücre denir.
Proembriyonun 4 hücreli safhasından sonra embriyo gelişme tipleri:
1-) İki hücreli proembriyonun terminal hücresinin boyuna bölünerek devam ettiği gelişmede:
-Embriyonun ileri gelişmelerde bazal hücre rol oynamaz ya da az rol oynar. Örnek: Cruciferea.
-Embriyonun gelişmelerinde hem bazal ro oynar, hem de terminal hücre. Örnek: Asterat tip.
2-) İki hücreli proembriyonun terminal hücresinin enine ikiye bölünerek devam eden gelişmede:
-Embriyolojik gelişme bazal hücre rol oynamaz ya da az rol oynar.
a-Bazal hücre iki ya da daha fazla hücreden meydana gelen suspansör oluşur. Örnek: Solanad tip.
b-Bazal hücre bölünmez. Suspansor terminal hücreden meydana gelir. Örnek: Caryophylland tip.
-Hem bazal hem de terminal hücre embriyo gelişmesine katılır. Örnek: Chenopodiad tip.
Bu tipler şekillerine göre:
1-) Cruciferae tip
-Bazal hücre enine, terminal hücre boyuna bölünür.
-İki terminal hücre tekrar boyuna bölünerek 4’lü grup oluşturur.
-4'lü gruplar da enine bölünerek sekiz hücre oluşur. Oluşan bu 8 hücrenin alttaki dördü koliledonları ve gövdeyi oluştururken üsteki dörtlüde hipokotili oluşturup böylece bölünmelerden maksat hâsıl olmuş olur.
-10 hücre suspansoru meydana getirir.
2-)Asterat tip
-Bazal hücre enine, terminal hücre boyuna bölünür.
-Terminal hücre sürekli bölünmeye devam eder, ktiledon ve gövdeyi oluşturur. Bazal hücreden alttaki boyuna bölünerek hypokotil oluşturmak üzere farklılaşır. Üsteki bazal hücreden de suspansor, kaliptra ve kök meydana gelir.
3-)Solanad tip
Bu tür gelişmeye Nicotianada görüldüğü gibi Solanaceae familyasında da rastlandığı gözlemlenmiştir.
-Bazal ve Terminal hücreler ilk bölünmeyi enine yaparlar.
-Üsteki bazal hücreler 3 suspansoru oluştururken, alttaki bazal hücreler de kök ucunu oluştururlar.
Terminal hücrenin üsteki grubu hypocotilini oluştururken, köküde periblem ve pleurom tabakasını oluşturur, en alttaki ise kotiledonları oluşturur.
4-)Caryophyland tip
-En ilginç özelliği bazal hücrenin hiç bölünmemesidir.
-Terminal hücre ise enine bölünüp 4 adet hücre oluşturur.
-4 hücrenin üstekiler enine bölünürken, alttakilerde boyuna bölünürler.
-Terminal hücrelerden ikisi ile bazal hücre suspansoru oluşturur.
Alttaki terminal hücrelerde sırayla kök, hypokotil ve kotiledonları oluşturur.
5-) Chenapodad tip
-Solanad tipine benzer iki bölünme eninedir.
- 4 hücre üst üste gelir.
- 4 hücreden 37’si suspansoru oluştururke, alttaki de kök ucunu oluşturur. Boyuna bölünmüş hücreden üstekinin ikisi hypocotili, alttaki de kotiledonları meydana getirir.
Suspansor genellikle bazal hücreden meydana gelir. Suspansor embriyoyu endosperm içerisine itmesiyle birlikte oluşan suspansorlara suspansor modifikasyonlar denmektedir.
Apomixis teşekkülünün oluşumunda bilim adamları şu ihtimalleri göz önünde bulundurmuşlardır:
Birinci ihtimal
-Makrospor ana hücresine kadar gelişme vardır.
-Makrospor hücre redüksiyonu yumurta hücresini hâsıl eder (haploid)
-Yumurta hücre döllenme olmadan embriyonu meydana getirir. Bu embriyolar haploid olduğunda meydana getirdikleri bitki kısır kalır. Dolayısıyla üreme yoluyla neslinin devamını sağlayamaz.
İkinci ihtimal
Embriyo kesesi nusellus ya da başka hücrelerden (arkesporal dokulardan) meydana gelir. Redüksiyon bölünme olmadığından embriyo kesesi diploid halde bölünmeksizin çoğalarak bitki meydana getirebiliyor.
Üçüncü ihtimal
İntegüment ya da nusellus hücrelerden birisi gelişerek embriyoyu hâsıl eder. Buna hiç embriyo kesesi yoktur anlamında adventif embriyonu denmektedir
Dördüncü ihtimal
Bu ihtimal doğrudan doğruya tomurcuklanma ve vejetatif üreme ile ilgili bir husustur.
Poliembriyonu
Bir tohum içerisinde birçok embriyonun bulunmasına poliembriyonu denir. Mesela Eupoliembriyona ait embriyo kesesinde birden fazla embriyo gelişir.
İki çeşit poliembriyonu var olup bunlar şu başlıklar altında tasnif edilirler:
“-Gerçek poliembriyonu,
-Yalancı poliembriyonu” diye.
Gerçek poliembriyonu iki embriyo veya antipod, sinergitik ve endosperm hücrelerinden meydana gelir. Madem öyle bu hücrelere bir nebzecik olsun değinmekte fayda vardır. Bilindiği üzere sinergit hücreleri kısa ömürlüdürler. Dolayısıyla döllenmeden hemen önce ya da sonrasında ortadan kaybolabiliyorlar. Antipod hücreleri ise 10-12 sayıda diyebileceğimiz sınırda kala kalırlar hep. Ssekonder çekirdekler de malum boş durmayıp endospermi üretirler. Peki ya Rusellus ve integüment hücreleri ne yapar derseniz onlar da embriyo kesesinin içine doğru gelişerek adeta silbaştan embriyoyu yenilemiş olurlar.
Yalancı embriyonunda ise malum bir ovaryum içerisinde farklı embriyo kesesinden oluşan birden çok embriyon gelişebiliyor. Hatta farklı embriyo kesesinden meydana gelen birden çok embriyonların kromozom sayısı aynı veya farklı da olabiliyor. Nitekim bunlar oluşan farklı sayıda yapılanmaya göre şu şekilde eşleşerek:
“-Diploid diploid.
-Haploid-diploid
-Diploid-triploid
-Haploid triploid” şeklinde isimlendirilirler.
Örnek mi? İşte;
-Yoncada diploid-diploid,
- Ketende haploid-diploid,
-Buğdayda diploid-triploid,
-Phleumda haploid-troploid tarzında oluşan yapılanmalar bunun en bariz örneklerini teşkil eder. Ve bu tür poliembriyon oluşumunda ki farklılaşmaların arka planında yatan sebebinin hormonal nedenlere bağlı olduğu düşünülmektedir. Nitekim arka planda yatan bu düşünceden hareketle Poliembriyon üretiminin ziraatçılık açısından çok önemli yeri vardır. Zira bir tohumdan birden çok bitki oluşmaktadır. Hatta tohum aşamasında bir embriyonun etrafını çeviren bir endosperm bazı durumlarda nusellus ve en dışta testayı oluşturur.
Olgunlaşmış embriyo kesesi:
“-Üç yumurta aygıtı,
-Üç antipod,
–İki polar çekirdek”ten ibarettir.
Embriyo kesesinde bir polarite vardır. Bazı bitkilerde embriyo kesesinde besin rezervlerine sahip olduğu bilinen bir gerçekliktir.
Her neyse az gittik uz gittik misali şöyle bitki embriyolojisiyle ilgili özellikleri toparlayacak olursak ana başlıklarını şöyle sıralayabiliriz:
-Apomixis,
-Anter tapetumun durumu,
-Polen tanesinin durumu,
-Poliembriyonu,
-Polen tüpünün davranışları,
-Embriyo kesesi gelişme tipleri,
-Embriyo gelişme tipleri,
-Endosperm tipleri,
-Makrospor ana hücrenin bölünüş şekli,
-Mikroanaspor ana hücrenin bölünüş şekli diye.
Dikkat ettiyseniz konumuzun başından beri embriyo dedik, tohum dedik, vs. dedik ama hiç meyveden söz etmedik. Madem öyle bir nebzede olsun meyvelerden bahsedebiliriz pekâlâ. Malmunuz meyvenin hem tadı hoş hem de kendisi hoş bir güzelliktedir. Ki, Meyveye güzellik katanda dış veçhesini çepeçevre kuşatan çeperlerdir. Hiç kuşkusuz bu çeperler karpellerden oluşan perikarp tabakasından başkası değildir elbet.
Meyvenin perikarp tabakası da kendi içinde üç ayrı tabakadan müteşekkil olup dıştan içe doğru şu isimlerle adından söz ettirir:
-Ekzokarp,
-Mezokarp,
-Endokarp diye.
Bitkilerde döllenmeyle birlikte oluşan farklılaşmış ovaryum içerisinde yer alan tohumların meydana getirdiği topluluk ‘meyve’ ismiyle karşılık bulur. Bikere adı üzerinde meyve, asla kendi başına terkedilmiş kral çıplak değildir, içerisine daldığımızda bir ummanla karşı karşıya kaldığımız gözlemleriz. Öyle ki bu umman deryasının tam göbeğinde pek çok çekirdek âlemi söz konusudur. Düşünsenize herhangi bir nedenle var olan bir bitki türü ortadan kalkmış olsa hiçte endişelenmeye gerek yoktur, onu bir şekilde telafi edecek çok şükür çeki taneleri vardır. Kaldı ki çekirdek deyip es geçmeyelim, zira bir çekirdek içerisinde değil küçük bir bitki türü, dallarıyla budaklarıyla semaya doğru uzanacak kocaman bir ağaç kodludur. Bu demektir ki çekirdek doğurgan toprak misali kendi cinsinden neslin devamını sağlayan merkezi bir üs bile. Dikkat ettiyseniz merkez konumda oldukları için bir bakıyorsun çekirdek denen nesneler meyvenin sağına soluna kenarına, yanına üstüne, altına değil de tam ortasında korunmaya alınmışlardır. Daha da ilginç olan meyvenin kendisi narin sert yapılı olmasaydılar meyvenin daha olgunlaşmasına fırsat kalmadan çürüyüp mahvolacaklardı. Hem kaldı ki atom çekirdeği hangi yaratılış gaye ile programlanıp yaratılmışsa aynen öyle de meyvenin çekirdeği de kendisine biçilen gaye doğrultusunda programlanıp o şekilde yaratılmıştır elbet. Hem nasıl ki atom çekirdeğini kuşatan elektron zinciri varsa aynen öyle de çekirdeğinde etrafını çepeçevre saran sert bir kabuk vardır. Ki; bu kabuk kolay kolay bozulmaz da. Kelimenin tam anlamıyla kabuk çekirdek için bir sanduka görevi yapmaktadır. Ne zamanki çekirdeğin toprak ve suyla buluşması gerçekleşir, işte o zaman o korunaklı sandukadan toprağa doğru kök oluşumu, havaya doğru boylu boylusuna uzanan gövde çıkacak demektir. Derken bir anda birbirinden değişik renklerde lezzet ve taamlarda gözümüzü kamaştıracak bir devasa bitki âlemiyle ya da orman topluluğuyla hayat buluruz da. Zira Allah-ü Teâlâ bu hususta “(Sizin için) Tûr-i Sına'dan çıkan bir ağaçta (zeytin) (yarattık) ki o (yerden) yağıyla ve yiyen kimselere bir katıkla beraber biter” (Müminun, 20) diye beyan buyurup, toprağın bağrından çıkardığı zeytin ağacı üzerinden bir büyük nimeti bize hatırlatır.
Bir hurma ağacının düşünün ki köklere ayrı, gövdeye ayrı, yapraklara ayrı gıdalar taksim ediliyor. Üstelik hurmaların dişisi var, erkeği de var. Dolayısıyla dişiler döllenmeye muhtaç durumdadır. Neyse ki; bu ihtiyaç erkekler tarafından tozlaşma yoluyla giderilmekte. Öyle ya madem bitkiler tozlaşarak çoğalıyorlar, o halde iş olsun babından tozlaşmıyorlardır. Aynen insanlardaki anne ve babanın izdivacı sonucu doğan çocuğun dünyaya gelişine benzer bir gayeyle bitkilerde meyve vermek için vardırlar. Nitekim bu maksatla başlangıçta zayıf yapıda olan hurmalar ta ki güç toplayıp enerji kazanaraktan olgunlaşana dek güneş ve hava akımlarından olumsuz yönden etkilenmesin diye bir kılıf içerisinde korunmaya alınır da. Derken hurma çekirdeği derman bulup güçlü konuma gelmesiyle birlikte güneşe dayanabileceği kadarıyla açılıp kılıfından çıkar ve bizlere gıda olur. Bu misal aynı zamanda hurma nezdinde tüm bitkiler içinde geçerli bir kanundur. Tüm bu misallerden çıkaracağımız sonuç şu ki; herhangi bir kabuk içerisine gömülmüş olan zayıf yapıda ki tohum danelerinin günü geldiğinde salkım saçak misali yıkılmadım ayaktayım dercesine dal budak salaraktan meyve verir halde karşımıza ziyafet sofrası olarak çıkmış olmalarıdır.
Vesselam.





En son dedekorkut1 tarafından C.tesi Ağus. 28, 2021 8:06 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:15 pm

BİTKİ EKOLOJİSİ
SELİM GÜRBÜZER
Atatürk Üniversitesinden Biyoloji Bölümünden Prof. Dr. Mustafa Kuru, Prof. Dr. Adem tatlı, Prof. Dr. Kemal Solak, Prof. Dr. Zekeriya Altuner, Prof. Doç. Dr. İsmet Hasenekoğlu ve Prof. Dr. Eşref Yeğin gibi daha nice bizim üzerimizde emeği geçen hocalarımızın derste anlattıklarından tuttuğum ders notlarını üzerinde çalışarak makale haline getirmeyi çalıştım. Hele ki bugünlerde orman yangın haberleriyle yatıp kalktığımızda bu dönemde bitkilerin hayatımızda yeri ve öneminin geçte olsa farkına varılması öğrencilik yıllarında tuttuğum bu ders notlarımın ehemmiyeti daha iyi anlaşılacaktır diye düşünüyorum.
Bilindiği üzere bitki âlemi ilgili bölüm botanik bilimidir. Biyolojinin önemli kolu olan botanik bile kendi içerisinde genel botanik, sistematik botanik ve uygulamalı botanik diye üç başlıkta incelenmektedir. Konumuzun gereği biz daha çok sistematik botanik ile ilgileneceğiz. Çünkü bitkilerin iç ve dış yapısını, bir takım fiziki ve kimyasal özelliklerini, üreme organları ve orijinleri itibariyle kendi aralarındaki benzerlik ve farklılıklara göre tasnifleyip, sonra bitki kataloğu şeklinde ortaya çıkan adından söz ettiren şimdilik “sistematik botanik” bilim dalı olarak gözükmektedir. İşte bu sistematik botanik sayesinde bitki topluluklarına ait en küçük temel birimin “tür” olduğunu fark edip, bu arada birbirine yakın duran aynı tür bitki cinslerin benzer cins familyaları, benzer familyaların takımları, benzer takımların sınıfları, benzer sınıfların ise kolları meydana getirdiğini öğrenmiş oluyoruz. Nasıl ki maddenin en temel birimi atom kendi içerisinde en küçük birimlere ayrılabiliyorsa aynen öylede bitki toplulukların en alt kademesinde yer alan türlerde kendi iç âleminde alt tür, ırk, varyete ve form tarzında diyebileceğimiz bir bitki sistematiği eşliğinde birbirinden ayrı olarak tasniflenirler. Şöyle ki; türler Carl Von Linne’nin 1753 itibariyle ortaya koyduğu cins kavramı adı altında iki kelimelik bir tanımlamayla tasniflenmiştir. Yani iki kelimelik ifadeden ilk olanı cinsi, ikincisi ise türü temsil etmektedir. Mesela tek kelimelik ‘Pinus’ derken tüm çam türlerini anlarız, ikinci kelimenin ekinde ki ‘...aceae’ ise çama benzer diğer iğne yapraklıları kapsadığını algılarız. Nitekim ‘Pinus nigreae’ derken sınıflama yapıp ister istemez karaçam olduğunun farkına varmış oluruz. Hakeza ‘Pinus pinaceae’ gibi diğer çam türleri de öyledir. Hatta çiçekler içinde aynı durum söz konusudur. Zira ‘Viola’ menekşe cinsini, ‘Tricolar’ üç renk manasına gelmesi hasebiyle “Viola tricolor” üç renkli menekşe diye isim alırlar. Bu arada Uluslararası Botanik kongrelerinde bitki sistematiğinde kullanılan tanımların ve isimlendirilmesi noktasında ortak bir dil kullanılması gerektiğine dair alınan karar gereği bitkilerin Latince olarak telaffuz edilmesi oy birliği ile kabul gördüğünü belirtmekte yarar var.
Bitkilerin karmaşık yapısı incelendiğinde onlar sıradan ve tesadüfî meydana gelmiş varlıklar olmayıp, bilakis koskoca sistematik bir âlem karşısında Yaratıcı bir kudretin varlığına işaret varlıklar olduğunu idrak etmiş oluruz. Dahası Linne sisteminde yer alan biyolojik taksonomi, aslında Yaratılış gerçeğini ortaya koymaktadır. Çünkü sistematik sınıflandırma aynı zamanda düzen demektir. Nitekim bu müthiş nizami düzende evrimcilerin iddialarını karşılayacak bir nizamsız yapı veya ansızın tesadüfü oluşmuş yapıların yer alacağı tablo gözükmemektedir. Dolayısıyla bu tür düşüncelere kulak verilseydi taksonomik sınıflandırmada hangi tür bitkinin nerede sonlanacağı veya hangi bitki türünün nerede başlayacağını önceden tespit etmek mümkün olmayacaktı. Belli ki Yaratıcı diğer canlılarda olduğu gibi bitkilere has benzer işlevleri benzer yapılarla donatmış, farklı işlevleri ise farklı tasarımlarla donatmıştır. Asla en küçük benzerlik tüm bitki türlerinin aynı ortak bir atadan evrimle türediğini ispatlamaya yetecek doneler değildir. Tam aksine bitkiler için tabii seleksiyon çok önceden tasarlanıp canlı âlemin hizmetine sunuluşundan itibaren o gün bugündür mevcut durumun elenmeye fırsat verilmeyecek şekilde (doğal seleksiyon) korunmaya alınmıştır. O halde bu mükemmel donanımlı bitki âlemini genel itibariyle şöyle şematize edebiliriz:
BİTKİ ÂLEMİ
ALT ÂLEM KOL ALT KOL SINIF
Bir hücreli bitkiler Bakteriler
Su yosunları
TALLI
BİTKİLER Algler
Cıvık mantarlar
Gerçek mantarlar
Likenler
YÜKSEK
BİTKİLER Kara yosunları
Damarlı çiçeksizler
Tohumlu Bitkiler Açık tohumlular
Kapalı tohumlular Bir çenekliler
Çift çenekliler
Malumunuz tohumlu bitkilerin yeryüzünde takriben sayıca 250.000’i bulan türü olduğu tahmin edilmektedir. Bu bitki türleri daha çok kara kıta sahanlığının hâkim olduğu bölgelerde neşvünema bulup, tümünü ortak paydada buluşturan tek yegâne unsurun tohumdan üremiş oldukları gözlemlenmiştir. Ayrıca tohumlu bitkileri diğerlerinden farklı kılan özellik; üreme organlarını çevreleyen kısımların rengârenk çiçeklerle donatılmış olmasıdır. Aynı zamanda tohumlu bitkilerin kendi aralarında kapalı tohumlu ve açık tohumlular diye iki ana başlıkta incelenmesi bu türlerin önemini ortaya koymaktadır.
Kapalı tohumlulara ait tohum bir zar kafesinde muhafaza edilirken açık tohumlular da böyle bir koruyucu şemsiyeden eser görülmez. Bu yüzden açık tohumlularda tohum yaprağı (çenek) iki veya daha fazla sayıda sahne almaktadır. Kapalı tohumlularda ise korundukları kafes içerisinde çenekler ya tek ya da çift çenekli olarak bulunurlar. Örneğin bahçe bitkileri, tahıllar, geniş yapraklı ağaçlar ve çimenler bu türdendirler. Dahası kapalı tohumlularla bir kısım damarlı bitkiler kök, gövde ve yapraklardan oluşan bir sisteme sahiptirler. Bu sistemin temelini elbette ki diğer canlılarda olduğu gibi bitki hücreleri oluşturup, hücrelerin bir araya gelmesiyle de bitki dokuları meydana gelmektedir. Dolayısıyla bitki dokularının parankima, kollankima, sklerankima, epiderma, endoderma ve taş hücreleri gibi hücrelerden meydana geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Bu yüzden bitki dokularına umumiyetle meristem denmektedir. Mesela bitkinin gövde ve dalları apikal meristem hücrelerinin bir araya gelmesiyle vücut bulmaktadır. Yani apikal meristem hücrelerin farklılaşmasıyla primer (ilk) doku oluşup, bu dokunun gelişmesi tamamlandıktan sonra kök ve gövdenin yüzeyine yakın kısımlarında yer alan lateral hücrelerin (kambiyum) devreye girmesiyle birlikte sekonder (ikinci) doku aşamasına geçilir. Hatta söz konusu bu doku aşamasıda odunsu (ksilem) hale gelmesiyle birlikte su ve minarellerin taşınma işlemleri kendi iletim kanal vasıtasıyla rahatlıkla gerçekleşmiş olur. Böylece soymuk (floem) doku ve ksilem işbirliği sayesinde bitki için gerekli olan besin ve mineral aktarımı vuku bulur.
Yeryüzünde canlıların dağılışını inceleyen bilim dalına canlı coğrafyası denmekte olup, iki kısma ayrılır:
-Bitki coğrafyası (flora),
-Hayvan coğrafyası (fauna) diye. Yani bitkilerin yaşadığı ortama flora denip hayvanlarınkine ise fauna diye adlandırılır.
Bitki ekolojisi
Bitki ekolojisi küçük bitki gruplarından büyük bitki gruplarına kadar tüm bitkilerin çevreyle olan ilişkilerini inceleyen bir bilim dalıdır. Bitki ekolojistleri tarafından yüksek bitkilerle hayvanlar arasında bariz farkı görmek kolay olsa da tek hücrelilere inildikçe bu farklılıkları ayırt etmekte güçlük yaşandığı muhakkak. Zira tek hücreli bitkiler de hayvanlar gibi hareket kabiliyeti gösterebiliyor. Nitekim Euglena ve diğer tek hücreli canlılarda tüy ve kamçı benzeri hareket organları mevcuttur. Keza mantarlar da hayvanlar gibi beslenme tarzı ortaya koymalarına rağmen bitki grubuna dâhildirler. Bilindiği üzere mantarlar klorofil maddesinden yoksun olduklarından kendi gıdalarını üretemezler. Bu yüzden bitki kökleri tarafından salgılanan organik asitler, amino asitler, şeker ve vitaminler üzerine hazır konaklayıp parazit veya saprofit tarzı hayatını devam ettirmek mecburiyetindedirler. Bu arada sakın ola ki parazit yaşamlarına aldanıp ta onlara işe yaramaz varlıklar gözüyle bakmayalım. Çünkü mantarlar nitrojen ve karbon döngüsünde çok mühim rol oynamaktalar. Özellikle karayosunları ve tohumlu bitkilerin köklerinde bakterilerle ortaklaşa kurdukları işbirliği sonucu topraktaki mineral ve elementleri ayrıştırıp, böylece beslendikleri bitki köklerine karşı şükran borcunu ödemiş olurlar. Bir başka ifadeyle toprağın bağrında sessiz sandığımız birtakım bakteri ve mantarlar, ölmüş bitki artıklarını adeta mıntıka temizliği yaparcasına sentezleyip ayrıştırarak ekolojik dengeye hizmet etmekteler. Hele bilhassa mantarların ürettikleri diyastaz fermenti sayesinde söz konusu artıkların odun maddesin üzerindeki bileşikleri su, karbonik asit ve amonyak gibi unsurlara ayrılarak bir çeşit mıntıka temizliği eylemi gerçekleştirirler. Bu arada mıntıka temizliğine iştirak eden bakterilerde boş durmayıp hem selülozu glikoz moleküllerine dönüştürmekteler, hem proteinleri daha basit azot bileşiklerine ayrıştırıp parçalamaktalar hem gıdalanmaktalar hem de hayatta kalan bitkilerin köklerini besleyerek çevrenin temizlenmesine yardımcı olmaktalar. Bu demektir ki bakterilerin en elzem öncelikli işi selülozu şeker moleküllerine parçalayaraktan humus hale gelen toprağı bitki lehine faydalı olacak şekilde beslenme ortamını elverişli hale getirmektir. Anlaşılan o ki sonbahar da birçok bitki küçük bir kıyamet arafesi yaşayarak adeta vedalaşırcasına yapraklarını tel tel dökmekteler. Neyse ki cenazeleri ortada kalmamakta. Çünkü mantar ve bazı bakteri türlerine ait birtakım saprofitlerin devreye girmesiyle birlikte gerçekleşen temizlik hareketi imdada yetişmektedir. Zaten bu temizlik hareketi olmasaydı çevremiz pis kokulardan geçilmeyecekti. Bir başka bilinen gerçekte şudur ki bakterilerin ortalama her 20 dakikada bölünüp iki yeni hücre halinde çoğalmaları hadisesidir. Fakat bu mantıktan hareket edildiğinde yeryüzü sathının bakterilerle kaplı olması gerekirdi. Belli ki bu noktada ekolojik denge olayı imdadımıza koşmaktadır. Mesela karasinekler bakterilerden beslenerek ekolojik denge ayarı yapmaktalar. Öyle ki her şey bir plan dahilinde kontrol edilerek ekolojik nizam sağlanmaktadır. Belki de karasinekleri tamamen yok etmeye kalkışsaydık etrafımız pis kokulardan geçilmeyeceği gibi birçok hastalıklara kapı aralanıp toplu ölümlerden yakamızı kurtaramayacaktık. Malumunuz bir zamanlar Avustralya’nın keşfiyle birlikte göçmen akınına uğrayan yerlerde Amerika’dan sipariş edilen kaktüslerden sınır boylarına çitler oluşturulmuştu. Ama gel gör ki bu bitki hiçbir sınır tanımadan hızla her tarafa yayılıverdi. Bu durum karşısında çareyi kaktüsle beslenen böceği getirmekte buldular. Böylece kaktüsler bir anda böcekler tarafından tükeniverdi. Fakat ortada kaktüs kalmayınca bu seferde maalesef böcekler açlıktan duman oluverdiler. İşte tabiat dengesinin alabora olması olayı nedir sorusunun cevabı bu tip örneklerin esrarında gizlidir.
Şurası muhakkak hayvanların birçok eyleminde içgüdü denen kendilerine özgü iradi dürtüleri söz konusudur, ama bu iradi dürtüler bitki için asla geçerli değildir, onlar için söylenebilecek tek söz gizli bir ilahi gücün yüklediği program dâhilinde belli bir gayeye yönelik seferber oldukları gerçeğidir. Elbette havada uçan bir kuş ile rüzgâr vasıtasıyla bitkiden salınan tohumların havada uçması aynı şeyler değildir. Birinde iradi bir refleks var, diğerinde ise dış tesirlerin etkisi vardır. Bu yüzden bitkilere daha çok gıda imalathanesi gözüyle bakmak daha uygun düşer. İşte tüm canlılar bu gıda âlemi sayesinde kâinat ağacının altında hem nefes alıp gölgeleniyorlar hem de bin bir lezzet içeren tüm taamlarla beslenmektedirler. Her şeyden öte bu kâinat ağacı daha çok Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş insana hizmet için adeta birbirleriyle yarışır haldedirler.
Bitki Coğrafyanın Tarihçesi
Madem yeryüzü her türden bitki ile donatılmış, o halde tüm bitki âleminin bir coğrafi tarihi olması gayet tabiidir. Şöyle ki; Bitki coğrafyası üzerinde ilk ciddi çalışma şerefi Alman Alexander Von Humboid’e ait olup bilim dünyasına “Bitkilerin coğrafyası üzerine düşünceler” adlı bir kitap yazmakla damgasını vurmuştur. Özellikle bu eser daha çok bitki yayılışlarından bahsetmektedir.
1822’de Danimarkalı Schouw Bitki coğrafyasını ana hatlarını izah eden bir kitap neşredip, yeryüzünü 22 flora bölgesine ayırmıştır.
De Condelle; “Gerekçeli Bitki Coğrafyası” adlı eseri neşretmiştir.
Gribach; “Yeryüzünün Vejetasyonu” adlı eseriyle yeryüzünü 24 vejetasyon bölgesine ayırmıştır.
1875’ ten sonra bitki coğrafyası üzerinde çalışmalar 4 yönde gelişme gösterip, bunlar:
“ -Floristik Bitki Coğrafyası(Engler, Viels),
-Ekolojik Fizyolojik Bitki Coğrafyası(Dıude, Waıning, Schimper Walter),
-Sosyolojik Bitki Coğrafyası:
a- İskandinav ekolü
b- Alman ekolü
c- Zürih ekolü
-Tarihi Genetik Bitki Coğrafyası” tarzında kategorize edilir.
Yeryüzü bitki örtüsü ve bunların yayılışını inceleyen bilim kolu floristik coğrafya olarak bilinmektedir.
Bitki toplulukların yapı ve meydana gelişlerine tesir eden faktörleri sosyolojik bitki coğrafyası incelemektedir.
Yeryüzünü kaplayan bitki örtüsünün jeolojik devirler boyunca geçirdiği değişiklikleri ise genetik bitki coğrafyası incelemektedir.
Florostik bitki coğrafyası
Florostik bitki coğrafya, bir bölgenin hangi taksonlardan meydana geldiğini tespit edip hangi alanlara yayıldığını belirleyen bir bilim dalıdır. Bu bilim dalı sayede bir bitkinin belli bir sınırlar içerisinde bulunduğu yere o türün yayılış alanı (areal) olduğunu öğrenmiş oluruz. Yani bir haritada yer alan en dış noktaların birleştirilmesiyle ortaya çıkan sınırlı bölge o bitkinin yayılış alanını göstermektedir. Şayet bitkinin yayılış alanına insanların etkisi olmuşsa bu yayılış alanına suni areal, insanların etkisi olmamışsa doğal areal adı verilir. Ya da herhangi taksona ait areal tam örtülü ve birbirine bağlı olduğu durumlarda kapalı veya sürekli areal kavramlarla ifade edilen tanımlarla karşılaşırız. Ancak söz konusu bu alanlar birbirinden çok uzakta iki veya daha fazla takson halde iseler dağınık veya süreksiz areal olarak ifade edilirler.
Bitkilerin yayılmasına etki eden faktörler
Bitkilerin yayılışını bir benzetmeden hareketle ancak şöyle diyebiliriz: Türkler Ergenekon’dan çıkış yapıp dünya sathına yayılır da, bitkiler de bir noktadan çıkış yapıp yayılmaz mı, elbet yayılırlar. Dolayısıyla yeryüzünde genellikle bir takson tek bir yerden etrafa yayıldığı (monofiletik), hatta yayılmakla kalmayıp farklı noktalardan hız kazanarak potansiyel taksonlar ürettiği artık bir sır değil. Bu yüzden bir taksonun belli bir yerden çıkış yapmasıyla birlikte neşvünema bulduğu gelişme merkezlerine gen merkezi denmektedir. Nitekim Verbascum bitkinin 400’e yakın türün 225’i Anadolu’da yayılmıştır. Bu yüzden Anadolu verbascum cinsinin merkezi sayılır.
Bir arealin sınırları genellikle 2 şarta bağlıdır:
-Bitkinin yayılma kabiliyeti, yani bir bitkinin diaspora'sına (saçılma, tohum saçma, zerreler halinde dağılma, tohumla üreme, vejetasyon çoğalma) bağlıdır.
-Diasporaların çimlenme, köklenme ve diğer bitkilerle rekabet edip, çiçek ve tohum hâsıl etme kuvvetine bağlıdır. Mesela Diaspora’ların çok kolay yayılma kabiliyetinde olan mikroorganizma veya spor bitkilerin bakteri ve küf mantarları hava içerisinde toz ile karışmış halde bulunabiliyor.
Bitkiler ya dış kuvvetlerin etkisiyle ya da kendiliğinden yayılırlar. Dış kuvvetlere su, hayvan, insan ve rüzgâr vs. faktörleri örnek verebiliriz. Hatta bazı bitkiler kuşları kendilerine çekme becerisi sergileyebiliyorlar. Böylece hayvan farkına bile varmadan bitkiye ait tohum, polen ve birtakım parçacıkları başka coğrafyalara taşıma görevi üstlenmiş olur. Hatta sadece tohumlar değil tıpkı Amerika’da bir kaktüsün ters diken kancası vasıtasıyla hayvanın derisine tutunmasında olduğu gibi kendini ötelere taşıttıran bitkiler de söz konusudur. Örnek-Meksika’da yaşayan Jumping Colla (Atlayan kaktüs).
Kendiliğinden yayılan bitkiler, adı üzerinde hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymayan bitkiler demektir. Böylece kendi beceri ve kabiliyetleri doğrultusunda tohumlarını çevreye fırlatıp yayılmaktalar. Örnek- Ecballium elaterium (eşek hıyarı), Fragarıa vesca (çilek)
Bazı bitkilerin arealleri ise stabil kalmaktadır. Sanki öz vatanından çıkmak istemeyen bir tutum sergilemeyi yeğlemekteler. Mesela esas yayılma alanı kuzey kutup bölgesi olan Arabis alpina’nın halen orta Avrupa'da ki tek haldeki arealleri 400 yıldan beri hiç değişikliğe uğramadığı gözlemlenmiştir.
AREAL TİPLER
Areal tipler; kozmopolit ve endemik bitkiler olarak iki kategoride tasnif edilirler. Endemikler de kendi içerisinde Paleoendemik ve Neoendemik diye ikiye ayrılır. Malum olduğu üzere tür arealleri cinslerden daha dar kapalı alanda yerleşik faaliyet içerisindeler, cins arealleri ise familya areallere nispeten daha dar kapalı alanda manevra yapmaktalar. Tabii ki beş parmağın beşi bir olmaz, kimi daha açık, kimi daha kapalı alanda faaliyet sergilemesi gayet tabiidir. Şurası muhakkak bir bitki alanı genişledikçe kozmopolitlik oranı da o ölçüde artmaktadır. Bu yüzden geniş yayılış gösteren bitkilere kozmopolit bitki denilip, bunlar daha çok edatif ve klimatif yönden fazla seçicilik göstermeyen tipler olarak bilinmektedir. Kozmopolit bitkilere;
“-Planktonların büyük bir kısmı ve likenler,
-Su bataklık bitkileri,
-Ruderal tarla bitkileri,
-Halefit bitkiler” örnek gösterilebilir.
Hazır su bitkilerinin adını anmışken bu arada fitoplanktonlardan da söz edebiliriz pekâlâ. Evet, onlar denizlerin yeşil renkli ve tek hücreli bitkileridirler. Siz siz olun yine de fitoplanktonların öyle bir hücreli olmasına bakıp ta onlara basit bir gözle değerlendirmeyin. Çünkü fitoplanktonlar atmosferde ki oksijenin yarısından çoğunu karşılayacak derecede adından söz ettiren bitkilerdir.
Kırsal alanda yaşayanlar iyi bilir, şöyle insan evinden çıkıp kendini araziye koyulduğunda gerek yol kenarlarında, gerekse yol kenarları boyunca dizilmiş tarlaların etrafında bizleri içten içe selamlayan bitki topluluklarıyla karşılaşacağımız muhakkak. Onlarla öylesine hemhal olmuşuz ki onlarla sadece yol ve tarla kenar boyunca karşılaşmıyoruz, şehir ve istasyon çevrelerinde bile her an görebiliyoruz. Fakat hemen hemen her yerde görmemize rağmen yine de bunlar daha çok tarla bitkileri anlamına gelen Ruderal bitkiler diye bilinmektedir. Örnek: Chenopodium album (sirgen), Cynodon dactylon (Ayrık otu), Polygonum aviculare (madımak), Plantagomajor (sinir otu), Taraxacum officinale (Arslan dişi).
Tabii ki kırsal alanlarda yaşayanlar kadar tuzlu su yatakları ve deniz kıyısında yaşayanları da selamlayan bitkiler var ki, bu tür yayılan bitkiler halefit bitkiler (Tuzcul bitkiler) diye adından söz ettirir. Örnek: Salicornia herbacea, Suaeda maritima
Endemikler
Yukarıda da bahsettiğimiz üzere dar ve kapalı areala sahip bitkilere endemik bitkiler adı verilmektedir. Özellikle Havai adaları, Himalaya dağları, Güneydoğu ve Doğu Anadolu florası endemik bakımdan zengindirler. Bu yüzden zenginliğine binaen Endemik bitkiler; Paleoendemikler ve Neoendemikler diye iki grupta mütalaa edilirler:
-Paleo endemikler
Bunlar jeolojik devirlerde geniş yayılış alanına sahip olup fakat günümüzde dar bir sahaya haps olmuş, aynı zamanda kalıntı halinde yayılan bitkilerdir. Yani yayılma kabiliyetini yitirmişlerdir.
Örnek–1 Üçüncü zamanda teşekkül eden Liguidamber Orientalis (Güney batı Anadolu –Muğla, Burdur).
Örnek–2 Ginkgo bilabo- Jura devri, Chekiang eyaletinde görülür.
Örnek–3 Weltwitschia mirabilis- Güney Angola’da Namib çölünde yaygın görülür.
-Neoendemikler
Bunlar dar alanda hâsıl olurlar. Mesela Türkiye florası 9000’i aşkın sayıda neoendemikler bakımdan zengin olduğu belirlenmiştir. Özellikle bu alanla ilgili Verbascum, Astragalus, Asylum, Isatis ve Salvia türleri örnek gösterilebilir.
VİKARİYANTLAR
Aralarında sistematik bakımdan yakınlık bulunan taksonların farklı bölgelerde veya ekolojik ortamlarda birbirlerini temsil etmelerine Vikariyants denmektedir. Dolayısıyla vikaryant familyalara;
“-Kuzey yarım kürede Conifera (Kozalaklılar) sınıfından Pinacea familyası,
- Güney yarım kürede Araucarıaceae familyasından olanlar,
-Abies Nordmanniana (Kuzey Göknarı- Kuzey Anadolu),
-A.Cilicia (Toros Göknarı- Güney Anadolu),
-Erica arborea (Kuzey Anadolu),
-E. Verticillata (Güney Anadolu) vs.” örnek verilebilir.
Yukarı da verilen örneklerden anlaşılan o ki; Abies ve Erica türleri Anadolu’nun Kuzey ve Güneyde aynı cinsi temsil eden Vikaryant türleridir.
Ekolojik türlere ise Alp dağlarındaki kireçli ve silisli topraklarda bulunan bitkiler örnek verilebilir. Şöyle ki;
Örnek–1 Kireçli topraklar- Ranunculus alpestris, Primula auricula ve Rhodendron hirsutum.
Örnek–2 Silisli topraklar-Ranunculus gracilis, Primula hirsuta ve Rhodendron ferrugineum.


En son dedekorkut1 tarafından C.tesi Ağus. 28, 2021 8:13 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:16 pm

TARİHİ GENETİK BİTKİ COĞRAFYASI
SELİM GÜRBÜZER
Tarihi bitki genetik coğrafya genel itibariyle geçmişten bugüne kadar değişikliğe uğramış bitkiler üzerinde incelemeye dayalı bir bölüm olarak dikkat çekmektedir. Bu bilim dalının ortaya koyduğu verilerden hareketle yeryüzü bitki örtüsünün esas itibariyle jeolojik ve iklim değişiklikleri sonucu ortaya çıktığını öğrenmiş oluruz. Aynı zamanda yeryüzünde ilk bitki hayatının başlamasının üzerinden 3 milyar geçtiği tahmin edilmektedir. Bu yüzden bu dönem Afitik dönem olarak bilinmektedir.
Yeryüzü bitki hayatı bakımdan ise 4 döneme ayrılmaktadır, bunlar:
-Paleofitik (3 milyar- 250 milyon),
-Mezofitik (250 milyon- 120 milyon),
-Kenofitik(120 milyon günümüze kadar) diye değerlendirilir.
1-)Paleofitik-Antekambrien (ilkel vakit)’den alt permiana kadar olan devre olup üç dönem olarak kategorize edilir:
-Alg dönem (Arkaenden alt süliyene 3 milyar–400 milyar)
Alg dönemi devresinde yalnız tek hücreli algler yer alır.
-Psilophyta dönem (Üst silüen-ortadevoniyene 400–340 milyar)
Psilophyta döneminin başlangıcında ilkin kara bitkileri ortaya çıkmıştır.
-Pteridophyta dönem (Üst devoniyen-alt permiana 340–250 milyar)
Pteridophyta döneminde tohumlu bitkilerden Pteridospermae (Tohumlu eğreltiler) ve iğne yaprakları andıran Coordinates ortaya çıkmıştır. Hatta kömür yatakları da bu dönemde çıkmıştır.
2-)Mezofitik dönemde Gymnospermaea’lar hâkimdir.
3-) Kenofitik dönemini üç devre olarak kategorize edebiliriz:
-Üst kretase (120 milyon–70 milyar),
-Tersiyer dönemi (70 milyon –1 milyar),
-Kuvaterner dönemi (1 milyar gün).
Üst kretase
Üst kretase döneminde angiospermae ve alt tohumlular yayılış göstermektedir. Zira bu döneme ait ağaçlar içerisinden özellikle Abies (göknar-köknar) ve iğne yapraklılar görülmeye başlanmıştır. Sadece ağaçlar mı, tabii ki hayır, çok yıllık otlar ve çalılar ne güne duruyor, öyle ki ortaya çıkar çıkmaz bilhassa bunlar arasında dikotiledon olanlar daha hâkim durumda yeryüzü sathında yerini almışlardır. İlginçtir bu devre için Kuzey ve Güney Amerika’nın birbirinden ayrıldığı devir olarak da adından söz edilen bir devre olarak dikkat çekmekte.
Her neyse üst kretase devresine ait;
Gymnospermealardan; Cycas, callitris, cephalotaxus, Ginkgo, Pinus, Podocarpus ve Sequoia ile Angiospermealardan ise Sterculia, Smilax, Eucalphytus, Nerium, Cinnamomun ve Liriodendion, Ficus ve Magnolia gbi bitki topluluklarını örnek verebiliriz pekâlâ.
Tersiyer dönemi
Tersiyer döneminde yeryüzünün şekli bugünkü durumuna çok yaklaşmıştır diyebiliriz. Zira Amerika kıtası Miyosen dönemine kadar hep iki parça halinde kalmış ve bu dönemde Grollend florası daha çok Kuzey Amerika florasına benzemekteydi. Hakeza holoarktik dönemde ise karalar kuzey yarım küreyi kaplamış, derken bölgenin tamamını kapsayan çok yönlü değişiklikler olmuş ve buna paralel olarak Picea, Pinus, Palatanus, Carpinus (gürgen), Corylus, Quercus, Tilia, Magnolia, Acer, Vitis (üzüm), Smilax ve Taxodium gibi bitkiler holoarktik florasının bitki türünden elemanları olarak sahne almışlardır. Bir başka ifadeyle bu söz konusu bitki örneklerin hemen hepsi arkto-tersiyer florayı teşkil eden örneklerdir. Tabii her şey bununla sınırlı değil elbet, dahası var. Şöyle ki; bu devrede Kuzey Amerika’nın doğusu ile Doğu Asya arasındaki floristik benzerliklerin belirlenmesiyle birlikte bu ve buna benzer birçok konular aydınlanıp gün yüzüne çıkmıştır. Nitekim Liriodendron, Hamamelis, Catalba gibi cinslerin sadece Doğu Asya ile Kuzey Amerika’nın Atlas okyanusu çevrelerinde ortaya çıkması bu devrenin mahsulüdür. Ayrıca bu cinslerin Afrika Madagaskar adaları ve Mikronezya adaları ile floristik bağlantısının bir sonucu ortaya çıkmasının yanı sıra kap florası da bu dönemin bir bulgusu olarak karşımıza çıkmaktadır.
Kuvaterner
Kuaterner döneminin en önemli özelliği Kuzey yarım kürede buzul çağının başlamasıdır. Bu yüzden buzul hareketi bitkiler üzerinde verimli olmuştur. Tersiyer evrenin sonuna gelindiğinde Avrupa ve Kuzey Amerika’da bugünkü Doğu Asya florasını andıran zengin bir flora hâkim olup günümüzde sadece otların izleri kalmıştır. Buzul döneminde ise bu bölge floraları güneye çevrilmiş, derken buzul sonrası tekrar kuzeye ilerlemiştir.
Anlaşılan o ki; buzul dönemlerine ait floralar devamlı ilerleme ve gerilemelerden zarar görmüş olmasına rağmen bugün Kuzey Anadolu’da rastlanan Rhodendron pontıcum (mor orman gülü) bitkisi bir bakıyorsun sanki buzul hareketliliğine meydan okurcasına “yıkılmadım ayaktayım” dercesine son buzul dönemine ait alg topluluklarının bulunduğu alanlarda bir şekilde yaygın halde hayatına devam eder haldedirler. Hatta birçok bitki türü Alpler, Grolland, Norveç, İskoçya gibi kuzey bölgelerde buzulların ulaşamadığı kıyı sahalarına ve dağ zirvelerine sığınmışlardır. Netice itibariyle bu tip Anadolu florası pozisyonunda olan bitkiler buzulluk yönünden etkilenmeksizin tür yönünden hep zengin kalabilmişlerdir.
Ekolojik Bitki Coğrafyası
Bilindiği üzere ekolojik bitki coğrafyası bitkilerle ve bunların yetiştikleri ortam arasındaki münasebeti inceler. Bu yüzden ekolojik faktörler;
- İklim elemanları (klimatif faktörler)
-Toprak faktörleri (edatif faktörler)
- Biyotik faktörler (canlı faktörler)
-İklim elemanları (sıcaklık, su, ışık, rüzgâr ve su olarak)” olarak tasnif olunurlar.
Sıcaklık
Ağaçlar ısı sayesinde çiçeklerini açmakta ve meyveler olgunlaşmaktadır. Bilindiği üzere sonbaharla birlikte düşük sıcaklıklarda asimilasyon olayı durmakta olup genellikle birçok bitki için 0 (sıfır) santigrat derece kritik nokta olarak kabul görür. Nitekim sıcaklık bir uygun bir dereceye yükselince bitkinin canlılık kazandığı gözlemlenmiştir. Böylece güneşin ısı ve ışınları her canlıya ulaşıp sebze ve meyveler vücut bulmakta. Kaldı ki Abies Sibirica, Larix Sibirica ve Pinus Cembra gibi bitki örnekleri bir bakıyorsun az bir ışıkla -40 santigrat derece ila -70 santigrat derece arasında seyreden soğuklara dayanabilmekteler. Hakeza kaplıcaların 90 santigrat derecelik sularında yaşayan Diatomerler de bu kapsamda dikkat çeken örnekler arasında yer almakta.
Anlaşılan o ki, bitkiler uygun olmayan şartlarda hayatlarını devam ettirebilmek için belirli zamanlarda pek çok biçim değişikliğine uğramaktalar. Dolayısıyla değişikliğine uğrayan bu formlar bilim adamı Raunker tarafından 5 tip şeklinde şöyle kategorize edilirler:
1-Fanerofitler
Fanerofitler kışı toprak dışında kalan ve uçlarında tomurcuk taşıyan sürgünleri ile geçirirler. Bunlar tamamen odunsu bitkileri içerip;
“-Mega fenorofitler
-Nano fenorofitler” diye iki grupta kategorize edilirler.
Mega fenorofitler tomurcukları yerden 2 m yukarıda olan bitkilerden olup bütün ağaçlar
bu gruba girer. Nano fenorofitler ise tomurcukları yerden 0,25–2 m üstünde olup bütün çalılar bu gruba girerler.
Örnek: Juniperus Commınus(ardıç), Corylus avellena (fındık), Buxus semperuirens(şimşir) ve Erica verticillata (fındık).
2-Kamofitler (bodur bitkiler)
Kamofitler yüzey bitkileridir. Tomurcukları yerden 30 santimetreye kadar olan bodur çalılar, yastık oluşturan bitkiler, yarı çalılar, sürünücü gövdeli tüm bitkiler bodur bitkiler gurubuna girerler.
Örnek:Astragalus microcephalus, Acantholimon Corypyllaceum, Onobrychis cornuta ve Helienthemum nummularium, Thymus kotschyanus.
3-Hemikriptofitler (otsu bitkiler)
Hemikriptofitler tomurcukları kışın toprak üzerinde canlı ya da ölü yapraklar tarafından korunan bitkilerdir. Daha çok ılıman bölgelerde yaygındırlar. Bunlar aynı zamanda kök sistemi devamlı canlı tutularak depo organ görevi gören bitkilerdir.
Örnek: Taraxacum officinale, Ranunculus majör, Fragaria, Convolvulus arvensis.
4-Geofitler (toprak altında soğanlı yumrulu çiçekli bitkiler)
Geofitler kışın toprak altında kök, rizom, soğan yumru gibi organlar yardımıyla geçiren bitkilerdir. Örnek: Cyclamen, Crocus, Colchicum, Galanthus, Orchis, Merendera trygina, Solenum tuberosum ve İris.
5-Terofitler (tomurcukları tohum içerisinde korunan tek yıllık bitkiler)
Terofitler tek yıllık bitkilerdir. Uygun olmayan devreleri tohum halinde geçirirler. Bunlara Annuel (yıllık) ya da efemer adı verilir.
Örnek: Centaurea depressa (Peygamber çiçeği), Papaver rhoeas (gelincik), Triticum (buğday) ve Hordeum (arpa).
Işık
Tabiatta her canlı bir şekilde güneşten mahrum bir halde kendi haline terkedilmiyor. Hiç kuşkusuz Yüce Allah (c.c) yarattığı canlının rızkını da tüm donanımlarıyla birlikte yaratmakta. Nitekim her bitki topluluğu birçok şeyden mahrum kalarak kendi haline bırakılmış olsaydı hayvanlar meralarda otlayamayıp telef olacaklardı. Mademki ışıkta rızkın bir unsuru, bu demektir ki bitkilerin ısı düşmesiyle birlikte donup çürümeye mahkûm kalması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktı. İşte bu nedenledir ki Yüce Yaratıcı günlük ışık alma denen bir fotoperiyodizm döngü sistemini bitkilerin hizmetine sunmuştur. Öyle ki bu sistem sayesinde güneş bir yerde çakılıp kalmamakta ve bünyesinde taşıdığı sonsuz ısı ve ışık şualarıyla her canlının istifade edebileceği şekilde seyr-i âlem eylemekteler. Hakeza fotoperiyodizm olayı sayesinde bitkiler; “Kısa gün bitkiler, Uzun gün bitkiler ve Nötr bitkiler” diye üç grub halinde kategorize edilirler:
-Günlük optimum ışık ihtiyaçları 12 saatten daha az olan bitkiler kısa gün bitkileridir.
Örnek: Cannbissativa, Oryza sativa ve Nicotiona tabacum.
-Günlük optimum ışık ihtiyaçları 12 saatten fazla olan bitkiler uzun gün bitkileridir.
Örnek: Psıum sativum (Bezelye), Hordeum sativum(Arpa) ve Spina cia oleracea(Ispanak).
-Günlük optimum ışık ihtiyacı fotoperiyodizme bağlı olmayan bitkiler Nötr bitkiler olarak bilinirler.
Örnek: Lycopersicum esculentum, Helianthus annus (Ayçiçeği) ve Zea mays.
Su
Aslına bakarsak bitki âlemi sulak, nem, kurak ortam demeden, hemen her alanda kendini hissettirip adeta her yerde varım demektedir. Bu yüzden bitkiler bulunduğu ortama göre tanımlanmışlardır. Şöyle ki;
-Suda yaşayan bitkiler Hidrofit bitkiler olarak adlandırılır.
Örnek: Egeria Densa (Elodea-akvaryum çiçeği)
-Nemli yerlerde yaşayan bitkiler higrofit bitkiler diye adlandırılır.
-Kurak yerlerde yaşayan bitkiler de kserofit bitkiler olarak adlandırılır.
Şurası muhakkak suyun azalmasına paralel her hangi bitki türü dayanma noktasını yitirdiğinde o bitki için artık yaşama imkânı kalmayacak demektir. Mesela step sahalarda ormanın yetişmesini imkânsız kılan asıl neden yıllık yağışın 250–300 milimetrenin altına düşmesidir. Bu yüzden yağış azlığından ileri gelen kuraklığa Fiziki kuraklık, yeteri yağış olmasına rağmen bitkilerin aşırı soğuk dolayısıyla bünyelerinde taşıdığı suyun donmuş olması, fazla asit ya da fazla tuz içermesi gibi birtakım sebeplere bağlı olarak ortaya çıkan kuraklığa ise fizyolojik kuraklık denmektedir. Zira bir coğrafi alanda bitkilerin yağıştan istifade edebileceği su miktarı buharlaşmaya, terlemeye, don olaylarına, yağışların karakterine, araziyi teşkil eden taşların tabiatına bağlıdır. Mesela dağlar görünüşte susuz görünüyormuşçasına görünseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bir bakıyorsun pek çok dağların üzerini kaplayan karla kaplı olması ve aynı zamanda sayılamayacak derecede üzerinde ağaçları bağrında barındırması hiçte öyle olmadıklarının bir göstergesidir zaten. Kaldı ki insanların yağmur yağmadığı zamanda dağlarda biriken su topluluklarının bulunduğu yerlerden yararlandıkları artık bir sır değil. Öyle anlaşılıyor ki dağların meziyetlerini sıralamakla bitmez. Bir bakarsın dağ sığınacak bir barınak, bir bakarsın savaş zamanında siper, bir bakarsın Musa’nın Tur-i Sinas-ı, bir bakarsın adı güzel Muhammed'e ikra olur bile.
Hakeza dağlara has mobilyacılıkta kullanılan adına akakir denen bir ağaç gibi nice başka yerlerde izine rastlanılmayan ağaçların bulunması da bir başka gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır.
SOSYOLOJİK BİTKİ COĞRAFYASI
Sosyolojik bitki coğrafyası hem bitki topluluklarını inceler hem de bir bitkiyi diğer bitki ile karşılaştırmasını yapan bir bölümdür. Nitekim bitki topluluklarının analiz ve sınıflandırılması fizyolojik çevreyle ilgili esaslar ve floristik esaslar başlığı altında incelenmektedir. Bu bakımdan fizyo-ekolojik esaslar yetişme yerine bağlı olarak birçok bitki topluluklarını göz önünde tutularak (assosyon) incelenir. Zira coğrafyacılar daha çok formasyonları, botanikçiler ise assasyonları esas alarak incelemelerini sürdürürler.
FORMASYONLAR
1-Orman formasyonları:
a-Yağmur ormanları,
b-Muson ormanları,
c-Kurak ormanları,
d-Kış ormanları,
e-İğne yapraklı ormanları,
f-Sert yapraklı ormanları.
2-Maki formasyonları
3-Carig formasyonları.
4-Ot formasyonları.
5-Çöl formasyonları.
6-Tundra formasyonları.
İşte tüm bitki formasyonların alanlarını kapsayacak yağışların buharlaşma ve terleme olaylarından tutunda daha pek çok bitki topluluklarının fizyo-ekolojikle ilgili münasebetlerini ortaya koymak için bilim adamları birtakım metotlar ortaya koymuşlardır. Derken bu metotlar sayesinde bir takım bitki toplulukları ile bir takım vejetasyon tiplerini birbirinden ayırt edilebilme fırsatı elde etmişlerdir. Mesela Yağmur ormanları tropik bölge ormanları olup yıllık yağış 200-400 cm civarı arasında değişim göstermesinden dolayı bu ismi almıştır zaten. Nitekim bu formda büyümeyi engelleyen herhangi bir kurak devre bulunmaması hasebiyle Tropik yağmur ormanları;
“ -Güney Amerika'da Hemozon havzası ile Ant dağların doğu yamacındaki bölge.
-Batı Afrika'da Guinea körfezi çevresi arasında kalan bölge ve Kongo havzasına kadar uzanan bölge.
-Asya’da Hint-Malezya bölgesi” şeklinde 3 grup başlık altında incelenir.

Hani zaman zaman piri fani diyebileceğimiz yaşlı insanların dilinden sadır olan ”Yağmur berekettir, yağmur rahmettir” şeklinde söylenen bir söz vardır ya; elbette ki o özlü söz hem gönlümüzü hem de kulağımızı mest eden nasihat türü sözden başkası değildir elbet. Öyle ki o söylenen sözle birlikte yağmurun rahmeti bizleri sardığı gibi yağmur ormanlarının da adeta yüzünü güldürüp bütün yıl boyunca görünüş bakımdan aynı kaldığının gerçeğini dile getiren bir özlü söz olmaktadır.
Malumunuz genel itibariyle ormanları oluşturan bitki toplulukları 2-4 ağaç katı, çalı katı, orman altı örtüsü, yosun katı ve ot katı diye birkaç dala ayrılırlar. Keza yine bitki topluluklarından ağaçlar, yüksek boylu çalılar, liyanlar ve epifitler de bitki topluluklarının belli başlı elemanları arasına dâhil olmaktalar.
Muson ormanları tropik kurak bir dönemin bulunduğu ormanlar olup mevsim olarak senenin 7-9 ayı nemli ve yağışlı geçmekte, geriye kalan kısmı ise kurak geçmektedir. Sonrası malum, her fani gibi bu ormanlara ait her bir ağacın yaprakları yeni bir mevsimde dirilmek üzere tel tel döküldükleri görülür. Zira muson ormanlarına ait bitkilerin hayat süreleri yağmur ormanına nispeten kısa olup yaprak taç kısımlarının ise geniş olduğu gözlemlenmiştir.
Nasıl ki insanlar arasında zengin, orta halli ve fakir diye tanımlanan sosyal kesimler varsa, aynen öyle de bitki âleminde de zengin, orta ve kurak bitki örtüsüyle kaplı alanlar mevcuttur. Bu alanlar daha çok suyun eksik olduğu sahalar olup buralar yer yer seyrek ağaçların dağıldığı kuraksı orman alanlarıyla kaplıdır.
Örnek: Avustralya’nın Eucalpytus ormanları ve Brezilyanın dikenli çalıları.
İşte bu noktada Risaleyi Nur külliyatını okuyanlar çok iyi bilirler ki; Bediüzzaman Said Nursi Hz.lerinin gençliğin ihtiyarlığa, ihtiyarlığın ölümle nihayetleneceğini örneklendirmek için verdiği örnekte ilkbahar yaza, yaz sonbahara, sonbaharınsa kışa döneceği gerçeği ile karşılaşırız. Gerçekten de öyle değil mi bir bakıyorsun insanoğlu da tıpkı mevsim dönüşümleri gibi çocukluk gençliğe, gençlik ihtiyarlığa, ihtiyarlığında bir gün elbet yerini ebedi hayatta dirilmek üzere ölüme terk ettiğini müşahede ediyoruz. Madem gözlemlerimiz bu doğrultuda, o halde bitki topluluklarının tasnif sıralamasında yağmur ormanları dedik, kurak ormanlar dedik, şimdi ise kış ormanlarından bir nebze olsun bahsedebiliriz pekâlâ.
Kış ormanları malumunuz ağır kış mevsimin kendine has zor şartları yeterli suyun alınmasına imkân vermediğinden ister istemez bu ormanların her bir üyesinin yaprakları dökülmek zorunda kalıp bize kar beyaz ölümü hatırlatmakta. Bu yüzden bilge âlimler ölüme “Kar beyaz” demekten kendilerini alamamışlardır. İşte bu kar beyaz ormanlar daha çok ılıman iklim kuşağı kuşatan denizlerin etkisi altında kalan bölgeler ile kuzey yarım kürenin kıta kıyılarında yayılmış halde karşımıza çıkmakta. Hatta bunların kar beyaz orman olma özelliklerinden olsa gerek yağmur ormanlarına göre daha az tür ihtiva ederler.
Örnek: Fagus ulmus, Carpinus, Quecus, Tilia.
Peki ya İğne yapraklı ormanlar? Malum onlarda sert kaya ikliminin hâkim olduğu bölgelerde yaygındırlar.
Örnek: Cedrus, abies, Picea, pinus.
Sert yapraklı ormanları ise yazları sıcak ve kurak, kışları yağışlı ve ılıman geçen bölgelerde görülüp, genel itibariyle 2-4 m boyunda ağaç ve çalılardan ibarettirler. Her ne kadar biz insanlar bu tip bitki topluluklarını sert yapraklı tanımlasak ta, şu da bir gerçek gülü seven dikenine katlanır misali o sert dayanıklılığın arka planında her daim yeşil kalabilen güzellik gerçeğini değiştiremeyecektir. Öyle ki onlar her mevsim yeşil ve küçük derimsi yapraklara sahip olmanın yanı sıra daha çok Akdeniz bölgesinde rastlanan maki, şibilyak ve garig formasyonuna giren bitkiler olarak dikkat çekip, aynı zamanda kapladığı alanları rengârenk donatmakla nesiller boyu her daim adından söz ettiren bitki topluluklardırlar Üstelik bu rengârenk bitki formasyonu sadece Akdeniz bölgesiyle sınırlı kalmayıp Güneybatı kap bölgesi, Güney Avustralya, California ve Şili kıyılarında da ziyadesiyle mevcutturlar. Yani bu bölgeler Akdeniz bölgesine yakın veya benzer iklime sahiptirler. Anlaşılan o ki bu tip bitki formasyonlarının varlığı çok büyük bir nimet, zaten bu tip bitki formasyonları olmasa zarafetten ve estetiklikten ve rengârenk bitki manzaralarından bahsetmek anlamsız olacaktır.
Maki Formasyonu
Maalesef “Yaş kesen baş keser” atasözümüzden bihaber olan bir takım zarafetten, estetikten, rengarenklik hissiyatından yoksun bir takım orman katledici haramiler bitki topluluklarımızın canına kıysalar da bitki âlemi de bir şekilde bu haramilere karşı direnç gösterip bir başka tarzda tepkisini ortaya koyup yıkılmadım ayaktayım dercesine tekrardan gün yüzüne çıkarak kendini gösterebiliyor. Şöyle ki orman örtüsünün tahribinden sonra kök salıp ortaya çıkan ve bilhassa kıyı bölgelerinde gelişmiş 1-2 m yüksekliğinde ince gövdeli derimsi yeşil yapraklardan meydana gelmiş bitki örtüsüne maki formasyonu adı verilmektedir. Değim yerindeyse maki formasyonu Akdeniz bölgesinin bir baştan diğer başa kadar süsleyen bitki topluluklarıdır. Nitekim Arbutus Unedo, Arbutus andrachne, Calluna vulgaris, Ceratonia ciliegia (keçiboynuzu), Cercis siliguastrum, Cistus, Quercus ilex (pırnal meşesi), Quercus coccifera, Olea oleaster, Pistacia lentiscus (Sakız), Pistacia terebinthus, Spartium junceum, Styrax officinalis, Juniperus oxycedrus, Nerium oleander, Laurus nobilis ve Myrtus comminus (Mersin), Erica arborea gibi bitki toplulukları bunun tipik örneklerini teşkil eder. Hatta bu türler içerisinde sakız, keçiboynuzu, Mersin ve pırnal meşeside hakiki Akdeniz ikliminin kendine has karakteristik özellikte bitki tipleri olup diğer iklimlerde pek yetişmezler.
Hakiki Akdeniz ikliminden uzaklaştıkça maki toplulukları hem türce azalır hem de boy kaybına uğrarlar. Nitekim Akdeniz kıyılarından uzak alanlarda 18-20 tür, Ege kıyılarında 13-14, Marmara kıyılarında 8-10, Karadeniz kıyılarında 4-5 türe indiği gözlemlenmiştir. Hakeza Akdeniz kıyı maki toplulukları boyca 800-900 metreye eriştiği, Egede 500-600 metre, Marmara'da 300-400 metre ve Karadeniz de ise 150-200 metre seviyelerde olduğu tespit edilmiştir. Bazı araştırıcılar maki topluluklarının maki ormanlarının tahribi neticesinde ortaya çıktığını, bazılarının makinin silisli arazilerinde yetiştiğini (kaya tabiatına bağlıyor) ileri sürmüşlerdir. Hatta bazı bilim adamları makinin bozulmuş şekli olan Garig formasyonunun ise kalkerli arazide gelişebileceğini ileri sürmüşlerdir. Her kim ne ileri sürerse sürsün şurası muhakkak tabiatta genelde maki toplulukları kalkerli arazide yayılmışlardır. Garig ise silisli arazide yayılmıştır. Anlaşılan maki bitki topluluğu daha çok Akdeniz iklim kuşağı özellik gösteren bir bitki formasyonudur.
Madem Akdeniz'e bir bambaşka güzellik veren böylesi birbirinden güzel bitki topluluklarımız var, o halde maki topluluklarının kıyımı göz göre neden durdurulamıyor doğrusu buna yürek mi dayanır. Hem yüreğimizin yanmaması ne mümkün. Düşünsenize kendilerinden “Ateşin Çocukları” diye bahseden tayfa ne zıkkım belaysa bir an evvel onların köklerini kurutmakta fayda var. Baksanıza PKK şer örgütü sınır ötesinde kıstırıldıkça can havliyle şimdide ormanlarımıza göz dikmiş durumdalar. Şayet bu alanlarda da ateşin çocukları denen zıkkım belalar kıstırılmazsa gerek maki formasyonlarımız gerekse diğer bitki topluluklarımız git gide güç kaybedip hem toprak kaybına, hem de bunun neticesinde tüm bitki maki formasyonlarımızın birçoğu tarih olacaktır. Kaldı ki bugüne dek orman sahalarını acımasızca tahribatından kala kala en az kayıp verdiğini düşündüğümüzde bunlar arasında pesent (seçicilik göstermeyen) denen bazı maki türlerinin ayakta kalabildiğini gözlemlemekteyiz.
Garig formasyonu
İnsan toplulukları arasında biçare insanlar genel itibariyle garip olarak nitelenir. O halde varsın bitki âlemini de temsilen garip topluluklar olsun ki bir takım farklılıkları kıyas etme imkânımız olabilsin. İşte temsil noktasında son derece kurakçıl karakter kazanmış fakir veya cılız kalmış bitki topluluklar arasında Garig formasyonu bunun tipik bir misalini teşkil eder.
Örnek: Philleyrea latifolia, Phyllirea latifolia, Poterium spınosum, Quercus coccifera, Juniperus oxycedrus, Cistus ve Thymus türleri.
Psödomaki
Akdeniz dalgasını taşıyan maki bitki toplulukları ile Karadeniz tesirini aksettiren nemcil ve kışın yapraklarını döken ağaçların bir arada bulunan bitki topluluklarına psödomaki formasyonu denmektedir. Yani bu durum yaz-kış yapraklarını dökmeyen maki bitki toplulukları arasına kışın yapraklarını döken maki bitki topluluklarının karışması olayı olarak tanımlanmaktadır. Mesela Marmara bölgesinde Akdeniz ikliminin sirayet edebileceği maki bitki topluluklarının arasında Karadeniz ikliminin sebep olduğu veya yoğun yaz yağmurlarının etkisiyle kışın yapraklarını döken ve daha nemcil karakterde diyebileceğimiz bazı bitki türleri yetişme imkânı bulabiliyor. Özellikle maki sahalarında belirli bir kış mevsimi olmadığından bitkiler hayati faaliyetlerini her mevsim sürdürmeye devam etmektedirler. Fakat psödomaki formasyonuna mensup bitkiler için kış mevsimi dinlenme devresi olup aynı zamanda bu tür bitkilerde yaprak dökümü bile görülebiliyor. Örnek mi? İşte Psödomaki formasyonunu oluşturan bitki topluluğu topluluklarından; Arbutus unedo, A. andrachne, Qercus coccifera, Olea oleaster, Philleyrea latifolia, Pistacia terebinthus, Juniperus oxycedrus, Cercis siliquastrum, Cistus, Erica vs. gibi bitkiler bunun tipik örneklerini teşkil ederler.
İkinci sunacağımız örnek ise mevcut maki türleri içerisine karışan ve kışın yapraklarını döken elamanlar olup, bunlar Cornus Mas, Crataegu monogyna, Coryllus avellana, Fraxinus
ornus, Rubus fruticosus, Sorbus torminalis ve Ligustum vulgare, Bromus tomentellus gibi bitki topluluklarıdır.
Ot formasyonu
İklim, toprak ve rölyef gibi yetişme şartlarının ağaç yetişmesine imkân vermediği yerlerde, belirli zamanlarda yağış durumu veya toprağın derinliklerine sızmayacak derecede suyla beslenip yetişen bitkilerin meydana getirdiği topluluğa ot formasyonu denmektedir. Ot formasyonları; savan, step ve çöl formasyonları olarak üç grupta mütalaa edilirler.
Savan
Tropikal bölgelerin kurak mevsimi bulunan bölgelerde gelişen, içlerinde seyrek ağaçların yer aldığı yüksek boylu otsu bitki topluluğuna savan adı verilir. Anlaşılan o ki orman formasyonu buralarda yerini yüksek boylu otlara vermiştir. Yine de bu demek değildir ki savan sahaları tamamen ağaçtan mahrum yerlerdir. Bilakis Tropikal bölgelerin yıllık yağışı 1000 mm’nin üstünde olan ve kısa kurak devresi bulunan yerlerde nemli savanlar gelişmiş halde bulunmakla beraber, bunlar arasında yapraklarını döken ağaçlar da bulunur.
Yıllık yağışı, 500 mm arasında olan ve 5-7 ay kuraklık geçiren kuraklık geçiren tropikal bölgelerde ise kurak savanlar yer alıp ister istemez bu durumda ağaç toplulukları nadiren bulunacaktır. Dolayısıyla buraları daha çok yüksek boylu otların kuşatıyor olması son derece gayet tabii bir durumdur.
Tropikal bölgelerin 8–10 ayı kurak geçen ve yıllık yağışı 500 mm’nin altında olan yerlerde dikenli bir hal alır ki savanların bu türüne dikenli savan denmektedir.
Stepler (Bozkır formasyonu-preri)
Bozkır formasyonu denilince ister istemez Orta Asya akla gelmekte. Sonuçta Orta Asya'dan Anadolu'ya gelip, oradan Balkanlara uzanmışız. Neyse ki Anayurttan uzaklaşsak ta bozkır kültürümüzü hatırlatacak Anadolu'muzda step formasyonumuz var. Adı üzerinde bozkır, bu yüzden orta kuşakta yağışların ağaç yetişmesine yetmeyecek kadar az olan yerlerde yaz kuraklığına dayanamayarak güz mevsimine yakın bir dönemde solan ve aynı zamanda ortadan ansızın kaybolan ot formasyona step formasyonu denmiştir. Dolayısıyla yağış miktarının 250-300 mm’yi aşamadığı steplerde umumiyetle ağacın olmadığı belirlenmiş olmakla birlikte zemin kısmı nemli olan yerlerde tek tekte olsa nispeten ağaç görülebiliyor.
Bozkır formasyonunun başlıca yayılış alanı Asya, Avrupa ve Kuzey Amerika kıtalarıdır. Memleketimizde ise doğal step sahalar olup buralar özellikle İç Anadolu, Tuz gölü çevresi, Güneydoğu Anadolu, Doğu Anadolu ve Trakya’da ki bazı ormanların tahribi neticesinde meydana gelmiş sekonder step sahalar olarak bilinirler.
Örnek: Stipa, Artemisia, Festuca ovina, Bromus tomentellus, Peganum harmala.
Flora âlemleri
Madem yeryüzü bitki örtüsü flora âlemlerine ayrılmakta, o halde flora âlemleri de flora bölgelerine ayrılacaktır elbet. Dolayısıyla yeryüzünü saran bitki örtüsü Avustralya, Antarktika, Holoarktik, Paleotropik, Neotropik ve Kap florası olmak üzere 6 flora âlemini diye tasnif edilir.
Holoarktik Flora âlemi
Holoarktik flora âlemi kuzey yarım kürenin soğuk ve ılıman bölgelerini içine alan bir flora âlemi olup, bu söz konusu âlem Akdeniz, Avro Sibirya, Doğu Asya ve Kuzey Amerika diye 5 bölgeye ayrılmaktadır.
Doğu Asya Bölgesi
-Yağışı bol bir bölge olup, yıllık yağış ortalaması 500 mm’ye tekabül etmektedir. Bu arada kışlar ise kurak geçip, yaz mevsiminde yerini yağışa terk etmektedir.
-Bölgenin güneyinde subtropik karakterde yağmur ormanlar mevcut olup kuzeye gidildikçe bu ormana has bir takım karakteristik özellikteki bitkilerin ortadan kalktığı gözlemlenmiştir.
-Kuzeye çıkıldıkça yağmur ormanları yerine yaprak dökümünün belirgin hale geldiği ağaç toplulukların hâkim olduğu gözlemlenmiştir. Özellikle yağmur ormanları Himalaya’nın doğu etekleri, Orta Çin, Formoza ve Güney Japonya’ya kadar uzanmaktadır.
Örnek: Lauraceae, Quercus, Magnoliaceae ve Theaceae bitkiler.
-Doğu Asya'nın yazlık ormanları Avrupa'daki yazlık ormanlardan floristik bakımdan zengin olduğu gözlemlenmiştir. Yani Doğu Asya’nın yarısı Juglandeceae familya mensuplarının oluşturduğunu söyleyebiliriz.
Örnek: Alnus, Acer, Betula, Prunus ve Qercus türleri.
Orta Asya Bölgesi
- Orta Asya bölgesi doğuda Gobi çölünü (1000-1500 m), Kuzeyde Tibet yaylasını (4000-5000 m) içerisine alır. Zaten Batı Türkistan’ın dışında kalan bir kısım bölge ise çöldür.
- Ormanca yağış alan yüksek kısımlarda yer alır (300-350 mm).
-Bölgenin batısı çayır stepleri halindedir.
-Doğuya doğru gidildikçe astragalus stepleri hâkim hale geçer. Bunun yanı sıra Artemisia stepleri de yer alır.
-Su kenarlarında Salix, Populus, Tamarix cinslere mensup türler hâkimdir.
-Tuzlu topraklarda Chenopodiacea familyasına mensup türler gelişir.
Akdeniz Bölgesi
-Kışın ılıman ve yağışlı, yazı mevsimi ise sıcak ve kurak geçen alanlar Akdeniz ikliminin hüküm sürdüğü bölgeler olarak tanımlanır.
-Bu bölge uzun medeniyetlere sahne olduğundan bu arada ister istemez bitki örtüsü tahrip edilmesi sonucu maki topluluğu meydana gelmiştir.
-Akdeniz bölgesinde Pinus Brutia (Kızılçam), Pinus Pinea (Fıstık çam), Pinus Sılyvestris (Sarıçam), Fagus Slyvatica, Fraxinus (Avrupa kayısı), Abies (Göknar), Cedrus Akdeniz ikliminin hâkim olduğu bölgelerde görülür.
-Akdeniz ikliminin etkisi altına giren bölgeler: İberik yarımadasının bir kısmı (İspanya tarafı), Güney Fransa'nın kıyı bölgesi, İtalya yarımadasının alçak kısımları, Yunanistan'ın kıyıya yakın alçak kısımları, Batı Güney Anadolu kıyı bölgesi, Doğu Asya'nın kıyı şeridi ve Afrika'nın kuzey batısı diye sıralanırlar.
Avro-sibirya Bölgesi
-Avro-Sibirya bölgesi Islanda’dan Kamçatski’ye kadar uzanıp, Doğu Asya’da bu ormanlar oldukça fakir oldukları belirlenmiştir.
-En fazla yağış yaz aylarında görülür.
-Kuzeyi iğne yapraklı ormanlarla kaplıdır.
Örnek- Conifera türlerinden; Larix, Abies, Pinus ve Picea oluşturur.
Conifera arasına geniş yapraklılarda karışarak Kuzey Rusya’dan Sibirya’ya kadar uzanan Tayga ormanlarını hâsıl eder. Tayga’nın kserofit karakteri zemin donmasının sebep olduğu susuzluktan (fizyolojik kuraklık) ileri gelir. Mesela Tayga’nın belli başlı kozalakları; Pinus Sıylvestris, Pinus Cembra, Picea ovata, Abies Sibirica, Larix Sibirica ve Larix dahurica’dır. Yayvan yapraklılara da Sibirya’dan Betula, Alnus, Salix ve Populus, Balkan yarımadasının kuzeyinden ise Carpınus, Fagus, Quercus gibi bitkiler örnek gösterilir.
-Avro-Sibirya otsu formasyonlarından en yaygın olanı çayır olduğu belirlenmiştir. Ayrıca yaz ayları yağışlı olması dolayısıyla bütün bölge bataklık ve fundalık bakımdan zengin olduğu gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bataklık çayırlarda Phragmites ve Carex yaygındır.
-Ilıman kuşağın kuzeyinden kutuplara doğru Tundra formasyonu kaplar.
Örnek-Bryophyta, Liken, Carex. Aynı zamanda Tundralar yılın ¾ ü (dörtte üçü) karla örtülü olup Cladonia rangiferina (rengi diken) hâkim bitki topluluklarını oluştururlar.
Kuzey Amerika Bölgesi
1-Kuzey Amerika bölgesi fizyonomi bakımdan Avro-Sibirya bölgesine dâhil olup, floristik bakımdan da Doğu Asya flora yapısı gösterirler.
2-İklim ve floristik yapı bakımdan Kuzey Amerika üçe ayrılmakta olup, bunlar;
“a-Pasifik kıyı şeridi,
b-Atlas okyanus kıyıları,
c-İç kesimler” diye tasnif edilirler.
3-Kuzey Amerikan bölgesinin güney doğusunda Virjinya ile Texas arasında kalan kesimde subtropik yağmur ormanları yer almaktadır. Özellikle bunlar arasında Quercus, Magnolia, Liyan’lar zengin orman altı vejetasyon oluştururlar.
Pasifik kıyı Şeridi
Özellikle iğne yapraklı ormanlar gelişme gösterir.
Örnek- Tsuga, Pseudotsuga, Thuja, Sequoıadendron, Gıganteum (mahmut ağacı), Conifera ormanlarına misal teşkil eder.
Atlas okyanusu kıyıları
Kurak bölgelerinde pinus türleri, bataklık yerlerde ise Taxodium disticum bulunmaktadır. İç kısımlarda ise Preri adı verilen vejetasyon yer alır. Prerilerin yapısına Astragalus, Aster, Andropogon, Achillea, Koeleria, Stipa’lar teşkil eder. Preriler (pampa) kserofit bitkiler ile örtülüdür.
Paleotropik Bitkiler
Paleotropik flora âlemi;
-Orta ve Güney Afrika
-Tropik Asyayı içine alır.
Paleotropik flora âlemi aynı zamanda Malezya ve Hint-Afrika alanını da kapsar.
Malezya Bölgesi
-Yağmur ormanları Malezya bölgesinin en tipik formasyonudur. Örnek: Moraceae, Annonaceae ve Dipterocarpaceae formasyonlarına ait bitkiler ile odun ihtiyacını karşılayan liyanlar yer alır. Aynı zamanda dalları sis altında kalan Bryophyta, Orchida ve Pteridophyta bitkileri bakımdan zengindirler.
-Malezya Bölgesinin kuşak kısımda muson ormanları yer alır. Sava adasının doğusunda ve K. Hindistan'ın doğusunda ki muson ormanlarını ise Tectona grandis temsil eder.
-Bölgenin güneyine gidildikçe antarktik flora âleminin etkisi görülmektedir.
Hint Afrika Bölgesi
Hint-Afrika bölgesinde kuzeyden ekvatora yaklaştıkça yağış oranı artmaktadır. Dolayısıyla bitki örtüsü şu şekilde sıralama gösterir:
-Bitki örtüsü çöl, savan, galeriye ormanı ve yağmur ormanı şeklinde birbirini takip eder. Yağmur ormanları Gine kıyılarından Güney Havzasına kadar uzandığı gibi yer yer gök galeri ormanları ile çevrili olduğu gözlemlenmiştir. Genelde bu ormanlar devamlı su bulunan yerlerde bulunurlar. Anlaşılan o ki Afrika’nın en tipik ormanlarını Savanlar oluşturmaktadır. Savanlar; Asclepidaceae, Amaranthaceae, Acanthaceae, Scrophulariaceae, Composıtae, Malvaceae ve Legumunaceae türleri savanların tipik bitkileri arasında yer almaktadır.
-Hint Afrika bölgesi, Afrika sahasının Güneyi ile Madagaskar çevresindeki odaları içine alıp, özellikle bunlar içerisinden Madagaskar adası endemikler bakımdan zengin bir alanı kaplamaktadır. Hatta seyyahların ağacı ismiyle anılan ve güneşe karşı dik duran Ravnala Madagascariensis burada yer almaktadır. İlginçtir bu ağaç güneşin kavurucu sıcaklığına aldırmadan daha çok kendi kendini gölgelendirmesiyle dikkat çekmektedir. Besbelli ki gövdelerinin üstünde simetrik olarak her iki yana yayılmış vaziyette bulunan yaprak demetleri bu iş için seferber olmuş haldedir. Böylece ışık nereden gelirse gelsin bünyelerinde var olan gölgeleme tertibatları sayesinde bunaltıcı sıcakların zararlarından kendilerini korumaya almış olurlar.
Neotropik Flora âlemi
-Neotropik flora âlemi Orta Amerika ve Güney Amerika bölgesini içine alır.
-Yeryüzünün en geniş yağmur ormanı bu bölgede, özellikle Amazon çevresinde bulunmaktadır. Orta Amerikanın batı kısımlarında ise (Venezualla, Kolombia ve Brezilyanın iç kısımları) yaprak döken muson ormanları ile kserofil çalılar yer almaktadır.
-Neotropik flora âlemi içerisinde savanlar da geniş yer kaplamaktadır. Hatta Uruguay ve Kuzey Arjantin'in otluk halde step haline geçmiş savanlarına pampa adı verilir (prerilere benzer savanlar).
-Bölgenin güneyi (Patagonya) ise dikenli ağaçlar, kserofil çalılar, seyrek yapılı step ve otlaklarla örtülü yarı çöl halindedir.
-And dağlarında ki (orman ve çalı kuşağından yukarıda kalan kısım) sert yapılı otlar, yastık halinde bitkiler, bodur çalılarla örtülü otlaklar halindeki bitki örtüsüne Paramo denilmektedir.
-Bu flora bölgesinde bilhassa Cactaceae, Cannaceae, Bromeliaceae familyaları daha yaygın haldedirler.
Kap Flora âlemi
-Küçük flora âlemidir.
-Yağışın 2/3’ü kışın düşer.
-Maki formasyonu çalılardan meydana gelmiştir.
-Orman florası sadece güney kıyıların nemli kısımlarında vardır.
-Zengin bir floraya sahiptir. Özellikle Proteaceae familyası zengin formu oluşturmaktadır.
-Arazi yapısının değişik oluşu dolayısıyla yağışa bağlı olarak bitki örtüsünde değişik olarak kademelenmiştir.
Avustralya flora âlemi
-Avustralya büyük kara parçalarından ayrılması sonucu izole olmuş bir kıta olup, aynı zamanda bitki örtüsü % 85 endemik olan bir flora âlemidir. Yani 10.000 türden 8600’den fazlası endemiktir.
-Kıyı bölgeleri yağış aldığından daha çok yağmur ormanları yer alır. Yağış ormanları Eucalyptus ormanları ile çevrilip, bu türler Avustralya bölgesinde 500 türden fazlasıyla temsil edilirler. Kuzeyin yaz yağmuru alan vejetasyon kısmında ise savanlar damgasını vurmaktadır.
-Bu flora âlemin büyük bir bölümü kurak haldedir.
Antartika Flora âlemi
Güney Amerika’nın güney batı ucunu içine almaktadır. Bu floranın iki ana özelliği sürekli yağışlı sisli ve bulutlu olmanın yanı sıra bitki örtüsünün ılıman yağmur ormanı niteliğine sahip olmasıdır. Ayrıca yağmur ormanı fagaceae (kayıngiller) familyasından Nothofagus tarafından temsil edilir. Hatta bu ormanlar lianlar ve epifitlerle örtülüdür. Aynı zamanda bölgede bataklık ve turbalıklar da mevcuttur.
Antartika bölge
Güney Georgia adaları, Kerguelen adaları ve Macquarie adalarını içine alır. Söz konusu adaların florası oldukça fakir olup yer yer ot formasyonlarına da rastlanır. Dahası bölgenin büyük bir kısmı buz gölü halindedir.


En son dedekorkut1 tarafından C.tesi Ağus. 28, 2021 8:15 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:17 pm

TÜRKİYE VEJETASYON COĞRAFYASININ GENEL GÖRÜNÜŞÜ
SELİM GÜRBÜZER

Dünyada kendi içinde benzerlik gösteren altı flora âlemi içerisinde Türkiye’nin bulunduğu vejetasyon konum Holarktik flora âlemi kuşağına girmektedir. Malumunuz Holarktik flora âlemi de kendi içerisinde; Avrupa-Sibirya, Akdeniz havzası ve Turan-Önasya flora bölgesi olarak tasnif edilip, bu üç başlıklı tasniften de anlaşıldığı üzere kendi içinde bulunduğumuz Ege, Akdeniz’in büyük bir bölümü, Güney Marmara ve buna Akdeniz havzası da dâhil holarktik flora âlemi kapsamına girmektedir. Bunların dışında Kuzey Anadolu, Trakya, Avrup-Sibirya (Paleoboreal Avrupa), Orta ve Doğu Anadolu ise Turan-Önasya vejetasyon flora bölgesine girmektedir. Şayet bu üç başlıklı flora âlemini fitocoğrafya (coğrafya veri tabanı) yönünden değerlendirme yapacak olursak; Kuzey Anadolu ve Kuzey Trakya, Avrupa-Sibirya bölümü flora bölgesine dâhil olurken diğer Ege ve Akdeniz'in büyük bir bölümü, Biga yarımadası, Akdeniz, Güneydoğu Anadolu'nun güneyindeki plato ve ovalar da Mezopotamya rejyonel bölgesi kapsamında flora oluşturmaktalar.
Keza Türkiye vejetasyon coğrafyasını bir bütün olarak kendi içinde bir flora âlem olarak düşündüğümüzde ise:
“-İran-Turan,
-Avro-Sibirya (Öksin flora ve Kolşik flora),
-Akdeniz,
-Mezopotamya” şeklinde çok çeşitlilik içeren zengin büyük bitki âlemiyle karşı karşıya kaldığımız görülür. Hem nasıl yemyeşil cennet vatan bitki âlem olarak karşımıza çıkmasın ki, bikere her şeyden önce Türkiye florası dört mevsim ve yedi iklim bölgesiyle dünyada hiçbir ülkeye nasip olmayacak derecede tüm bitki florasını bağrında taşıyacak nitelikte özelliklere sahip tek ülke olduğumuz bilinen bir gerçekliktir. Bu yüzden ülkemiz için hep ‘Cennet Vatan Türkiye’ demekten kendimizi alamayız da. Ama gel gör ki, hele bilhassa 2020-2021 yıllarında maalesef Cennet Vatan Türkiye’mizin ormanlarına göz dikip habire zengin flora yapımızı vahşice kıymak için çaba sarf etmekteler. Hadi PKK hain şer örgütünün huyudur onu anladık ta, peki ya bilinçsizce ormanlarımızı budayanlara ve bilinçsizce yerleşim alanı oluşturup kaçak yapılaşmalara ne demeli. Tüm bunları dile getirmek elbette ki içimizi yakan acı gerçeklerdir, ama bunu dile getirmeye mecburuz, zira Türkiye’de vejetasyon formasyonunun değişime uğratan tüm bu olumsuz unsurlar ormanlarımızı büyük bir ölçüde yok olmasına neden olan faktörlerdir. Tabii insan faktörünün yanı sıra diğer olumsuz faktörlerde yeşil alanlarımızı çoraklaştırmakta. Nitekim bu olumsuz faktörleri maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:
-Ülkemizde değişik rejyonel (bölgesel) iklim şartlarının hüküm sürmesi,
-Türkiye topoğrafyasının yükseklik, eğim ve bakı şartlarının kısa mesafeler dâhilinde sık sık değişmesi,
-Özellikle kuvaterner (dördüncü zaman)’de meydana gelen iklim değişmeleri (ekolojik şartlar) ve Avro-Sibirya, Akdeniz subtropikal, İran-Turan flora bölgesine ait vejetasyon alanlarının devamlı olarak parçalanması,
-Kurak ve yarı kurak bölgelerimizde insanımızın bilinçsizce doğal vejetasyon floramız üzerinde önemli ölçüde müdahalelerde bulunulması her daim can Türkiye’mizin yumuşak karnı olmuştur. Nitekim bu tip insan eli müdahaleleri klimaks türlerin azalmasına, kuru ormanların ortadan kalkmasına ve antropojen steplerin yaygınlaşmasına neden olmuştur.
Bu demektir ki herhangi bir alanda bitki örtüsünün tutunması ve gelişmesi o alanın iklim, toprak, topoğrafya, beşeri faktörler, ekolojik şartlara bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Hatta ekosistem dâhilinde bitki ortamında normal denge oluştuğunda, o ortama uyan yeni bir klimaks bitki topluluğu bile yeşerebiliyor.
Her neyse bu arada Türkiye vejetasyon coğrafyasını bitki örtüsü ve iklim faktörleri arasında ilişkiler açısından incelediğimizde sıcaklık, yağış, bulutluluk ve bağıl nem, bakı ve eğim yönünden baktığımızda da çok çeşitlilik arz ettiğini gözlemlemekteyiz:
Sıcaklık
Bilindiği üzere Türkiye vejetasyonu açısından en ideal eşik sıcaklık değeri 8 santigrat derecedir. Zira bilim adamları tarafından yapılan araştırmalar sonucunda sıcaklık değerini 8 santigrat derece başlangıç noktası olarak baz aldıklarından başlangıçla sona eriş tarih arasındaki rakama tekabül eden aralığa vejetasyon süresi (vejetasyon devresi) olarak tanımlanmıştır. İşte bu tanımlamadan hareketle yurdumuzda vejetasyon süresinin en uzun olanının Güney kıyılarımızda 260 günden fazla olduğu belirlenmiştir. Hatta Alanya, Anamur ve Antalya gibi bölgelerde ise vejetasyon süresini yıl boyunca konumunu koruyabildiği gözlemlenmiştir.
Yağış
Türkiye’nin kuzeyinde nemli ılıman ve nemli soğuk ormanlar ile su isteği fazla olan higrofitler yaygın durumdadır. Fakat yine de kuzey kıyı şeridi hariç Türkiye genelinde Akdeniz ve Ege kıyıları boyunca yaprağını dökmeyen aynı zamanda ağaç ve çalıların hâkim olduğu kserofitler ile Orta Anadolu ve Doğu Anadolu’da kışın soğuğa yazın kuraklığa dayanan meşe, ardıç, yer yer karaçam ve orman sınırlarının altında ilkbaharda yeşeren yazın kurak devre sonucu meydana gelen step vejetasyonunun hâkim durumda olduğu gözlemlenmiştir.
Bulutluluk ve bağıl nem
Vejetasyon devresinde bulutluluğun ve nisbi nemin düşmesi evapotranspirasyonu artırmakta ve dolayısıyla kuraklığın kuvvetlenmesine neden olmaktadır.
Aslında ülkemizde bitki örtüsü ve iklim faktörleri arasındaki ilişkiler sıcaklık, yağış, bulutluluk ve bağıl nem durumunu bir bütün olarak birlikte dikkatte alındığında şu şekilde verilerin ortaya çıktığını maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:
-Ülkemizde Kuzey Anadolu ve özellikle Karadeniz'e bakan yamaçlarda yağış, bulutluluk ve bağıl nem değerleri yüksektir. Nitekim Karadeniz kıyı kesimi higrofil karakterde bitkilerin yetiştiği bölge olup bu bölgesinin yüksek kesimlerinde daha çok soğuk şartlara uymuş ibre yapraklı ormanlar yer almaktadır. Örnek: Kızılağaç, ladin, göknar, ıhlamur gürgen, kayın vs. bunun tipik örneklerini teşkil ederler. Ayrıca Kuzey Anadolu fito-coğrafi bölgesinde dağların yüksek ve güneye bakan yamaçlarında ise soğuğa dayanıklı ışık isteği fazla olan sarıçam ve karaçam ormanların varlığı da buna dâhildir.
-Sıcaklığın nisbeten fazla ve bulutluluğun düşük olduğu Ege ve Akdeniz kıyılarında kuraklığa dayanıklı maki, frigana, kızılçam, fıstık çamı, servi (selvi-cupressus), palmiye ve turunçgiller gibi sıcaklık bitkilerin varlığı söz konusudur.
-Kışlar soğuk, yağışların az düştüğü Orta Anadolu ve Doğu Anadolu'da step vejetasyonu bulunmaktadır.
-Vejetasyon süresinin birkaç ayı kapsadığı, düşük sıcaklıkların yüksek olduğu alanlarımızda (dağlarda) subalpin –alpin denilen çayır formasyonu yer almaktadır.
-Yarı kurak- yarı nemli bölgelerimizde park görünümlü kuru ormanlar, ardıç, meşe, karaçam ve bunların karışık olduğu topluluklar bulunmaktadır.
Bakı ve eğim
Karadeniz bölgesinin arka ve iç kesimlerin kuzeye bakan yamaçlarında sarıçam, güneye bakan yamaçlarında meşe ve ardıç toplulukları ile antropojen stepler hâkim durumdadır. Nitekim Sarıkamış ve Hopa ormanları bunun tipik örneklerini teşkil eder.
Karadeniz sahil rejiyonelin kuzeye bakan yamaçlarında ise ardıç, sarıçam ve meşeler baskın duruma geçmektedir.
İç Anadolu’da bakı durumuna baktığımızda ise kuzey yamaçların ardıç ve meşelerle, güney yamaçların ise step ve antropojen steplerle kaplı olduğu görülür.
Genel bir bakı tanımı yaptığımızda; Akdeniz bölgesi hariç diğer bölgelerimizde kuzey yamaçlar nemli olmaktadır. Yani buralar yarı nemli lokal ortamlar ve rejiyonlar olması nedeniyle higrofil-mezofil karakterde vejetasyon formasyonlarını bağrında taşımaktadır. Güneye bakan yamaçlar ise kurak ve yarı kurak ortamlar oluşturduğundan dolayıda daha çok kserofik karakterde ağaç, çalı ve ot topluluklarıyla kaplıdır.
Bitki örtüsü ve biyotik (beşeri) faktör arasında ilişkiler
-Doğal bitki örtüsünün sürekli tahribi neticesinde eğimli yamaçlar erozyona uğramış, derken ana materyal yüzeye çıkmıştır. Anlaşılan o ki bitki ortamının bozulmasına paralel olarak ortamda klimaks türlerin sahadan çekilmesini beraberinde getirmiş ve böylece geriye bitki örtüsü olarak kala kala birkaç kanaatkâr ağaç, çalı ve ekseriya otsu türler kalmıştır.
-Step ormanlarının çeşitli yollardan tahribi step alanların genişlemesini sağlamıştır. Karadeniz kıyı kuşağında ise yer yer psödomaki (yalancı maki) topluluklar gelişmiştir.
-Vejetasyon örtüsünün tahrip edildiği alanlarda klimaks türler azalmış veya tamamen yok olmuş ve bunun neticesinde yerini kurakçıl bitki toplulukları ana kayaya bağlı türler yaygınlaşmıştır. Hatta bitki ortamı bir veya birkaç türün yayıldığı saha haline gelmiştir.
-Genelde memleketimizde klimaks türler önemli derecede değişmiş onun yerine ortama yabancı türler denilen kozmopolit türler ön plana geçmiştir.
-Ülkemizde aşırı hayvan otlaması, tarıma uygun olmayan alanlarda tarım yapılması, eğimli alanların sürekli tıraşlama yapılması ve orman bakımın sağlanamaması gibi etkenlere bağlı olarak vejetasyon örtüsünün büyük ölçüde kan kaybına uğradığı belirlenmiştir.
TÜRKİYEDE BİTKİ ÖRTÜSÜNÜN GEÇİRDİĞİ SÜREÇ
Flora –Biyocoğrafya alanlarında değişmeler
Ülkemiz Pleistosen’de ve hatta Holosen’de önemli iklim değişmelerine uğramıştır. Bu yüzden etkileri pedojenez ve jeomorfolojik yönden çok önemlidir. Bu arada Glasiyal devrelerde (buzul devre) hüküm süren nemli iklim şartlarına bağlı olarak ormanlar geniş alanlara doğru yayılmış, hatta bugün kuzey bölgelerimizde bulunan nemli ormanlar güneye doğru ilerlemiştir. Böylece step alanları daralmış ve bunun sonucu olarak da Doğu ve Kuzeydoğu Anadolu’daki yüksek alanların kuzeyine düşen soğuk bölgelerde kendine has bitkilerin yer almasına yol açmıştır.
Amanos dağlarında (Adana-Antakya) bulunan oksin kaynaklı flora yapısı
Amanos dağlarında özellikle kuzeye bakan yamaçlarında Akdeniz fitocoğrafya bölgesi dışında diyebileceğimiz Güney ponto, Sibirya, öksin veya kolşik elemanları bulunmaktadır. Mesela bir öksin ağacı olan Fagus oriantalis (kayın) Amanos dağların 1100-1500 m arası alanda yer alıp Antakya ve Musa dağının güney ve batı yamaçlarında ise 1900 m’ye kadar çıkan bir alanda bulunabiliyor. Örnek:Acer platanoides, Alnus glutinosa (Adi Kızılağaç), Fagus oriantalis Lipsky (doğu kayını), Evonymus latifolus, Quercus pantraea, Taxus baccata (Porsuk), Tilia argentea (Ihlamur), Ulmus glabra (Karaağaç), İlx clchica.
Belgrad ormanlarında yer alan Akdeniz bitkileri
Belgrad ormanlarında yer alan Akdeniz florasına ait bitki toplulukları şunlardır:
Arbutus Unedo, Erica verticillata, Poterium spinosum, Spartium junceum, Quercus Coccifera, Quercus infetoria, Juniperus oxycedrus, Calluna vulgaris, Cistus villosus.
Ağrı dağı üzerinde ise Munzur, Erciyes ve Nemrut dağlarında olduğu gibi Betula (Huş) ormanı bulunmaktadır. Hakeza Tortum doğu bölgesinden olmasına rağmen Tortum Havzasında Akdeniz kökenli bitkiler mevcuttur. Örnek: Arbutus Unedo, Arbutus andrachne, Jasminum fruticans(Yasemin), Capparis spinosa ve Cotinus coogyria’dır.
Türkiye için Holosende meydana gelen iklim değişmeleri konusunda genel itibariyle şu sonuçlara ulaşılmıştır:
-Günümüzden 8-9 bin yıl önce Anadolu da hissedilir bir kurak ve nispeten ılık bir dönem meydana gelmiştir.
-5–7 bin yıl önce hissedilir derecede sıcak ve oldukça nemli bir dönemin bulunduğu uygun bir klimatik değer dönemi meydana gelmiştir.
-3000 yıl önce serin bir dönem geçmiştir. Fakat Postglasiyal dönemde (1500-1700 yıl önce) kurak bir dönemin başladığı ve böylece orman formasyonunun yavaş yavaş yerlerini stepe terk ettiği görülmüştür. Örnek: Orta Anadolu ve Doğu Anadolu bölgesi.
Kuzey Anadolu fitocoğrafya Bölgesi
Bu bölge Ordu’dan doğuya doğru uzanan kolşik ve Istranca dağlarına, hatta Bulgaristan’a kadar uzanan öksin bölgesini içine almaktadır.
Çoğunlukla öksin bölgesine ait olan ağaç ve çalılar şunlardır:
Abies bornmülleriana (Uludağ göknarı), Alnus glutinosa (Adi kızılağaç), Abies nordmanniana (Kafkas-Doğu Karadeniz göknarı), Acer Campestre(Ova akçaağacı), Carpınus oriantalis (doğu gürgeni), Coryllus avellana (kuzu fındığı), Coryllus colurna (ayı fındığı), Castanea sativa (Avrupa kestanesi), Fagus orientalis (Doğu kayını), Pinus Silvestris, Quercus dischorochensis (Çoruh meşesi).
Kolşik sektörde bulunan ağaç ve çalılar ise şunlardır:
Alnus barbata, Philleyrea decora, Picea excelsa, Picea orientalis, Quercus pontica, Rhodendron cauca sicum, Rhodendron smirnovi, Rhdendron ungerni.
Akdeniz (Ege-Akdeniz) fitocoğrafya Bölgesi
Kuzeyde Marmara kıyılarından başlayarak (Gelibolu ve Biga Yarımadası), Ege (Uşak ve Denizli bölgesine kadar sokulan), Toros dağlarının güneye bakan yamaçları boyunca yükselen kısımlar, Amanos dağlarından güneye doğru devam eden bölgeler ve Doğu Akdeniz flora bölgesine dâhil edilir. Bu bölgede Sclerophyll (ışığı seven sert yapraklı bitkiler) türünden vejetasyon hâkim olup, bunun yanı sıra Geofitler, Terofitler ve Kamefitler gibi bölgeye has karakteristik bitkiler de mevcuttur. Bunlar dahası Akdeniz bölgesi ormanlarının tahribiyle yerleşmiş olan maki bölgesinin önemli vejetasyonu olarak bilinmektedir. Zira bölgedeki önemli ağaççık ve çalı türleri şöyledir:
Arbutus andrachne, Ceratonia Siliqua, Cotinus Cogygria, Daphne Sericea, Erica verticillata, Juniperus oxycedrus, Myrtus comminus, Olea europea, Philleyrea Media, Pistacia lentiscus, Quercus coccifera, Quercus haas, Quercus libani, Styrax officinalis.
İran -Turan fitocoğrafya Bölgesi
Bu bölgede İran-Turanian kökenli karakteristik bitkiler bulunmaktadır. Örnek: Acantholimon, Acanthophyllum, Calligonum, Ferula, Alyssum, Isatis.
Türkiye fito-coğrafyasında İran-Turanian kökeni bakımdan malum iki ana vejetasyon sahasına ayrılmaktadır. Birincisi yaprağını döken çalı ve park görünümündeki ormanların oluşturduğu dış kuşak, ikincisi de Orta Anadolu’nun ağaçsız alanı “gerçek step” diye anılan Orta Anadolu stepidir. Örnek olarak Orta Anadolu ağaçsız steplerinde Artemisia fragans, Euphorbia tinctoria, Globularia orientalis, Isatis glauca, Poa bulbosa, Astragalus, Peganum harmala gibi bitki topluluklarını verebiliriz pekâlâ.
Şu bir gerçek Türkiye’de floristik alanların yayılışını kesin çizgilerle sınırlandırmak mümkün değildir. Bu durumun iki ana sebebi vardır:
-Birinci ana sebep Pleistosende ve Holosende meydana gelen iklim değişmelerinden kaynaklanmaktadır. Nitekim soğuk- glasiyal dönemlerde (Pleistosen Epoch glacials pleyistosen buzul dönemler) güneyli ve kserofitler kuzeye doğru ilerlemiştir.
-İkinci ana sebep Orografik uzanışlar bakı lokal ortamları yaratmış ve bunun sonucu olarak ortamda değişik flora bölgelerine ait bitkilerin tutunmasıyla alakalı bir durumdur. Mesela Kuzey Anadolu dağların güneye bakan yamaçları kserofit ve ışığı seven bitkilere tutunma alanı oluştururken, Akdeniz bölgesinde kuzeye bakan yamaçlar ise kuzeyli higrofil bitkilerin tutunması için alan oluşturmuştur. Hakeza Amanos dağlarında çok sayıda öksin toplulukları kuzeye bakan nemli yamaçlarda toplanarak mesken tutmuşlardır.
TÜRKİYE’DE VEJETASYON FORMASYONLARI
Bilindiği üzere minicik ağaç kök hücreleri toprağa basınç yaparak sert kayaları bile delip “durmak yok, yola devam” dercesine ötelere yol alabiliyor. Dolayısıyla kök hücresi deyip es geçemeyiz. Hücrelerin içerisinden salınan kaygan sıvı kökün yol boyunca ilerlemesine yeter artar bile. Kökler kayaları delip parçalayarak toprağın derinliklerine ilerler de ağaç gövdesi üzerindeki sürgünler ilerlemez mi? Elbette ki sürgünlerde gökyüzüne doğru yönelerek gelişme kaydederler. Öyle ki ağaç sürgünlerin uç kısımlarında bulunan tomurcuklar sürekli kendini yenileyerek yeni hücreler oluşturup gövdenin dal budak salınmasını sağlarlar. Hakeza ağaçların genelinde adına kambiyum denen büyümeyi gerçekleştiren hücre tabakaları mevcuttur. Ve her yıl bu kambiyum tabakası bulunduğu ağaca bir halka daha ilave etmek için cansiperane çalışır da. Derken oluşan bu halkalar sayesinde birçok ağacın yaşını da öğrenmiş oluruz. Kambiyum tabakası sadece ağacın yaş tespitine yönelik bir halkalar kuşağı olmakla kalmayıp aynı zamanda kökler tarafından su ve suda erimiş maddeler kambiyuma ulaştığında, bu durumda kambiyum bünyesinde mevcut bulunan iletim borularını kullanıp suyun yapraklara taşınmasına da vesile olurlar. Hatta bu arada ağaç büyüdükçe kambiyumun içerisinde borularda sertleşip ağaç gövdesinin oluşmasına da vesile olurlar. Gövde artık bir noktadan sonra yapraklarla bağlılığını kesip mevcut suyu depolarında saklı tutarlar. Yapraklar ise bünyelerinde var olan klorofil maddesi sayesinde köklerden erimiş halde kendisine sunulan minareli ve havadan aldıkları karbondioksiti sentezleyip şeker ve nişasta haline dönüştürdükten sonra ağaç dokularının beslenmesini ve yeni dokuların oluşmasını sağlarlar. Anlaşılan o ki bir ağaç içerisinde gerçekleşen akıl dolusu faaliyetler orman bazında ele alındığında kat be kat daha artış kaydedip, böylece biyolojik hayat sıhhat bulmaktadır. Madem öyle, ağaç orman deyip es geçmemeli. Hem nasıl es geçilebilir ki, baksanıza kauçuk, katran, reçine sakız, boya ve kibrit gibi daha pek çok maddeler ağaçlardan elde edilmektedir. Hatta kullandığımız birtakım Tıbbi hapların birçoğu da ağaçlardan elde edilmekte. Dolayısıyla Türküyle, Kürdüyle, Lazıyla, Çerkeziyle, Gürciyle, Abazasıyla, Boşnağıyla, Arnavuduyla vs. 80 milyon insanımızla hep birlikte can yürek Türkiye olup “Yaş kesen baş keser” ata nasihatinden hareketle ormanlara gözümüz gibi bakmak boynumuzun borcu olsun.
İşte yukarıda anlatılan çok özellikli bilgilerden sonra şimdi rahatlıkla orman konusuna geçip alt başlıklar altında şöyle izah edebiliriz:
Trakya antropojen step formasyonu
Trakya gibi yarı kurak, yarı nemli şartlara haiz alanlarda antropojen stepler ve yarı kuşak şartların hüküm sürdüğü alanlarda kuru ormanlar yer almaktadır. Mesela Vertisollerin görüldüğü, aynı zamanda antropojen step alanının orman kalıntıları olarak kabul edilen sahalarda Quercus infectoria, Quercus pubescens, Quercus cerris, Juniperus oxycedrus, Carpinus oriantalis gibi bitkiler bulunmaktadır. Özellikle Trakya antropojen step sahası içerisinde yer alan vejetasyon örtüsü tipik kurak ve karasal iklim şartlarını en iyi şekilde yansıtmaktadır. Ki bunlara da Quercus pubescens, Jasminium fruticans, Stipa pennata, Koeleria cristata ve Festuca ovina gibi yaygın bitki toplulukların verebiliriz.
Hakeza Trakya'da otlak vejetasyonun en önemli temsilcilerini ise buğdaygiller familyasından Cynodon dactylon, Dactylis glomerata, Poa bulbosa, Festuca ovina, Koeleria cristata olup, Baklagillerden ise Trifolium campestre, Trifolium arvense, Trifolium incarnatum gibi türler temsil etmektedir.
Psödomaki Formasyonu (çalı)
Doğuda Hopa’dan başlayıp Trakya kıyılarını takiben bir şerit boyunca çoğu kez ağaççık veya çalılardan ibaret bir kuşak uzanmaktadır ki, bu kuşak aynı zamanda plantasyon kültür kuşağı olup insan tahribatının en yoğun olduğu alana tekabül etmektedir.
Bilindiği üzere Trakya’nın Karadeniz kıyıları boyunca psödomaki hâkim durumda olmakla birlikte Karadeniz kıyılarından iç kısımlara gidildikçe psödomaki içindeki maki elemanlarının tedricen ortadan kalktıkları görülür. Yine de Psödomaki formasyonun bu alanlarda oluşturduğu bitki topluluklarını genel itibariyle baktığımızda şu elemanların ağırlıkta olduğunu gözlemleriz: Philleyra latifolia (akçakesme), Laurus nobilis (defne), Arbutus unedo (koya yemiş), Cistus salvifolius (Laden), Rubus fruticosus (böğürtlen), Corylus avellana (fındık) vs. Keza bu örneklerin bulunduğu alanların daha doğusunda yani karaboğaz iskelesi ile kerpe burnu arasındaki kıyı bölgesi içerisinden yer alan maki elemanlarına örnek olarak da Phillyrea latifolia (akçakesme), Laurus nobilis(defne), Arbutus unedoe (kocayemiş), Cistus salvifolius(Laden), Corylus avellana, Rubus fruticosus, Erica arborea, Cornus mas, Crataegus monogyna, Mespilus germenica gibi bitki topluluklarını verebiliriz pekâlâ.
Orman Formasyonu
Bu formasyon Trakya, Batı ve Orta Karadeniz (Öksin sektör- Meşe kayın ormanları) bölgesinde bulunmakla beraber, aynı zamanda yapraklarını döken esas itibarı ile meşe ve kayından ibaret orman kuşağına uzanırlar. Hatta kıyıdan yüksek kesimlere gidildikçe daha çok kayın ormanları göze çarpıp, kıyıya doğru saha dâhilinde ise meşe ormanların yaygın olduğu görülmektedir.
Trakya alanı Istranca dağlarının 1000 metre yüksekliğinde ki kuzey yamaçlar ile 500-600 m yüksekliğinde güney yamaçlarda Fagus oriantalis (Doğu kayını) ormanlar yer alır. Çoruh meşesi ise odacıklar halinde bulunmaktadır.
Kayın florasının alt florasını ise Rhododendron Ponticum ve İlex aquifolium kaplar.
Istranca nemli orman alanının orta bölümü de malum sık bir orman altı florasına sahiptir. Dahası kaplayan bu alanlarda Rhododendron ponticum, Daphane pontica, Hypericum trifolium gibi bitki toplulukları bulunmaktadır. Trakya'nın doğu kısmında ise Belgrad ormanları önemli ağaç toplulukları olarak göz doldurur. Belgrad ormanı esas itibarıyla meşe ağaçlarından meydana gelmiştir. Örnek: Q. Frainetto, Q. Cerris, Q. Hartwissiana, Tilia tomen, Carpinus betulus, Acer cam poster.
Orman formasyonun güneye bakan kısımlarda meşe toplulukları ağırlıkta olup kuzeye bakan yamaçlarda da kayın yaygın haldedir. Dere tabanlarında ise gürgen bulunur.
Kocaeli nemli ormanların batı kesimi (meşe kayın sahası): Quercus Pedunculiflora, Castane sativa, Crataegus monogyna, Phillyrea latifolia, Daphne pontica gibi türler sahne almaktadır.
Kocaeli nemli ormanlarının doğu kesiminde yer alan kayın sahasına bir öksin elemanı olan orman gülü de (Rhododendron Ponticum) refakat etmektedir. Örnek- Castane sativa, Carpınus betulus, Q.Bademli flora, Q. Frainetto, Rhododendron Ponticum, Fagus orientalis, Mespilus germanica, Crateagus monogyna, Erica arborea.
Orta ve Batı Karadeniz Bölümü (Kayın-Göknar ormanları)
Sakarya nehrinin doğusundan başlayıp Ordu’ya kadar uzanan Kuzey Anadolu dağlarının kuzey yamaçları boyunca veya nemli ılıman kuşağın hâkim kısımlarında kayın ormanlar yoğunlukta olup yüksek yerlerde ise kayın-göknar karışımı ormanlar ağırlıklı olarak yerini almakta. Mesela İnebolu-Cide arasındaki Batı Köroğlu dağları alan dâhilinde yer alan orman formasyonu şu birliklere ayrılmaktadır:
-Gürgen(Carpınus betulus) ve Şimşir (Buxus sempervirens)
-Kayın (Fagus oriantalis) ve orman gülü (Rhododendron Ponticum)
-Göknar (Abies nord. Sub. Bornmülleriana) saf olarak 1200-1500 m arasında bulunur.
-Pinus sılvestris-Yüksek alanlarda Göknarla birlikte bulunur.
-Pinus nigra ve Geven (Astragalus anthylloides)
Batı Karadeniz bölümünün Orta Anadolu'ya bakan güney yamaçlarında (Kayın-Gökpınar) yer alan 1000–1100 m arasında ki bitki ve orman kuşakları ise şöyledir:
-Maki vejetasyon kuşağı
Bu kuşak akarsuların vadileri boyunca birkaç kilometre içerisine sokulmuş olan ve yüksekliği 200 metreyi bulan dar kıyı şeridini oluşturur.
-Kestane- ıhlamur- gürgen-meşe ormanları- kayın kuşağı
Bu kuşakta yer alan bitkiler 500 m yükseklikler dâhilinde karışık ve ayrı (farklı) birlikler oluşturarak boy verirler.
-Saf kayın ormanları(fagetum kuşağı) kuşağı
Bu kuşakta yer alan bitkiler 500–900 m yükseklikler dâhilinde aynı (benzer) birlikler oluşturarak uzanırlar.
-Kayın- Göknar karışık ormanları (fagetum – Abietum) kuşağı
Bu kuşakta yer alan bitkiler 900–1500 mm yükseklikler dâhilinde karışık(kompleks) birlikler oluşturarak uzanırlar.
-Saf Göknar orman (Abietum) kuşağı
Kızılağaç ormanları
Bu tür ormanlar Doğu Karadeniz bölümünde dere kenarlarında ki alanları işgal edip ormanın üst sınırına kadar uzanırlar. Derken kızılağaçlar 5–6 yıl sonra 7–8 m boyunda kızılağaç ormanları ile kaplanmaktadır. Örnek- Buxus sempervirens(şimşir), Prunus lauro cerasus (karayemiş)
Kayın- kestane- meşe – gürgen ormanları
Bu tür orman formasyonlarının 100 metreye kadar uzanan etek kuşağı geniş ölçüde tahrip edilmiş durumdadır. Hatta birtakım ağaç toplulukları birbirine karışmış durumdadır. Mesela bunlar arasında dillere destan kestane ağaçları vardır ki, bir Rizeli kardeşimize kestane nedir diye sorarsanız vereceği cevap; “o şehittir” der. Gerçekten her türlü bitkinin kabuğu çürür, fakat kestane kabuğu çürümez. İşte bu yüzden o bizim gözümüzde şehit unvanını çoktan hak etti bile.
NEMLİ-YARI NEMLİ SOĞUK ORMANLAR
Ladin ormanları
Bu ormanlar Ordu’nun doğusundan başlayıp Doğu Karadeniz dağları boyunca yüksekliği 2300 metreye kadar çıkabiliyor. Mesela daha çok sahil zonunda bulunan kayın ağaçları ile ladin karışık halde bulunup, yüksek kesimlerde ise göknar ve sarıçam ağaçları beraberce bulunurlar.
Trabzon civarında saf Ladin ormanları 90-100 metreleri bulup özellikle Meryem ana yörelerinde 1400-1500 metre olduğu gözlemlenmiştir. Trabzon dolaylarında Ladin ağaçlarıyla birlikte bulunan diğer önemli ağaç ve çalılar şunlardır: Fagus orientalis, Abies nordmanniana, Tilia rubra, Rhododendron Ponticum.
Rize’nin doğu kesimlerinde Ladin ormanlarında yer alan elamanlar ise: Acer platanoides, Ulmus montana, Rhododendron Ponticum, Rhododendron Luteum, Viburnum orientale, Carpinus betulus, Sorbus aucuparia’dır.
Göknar (Abies nordm) karışım ormanları
Göknarlar Ladine nazaran soğuğa karşı dayanıklı olup ladin-sarıçam arasında yer almaktadır. Bunlar daha çok 1000 metreden yüksek ortamlarda ve soğuk iklimde yetişmekte. Hatta Karadeniz'in iç kesimlerinde 1500-2000 metre yüksek rakımlarda bu tür ormanlar görülebiliyor. Fakat yüksek kesimlerde daha çok Rhododendron Ponticum ve Rhododendron Smirnovi türleri baskın durumdadır.
Sarıçam ormanları
Bilindiği üzere çam ve köknar ağaçlarına ait yaprakların dar ve iğnemsi olması, aynı zamanda yapışkanımsı yapraklarla çevrili olması dolayısıyla bu yapraklar buharlaşmaya geçit vermez. Bu yüzden kışta olsa yaprakları dökülmez. Hiç kuşkusuz bunlar arasında adından sıkça söz ettiren dalları hiçbir zaman çıplak kalmayan çamlardan biri de sarıçamdır. Sarıçam ormanları daha çok Karadeniz etkisinin azaldığı Sarıkamış gibi bölgelerde yaygın halde konumlanmış olup bir bakıyorsun Kuzey Doğu Anadolu’nun 2700 metrelik rakımlı tepelerinde bile neşvünema bulabiliyor.
Kuru Ormanlar
Genellikle meşelerin hâkim olduğu bu ormanlar güney kesimlerde bulunur. Fakat bu ormanlarda altı adet flora fakir durumda gözükmektedir. Yani buralarda genellikle kserofit karakterde ağaçlar yaygın durumdadır.
Istranca ve Çatalca yarımadası üzerinde kuru ormanların karakteristik en bariz özelliği ağaç meşesi olmasıdır. En önemli meşe türleri şunlardır: Quercus dschorochensis, Quercus pedunculiflora, Quercus frainetto, Quercus infectoria, Quercus cerris, Quercus dalechampii, Quercus pubescens.
Kuru saha ormanda yer yer gürgenler de bulunmaktadır. Örnek: Carpınus orıantalis, Carpınıus betulus. Hatta Kuru orman topluluklarına kızılçam, sarıçam ve Macar meşe türü ağaçlarda örnek teşkil eder.
Ot formasyonu
Orman sınırının üzerindeki subalpin ve alpin çayırlar oluşturmaktadır. Ormanın üst sınırında başlayan bu çayır alanlar özellikle Bolu Ala dağları, Ilgaz dağları ve Doğu Karadeniz dağlarında yaygındır. Nitekim belli başlı subalpin-alpin otsu türler şunlardır: Geranium Cinerum, Festuca alpina, Geranium slyvaticum, Astragalus viciifolius, Ranunculus caucasicus.
İşte bu otsu örneklerin oluşturduğu vejetasyon 2000 metrenin üzerinde karla kaplı kar örtüsünün çekilmesinin ardından yeşillenmekte olup, ancak Haziran ve Temmuz aylarında rengârenk çiçeklerin bir anda sarardığı gözlemlenmiştir.
AKDENİZ FİTOCOĞRAFYA BÖLGESİNE AİT VEJETASYON FORMASYONLARI
Bu söz konusu bitki formasyonu Ege ve Akdeniz bölgelerini içine almakta olup, iklim bakımdan bilindiği üzere kışları ılık ve nemli geçerken yazın ise sıcak ve kurak geçtiği bir iklim kuşağını oluşturmaktadır. Madem öyle bu iklim kuşağını oluşturan bitki formasyonlarının her birine kısaca değinmekte fayda vardır elbet.
-Maki-Garig Formasyonları (Çalı)
Maki formasyonun tahribi sonucu daha kurak, daha fakir, aynı zamanda radyasyonun şiddetli olduğu ortamlarda yetişen ve boyları 50 cm - 1 m arasında değişen bodur çalı topluluklarına Garig veya frigana denilmektedir.
Söz konusu bu formasyon Marmara denizi çevresinde 300 –350 metre, Ege sahilinde 600 metre, Akdeniz kıyıları boyunca 800–1000 metre arası yüksek alanlarda bulunmaktadır.
-Orman Formasyonları
Akdeniz fitocoğrafya bölgesinin sahilden başlayıp alpin zon kısmına kadar çıkan iğne yapraklı ağaçlardan ibaret orman formasyonları;
“-Kızılçam
-Fıstık çam
-Karaçam
-Sedir
-Göknar” olarak kategorize edilirler.
- Kızılçam (Pinus brutia) Ormanları
Kızılçam ormanları Marmara ve Karadeniz sahillerinde 100–200 metreden başlayıp 700 metreyi bulan rakımlı alanlarda, Ege bölgesinde 110–1150 metreye kadar çıkabilen alanlarda ve Toros'ların güneye bakan yamaçlar boyunca sahilden 110–1200 metre yüksekliği bulan alanlarda yetişen formlardır.
-Fıstık Çam (Pinus pinea) ormanları
Aydın, Muğla, Maraş yakınlarında, Marmara denizi çevresinde, Gemlik körfezi kıyılarında bulunmaktadır. Ayrıca bu ormanlar Kozak yaylasında 700–900 metre yüksekliği bulan alanda da yaygın haldedir.
-Meşe (Quercus coccifera) ormanları
Q. coccifera ve Q. İlex gibi meşe ormanları Ege-Marmara kıyı şeridinde ve Toroslarda yer almaktadır.
Q. aegilops (palamut meşesi) güneyde 700 metreden başlayıp 900–1000 metreye kadar çıkabilen alanlarda bulunmaktadır. Mesela Afyon batısında 1300–1400 metre yüksekliğe sahip Ahır dağı ile Murat dağın 1300 metre yüksekliği bulan yamacında bu ormanları her an görmek mümkündür.
-Akdeniz bölgesi yarı nemli dağ ormanları
Özellikle Eğridir havalesinde endemik meşe türü olan Q. Vulcanica, Q. Libani, Q. Nigra, Q. Cerris, Abies cilicia, J. Oxycedrus, J. excelsa orman topluluğu oluştururlar. Kasnak ormanlarında meşe ardıç karışımı ormanlar ilk sırayı almakla beraber bunu sırasıyla saf ardıç, sedir ardıç, saf karaçam, meşe, sedir, kızılçam, karaçam ardıç, göknar ardıç ormanları takip etmektedir.
-Karaçam ormanları (Pinus nigrea)
Doğu Karadeniz hariç Türkiye'nin hemen hemen her yerinde yayılış gösteren ormanlardır. Özellikle Kuzey Anadolu şeridinde 400-1400 metre yükseklikte, Toros dağlarının 1200–2100 metre arasında ve ayrıca Anadolu'nun batıdan doğuya doğru uzanan Köroğlu, Bolu, Ilgaz ve Canik dağlarında görülmektedir. Ayrıca Karaçam ormanları ortalama 1000 metre yüksekliği bulan dağlık alanlarda ve kuzeye bakan yamaçlarında yaygındır.
-Sedir (Cedrus libani) ormanları
Akdeniz bölgesinin Toroslar üzerinde ki karaçam ormanlarından sonra dikkat çekeni sedir ormanları gelmektedir. Sedir daha çok denize yakın 1200–1250 metre rakımlı alanlar ile Torosların kireç taşı ve ana kayalar üzerinde ve 1000–2000 metre arasında ki denize bakan güney yamaçları tercih etmektedir. Amanos dağlarında ise sedir 1400–1800 metre arası yüksek alanlarda gelişme gösterdiği belirlenmiştir.
Bundan başka sedir topluluklarına Sultan dağları, Dere sinek- aka sinek köyleri arasında kireç taşları üzerinde ve Erbaa çatalan mevkinde rastlanılmaktadır.
Sedir ormanlarına yer yer A. cilicia, J. Oxycedrus, J. excelsa, Pinus nigra, Pinus brutia, Q. Libani gibi türler de karışmaktadır.
-Göknar (Abies cilicia) ormanları
Antakya’nın kuzeyinde Bucak dolaylarında başlayıp, Andırın’a kadar uzanan ormanlardır. Hatta Orta Toroslarda Abies cilicia (Toros Göknarı) 1300–1500 metre arası yüksek alanlarda orman halinde yer almaktalar. Örnek- Q.Cerris, Ostrya Carpinifolia.
ORTA ANADOLU FİTOCOĞRAFYA BÖLGESİNE AİT VEJETASYON FORMASYONLARI
Bu vejetasyona sahip formasyonların bulunduğu bölgede yıllık ortalama yağış 400 mm’nin altında seyretmekte olup, bu formasyon daha çok yüksekliği 600 metre bulan alanlarda görülmektedir.
Bilindiği üzere Orta Anadolu’nun büyük bir kısmı yarı kurak iklime sahip olup, çevresinde ise yarı nemli iklim şartları hüküm sürmesine paralel yılın 3-4 ayı kurak geçer. Fakat yüksek alanlarda kuraklık 2–3 ay ile sınırlı kalmaktadır.
Tuz gölü çevresinde çorak bitkilerin hüküm sürmesi daha çok toprak durumuyla alakalı bir durum olup, yaylalara çıkıldığında kestane renkli toprak örtüsüne bağlı olarak oluşan step toplulukları, yükseklerde ise bozulmuş yarı olgun kahverengi orman toplulukları yer alır. Anlaşılan o ki toprak oluşumunda genellikle kalsifikasyon (kireçlenme) süreci hâkim olup bu durum alkalen reaksiyon gösteren toprakların daha baskın konumda olduğunu göstermektedir.
Bölgenin orta bölümünde yüksekliğin 1200 metreye kadar olan orta bölümünde step ve daha yüksekte ise karasal ve soğuk ve yarı kurak – yarı nemli şartların oluşturduğu kurakçıl-kuru orman örtüsünün olacağı söylenebilir. Orta Anadolu’da 1000-1200 metreleri arasında alçak dağ stepi ve daha yüksek kesimlerde ise meşe, karaçam toplulukları ve ormanlar görülmektedir. Madem öyle Orta Anadolu bitki topluluklarının her birine kısaca değinmekte fayda vardır elbet.
-Orta Anadolu step formasyonu (Ot formasyonu)
Orta Anadolu'da Tuz gölü çevresinde ve Konya–Ereğli arasında uzanan bataklıkların kenarlarında çorak topraklarda halofil (tuzcul) karakterde zayıf bir örtü mevcuttur.
Tuz gölü çevresinde yer alan çorakçıl bitkilerin oluşturduğu birlikler genellikle Salsola; Frankenia, Atropis, Petrosimonia, Halocnemum diye bilinir.
Konya, Eskişehir, Kayseri, Ankara gibi derin topraklı düz ve az eğimli alanlarda Artemisia fragans, Thymus squarrosus, Astragalus microcephalus, Festuca valesiaca, Koeleria cristata, Stipa lagacea gibi türler birlikler oluştururlar.
Orta Anadolu’yu kapsayan belli başlı çalılara gelince bunlar; Prunus spinosa, Jasminum fruticosus, Crataegus orientalis, Lonicera etrusca, Clematis vitalba, Amygdalus orientalis, Atraphaxis bardier, Rhus coriaria, Capparis sicula diye adlandırılır.
Hayvanların iltifat etmediği otlara ise Eyquem campestre, Peganum harmala, Euphorbia tinctoria, Centaurea squarrosa gibi türler örnek verebiliriz.
-Antropojen/ağaçlı step formasyonu
Orta Anadolu’da vaktiyle park görünümlü ormanların katledilmesi sonucu şimdilerde 1000 metreden yüksek alanlarda step vejetasyonuyla karşı karşıya kalmış durumdayız. Belli ki asırlar boyu süre gelen kıyıma rağmen Orta Anadolu’da yer alan karaçam, meşe, hatta ardıç ormanları adeta hal lisanı ile adeta yıkılmaktayım ayaktayım dercesine direnç gösterip nispeten daha nemli kuzeye bakan lokal alanlara veya yükseklere çekilmiş vaziyette hayatlarını sürdürebiliyorlar.
Orta Anadolu’nun kuzeyinde Beypazarı civarında iki tip step birliği bilinmektedir:
1-Dağ stepi. Örnek-Thymus Sipyleus, Astragalus microcephalus ve A. angustifolius.
2-Ova stepi. Örnek-Artemisia fragrans. Bu step birliğinde daha çok Q. pubescens, Pinus nigra bulunup genellikle Pallasiana (karaçam) toplulukları tarafından sınırlandırılmıştır.
Ayaş dağının büyük bir kısmında kurakçıl step birlikleri görülmektedir. Dolayısıyla Ayaş dağı yöresi orman vejetasyon formasyonu ve step vejetasyonu olmak üzere iki farklı tipe ayrılmıştır.
Ankara’nın doğu yakasında ki Elmadağ ve çevresinde J. Oxycedrus, J. Excelsa, Thymus spyleus, Ast microcephalus, Ephedra majör, Genista aucheri, Jasminium fruticans birlikler mevcuttur.
-Subalpin ot formasyonu
Bu kuşakta Hasan dağı Subalpin kuşak 1830 metreden başlamaktadır. Bu formasyon:
“-Astragalus angustifolius,
-Astragalus microcephalus,
-Acantholimon echinusler” denilen dikenli ve yastık şekilli bitkiler bir arada birlikler oluştururlar.
Hasan dağının 2400 metreden başlayan alpin kuşak dağının zirvesine kadar devam eden kuşakta ise Vicia canescens, Onobrychis montana birlikleri tespit edilmiştir.
- Orman formasyonu
Kuru ormanlar (Karaçam-meşe-ardıç)
Orta Anadolu’nun antropojen step alanlar karaçam ormanlarla karışım yapan meşe ormanlar ve saf karaçam ormanları yer alır.
Bu kuşağın meşe toplulukları step ve orman arasında ki geçiş zonunda bulunup, karaçam ormanlar ise dağların 1200 metreden yüksek kesimlerinde konumlanmıştır. Mesela örnek verecek olursak içerisinde Afyon-Ankara kara yolunun geçtiği alanın ekolojik ve sosyolojik etüt çalışmaları sonucunda şu ağaç ve çalı birlikleri tespit edilmiştir:
1-Cistus laurifolius birliği(Defneyapraklı laden). Örnek-Pinus nigra, J. Oxycedrus
2-Populus tremula birliği. Örnek-Titrek kavak (Populus tremula)
a-Cistus laurifolius(defne yapraklı laden).
b-Colutea cilicia (patlangaç).
c-Q. Cerris.
d-Pinus nigra.
Orta Anadolu ve Karadeniz bölgesi arasındaki geçiş alanı ile Beypazarı civarı dağların güneye bakan yamaçlarında (alt ve üste doğru) kızılçam, sarıçam, karaçam ormanları sıralanmaktadır. Bu ormanlar içerisinde özellikle J. Oxycedrus, Q. Pubescens, Populus tremula, Cistus laurifolius gibi ağaç ve çalılarda yer almaktadır. Hatta 1600-1200 arasında Göknar ormanlar da (A. nordmanniana) bulunmaktadır.
Tüylü meşe Birliği
Quercus pubescens (Tüylü meşe) yarı klimaks bir meşe türü olup, Orta Anadolu da karaçam ormanların tahrip edilmesi sonucunda doğmuştur. Dolayısıyla bu birlik dâhilinde Prunus domestica, Pyrus eleagnifolia, Vicia cracca, Coronilla varia, Hordeum bulbosum türler bulunmaktadır.
Defneyapraklı Laden (Cistus laurifolius birliği)
Şurası muhakkak bu çalı birliği karaçam ağaçlarının tahribi sonucu yerleşmiştir.
Orta Anadolu’nun güneybatı kesiminin Orta Anadolu havzaları ve Torosların kuzeye bakan yamaçları boyunca genellikle meşe, ardıç toplulukları bulunup, üst kısımlara doğru da karaçam ormanlar ile yer yer yüksek kısımlarda göknar ve az miktarda sedir görülmektedir. Mesela sığ topraklar üzerinde Juniperus excelsa (Boylu ardıç), yüksek alanlarda Quercus pubescens (Tüylü meşe), derin topraklı yüzeylerde çoğu kez meşeler, boylu ardıç ile birlikte karışık durumda ağaç türleri bulunmaktadır.
DOĞU ANADOLU FİTOCOĞRAFYA BÖLGESİNİN VEJETASYON FORMASYONLARI
Kısaca değineceğimiz Doğu Anadolu fito-coğrafyasını oluşturan bitki topluluklarına baktığımızda ise şu formasyonların varlığını görürüz:
-Step formasyonu (Ot formasyonu)
Bu formasyon;
a-Alçak dağ stepi,
b-Yüksek dağ stepi diye iki alt başlıkta incelenirler.
-Antropojen Dağ ve yüksek yayla stepleri
Kuzeydoğu Anadolu’da Sarıkamış, Ardahan, Oltu, Şenkaya, Narman dolaylarında Sarıçam ağaçlarının acımasızca tahrip edilmesi sonucunda yüksek dağ-plato stepleri gelişmiş bulunup, bahsi geçen alanda tespit edilen birlikler Astragalus eriocephalus, Thymus fallax, Poa Longifolia diye adlandırılırlar. Mesela Palandökende bunlar içerisinde Astragalus türü (Geven otu) daha baskın haldedir.
-Orman formasyonu
Doğu Anadolu'nun Kuzey doğusunda sarıçam, yüksek ve dağlık alan kısımlarında ise meşe türü ormanlar hâkim durumdadır. Fakat Doğu Anadolu'da meşe ormanları birkaç tür meşeden ibarettir. Zira Elazığ, Malatya, Muş, Bingöl dolaylarında Q. İnfectoria, Q. Macrolepis (aegilops), Q. brantii, Q. libani, Q. Cedrorum bulunur. Avro-sibirya elemanı olan Sarıçam ise Türkiye’de en iyi yetişme ortamı bakımdan Kuzeydoğu Anadolu olduğu muhakkak. Özellikle bu formasyon Sarıkamış, Şenkaya, Göle, Akdağ, Köroğlu, Allahuekber gölü yöresinin kuzeye bakan yamaçlarında ve Tortum gölü yöresinde mesken tutmuştur.
Görüldüğü üzere Türkiye hem iklim bakımdan, hem de bitki örtüsü bakımdan zengin coğrafi konuma sahip bir ülkedir, tabii ki kıymet bilene. Şayet kıymet bilinirse ormanlarımızı göz bebeğimiz gibi korumak esas olmalıdır. Bilindiği üzere ağaçlar çevremize güzellik kattığı gibi üretime de çok büyük katkı sağlamakta. Ki, bunu değirmende öğütülen buğdayın unun hamur teknelerinde yoğurulup fırında ekmek hale gelmesine benzer bir uygulamanın bir başka yönde koskocaman devasa nitelikteki ağaçların bir anda hamur haline getirilip kâğıt mamulü hale getirilmesinden pekâlâ anlayabiliyoruz. Tıpkı bir zamanların Giresun SEKA fabrikasında olduğu gibi elde edilen kaba kâğıtlara tutkal ilavesiyle birlikte döner bandın üzerinde yürüyen tabaka, tabaka bembeyaz sayfalar insanlığın hizmetine sunulmuş olur. Derken ağaçlar Hira mağarasında ilk oku emrini duymuşçasına kıyamete kadar insana hizmet etmek için semaya kollarını açaraktan dua eyleyeceklerdir.
Vesselam.







En son dedekorkut1 tarafından C.tesi Ağus. 28, 2021 8:16 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:18 pm

BİTKİ HAYATI
SELİM GÜRBÜZER

Tüm canlılarda olduğu gibi bitkilerde 400 bine yakın türüyle bir âlem oluşturmakta. Her şeyden öte her tohumun özünde koca bir ağaç ve hemcinsinden koca bir bitki türü kodludur. Kocaman ağacın bünyesinde bir bakıyorsun birbirinden güzel yaprak demetleri, her renkten çiçek taneleri, envaı türden taam ve lezzetleriyle görenleri kendine mest ettiğini pekâlâ gözlemleyebiliyoruz da. Ancak şu da var ki her yaratılanda olduğu gibi bitki hayatının da bir sonu vardır. Öyle ki tüm hayati faaliyetleri tıpkı bizim gibi yaratılış gayesi doğrultusunda; doğma, büyüme (gelişme), üreme üzerine kurulu olup derken en nihayetinde cezb ediciliğini kaybedip çürümeye mahkûm olmak denen ölüm gerçeği bitki içinde kaçınılmaz alın yazısıdır.
Bitkiler hayati faaliyet olarak diğer canlılardan en belirgin farklı yanı besinlerini inorganik maddelerden temin etmeleridir. Şöyle ki bazı bakteriler ölmüş canlı artıklarını parçalaması sonucunda azot asit, fosfor asit ve tuz gibi inorganik maddeleri meydana getirirler. Derken ortaya çıkan söz konusu ürünler bitkiye gıda olur rızık olur. Şu bir gerçek bakteriler olmasa bitkiler beslenmekten yoksun kalıp gelişemezlerdi. Ayrıca bitkiler hayatları boyunca bakterilerin faaliyetleriyle açığa çıkan inorganik maddeleri almakla kalmayıp birde aldıklarını sentezleyip kendi iç bünyesinde var olan yapısal maddelerine benzetirler ki; bu olaya metabolizma denmektedir. İşte söz konusu bitkilerin bu ve buna benzer sentezleme faaliyetleri sayesinde diğer tüm canlılar da hazırlanan ziyafet sofrasında nasiplenmiş olurlar.
Malumunuz 1665 yılında Robert Hook tarafından ilk olarak şişe mantarından alınan bir kesitten hazırlanan preparatların o günkü şartlar altında ilkel diyebileceğimiz bir mikroskop altında yapılan incelemeleri sonucunda adına odacık dediği hücrelerin (cellula) varlığı keşfedilmiştir. Derken bu keşfin üzerinden çok zaman geçmeden bitkilerde cereyan eden birtakım metabolizmik olayların anabolik veya katabolik nitelikte olduğu anlaşılmıştır. Böylece anabolizmayla madde yapımına yönelik sentez olayların büyük önem arz ettiğini, katabolizmayla da birtakım parçalanma ve biyolojik oksidasyon olaylarının esas teşkil ettiği açıklık kazanmış olur.
Bitkilerde odunlaşma
Madem iç organlarımızı örten bir derimiz var, o halde bitki hücrelerini de çepeçevre saracak olan herhangi bir örtü niye olmasın ki. Nitekim bir bitki hücre zarı incelendiğinde başta dayanıklı selüloz örtüsü olmak üzere sırasıyla hemiselüloz, propektin ve kitin gibi maddelerle çevrili olduğu görülüp icabında bu maddeleri bünyesinde barındıran hücre çeperi bir takım kimyasal reaksiyonlarla zaman zaman değişime uğrayabiliyor da. Nasıl mı? Mesela hücre çeperinin yapısını meydana getiren selüloz miçelleri arasına bir bakıyorsun sızma olayı ile birlikte işin içine birde suberin eklendiğinde mantarlaşma, kütin iştirak ettiğinde kutinleşme, mum katıldığında mumlaşma, işin içine tanen girdiğinde ise tanenleşme olduğu gözlemlenmiştir. Hakeza yine bir bakıyorsun hücre çeperinin farklılaşıp pelte veya zamka dönüşmesi sonucunda zamklaşma, silis veya kalsiyum tuzlarının istila etmesiyle de mineralleşmenin gerçekleştiğini görürüz. Ayrıca bir başka türden odunlaşma denen bir hadise daha vardır ki; bu yaşanan hadiseyle birlikte bitki hem direnç kazanmakta, hem de insanoğluna adeta alda kullan dercesine bilhassa inşaat sektöründe ve günlük işlerinde sıkça kullanacağı yapı malzemesi olmakta. Şu da var ki odunun şimdiye kadar ki bilimsel analizlerle tam olarak kimyasal yapısı ortaya konulmamasına rağmen, gelinen nokta itibariyle içerisinde vanilin ve koniferil gibi aromatik maddelerin (hoş kokulu madde) varlığı belirlenebilmiştir artık. Her ne kadar bizim Yunus Emre’miz; “Bu dergâhın kapısına eğri odun girmesi yaraşmaz” dese de odun eğri ya da düz olsun hiç fark etmez yüklendiği misyon itibariyle şimdiye kadar odunun yerini karşılayacak hiç bir madde keşfedilememiştir.
Bitiklerin bir kısmında odunlaşma hadisesinin dışında bir başka özellik ise selülozun sıradan bir örtü olmadığı gerçeğidir. Selüloz olayı ile birlikte çeper üzerinde birtakım geçit işlemlerin gerçekleştirildiği, hatta plazma bağı (plazmodezma) denen kanalcıklarla bütünlük teşkil eden bir yapı ortaya çıkabiliyor. Bu arada selüloz çeperlerinin mineralleşmesine paralel olarak bu arada bitkinin yaşamasını dayanıklı kılan bir yapı daha ortaya çıkar. Ki, bu söz konusu yapıya ait hücre çeperinin içerisini protoplazma doldurup hücre çeperinin geçit kanalları sayesinde bitki içerisinde su ve suda erimiş maddelerin taşınması ya da birtakım metabolik faaliyetlere temel konu olan şişme, difüzyon ve osmoz gibi fiziksel olaylar gerçekleşir.
Selülozdan sonra bitkilerde bir diğer mühim hadise ise mantarlaşma olayıdır. Bu hadise daha çok selülozun yapısında var olan fellonik asit ve diğer yüksek yağ asitlerin ve gliserinin birleşmesiyle (polimerizasyon) meydana gelen suberin maddesi sayesinde gerçekleşir. Ve mantarlaşan bitki hücreleri bir noktadan sonra miadının dolmasıyla (ölmesiyle) birlikte başka bir göreve terfi edip koruyuculuk vazifesi üstlenecektir.
Evet, dikkat ettiyseniz bitki hayatı başlığı altında odunlaşma, selüloz, mantarlaşma dedik ama kütinleşme, zamklaşma ve tanen gibi harikulade olaylardan bahsetmedik hiç. Meğer incelendiğinde bu söz etmediğimiz maddelerde lüzumsuz elemanlar değilmiş. Mesela kütinleşme denen hadise incelendiğinde bitkinin su kaybına uğramasının önüne geçilmeye yönelik bir faaliyet olduğu gözlemlenmiştir. Hakeza zamklaşma da öyledir. Tanen için ise belki vurgulanması gereken en ilginç ayrıntı antiseptik özellik içermesidir. Böylece tanen maddesi sayesinde mikroorganizma faaliyetine son verilip bitki çürümesinin önüne geçilmektedir.
Malumunuz çözelti içerisindeki su miktarını belirleyen asıl kaynak teşkil eden etken unsur mevcut su potansiyelidir. Yani bu demektir ki bir yerde kaynak varsa, aynı zamanda kaynağı aktaran basınç sistemi de var demektir. Zaten var olan bu osmoz basınç sistemi sayesinde zarlar istasyon rolü üstlenerek hücre içi veya hücre dışına çıkacak maddelerin denetimini sağlarlar. İşte bu yüzdendir ki denetleyici canlı zarlara selektif permeabilite denmektedir. İşte bu tariften hareketle canlıya ait zarların genellikle seçici özellikte ve yarı geçirgen yapıda olduklarını çok rahatlıkla belirtebiliriz. Hatta bu arada su ve suda erimiş maddelerin vakuol denilen boşluklarda (koful) veya vakuol üzeri maddelerin dış ortamla osmotik geçişi kontrol eden iki zarın olduğunu fark ediyoruz ki, bu iki zar adından:
“-Selülozik çeper (Mesela selülozik çeperler suya permeabl olduğu oranda, aynı zamanda suda eriyen maddelere de permeabldirler)
-Stoplazmik zar” olarak söz ettirir de.
Malumunuz stoplazmik zarlar daha çok tonoplast ve ektoplast hücrelerin giriş ve çıkış kapıları olarak dikkat çekmekle beraber suda eriyen maddelerin stoplazmik zardan geçirgenlikleri kompleks yapıda cereyan etmesi pek çok bilim adamının zihninde netlik kazanmayan bir mesele olmuştur. Dolayısıyla suda çözülmüş maddelerin transferiyle ilgili birtakım görüşler ileri sürülmüştür. Bu görüşlerden çıkan ortak kanaatleri maddeler halinde sıraladığımızda;
“ -Hücreler canlılıklarını kaybederlerse geçirgenlik özelliği kazanırlar.
- H2O molekülleri, O, N, CO2 gibi gazlar hücre membranından kolayca geçebilirler.
-İyonize olmamış ve suda çözünebilen moleküllerin hücreye giriş hızları, molekül büyüklükleri ile ters orantılıdır.
-Hidrofobik maddelerin giriş hızları lipitlerin çözünürlüğü ile doğru orantılıdır” gibi bilgiler ortaya çıkar.
Bitkilerde kuruma olayı
Bir bitki türünün kuruma noktasını tayin eden toprağa bağlı bir faktör vardır ki buna kuruma katsayısı denir. Hatta bazen rüzgâr bile kuruma faktörü olabiliyor. Mesela Hindistan sahillerinde esen doğu muson rüzgârlarının etkisiyle kuruyan ot bunun tipik misalini teşkil eder. Bu ot özellikle o yöre halkının yakından tanıdığı mavi renkli savan otundan (Spinifex squarrosqus) başkası değildir elbet. Aynı zamanda söz konusu kurumuş otun koyun başı büyüklüğünde yuvarlak ve bir tüy kadar narin hafifçe meyvelerinin bulunması onu tanımak açısından ayırt edici bir özellik olmaya yetebiliyor. Hele ahı gitmiş vahı kalmış diyebileceğimiz kurumuş görünümde meyvelere dikkat kesildiğinde kuvvetlice esen rüzgârla birlikte derhal fırsattan istifade uzak diyarlara taşınıp döküldükleri yerlere hayat verdikleri görülür. Elbette ki kurumuş kemikleri dirilten Allah, kurumuş meyvelere de hayat vermesi son derece gayet tabiidir. Nitekim yine dikkat kesildiğinde kurumuş sandığımız ya da içi oyulan bir ağacın kurumadığı gerçeğiyle karşılaşıp Yüce Allah’ın bir başka mucizesi olarak karşımıza çıkabiliyor. Belli ki ağacı çepeçevre kuşatan kabuğun hemen altında dar şeritte toplanmış incecik borular Yüce Allah’ın ihsanı olarak ağaca soluk olmaktalar.
Hatta Allah’ın hikmeti olarak bazı bitkilerde daha dikkat çeken enteresan ilginç hadiseler vardır ki; birtakım bitkilerde bolluk içerisinde kıt kanaat yaşama hali görülebiliyor. Öyle ya rızkı veren Allah, bolluk ortamında da yaşamış olsan nasibin varsa o ortamdan ancak istifade edilebiliyor. Mesela çok yoğun halde bulunan toprak çözeltilerinde glikofit bitkilerin uzun süre yaşayamamaları bunun tipik örneğini teşkil eder. Bu yüzden toprakta su bulunmasına rağmen bazı bitkilerde dermansızlık diyebileceğimiz kuruma belirtileri nüksedebiliyor. Ki; bu olaya fizyolojik kuraklık denmektedir. Belli ki bu tür toprak çözeltilerinde halefit bitkilerin osmotik basınçları çok daha yüksek kalması adeta fizyolojik kuraklığa davetiye çıkarmakta. İcabında bu tip suyla boğulmuş topraklar sadece fizyolojik kuraklığa neden olmayıp aynı zamanda O2/CO2 dengesinin bozulmasına paralel CO2 (karbondioksit) miktarının artmasına da yol açabiliyor.
Bitki kökleri
Yaratılan her şeyde olduğu gibi bitki kökleri de hareket kanununa tabiidir. İşte bu kanun gereği kohezyon, yüzey gerilimi, kılcallık ve osmoz gibi birçok fiziki programlar sayesinde son derece mikro düzeye indirgenmiş zarif su damlacıkları, bitki kökleri tarafından büyük bir keyifle alınıp kılcal ipler aracılığıyla yapraklara kadar gönderilebiliyor. Şöyle ki; bitki su alabilmek için mutlaka toprağın bağrında su tutma kapasitesini mutlaka yenmek zorundadır, ama nasıl? Bu olay elbette ki kök marifetiyle halledilebilecek bir meseledir. Nasıl ki memeli hayvanlar anne sütü emerek hayat buluyorsa, aynen öylede köklerde adeta toprağı emerek hem hayat bulmakta hem de hayat bahşetmekte. Zaten bu yüzden kökler yer çekim ekseni doğrultusunda bitkilerin gelişmesine yardımcı toprağa bağlı kuvvetler olarak bilinip genel itibariyle ana kök, yan kök ve ek kök diye tasnif edilirler. Anlaşılan o ki; toprağın bağrında yer alan su ve birtakım mineraller kök sondajı sayesinde rafinerize (işlenmiş) edilip metafizik asansör sistemi diyebileceğimiz kılcal sistem vasıtasıyla bitkinin üst kademelerine yolcu edilirler. Hatta birtakım bitki kökleri besi suyunu iletmekle kalmayıp besin depo işlevi de üstlenirler. Keza bir kısım bitki kökleri ise topraktaki nitrojen iyonlarını organik nitrojene çevirip gövde veya yaprakların hizmetine sunarlar. Tabii ki bu hizmet sunulurken hiçbir şey gelişi güzel cereyan etmiyor, tam aksine kılcal iletişim belli bir matematiksel indeks çerçevesinde veya bir plan dâhilinde gerçekleşmekte. Nitekim kök tüy indeksi aşağıdaki şu formülle karşılık değerini bulur:

Kök tüy indeksi= Tüyü oluşturan hücre sayısı x 100
Tüm epidermis hücre sayısı
Peki, iyi hoşta, kökler sadece kara bitkilerinin bulunduğu toprakların bağrında mı faaliyet içerisinde bulunurlar, hiç kuşkusuz havada gelişen bitkilerin de hava kök donanımına, sudakilerin ise su kök donanımına göre tanzim edildiği artık bir sır olmaktan çıkıp bir başka açıdan kök faaliyetinin de varlığı tespit edilmiş durumda. Kökler ister kara, ister hava, ister su da görev yapsınlar sonuçta her üçünü de ortak paydada buluşturan emici tüyler gerçeği vardır. Bu arada siz siz olun emici tüylerin öyle narin ve zayıf görünümlü görünüşüne bakıp da bunlardan bir halt olmaz önyargısına kapılmayasınız, bilakis emici tüyler o kadar nazik ve ince yapılı olmalarına rağmen en sert kayaları bile salgıladıkları güçlü asitlerle delip yoluna devam edebildikleri gözlemlenmiştir. Hatta bunla da kalmayıp toprağın en küçük kanallarına dalıp buralarda su içerisinde erimiş halde bulunan mineralleri alabilecek hünere sahiplerdir. Bundan daha da öte tüylerin seçici kabiliyete haiz özellikleri adeta dudak uçurtacak cinstendir. Öyle ki her madde elini kolunu sallayıp bitki içerisine dalamıyorlar, mutlaka kontrole tabii tutulurlar. Böylece bu kontrol mekanizması sayesinde bitki herhangi bir zarar verici maddeden kendini korumuş olur. Madem öyle emici tüylerin her bir elemanı hakkında ideal diyetisyen uzmanlar dersek yeridir. Zaten bu benzetme tanımı meramımızı anlatmaya yetiyor artıyor da.
Belki de şu an bu satırları okurken kontrol turnikelerinden geçebilen maddelerin bundan sonra hangi istasyonlara uğrayacaklarını merak ediyorsunuzdur. En iyisi mi biz sizleri daha fazla meraklandırmadan bundan sonraki uğrayacakları istasyon aşamasının iletim demet aşaması veya iletim istasyonu olduğunu söylemekte fayda var. Hemen bekletmeden nasıl söylemeyelim ki, bikere adı üzerinde iletim demeti, iletişimde hızlılık esastır. Nitekim iletim demeti de adına yakışır bir şekilde kontrol turnike mekanizmalarından onayından geçmiş bitki için gerekli her türden faydalı olabilecek mineralleri kendi öz suyu besleyici demet yatağında bir takım işlemlerle iletildiği ikinci kutlu mekânın adıdır. Derken ikinci mekândan ötelere akmaya hazırlanmış zengin potansiyel öz su kaynağı, iletim demetlerinin ustaca osmoz, diffuzyon ve diğer benzer basınç manevraları eşliğinde bitkinin gövde, dal ve yapraklarına kadar sıçrayıp yolculuğunu sürdürecektir. Belli ki bu yolculuk sıradan bir yolculuk değil. Zaten sıradan bir yolculuk olsaydı hakkında bu kadar teoriler ileri sürülür müydü? Nitekim mineral içerikli suyun kök emici tüyler tarafından emildikten sonra bitki içerisine taşınmasında rol oynayan mekanizmalar hakkında;
“-Vital teori,
-Kök basıncı teori,
-Kohezyon – gerilim teorisi” tarzında teoriler geliştirilmiş bile.
Bu teoriler daha çok kökten alınan kesitlerin mikroskobik veya makroskobik inceleme sonucu elde edilen bir takım gözlemlere dayanan yorumlara dayanır. Zira kök yavru hücrenin radikula diye tarif edilen meristem kısmın gelişmesiyle birlikte bitkiye hayat veren en birinci etken kaynağın kök sistemi olduğu sonucuna varılmıştır. Dolayısıyla meristem dokunun ilk geliştiği evreye primer meristem denmektedir. Nasıl ki hücrelerin birleşmesiyle dokular meydana geliyorsa kök sisteminin yapısını oluşturan birbirinden farklı hücrelerin gelişmesiyle de dört bölge teşekkül etmektedir. Malum bu bölgelerin birincisi kaliptra katmanı olup bu katman koruyucu külah şeklinde canlı parankima hücrelerinden meydana gelmiştir. Öyle ki bu birinci bölgenin külahımsı yapısı sayesinde bitki kökleri tıpkı roketin semaya yükselişinde olduğu gibi toprağın derinliklerine doğru lime lime ilerleyebiliyor. Kaliptradan sonra ikinci bölge diyebileceğimiz meristem (bölünür doku) katman yer alıp bu aşamada kök ana dokuların gelişimi sahnelenir. Meristemin hemen arkasında ise büyüme faaliyetlerin sergilendiği üçüncü katman yer alır. Bu katman büyüme sahası olması hasebiyle daha çok uzama bölgesi diye tarif edilir. Son katman ise adından kök kılları diye söz edilen emici tüylerin yoğunlaştığı bölge olup, adeta hazine değerinde bir mekân olarak dikkat çeker. O halde bu bölgeye bir kimya fabrikası gözüyle bakabiliriz pekâlâ.
Kök yapısını katmanlara ayırarak bu iş burada noktalanmıyor, dahası var. Şöyle ki; kökün içyapısından kesit alındığında koruyucu doku (epiderma veya eksoderma), kabuk (korteks) ve merkezi silindir olmak üzere üç alanın varlığı görülür.
Malum olduğu üzere emici tüyler bu üçü arasından sadece epiderma hücrelerinden filizlenip çıkmakta. Belli ki boşa çıkmıyorlar, bir misyon yüklenmiş oldukları her hallerinden belli zaten. Anlaşılan toprak sertleşmediği müddetçe epiderm hücrelerinden start alan emici tüyler mensup olduğu kök için solunum yapma veya ona nefes aldırmak için dışarı çıkmaktan geri kalmayacaktır. Öyle ki epiderma hücreleri ömrü tamamlandığında bile emaneti emin ellere teslim edercesine yerini eksodermaya bırakırlar. Hatta daha gelişmiş ve kalınlığı iri olan bitki köklerinde ise eksoderma yerini periderma dokusuna terk eder. Bu durum tıpkı ordu kademelerinde görev alan askerlerin terfi işlemlerine benzer bir olayın kökün içyapısı içinde geçerli olduğunu gösterir.
Kökün korteks kısmı bitkinin özelliğine göre ilk kabuk ve ikinci kabuk şeklinde iki farklı yapı sergileyebildiği gibi daha fazla gelişmiş köklerde endoderma ile korteksi parçalayacak düzeye erişebiliyor. Böylece endodermanın hemen altında perisikl ile peridermanın teşekkülü sağlanır.
Kökün merkezi silindir bölgesi ise kambiyum faaliyetiyle birlikte bitkinin odunsu dokusunu oluşturur.
Kök basıncı
Bilindiği üzere turgor basınç ile osmotik basınç arasında ki konsantrasyon farkından doğan kuvvete emme kuvveti denmektedir. Nitekim kökler topraktan suyu almak için uyguladığı emme kuvvet sayesinde tonlarca su yukarılara doğru çekilip bitki yaprak ve meyveler imal edilir. Yani çekilen su odun boruları içerisinde yürüyen su molekülleri üzerinde pozitif bir iyon basıncı uygulayıp suyun yükselmesi sağlanır. Hatta kök basıncının yüksek seviyelerde seyrettiğinde bazı yapraklarda su damlacıkları meydana gelmesine neden olur ki; bu olaya gutasyon (kusma-damlama) diye adlandırılır. Anlaşılan toprakta var olan su ve suda erimiş mineral maddelerin osmotik bir geçiş vasıtasıyla kök tüylerince emilip özümleme yapma işlemi organlara çıkması kök basıncı sayesinde gerçekleşir. Dahası kök basıncının etkisi ile yukarılara kadar tırmanan besi suyu ve gövde içerisinde imal edilen organik maddelerin diğer organlara taşınması dâhil birçok olaylar üzerinde birinci derece etken unsur osmotik (pasif) basınç olmaktadır. Ayrıca osmotik basınç sayesinde yine suda erimiş maddelerin aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya işleyen bir iletim hattı vasıtasıyla köklerin aktif tuz alınımı gerçekleşir.
Bu arada unutmayalım ki bitki içerisinde nakil hattı tek hat üzerinde cereyan etmiyor, bunun ikinci ayağı da var elbet. Dolayısıyla su sirkülâsyon işlemi aşağıdan yukarıya doğru birinci hat üzerinde odun doku (ksilem) üstlenirken, ikinci hat üzerinde ise besi suyu sirkülâsyonunu yukarıdan aşağıya doğru soymuk doku (floem) yürütmektedir. Bu hatların aynı zamanda kendi içerisinde birer, ikişer, üçer vs. şeritler halde vazife üstlenmiş yapılar söz konusudur. Mesela odun dokusu iletim su boruları, ksilem lifleri, ksilem parankiması denen elemanlar oluştururken, soymuk dokusunu ise kalburlu borular, arkadaş hücreler, floem sklerankima ve floem parankima gibi elemanlar donatır. Ayrıca odun dokusuna ait su ileten borular ölü hücrelerden teşekkül etmiş olup, çeper etrafı zarla kaplanmış kenarlı geçitler mevcuttur. Peki, bunlar ne işe yarar derseniz, bu yarı geçirgen zarlar adeta gümrük kapı rolü bir fonksiyon üslenip sadece geçmesi gereken maddelere geçiş izni vermekle görevlidirler.
İletim şebekesi
Meğer bitkilerde seyreden iletim ağını trafik diliyle şerit diye tanımlamamız boşa değilmiş. Çünkü su ileten borular trake ve trakeid olarak sahne alır. Şöyle ki; trakelerin çeperleri daha geniş olup, en iyi sıvı ileten boru konumdadır. Trakeidler ise trakelere nispeten çeper üzeri delikler biraz daha dar olup, ikinci derecede bir iletim borusu olarak vazife görürler. Peki, soymuk dokusunu oluşturan kalbur borular nasıl derseniz, onlarda canlı hücrelerden yapılmış olup, daha çok organik madde iletiminde aktif rol oynarlar. Dahası bu borular bununla kalmayıp arkadaş oldukları boru hücreler arasında ki geçitler vasıtasıyla madde alışverişi gerçekleştirirler. Soymuk dokunun yapısında bulunan floemdeki parankima hücreleri ise besin depolama, kısmen salgı salgılama ve kısmense iletişim işlemi yürütürler. Tabii tüm bu işlemler yürütülürken ister istemez yapraklar üzerinde gıda madde üretimi hız kazanıp hücre yoğunluğu artmakta, derken buna paralel emiş gücü ile su alan hücrelerin o oranda turgor basıncı (şişme) çoğalabiliyor. Bu yüzden bitki kolloidal yapıların inter miseller arasına su almalarıyla birlikte hacim ve ağırlıkça artış göstermesi gibi olaylar şişme (turgor) olarak tarif edilir. Bu arada şişmede kendi içinde kategorize olur. Mesela vakuol hipotonik bir çözeltiye (az yoğun ortama) bırakıldığında su alması sonucu turgorlaşarak hacmi genişler ki bu olaya deplozmaliz denmektedir. Fakat vakuol hipertonik bir ortama konursa vakuol suyunda azalma olur ki, bu olay plazmoliz diye tarif edilir.
Anlaşılan sevkıyat işlemi bir takım basınç sistemlerin etkisi altında durmak yok yola devam dercesine aralıksız devam etmekte, hatta sevk edilenlerin yerlerine yenileri devreye girecek şekilde yeni paket mallar servis edilir. Peki, bütün bu koşuşturma için gerekli enerji kaynağı nedir derseniz, elbette ki bu kaynak güneşten başkası değildir.
Suyun iletişim boruları içerisinde tırmanışını izah bakımdan ortaya koyan kohezyon (yapıştırıcı denge) teorisi ilk kez İngiliz Botanikçi Dixon tarafından ileri sürülmüştür. Bu teori su moleküllerinin kendi arasında çekim ilgisi nedeniyle bugün için bile en çok benimsenen görüş olarak yerini korur. Nitekim suyun kohezyon kuvvetiyle bitkinin en tepe noktasına yükselebilmesi için hem yer çekim kuvvetini, hem de iletim boruların çeperleri üzerindeki sürtünme kuvvetini mağlup etmesi gerekir. Bununla ilgili yapılan ölçüm çalışmaları sonucu kohezyon kuvvetinin 350 atmosfer basınç civarında olduğu gözlemlenmiştir. Zaten ortaya çıkan bu rakam eşik değerin kat be kat üzerinde olması hasebiyle sıkıntıyı gidermeye yetiyor artıyor da.
Genellikle bitkilerce mineral elementlerin yukarı, aşağı, yana ve dışa doğru taşınış şeklinde birçok akışkanlıklar söz konusu olup, mineral maddelerin bitki tarafından alınım mekanizmaları konusunda Pasif iyon alınım teorisi, Aktif iyon alınım teorisi başlığı altında görüşler ileri sürülmüştür. Aktif iyon alınım teorisi ise;
-Özel taşıyıcılar teorisi.
-Stokrom köprü oluşturma teorisi.
-Taşıyıcıların fosforilizasyonla çalıştıkları teorisi diye alt başlıklara ayrılmıştır.
Herhangi bir metabolik enerji harcamadan, diffuzyon ve osmozis gibi fiziksel olayların etkinliği ile yapılan iyon alınmasına pasif iyon alınması denip, bu iyon alınımın da diffuzyon hızı diffuzyon yapan moleküllerin kinetik enerjisine bağlı olarak gerçekleşir.
Demek ki bitki kökleri içerisinde yer alan emici tüyler bitki için iyi bir diyetisyen uzmanlığının yanı sıra kök solunumu gibi mühim bir vazifeyi de icra eden sondaj elemanları olarakda göz doldurur. Nasıl ki bir takım canlılar havadan aldıkları oksijen sayesinde yedikleri gıdaları yavaş yanmayla yakıp açığa CO2 çıkarıyorlarsa, aynen öyle de emici tüylerde bir başka şekilde oksijen alıp bitki için faydalı olabilecek mineral içerikli yiyecekleri özümleyerek açığa karbondioksit çıkarmaktalar. Böylece açığa çıkan CO2 ya gaz olarak kalır, ya suda çözünmüş halde kalır ya da karbonatlarla birleşmiş bikarbonat halinde işlev görür. Ayrıca kök solunumuyla açığa çıkan CO2 bile israf edilmeden saklı tutulup başka bir alanda kullanılabilir hale getirilebiliyor. Bu gerçekler ışığında CO2, H2O ve ATP’ye her daim solunumun temel ürünleri gözüyle bakılır.
Allah Teâlâ suyu yaratmasıyla birlikte canlılara büyük bir ihsanda bulunmuştur. Öyle ki susuz kaldığımızda gerektiğinde bir yudum su için bile elimizde avucumuzda ne var onu vermekten bile çekinmeyiz. Çünkü susuzluk hayatımızın kararıp kuruması demektir. Bu olay bitki içinde geçerli biri kural. Dolayısıyla bitkinin su dışında kalan bölümüne bitkinin kuru maddesi adı verilip, kuru maddelerin büyük çoğunluğunu organik bileşikler (C, O ve H) oluşturur. Aslında bu bileşiklere hayat veren sudur. Yeter ki bitkinin su ile bağlantısı kesilmesin. Zira bitki özellikle kendisi için önemli olan bu maddeleri CO2 ve H2O’dan temin etmektedirler. Yüce Allah (c.c) “Biz o su ile sizin (bir) ağacını (bile) bitiremeyeceğiniz nice güzel bahçelerin nebatını bitirmişizdir. Allah ile beraber bir Tanrı ha? Hayır, onlar sapıklıkla devam eden bir kavimdir(bir güruhtur)” (Neml, 60) diye beyan buyurmakta.
Bitki için bir diğer önemli maddeler ise N, K, Ca, Mg, P, S ve Fe gibi atomlardır. Sonuçta bitki için gerekli her ne varsa kök emici tüyleri bu iş için seferber olup topraktan rahatlıkla alınabiliyor. Hatta toprakta yer alan besi suyu, kök tüyleri içerisindeki hücre sıvısından daha az yoğun olduğundan bu hücreler tarafından emilmesi kolaylaşıp, emilen bu besi suyu yukarılara kadar bile iletilebiliyor. Demek oluyor ki hücrenin emme kuvveti besi suyu yoğunluğu, osmotik basınç ve turgor basıncın kuvvetiyle doğru orantılı olarak gerçekleşmekte.
Bu arada değişik basınç sistemleri vasıtasıyla iletilen besi suyu yukarılara doğru iletilmekle kalmayıp aynı zamanda yüksek bitkiler için gerekli duyulan elementlerin ihtiyaç miktarı yönünden makro veya mikro besin elementler adı altında fonksiyon bile kazanabiliyor. O halde bu elementlerden bazılarının özelliklerini şöyle maddeler halinde özetleyebiliriz:
Azot (N)’un; en önemli fonksiyonu aminoasit ve proteinlerin yapı taşlarını oluşturmaktır.
Fosfor (P); bitkilerde nükleik asit ve fosfolipitlerin yanı sıra ATP, NAD ve NADP’nin en önemli yapı taşı görevini ifa eder.
Kalsiyum; özellikle hücre membranı ve lipit yapılarının oluşumunda ve mitoz bölünmede rol oynadığı tahmin edilmektedir.
Magnezyum; karbonhidrat metabolizması ve nükleik asit sentezinde rol oynamaktadır.
Potasyum; peptit bağlarının sentezinde aktif rol oynar.
Elementlerin görevleri:
-Hücre çeperi ve protoplazma üzerinde rol oynar.
-Hücrenin osmotik basıncı üzerinde rol oynar.
-Asidik ve tampon çözelti olarak rol oynar.
-Stoplazmik membran üzerine permeabilite etki yapar.
-Mineral elementlerin toksik etkisi vardır.
-Antogenestik etki yapar.
-Katalitik etki yapar.
Esas elementler (Makro elementler)
Esas elementler K, Ca, Mg, P, S, Fe, N, H ve O olup, muhtemeldir ki jeolojik evrelerin ilk dönemlerinde atmosferde serbest halde oksijen yoktu. Belli ki ilk devirlerde oksijenin tümü lüzumu halinde diğer canlı hayatın meydana gelmesinde kullanılmak üzere uzun yıllar yer kabuğu, su ve karbondioksit içerisinde muhafaza altına alınmış. Gerçekten de ne zamanki bitki hayatı devreye girdi, işte o zaman oksijen saklı kaldığı yerden çıkıp esas element olarak sahnede yerini alıverdi. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünde oksijenin neredeyse tamamını bitkiler üretmektedir. O halde bitkiler olmalı ki oksijen gerçeği ile yüzleşilmiş olunsun. Keza hayvanlar olmalı ki oksijenden istifade edilebilsin. İşte bu gerçekler ışığında bitkilerin yeryüzünde görülmesiyle birlikte daha sonraki aşamada hayvan âlemi doğuverdi. İşte bu gerçekler ışığında bitkiler doğuşuyla birlikte o gün bugündür devamlı karbondioksit alıp oksijen sunuyorlar, hayvanlar ise oksijen alıp karbondioksit üretiyorlar. Bu arada yeri gelmişken bir bitki için gerekli esas element olma şartlarını şöyle sıralayabiliriz:
-Esas element büyüme ve çoğalma için temel olmalı.
-Esas element bitkide spesifik olmalı.
-Esas element bitki üzerindeki etkisi direk olmalı.
İz elementler (mikro elementler)
İz elementler; Mo, Mn, Cu, Cl ve Zn olarak bilinir.
Bu arada bitki içerisine tuz alınımını etkileyen faktörler ise;
“ -Temperatür,
-H+ iyon yoğunluğu,
-Işık,
-İyonların karşılıklı etkisi,
-Bitkinin büyümesi vs.” diye sıralayabiliriz.
Bitki gövdesi
Bitki köklerinde yaşanan bir dizi işleme benzer işlemler gövde üzerinde da cereyan etmekte. Zira yavru hücrelerin plumula bölgesinin kökün tam ters istikamet yönünde gelişmesiyle birlikte gövde meydana gelmektedir. Bir anlamda radikula kök için ne ise, plumula da gövde için aynı şey demektir. Sonuçta her ikisi de bitkiye gelişme ivmesi kazandıran unsurlardır.
Gövdenin içyapısı periderma (koruyucu doku), kabuk ve merkezi silindirden ibarettir. Gövde kısımda ikinci büyüme kambiyum hücrelerin bölünmesiyle hız kazanıp akabinde ikinci kabuk (soymuk dokusu) teşekkül eder. Soymuk dokusu genel itibariyle soymuk parankiması, kalburlu borular, arkadaş hücreleri, salgı hücreleri ve süt boruları gibi birçok unsurların yer aldığı bir donanıma sahiptir. Bu bölge daha çok kış mevsiminde besin depo etmek için vardır. Kambiyumun merkeze doğru olan hücrelerinde oluşan ikinci ksilem ise odun denmektedir. Özellikle çift çenekli bitkilerin ksilem kısmında trake, trakeid, odun lifleri ve odun parankimasının yer aldığı donanım mevcut olup, söz konusu hücre grupları bitki gövdesinin mukavemetini sağlayan odunsu kısmı inşa etmektedir. Hatta şiddetli rüzgârlarla devrilen ağaç gövdelerinin kırılmaması yukarıda bu hücre gruplarının varlığı sayesinde dayanıklı kalabiliyor. İkinci kısmın doku sisteminde ise parankima hücrelerin öz kolları sahne alır. Bilindiği üzere bir çenekli bitkilerde genel itibariyle odunsu doku mevcut değildir.
Bitki gövdesinin dış yapısı otsu ve odunsu olmak üzere iki kategoride incelenir. Gövdenin dış şemasını ortaya koyan hiç kuşkusuz üzerindeki dallanmalardır. Nasıl ki kök üzerinde ki çıkıntılar kök için ne ise bitkinin dış kısmında yer alan uzantılar da gövde için bir başka dallanma çeşididir. Nitekim bu dallanma kendini monoploid ve simpodial dallanma şeklinde gösterir. Mesela monopoidal dallanma da gövdenin gelişmesi ana eksen üzerinde seyrederken, simpoidal dallanmada ise gövdenin ana ekseni daha çok toprak yüzeyi veya toprak altı yönünde bir gelişme kaydedilir. Dolayısıyla birinci dallanmaya kavak, kestane, ıhlamur, ceviz türü top ağaçlar, ikinci dallanmaya fındık türü ağaççıklar ve kuşburnu türü gibi bodur çalılar örnek verilebilir. Bu arada sırası gelmişken gövdelerle ilgili bilgilere değişim gövdelerini ekleyebiliriz. Şöyle ki; bazı gövdeler metamorfoza uğrayarak asli hallerinden uzaklaşabiliyorlar. Bunlar özellikle yeraltında yumru halde bulunup, ancak toprak üzerindeki tomurcuklarıyla ayırt edilebilen gövdelerdir. O halde bu tür gövdelere rizomlar (yeraltı gövdeler-halk dilinde Süleyman mührü), tuber (yumru gövdeler), bulb (soğan gövdeler), diken gövde, sukulent (etli gövde) ve sülük gövdeyi örnek verebiliriz.





En son dedekorkut1 tarafından C.tesi Ağus. 28, 2021 8:17 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:20 pm

                           BİTKİ HAYATI VE YAPRAKLAR
       SELİM GÜRBÜZER

       Bilindiği üzere gövde üzerinde çıkıntıların büyümesiyle birlikte yapraklar oluşur.  Bir yaprak dikkatle incelendiğinde her iki yüzeyinin görünüm bakımdan eşit olmadığı fark edilecektir. Dış kısmı koyu renk, yumuşak ve parlak olup iç kısmı ise tam aksine solgun ve aynı zamanda koruyucu tüylerle kaplıdır. Dahası iç taraf daha çok yaprağın nefes alıp vermesi için vardır, dış bölüm ise güneşle işbirliği içerisinde besin üretimine katkıda bulunmak için vardır. Nasıl ki kanımızda dolaşan oksijen vücudumuzun enerjisini ateşlemek için sahada cansiperane bir halde varsalar, aynen öyle de yaprak tüyleri ve adına stoma denen gözeneklerde nefes almamız için sahada varlardır. Bu yüzden yaprakları bitkinin akciğerleri olarak nitelendirebileceğimiz gibi dünyanın en devasa gıda fabrikası olarak da nitelendirirsek pekte abartmış sayılmayız.  Hem değil kâinatta yaratılan tüm canlıların gıdasını karşılamak, bizatihi tüm bitkiler bile kendi ürettikleri yapraklardan gıdasını karşılamaktalar. Hem kaldı ki yapraklar bünyesinde bulundurdukları klorofil maddesi sayesinde sürekli şeker imal etmekteler de. Hele bilhassa yaprakları fotosentez olayında kimya laboratuarı görevi yapan bir mekanizma olarak düşündüğümüz de her ne kadar bu fabrikanın mekanik aksanı ve tüten bacası olmasa da güneşten gelen fotonları (enerji parçası) sentezleyen klorofilin varlığı ne demek istediğimiz noktasında meramımızı anlatmaya yeter artar da.   Nitekim kloroplastlar yaprak içerisinde yüklendikleri misyonları itibariyle ışığı daha da optimum düzeyde kalmalarını sağlayaraktan vazife icra etmekteler. Öyle ki icra edecekleri faaliyetlere uygun enzimlerin en yoğun şekilde mitokondri ve kloroplastlarda bulunması bunu teyit ediyor. Hakeza pürivik asit reaksiyonları ve son oksidasyon safhası (ETS)’na ait tüm enzimlerin mitokondrilerde yer alması da öyledir.  
      Anlaşılan o ki klorofil maddesi fotosentez olayına bir anlam katarak yaprağın yeşil kanı olmaktadır.        
       Yaprağın dış görünümündeki yüzeye iyiden iyiye bakıldığında üzerindeki ince ve kalınlı damarları görmek mümkün. Yaprağın daha da içyapısının derinliğine inildikçe de en dışında üst epidermanın varlığını görürüz, altında ise alt epiderma yer alır, bu yapının kalbi pozisyonunda ise gözenek denilen stomalar bulunur. Zira stomaların yaprağın alt epidermasında konumlanmış olanına hipostomatik yapraklar, en üste konumlanmış olanına epistomatik yapraklar, hem alt hem de üste bulunanlara ise amfistomatik yapraklar olarak adlandırılır.  Yaprağın üst ve alt epiderma kısmında yer alan bölüm ise mezofil olarak addedilir.  Yaprak üzerinde ki damar ağları da iletim kanalları olarak bilinir. Stomalar hangi isimler altında anılırsa anılsınlar sonuçta bütün mesaisini bitki hayatına nefes aldırmak için harcamaktalar.  Böylece bu sayede bitkilerin en fazla solunum yapan merkez üssünün yaprak içerisin konumlanmış stomalar olduğu gerçeğini bir kez daha idrak etmiş oluruz. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; odunlaşmamış otsu bitkilerde epiderma yerine periderma, stoma yerine ise bir başka versiyonu diyebileceğimiz lentisel (kovucuk) yer alarak bu işin vazifesini icra etmiş olurlar.
       Anlaşılan o ki, yaprağın iç âlemi hoş olduğu gibi dışı da bir hoş elbet. Dış kısmının avantajı seyredenler açısından gözü önünde olmasıdır, iç kısmı malum mikroskobik incelemeyle ancak seyri âlem eylenebilmekte.   Madem öyle şimdi birazda gözümüzle görebileceğimiz yaprağın dış kısmı nasılmış birazda onu seyri âlem eylemiş olalım. Gerçekten de en dış kısımlarını seyreylediğimizde yaprak ayası, yaprak sapı (petiyol) ve yaprak ekseniyle (tabanı) karşılaşırız.  Karşılaştığımız yaprağın yaprak tabanına göz attığımızda ise her iki yanında yer alan çıkıntı denile stipula (kulakçık) ile karşılaşırız. Sanmayın ki karşılaştığımız her bir görsellik durağan halde,  yapraklarda tıpkı kök ve gövde de olduğu gibi yapraklar içinde metamorfoz (başkalaşım) söz konusudur. Nitekim epidermis hücrelerinin farklılaşmasıyla tüy, stoma emirgensler oluşur. Dolayısıyla metamorfoz yapraklar; diken yaprak, depo yaprak, sülük yaprak,  kapan yaprak, tomurcuk yaprak ve çiçek yaprak gibi isimler altında incelenirler. Ayrıca yapraklar papiller yönden inceleneceği gibi koruyucu tüy, savunucu tüy, tırmanıcı tüy, emici tüy, salgı tüy bakımdan ve emergens tip yönünden de tasnif edilerek incelenirler. Mesela tüy yönünden sınıflandırılan yapraklar tüylü yapraklar başlığı altında incelenmesi bunun bariz örneğini teşkil eder. Kaldı ki yaprakları tasnifleyerekten inceleyip altından çıkamasak da ya da yapraklar hakkında en son söylenilecek söz bulamasak da şu bir gerçek her bir yaprak demetinin sözün bittiği noktada gövde üzerinde ki diziliş estetikleri bile her şeyi izah etmeye yeter elbet. Başımızı gömdüğümüz kumdan yerden bir kaldırıp şöyle bir ağaç gövdesi üzerinde kollarını semaya uzatmış dalların uç kısımlarına bir baktığımızda insanın aklını başından alacak derecede yaprak halkalarının etrafında ustaca bir mimarinin elinden çıkmış bir halde adeta bir gelinin boynuna takılmış gerdanlık misali takılmış kolye hallerini ve dizilişlerini göreceğiz demektir. Hatta bu noktada botanikçilerin bu söz konusu ustaca gerdanlık misali dizilmiş yaprak kolyelerinin iz düşümleriyle ekseni arasında birbirini izleyen iki yaprak arasındaki açıyı ‘divergens açı’ olarak nitelendirdikleri bilgisine ulaştığımızda başımızı gömdüğümüz kumdan daha da bir bambaşka açıdan uyanmamıza vesile olacaktır.  Ve bu isimle nitelenen divergens açı yaprak diziliminin ta kendisi bir gösterge olarak dikkat çeker de.  Hem böylesi bir görsellikle nasıl dikkat çekmesin ki,  bikere işin içinde iyi planlanmış mimari ve matematiksel hesaba dayalı bir dizilim söz konusudur. Nitekim bu dizilimin bu açısı D (divergens) = P (gövde üzerinde kat edilen tur) / N (toplam yaprak sayısı)  matematik formüle edilir de. İşte bilim adamlarınca ortaya konan bu formülden hareketle yaprakların birbirlerine olan uzaklık ve açılarının değişmediğini fark etmiş oluruz. Yani bu dizilişler ister dairevi tarzda olsun, ister sarmal şekilde olsun her halükarda birbirlerinin ışığına mani olmayacak şekilde dizilirler. Hatta birçok yaprağın birbirlerini gölgelendirmek adına dalların ucuna toplanmaları da apayrı insanı hayretler içerisinde bırakacak türden ilahi kaynaklı bir tasarımdır. Öyle ya, kâinatta var olan hiçbir şeyde tesadüfe yer olmadığına göre yaprak diziliminde de aynen tesadüfe yer olmayıp bilakis belli bir matematiksel program dâhilinde yaprak dizilimlerinin gerçekleştiğini gözlemlemekteyiz.  Belli ki yapraklarda kendi hal lisanlarıyla Allah’ın ipine sımsıkı sarılın fermanının gereğini yaparaktan bitki gövdesinin kolları arasında bir plan dâhilinde dizilmek zorundalar da. Gerçekten bu diziliş şekline bakıp geometrik oranların yaprak dallarına yansıdığını fark ettiklerinde Yüce Yaratıcıya olan bağlılıkları daha da artmaktadır. Ama tek başına bağlılıkta yetmez, bağlılığı pekiştirmekte gerekir. Öyle ya,  Afrika’nın Sirenayka (Cyrenaica) bölgesinde bir yerde palmiye yapraklarından camii inşa edildiğine göre, haydi haydi biz aciz kullar olarak da bu noktada kalbin inşası içinde  ‘Allah’ adını çokça zikrederekten manen inşa olabiliriz pekâlâ.  
        Evet, yaprakların insanı hayretler içerisinde bırakacak bizim nice bilmediğimiz harikulade marifetleri söz konusudur. Düşünsenize her bir yaprak değim yerindeyse bir elde kırk hüner sahibi marifet ehli gibi bir tutum sergilemekteler. Merak bu ya, madem yapraklar bu denli maharet ehlidirler, o halde onca iş arasında hiç terlemezler mi? Hiç kuşkusuz ki bunun cevabı biyoloji kitaplarında terleme olarak tanımlanan transpirasyon hadisesinde gizlidir. Nitekim Biyoloji kitaplarını karıştırdığımızda bitki içerisinde dolaşım halde seyreden suyun bir takım şartlara bağlı olarak yaprak üzerinde buharlaştığı gözlemlenir ki,  işte bu gözlenen ter boşalması hadisesine transpirasyon (terleme) denmektedir.  Derken bu tariften de anlaşıldığı üzere terlemenin bitki için serinlemek olduğunu idrak etmiş oluruz. Zira sıcaklık arttıkça veya havadaki nisbi nem oranı düştükçe buharlaşmanın da o nisbette yükseldiğini fark ederiz.  Hiç kuşkusuz transpirasyon olayında en önemli görevi stomalar ifa etmektedir. Şöyle ki, bitkinin buharlaşmasına yönelik faaliyetlerde gerektiği durumlarda stomalar kapak görevi yapıp açılmalı ki buharlaşmayla birlikte su kaybı gerçekleşebilsin. Hatta bunun tam tersi olarak, yani bitki hücreleri aşırı susuzluktan dolayı alarm verdiğinde stomalar yine kapak görevi yapıp bu kez kapağını kapatmalı ki bitki hücrelerinde aşırı su kaybına karşı önlem alınmış olsun. Böylece her iki durumda da bitkinin ölüm riskine karşı tedbir alınmış olur. İşte stomaların bu otokontrol mekanizması adeta bir can simidi olup sonuçta bitki hayatının hayatta var olma mücadelesinin devamına yaramaktadır.  Kelimenin tam anlamıyla bir yandan suyun stoma hücrelerine girerek yaprağın turgor hale gelmesiyle birlikte stomanın açılmasına neden olurken diğer yandan transpirasyonla stoma hücrelerin osmotik değeri diffuzyon basıncı eksikliği oluşturacağından stomanın kapanmasına yol açar. Anlaşılan o ki stomanın bu açılıp kapanma özelliği sayesinde her bir bitki için denge unsuru olmaktadır.  Mesela bazı bitkiler vardır ki iklim şartlarına göre tavır alabiliyor. Zira Meksika’da kuş yuvası yosunu (Selaginella lepidophylla) adlı bir bitki senelerce yağmur yağmadığı halde yaz kış demeden bir bakıyorsun adeta yıllara meydan okuyup ayakta kalabiliyor. Hele söz konusu kuş yuvası yosunu kurak havalarda hayati fonksiyonlarını yitirme riskine karşı kendi kabına çekilmek zorunda kalınca da bir bakıyorsun yapraklarını kahverengi-sarı karışımından ibaret bir saman topu haline gelir bir vaziyete bürünebiliyor.  Keza aynı kuş yuvası yosun nemli ortamla buluştuğunda bir bakıyorsun bu kez anlık bir refleksle etrafa yayılıp bir bambaşka güzellikte görünüme bürünebiliyor. Öyle ki bu görünümü sayesinde insanların konakladığı evlerin balkonlarına, bahçelerine, vitrinlerine süs bitkisi olarak kendine yer edinebiliyor.  Hele insanlar tarafından bu türün zaman içerisinde daha da önemi fark edilip görücüye çıktıkça böylesi hava durumuna göre hem apar topar toplanabilme özelliğine sahip hem de yayılabilme kabiliyetine sahip olma özelliği onun ününe ün katmaya devam edecek gibi gözüküyor da.
       Şayet bitki âleminde su kaybı riski olmayan bitkiden söz edeceksek fitoplanktonlar bunun en ideal tipik örneğini teşkil eder.  Ki, fitoplanktonların hayatı hep su içerisinde geçtiği içindir terlemeksizin tüm faaliyetlerini sürdürebiliyorlar. Bilindiği üzere fitoplanktonlar sadece alglerde bulunur. Dolayısıyla fitoplanktonlarında tıpkı diğer bitkiler gibi klorofil içermesi halk dilinde su yosunları olarak bilinen alglerle birlikte aynı bitki kategori grubunda yer alırlar. Derken bu arada su içerisinde yaşayan bitkilerin karadakilerden farklı yanının solunumlarını bütün vücut yüzeyleriyle gerçekleştirmiş olduğunu fark etmiş oluruz.  
       Her neyse tüm bu fark edişlerimizle birlikte bitkilerde genel itibariyle su kaybına yol açan hadiselerin arka planında yatan ana etken unsurları maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz:
Bitkilerde su kaybı olayları
1-Buhar halinde:
-Transpirasyon
-Evaporasyon
2-Sıvı halinde:
-Eksudasyon
-Gutasyon
Terleme (Transpirasyon) üç şekildedir:
-Stomodial terleme,
-Lentisel terleme,
-Kutikular terleme.
Stomanın açılıp kapanmasına etki eden faktörler:
Işık- Uzak kırmızı ışık, ultraviyole ışık ve yeşil ışık stomaların kapanmasını sağlarken mavi ışık ise açılmasını sağlar.
Kloroplast- Osmotik değeri oluşturması sonucu stomaların açılmasını sağlar.
          PH durumu- Yeterli miktarda K (potasyum) alan bitkilerde terlemenin azalmasıyla birlikte ister istemez ortamda PH durumu devreye girecektir.
Transpirasyonu etkileyen faktörler:
-Kök gövde oranı ne kadar büyük olursa transpirasyon da o ölçüde artacaktır.
     -Bitki yaprakların toplam alanı ne kadar büyük olursa o oranda total transpirasyon gerçekleşir.
         -Havada nem oranı ne kadar yüksekse transpirasyon da o ölçüde düşük seviyelerde kalır.
                            BİTKİYE HAYAT VEREN DÖNGÜLER
 
        Dünyamız ilk başlangıçta alev almış yekvücut büyük bir kütle parçasıydı dersek yeridir. Nitekim big-bang patlamasıyla oluşan evrenimizden kopan dünyamızın zaman içerisinde soğuyaraktan taş kesilmesi neticesinde yeni bir süreç başlar. Derken zaman içerisinde bir kütle halinde taş kesilen dünyamızın okyanuslardan ayrılarak kıtalar oluşturması, akabinde kıtaların hammaddesi diyebileceğimiz kayaçların parçalanmasıyla birlikte ince kum (mil) ve tortul tabakalar halinde yeryüzümüz şekillenmiş olur. Anlaşılan o ki; dünyamızın başlangıçtaki ilk görünümü top şeklinde tek bir kütleden ibaretti. Ta ki Jeolojik devir boyunca biyojeokimyevi döngüler birbiri ardına devridaim eyledikçe tek kütle halinde ki dünyamız yeni bir çehreye bürünmek suretiyle yerini çeşitlenmeye bırakacaktır.  Böylece jeolojik devirler boyunca biyojeokimyasal döngüler zincirlemesine devridaim eyledikçe bilim adamları oluşan tüm dönüşümleri;  
 -Gaz tipinde döngüler,  
 -Sediment ve tortul kayaç tipi döngüler şeklinde, yani nükseden oluşumlar iki grup başlığı altında mercek altına alacaklardır.  
 Bilindiği üzere gaz tipinde döngü içerisine giren pek çok elementlerin kaynağı atmosferdir. Tortul kayaçların tabakalarında cereyan eden döngülerin kaynağı ise çökelmiş sedimentlerdir.  Nitekim jeolojik devirlere ait sedimentlerin katılaşmış tabakaları arasında fosilleşmiş canlıların biyolojik incelemeleri yapılaraktan da bir bakıma hayatın sırları çözülmeye çalışılıyor. Derken hayatın ne anlama geldiğini öğrenilmeye çalışıldıkça mikroskopta hücre içerisinde görülemeyecek kadar jelatinimsi, saydam, yapışkan ve aynı zamanda enerjisini güneşten alıp atmosferdeki karbondioksiti ayrıştırma kabiliyetine sahip pek çok protoplazmik yapılarla karşı karşıya kalınmakta. Dahası protoplazmik yapılar muhteşem sıvı görünümü bir yana bağrında taşıdığı bir dizi elemanlarıyla bilim adamlarının dikkatinden kaçmaz da.  Zaten bilim adamlarının dikkatinden kaçmış olsaydı protoplazmanın hidrojeni su içerisinden nasıl kopardığını ya da karbon hidratları nasıl elimine ettiğini ya da ayrıştırılması zor olan birtakım bileşiklerden nasıl besin üretildiğinden bihaber olunacaktı.  Bikere adı üzerinde protoplazma, yani tek bir hücrede canlı hayatının özeti diyebileceğimiz bir yapıdan söz ediyoruz Ki, bu muhteşem yapıda bir hayat tohumu kodludur. Üstelik bu hayat tohumu okyanusun derinliklerinden tutunda yeryüzü ile gök kubbe arasında var olan tüm canlıların hayat protoplazmasıyla uyum halde bile. Bu hayat protoplazmalarından en bilinenlerinden olan amipler tek hücreli canlıların en tipik misalini teşkil eder.  Düşünsenize Amip gibi nice bir hücreli canlıların çok hücreli canlılarda ki gibi ağız, yemek borusu ve mide gibi organı olmamasına rağmen bir bakıyorsun kendine özgü yapılarıyla aç kaldıklarında değim yerindeyse bir şekilde rızkını temin edebiliyorlar.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  canlı cansız her şeyi yarattığı gibi rızkını da yaratmakta, o halde arayan aradığı rızka kavuşur da.
 Peki, iyi hoşta yaratılan her canlı sadece rızık peşinde mi koşar, elbette ki üreyip çoğalmakta ister,  yaratılan tek hücreli bir canlıda olsa tıpkı bir amip gibi bölünüp iki ayrı amip şeklinde çoğalıp neslini devam ettirmek isteyecektir.  Yani ikiyle de kalınmayıp bu iki yavru hücrenin de bölünüp dört ünite olacak şekilde çoğalmaları gerçekleşecektir. Böylece bizde bu arada tüm canlılarda yaşanan üremenin numune-i imtisal diyebileceğimiz bir küçük prototip örneğini amip üzerinde görmüş oluruz.  Ne diyelim işte görüyorsunuz besbelli ki hayatın kaynağı protoplazma örneğinden hareketle yeryüzünde neşvünema bulan bitkiler yönüyle de hayatın iki ana temel kaynağa bağlı olarak sürecin işlediğini görüyoruz. Ki,  bu iki temel faktör bitki hayatında:
-Enerjinin tek yönlü akış kaynağı olan güneş faktörü olarak,
-Bir takım Biyokimyasal reaksiyonların oluşturduğu döngü faktörleri olarak yer almaktadır
     Düşünebiliyor musunuz herhangi bir bitki hücresi bir bakıyorsun hem kendisi için, hem de diğer canlı hücreler için gerekli gıdayı temin etmek adına güneş ışınlarını kullanabilme mahareti sergileyebiliyor. Anlaşılan o ki; Mutlak Hayat Sahibi Yüce Yaradan yarattığı hücreyi öyle mükemmel bir donanımıyla güç takat vermiş ki tüm kimyasal bileşikler hücre içerisinde döngüsünü gerçekleştirip ayrışabilsin. Böylece birbirine zincirlemesine bağlı en küçük birimden en büyük birime varan tüm bitki ve hayvan âleminde vuku bulan biyokimyasal döngüler sayesinde topyekûn olarak kâinat dengesi sağlanmış olur.  Belli ki evrende biyokimyasal döngü biyotikten abiyotiğe, abiyotikten biyotiğe doğru bir eksen üzerinde seyri âlem eylemekte.  İşte böylesi yer altı, yer üstün ve atmosferde konumlanan  tüm elementlerin birbirleriyle karşılıklı olarak girdikleri kimyasal  reaksiyonların neticesinde ortaya çıkan tüm çember oluşumları Biyojeokimyasal döngüler olarak adlandırılırlar.
                                      Toprakta azot dönüştüren organizmalar
      Bilindiği üzere C (karbon) , H (Hidrojen) ve O (oksijen) bitkilere doğrudan alınabilirken, N (azot) ise ancak dolaylı yoldan alınabiliyor. Zira azot devresinde kaynak atmosfer olurken, fosfor devresinde kaynak jeosfer tabakasında yer alan kayaçlar olmaktadır. Kaynak ne olursa olsun sonuçta bitki kökleriyle emilen azotlu bileşikler bir şekilde iletim elemanları vasıtasıyla bitkinin en uç noktalarına kadar taşınabiliyor.
       Havadaki atmosfer kaynak olur da yeryüzünü oluşturan toprak kaynak olmaz mı? Elbette ki olur. Kaldı ki toprağa, kaynağın ötesinde bereketlenme manasına doğurgan toprak olarak da bakarız. Her ne kadar toprak deyince fiziki manada organik ve inorganik maddelerin karışımı bir madde akla gelse de kültürel anlamda her daim o bizim gönlümüzde toprak ana olarak yer edecektir hep.   Yine de konumuz gereği toprağa analitik gözle baktığımızda bağrında taşıdığı karışım maddelerinden organik olanını canlı artıklar içerdiğini, inorganik olanının ise kaya parçalarının toz haline gelmiş maddeler olduğunu fark ederiz. Şu da bir gerçek toprağa asıl canlılık katan bitkilerin çok uzun zaman içerisinde çürümesiyle oluşmuş ve organik artıklardan oluşmuş koyu renkli humus toprağından başkası değildir elbet.  Öyle ki humus faktörü toprağın bir yandan havalandırılmasını,  drenajını artırırken ve su tutma kapasitesini artırırken diğer yandan da hem toprak içerisinde faaliyet gösteren mikroorganizmalara besin temin etmekte hem de bitkilere gıda olmaktadır. Bu demektir ki çürümüş canlı varlıkların cesetleri bile israf edilmiyor, bilakis toprağı doğurgan hale getirip bereket katmaktalar.  Dahası bazı bakteriler sadece inorganik gıdalarla beslenmesine rağmen büyük bir kısmı gıdalarını dışarıdan organik yoldan diyebileceğimiz ölmüş canlıların cesetlerinden (saprofit bakteriler) ya da konakçı yoldan (asalak bakteriler) alıp beslenmeye koyulurlar. Bu arada bazı bakteriler için asalak ifadesi kullanılması onların lüzumsuz varlıklar olduğu anlamına gelmez. Nitekim bir kısım bakteriler toprakta ciddi manada azot birikimi sağlarlar. Şöyle ki;  toprak altında bazı bakterilerin nitrojen (azot) döngüsünde oynadıkları rol itibariyle biyolojik hayata önemli ölçüde katkıda bulunurlar. Bitkiler ise genel olarak nitrojeni  (azot)  nitrat (NO3-) ve nitrit (NO2-) halinde alıp, protein veya başka organik bileşiklerin yapımında kullanırlar.
        Toprakta ki azot bitki veya hayvan kaynaklı organik artıklar çürüme ürünü olmakla beraber bu ürünlerin bitkiler tarafından kullanılır hale gelmesi için bakteri faaliyetine ihtiyaç vardır.  Şöyle ki; organik artıkların çürümesiyle oluşan azot önce amonyak (NH3) halinde toprakta birikir, sonra biriken amonyak (NH3) topraktaki Nitrosomonas  (NO2) bakteri vasıtasıyla NO3- (Nitrat) haline getirilir. Daha sonra bitkiler dönüştürülmüş inorganik azotu doğal besin kaynağı diyebileceğimiz proteine çevirirler. Böylece bitkilerin ürettikleri besinlerle gıdalanan hayvanlar buna karşılık teşekkür mahiyetinde karbondioksit (CO2), nitrat ve fosfat gibi inorganik maddeleri organik hale çevirerek ikramda bulunurlar. İşte karşılıklı yardımlaşma bu ikili döngünün faaliyetlerinde kodludur.
        Hazır azotlu bakterilerden söz etmişken Bu arada toprak azot döngüsünü de maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:
         -Azot döngüsünün birinci aşamasında hayatı sona eren organizmalar toprağa geçmekteler.
        -İkinci aşamasında toprağa karışan çürümüş organik artıklar bir dizi parçalanma ve ayrışma işlemlerinden sonra açığa çıkan azotlu maddeler amonyak haline dönüştürülür.
        -Üçüncü aşamasında amonyağın Nitrosomonas ve Nitrobacter tarafından nitrat halinde oksidasyonu gerçekleştirilir. Ki; bu gerçekleşen oksidasyon olayı biyoloji bilimi literatüründe aerobik bakterilerin nitrata dönüşmesi anlamına gelen nitrifikasyon olarak tarif edilir. Bir başka oksidasyon olayında yine bir takım mikroorganizmalar vasıtasıyla nitrat ve nitrit bileşiklerinin aneorobik şartlarda nitröz oksit (NO2) ve azot (N) gazına dönüştürülmesi olayı görülür ki bu dönüşüm olayı da denitrifikasyon olarak tarif edilir.
        -Derken en son aşamada açığa çıkan azot gazının bir kısmının tekrardan geri alınmak kaydıyla atmosfere karışmasıyla birlikte tabiatın en karmaşık döngüsü diyebileceğimiz azot döngüsü tamamlanmış olur.  
     Hâsılı kelam bitki artıkları,  omurgalı ve omurgasızların toprağa karışan çürümüş organellerin parçalanmasıyla açığa çıkan organik azot, toprak ananın kucağına alınır. Organik azot burada mikroorganizmalarla parçalanmaya uğrayıp amonyak (NH3) oluşur. Akabinde amonyak (NH3)  nitrifikasyonla nitrata dönüşür. Derken nitrat bitki tarafından denitrifikasyona uğrayıp yeniden azot gazına dönüşür. Böylece azot devresi tamamlanmış olur.
                                         Simbiyotik (ortak)  azot bağlanması
     Bazı bakteri ve mavi-yeşil alglerin atmosferdeki nitrojeni (azot) tespit etme yeteneklerinin olduğu artık bir sır değil. Keza bir kısım bakteriler toprakta serbest yaşayıp azotu bağlayan bir fonksiyon üstlenirler. Hatta bir kısım bakterilerde özellikle baklagiller familyasına ait bitki köklerinin nodul (şişkinlik) hücrelerinde ortak yaşayıp bitki için gerekli olan nitrojeni temin ederler. Nitekim toprakta bulunan Rhizobium genusuna ait bakteriler genellikle baklagillerle simbiyoz (ortak)  yaşayıp havanın serbest azotunu fikse edebiliyorlar. Yani ortak yaşamanın gereği olarak nodul üzerinde azotun indirgenmesiyle oluşan amonyum yine nodul içerisinde aminoasitler haline dönüşmekte.  Anlaşılan o ki, nodülleşme olmadan bakterinin nitrojen üretmesi mümkün olmuyor. Çünkü bu tür döngü işlemler ortak işbirliği gerektirir. Madem öyle, sadece tabiat döngüsünde değil, beşeri hayatta da ortak işbirliği ve birliktelik şarttır dersek yeridir.  Her neyse, bu ve buna benzer işbirliklerin neticesinde mesela nodul içerisinde yer alan hemoglobine benzeyen kırmızı pigment (leghemoglobin)  maddesi Rhizobium baklagil kompleksinin ürünü olmanın ötesinde ayrıca bu ürünün azotun bağlanmasında çok önemli destekleyici etken unsur olarak katkıda bulunduğunu pekâlâ görebiliyoruz.  Hakeza baklagillerin kök düğümcüklerinden elde edilen yapı ve işlev bakımdan hemoglobin görevi ifa eden leghemoglobin ise daha çok oksijen taşınımın da katkı yaptığını söyleyebiliriz. Nitekim bu fonksiyonundan dolayı da kandaki hemoglobine  (kırmızı pigment) benzerliğine atfen adından leghemoglobin olarak söz ettirir.
      Malumunuz bilimsel çalışmalar hız kazandıkça toprak altı analiz çalışmalarında baklagiller dışında pek çok Alnus, Elaeagnus ve Casuarina gibi bitki türlerinin veya bazı buğdaygil bitkilerinde benzer faaliyetler içerisinde bulundukları tespit edilmiştir. Mesela buğdaygiller üzerinde azot fiksasyonunu spirillum lipoferum grubunda mikroorganizmaların yaptığı anlaşılmış olup, Rhizobium bakterilerin ise kök tüylerine girip enfeksiyon iplikçiği oluşturdukları gözlemlenmiştir. Yani iplikçik içerisinde bakteriler önce çoğalıp dışarı çıkarlar, sonrasında korteksin dış bölgesinde hücre bölünmeleri başlar, ardından bir düğümcük (nodül) oluşup kök yüzeyine gelinceye dek gelişme kaydederler. Sonuç itibariyle toprak altı faaliyetlerinde simbiyotik azot bağlanması nitrogenez enzimi ve ATP enerji döngüsü olarak damgasını vurduğu gibi gerek azotlu gübre masraflarının azaltılmasında, gerekse mineral azotlu gübrelerin imalatı ve kullanımı esnasında çevre kirliliğinin önlenmesinde de çok önemli katkı yaparak damgasını vurur. Böylece simbiyotik azot bağlanmasıyla çok büyük bir iş başarılmış olunur.  
  Hiç kuşkusuz ortak işbirliğinde bulunmanın bir başka örneğini mantar ve alg işbirliğiyle gerçekleşen liken oluşumunda da bunu gözlemleyebiliyoruz. Yani bu demektir ki mantar ve alg ikilisi bir arada olduklarında adından liken olarak söz ettireceklerdir. Nitekim algler bünyelerinde var olan klorofil maddesi sayesinde üretici konumunda olmaları hasebiyle klorofilden mahrum mantarları her halükarda besleyebilmekteler. Mantarlar da bu iyiliklerine karşılık boş durmayacaklardır elbet. Onlarda algleri belli bir zeminde sabit tutup köke benzeyen siller (kılcal organlar) vasıtasıyla su ve madensel tuzlar bakımdan destekleyerek katkı sunarlar.  Ne diyelim işte görüyorsunuz, gerçek manada ortak hareket etme, ortak akıl ve birbirinin eksiğini gediğini giderme denen hadise bu örnekte ziyadesiyle çok net bir şekilde mevcut zaten.
                                                         Nitrat redüktaz
        Nitrat (NO3) redüksiyonunda iş gören Nitrat redüktaz bir metalflavoprotein enzim olup yapısında bir redükte piridin nükleotidi (NADPH ve NADH) yer alır. Anlaşılan NADH, B3 vitamini olarak bilinen Niasinden sentezlenerek koenzim işlevi görmekte. Ayrıca indirgenmiş NADH formuna dönüşerekten de elektron taşıyıcılı görevi de üstelenir. Hakeza bu olayın bir başka versiyonu diyebileceğimiz Flavin adenin dinükleotid (FAD) ise, B2 vitamininden sentezlenerek koenzim işlevi görmekte. Bu arada prostatik grubu temsilen aktivatör olarak da molibden bulunur. Şöyle ki; elektronlar önce redükte piridin nükleotidinden FAD’e geçip indirgenmiş flavinadenin dinükleotid formu olarak bilinen FADH2 haline dönüşür. Sonra elektronlar FADH2 den molibdene geçip molibdeni indirger. Derken indirgenme işleminin akabinde elektronlar nitrata (NO3)  geçip, nitratı nitrit (NO2)  hale indirgerler. Sonuç itibariyle nitrat redüktaz faktörü sayesinde sitoplâzmada oluşan NO2 sitoplâzma alanı yapraksa kloroplastlara,  sitoplâzması kök ise proplastidlere taşınır. Derken NH4 oluşumuna ilişkin tüm olaylar bu organeller üzerinde sonlanmış olur.
                                          Azot Metabolizması
      Bu arada bitkinin alabileceği azot formlarını dört grup başlığı altında şöyle sıralayabiliriz:
       -Nitrat (NO3 ),
       -Amonyak (NH3),
       -Organik azot,
       -Moleküler azot vs.
                                              Nitrat ve Amonyak
       Bilindiği üzere amonyumun kaynağı baca gazları, volkanik püskürme ve orman yangınları olup, Nitratın kaynağı ise şimşek, ultraviyole ışınlar etkisiyle oluşan moleküler azot ve okyanuslardır. Dolayısıyla gelişmiş bitkiler azotu nitrat ve amonyak halde veya simbiyotik azot bağlanması yoluyla bünyelerine katmaktalar da. Bir başka ifadeyle bitkilerin çoğu azotu topraktan nitrat halde alırlar. Şöyle ki; redüksiyonun ilk aşamasında nitrat redüktaz katalizörlüğü ile nitrit (NO2 )   oluşmakta ve daha sonra elektron taşınım esasına göre HNO (hiponitrit) ve hidroksilamine (NH2OH) dönüşür, derken zincirin en son halkasında hidroksilamin,   amonyuma (NH4+)e çevrilip bu süreç bu şekilde tamamlanmış olur.
                                             Karbonhidrat metabolizması
    Karbonhidratların bitkiler üzerinde en önemli işlevi, fotosentez esnasında yakalanan ışık enerjisini kimyasal enerji şeklinde depo etmesidir. Karbonhidratlar genellikle moleküler yapıda ve halka varı yapıda bulunurlar. Mesela bu halkada karbon (C) atomunun sağlı sollu üst taraflarında OH (Hidroksil) ve selülozun β formuna benzer yapı taşları mevcuttur. Şayet 5 no'lu C atomuna bağlı olan OH grubu eğer sağda ise D-pozisyonunda konumlandığı, yok eğer solda ise L- pozisyonunda konumlandığı anlamına gelir. Karbonhidratlar sadece bulundukları konumlarıyla glikozun ihtiva ettiği sayı bakımdan da:
      “-Monosakkaritler,
      -Oligosakkaritler,
       -Polisakkaritler” şeklinde 3 ana bölümde incelenirler.
                                               Monosakkaritler
      En basit 3-C’lu monosakkarit olup bunlar;
      -Gliseraldehit
      -Dihidroksiaseton diye bilinirler. Ayrıca gliseraldehit ve dhidroksiaseton 3 C ihtiva ettiklerinden bunlara triozlar da denmektedir. Bu arada bazı bileşikler tarafından aldoz ve keto grupları kolayca oksitlenebildiklerinden bunlara indirgen gruplar denirken bu grupları içeren şekerlere ise indirgen şekerler adı verilir.
                                                     Polisakkaritler
       Bilindiği üzere çok sayıda monosakkarit içeren oligosakkaritlere polisakkarit denmekle beraber, bunlar gelişmiş bitkilerde ana dissakkarit veya sakkaroz olarak bilinirler. Ayrıca sakkaroz oluşumunda halka yapısına geçerken glikozun 1,5 C atomları arasında  (prinoz halkasında) oksijen köprüsü oluşmaktadır. Mesela bu durum früktoz için söz konusu olduğunda 2–5 C atomları arasında  (furanoz halkasında) cereyan ettiği şekliyle gözlemlenmiştir. Bir diğer önem taşıyan disakkarit ise nişasta ve selülozun kısmi parçalanma ürünleri olarak bilinirler. O halde polisakkaritlerin en dikkat çeken gözde elamanlarını şöyle sıralayabiliriz:
     -Nişasta,
      -Selüloz,
      -Pektik bileşikler.
                                                         Nişasta
      Nişasta glikoz birimlerinden oluşan düz bir polimer zinciri kabul edilirse de esasında adına amilaz ve amilopektin denilen iki polisakkaritten oluşmuştur. O halde yeri gelmişken amiloz ile amilo pektin arasında ki farkı maddeler halinde şöyle izah edebiliriz:
      -Amiloz glikoz birimleri düz bir polimer zinciri içermesine rağmen amilopektin dallanmış bir molekül görünüm arz eder.
      -Amiloz molekülünde sadece α (1→4)   bağı bulunurken, amilopektinin dallanma bölgelerinde hem α (1→4)    bağı, hem de α (1→6)   bağ tipi vardır.
       -Amiloz su da tam çözünürken, amilopektin daha az çözünür.
                                                      Nişasta sentezi
       Bilim adamı Haynes tarafından; patates ve bezelyede nişasta fosforilaz enzimin varlığı belirlenmiş ve daha sonra ki çalışmalar neticesinde ise ortamda nişasta fosforilaz enzim ve glikoz–1-P bulunduğu zaman glikoz moleküllerin primer hale geldiği fark edilmiştir.  Derken nişasta fosforilaz enziminin amiloz  α (1→4)  bağlarını koparması sonucu glikoz–1-P moleküllerini meydana getirdiği netlik kazanmıştır. Netlik kazana bu olaya fosforiliz reaksiyonu da denmektedir. Keza glikoz birimlerini primerlere   α (1→4)  bağları ile bağlayan bir diğer etken faktör ise uridin difosfat glukoz (UDPG) transglikozilaz enzimidir. Yine patateste  α (1→4)   glikozidik bağ oluşumunu katalize eden bir diğer başka faktör de D-enzimi olup, başlıca görevi melto dekstrinlerden gelen glikoz birimlerini çeşitli akseptörler (inorganik alıcılar) vasıtasıyla transferini katalize etmektir. Böylece bu enzimin nişastanın sentezinde etken bir faktör olduğunu fark etmiş oluruz. Tabii ki patates oluşumunda devreye giren unsurlar bunlarla sınırlı değil,  bilhassa patateslerde bulunan bir koenzim olan alfa lipoik asit sayesinde amilozu substrat olarak kullanıp bunun neticesinde amilopektin tip bir molekül oluşturabiliyor da. Madem öyle nişasta sentezinde rol oynayan dikkat çeken bir kısım enzimleri şöyle tasnifleyebiliriz;
      -Nişasta fosforilaz,
      -4DPG,
      -D-Enzimi,
      - Koenzim alfa lipoik asit.  
                                              Nişastanın parçalanması
      Elbette ki fotosentez sonucu elde edilen glikoz molekülleri glikoz olarak sabitlenmiyor, onu bir başka heyecanlı veya meşakkatli yolculuk daha beklemekte. Bsbeelli ki; glikoz molekülleri bu yolculuğunu daha çok bitkilerin soymuk boruları vasıtasıyla gerçekleştirmekte. Şöyle ki glikoz besi dokularına taşındıktan sonra yolculuğun son aşamalarına doğru yol güzergâhında bulunan levkoplastlar içerisinde bulunan bir takım enzimler tarafından polimerize olaraktan nişasta haline dönüşüp parankima hücrelerinde depo edilirler.
       Peki, iyi hoşta glikozun yolculuğu olurda nişastanın olmaz mı?  Elbette ki nişasta da glikozdan devr aldığı emanetle birlikte bir başka yolculuğa koyulmak için vardır. Şöyle ki nişasta ürünü yolculuğun ilerleyen safhalarında bir takım geçirdiği kimyasal tepkimeler sonucu oluşan ayrışmalarda en çokta   α  ve β  amilaz denilen iki meşhur enzimin etki alanına girerek yolculuğun devam ettirecektir. Keza bu iki enzimin dışında ayrıca nişasta fosforilaz enziminin de bu yolculukta çok büyük etki payı vardır. Zira söz konusu bu enzim  α (1→4)   glikozit bağını fosforilitik şekilde koparma özelliğine sahip olmanın yanı sıra nişastayı parçalayıp ayrıştıracak güce de sahiptir.  Bu durum tıpkı bakla yapraklarından ve patatesten izole edilen R enzimi ve bira mayasından elde edilen izoamilaz enziminde olduğu gibi hidroliz işlemleri gerçekleşmekte.
        Görüldüğü üzere ayrıştırma işlemleri hiçte sıradan rutin bir iş gibi gözükmüyor. Bilakis son derece iyi planlanmış bir program dâhilinde işler yürümektedir.  Mesela nişasta üzerinde öncelikle tam parçalanma ve ayrıştırma işlemlerinin yürüyebilmesi için  α (1→4)   bağının oluşmasını sağlayacak enzime ihtiyaç vardır. Ki; böylesi bir bağın oluşumunda izoamilaz enzimi bu iş için vardır zaten.  İcabında bu enzimde kâfi gelmeyebilir, gerektiğinde nişastanın tam parçalanmasıyla oluşacak maltozun da bitki tarafından kullanılabilir hale yönelik bir destekleyici maltoz enziminin katalize edici etkisine de ihtiyaç vardır. Yani bu enzimin desteği olması gerekir ki nişastanın ayrışmasından maksat hâsıl olabilsin. İşte bu noktada  α (1→4) glikozit bağa su (H2O) ilavesini gerçekleştirebilecek katalize edici enzimin  α ve β  amilaz olduğu anlaşılır. Tabii ki  β-amilaz bu işi yaparken amiloz molekülünün ucuna tutunup, bu moleküle ait maltoz birimlerini birer birer koparmak suretiyle bu işlemi gerçekleştirir. Şayet koparma işlemleri sonucu 3 glikoz molekül içeren maltotroizde tek bir zincir oluşmuşsa,  bu demektir ki oluşan tek halkalı zincir  β-amilaz enzimi sayesinde oluşmuş bir trisakkarittir. Ya da molekül diziliminde α (1→4) glikozit bağa α -amilaz amilopektin etki ediyorsa, bu durumda ister istemez nişastanın oligosakkarit ve dekstrinlere ayrılacağından söz edeceğiz demektir.
      O halde tüm bu bilgilerden sonra nişastanın parçalanmasında aktif rol oynayan önemli enzimleri genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:
      -Nişasta fosforilaz
       -R-enzimi
       -İzoamilaz
       -Maltoz  ( 1 mol α (1→4)    bağı ile birleşmiş 2 mol- D glikozdan oluşmuştur. Maltoz aynı zamanda nişastanın kısmi parçalanma ürünüdür)
       -α amilaz
       - β amilaz.
                                                                Sellüloz
       Sellüloz β (1→4) bağı ile bağlanmış glikoz birimlerinden oluşan yüksek molekül ağırlıklı ve düz zincirli bir polimerdir. Şöyle ki; selülozun enzimatik hidrolizinde (parçalanmasında) β (1→4) bağları rastgele yerlerden koparılmakta olup genellikle bu iş için etken faktör selülaz enzimidir (multi enzim). Böylece selüloz molekülü selülaz enzimi vasıtasıyla önce sellodekstrinlere sindirilir, sonrasında ise 2 glikoz biriminden oluşan sellobiyoza indirgenerek sindirilir. Sellobiyoz; selülozun kısmi parçalanma ürünü olmakla beraber aynı zamanda 1 mol  β (1→4)    bağı ile birleşmiş 2 mol- D glikozdan ibaret bir yapıya sahip bir moleküldür. Selülozun önemini ortaya koyan bir başka gerçek ise, onun kâğıt yapımı ve birçok endüstri kolların da kullanılmasının yanı sıra bitkilerin yapısında çok önemli   fonksiyonlar üstlenmesidir.
                                                  Pektik Bileşikler
      Pektik maddeler  α (1→4)  bağınIN hidroliziyle oluşan pektik bileşikleri poligalakturonaz enzimi ile katalize edilmekte olup, bitkilerde pektik maddeler üç ana başlık altında şöyle tasnif edilirler:
    “-Pektik asit (suda çözünebilen asit),
     -Pektin (kolloidal süspansiyon),
     -Propektin (çözünemeyen pektik maddeler).”
    Pektik asit takriben 100 galakturonik asit molekülünün  α (1→4)   bağı ile birleşmesinden meydana gelen dallanmamış molekül biçiminde kendini gösterir. Hatta bu söz konusu molekülün pektin ve propektin diye bilinen türevleri vardır. Pektin maddesi ise karboksil  (-COOH) gruplarından çoğunluğu metil grupları ile esterleşmiş halde kendini göstermekle beraber en fazla orta lamelde pektik asidin bir değişik türü diyebileceğimiz Ca ve Mg tuzları halinde biçimlenmektedir.
                                                      Calvin çemberi
  D-Riboz grup transfer reaksiyonlarında önemli bazı koenzimlerin yapı taşıdır.
     Calvin ve arkadaşları alg bitkileri ve radyoaktif karbondioksit üzerinde yapılan çalışmalar sonucu bir fotosentez ürünü olan fosfogliserik (PGA) asit molekülünün varlığını tespit etmişlerdir. Daha sonraki çalışmalar da ise karbondioksitin ilk bağlandığı maddenin ribuloz di fosfat  (RuDP) olduğu ve bunun sonucunda PGA’nın birleşmesini katalize eden enzim bulmuşlardır. Böylece buldukları enzime karboksidimutaz adını vermişlerdir.
       Şurası muhakkak fotosentezle birlikte karbondioksit bağlanması reaksiyonlarına pentoz fosfatları; beraberinde riboz–5 –fosfat, ksilüloz–5- fosfat(XYL-5P), ribüloz 5–6-fosfat, C7 Heptozlar (Sedoheptoloz–7-fosfat (S7P) ve sedoheptuloz–1, 7-difosfat) gibi elamanlarıyla birlikte katılırlar.
       Şu halde Calvin döngüsünü (Calvin-Benson döngüsü)  bölümler halinde incelediğimizde şu sonuçları elde ederiz:
       1-Ribuloz di fosfat (RUDP)’a karbondioksit (CO2)  ve su (H2O) eklenerek 2 mol 3 PGA meydana gelmektedir.
       2- Işık reaksiyonunda oluşan NADPH’ın sağladığı elektronlar ve ATP enerjisi kullanılarak PGA’nın 3- PGAL oluşum haline indirgenmesi sağlanır.
       3- Oluşan 3-PGAL moleküllerinin;
       3a) Bir kısmı kloroplastın dışına çıkarak heksoz fosfatlarını oluşturup, bunlar daha çok fruktoz, sakkaroz ve hücre çeperi polisakkaritlerin sentezinde öncül madde olarak iş görürler.
       3b) Bir kısmı kloroplast içerisinde nişastanın öncülüğünde heksoz fosfatlarını oluştururlar.
       3c)  Bir kısmı çember içerisinde oluşan reaksiyonlara girip Fruktoz 1-6 bifosfat (Fosfofruktokinaz) yolu ile ksilüloz–5-fosfat’a dönüşürler.
        3d) Bir kısmı ise Sedoheptuloz–7-fosfat (S7P) yolu ile riboz–5-fosfat ve ksilüloz–5-fosfat haline gelirler. Bu arada pentoz fosfatları birbirlerine bağlı olmadan ribuloz–5-fosfat oluştururken, oluşan Ribuloz 5-fosfat ise ATP tarafından fosforilize edilerek karbondioksiti yakalayan molekül diye bilinen ribuloz difosfat (RDP)  haline dönüşür.
                                  PENTOZ FOSFAT YOLU (PPP reaksiyonu)
     Pentoz fosfat yolunun önemini belirten özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
     -Glikozun parçalanma mekanizmasının oluşturulması,
     -Nükleik asit sentezi için gerekli olan Ribuloz–5-P sağlanması,
     -Sentetik reaksiyonlar için gerekli NADPH sağlanması,  
     -Lignin ve diğer hoş kokulu bileşiklerin sentezi için Eritroz-4-P oluşumun sağlanması.
    Bu arada  Pentoz fosfat yol haritasına baktığımızda şu oluşumları görürüz;
    Malumunuz ilk aşamasında, ya nişastanın parçalanması ile oluşan bir yapı oluşmakta ya da direkt fotosentez ürünü olarak ortamda bulunan glikozun terminal fosfat grubuna bağlanması sonucu bir başka yapı ortaya çıkmaktadır. Yani ortaya çıkan glikoz–6- fosfat molekülünün,  6 P dehidrogenaz tarafından okside olmasıyla birlikte fosfoglukonik asit ve NADPH2 gibi yapılar oluşur. Böylece reaksiyon sonunda indirgenmiş moleküller trioz fosfat denen 3 karbonlu şekere dönüşürler. Şöyle ki bunu glikozun, yani;
    “6 P Glikozun 6 P dehidrogenaz 6-Fosfoglukonik asit + NADP” şeklinde formüle edilir.
                         Tarafından oksitlenerek
   
         İşte formülden de anlaşıldığı üzere bir basit şekerin parçalanmasıyla glikoz oluşmakta, geriye kalan kısım ise karmaşık reaksiyonlar neticesinde Glikonat –fosfat’ın ribüloz 5-fosfata çevrilir. Her ne kadar bu iş için bir ATP harcansa da sonuç itibariyle bir fosfat grubu kazandırılarak ribuloz difosfat elde edilmesi büyük bir kazanç sayılır. Hatta bu molekül dışarıdan karbonla sentezlenerek şu oluşumlar gözlemlenir:
   1) 6-Fosfoglukonik asit 6 fosfoglukonik asit Ribuloz–5-P + NADP+ CO2” tarzında
                                         Dehidrogenez
döngünün devamı sağlanır.
                                             

    2) Riboz 5    →   ∑ XYL–5-P.
                                   Ri–5-P
    3)Xyl–5-P 2 karbonlu ketol grubunu + Ri–5-P’ a transferi ile transketolazlar katalizörlüğü ile Fruktoz–6-P +  eritroz-4P  
    4) S7P’ın üsteki 3 karbonlu kısmı + 3PGAld’de transfer eder transaldolaz etki ederek Fruktoz–6-P+Eritroz-4P  
    5)Eritroz–4-P+ XYL–5-P’tan 2 karbon birimi olarak trans ketolaz yardımıyla Fruktoz–6-P+3PGA.
    6) Oluşan Fruktoz–6-P reaksiyonla Glikoz–6-P’a dönüşüm gerçekleşir.  
                                            C–4 ve C–3 bitki türleri
       Nasıl ki radiokarbon,  karbon ondört (C–14) izotopuna istinaden isim alıyorsa, bir kısım bitkilerde karbondioksit redüksiyonu sonucu oluşan ilk ürün diyebileceğimiz 4 C’lu asite nispetle C–4 (karbon dört) ismi alırlar. İlk ürün 3 PGA’nın oluştuğu bitkilerde ise C–3 türleri diye adlandırılıp Gymnospermler, Pteridofitler, Bryofitler ve alg’lerden müteşekkil türler C–3 bitkileri kapsam alanına girerler.
                           C–4 bitkiler ile C–3 bitkileri arasındaki farklar
    -C–3 (karbon 3) türlerinde Warburg etkisi, C–4 (karbon 4) türlerine göre daha fazladır.
    -Karbondioksit redüksiyonunda 4 C’lu asitlerin oluştuğu bitkiler C–4 türleri olarak ortaya çıkıp, ilk ürün 3PGA’nın oluşturduğu bitkiler ise C–3 diye sahne alırlar. Mesela incelenen bütün Gymnospermler, Pteridofitler, Bryofitler ve Alglerin C–3 bitkileri oldukları görülmüştür. C–4 türlerin çoğu monokotil olup, bu arada dikotil türlerine bile rastlanılmıştır.    
         -C–4 bitki yapraklarında kalın çeperli, bol kloroplast ve mitokondri içeren hücrelerden oluşmuş bir yapı varken, C–3 bitkilerinde böyle bir yapı yok, ya da az gelişmiş halde vardır.
          -C–4 bitkileri genellikle aynı ortam şartlarında yetişip C–3 bitkilerine nispeten fotosentetik verim bakımdan daha etkendirler. Mesela Glikolikasit C–3 bitkileri hücreleri bünyesinde sentezlenirken, C–4'de ise yaprakların kın kısmında sentezlenirler. Hatta bunlara ilaveten C–4 bitki yapraklarının mezofil hücreleri üzerinde malik asit ve aspartik asitlerin oluştuğu gözlemlenmiştir.
           -C-4 bitkileri iki fotosentezli yol varken, C-3 bitkileri ise tek fotosentez yolu bulunur.
                                Karbondioksit reaksiyonunda C–4 dikarboksilik asit yolu
        C–4 metabolizması içerisinde yer alan karbondioksitin PEP karboksilaz enzimi katalizörlüğü öncülüğünde Phosphoenolpyruvate (PEP) ile birleşmesi sonucu oksaloasetik asit imal edilir. Hakeza malik asit oluşumun da ise malik asit dehidrogenezin çok büyük katalizör etkisi vardır. Anlaşılan hangi ürün neyle katalize edilirse edilsin bundan sonraki karbondioksit reaksiyonunun C–4 dikarboksilik asit yolu aşamalarında oksaloasetik asit, malik asit ve aspartik asit haline dönüşmüş tüm ürünler meydana gelecektir. Ayrıca Aspartik asit oluşumunda Amonyum (NH2) grubunun oksalo asetik aside bağlanması etken unsur olarak gözükür. Ki; bu olay bir amino asidin amino grubunun bir keto aside taşınması denen transaminasyon olayı olarak tanımlanır.  
 Kısaca bu olayı;
 Karbondioksit  + PEP       PEP karboksilaz  Oksaloasetik asit
                                             Katalize eder

 Oksaloasetik asit Malik asit dehidrogenez Malik asit  + Aspartik asit
                                Transaminasyon
şeklinde formüle edebiliriz de.
         Demek oluyor ki; karbondioksit maddesi öncelikle C–4 bitkilerin mezofil hücrelerine diffuzyon yoluyla stoma hücrelerin içerisine girdiğinde burada yer alan PEP karboksilaz enziminin etkisiyle karbondioksitin karbonu Malik asit ve Aspartik asitlerin COOH (karboksil) grubuna bağlanıp, hücrelerin protoplastını bağlayan plazmodermle birlikte kın hücrelerine geçilebiliyor. Hatta sadece geçmekle kalmayıp kın hücrelerinde cereyan eden bir takım reaksiyonların neticesinde oluşan asitler dekarboksile (karbondioksit kaybı) olmuş halde 3PGA halinde bağlanarak sakkaroz ve nişasta hâsıl olur. Ve bu olay Calvin döngüsü olarak tanımlanır. Bir başka ifadeyle kın hücrelerinde yer alan 4 karbonlu asitlerin karbondioksiti kayba uğramasıyla birlikte oluşan 3 karbonlu asitlerin yeniden mezofil hücrelerine dönüp bir döngü içerisinde başlangıçtaki PEP (Phosphoenolpyruvate) konuma gelmesi adından Calvin çemberi olarak söz ettirir.
       Hâsılı kelam;  kın hücrelerinde yer alan malik ve aspartik gibi 4 C’lu asitler uzun soluklu bir maraton koşusunun ardından dekarboksile olayı ile birlikte 3 C’lu maddeye dönüşüp başlangıçta ki PEP konumuna gelerek Calvin döngüsü tamamlanmış olmaktadır. Derken C–4 bitkileri Calvin döngüsü çerçevesinde mezofil hücreleri içerisinde bulunan PEP karboksilaz enzimi sayesinde 3PGA, sakkaroz ve nişasta gibi çok mühim hayati ürünlere kavuşurlar.
                               Crassulaceae asit metabolizması (CAM)  bitkileri
        Sikkulent bitki türlerinde stomaların gece açıldığı ve karbondioksitin ise malik asit halinde bağlandığı artık bilinen bir durum olup, bu tür karbondioksit bağlanması olayının yaşandığı bitkilere Crassulaceae asit metabolizması bitkileri adı verilir. Öyle anlaşılıyor ki Crassulaceae asit metabolizması (CAM)  bitkilerinde karbondioksit bağlanmasının ilk kararlı ürünü malik asit olduğu gözükür. Hakeza CAM bitkilerinde enzim bakımdan karbondioksitin bağlanmasını sağlayan faktörün PEP karboksilaz enzimi olduğu,  ışıkta ise Ribuloz di fosfat karboksilaz enzimi (RuDP) olduğu tespit edilmiştir.      
  Crassulaceae asit metabolizması (CAM)  bitkilerinde karbondioksit bağlanması    
        CAM bitkilerinde karanlık solunum evresinin ilk aşamasında glikozis solunum olayı olup,  bu olayla birlikte bir yandan nişasta ürünü parçalanırken diğer taraftan karbondioksite duyarlı PEP karboksilaz enziminin yardımıyla fenil pürivik asitle birleşip oksaloasetik asit halinde bağlanım gerçekleştirirler. Akabinde söz konusu maddeler Malat dehidrogenez/malik enzimi yardımıyla malik asite indirgenir. Hatta bu arada gecenin karanlığından ortalık aydınlanıncaya kadar indirgenme faaliyetleri hız kesmeyip bu sayede malik asit vakuolde birikimini sürdürür. Derken malik asit dehidrogenezle yeniden oksalo asetik asit dönüşümü vuku bulur. Tabiî ki bu olay burada sonlamış olmaz, dahası var. Şöyle ki; meydana gelen oksaloasetik asit bilhassa iki fotosentez yollu C-4 bitkilerinde en yüksek aktiviteye sahip olarak bilinen PEP karboksilaz enzimi yardımıyla dekorboksile olup karbondioksit ve PEP (Phosphoenolpyruvate)’i oluşturur. Böylece açığa çıkan karbondioksitin RuDP karboksilaz tarafından reaksiyona girmesiyle birlikte oluşan iki adet 3PGA molekülünün NADPH ve ATP vasıtasıyla indirgenip nişasta ve şeker haline dönüşür. Ki; yukarıda belirttiğimiz Calvin çemberinin bir başka cereyan ediş tarzı tahakkuk etmiş olur.
  Nişasta (karanlık) Glikozis PEP CO2 Oksalo asetik asit →Malik asit → Vakuol
       Malik asit(ışık) → Oksalo asetik asit→ PEP + CO2
          CO2 + Ribulaz–1,5-difosfat asetik asit  → 2PGA → NADP→   Nişasta
                                        ├         Calvin çemberi      ┤ATP

              Crassulaceae metabolizması (CAM)  ile C–4 bitkileri arasında ilişki:
-CAM ve C–4 türlerin her ikisi de karbondioksit bağlanması reaksiyonlarında PEP karboksilaz ve RuBP karboksilaz enzimlerini kullanırlar.
-C–4 türlerin reaksiyonları farklı yerlerde oluştukları halde CAM bitkilerinde (Crassulaceae asit metabolizması bitkileri)  en bariz ayırıcı oluş zamanları gece ve gündüzdür
        Hâsılı kelam; bu olayı karbondioksit (CO2) + Ribulaz–1,5-difosfat→ C4-dikarboksilik asit yolu şeklinde formüle ederiz.
                                                      Pentozlar
      En dikat çeken pentozları şöyle tasnifleyebiliriz:
      -D-Ksiloz,
      -L-Arabinoz,
     -D-Riboz,
     -Pentoz şekeri (2-deoksi-beta-D-Riboz).
      Bu arada unutmayalım ki D-Ksiloz ve L-Arabinoz,  ksilan ve arabanların yapı taşları olarak hücre çeperinin oluşumunda etkin rol oynarlar.
       Velhasıl-ı kelam; bitkiye hayat veren döngüler bu anlatılanlar sınırlı değil elbet,  dolayısıyla her bir döngü için derya-i umman döngüsü dersek yeridir. Biz bu derya içerisinde dilimizin döndüğü kadar ancak bu kadar yüzebildik. Şayet bu derya-i umman döngülerin anlatımında ve kavramlarını kullanım biçiminde sürçülisan ettiysek affola.
        Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:36 pm


BİTKİ HAYATI VE FOTOSENTEZ
SELİM GÜRBÜZER
Bir zamanlar tüm insanlık yeşil bitkilerin nasıl oluyor da inorganik maddelerden organik madde üretebiliyorlar diye hep merak edip dururlardı. Neyse ki fotosentez olayını keşfeden bilim adamı Priestley sayesinde bu merak giderilmiş oldu. Derken fotosentez hadisesinin stoplazmik organel olan kloroplastta cereyan ettiği idrak edilmiş oldu. Ve böylece fotosentez hadisesinde gerek ışık enerjisinin absorbsiyonu, gerek CO2 (karbondioksit) alınımı ve gerekse karbondioksitten karbonhidratların yapımı gibi bir dizi işlemlerin kloroplastlar içerisinde gerçekleştiği belirlenmiştir. Hatta birçok bilim adamları bunla da kalmayıp zaman içerisinde fotosentez mekanizmasının ışık ve karanlık devre olmak üzere iki aşamada gerçekleştiğini keşfetmişlerdir. İyi ki de keşfetmişler, bu sayede karasal alanları kaplayan tüm yeşil bitkiler ile okyanusun derinliklerinde yer alan alglerin toplam yılda takriben 100 milyar ton ağırlığında organik madde ürettiklerin ve böylece biyolojik âlemi dengede tuttuklarının bilincine varmış olduk. Nasıl ki odunu tutuşturduğumuzda belli bir sıcaklıktan sonra yanma tepkimesi olarak karşımıza çıkıp ve nihayetinde yanmış kömür ve formaldehit oluşuyorsa aynen öyle de oluşan formaldehit havadaki oksijenle de tepkimeye girdiğinde su, karbondioksit, karbonmonoksit, karbon ve azot açığa çıkar. Ki, açığa çıkanlar da ortama göre daha bambaşka tepkimelere girebildikleri gibi daha da karmaşık reaksiyonların başlatıcısı olabiliyorlar. Peki, bütün bunları niye anlatıyorsunuz derseniz odun hadisesinde olduğu gibi fotosentez olayının da başlangıcı itibariyle su ile karbondioksidin birlikte gerçekleştirdiği formaldehit ürününün bir tezahürü olduğunu vurgulamak içindir elbet. Nitekim başlangıçtaki bu ürünün polimerize olmasıyla birlikte nihayetinde 6 karbonlu şeker (heksoz) oluşur da. Öyle ya, yanmış odun oksijenle tepkimeye girdiğine göre formaldehitinde oksijenle tepkimeye girip farklı ürünlere dönüşmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Böylece bu işin temelleri atılmış olur. Peki, bu temel üzerine neler inşa olunmakta derseniz, hiç kuşkusuz temel niteliğinde glikozun asimilasyon (hazım) işlemini yapan bir takım organlarca polimerize edilip değişikliğe uğramasıyla nişasta, selüloz, yağ, protein ve organik asitler meydana gelir.
Bitkilerin fotosentez sonucu oluşan glikoz türleri genellikle şu isimler altında kategorize edilirler:
“1-) D-glikoz.
Örnek: Gentianoz; 2 mol glikoz ve 1 mol fruktozdan oluşmuştur. Aynı zamanda Gentianoz ve Rafinoz trisakkarit olarak bilinir.
2-) D-fruktoz
Örnek: Stachyoz; bitkilerde 2 mol galaktoz ve 1mol glukoz ve fruktozdan oluşmuştur. Aynı zamanda Stachyoz tetrasakkarit olarakta bilinmektedir. Fruktoz ile glikoz ve mannoz arasında ki en belirgin fark ise keto ihtiva etmesi, diğerinin ise aldoz ihtiva etmesidir.
3-) D-Mannoz.
4-) D-Galaktoz
Örnek: Galaktronik asit ve galaktoz. Her ikisi arasında fark ise Galaktronik asitte 6 nolu C atomunda karbinol grubu (-CH2OH) vardır. Galaktozda ise 6 nolu C atomunda (-COOH) karboksil grubu vardır. Böylece toplamda 4 adet heksoz bulunmaktadır.
Özellikle glikozun dönüşüm işlemleri esnasında aralarında birer su molekülleri oluşturmak suretiyle meydana gelen yaklaşık 20 civarında C6H10O5 gurubundan ortaya nişasta çıkar ki, işte açığa çıkan bu söz konusu nişastaya asimilasyon nişastası denmektedir. Ancak oluşan nişasta geceleri önceden açığa çıkardıkları su moleküllerini tekrar bünyelerine katıp glikoz pozisyonuna geçirir. Öyle anlaşılıyor ki, bitkilerde fotosentez olmaksızın ürün elde edilemiyor, elde edildiğini varsaysak bile o ürünün hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur diyebiliriz. Bu arada ilginç mi ilginç diyebileceğimiz öyle de bir ürün vardır ki; her ne kadar tarlada ekilip biçilen ürün cinsinden gözükmese de neredeyse tarladaki tüm mahsul ürünlere taş çıkaracak cinsten ve aynı zamanda tüm biyolojik nizama nefes olacak türden diyebileceğimiz o söz konusu ilginç ürün, oksijenden başkası değildir elbet.
Hiç kuşkusuz canlılık enerjisini güneşten almaktadır. Ancak bu demek değildir ki, enerji dönüşümünü sadece ve sadece güneş gerçekleştiriyor. Oysa güneş daha çok ışık kaynağı olmak için vardır. Zira fotosentez formülünde bitkinin enerji dönüşümüne baktığımızda bu enerji dönüşümünde sadece güneş rol almayıp fotosentez hadisesinde diğer birçok unsurlarında bir bütün olarak aktif rol aldıklarını görürüz. Keza insan ve hayvan için enerji nedir diye düşündüğümüzde ise sindirim sisteminde yer alan bir takım enzimler aracılığı ile gerçekleştiğini müşahede ederiz. İşte bu gerçeklerden hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki bilhassa bitkilerde fotosenteze katılan tüm unsurlar bir bütün olarak devreye girmeksizin enerji dönüşümlerin gerçekleşemeyeceğidir. Yani bu demektir ki, enerji dönüşümünde güneş tek başına bir anlam ifade etmez. İlla ki bitki hayatında fotosentezin gerçekleşebilmesi için bikere her şeyden önce güneş ışığının bitki hücrelerinin içerisinde var olan klorofil molekülleri tarafından absorbe (emilerek) edilmesi gerekir ki kimyasal enerji dönüşümü sağlanabilsin. İcabında bu da kimyasal tepkimeye giren maddelerin de bir takım moleküllere ayrışıp serbest halde oksijen açığa çıkmalı ki tam manasıyla enerji dönüşümleri gerçekleşebilsin. Öyle ki fotosentez hadisesinde bir yandan enerji dönüşümü gerçekleşirken diğer yandan hidrojende boş durmayıp NADP (Nikotinamid Adenin Dinukleotid Fosfat) molekülüne bağlanmakta, derken ortaya muazzam bir enerji ürünü ATP (Adenozin Trifosfat) molekülünün üretimi gerçekleşmekte. Kelimenin tam anlamıyla yeşil bitkiler önce güneş ışığından aldıkları enerji yardımıyla ve yaprağın içerisinde konumlanmış klorofil maddesinin sentezleme rolü sayesinde havanın karbondioksitini redükleyip organik besin üretilmesiyle birlikte güneş enerjisi kimyasal enerji haline dönüşür ki; bu olay Yüce Allah’ın kanunu fotosentez mucizesi olarak anlam kazanır. Nitekim bu mucizevî olay;
6CO2+12H2O → C6H12O16+ 6H2O + 6O2 şeklinde formüle edilir de. İşte bu şekilde formüle edilen Fotosentez hadisesi gerçekleşirken bu formülün işleyişini doğrudan etkileyen diğer faktörleri de unutmamak gerekir. Ki, o etken faktörler şu şekilde sıralayabiliriz de:
1-)Ortamsal faktörler,
-Işık,
-CO2,
-H2O,
-Temperatür (sıcaklık),
-Kimyasal madde ve mineral tuzların etkisi.
2-)Bitkisel Faktörler
-Yaprağın yapısı.
-Klorofil içeriği,
-Protoplazma hidrasyonu,
-Fotosentez ürünlerin birikimi,
3-) Fotosentezi etkileyen anatomik özellikler:
-Stoma yapısı,
-Kutikula,
-Epidermis kalınlığı,
-Sklerankima miktarı,
-Vasküler doku oranı vs.
Kemosentezle fotosentez yapan canlılar
Kemosentez olayı başlangıç itibariyle bakterilerle inorganik maddelerin işbirliğine dayalı mayalanma veya solunum faaliyetleri neticesinde ortaya çıkan organik madde üretim olayı olarak bilinir. Bir başka ifadeyle inorganik maddelerden organik madde üretilmesine kemosentez denmektedir. Tarif etmek iyi hoşta, ancak bu söz konusu alanda hangi bakterilerle işbirliği yapılmakta sorusu ister istemez aklımıza takılmaz da değil elbet. Nitekim bunun cevabı için mikrobiyoloji kaynaklarına başvurduğumuzda kemosentez olayında rol oynayan mikroorganizmalardan en dikkat çekenlerinin şu isimlerle karşılaşacağımızı görürüz:
-Nitrit bakteriler,
-Nitrat bakteriler,
-Demir bakteriler,
-Kalay bakteriler,
-Hidrojen bakteriler,
-Metan bakteriler.
İşte yukarıda sıralanan bu söz konusu bakteriler sayesinde organik bileşikler mayalanma veya solunum kademelerinin her bir aşamasında sentezlenme, parçalanma ve ayrışmalar neticesinde açığa çıkan enerji ve karbondioksitin (CO2’in) redüksiyona uğramasıyla birlikte asimilasyon olayı vuku bulur ki, bu olay biyoloji dilinde heterosentez olarak karşılık bulur da. Örnek mi? İşte propiyonik asit bakterileri bunun tipik misalini teşkil eder. Nitekim bu söz konusu bakteriler yaşadığı ortamda karbondioksiti (CO2’i) asimile ederekten gliserine ayrışması sonucunda serbest halde propiyonik asit üretebiliyorlar. Şayet karbon redüksiyonuna veya üretimine yönelik gerekli olan enerji başka yollardan değil de, sırf kimyasal tepkimeler kanalıyla sağlanırsa bu olay kemosentez olayı olarak karşılık bulur.
Fotosistem I ve Fotosistem II
Bilindiği üzere fotosentez hadisesinin kemosentez olayından farkı güneşten gelen ışığı kimyasal enerji haline dönüştürülmesi şeklinde (ATP ve NADPH şeklinde) cereyan etmesidir. O halde ışık deyip teğet geçmemek gerekir. Hem nasıl ışık deyip teğet geçilebilir ki, ışık bikere sadece fotosentez için değil insan için de çok büyük katma değerdir. Zira ışığın insan hayatında kültürel anlamda ilahi feyizlenmeyi hatırlatan bir değeri de söz konusu olduğu gibi biyolojik anlamda yediğimiz gıdalarda ışık kaynağının doğrudan etken unsur olması hasebiyle de kayda değerliği söz konusudur. Malumunuz biyolojik sistem ışık reaksiyonu bakımdan bir takım dalga boylarının uzunluğu veya kısalığına göre “Fotosistem I ve Fotosistem II” şeklinde boy gösterip reaksiyon verirler. Mesela elektronun uyarılmış tekli durumdan (yüksek enerji düzeyi durumu) uyarılmamış duruma dönüşmesi sonucu, yani bir diğer fotonun tetiklemesiyle absorbe edilmiş enerji dışarıya gerçek ışık olarak yansır ki, bu durum fen bilimlerinde “floresans olayı” olarak tanımlanır. Anlaşılan o ki, bir pigment molekülünün ışık yönünden uyarılmamış elektron çiftleri daima ters yönde dönüş yaparaktan sistem içerisinde sanki durakta bekler halde potansiyel güç olarak yerli yerinde ‘0’ olarak kalabiliyor. Hele ne zaman ki, bu potansiyel güçler bilhassa soğuk cisimlerde moleküler fotononun absorbe edilmesinin daha uzun bir dalga boyunda bir başka fotononun sistem sıfır noktasındayken fotonun tetiklemesiyle uyarılı verirler, işte o zaman floresans olayı gerçekleşecek demektir. Öyle ki fotosistem sıradan bir olay olmayıp son derece planlı “Biyolojik ışık sistem” olarak karşımıza çıkar. Nitekim Fotosistem I çerçevesinde ışık enerjisini taşıyan fotonların (paketçiklerin) klorofil tarafından emildiğinde daha yüksek enerji haline dönüştüklerini gözlemleyebiliyoruz. Akabinde mevcut yüksek enerji potansiyeli avantajıyla elektronların ferrodoksine iletildiğini gözlemleriz. Ferrodoksin de kendisine iletilen bu emaneti sitokrom-b6’ya devreder. Stokrom b6’da devr aldığı elektronu stokrom f’ye aktarır. Nitekim elektron zincir ağının dönüp dolaşacağı yer tekrar başlangıçtaki konuma gelmek olacaktır. Yani aslına rücu edip klorofil hale dönüşü gerçekleşir. Böylece geçirdiği döngü sayesinde zinde bir enerji kazanmış halde yeniden diriliş kodlarına dönmüş olur. Hiç kuşkusuz gündelik hayatta sıkça kullandığımız zinde güç ya da güç tazelemiş zinde hayat gibi kavramlar sadece insanoğluna has bir durum değil elbet. Hiç kuşkusuz aynı durum bitki içinde geçerli olup bünyesinde cerayan eden döngü serüvenleri tamamladığında açığa çıkan ADP molekülüne yeni bir fosfat bağı bağlanmasıyla birlikte güç tazelemiş bir halde bir anda ATP üreten enerji deposu haline gelebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla bunun adı yeniden güç tazelemek ya da enerji bakımdan bir üst enerjiye sıçramanın ta kendisi enerjik olma hadisesidir bu.
Şurası muhakkak uyarılmış tekli durumdan elektronun dönüş yönü her an değişebilir de. Bu durumda aynı eksen üzerinde dönen elektron bir süre daha tekli durumda (uyarılmış) kalır ki buna uyarılmış triplet adı verilir. O halde triplet konumunda uyarılmış elektronun diğer elektronun yanında bulunabilmesi için yine eski dönüş yönünü tekrardan kazanması gerekir ki, enerji taşınımı sonucunda “reversibl oksidasyon-redüksiyon” olayları gerçekleşebilsin. Ki gerçekleşecek olan bu olayda serbest radikallarin redüklenmesiyle de fotosentez olayında bunun adı NADPH+ enziminin oluşturduğu serbest radikal olarak karşılık bulur. Ve adına serbest radikal denen bu söz konusu NADPH’ın NADPH oksidaz ile oksitlenmesi sırasında vuku bulan hadise şu şekilde formüle edilir de:
Işık→ Pigment → Uyarılmış pigment →H2O + NADP+→ CO2 + NADPH + H+ tarzında formüle edilir. Hatta bu arada yapraklarda doğal bir hidrojen yakalayıcının bulunduğunu keşfetmiş biri bilim adamı olarak adından söz ettiren Robert Hill; izole edilen kloroplastların ortamda karbondioksit (CO2) olmadan bile oksijen üretebileceğine dikkat çekmiştir. İşte Robert Hill’in ortamı iyi koklayıp keşfettiği bu maddeler Ferrodoksin ve NADPH’den başkası değildir elbet. Dolayısıyla bu durumda H2O + NADP → ½ O2 + NADPH + H+ şeklinde oluşan reaksiyona Hill reaksiyonu denmektedir.
Plastidler
Bitki hücre sitoplâzmasının hayvan hücresinden en bariz farklı yanı içerisinde plastidlere sahip olmasıdır. Plastitler yapı olarak daha çok mitokondrilere benzemekte. Plastidlerin renksiz olanlarına levkoplast (lökoplast) denirken renkli olanlarına da kromatofor denilir. Yeşil bitkilerin ışık gören kısımlarının kromatoforlarında daha çok yeşil renkli klorofil taşıyan plastidler (kloroplastlar) mevcuttur. Bu yüzden kloroplastlar fotosentezin gerçekleştiği bölgelerin ta kendisi gözüyle bakılır. Bu söz konusu bölgelerde her renk ve her tonda ne yapılacaksa onun gereği için bütün sistem tam donanımlı bir şekilde donatılmış durumda. Öyle ki bu donanım sayesinde bitkiler de değişik renk ve desene sahip çiçekleriyle tüm âlemi selamlayıp kimi yeşil, kimi sarı, kimi kırmızı vs. renge bürünerek yaşadığımız coğrafyamıza renk kattıkları malum. Hiç kuşkusuz gözümüzü rengârenk büyüleyen bu hoş durum kromatoforların marifetiyle gerçekleşen renk cümbüşü hadisesinin ta kendisi hoş bir durumdur.
Bilindiği üzere kromatoforların sarı, turuncu veya kırmızı olanlarına kromoplast olarak adlandırılıp, kromoplastlarda kendi içinde karotin (turuncu), ksantofil (sarı) ve likopin (kırmızı) renk maddeleri diye tasnif edilip deyim yerindeyse bütün çiçek ve meyveler renklerini bu maddelere borçlular. Fakat bir kısım çiçeklerde vardır ki; meyve haline dönüşecekleri aşamalarda klorofillerini kaybetme eğilimine girdiklerinde olgunlaşma emaresi diyebileceğimiz tek tip kromoplast hale bürünmekteler. Keza bir kısım bitkiler de vardır ki toprak altı yumruları karanlıkta levkoplast halde iken bir anda ışıkla karşı karşıya kaldıklarında ancak kloroplast hale dönüşebilmekte. Nitekim patatesin toprak altında gün yüzüne çıktığında yeşillenmesi bu kabilden örnek olarak karşımıza çıkmakta.
Her neyse hazır renk oluşumlarından bahsetmişken pigmentlerin bileşik yapıları nasıldır üzerinde biraz durabiliriz. Örnek mi? Mesela karotenoidler; rengi sarıdan mora kadar değişen lipit yapıdaki bileşiklerdir. Dolayısıyla bu pigmentler domateste vs. gibi bitkilerde likopen adlı kırmızı pigment maddesinin türevi olarak kabul görür. Likopenin kapalı formülü ise C40H51 şeklinde doymamış hidrokarbon zinciriyle formüle edilir. Bilindiği üzere bitkilerde en çok bulunan karoten cinsi β- karotenoid olup bunun yanında değişik oranlarda α-karoten de bulunur. Hakeza sadece karbon ve hidrojenden oluşan karotenoid bileşiklerine ise karotenler denip, bu arada zincirin ek almış oksijen içerenine ise ksantofil denmektedir. Ayrıca ada yeşil yapraklarda bulunan karotenoidlerin ikinci kolu diyebileceğimiz ksantofil bileşikleri de; α–ksantofiller, β-ksantofiller (lutein), zeaksantin, β kriptoksantin ve violaksantin olarak gruplandırılır. Hatta bunlara ilaveten Richard H. Goodwin adında bir Amerikalı Botanikçi; klorofil ve karotenoidlerin aynı protein molekülüne eşdeğer diyebileceğimiz fotosintinin sisteme dâhil olmasıyla birlikte karmaşık bir bileşik yapı oluşturduklarını ortaya koymuştur. Hatta birçok araştırıcılarında karotenoidlerin fotosentez için belirli büyük dalga boyda ışık enerjisini absorbe ettiğinden dem vuraraktan absorbe edilen maddenin klorofil-a’ya aktarıldığından ve aynı zamanda fototropizmle bitkilerin fazla ışıktan korunaraktan gelişmelerini sürdürdükleri konusunda da fikir beyan etmişlerdir.
Bitkiye adını veren yeşil madde (klorofil)
Nasıl ki kana kırmızı renk veren molekül hemoglobin denen molekül maddesi ise hiç kuşkusuz bitkilere de yeşil rengini veren klorofil molekül maddesinden başkası değildir elbet. Ayrıca kloroplastlar içerisinde grananın stroma içine gömülmüş disk benzeri plakalar da vardır. Bu plaka oluşumu şu safhalardan geçerek, yani tilakoidler bir araya gelmesiyle granum, granumların bir araya gelmesiyle de granaların oluşumu gerçekleşir. Öyle anlaşılıyor ki yüksek bitkiler içerisinde yer alan pigment maddeler lamel sisteminin yoğunlaşma bölgeleri üzerinde üst üste gelip granum oluşturmaktalar. Kloroplastlar içerisinde granumun aralarını dolduran stroma adı verilen bir sıvı daha vardır ki, bu sıvı fotosentez olayında plaka oluşumunun ilk safhasında en küçük temel birim olan tilakoit zarını teşkil eden ve iç zar denen stroma lamellere ilaveten granüller, lipit damlacıkları, nişasta taneleri ve veziküllerin varlığı da söz konusudur.
Fotosentez olayında klorofilin birçok çeşidi hele devreye girmeye görsün, özellikle bunlar arasında adına klorofil-a ve klorofil-b denen iki ayrı pigment sistemi fotokimyasal reaksiyon oluşturduklarında rengârenk göz kamaştırır ürün olarak karşımıza çıkıverir de. Nasıl göz kamaştırmasınlar ki, baksanıza karışımızda iki türlü pigment sistemi var, bunlardan bir tanesi PS-I olarak bilinen klorofil-a maddesi, diğeri ise PS-II olarak bilinen klorofil-b maddesidir, elbette ki bu durumda göz kamaştıracaklardır. Genellikle bu göz kamaştırıcı bitki renklenmesi dünyasında “Pigment sistem I (PS-I)” kapsam alanına giren reaksiyonlarda ışık enerjisi karotenoidler tarafından emilerek klorofil b ve klorofil 653 vasıtasıyla P700’e devr olunarak renklenmeler tamamlanır. Diğer “Pigment sistem 2 (PS-II)” sahasına giren ışık enerjisi olayında ise mavi yeşil renkli fikobilin maddesi “klorofil-b” ve “klorofil-a 673” tarafından bağlandıktan sonra P700’e aktarılarak renklenmelerden maksat hâsıl olmuş olur. Mesela ışık altında pek çok oksitlenme olayının arka planında P700’e elektron veren maddenin stokrom f veya bakır içeren bir protein yapıdaki plastosiyanin olduğuna dair birçok delil vardır. Gelinen nokta itibariyle son görüşler; pek çok olayda yer alan elektronun stokrom f’den plastosiyanine aktarıldığı noktasında birleşir. Ayrıca Stokrom f’nin plastosiyanine verdiği elektronlar Plastokinon (PS-II) sistem kaynaklı veya sudan (H2O)’dan kaynaklı oksitlenme olduğu tahmin edilmektedir. Madem öyle bu oksitlenme bu elektron zincirini;
Sitokrom fe’ → plastosiyanin → –eP700 şeklinde özetleyebiliriz:
Peki, denklem iyi hoşta, belki aklımızın ucundan: “İyi hoş güzelde klorofilin bu kadar çeşitlenmesine ne gerek vardı, birçok olay tek başına üstlenilemez miydi” şeklinde bir mantık sorgulaması geçebilir de. Tabii ilk etapta böylesi bir mantık kurgusu akla yatkın gelse de kazın ayağı hiçte öyle değil. Çünkü bitkiler her ne kadar çok sayıda bağrında klorofil maddesi taşısalar da bir noktada tam kapasite yönünden tek başlarına kala kaldıklarında yetersiz oldukları gözlemlenmiştir. Besbelli ki bu noktada pek çok enzim ve ko-enzim desteğine de ihtiyaç vardır. Nitekim bir ışık kuantumun emilmesi veya bir elektronun serbest halde bir merkeze taşınabilmesi için değim yerindeyse mutlaka sağdan soldan işbirliği yapması gereken molekül gruplarına ihtiyaç vardır. Ki, söz konusu destek için gerekli sayıda en küçük molekül grupları fotosentetik birimler olarak adından söz ettirirler. İyi ki de tüm birimler tam kapasite halde destek vermekteler, böylece bu sayede bir elin nesi var iki elin sesi var misali kloroplast lamellerinde takriben 200-300’er gruplar halinde kümelenmelerin varlığı vuku bulur. Böylece oluşan bu kümeler güç oluşturaraktan bitki hayatına soluk aldırmış olurlar ki, bu kümelenmeye kuantozom adı verilir.
Şayet yukarıda bahsedilen pigment sistemlerine dışarıdan iki farklı dalga boyunda ışık enerjisi verilmesi durumunda fotosentez üzerinde birtakım etkiler oluşturduğu gözlemlenmiştir ki; bu görülen etkiye bilim adamı Emerson adına atfen kırmızı düşüş anlamına gelen Emerson etmeni denilir. Nitekim Emerson; bitki pigment sistemlerine yüksek dalga boyunda ışık verdiği zaman fotosentetik kuantum veri ölçümlerinde ciddi manada büyük bir azalmalar görmüş ve bu azalmayı kırmızı düşüş olarak nitelendirmiştir. Hani politik alanda sıkça kırmızıçizgiler denilir ya, bu olayda da ister istemez kırmızı düşüş hadisesi geçerli akçe olsa gerektir diye insanın düşünesi geliyor içinden.
Kırmızı alarm vermeyen normal bir kloroplastlar içerisinde ekseriya klorofil-a ve klorofil-b diye iki dalga boyu bulunur. Ki; klorofil a pigment maddesi 662 milimikron dalga boyu seviyelerde absorbsiyon yaparken klorofil b pigment maddesi ise 654 mikron dalga boyunda absorbsiyon yapmaktadır. Ayrıca bunlara ilaveten bilim adamı Bessel Kok tarafından 700 nm dalga boyunda absorbsiyon yapan bir klorofil tipi daha bulunmuş olup, bu pigment tipi P700 olarak kodlanmıştır. Peki, bilim adamı Bessel Kok pigment kodu bulur da Allen ve arkadaşları bulmaz mı, elbet onlarda hızını alamayıp 8 farklı tipte klorofil pigment tipini adeta tereyağından kıl çekercesine kodlayacaklardır. Söz konusu pigment elemanlarına klorofil a, klorofil b, klorofil c, klorofil d ve klorofil e olmak üzere buna fotosentetik bakterilerde bulunan bakteriyo klorifil-a, bakteriyo klorifil-b, bakteriyoklorofiller ve bakterioviridin (klorobium klorofil) türü pigment elemanlarını da dâhil edebiliriz pekâlâ. Anlaşılan o ki; klorofil pigment elemanlarının her biri genellikle spektrumun mavi ve yeşil bölgelerinde absorbe olup, β karoten maddesi ise en çok mavi bölgede absorbe olmakta. Ancak absorbe olan her bir maddenin fotosentez yoluyla aldığı ışığın şiddeti belirli bir sınırı aşarsa işte o zaman klorofilin katalizörlüğünde ister istemez fotooksidasyon olayı söz konusu olacaktır.
Şurası muhakkak değişik dalga boylarında faaliyet sergileyen birçok klorofil molekülü daha çok halka varı bir tetra (dört) pirolik yapıya sahip olmakla birlikte bu halkasal yapı merkezinde magnezyum (Mg) atomunun bulunmasıyla daha çok dikkat çekicidir. Keza prol halkaların birinde yer alan alkol bileşiğinin fitol zinciri de dikkat çeken bir bileşiktir. Klorofil molekülün türevi klorofil a ile b arasındaki fark daha çok C3 atomları üzerinde görülmekle birlikte diğer birkaç belirgin farkları maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz de:
-Klorofil a’dan atoma bir metil grubu bağlanırken klorofil b’den ise bir aldehit grubu bağlanır.
-Klorofil a 429 nm dalga boyunda özümleme yaparken klorofil b ise maksimum 453 nm dalga boyunda absorbsiyon yapar.
-Klorofil-a petrol eterinde çözünürken klorofil-b ise metil alkolde iyi çözünür.
-Klorofil-a’nın kapalı yapı formülü C55H72O5N4Mg tarzında formüle edilip klorofilin-b (C55H70O6N4Mg)’nin bu yapıdan tek farkı Mg atomunun merkezde yer almış olmasıdır. Merkezde yer alan Magnezyum atomuna da 4 nitrojen (azot) atomu bağlanarak halkalanmış olur. Nitrojen atomların çevresine ise karbon, hidrojen ve oksijen halkaları dâhil olur. Böylece zincirin tüm halkalarını bir bütün olarak baktığımızda oluşan dört karbonlu ve bir nitrojenden oluşan bu halkaya pirol halkası (C4H4NH) olarak anlam kazandığını görürüz. Şayet dört pirol birbirine zincirlemesine bağlanırsa bu durumda tetrapirol halkasından söz ederiz. Yok, eğer tetrapirol halkası kapalı bir halka görünümde ise o zaman bu halka dört metiliden (-CH=) köprüsüyle birbirine bağlı dört pirol anlamında porfirin den söz etmiş oluruz. O halde genel şematik olarak kloroil a ve klorfil b halkasını şöyle çizimleyebiliriz:
CH3

C
⁄⁄ \
Klorofil a


H – C ≡ O

C
⁄⁄ \
Klorofil b

Klorofilin kalbi Magnezyum atomu
Yukarıda sıraladığımız ayrıntılardan belki de en ilginç olanı magnezyum atomunun merkez gizemliliğidir. Her ne kadar uzun yıllar gizemliliğini korumuş olsa da bilimsel çalışmalar ışığında gelinen noktada magnezyumun artık klorofilin kalbi olduğu bilinen bir gerçeklik olarak sır olmaktan çıkmış durumda. Madem magnezyum adeta kalb motoru görevi yapmakta, o halde magnezyumu klorofilin merkezinde yer alan metal kompleks yapısında porfirin olarak tanımlayabiliriz. Nasıl ki kana hayat veren hemoglobinin hem grubundaki hem demiri (demir porfirin) bir canlı için ne kadar önem arz ediyorsa aynen öyle de magnezyum porfirin bileşiği de bitkiler için aynı ölçüde hayati fonksiyona sahip bir madde özelliği içermektedir. Nitekim kandaki demir porfirin oksijeni reversibl olarak bağlayıp solunumda çok önemli yapı taşı görevi ifa etmektedir. Bazı bakteriler hariç tüm canlılarda bulunan ve elektron taşıyıcı olarak da görev üstlenen, ATP üretiminde sorumluluk yüklenen ve aynı zamanda fotosentezde aktif rol oynayan bir diğer önemli metalloporfirin ise hiç kuşkusuz hemoprotein yapısında sitokrom’dan başkası değildir.
Kelimenin tam anlamıyla fotosentezle ilgili tüm olaylar bitkinin stoplazmik organeli olan kloroplastlarda cereyan etmektedir. Hiç kuşkusuz kloroplast hücreleri içerisinde en dikkat çekeni de bitkiye doğrudan yeşil örtü olan maddelerin en başında klorofil molekülünün geldiğini çok rahatlıkla söyleyebiliriz de. Esasen klorofil molekülü polar yapıda olup, yapısında hidrofilik bir porfirin ‘baş’ kısım ile lipofilik bir ‘kuyruk’ kısım bulunur. Kloroplastın en dışında ise iki membrandan oluşan bir zar tabakası bulunur.
Karbonun önemi
Bilindiği üzere tabiattaki karbon, C–12 (karbon on iki) olarak adlandırılıp, bu karbonun oksijenle birleşmesi sonucunda karbondioksit (CO2) meydana gelir. Karbondioksitin gerek bitki gerekse hayvan hayatında çok büyük önemi vardır. Bu yüzden biyolojik nizamın dengesinde C–14/C-12’ye oranının hem biyosfer döngüsü içerisinde hem de canlı organizma içerisinde sabit tutulması gerekir. Şurası muhakkak; karbon denge ayarının sağlanmasında ışık şiddeti çok büyük önem arz eder. İşte bitki organına özgü tayin edilmiş ve son derece bitki için çok öneme haiz bu söz konusu ışık şiddetine ışık kompensasyon noktası denmektedir. Mesela fotosentez hızının solunum hızıyla denkleştirilmesi durumlarında bir bakıyorsun ortamın CO2 yoğunluğuna paralel olarak bitki üzerinde bitkiye has CO2 kompensasyon noktası tezahür edebiliyor.
Bitkilerde NADP+ redüksiyonu
Bir bilim adamı Daniel Arnon; izole edilen kloroplastların ışık altında pirimidin nükleotidlerinin redükte edilebildiklerini müşahede etmiştir. Böylece edindiği gözlemler ışığında NADPH’nin fotosentez olayı neticesinde önemli bir enerji kaynağı olduğunu ve redükte pirimidinin ise nükleotid olduğunu fark edivermiştir. Öyle ya, madem optimal ortam şartlarında H2O, ADP ve P olduğunda NADP+ redükte olabiliyor, o halde bu olayı;
2ADP + 2P + 2NADP + 4 H2O → 2ATP +O2 + 2NADPH2 + H2O şeklinde formüle edebiliriz. Formülden de anlaşıldığı üzere ATP, NADPH2 ile birlikte asimilasyon olayına güç katmaktalardır.
Bilindiği üzere herhangi bir maddenin pozitif yükle yüklenirken o esnada negatif yük kaybına uğrayıp azalmasına redüksiyon denmektedir. Dilimizde ise malum redüksiyon indirgenme anlamında, yani oksidasyon olayının tam tersi bir kavram olarak ifade edilir. Redüksiyon olayı birtakım maddeler üzerinde cereyan ettiği gibi bitkiler üzerinde de an be an cereyan etmekte. Kaldı ki bu konuda bilim adamları kloroplast içerisinde yer alan bir proteinin NADP’yi redükte ettiğini tespit etmişlerdir. Hatta tespit etmekle kalmamışlar söz konusu proteini NADP redükte eden faktör diye tanımlamışlardır. Fakat daha sonraları bu tanımlanan faktörün demir içeren bir protein olduğu anlaşılınca o gün bugündür adı hep ferrodoksin diye anılmıştır. Böylece NADP+’nin Fd (ferrodoksin) tarafından redüksiyona uğramasında Fd- NADP+ redüktaz enziminin çok büyük bir rol oynadığı belirlenmiştir. O halde tüm bu bilgiler ışığında bitkilerde fotosentez olayı ile birlikte cereyan eden NADP+ redüksiyonunun:
“-Ferrodoksinin fotokimyasal reaksiyonu,
- Fd-NADP+ redüktaz tarafından Fd’nin yeniden oksitlenmesi,
-Fd-NADP+ redüktazın NADP+ ile birlikte yeniden oksitlenmesi” şeklinde bir dizi aşamalardan oluştuğunu belirtebiliriz.
Fotofosforilasyon
Bilindiği üzere ışık enerjisi yardımıyla ADP’ye bir fosfat bağlanarak ATP sentezlenmesi hadisesi gerçekleşir ki, n bu hadise fotofosforilasyon diye tarif edilir. Fotofosfiralasyon hadisesi de kendi içinde ışık reaksiyonlarının klorofilden kopan elektronun yeniden aynı klorofile dönüp dönmemesine göre de devirli ve devirli olmayan fosforilasyonlar olarak kategorize edilir. Nitekim bu noktada Daniel Arnon ve arkadaşları bir teori geliştirip izole ettikleri kloroplastların güneşten aldıkları ışık sayesinde 2 ATP oluşturacak şekilde sentezleyebildiklerini gözlemleyerek bu olaya devirli fotofosforilasyon adını vermişlerdir. Hakeza ikinci yöntem olarak da yaptıkları denemelerde klorofil a ve klorofil b’nin birlikte hareket edip klorofil a’dan kopan parçaların NADPH2 yapısına katılaraktan devirsiz fotofosforilasyonun vuku bulduğunu gözlemlemişlerdir. Derken devirsiz fotofosforilasyon reaksiyonun neticesinde 1 ATP ve 2 NADPH2 sentezi gerçekleştiğinin gözlemi yapılmıştır. Anlaşılan o ki; her iki olayda da ışık enerjisinden ATP sentezlenip kimyasal enerjiye dönüşebilmesi için illa ki hidrojen moleküllerini yapılandıran bir redükte edici maddeye ihtiyaç olduğunu fark ederiz. Aralarında en belirgin fark ettiğimiz bir şey daha var ki, devirli fotofosforilasyon reaksiyonları için gerekli olan enerji 1 ATP olarak sentezlenirken devirsiz fotofosforilasyon reaksiyonları içinse gerekli olan enerjinin 2 ATP olarak sentezlenerek karşılandığı gerçeğidir. Hakeza yine her ikisi arasında en bariz fark ettiğimiz bir şey daha var ki, o da devirli fotofosforilasyon hadisesinde klorofilden kopan elektron parçaları aslına geri dönüş yapabilirken devirsiz fotofosfıorilasyonda ise klorifile tekrardan geri dönüşün bir daha yapılamıyor olması gerçeğidir.
Kloroplastlar 680 nm dalga boyundan daha uzun dalga boylarında ışıklandırılmaya muhatap kaldıklarında H2O’dan elektron (e-) sağlayamadıkları için hem devirsiz fotofosforilasyonun faaliyetinin hem de NADPH2 oluşumun durdurulduğu gözlemlenmiştir. Ne zaman ki kloroplastlar 673 nm dalga boyunda sabit bir ışıklandırılmaya maruz kalır, işte o zaman devirsiz fotofosforilasyonun ve NADPH2 oluşumunun teşekkül ettiği gözlemlenmiştir. Böylece bu büyük buluşmanın neticesinde karbondioksit (CO2) redüksiyonu gerçekleşip, ATP daha etkin konuma gelebilmektedir. Dahası klorofil maddenin maharetiyle indirgenen karbondioksitle birlikte oluşan ATP ve NADPH2 oluşumu bir noktada bitkiye nefes aldırıp ortaya çıkan tüm ürünler bu büyük buluşma sayesinde karbonhidrat halinde redüklenmeye hazır vaziyet hale getirilmiş olunur. Kelimenin tam anlamıyla devirli fotofosforilasyon olayında herhangi bir madde teşekkül etmezken devirsiz fotofosforlasyonda ise tam aksine 2 NADP ve oksijen (O2) teşekkül etmektedir.
Hâsılı işin özü 680 nm dalga boyu üzerinde ışıklandırılan kloroplastların devirli olmayan fotofosforilasyonla faaliyetleri durdurulmuş olsa da her önü kesilenin mutlaka bir çıkış yolunun olacağı gerçeğini de unutmamak gerekir. Nitekim umutsuzluğun bittiği yerde PS-I sistemi umut olup, bir anda kloroplastların etkin bir hale gelmesine yetebiliyor. Böylece PS-I’in 680 nm üstü dalga boyunda uyarılan elektronlar P700’den elektron tutucu olarak bilinen ferrodoksine (Fd)’e geçmesi sağlanır. Ferrodoksin ise aldığı elektronları sitokrom b6’ya veya plastosiyanina aktarır. Derken buradan stokrom-f ve plastosiyanin vasıtası ile elektronlaı en nihai varacağı menzil P700’i durağı olur. Bir başka ifadeyle ferrodoksin NADP+’ye elektron aktaramadığı için değim yerindeyse yol güzergâhını değiştirip kendi bünyesinde tuttuğu elektronları sitokrom b6’ya veya plastosiyanine aktarması neticesinde en nihayetinde elektronlar P700 menziline ulaşmış olurlar. İşte tam bu esnada gerçekleşen ATP sentezinin ya Ferrodoksin ve Sitokrom-b6 arasında ya da Sitokrom-b6 ile sitokrom-f sentezi arasında gerçekleştiği düşünülür. Hem hangisi arasında ATP sentezi gerçekleşirse gerçekleşsin sonuçta her iki durumda da cereyan eden hadise devirli fotofosforilasyon olarak adından söz ettirmiş olunur.
Şurası muhakkak fotosentezin karanlık reaksiyonlarında ışığa ihtiyaç duyulmaz. Sadece fotosentez sonucunda ışığın kimyasal enerjiye dönüşmüş hali daha sonraki aşamalara hazırlık olsun diyebileceğimiz karbon devri reaksiyonlarında kullanılmak üzere 1 ATP, 2 molekül NADP ve Hidrojen (H) şeklinde deveran eylenir. Ve deveran eyleyen fotosentezin vuku bulduğu karanlık reaksiyonlarında bu iş için gerekli kloroplast matriksinde sitokrom enzimleri bulunur. Nitekim Amerikalı Biyokimyacı. Melvin Calvin tarafından karbondioksitin kloroplastın stroma bölgesi üzerinde cereyan eden reaksiyonları karbon devri reaksiyonları olarak değerlendirilip karbon devrinin son halkasında oluşan ürünlerinse glikoza çevrildiğini gözlemlemiştir.
Devirsiz fotofosforilasyon
Bilindiği üzere ışık reaksiyonlarında ışık ve su olmazsa olmaz şartlar arasındadır. Yani her ikisi de mutlaka gereklidir. Işık evresinde asla karbondioksit kullanılmaz. Dolayısıyla bu noktada devirsiz fotofosforilizasyonda iki ışık reaksiyonun varlığının tahmin edildiğini söyleyebiliriz.
Tahmin edilen birinci ışık reaksiyonunda; fotonu bünyesine alan klorofil-a enerjik durum kazandığında elde ettiği enerjinin bir elektronunu ferrodoksine transfer ettiği ve böylece ferrodoksin de başım gözüm üstüne deyip bağrına basacağı elektronu NADP molekülüne gönderecektir. İşte tam bu gönderme işlemleri esnasında bağrında taşıdığı ferrodoksin enzimi sayesinde NADP molekülünü hidrojen iyonuyla sentezleyip NADPH2 üretilir. Derken suyun iyonlaşması sonucu (fotoliz) kazanılan hidrojenler kullanılarak NADPH2 üretilmiş olur. Keza elektronların su kanalıyla ferrodoksine taşınmasıyla birlikte de hem ATP sentezi oluşmakta, hem de pigment sistemleri aktif hale gelmiş olur.
Şu bir gerçek elektronların fotosentezin karanlık reaksiyonlarda kullanılması ancak H2O’dan gelen elektronların tek yönlü olarak Fp (flavoprotein) enzimine ulaşmasıyla gerçekleşmekte. Yani söz konusu enzim NADP’yi redükte etmesiyle birlikte fitili ateşlemiş olur. İşte bu şekilde elektron alınımı ile gerçekleşen ATP sentezi olayı devirsiz fotofosforilasyon diye adlandırılır.
İkinci ışık reaksiyonda ise dışarıdan gelen fotonu emen klorofil-b maddesi enerjice fonksiyon kazanıp elde edilen kazanılmış elektronu bileşik moleküle taşır. Derken bu esnada klorofilden eksilen elektronun yerini su molekülünden gelen bir elektron karşılayıp reaksiyon sonunda oksijen açığa çıkmış olur.
Işıklandırılmış fotosentetik organizmalarda solunum ise iki şekilde olup, bunlar;
-Karanlıktakine benzer bir solunum,
-Fotorespirasyon (fotosolunum) mekanizması ile gerçekleşen solunum şeklinde kategorize edilirler. Normal solunum da malum gerek mitokondri vasıtasıyla gerek sitoplazmada fotoresprasyon için konumlanmış kloroplast vasıtasıyla ve gerekse peroksizom vasıtasıyla gerçekleşmektedir.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:38 pm

BİTKİYE HAYAT VEREN DÖNGÜLER
SELİM GÜRBÜZER
Dünyamız ilk başlangıçta alev almış yekvücut büyük bir kütle parçasıydı dersek yeridir. Nitekim big-bang patlamasıyla oluşan evrenimizden kopan dünyamızın zaman içerisinde soğuyaraktan taş kesilmesi neticesinde yeni bir süreç başlar. Derken zaman içerisinde bir kütle halinde taş kesilen dünyamızın okyanuslardan ayrılarak kıtalar oluşturması, akabinde kıtaların hammaddesi diyebileceğimiz kayaçların parçalanmasıyla birlikte ince kum (mil) ve tortul tabakalar halinde yeryüzümüz şekillenmiş olur. Anlaşılan o ki; dünyamızın başlangıçtaki ilk görünümü top şeklinde tek bir kütleden ibaretti. Ta ki Jeolojik devir boyunca biyojeokimyevi döngüler birbiri ardına devridaim eyledikçe tek kütle halinde ki dünyamız yeni bir çehreye bürünmek suretiyle yerini çeşitlenmeye bırakacaktır. Böylece jeolojik devirler boyunca biyojeokimyasal döngüler zincirlemesine devridaim eyledikçe bilim adamları oluşan tüm dönüşümleri;
-Gaz tipinde döngüler,
-Sediment ve tortul kayaç tipi döngüler şeklinde, yani nükseden oluşumlar iki grup başlığı altında mercek altına alacaklardır.
Bilindiği üzere gaz tipinde döngü içerisine giren pek çok elementlerin kaynağı atmosferdir. Tortul kayaçların tabakalarında cereyan eden döngülerin kaynağı ise çökelmiş sedimentlerdir. Nitekim jeolojik devirlere ait sedimentlerin katılaşmış tabakaları arasında fosilleşmiş canlıların biyolojik incelemeleri yapılaraktan da bir bakıma hayatın sırları çözülmeye çalışılıyor. Derken hayatın ne anlama geldiğini öğrenilmeye çalışıldıkça mikroskopta hücre içerisinde görülemeyecek kadar jelatinimsi, saydam, yapışkan ve aynı zamanda enerjisini güneşten alıp atmosferdeki karbondioksiti ayrıştırma kabiliyetine sahip pek çok protoplazmik yapılarla karşı karşıya kalınmakta. Dahası protoplazmik yapılar muhteşem sıvı görünümü bir yana bağrında taşıdığı bir dizi elemanlarıyla bilim adamlarının dikkatinden kaçmaz da. Zaten bilim adamlarının dikkatinden kaçmış olsaydı protoplazmanın hidrojeni su içerisinden nasıl kopardığını ya da karbon hidratları nasıl elimine ettiğini ya da ayrıştırılması zor olan birtakım bileşiklerden nasıl besin üretildiğinden bihaber olunacaktı. Bikere adı üzerinde protoplazma, yani tek bir hücrede canlı hayatının özeti diyebileceğimiz bir yapıdan söz ediyoruz Ki, bu muhteşem yapıda bir hayat tohumu kodludur. Üstelik bu hayat tohumu okyanusun derinliklerinden tutunda yeryüzü ile gök kubbe arasında var olan tüm canlıların hayat protoplazmasıyla uyum halde bile. Bu hayat protoplazmalarından en bilinenlerinden olan amipler tek hücreli canlıların en tipik misalini teşkil eder. Düşünsenize Amip gibi nice bir hücreli canlıların çok hücreli canlılarda ki gibi ağız, yemek borusu ve mide gibi organı olmamasına rağmen bir bakıyorsun kendine özgü yapılarıyla aç kaldıklarında değim yerindeyse bir şekilde rızkını temin edebiliyorlar. Nitekim Yüce Allah (c.c) canlı cansız her şeyi yarattığı gibi rızkını da yaratmakta, o halde arayan aradığı rızka kavuşur da.
Peki, iyi hoşta yaratılan her canlı sadece rızık peşinde mi koşar, elbette ki üreyip çoğalmakta ister, yaratılan tek hücreli bir canlıda olsa tıpkı bir amip gibi bölünüp iki ayrı amip şeklinde çoğalıp neslini devam ettirmek isteyecektir. Yani ikiyle de kalınmayıp bu iki yavru hücrenin de bölünüp dört ünite olacak şekilde çoğalmaları gerçekleşecektir. Böylece bizde bu arada tüm canlılarda yaşanan üremenin numune-i imtisal diyebileceğimiz bir küçük prototip örneğini amip üzerinde görmüş oluruz. Ne diyelim işte görüyorsunuz besbelli ki hayatın kaynağı protoplazma örneğinden hareketle yeryüzünde neşvünema bulan bitkiler yönüyle de hayatın iki ana temel kaynağa bağlı olarak sürecin işlediğini görüyoruz. Ki, bu iki temel faktör bitki hayatında:
-Enerjinin tek yönlü akış kaynağı olan güneş faktörü olarak,
-Bir takım Biyokimyasal reaksiyonların oluşturduğu döngü faktörleri olarak yer almaktadır
Düşünebiliyor musunuz herhangi bir bitki hücresi bir bakıyorsun hem kendisi için, hem de diğer canlı hücreler için gerekli gıdayı temin etmek adına güneş ışınlarını kullanabilme mahareti sergileyebiliyor. Anlaşılan o ki; Mutlak Hayat Sahibi Yüce Yaradan yarattığı hücreyi öyle mükemmel bir donanımıyla güç takat vermiş ki tüm kimyasal bileşikler hücre içerisinde döngüsünü gerçekleştirip ayrışabilsin. Böylece birbirine zincirlemesine bağlı en küçük birimden en büyük birime varan tüm bitki ve hayvan âleminde vuku bulan biyokimyasal döngüler sayesinde topyekûn olarak kâinat dengesi sağlanmış olur. Belli ki evrende biyokimyasal döngü biyotikten abiyotiğe, abiyotikten biyotiğe doğru bir eksen üzerinde seyri âlem eylemekte. İşte böylesi yer altı, yer üstün ve atmosferde konumlanan tüm elementlerin birbirleriyle karşılıklı olarak girdikleri kimyasal reaksiyonların neticesinde ortaya çıkan tüm çember oluşumları Biyojeokimyasal döngüler olarak adlandırılırlar.
Toprakta azot dönüştüren organizmalar
Bilindiği üzere C (karbon) , H (Hidrojen) ve O (oksijen) bitkilere doğrudan alınabilirken, N (azot) ise ancak dolaylı yoldan alınabiliyor. Zira azot devresinde kaynak atmosfer olurken, fosfor devresinde kaynak jeosfer tabakasında yer alan kayaçlar olmaktadır. Kaynak ne olursa olsun sonuçta bitki kökleriyle emilen azotlu bileşikler bir şekilde iletim elemanları vasıtasıyla bitkinin en uç noktalarına kadar taşınabiliyor.
Havadaki atmosfer kaynak olur da yeryüzünü oluşturan toprak kaynak olmaz mı? Elbette ki olur. Kaldı ki toprağa, kaynağın ötesinde bereketlenme manasına doğurgan toprak olarak da bakarız. Her ne kadar toprak deyince fiziki manada organik ve inorganik maddelerin karışımı bir madde akla gelse de kültürel anlamda her daim o bizim gönlümüzde toprak ana olarak yer edecektir hep. Yine de konumuz gereği toprağa analitik gözle baktığımızda bağrında taşıdığı karışım maddelerinden organik olanını canlı artıklar içerdiğini, inorganik olanının ise kaya parçalarının toz haline gelmiş maddeler olduğunu fark ederiz. Şu da bir gerçek toprağa asıl canlılık katan bitkilerin çok uzun zaman içerisinde çürümesiyle oluşmuş ve organik artıklardan oluşmuş koyu renkli humus toprağından başkası değildir elbet. Öyle ki humus faktörü toprağın bir yandan havalandırılmasını, drenajını artırırken ve su tutma kapasitesini artırırken diğer yandan da hem toprak içerisinde faaliyet gösteren mikroorganizmalara besin temin etmekte hem de bitkilere gıda olmaktadır. Bu demektir ki çürümüş canlı varlıkların cesetleri bile israf edilmiyor, bilakis toprağı doğurgan hale getirip bereket katmaktalar. Dahası bazı bakteriler sadece inorganik gıdalarla beslenmesine rağmen büyük bir kısmı gıdalarını dışarıdan organik yoldan diyebileceğimiz ölmüş canlıların cesetlerinden (saprofit bakteriler) ya da konakçı yoldan (asalak bakteriler) alıp beslenmeye koyulurlar. Bu arada bazı bakteriler için asalak ifadesi kullanılması onların lüzumsuz varlıklar olduğu anlamına gelmez. Nitekim bir kısım bakteriler toprakta ciddi manada azot birikimi sağlarlar. Şöyle ki; toprak altında bazı bakterilerin nitrojen (azot) döngüsünde oynadıkları rol itibariyle biyolojik hayata önemli ölçüde katkıda bulunurlar. Bitkiler ise genel olarak nitrojeni (azot) nitrat (NO3-) ve nitrit (NO2-) halinde alıp, protein veya başka organik bileşiklerin yapımında kullanırlar.
Toprakta ki azot bitki veya hayvan kaynaklı organik artıklar çürüme ürünü olmakla beraber bu ürünlerin bitkiler tarafından kullanılır hale gelmesi için bakteri faaliyetine ihtiyaç vardır. Şöyle ki; organik artıkların çürümesiyle oluşan azot önce amonyak (NH3) halinde toprakta birikir, sonra biriken amonyak (NH3) topraktaki Nitrosomonas (NO2) bakteri vasıtasıyla NO3- (Nitrat) haline getirilir. Daha sonra bitkiler dönüştürülmüş inorganik azotu doğal besin kaynağı diyebileceğimiz proteine çevirirler. Böylece bitkilerin ürettikleri besinlerle gıdalanan hayvanlar buna karşılık teşekkür mahiyetinde karbondioksit (CO2), nitrat ve fosfat gibi inorganik maddeleri organik hale çevirerek ikramda bulunurlar. İşte karşılıklı yardımlaşma bu ikili döngünün faaliyetlerinde kodludur.
Hazır azotlu bakterilerden söz etmişken Bu arada toprak azot döngüsünü de maddeler halinde şöyle özetleyebiliriz de:
-Azot döngüsünün birinci aşamasında hayatı sona eren organizmalar toprağa geçmekteler.
-İkinci aşamasında toprağa karışan çürümüş organik artıklar bir dizi parçalanma ve ayrışma işlemlerinden sonra açığa çıkan azotlu maddeler amonyak haline dönüştürülür.
-Üçüncü aşamasında amonyağın Nitrosomonas ve Nitrobacter tarafından nitrat halinde oksidasyonu gerçekleştirilir. Ki; bu gerçekleşen oksidasyon olayı biyoloji bilimi literatüründe aerobik bakterilerin nitrata dönüşmesi anlamına gelen nitrifikasyon olarak tarif edilir. Bir başka oksidasyon olayında yine bir takım mikroorganizmalar vasıtasıyla nitrat ve nitrit bileşiklerinin aneorobik şartlarda nitröz oksit (NO2) ve azot (N) gazına dönüştürülmesi olayı görülür ki bu dönüşüm olayı da denitrifikasyon olarak tarif edilir.
-Derken en son aşamada açığa çıkan azot gazının bir kısmının tekrardan geri alınmak kaydıyla atmosfere karışmasıyla birlikte tabiatın en karmaşık döngüsü diyebileceğimiz azot döngüsü tamamlanmış olur.
Hâsılı kelam bitki artıkları, omurgalı ve omurgasızların toprağa karışan çürümüş organellerin parçalanmasıyla açığa çıkan organik azot, toprak ananın kucağına alınır. Organik azot burada mikroorganizmalarla parçalanmaya uğrayıp amonyak (NH3) oluşur. Akabinde amonyak (NH3) nitrifikasyonla nitrata dönüşür. Derken nitrat bitki tarafından denitrifikasyona uğrayıp yeniden azot gazına dönüşür. Böylece azot devresi tamamlanmış olur.
Simbiyotik (ortak) azot bağlanması
Bazı bakteri ve mavi-yeşil alglerin atmosferdeki nitrojeni (azot) tespit etme yeteneklerinin olduğu artık bir sır değil. Keza bir kısım bakteriler toprakta serbest yaşayıp azotu bağlayan bir fonksiyon üstlenirler. Hatta bir kısım bakterilerde özellikle baklagiller familyasına ait bitki köklerinin nodul (şişkinlik) hücrelerinde ortak yaşayıp bitki için gerekli olan nitrojeni temin ederler. Nitekim toprakta bulunan Rhizobium genusuna ait bakteriler genellikle baklagillerle simbiyoz (ortak) yaşayıp havanın serbest azotunu fikse edebiliyorlar. Yani ortak yaşamanın gereği olarak nodul üzerinde azotun indirgenmesiyle oluşan amonyum yine nodul içerisinde aminoasitler haline dönüşmekte. Anlaşılan o ki, nodülleşme olmadan bakterinin nitrojen üretmesi mümkün olmuyor. Çünkü bu tür döngü işlemler ortak işbirliği gerektirir. Madem öyle, sadece tabiat döngüsünde değil, beşeri hayatta da ortak işbirliği ve birliktelik şarttır dersek yeridir. Her neyse, bu ve buna benzer işbirliklerin neticesinde mesela nodul içerisinde yer alan hemoglobine benzeyen kırmızı pigment (leghemoglobin) maddesi Rhizobium baklagil kompleksinin ürünü olmanın ötesinde ayrıca bu ürünün azotun bağlanmasında çok önemli destekleyici etken unsur olarak katkıda bulunduğunu pekâlâ görebiliyoruz. Hakeza baklagillerin kök düğümcüklerinden elde edilen yapı ve işlev bakımdan hemoglobin görevi ifa eden leghemoglobin ise daha çok oksijen taşınımın da katkı yaptığını söyleyebiliriz. Nitekim bu fonksiyonundan dolayı da kandaki hemoglobine (kırmızı pigment) benzerliğine atfen adından leghemoglobin olarak söz ettirir.
Malumunuz bilimsel çalışmalar hız kazandıkça toprak altı analiz çalışmalarında baklagiller dışında pek çok Alnus, Elaeagnus ve Casuarina gibi bitki türlerinin veya bazı buğdaygil bitkilerinde benzer faaliyetler içerisinde bulundukları tespit edilmiştir. Mesela buğdaygiller üzerinde azot fiksasyonunu spirillum lipoferum grubunda mikroorganizmaların yaptığı anlaşılmış olup, Rhizobium bakterilerin ise kök tüylerine girip enfeksiyon iplikçiği oluşturdukları gözlemlenmiştir. Yani iplikçik içerisinde bakteriler önce çoğalıp dışarı çıkarlar, sonrasında korteksin dış bölgesinde hücre bölünmeleri başlar, ardından bir düğümcük (nodül) oluşup kök yüzeyine gelinceye dek gelişme kaydederler. Sonuç itibariyle toprak altı faaliyetlerinde simbiyotik azot bağlanması nitrogenez enzimi ve ATP enerji döngüsü olarak damgasını vurduğu gibi gerek azotlu gübre masraflarının azaltılmasında, gerekse mineral azotlu gübrelerin imalatı ve kullanımı esnasında çevre kirliliğinin önlenmesinde de çok önemli katkı yaparak damgasını vurur. Böylece simbiyotik azot bağlanmasıyla çok büyük bir iş başarılmış olunur.
Hiç kuşkusuz ortak işbirliğinde bulunmanın bir başka örneğini mantar ve alg işbirliğiyle gerçekleşen liken oluşumunda da bunu gözlemleyebiliyoruz. Yani bu demektir ki mantar ve alg ikilisi bir arada olduklarında adından liken olarak söz ettireceklerdir. Nitekim algler bünyelerinde var olan klorofil maddesi sayesinde üretici konumunda olmaları hasebiyle klorofilden mahrum mantarları her halükarda besleyebilmekteler. Mantarlar da bu iyiliklerine karşılık boş durmayacaklardır elbet. Onlarda algleri belli bir zeminde sabit tutup köke benzeyen siller (kılcal organlar) vasıtasıyla su ve madensel tuzlar bakımdan destekleyerek katkı sunarlar. Ne diyelim işte görüyorsunuz, gerçek manada ortak hareket etme, ortak akıl ve birbirinin eksiğini gediğini giderme denen hadise bu örnekte ziyadesiyle çok net bir şekilde mevcut zaten.
Nitrat redüktaz
Nitrat (NO3) redüksiyonunda iş gören Nitrat redüktaz bir metalflavoprotein enzim olup yapısında bir redükte piridin nükleotidi (NADPH ve NADH) yer alır. Anlaşılan NADH, B3 vitamini olarak bilinen Niasinden sentezlenerek koenzim işlevi görmekte. Ayrıca indirgenmiş NADH formuna dönüşerekten de elektron taşıyıcılı görevi de üstelenir. Hakeza bu olayın bir başka versiyonu diyebileceğimiz Flavin adenin dinükleotid (FAD) ise, B2 vitamininden sentezlenerek koenzim işlevi görmekte. Bu arada prostatik grubu temsilen aktivatör olarak da molibden bulunur. Şöyle ki; elektronlar önce redükte piridin nükleotidinden FAD’e geçip indirgenmiş flavinadenin dinükleotid formu olarak bilinen FADH2 haline dönüşür. Sonra elektronlar FADH2 den molibdene geçip molibdeni indirger. Derken indirgenme işleminin akabinde elektronlar nitrata (NO3) geçip, nitratı nitrit (NO2) hale indirgerler. Sonuç itibariyle nitrat redüktaz faktörü sayesinde sitoplâzmada oluşan NO2 sitoplâzma alanı yapraksa kloroplastlara, sitoplâzması kök ise proplastidlere taşınır. Derken NH4 oluşumuna ilişkin tüm olaylar bu organeller üzerinde sonlanmış olur.
Azot Metabolizması
Bu arada bitkinin alabileceği azot formlarını dört grup başlığı altında şöyle sıralayabiliriz:
-Nitrat (NO3 ),
-Amonyak (NH3),
-Organik azot,
-Moleküler azot vs.
Nitrat ve Amonyak
Bilindiği üzere amonyumun kaynağı baca gazları, volkanik püskürme ve orman yangınları olup, Nitratın kaynağı ise şimşek, ultraviyole ışınlar etkisiyle oluşan moleküler azot ve okyanuslardır. Dolayısıyla gelişmiş bitkiler azotu nitrat ve amonyak halde veya simbiyotik azot bağlanması yoluyla bünyelerine katmaktalar da. Bir başka ifadeyle bitkilerin çoğu azotu topraktan nitrat halde alırlar. Şöyle ki; redüksiyonun ilk aşamasında nitrat redüktaz katalizörlüğü ile nitrit (NO2 ) oluşmakta ve daha sonra elektron taşınım esasına göre HNO (hiponitrit) ve hidroksilamine (NH2OH) dönüşür, derken zincirin en son halkasında hidroksilamin, amonyuma (NH4+)e çevrilip bu süreç bu şekilde tamamlanmış olur.
Karbonhidrat metabolizması
Karbonhidratların bitkiler üzerinde en önemli işlevi, fotosentez esnasında yakalanan ışık enerjisini kimyasal enerji şeklinde depo etmesidir. Karbonhidratlar genellikle moleküler yapıda ve halka varı yapıda bulunurlar. Mesela bu halkada karbon (C) atomunun sağlı sollu üst taraflarında OH (Hidroksil) ve selülozun β formuna benzer yapı taşları mevcuttur. Şayet 5 no'lu C atomuna bağlı olan OH grubu eğer sağda ise D-pozisyonunda konumlandığı, yok eğer solda ise L- pozisyonunda konumlandığı anlamına gelir. Karbonhidratlar sadece bulundukları konumlarıyla glikozun ihtiva ettiği sayı bakımdan da:
“-Monosakkaritler,
-Oligosakkaritler,
-Polisakkaritler” şeklinde 3 ana bölümde incelenirler.
Monosakkaritler
En basit 3-C’lu monosakkarit olup bunlar;
-Gliseraldehit
-Dihidroksiaseton diye bilinirler. Ayrıca gliseraldehit ve dhidroksiaseton 3 C ihtiva ettiklerinden bunlara triozlar da denmektedir. Bu arada bazı bileşikler tarafından aldoz ve keto grupları kolayca oksitlenebildiklerinden bunlara indirgen gruplar denirken bu grupları içeren şekerlere ise indirgen şekerler adı verilir.
Polisakkaritler
Bilindiği üzere çok sayıda monosakkarit içeren oligosakkaritlere polisakkarit denmekle beraber, bunlar gelişmiş bitkilerde ana dissakkarit veya sakkaroz olarak bilinirler. Ayrıca sakkaroz oluşumunda halka yapısına geçerken glikozun 1,5 C atomları arasında (prinoz halkasında) oksijen köprüsü oluşmaktadır. Mesela bu durum früktoz için söz konusu olduğunda 2–5 C atomları arasında (furanoz halkasında) cereyan ettiği şekliyle gözlemlenmiştir. Bir diğer önem taşıyan disakkarit ise nişasta ve selülozun kısmi parçalanma ürünleri olarak bilinirler. O halde polisakkaritlerin en dikkat çeken gözde elamanlarını şöyle sıralayabiliriz:
-Nişasta,
-Selüloz,
-Pektik bileşikler.
Nişasta
Nişasta glikoz birimlerinden oluşan düz bir polimer zinciri kabul edilirse de esasında adına amilaz ve amilopektin denilen iki polisakkaritten oluşmuştur. O halde yeri gelmişken amiloz ile amilo pektin arasında ki farkı maddeler halinde şöyle izah edebiliriz:
-Amiloz glikoz birimleri düz bir polimer zinciri içermesine rağmen amilopektin dallanmış bir molekül görünüm arz eder.
-Amiloz molekülünde sadece α (1→4) bağı bulunurken, amilopektinin dallanma bölgelerinde hem α (1→4) bağı, hem de α (1→6) bağ tipi vardır.
-Amiloz su da tam çözünürken, amilopektin daha az çözünür.
Nişasta sentezi
Bilim adamı Haynes tarafından; patates ve bezelyede nişasta fosforilaz enzimin varlığı belirlenmiş ve daha sonra ki çalışmalar neticesinde ise ortamda nişasta fosforilaz enzim ve glikoz–1-P bulunduğu zaman glikoz moleküllerin primer hale geldiği fark edilmiştir. Derken nişasta fosforilaz enziminin amiloz α (1→4) bağlarını koparması sonucu glikoz–1-P moleküllerini meydana getirdiği netlik kazanmıştır. Netlik kazana bu olaya fosforiliz reaksiyonu da denmektedir. Keza glikoz birimlerini primerlere α (1→4) bağları ile bağlayan bir diğer etken faktör ise uridin difosfat glukoz (UDPG) transglikozilaz enzimidir. Yine patateste α (1→4) glikozidik bağ oluşumunu katalize eden bir diğer başka faktör de D-enzimi olup, başlıca görevi melto dekstrinlerden gelen glikoz birimlerini çeşitli akseptörler (inorganik alıcılar) vasıtasıyla transferini katalize etmektir. Böylece bu enzimin nişastanın sentezinde etken bir faktör olduğunu fark etmiş oluruz. Tabii ki patates oluşumunda devreye giren unsurlar bunlarla sınırlı değil, bilhassa patateslerde bulunan bir koenzim olan alfa lipoik asit sayesinde amilozu substrat olarak kullanıp bunun neticesinde amilopektin tip bir molekül oluşturabiliyor da. Madem öyle nişasta sentezinde rol oynayan dikkat çeken bir kısım enzimleri şöyle tasnifleyebiliriz;
-Nişasta fosforilaz,
-4DPG,
-D-Enzimi,
- Koenzim alfa lipoik asit.
Nişastanın parçalanması
Elbette ki fotosentez sonucu elde edilen glikoz molekülleri glikoz olarak sabitlenmiyor, onu bir başka heyecanlı veya meşakkatli yolculuk daha beklemekte. Besbelli ki; glikoz molekülleri bu yolculuğunu daha çok bitkilerin soymuk boruları vasıtasıyla gerçekleştirmekte. Şöyle ki glikoz besi dokularına taşındıktan sonra yolculuğun son aşamalarına doğru yol güzergâhında bulunan levkoplastlar içerisinde bulunan bir takım enzimler tarafından polimerize olaraktan nişasta haline dönüşüp parankima hücrelerinde depo edilirler.
Peki, iyi hoşta glikozun yolculuğu olurda nişastanın olmaz mı? Elbette ki nişasta da glikozdan devr aldığı emanetle birlikte bir başka yolculuğa koyulmak için vardır. Şöyle ki nişasta ürünü yolculuğun ilerleyen safhalarında bir takım geçirdiği kimyasal tepkimeler sonucu oluşan ayrışmalarda en çokta α ve β amilaz denilen iki meşhur enzimin etki alanına girerek yolculuğun devam ettirecektir. Keza bu iki enzimin dışında ayrıca nişasta fosforilaz enziminin de bu yolculukta çok büyük etki payı vardır. Zira söz konusu bu enzim α (1→4) glikozit bağını fosforilitik şekilde koparma özelliğine sahip olmanın yanı sıra nişastayı parçalayıp ayrıştıracak güce de sahiptir. Bu durum tıpkı bakla yapraklarından ve patatesten izole edilen R enzimi ve bira mayasından elde edilen izoamilaz enziminde olduğu gibi hidroliz işlemleri gerçekleşmekte.
Görüldüğü üzere ayrıştırma işlemleri hiçte sıradan rutin bir iş gibi gözükmüyor. Bilakis son derece iyi planlanmış bir program dâhilinde işler yürümektedir. Mesela nişasta üzerinde öncelikle tam parçalanma ve ayrıştırma işlemlerinin yürüyebilmesi için α (1→4) bağının oluşmasını sağlayacak enzime ihtiyaç vardır. Ki; böylesi bir bağın oluşumunda izoamilaz enzimi bu iş için vardır zaten. İcabında bu enzimde kâfi gelmeyebilir, gerektiğinde nişastanın tam parçalanmasıyla oluşacak maltozun da bitki tarafından kullanılabilir hale yönelik bir destekleyici maltoz enziminin katalize edici etkisine de ihtiyaç vardır. Yani bu enzimin desteği olması gerekir ki nişastanın ayrışmasından maksat hâsıl olabilsin. İşte bu noktada α (1→4) glikozit bağa su (H2O) ilavesini gerçekleştirebilecek katalize edici enzimin α ve β amilaz olduğu anlaşılır. Tabii ki β-amilaz bu işi yaparken amiloz molekülünün ucuna tutunup, bu moleküle ait maltoz birimlerini birer birer koparmak suretiyle bu işlemi gerçekleştirir. Şayet koparma işlemleri sonucu 3 glikoz molekül içeren maltotroizde tek bir zincir oluşmuşsa, bu demektir ki oluşan tek halkalı zincir β-amilaz enzimi sayesinde oluşmuş bir trisakkarittir. Ya da molekül diziliminde α (1→4) glikozit bağa α -amilaz amilopektin etki ediyorsa, bu durumda ister istemez nişastanın oligosakkarit ve dekstrinlere ayrılacağından söz edeceğiz demektir.
O halde tüm bu bilgilerden sonra nişastanın parçalanmasında aktif rol oynayan önemli enzimleri genel hatlarıyla şöyle sıralayabiliriz:
-Nişasta fosforilaz
-R-enzimi
-İzoamilaz
-Maltoz ( 1 mol α (1→4) bağı ile birleşmiş 2 mol- D glikozdan oluşmuştur. Maltoz aynı zamanda nişastanın kısmi parçalanma ürünüdür)
-α amilaz
- β amilaz.
Sellüloz
Sellüloz β (1→4) bağı ile bağlanmış glikoz birimlerinden oluşan yüksek molekül ağırlıklı ve düz zincirli bir polimerdir. Şöyle ki; selülozun enzimatik hidrolizinde (parçalanmasında) β (1→4) bağları rastgele yerlerden koparılmakta olup genellikle bu iş için etken faktör selülaz enzimidir (multi enzim). Böylece selüloz molekülü selülaz enzimi vasıtasıyla önce sellodekstrinlere sindirilir, sonrasında ise 2 glikoz biriminden oluşan sellobiyoza indirgenerek sindirilir. Sellobiyoz; selülozun kısmi parçalanma ürünü olmakla beraber aynı zamanda 1 mol β (1→4) bağı ile birleşmiş 2 mol- D glikozdan ibaret bir yapıya sahip bir moleküldür. Selülozun önemini ortaya koyan bir başka gerçek ise, onun kâğıt yapımı ve birçok endüstri kolların da kullanılmasının yanı sıra bitkilerin yapısında çok önemli fonksiyonlar üstlenmesidir.
Pektik Bileşikler
Pektik maddeler α (1→4) bağınIN hidroliziyle oluşan pektik bileşikleri poligalakturonaz enzimi ile katalize edilmekte olup, bitkilerde pektik maddeler üç ana başlık altında şöyle tasnif edilirler:
“-Pektik asit (suda çözünebilen asit),
-Pektin (kolloidal süspansiyon),
-Propektin (çözünemeyen pektik maddeler).”
Pektik asit takriben 100 galakturonik asit molekülünün α (1→4) bağı ile birleşmesinden meydana gelen dallanmamış molekül biçiminde kendini gösterir. Hatta bu söz konusu molekülün pektin ve propektin diye bilinen türevleri vardır. Pektin maddesi ise karboksil (-COOH) gruplarından çoğunluğu metil grupları ile esterleşmiş halde kendini göstermekle beraber en fazla orta lamelde pektik asidin bir değişik türü diyebileceğimiz Ca ve Mg tuzları halinde biçimlenmektedir.
Calvin çemberi
D-Riboz grup transfer reaksiyonlarında önemli bazı koenzimlerin yapı taşıdır.
Calvin ve arkadaşları alg bitkileri ve radyoaktif karbondioksit üzerinde yapılan çalışmalar sonucu bir fotosentez ürünü olan fosfogliserik (PGA) asit molekülünün varlığını tespit etmişlerdir. Daha sonraki çalışmalar da ise karbondioksitin ilk bağlandığı maddenin ribuloz di fosfat (RuDP) olduğu ve bunun sonucunda PGA’nın birleşmesini katalize eden enzim bulmuşlardır. Böylece buldukları enzime karboksidimutaz adını vermişlerdir.
Şurası muhakkak fotosentezle birlikte karbondioksit bağlanması reaksiyonlarına pentoz fosfatları; beraberinde riboz–5 –fosfat, ksilüloz–5- fosfat(XYL-5P), ribüloz 5–6-fosfat, C7 Heptozlar (Sedoheptoloz–7-fosfat (S7P) ve sedoheptuloz–1, 7-difosfat) gibi elamanlarıyla birlikte katılırlar.
Şu halde Calvin döngüsünü (Calvin-Benson döngüsü) bölümler halinde incelediğimizde şu sonuçları elde ederiz:
1-Ribuloz di fosfat (RUDP)’a karbondioksit (CO2) ve su (H2O) eklenerek 2 mol 3 PGA meydana gelmektedir.
2- Işık reaksiyonunda oluşan NADPH’ın sağladığı elektronlar ve ATP enerjisi kullanılarak PGA’nın 3- PGAL oluşum haline indirgenmesi sağlanır.
3- Oluşan 3-PGAL moleküllerinin;
3a) Bir kısmı kloroplastın dışına çıkarak heksoz fosfatlarını oluşturup, bunlar daha çok fruktoz, sakkaroz ve hücre çeperi polisakkaritlerin sentezinde öncül madde olarak iş görürler.
3b) Bir kısmı kloroplast içerisinde nişastanın öncülüğünde heksoz fosfatlarını oluştururlar.
3c) Bir kısmı çember içerisinde oluşan reaksiyonlara girip Fruktoz 1-6 bifosfat (Fosfofruktokinaz) yolu ile ksilüloz–5-fosfat’a dönüşürler.
3d) Bir kısmı ise Sedoheptuloz–7-fosfat (S7P) yolu ile riboz–5-fosfat ve ksilüloz–5-fosfat haline gelirler. Bu arada pentoz fosfatları birbirlerine bağlı olmadan ribuloz–5-fosfat oluştururken, oluşan Ribuloz 5-fosfat ise ATP tarafından fosforilize edilerek karbondioksiti yakalayan molekül diye bilinen ribuloz difosfat (RDP) haline dönüşür.
PENTOZ FOSFAT YOLU (PPP reaksiyonu)
Pentoz fosfat yolunun önemini belirten özellikleri şöyle sıralayabiliriz:
-Glikozun parçalanma mekanizmasının oluşturulması,
-Nükleik asit sentezi için gerekli olan Ribuloz–5-P sağlanması,
-Sentetik reaksiyonlar için gerekli NADPH sağlanması,
-Lignin ve diğer hoş kokulu bileşiklerin sentezi için Eritroz-4-P oluşumun sağlanması.
Bu arada Pentoz fosfat yol haritasına baktığımızda şu oluşumları görürüz;
Malumunuz ilk aşamasında, ya nişastanın parçalanması ile oluşan bir yapı oluşmakta ya da direkt fotosentez ürünü olarak ortamda bulunan glikozun terminal fosfat grubuna bağlanması sonucu bir başka yapı ortaya çıkmaktadır. Yani ortaya çıkan glikoz–6- fosfat molekülünün, 6 P dehidrogenaz tarafından okside olmasıyla birlikte fosfoglukonik asit ve NADPH2 gibi yapılar oluşur. Böylece reaksiyon sonunda indirgenmiş moleküller trioz fosfat denen 3 karbonlu şekere dönüşürler. Şöyle ki bunu glikozun, yani;
“6 P Glikozun 6 P dehidrogenaz 6-Fosfoglukonik asit + NADP” şeklinde formüle edilir.
Tarafından oksitlenerek

İşte formülden de anlaşıldığı üzere bir basit şekerin parçalanmasıyla glikoz oluşmakta, geriye kalan kısım ise karmaşık reaksiyonlar neticesinde Glikonat –fosfat’ın ribüloz 5-fosfata çevrilir. Her ne kadar bu iş için bir ATP harcansa da sonuç itibariyle bir fosfat grubu kazandırılarak ribuloz difosfat elde edilmesi büyük bir kazanç sayılır. Hatta bu molekül dışarıdan karbonla sentezlenerek şu oluşumlar gözlemlenir:
1) 6-Fosfoglukonik asit 6 fosfoglukonik asit Ribuloz–5-P + NADP+ CO2” tarzında
Dehidrogenez
döngünün devamı sağlanır.


2) Riboz 5 → ∑ XYL–5-P.
Ri–5-P
3)Xyl–5-P 2 karbonlu ketol grubunu + Ri–5-P’ a transferi ile transketolazlar katalizörlüğü ile Fruktoz–6-P + eritroz-4P
4) S7P’ın üsteki 3 karbonlu kısmı + 3PGAld’de transfer eder transaldolaz etki ederek Fruktoz–6-P+Eritroz-4P
5)Eritroz–4-P+ XYL–5-P’tan 2 karbon birimi olarak trans ketolaz yardımıyla Fruktoz–6-P+3PGA.
6) Oluşan Fruktoz–6-P reaksiyonla Glikoz–6-P’a dönüşüm gerçekleşir.
C–4 ve C–3 bitki türleri
Nasıl ki radiokarbon, karbon ondört (C–14) izotopuna istinaden isim alıyorsa, bir kısım bitkilerde karbondioksit redüksiyonu sonucu oluşan ilk ürün diyebileceğimiz 4 C’lu asite nispetle C–4 (karbon dört) ismi alırlar. İlk ürün 3 PGA’nın oluştuğu bitkilerde ise C–3 türleri diye adlandırılıp Gymnospermler, Pteridofitler, Bryofitler ve alg’lerden müteşekkil türler C–3 bitkileri kapsam alanına girerler.
C–4 bitkiler ile C–3 bitkileri arasındaki farklar
-C–3 (karbon 3) türlerinde Warburg etkisi, C–4 (karbon 4) türlerine göre daha fazladır.
-Karbondioksit redüksiyonunda 4 C’lu asitlerin oluştuğu bitkiler C–4 türleri olarak ortaya çıkıp, ilk ürün 3PGA’nın oluşturduğu bitkiler ise C–3 diye sahne alırlar. Mesela incelenen bütün Gymnospermler, Pteridofitler, Bryofitler ve Alglerin C–3 bitkileri oldukları görülmüştür. C–4 türlerin çoğu monokotil olup, bu arada dikotil türlerine bile rastlanılmıştır.
-C–4 bitki yapraklarında kalın çeperli, bol kloroplast ve mitokondri içeren hücrelerden oluşmuş bir yapı varken, C–3 bitkilerinde böyle bir yapı yok, ya da az gelişmiş halde vardır.
-C–4 bitkileri genellikle aynı ortam şartlarında yetişip C–3 bitkilerine nispeten fotosentetik verim bakımdan daha etkendirler. Mesela Glikolikasit C–3 bitkileri hücreleri bünyesinde sentezlenirken, C–4'de ise yaprakların kın kısmında sentezlenirler. Hatta bunlara ilaveten C–4 bitki yapraklarının mezofil hücreleri üzerinde malik asit ve aspartik asitlerin oluştuğu gözlemlenmiştir.
-C-4 bitkileri iki fotosentezli yol varken, C-3 bitkileri ise tek fotosentez yolu bulunur.
Karbondioksit reaksiyonunda C–4 dikarboksilik asit yolu
C–4 metabolizması içerisinde yer alan karbondioksitin PEP karboksilaz enzimi katalizörlüğü öncülüğünde Phosphoenolpyruvate (PEP) ile birleşmesi sonucu oksaloasetik asit imal edilir. Hakeza malik asit oluşumun da ise malik asit dehidrogenezin çok büyük katalizör etkisi vardır. Anlaşılan hangi ürün neyle katalize edilirse edilsin bundan sonraki karbondioksit reaksiyonunun C–4 dikarboksilik asit yolu aşamalarında oksaloasetik asit, malik asit ve aspartik asit haline dönüşmüş tüm ürünler meydana gelecektir. Ayrıca Aspartik asit oluşumunda Amonyum (NH2) grubunun oksalo asetik aside bağlanması etken unsur olarak gözükür. Ki; bu olay bir amino asidin amino grubunun bir keto aside taşınması denen transaminasyon olayı olarak tanımlanır.
Kısaca bu olayı;
Karbondioksit + PEP PEP karboksilaz Oksaloasetik asit
Katalize eder

Oksaloasetik asit Malik asit dehidrogenez Malik asit + Aspartik asit
Transaminasyon
şeklinde formüle edebiliriz de.
Demek oluyor ki; karbondioksit maddesi öncelikle C–4 bitkilerin mezofil hücrelerine diffuzyon yoluyla stoma hücrelerin içerisine girdiğinde burada yer alan PEP karboksilaz enziminin etkisiyle karbondioksitin karbonu Malik asit ve Aspartik asitlerin COOH (karboksil) grubuna bağlanıp, hücrelerin protoplastını bağlayan plazmodermle birlikte kın hücrelerine geçilebiliyor. Hatta sadece geçmekle kalmayıp kın hücrelerinde cereyan eden bir takım reaksiyonların neticesinde oluşan asitler dekarboksile (karbondioksit kaybı) olmuş halde 3PGA halinde bağlanarak sakkaroz ve nişasta hâsıl olur. Ve bu olay Calvin döngüsü olarak tanımlanır. Bir başka ifadeyle kın hücrelerinde yer alan 4 karbonlu asitlerin karbondioksiti kayba uğramasıyla birlikte oluşan 3 karbonlu asitlerin yeniden mezofil hücrelerine dönüp bir döngü içerisinde başlangıçtaki PEP (Phosphoenolpyruvate) konuma gelmesi adından Calvin çemberi olarak söz ettirir.
Hâsılı kelam; kın hücrelerinde yer alan malik ve aspartik gibi 4 C’lu asitler uzun soluklu bir maraton koşusunun ardından dekarboksile olayı ile birlikte 3 C’lu maddeye dönüşüp başlangıçta ki PEP konumuna gelerek Calvin döngüsü tamamlanmış olmaktadır. Derken C–4 bitkileri Calvin döngüsü çerçevesinde mezofil hücreleri içerisinde bulunan PEP karboksilaz enzimi sayesinde 3PGA, sakkaroz ve nişasta gibi çok mühim hayati ürünlere kavuşurlar.
Crassulaceae asit metabolizması (CAM) bitkileri
Sikkulent bitki türlerinde stomaların gece açıldığı ve karbondioksitin ise malik asit halinde bağlandığı artık bilinen bir durum olup, bu tür karbondioksit bağlanması olayının yaşandığı bitkilere Crassulaceae asit metabolizması bitkileri adı verilir. Öyle anlaşılıyor ki Crassulaceae asit metabolizması (CAM) bitkilerinde karbondioksit bağlanmasının ilk kararlı ürünü malik asit olduğu gözükür. Hakeza CAM bitkilerinde enzim bakımdan karbondioksitin bağlanmasını sağlayan faktörün PEP karboksilaz enzimi olduğu, ışıkta ise Ribuloz di fosfat karboksilaz enzimi (RuDP) olduğu tespit edilmiştir.
Crassulaceae asit metabolizması (CAM) bitkilerinde karbondioksit bağlanması
CAM bitkilerinde karanlık solunum evresinin ilk aşamasında glikozis solunum olayı olup, bu olayla birlikte bir yandan nişasta ürünü parçalanırken diğer taraftan karbondioksite duyarlı PEP karboksilaz enziminin yardımıyla fenil pürivik asitle birleşip oksaloasetik asit halinde bağlanım gerçekleştirirler. Akabinde söz konusu maddeler Malat dehidrogenez/malik enzimi yardımıyla malik asite indirgenir. Hatta bu arada gecenin karanlığından ortalık aydınlanıncaya kadar indirgenme faaliyetleri hız kesmeyip bu sayede malik asit vakuolde birikimini sürdürür. Derken malik asit dehidrogenezle yeniden oksalo asetik asit dönüşümü vuku bulur. Tabiî ki bu olay burada sonlamış olmaz, dahası var. Şöyle ki; meydana gelen oksaloasetik asit bilhassa iki fotosentez yollu C-4 bitkilerinde en yüksek aktiviteye sahip olarak bilinen PEP karboksilaz enzimi yardımıyla dekorboksile olup karbondioksit ve PEP (Phosphoenolpyruvate)’i oluşturur. Böylece açığa çıkan karbondioksitin RuDP karboksilaz tarafından reaksiyona girmesiyle birlikte oluşan iki adet 3PGA molekülünün NADPH ve ATP vasıtasıyla indirgenip nişasta ve şeker haline dönüşür. Ki; yukarıda belirttiğimiz Calvin çemberinin bir başka cereyan ediş tarzı tahakkuk etmiş olur.
Nişasta (karanlık) Glikozis PEP CO2 Oksalo asetik asit →Malik asit → Vakuol
Malik asit(ışık) → Oksalo asetik asit→ PEP + CO2
CO2 + Ribulaz–1,5-difosfat asetik asit → 2PGA → NADP→ Nişasta
├ Calvin çemberi ┤ATP

Crassulaceae metabolizması (CAM) ile C–4 bitkileri arasında ilişki:
-CAM ve C–4 türlerin her ikisi de karbondioksit bağlanması reaksiyonlarında PEP karboksilaz ve RuBP karboksilaz enzimlerini kullanırlar.
-C–4 türlerin reaksiyonları farklı yerlerde oluştukları halde CAM bitkilerinde (Crassulaceae asit metabolizması bitkileri) en bariz ayırıcı oluş zamanları gece ve gündüzdür
Hâsılı kelam; bu olayı karbondioksit (CO2) + Ribulaz–1,5-difosfat→ C4-dikarboksilik asit yolu şeklinde formüle ederiz.
Pentozlar
En dikat çeken pentozları şöyle tasnifleyebiliriz:
-D-Ksiloz,
-L-Arabinoz,
-D-Riboz,
-Pentoz şekeri (2-deoksi-beta-D-Riboz).
Bu arada unutmayalım ki D-Ksiloz ve L-Arabinoz, ksilan ve arabanların yapı taşları olarak hücre çeperinin oluşumunda etkin rol oynarlar.
Velhasıl-ı kelam; bitkiye hayat veren döngüler bu anlatılanlar sınırlı değil elbet, dolayısıyla her bir döngü için derya-i umman döngüsü dersek yeridir. Biz bu derya içerisinde dilimizin döndüğü kadar ancak bu kadar yüzebildik. Şayet bu derya-i umman döngülerin anlatımında ve kavramlarını kullanım biçiminde sürçülisan ettiysek affola.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:41 pm

EKOLOJİK MUCİZE
SELİM GÜRBÜZER
Ekoloji kavramın kaynağı eski Yunancada ‘oikos’ ev ve mülk kökünden gelip, ‘logia’ ise bilim demektir zaten. Ekoloji terimi ilk defa 1869 yılında Alman Hoeckel tarafından kullanılmakla beraber çevre bilimiyle ilgili ciddi manada çalışmalar 1900 yılından sonra başlamıştır. Bu çalışmalar sonucunda üretici konumda, tüketici konumda, ayrıştırıcı konumda diyebileceğimiz canlılar ile abiyotik maddeler arasında sıkı bir ilişki olduğu ve aynı zamanda bu dört unsurun ekosistemin sacayağını oluşturduğu belirlenmiştir. Böylece tüm canlıların cansız âlemle bütünleşmesine şahit olacağımız tabiat mucizesiyle karşı karşıya kaldığımızın farkına varırız. Tabii farkı fark edince de ister istemez tabiatta var olan canlıların yaşadığı ortama biyosfer olarak tanımlandı. Nitekim biran uzaya yolculuk yapıp orada yaşamaya karar verdiğimizde şayet hava, su, ateş ve toprak gibi dört unsurun ortaya koyduğu çeşitlilik yoksa böylesi uzay yolcusunun güneşten gelen ışınları kendi yaşam alanına kararlı bir şekilde uyarlaması mümkün gözükmemektedir. Bu demektir ki tabiat tüm canlıların üreyip gelişeceği ve yaşayabileceği donanımla donatılmıştır. İşte bu donanım sayesinde basit bir canlıdan kompleks canlıya doğru işleyen mükemmel bir organizasyonun hiç şüphesiz ki mükemmel biyolojik nizam-ı âlem çerçevesinde donatılarak yürüdüğüne şahit oluruz. Allah muhafaza bu mükemmel donatılmış denge âlemin ve nizamın sarsılması veya tepetaklak yörüngesinden kayması bir anda ekolojik hayatın durması demektir. Bunun neticesinde de hayatın büsbütün sona ermesi demektir.
Ekolojinin esas konusu tüm organizmaların hem birbirleriyle hem de çevreleri ile olan münasebetlerini incelemektir. Böylece ekoloji canlı cansız varlıkların kendi aralarında olduğu kadar çevresel ortamlarıyla da olan münasebetlerini araştıran bir bilim olarak tarif edilir. Anlaşılan o ki tabiatta topyekûn olarak birbirleriyle ilintili işleyen ekolojik sistem kâinat yaratıldığı günden beri bir saniye bile dur durak bilmeksizin tüm canlı cansız varlıklarla birlikte hayat yolculuğuna devam etmektedir. Devam etmesi de son derece gayet tabiidir. Çünkü maddenin en küçük birimi atomlardır. Ve tabiatta organik ve inorganik her ne madde varsa bunun görünmeyen kısmın her defasında bir takım hidrolojik ve biyolojik döngülerin bir saat kadranı misali işleyişinin arka planında hep atomlar vardır. İşte dur durak bilmeksizin işleyen bu söz konusu atom gerçeğinden hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; kâinatta var olan her bir döngünün temelinde çekirdek ve etrafında elektronların seyri âlem eylediği bir atom gerçeği var olup bu sayede her bir döngü enerjisini kendi içinde israf etmeksizin deveran eylemekte.
Bu söz konusu alanlarda iyi yetişmiş bir ekolojiste tabiatta olan biten her ne varsa sorduğumuzda da genel itibariyle genetik, taksonomi, fizyoloji, klimoloji, jeoloji, toprak bilimi, fizik ve kimya gibi birçok kaynaktan edindiği bilgilere dayanaraktan canlı cansız tüm toplulukların yaşayış biçimleriyle izah etmeye çalışacaktır. Hatta sadece izah etmekle kalmaz, mesela tabiatın bir küçük profilini temsilen seracılık üzerinden çalışmalara koyulmakla ya da serada yetiştireceği bitkiler üzerinde çalışmalar yaparaktan bile tabiatta ki ekolojik dengeyi okumaya çalışacaktır. Dahası bir ekolojist için bir akvaryum, bir orman alanı, bir göl veya bir havuz her halükarda bilimsel çalışmalarına ışık tutacak alanlardır. Öyle ki inceleyeceği ekolojik alan ne kadar çok büyük ne kadar ekosistem bakımdan zengin flora ve fauna yapısına sahip ne kadar kararlı tali sistemlerle donatılmışsa o ölçüde tabiat okumalarına daha da bir derinlik katacağı muhakkak. Ayrıca ekolojinin birçok ilim dallarıyla olan bağlantılarını da keşfedip bağlantılı olan dallarla ilgili dallardan da destek alma ihtiyacı duyacaktır. Böylece bütünüyle meseleye vakıf olunduğunda tüm ekolojik okumalar tam anlamıyla anlam kazanacaktır
Ekolojinin bölümleri
Evet, çevremiz cıvıl cıvıl hayat kaynamakta. Ve dahi hayat kaynayan çevremiz hakkında başlı başına bir mucizedir eseridir dersek yeridir. Nasıl mucize demeyelim ki, hayat kaynayan çevrenin işleyen tüm döngü safhalarına baktığımızda işleyişinin tüm matematiksel hesapların üstünde Yüce Allah’ın hayat sıfatın tecellisinin bir mucize eser olduğunu gayet çok rahatlıkla görebiliyoruz. Öyle ya, madem çevremiz başlı başına bir mucize eseri, o halde bu mucizevi âleme üstün körü seyirci kalamayız. Nitekim bakar kör olmamak içinde hele bilhassa çevre bilinci üst düzeyde olan bir takım ekolojistler hayat kaynayan ekolojik sistemi şu iki ana başlık altında tasniflemişlerdir:
-Autekoloji,
-Sinekoloji diye.
Autekoloji tek bir türe ait bireylerin veya ortamlarıyla olan münasebetlerini inceleyen ekoloji dalıdır. Sinekoloji ise çeşitli türden meydana gelen hem bir grubun hem de bireylerin ortamları arasındaki münasebetleri inceleyen bir ekoloji dalıdır.
Bu arada habitatla ekoloji arasındaki doğrudan ilişkisini gözden kaçırmamak gerekir. Çünkü habitat, biyolojik türlerin biyosferin yapısına uygun yaşayacağı tabiat mekânının adı veya doğal olarak konaklayabileceği ortam manasına bir kavramdır. Böylece bu kavramların kavramsal anlamlarından hareketle biyolojik türlerin yaşanabilir ölçekte ki habitatın cinsine göre ekolojik adlandırması;
-Deniz ekolojisi,
-Kara ekolojisi,
-Tatlı su ekolojisi diye üç bölümde incelenir:
Her üç ekolojik incelemelerin ortaya koyduğu verilere baktığımızda kendi ekolojik ortamlarında hayat bulan insanların, hayvanların, sürüngenlerin, kuşların, balıkların vs. her türden canlıların birbirleriyle olan ilişkide bulunarak ortak yaşayacağı veya her türün kendi genetik yapısına özgü yaşayacağı habitatlarının rengârenk olduğu gözlemlenmiştir. Örnek mi? Mesela kara ekosisteminde mesela bir çimen sahasının (bitki habitatının) birlikte ortaklaşa toprak katmanını oluşturması ve her ikisine de adeta gök kubbe tabaka olan atmosfer katmanının varlığı bunun bariz tipik misallerini teşkil eder. Derken arz (yeryüzü) ve gök kubbe (atmosfer) kendilerine özgü birlikte abiyotik bir bileşen oluşturmuş olurlar. Öyle ki abiyotik bileşenler tüm olumsuzluklara geçit vermeyecek şekilde bir denge âlem olup o şekilde canlıların yaşayabileceği ortam hale gelir. Nitekim üzerinde yaşadığımız yerkabuğu şayet büsbütün 1–2 metre yükseklikte zemin katman halde olsaydı, canlıların devamlı solukladığı oksijen tamamen ortadan kaybolup asla hayattan söz edemeyecektik. Hakeza atmosfer tabakası mevcut halinden çok daha ince olsaydı adeta gök kubbe başımıza çökecekti.
Su ekosisteminde ise malum okyanuslar, denizler, göller, akarsular, dereler vs. bir ilahi çevreyle ilgili planlamanın eseri olarak karşımıza çıkmaktadır. Bakın konuk olduğumuz dünyanın yaratılışına, Yüce Allah (c.c) yeryüzünü yaratırken kuzey kısmını güneyden yüksek olarak yarattığını görürüz. Besbelli ki kuzey suları bulunduğu yerleri suladıktan sonra güneye doğru aksın diye böyle programlanmış. Zaten kutuplardan birinin eğimli olması sayesinde tıpkı bir demlikten bardağa çay aktarılmasında olduğu gibi aynen okyanuslar, denizler, göller, akarsular ve dereler arasında bağlantı alanları oluşup akma olayı gerçekleşmekte. Aksi halde hiçbir su ekosistemi kendine özgü akış koridoru oluşturamayacağı gibi kendine akma yatağı da bulamayacaktı. Derken küçükten büyüğe tüm su ekosistemi arasında bağlantı yollar kesilmiş olup bunun sonucu olarak da tüm canlı âlem ihtiyaçlarını gideremeyeceklerdi. Hakeza okyanuslar mevcut durumundan fazla değil 1–2 metre daha derinliklerde olsaydı oksijenle karbondioksit tamamen yutulmuş olacaktı ki; bu tamamen bitki hayatına soluk olacak kılcal damarların kesilmesi anlamında bitkilerin ölümü demek olacaktır. Şurası muhakkak; su ekosisteminin abiyotik bileşeninin tabanını çökeltiler ve sular oluşturmaktadır. Çökelti halindeki toprak ekosisteminin bileşenleri genellikle omurgasızlar grubundan saprofitler (çürükçül canlıları) kapsamakta, su ekosisteminin deniz tabanını ise omurgasız canlılar oluşturmaktadır. Dolayısıyla her iki faunanın ortak özelliği tabanlarının heterotrof canlılarla donatılmış olması ve aynı zamanda bunlarla bir arada bulunmalarıdır. Nitekim karaların üst katmanının yüzeyini bitki ve ağaçlar oluştururken, su katmanın yüzeyini de okyanus, deniz ve tatlı su ekosisteminde olduğu gibi plankton topluluğunun bileşenlerinden ototrof fitoplanktonlar oluşturmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla ister adına kara üst katmanı densin, ister su katmanı densin hiç fark etmez sonuçta her iki üst katmanın tipik özelliği ototrof canlılara ev sahipliği yapmasıdır. İşte bu ev sahipliği sayesinde karada çayır çekirgeleri ve fare gibi hayvanlar, sular da ise zooplankton ve balık gibi tüketici hayvanlar istifade etmekteler, böylece bizler de bu arada hayatın yardımlaşma olduğunun farkına varmış oluruz. Şöyle ki toprak altındaki solucanlar, köstebekler, böcekler, yılanlar, çıyanlar inanılmaz derecede faaliyetlerde bulunarak ölmüş olan tüm organik çürükçül canlıları ayrıştırıp hem besleniyorlar hem de doğurgan toprağı bereketlendiriyorlar da. Sadece toprak altındakiler mi? Elbette ki hayır, Akbabalar ne güne duruyor, onlarda havadan paraşüt misali uçuşuyla birlikte yere iniş yaparak vahşi havyanlar tarafından arta kalan leşleri yiyip çöllerimizi temizlemekteler habire. Nitekim su altı dünyasına bir bakıyorsun büyük balık küçük balıktan besleniyor, büyük olanda kendisinden büyük olana gıda oluyor. Derken karasıyla, havasıyla, ırmağıyla, deniziyle ve okyanusuyla dünyamızda kurt, kuş, böcek her ne varsa tüm canlılar topyekûn olarak birbirlerine yem olaraktan rızıklanmaktalar. İşte hayatın cilvesi bu ya, elbette ki birbirlerine yem olmak bir anlamda birbirlerinden istifade edip yardımlaşmak demektir. Nitekim canlılar arasında hem avlayan hem de avlanan olacak ki rızık dengesi sağlanabilsin. Dahası sıkça dillendirdiğimiz “Hayat yardımlaşmadır” sözü bunun böyle olmasını gerektirir. Zira arılar bir bakıyorsun çiçek çiçek dolaşarak bir ömür boyunca toplayacağı bir çay kaşığının 1/12 kadarı nektar balı toplamak için daldan dala konduğu bitkiden istifade ederek hayatını sürdürmekte. Sadece arı mı, hiç kuşkusuz i buna çoban eşliğinde gün boyunca meralarda beslenen tüm sığır, koyun, kuzu gibi nice ahır hayvanları da dâhildir. Sakın ola ki, ahır hayvanları da neyin nesi deyip dalga geçercesine gülüp geçmeyin. Düşünsenize o gülüp geçeceğiniz varlıklar nice kimyagerlere taş çıkartırcasına, hatta kimya fabrikalarının bile yapımında aciz kaldığı süt gibi bir mamulü dere, tepe, çay bayır demeden otlayıp hem yavrularını beslemekteler hem de insanoğluna ikram etmek için canhıraş koşturmaktalar. Hakeza insan, balina, aslan, tavşan, fare, inek, kanguru, goril, fil, yarasa gibi daha nice bilemediğimiz memeli grubundan hayvanlarda doğum yaparak yavrularını sütle beslemekteler. İşte bu nedenledir ki tüm memelileri birbirinden farklı özellikleriyle tanır ve bağrımıza basarız da. Zira aralarından bir tanesinin bile yok olması ekolojik dengenin bir anda rayından çıkması demek olacaktır. Malumunuz ekonominin arz talep dengesi neyse tüketici konumda olan hetetrofik canlılarla üretici ototrof canlılar arasındaki trofik yapı (besin yapısı) ilişkisi de aynen onun gibidir. Nasıl ki üretimle tüketim arasında dengesizliklere yol açan faktörler ne kadar elimine edilirse ekonomik istikrar hale geliyorsa aynen canlılar arasındaki üretici ve tüketici canlılar arasındaki ilişkilerde ne kadar dengeleri altüst edecek ortam şartları bertaraf edilirse bir o kadarda çevre problemleri azalacak demektir.
Ekolojik niş
Ekolojik niş organizmanın ekosistem içerisindeki duruşu demektir. Bir organizmanın ekolojik nişi sadece yaşadığı yere bağlı bir olay olmayıp aynı zamanda ne yapacağıyla da ilgili de bir husustur. Bunu bir benzetmeyle ifade edecek olursak habitat canlıların yaşadığı adresi belirleyen ortam olarak addedilirken, çevreyle ilgili nişte adreste barınan canlıların faaliyetleri demektir. Mesela canlılar kendi aralarında ki ilişkilerde rekabeti azaltmak adına benimsedikleri davranış, besleniş ve yaşayış tarzları onların bir anlamda ekolojik nişini teşkil eder. Nitekim ekolojik niş faaliyetine katılan her canlının gerek terleme yoluyla gerekse boşaltım sistemi yoluyla açığa çıkarttıkları buharın havaya karışmasıyla birlikte döngüsü devaran eylemiş olur. Tabiî bu arada cansız âlemde boş durmamakta, bu cenahtan mesela deniz suyu kara örtüsüne nisbeten çok daha atmosfere buhar transfer ederekten dikkatimizi celb etmekte. Hem nasıl dikkatimiz celb etmesin ki, baksanıza karaların buhar nisbeti topraktaki nem oranıyla sınırlı kalıp hatta bu oran denizin buharlaşma oranıyla mukayese edildiğinde %1 gibi çok düşük oranlarda güdük kalmaktadır diyebiliriz. Düşünsenize yeryüzünde bir saniye içerisinde 17 milyon ton suyun kısmını okyanuslarda buharlaşıp tekrar aynı miktarda suyun tekrar dünyamıza döndüğü artık bir sır değil, bilakis gerçeğin ta kendisi bir gerçekliktir. Böylece bu bilinen gerçeklik sayesinde bizde bu arada böylesi bir devridaimin bizatihi ekosistem döngünün ta kendisi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Ekosistem
Bitkilerin bütünü ‘flora’ olarak addedilirken hayvanların bütünü de ‘fauna’ olarak addedilir. Her neyse, ister adına flora densin isterse fauna, hiç fark etmez, sonuçta her iki alanda da hayatiyetlerini devam ettiren tüm bitki ve hayvanların bir arada oluşturdukları birliktelikler bir şekilde yaşadıkları çevre veya habitatıyla kontrol edilmektedir. Kontrol edilmeleri de gerekiyor zaten. Çünkü canlıların hemen hepsi ancak bulundukları ortamlarda çevreye uyum sağladıkları müddetçe hayatiyetlerini devam ettirebilmekteler. Derken böylesi bir uyumlulukla hayvan, bitki ve çevre birlikte üçlü sacayağı oluşturmuş olurlar. Ki, bu üçlü sacayağı üzerine kurulu canlı varlıkların kendi sınırları dâhilinde tabiatla birlikte deveran eyleyen uyumlu olan döngü sistemine ekosistem adı verilmektedir. Hiç şüphesiz insan ise bu ekosistem içerisinde hayvanlardan farklı olarak Yüce Allah tarafından eşrefi mahlûkat olarak ilan edilmiş haliyle yerini alır. İşte bu nedenledir ki insanı da bu söz konusu ekosisteme dâhil ettiğimiz de tüm canlı varlıkların ekosistemin bulunduğu yeryüzü, hatta havayı da kapsayan büyük bir yaşama alanı biyosfer olarak karşılık bulur. Nitekim biyosfer denen âlem adına uygun davranıp masmavi denizleriyle, koyu mavi okyanuslarıyla, bembeyaz kutuplarıyla, buzullarıyla, çölleriyle, ırmaklarıyla, ormanlarıyla vs. hala bugün olmuş gelinen noktada yıkılmadım ayaktayım dercesine hayat döngüsünde durmak yok yoluna devam etmekte de. Her ne kadar gelinen noktada yaşanılan hayat bir bakıyorsun durağan halde, bir bakıyorsun hızla değişim eğiliminde, bir bakıyorsun bozulma eğiliminde bir yapı görünümünde olsa da ta ki kıyamet kopana kadar bir şekilde hayatın devam ettiği gerçeğini değiştiremeyecektir. Yüce Allah (c.c) bakın bu hususta “Ey Muhammed, sana indirdiğimiz bu kitap kutludur. Ayetlerini düşünsünler, aklı olanlar ibret alsın”(Sad, 29) diye beyan buyurarak yarattığı kullara tüm âlemlerin döngüsünün deveranını sürdürebilirliğinin bizatihi küllü iradesine tabii olduğunu mesajını vermektedir.
Ekolojik faktörler
Bütün canlı cansız varlıklar bulundukları ortamın klimatif, edatif, biyotik, fiziki ve kimyevi gibi ekolojik faktörlerin etkisi altındadır. Dolayısıyla canlı cansız varlıkların hayat devrelerinin en az bir fazını direk olarak etkileyen çevrenin her elemanına ekolojik faktör denmektedir. Bu tariften de anlaşıldığı üzere çevreyle alakalı tüm etken unsurlar da başıboş değildir, etken unsurlarda külli iradenin kanunlarına tabiidir. Bu kanunlar genel itibariyle iki kategoride tasnif edilir:
1-Minumum Kanunu
Bu kanun 1840 yılında Liebig tarafından ortaya atılmış olup, kanun gereği ortamdaki esas maddelerden hangisi en az miktarda ise o madde sınırlayıcı olarak kabul edilmektedir. Yüce Yaratıcının yarattığı bu söz konusu kanunun kendi hal lisanıyla anlayana der ki, Ey canlılar! Hayatta yaşayabilmeniz için elde avuçta almanız gereken besin kaynağınız minimum seviyelerde olsa bile mutlaka o maddenin alınması icap etmektedir. Ki; bu noktada fotosentez sizin en büyük desteğiniz olacaktır. Gerçekten de öyle değil mi, fotosentez sistemi sayesinde bir bakıyorsun kazanılan hayat enerjisi tüm canlıların can simidi olmaktadır. Hem nasıl can simidi olmasın ki, baksanıza bitkiler aldıkları ışığın ancak yarısı kadarını yapraklarında ki yeşil tanecikli klorofil tanecikleriyle özümlemekte olup (asimilasyon), böylece emilen ışığın sadece az bir bölümünü hammadde besin kaynağı olarak glikoza dönüştürüvermekteler. Tabii sadece bununla da kalınmayıp elde edilen glikozla da karbonhidrat, aminoasit, yağ, vitamin gibi organik maddelere çevrilmektedir. İşte görüyorsunuz başlangıçta bitki bünyesi içerisinde bir takım gerçekleşen değişim ve dönüşüm işlemleriyle elde edilen ürünün brüt miktarın bir kısmını bitki bizatihi kendisi için kullanmakta, diğer geriye kalanını ise heterotrof canlılara hayatlarını idame etmelerine yardımcı olmak içinde kendi iç bünyesinde depo etmektedir. İlginçtir depo edilen bu ürün brüt ürünün % 90’nına tekabül etmektedir ki, insanoğlu pratik hayatta kendi aralarında “Önce can, sonra canan” derken, bitkiler ise tam aksine ürettiklerinin büyük bir bölümünü kendi dışındakiler için “Önce canan sonra can” diyerekten üretmekteler. Madem öyle, insanoğlu da bitkilerden ibret alıp; “Halka hizmet, Hakka hizmet” için kendini adaması icap eder.
2-Ekolojik hoş görürlülük (Tolerans kanunu)
Tolerans fikri ilk defa 1911 yılında Shelford tarafından ileri sürülmüştür. Bu kanuna göre canlı varlıklar optimum (uygun olan) şartlarda maksimum ve minimim tolerans değerlerinin sınırlarının dışına çıkmayacak şekilde ancak hayatlarını normal standartlar çerçevesinde hayatiyetlerini devam ettirebileceğini öngören bir kanundur. Hatta tolerans değerleri canlıların davranış içgüdüleriyle ve stresle olan ilişkisine göre de karşılık bulabiliyor. Şöyle ki; gerek bitkiler gerekse heterotrof canlıların alt kademelerinde yer alan canlıların üst kademede bulunan canlılara nisbeten hoşgörü seviyesinin daha yüksek olduğu belirlenmiştir. Nitekim onların üretkenliği sayesinde üst tabakadakiler beslenip moral bulmaktalar. Asla ortada memnuniyetsizlik söz konusu değildir. Tüm yaratıklar hayat yardımlaşmadır gerçeğinden hareketle ilahi kanuna tabii olaraktan belli bir program dâhilinde birbirlerine gıda olup hayat bulmaktalar da. Hayat bulurken de bu arada hayatın sistematik bir şekilde doğmak, büyümek, çoğalmak ve ölmek olduğu gerçeği ile de yüzleşiriz. Derken ölümle sonlanan bir hayatın ardından bırakılan besin zinciri mirası nesilden nesile devrolunur da. Baksanıza konuk olduğumuz şu fani dünyada öyle bir sistem kurulmuş ki ölen canlıların cesetleri bile israf edilmeksizin toprak altında bakteriler tarafından parçalanıp ayrıştırılıp bir başka yaşayan canlı âleme gıda olabiliyor. Hadi diyelim ki çürümüş bedenler hayatta yaşayan bir canlıya gıda olmasa bile en azından çürümüş organların etrafa yayacağı ait pis kokuların toprak altı faaliyetleriyle bertaraf edilmesi bile az buz bir iş değil elbet, böylece bu sayede çevremiz korunmaya da alınmış oluyor. Nitekim Yüce Allah (c.c) kullarına hitaben “Gerek diriler ve gerek ölüler için biz dünyayı toplantı yeri olarak kılmadık mı?” (Mürselât, 25) diye beyan buyurarak bu hususlara dikkatimizi çekmekte. İşte ayet-i celile biz aciz kullara adeta besin zincirinin ilk ayağını fotosentez kanuna tabii gıda maddesi üreten yeşil bitkilerin oluşturduğunu, ikinci ayağını bitkilerden beslenen canlıların oluşturduğunu, üçüncü ayağını ise her iki kanaldan da beslenen canlılar oluşturduğunu, derken en nihayetinde tüm canlı cansız varlıkların toplanacağı yerin toprağın kara bağrı olacağını bildirmektedir. Hatta bunların dışında gözle göremeyeceğimiz elle tutamayacağımız trofik zincirin dördüncü halkasını oluşturacak bir başka boyutta var ki adına berzah âlem mi, yoksa bekleme salonu mu ya da kabir âlemi mi denir, bilinmez ama böyle bir boyutun içeriği bizi aşacağından en iyisi mi biz aklımızın ereceği hususlara kafa yoraraktan satırlarımıza devam etmekte fayda vardır elbet.
Canlıların trofik kademelerinde enerji transfer edilirken hiç kuşkusuz maksimum ve minimum seviyelerde seyreden hoşgörülülük sınırlarını aşmayacak şekilde hayat döngüsünün deveran eylemesi kanun gereğidir. Malum kanun gereği bu sınırlar aşıldığında enerji ısıya dönüşebilmektedir ki, bu durum bize Yüce Allah’ın yarattığı Termodinamiğin ikinci kanununu hatırlatmaktadır. Zaten tolerans sınırlar aşılınca ister istemez trofik (beslenme yapısı) zincirin her bir halkasında enerji kayıpları yaşanacaktır. Kaldı ki enerji naklinde sadece minimum miktarlar değil maksimum miktarlar da sınırlayıcıdır. Nitekim buna fazla yükseklik, fazla sıcaklık, fazla ışık, fazla su (H2O) gibi etken unsurlarda dâhildir. Mesela sürekli olarak atmosferden yeryüzüne normal sınırların dışında yağışlar gerçekleşseydi ortalık sel seli götürüp ağaçları bile köklerinden koparacak şekilde tüm bitkiler, molozlar bir yerde yığın halde kümelenmesiyle birlikte oluşacak gaz birikimleriyle etrafı çok kötü kokular saracaktı. Neyse ki Yüce Allah (c.c) biyolojik nizamın devamı için kâinatın yaratılış öncesinden yarattığı ilahi program gereği yağmurun yağış miktarından tutunda güneşten yararlanılacak enerji miktarı gibi daha nice bir dizi Allah’ın ‘Ol’ emri doğrultusunda programlanmış kodlarla birlikte hayat programı yaratılışından bugüne dek yoluna devam etmektedir. Hiç kuşkusuz kâinat programının formatında insanında yaşayabileceği tek gezegen olarak da dünyamız seçilmiştir. Zira dünya insanın yaşayabileceği donanımda yaratılmıştır. Malumunuz diğer gezegenler ya çok sıcak ya da tam tersi bumbuz halde yörüngesinde seyretmekteler, bu yüzden oralarda nefes alınacak veya gıdalanacak bir hayat söz konusu değildir. Kaldı ki konuk olduğumuz dünyada sadece insan değil, diğer canlılar içinde programlanmış hayat söz konusudur. Dünyada zaman zaman bir takım olağan üstü felaketler cereyan etse de ya da bir takım olumsuz faktörler zaman zaman nüksetse de tüm olumsuzlukları bertaraf edebilecek yeteneğe sahip canlılar olabildiği gibi aynı zamanda yaşadıkları çevreye anında adapte olabilecek canlılar da çıkabiliyor. Ancak şu da var ki bu tip canlılar birinci transfer zincirinde başarılı oldukları halde iki veya üç transfer dönüşümlerinde bazı olumsuz etken unsurların devreye girmesiyle birlikte sekteye uğrayıp aynı başarı sergilenemeyebiliyor. Bunun nedenlerini şöyle açıklayabiliriz:
-Bu tür canlılarda ardı ardına gerçekleşen trofik transfer zincirin yol açtığı gıda tüketimine bağlı olarak enerji kayıpları söz konusu olabiliyor. Bu itibarla ekosistem içerisinde trofik zincir üç veya dört döngü ile sınırlı kalmakta.
-Bazı canlılar bir takım etken unsurlara karşı son derece geniş toleranslı tavır sergilerken, bir kısım etken unsurlara karşıda kısmi tolerans duyarlılık sergileyebiliyor. Mesela yıllık bitkilerin çoğu hava sıcaklığına ve toprak nemine karşı daha geniş toleranslı oldukları gözlemlenmiştir.
-Yüksek toleransa sahip canlılar değim yerindeyse engin hoşgörü olmanın içgüdüsüyle bir bakıyorsun geniş sahalara yayılabilme özelliği ile dikkat çekebiliyorlar. Dolayısıyla geniş sahalara yayılamayan canlıların bu durumdan olumsuz etkilenmeleri kaçınılmaz olacaktır. Anlaşılan o ki optimum ekolojik tolerans sınırları içerisinde manevra yapabilen bitkiler aynı zamanda daha gür bir şekilde gelişme kayd edip rekabet bakımdan da üstün konuma geçme avantajına sahip olabiliyorlar. Ta ki, optimal sınırların maksimum ve minimum sınır değerlerinde sapmalar nükseder o zaman rekabetten düşüp üstün avantaj konumlarını kaybedebiliyorlar. Değim yerindeyse elden ayaktan düşmüş halde kendi kabına çekilmiş konumda olacaklardır.
-Şayet bir canlı için hayatı öneme haiz optimum şartlardan mahrumsa biliniz ki o canlı için tolerans sınırlarını aşan engel bir durum ortaya çıkacak demektir. Nasıl mı? Mesela çayırlarda azot noksanlığı bir canlı için sınırlayıcı solma faktörü olarak karşı karşıya kalması bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine de bu durumun önüne geçmek için azot bakımdan fakir mera ve çayırlar susuz bırakmayaraktan solma faktörü kısmen önlenebiliyor.
-Canlılar sadece tek bir faktörün çekim alanının etki altısı altında değil birçok faktörün çekim etkisi altında hayatiyetlerin devam ettirmekteler. Tabii bu etken faktörlerin etkisi canlıdan canlıya değişmekte de. Keza bölge farklılıkları da öyledir. Nitekim her hangi bir bitki için hem fiziki faktörler hem de optimum şartlarda yetişeceği minimum ve maksimum tolerans değerleri bölgeden bölgeye değişebiliyor. Mesela çay, fındık gibi mamuller Karadeniz’e özel has bitki toplulukları olup başka bölgelerde yetiştirilmeye çalışılsa da aynı verimliliği ve tolerans değerini sürdürebilirliği pek mümkün gözükmemekte.
-Ekolojik tolerans bakımdan sınır değerleri geniş olan canlılar ekseriyetle her habitat ortamında boy verebiliyor, malum toleransı kısıtlı olan canlılar ise bir araya gelip birliktelikler oluşturduklarında ancak bulunduğu habitata sadık kalabiliyorlar. Mesela kefal ve tekir balıkları Ege’ye mahsus sadık canlılar olup, bu türlere Karadeniz’de pek rastlanmaması bunun tipik örneğini teşkil eder.
-Çevre faktörleri canlıları sınırlayıcı olduğu zaman verim peryodu ekseriyatla kritik periyod olarak tezahür etmekte. Nitekim bitki ve hayvanların çiçek, tohum, fide, yumurta ve larva gibi üreme devrelerine ait tolerans sınırları diğer gelişme devrelerine göre daha minimum kalmaktadır. Mesela bitkilerin çiçeklenme devrelerinde ki düşük sıcaklığa karşı tolerans sınırları çiçeksiz devrelerine nazaran daha azdır.
Yine toleransla ilgili vereceğimiz bir başka örnekte böcek ve bitki ilişkisine baktığımızda bir bakıyorsun böcekler daldan dala konduğu birbirinden güzel rengârenk renk çiçeklerin adeta cazibesine kapılaraktan konduğu bitkinin tolerans cazibesine muhatap kaldıklarını görürüz. Şayet bazı bitkilerin renkleri bir kısım canlıların ilgisini çekmiyorsa çokta dert değil, bu kez etrafa salacakları misk kokular sayesinde tekrardan kendilerini çekim merkezi konuma getirebiliyorlar. Böylece ister renk cazibeliyi, isterse koku cazibeliyi olsun hiç fark etmez sonuçta böcek ve çiçek ilişkisinin doğurduğu işbirliği sayesinde bitkilerin döllenmesi hadisesinin gerçekleşmesine zemin hazırlanmış olur. Oldu ya, hem renk hem de koku yetersiz kaldı, bu kez rüzgârlar ne güne duruyor, yani tohumunu taşıttırmak için vasıta kılıp, böylece her halükarda bir şekilde döllenme olayı gerçekleşebiliyor. Hatta bir kısım bitkiler de var ki, bir bakıyorsun hiç bir vasıtaya ihtiyaç duymaksızın yanlarından gelip geçen hayvanların tüylerine yapışaraktan bile tohumlarını uzak diyarlara aktararaktan döllenme hadisesini gerçekleştirmekteler. Öyle anlaşılıyor ki; alternatifli üreme yöntemleri bitkilere has bir hüner olsa gerektir.
Ekotip (ekolojik ırk) ve fizyoljik ırk kavramları
Bir bitki türünün belirli bir coğrafi alanda oluşturduğu lokal gruplara ekotip denir. Yani belli bir ortama genetik olarak uyumlu türlerin oluşturduğu biyotipler; ekotip veya ekolojik ırk olarak addedilirken mevcut adaptasyon mekanizması dışında bir genetik yatkınlığı olmayan türlerin teşkil ettiği gruplar ise fizyolojik ırk olarak tanımlanır. Şurası muhakkak hangi ekotip ya da hangi ekolojik ırktan olunursa olsun, sonuçta Allah’a çok şükürler olsun ki yaşadığımız bu gezegende başta aş, su ve enerji vs. olmak üzere her ne ararsan diyebileceğimiz türden tüm canlıların ihtiyaçlarını giderecek her şey fazlasıyla var zaten. Nitekim toprak altında ki mikro canlıların dışkıları ve atmosferde on binde 3 (% 003) nisbetinde bulunan karbondioksit bitkilerin ana esas gıdaları olmaktadır. Hayvanlara ise gıda olarak ekseriyetle bitkiler olmakta. İnsan ise karada, denizde ve havada her ne varsa tüm canlılarla beslenebilen varlıktır. Kaldı ki tüm canlılar ister etçil olsun ister otçul olsun isterse her ikisinden olsun hiç fark etmez sonuçta ihtiyacını karşıladığı tüm gıdalar inorganik maddelerden oluşmakta. Ki, bu inorganik maddeler arasında bilhassa an hidrojen, fosfor, azot, potasyum, kalsiyum, magnezyum gibi elementler tüm canlılara hayatiyet kazandıran maddelerdir. Kelimenin tam anlamıyla biyolojik hayat bu tür elementlerin belirli oranlarda ve belirli sıcaklık şartlar altında bir araya gelmesiyle hem hayat bulmaktayız hem de hayatın dengesi sağlanmakta. Dikkat edin denge dedik, niye derseniz tabiatın denge ayarlarıyla oynandığında başımıza nice felaketlerin geldiğini tüm insanlık olarak görüp geçirdiğimiz için elbet. Dolayısıyla bitkinin doğal ortamına etki edecek tüm ekolojik faktörleri göz ardı edemeyiz. Nitekim bu söz konusu ekolojik faktörleri genel anlamda sıraladığımızda:
-Isı faktörü,
-Su faktörü,
-Işık faktörü,
-Mekanik faktörü (rüzgâr vs.) gibi birkaç faktörün devreye girdiğini görürüz.
Isı faktörü
Hiç kuşkusuz hayatın temelinde enerji vardır, enerji olmadan bir yaprağın bile kıpırdamayacağı muhakkak. Ancak şu da var ki enerji de başıboş değildir, cana can katmasına rağmen enerjide başlı başına kanuna tabiidir. Nitekim enerjiyle aklınıza gelebilecek her türden oluşumların dayandığı veya tabi olduğu kanun termodinamik kanunu olarak karşılık bulmakta. Mesela bitkiler için yetişme yerinden ziyade ısı (kalori) miktarı çok mühim bir yer teşkil ettiğinden, bu duruma sıcaklık veya temparetür denmesi bu kanunun temel öğesi olması dolayısıyladır elbet. Bilindiği üzere canlılar tarafından kullanılan enerji ısıya dönüşüp ekosistem içinde yok olmuş gibi gözükebiliyor. Oysa ağzımıza aldığımız bir lokmayı solunumla yaktığımızda sözkonusu o besin yok olmamakta sadece proteine, yağa, şekere vitamine dönüşmektedir. Böylece tekrar açlık hissettiğimizde yeniden bir başka besin kaynağına başvurarak aynı döngü devam etmekte de. Zira yeniden enerji kazanmanın birinci yolu beslenmekten geçmektedir. İşte bu nedenledir ki enerjinin mevcut durumdan değişikliğe uğrayarak farklı bir konuma geçmesi olayı termodinamiğin birinci kuralının yerine getirilmesinin sonucu bir konumlamadır. Nasıl ki kütle ve enerjinin korunumu kanunu gereği madde biçim değiştirdiğinde o madde sil baştan yeniden eski konumuna dönmediği gibi dönüşen maddede yok olmamaktadır, bilakis enerji halde ya buharlaşmakta ya da tabiatta işleyen pek çok döngü mekanizmalarının içerisinde moleküler düzeyde döngü halde işlev görmektedir. Yani bu demektir ki, buharlaşıp kaybolduğunu sandığımız pek çok madde işleyen enerji madde dönüşüm döngüsü içerisinde devri daim yaparaktan bir şekilde termodinamiğin birinci kanunuyla koruma altına alınmakta. Öyle ya, madem tabiatta hemen her şey değişikliğe uğramasına rağmen Yüce Allah’ın yarattığı korunma kanunuyla koruma altına alındığına göre o halde şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki termodinamiğin temel kanunları aslında bize tabiatın kendi kendini yaratamayacağı gerçeğini de kendi hal lisanıyla söylemiş olmaktadır. İnsanoğlunun buradaki katkısı kanun yaratmak değil, sadece yaratılmış olan kanunun keşfetmiş olmasıdır. Hiç kuşkusuz mutlak manada kanun koyucu yüce Allah’tır, bunun dışında iddiada bulunan (haşa) kendisini Yaratıcı konuma koymak olur ki, bu noktada böylelerine bize Allah hidayet versin demekten başka elimizden birey gelmez de. Oysa biz biliyoruz ki Yüce Allah’ın yarattığı kanunlar sayesinde ışık enerjisi biranda potansiyel enerji biçimi olan besin enerjine dönüşebilmektedir ki, bu durum tek yönlü enerji akımı olarak karşımıza çıkmaktadır. Üstelik hiç bir şey de israf olmamakta. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun enerjisi tükenen canlılar toprağa karıştığında azot olmakta, petrol olmakta, mineral olmakta ya da bir başka canlıya gıda olmakta. Nitekim söz konusu hayatı sonlanan canlılar sonbaharda dökülen sararmış yapraklar misali toprağa karışıp, sonra toprak altında ki mikro çürükçül canlılar tarafından (saprofitlerce) ayrışmaya tabii tutulmasıyla birlikte bitki köklerini besleyeceklerdir.


Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:42 pm

Peki ya Termodinamiğin ikinci kanunu ne işe yarar derseniz, malum ikinci kanun enerjinin kaybolması manasına gelip termodinamiğin birinci kanununun tam aksine korunum, dönüşüm ve değişim olayların hiçbirinin yaşanmadığı bir kanundur. Kelimenin tam anlamıyla ikinci kanun bize enerjinin mütemadiyen daha minimum kullanılabilme düzeyine doğru ilerlediğini ve bununla birlikte entropinin artacağını öngörmektedir. Dahası değim yerindeyse mevcut sisteme ait nizamın bir şekilde bozulacağını bize kendi hal lisanıyla bildirmektedir. Hakeza ikinci kanun bize yararlı bir iş yapmak adına dönüşmüş enerjinin tekrardan kullanılabilir enerji hale getirilme aşamasında net düşüşlerin yaşanacağını, hatta ve hatta iş gücünün azalacağını da hal lisanıyla bildirmektedir.
Evet, eşyanın da kendine has dili vardır. Sakın ola ki eşyada konuşur mu deyip kanun manun tanımazlık yapmayalım. İşte görüyorsunuz ikinci kanun bize hal lisanıyla başlangıçta orijinal olan her ne varsa bir şekilde zaman içerisinde rotasının bozulma yönünde tezahür edeceğini bildirmekte. Kaldı ki, her şeyin bir yükselişe olduğu gibi düşüşü de olmakta. Nasıl ki ölen bir insanın entropisi artarak çürümeye yüz tutup vücut sistemi en küçük parçalara ayrışmasıyla birlikte orijinal ten kafesinden hızla uzaklaşıyorsa, aynen onun gibi madde de enerjisi halinde uzaklaşıp eski haline geriye dönmeme işlemi gerçekleştirmektedir. Bu tıpkı sobadan etrafa yayılan duman ve ısının tekrar sobaya dönmemesi gibi benzer bir durumun ta kendisi geri dönmemektir. Tabii burada sözü edilen kaybolma mutlak anlamda değil elbet. Bilakis bir başka halden bir başka hale geçiş manasına ortadan kaybolmaktır bu. Bilindiği üzere transformasyona giren herşey özüne uygun davranıp sürekli olarak sıcak cisimden soğuk cisme doğru geçiş yapmakta, soğuktan sıcağa asla geçiş olmamaktadır. Dolayısıyla sıcaktan soğuğa tek yönlü olarak gerçekleşen ısı geçişi geriye döndürülemeyecek şekilde ilerleyip ardından hararetin eşitlenme noktasına gelindiğinde bir anda iş enerjisine dönüşmektedir. Mesela ayrı ayrı kaplarda bulunan sıvılar birbirlerine karıştırıldığında ortaya homojen bir sıvı çıkıp, artık bu noktadan sonra geriye dönülemeyecek şekilde bir iş eylemi gerçekleşmiş olur ki, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler verilebilir de. Herşeyden öte tüm bu geriye dönüşü olmayan diye misal getirdiğimiz örneklerin tamamında toplam enerji miktarının sabit kaldığını, ancak entropinin artmasına bağlı olarak mekanik ve termodinamik yönden ısı kayıpların yaşanması veçhiyle sayıca değiştiği gözlemlenmiştir. Anlaşılan o ki enerji her halükarda total halinden değişikliğe uğramamakta, sadece mekanik yönden geri döndürülemeyecek şekilde (mesela ısı enerjisi tekrar mekanik enerjiye dönüşemez) bir değişim süreci geçirmektedir. Hakeza her ne kadar evren şuan itibariyle uzay, kütle ve zamandan ibaret üç sacayaktan oluşan muhteşem düzene sahip yapısını korusa da bir gün gelecek termodinamiğin ikinci kanunun gereği evren bünyesinde taşıdığı tüm enerjisini tüketecektir. Bir başka ifadeyle var olan enerji işe yaramaz halde ısı enerjisine indirgendiğinde veya evreni kuşatan atomların düzensiz ve düşük sıcaklıkta hareket ettiği zaman, şu iyi bilisin ki kâinat kendi kıyametini yaşayacaktır. İşte olası bu kıyametin adı; kozmosun kendi kendine ısı ölümünü ilan etmesi demek olan büyük tufandan başkası değildir.
Bu arada şunu belirtmekte yarar var: üreticiler, tüketiciler, organik ve inorganik maddeler arasında ilişki zinciri sağlansa da bu demek değildir ki hayat denen iksir tam takır ebedi yoluna devam edecektir. Baki olan sadece Allah’tır. Dolayısıyla hayatı etkileyen pek çok unsur Yaratıcının dışında her şeyin fani olduğunu ispatlıyor zaten. Zira ısı, ışık, nem, yağış, basınç gibi fiziki unsurlar optimal şartlarda cereyan etmesi gerekir ki hayat döngüsü tamamlanabilsin. Aksi takdir de ne hava, ne su, ne de toprak tek unsur olarak canlılara eksiksiz bir hayat sunamayacaklardır. O halde tüm unsurlar mutlaka bir döngü içerisine girmek mecburiyetindedir. Nitekim bu döngü âlemi çerçevesinde toprak sathına ulaşan ışınların belirli bir kısmı bir şekilde kayba uğramaksızın aşağıdaki şekillerde tekrar transfer olabiliyor. Şöyle ki;
-Atmosfere geri verilerek,
-Toprağın alt tabakalarına iletilerek,
-Toprağı saran hava tabakaları arasında alışveriş şeklinde,
-Toprak nemli ise buharlaşma ısısı şeklinde,
-Doğrudan ısınma şeklinde,
-Yansıma şeklinde tezahür etmekte.
Dünya sathında hayat denen yolculuğun devam etmesi için öncelikle sıcaklığın pek fazla değişmeyecek şekilde ayarlı tutulması gerekmektedir. Yeryüzü sathının ortalama sıcaklığı fazla değil, iki veya üç derece artmış olsa kim bilir kaç ülke karlar ve buzların erimesiyle birlikte Nuh tufanına benzer bir durumla sulara gark olup haritadan siliniverecektir. Bunun için sıcaklığın belirli derecelerde muhafaza tutulduğunu gösteren en bariz gösterge çizelgesi güneş sabitesidir. Bilindiği üzere yeryüzüne ulaşan güneşin yaydığı radyasyon enerji miktarı güneş sabitesi ölçüm tablosu ile tayin edilmektedir. Şöyle ki; bir radyan enerji bir cisim tarafından absorbe edilirse ısıya dönüşmekte. Dolayısıyla Güneş sabitesi ölçümleri atmosferin dış kısmında 1cm2’lik (bir santimetre karelik) dilimine tekabül eden yüzeyin toplam 24 saatte aldığı radyasyon enerjisinden açığa çıkan ısı kalori cinsinden hesap edilerek belirlenir. Bu hesaptan hareketle güneş ışınlarının atmosferin üst sınırına denk gelen enerjisi 1,94 cal/cm2 dakika (gün) olduğu tespit edilmiştir. Ki; buna güneş sabitesi denmektedir. Bir başka ifadeyle bir yüzeyin bir dakikada aldığı ısı veya enerji değeri güneş sabitesi olarak bilinip, bu değer takriben 2 kaloriye tekabül etmektedir. Hatta güneş sabitinin kısa dalga boylu radyasyonlarını %100 birim olarak kabul edersek, bu durumda radyasyon ışınları atmosferden geçtiğinde bulutlar vasıtasıyla % 24’ü uzaya (fezaya) yansıtılır ki, bu olay geri devir döngüsü olarak ifade edilmektedir. Zaten ortada geri dönmeyen bir enerji akımı olayı yoksa bir müddet sonra döngüsüz kalan bitkiler özümleme yapamayacaklarından bir anda hayatın dengesi allak bullak olacaktır. İşte görüyorsunuz ışık ışın olarak kalmamakta, bilakis canlı cansız varlık her ne varsa herkesim kendi payına düşeni alıp hayat yolculuğuna devam etmektedir. Derken ışığın %1,5 oranı bulut denilen hava molekülleri ve toz parçaları veya su damlaları tarafından emilmekte, geriye kalan % 25’i atmosfer tarafından (Bunun %14’ü atmosfer içinde dağılarak, diğeri % 10,5 ise yine atmosfer tarafından doğrudan kullanılır) yeryüzü için ulaştırılmış olup, % 7’si ise atmosfer tarafından uzaya gönderilen ışınlar olarak sahne almaktadır. Ayrıca ışınların % 15’i atmosferdeki gazlar (%3’ü ozon tabakası, %13 troposfer tabakası) tarafından emilmektedir (yutulur). Böylece gökyüzünden doğrudan yeryüzüne ulaşan kısa dalga boylu radyasyon ışınların yer aldığı istatiksel oran % 22,5’a tekabül eder ki, diğerlerini de buna ilave edip topladığımızda %100 rakamına ulaşmış oluruz. Anlaşılan o ki; direk veya diffuzyona (dağılma, yayılma) uğramış ışınlar gök kubbeden hoş seda ile yeryüzüne ulaştığında arz sathını ısıtıp akabinde toprağın bağrından yayılan % 4’lük arta kalan radyasyon ışınlarının yansıması sonucunda tekrar atmosfere dönmektedir. Ayrıca son araştırmaların ortaya koyduğu verilere göre de yeryüzünde bulunan % 114,5 oranında uzun dalga boya sahip radyasyonlar yukardakine benzer bir tablonun başka versiyonunu andırır aşamalarla geri gönderildiği tespit edilmiştir. Böylece atmosfer hem güneşten gelen hem de arzdan gelen radyasyonlara maruz kalarak sıcaklık kazanmaktadır. İşte bu model üreticilere örnek teşkil etmiş olsa gerek ki bu uğurda seralar kurularak güneşten gelen ışınlar camdan geçirilip toprağın ısıtılması sağlanmıştır. Yani toprak ısınınca radyasyon kanunların gereği olarak uzun dalga boy ışınları yaymaya başlayacaktır. Böylece bu ışınlar camdan geçemeyeceklerinden dolayı toprakla cam arasında kalan hava sıcaklığı turfanda sebzelerin yetişmesine fazlasıyla yetecektir.
Isının alt tabakalara geçişi
Yüce Allah (c.c) yeryüzü sathını kuruluk oranı ve soğukluk oranını belli bir ayarda yaratmıştır. Belli ki kuruluk oranı olması gerekenin dışında gelişi güzel boyutlarda olsaydı bir anda dengeler allak bullak olup yaşadığımız âlem kaskatı kesilecekti. Şurası muhakkak; normal fiziki şartlarda ısının alt tabakalara geçmesi toprağın ısı geçirgenliğine bağlı olarak seyretmektedir. O halde bu durumda toprağın özelliğini dikkate almak gerekiyor. Çünkü her yerde toprağın yapısı aynı değildir. Dolayısıyla bir maddenin ısı geçirgenliği ne kadar büyükse maddenin yüzeyi o oranda az ısınacak demektir. Hatta bir toprağın ısı geçirgenliği toprağın bileşimine ve taşıdığı su miktarına bağlı olarak bile değişebiliyor. Zira kuru ve havalandırılmış topraklarda geçirgenlik az olması nedeniyle sıcaklık üst tabakalarda tavan yapmaktadır. Bu yüzden sıcaklığın maksimum seviyeye ulaştığı ‘tepe noktası inversion’ olarak tanımlanırken, bunun tam aksine alt seviyede yer alan değer de ‘yer iniversin’ olarak tanımlanır. Nitekim ıslak topraklar ışığı aşağıya doğru ilettiklerinden dolayı toprağın üst yüzeyi devamlı olarak soğuk kalmaktadır. Bu arada topraktaki su miktarı değiştikçe hem ısı geçirgenliği hem de spesifik ısı değişecektir. Çünkü H2O havaya göre 30 kat daha büyük ısıyı iletmektedir.
Isı tekrar atmosfere geri verilmez
Yeryüzü güneşten aldığı enerjinin yanısıra aynı zamanda aldığı ışığı kızıl ötesi enerjisi (radyasyon-ışıma) şeklinde atmosfere transfer ederek atmosferin ısınması sağlanır. Normalde yeryüzüne gönderilen ışınlar tekrar atmosfere geri verilmemesi gerekir, ancak yeryüzünde ısı ışınlarının yansıması bazı faktörlere bağlı olarak gerçekleşmesi söz konusudur ki, bu faktörleri özetle şöyle sıralayabiliriz de:
a-Havanın nem miktarı
Bilindiği üzere güneş etkisiyle yeryüzünde buharlaşarak yükselen nem, havada sıvı haline (yoğunlaşma) dönüşmektedir. Böylece havadaki su molekülleri çoğaldıkça yeryüzünden gelen ışınları absorbe etme gücü daha da artmaktadır. Ancak fabrika bacalarından ve evlerimizin kalorifer kazanlarından yükselen dumanlar ve eksoz gazları atmosferin dengesini bozmaktadır. Çünkü her tür yanma hadisesi karbondioksit gazının yayılması demektir. Böylece yanan alevlerin ardından atmosferde aşırı gaz birikiminin tetiklediği dengesizlik güneşten gelen ışınları ister istemez değişime uğratarak günümüzde adından çok söz ettiren ozon tabakasının delinmesi gibi bir probleme zemin hazırlamakta. İşte bu tür problemler yumağı eşliğinde bir anda Yüce Allah; “Artık Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlayabilirsiniz” (Rahman,40) diye beyan buyurduğu ayeti celilenin mana ve ruhunun idrakiyle tabiat dengesinin başlı başına büyük bir nimet olduğunun farkına varırız.
b-Gökyüzünün berrak veya bulutlu olma durumu
Nemle yüklü sıcak havanın gök kubbede belirli bir yüksekliğe yükselmesiyle birlikte önce soğumaya başlar, akabinde su damlacıklarına dönüşür ve en nihayetinde dolu hale bürünür ki bu zincirlemesine gelişen oluşuma bulut denmektedir. İyi ki de bulut gibi doğal şemsiyemiz var. Hele bilhassa bulutların üst tabakası öyle muhteşem donanımla donatılmış ki, bir bakıyorsun güneşten gelen ışınları kendine has manevrasıyla uzaya geri yansıtıp dünyanın aşırı derecede ısınmasının önüne geçmektedir. Hiç kuşkusuz bulut bu manevrasını yaparken, yani yansıta bilirlik anlamında albedo görevi üstlenirken yalnız da değildir. Onun yanında aynı zamanda adeta gökyüzünü kapatırcasına konumlanan dağ yamacı, ağaç dalları gibi engellerde yansıyan ışınları azaltarak albedo olayına katkıda bulunurlar. Malumunuz açık çayırlarda hiçbir engelin olmaması dolayısıyla ormanlara göre alberdo oranı yüksek seviyelerde seyretmektedir. Hakeza kar yüzeyleri de öyledir.
c-Isınan yüzeyin cinsi ve renk durumu
Yeryüzüne düşen ışınların % 88’i yağan kar üzerinde tekrar atmosfere geri yansımaktadır. Tabii bu değer kışın müjdecisi kar beyaz tanelerin marifetiyle gerçekleşen bir değer ölçüsüdür. Toprak taneleri öyle değil elbet, Nitekim söz konusu yansıma ölçüsü kuru toprakta % 15–40, çayırda % 12–30, ormanda % 5–20, su yüzeyinde ise % 3–10 arasında vuku bulmaktadır.
d-Işınların yüzey durumu
Bilindiği üzere ıslak toprak kuru ve içerisi hava dolu topraktan daha fazla ısıyı iletme kabiliyetiyle donatılmıştır. Mukayese yaptığımızda mesela iletim kabiliyeti az olan topraklarda ısı sadece yüzeyde toplandığından mevcut olan ısı ancak geceleri atmosfere iade edilebildiklerini müşahede ederiz. Derken geceleri toprak yüzeyinin çabucak soğumasıyla birlikte fazla ısı kayıplarının varlığına şahit oluruz.
Toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı alışveriş durumu
Toprak nedir diye sual edildiğinde hiç kuşkusuz taş ve topraktan meydana gelmiş 50 km’lik kalınlıkta litosfer üzerinde ki örtü tabakasına toprak denildiği herkesin malumu bir tariftir. Tabii tariften ziyade bizi daha çok toprağı saran hava tabakaları arasında yaşanan ısı faaliyetleri daha çok meraklandırıyor dersek yeridir. Öyle ya madem litosfer tabakası toprak örtüsüyle kaplı, o halde toprak arasında ısı akımını sağlayacak bir donanımın var olup olmadığı merak etmek son derece gayet tabii bir durumdur. Hiç kuşkusuz merak ettiğimiz o donanım var zaten. Şöyle ki toprağı saran hava tabakaları arasında cerayan eden ısı alışverişi doğrudan doğruya daha soğuk veya daha ağır olan hava tabakalarla birlikte hafif veya daha sıcak olan tabakaların üzerine uzandığı artık bir sır değil. Derken bu tabakalar arasında ısı alışverişi sayesinde ısı dengelenmiş olur. Bu arada ısı alışverişi bize aynı zamanda toprakta enerjinin var olduğunu hatırlatmaktadır. Böylece bu hatırlamanın akabinde toprağın bağrında külli irade tarafından elektrik yüklenmiş nizami enerjinin farkına varmış oluruz.
Buharlaşma ısısıyla ilgili olan ısı kaybı
Hiç kuşkusuz buharlaşma enerjisi güneş sayesinde gerçekleşen bir hadisedir. Güneş ışınlarının toprak yüzeyinin ısındırmasına paralel olarak buharlaşmayla birlikte ister istemez nem oranı değerleri de değişebiliyor. Yani bu demektir ki toprağın ısı geçirgenliği ve kendine has özel ısısı azaldıkça o nisbet de toprak ortamı daha da fazla ısınmaktadır. Keza bir yandan toprak tarafından emilen ısının büyük bir kısmı buharlaşıp atmosfere yükselirken diğer yandan da çöllerden yükselen tozlar, karasal kaynaklı humuslar, volkan dumanları ve deniz kaynaklı tuz kristalleri ve daha pek çok zerrecikler havaya karışarak yoğunlaşmış bir halde çekirdek oluşturabiliyorlar. Derken buharlaşan nem ve yoğunlaşmış çekirdeklerin atmosferde bir araya gelip reaksiyona girmesiyle birlikte buluta dönüşmektedir. Böylece atmosferde bulutlaşmanın tüm fiziki şartlarının tamamlanmasıyla birlikte yeryüzü bir anda rahmet yağmuruna kavuşmaktadır. Ayrıca bir başka dikkati çeken husus ise yeryüzü sathından geri dönen uzun dalga boylu ışınlarının havadaki nem sayesinde yutulup arta kalanının ise uzaya salınması olayıdır. Her ne kadar bu olay bize sıradan bir faaliyet gibi gelse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, tam aksine bu durum güneş ve dünyanın birlikte ele ele verip gerçekleştirdiği muhteşem devr-i âlem denge turu mucizesinin ta kendisi bir hadisedir. Zira Yüce Allah (c.c) “Göğü o yüceltti ve dengeyi koydu” (Rahman, 7) diye beyan buyurmakta.
Vesselam.


Vesselam.
EKOSİSTEM
SELİM GÜRBÜZER
Kutuplarda yaşayan hayvanların hemen hemen hepsinin beyaz renge bürünmesi onların korunmasına yönelik armağan bir zırh olsa gerektir. Dahası penguenlerin o buzlar ülkesinde 800 kilometrelik yolu göze alarak onca harcadıkları enerji kaynağının neye dayandığı bizim için bir sır perde olsa da sonuçta kar tipi demeden yavrularını doğurmak için yola çıkıyorlar ya, bu yetmez mi? Elbette ki kar beyaz doğum için yeter artar da. Zira kutlu doğum için kat edilen yürüyüştür bu.
Bir ayı balığı düşünün ki buzullarla kaplı Antarktika kıtasında yaşamakta, hiç kuşkusuz yaratılışında vücudu korunmaya alınmasaydı ne mümkün ki o kıtanın bumbuz soğuk sularına dalabilsin, yani dalamayacaktı. Besbelli ki o balığı yaratan Yüce Mevla vücudunda ısı ayarı yapan otomatik bir termostat donanımla yaratmış. Nitekim öyle de.
Çekirge deyince akıllara düşen hiç kuşkusuz tarlaları istila eden mahlûkat olmaları yönüyle tanımamızdır. Bazen öyle olur ki onları senelerce görme imkanımız kalmaz, nedeni besbellidir, bu süre zarfında larvalarıyla toprağın derinlerinde kendilerini kamuflaj etmek içindir. Yine de biz onları senelerce göremesek de sonuçta hafızamıza istilacı mahlûkatlar olarak kazıdık ya, bir daha asla varlıklarını unutmayız.
Dünyanın çeşitli ekosistemlerinde yaşayan canlı örnekleri bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Yine bir başka ilginç örnek ise Amerika’nın doğusunda çok sayıda geyik türünün avcıların kıyımına maruz kaldığı halde hala neslini devam ettiriyor olmalarıdır. Her ne kadar canlı cansız varlık âleme bilinçsizce gelişi güzel müdahaleler hız kesmese de kâinatta öyle mükemmel bir ekosistem kurulmuş ki tıpkı bu geyik türünde olduğu gibi pek çok canlı türü adeta ''Yıkılmadım ayaktayım” dercesine kökümüzü kurutamazsınız mesajını verebiliyor. İşte bu ve buna benzer örnekleri çoğalttığımız da ister istemez biyolojinin bir alt dalı olan ekoloji biliminin sınırları içerisine girdiğimizi fark ederiz. Öyle ki gerek hava kirliliği, gerek zaman zaman etrafımızın siyahımsı dumanla kaplı sis perdesine bürünmesi gerekse nükleer santrallerin etrafa saçtıkları insan sağlığını tehdit eden radyasyon yayılımı gibi olaylarla alakadar olaraktan adından söz ettirmektedir.
Evet, ezelden buyana kurulu olan eko sistemi sadece çevre bilimciler değil tüm insanlıkta gün boyunca soludukları havadan da önemini fark etmiş durumdadır. Hem nasıl fark edilmesin ki, nefes alıp verdiğimiz hava sayesinde tüm hücrelerimiz oksijenlendiği gibi tüm vücut metabolizmamız işleyiş halede gelebiliyor. Nitekim akciğerlerimize çektiğimiz temiz havanın kanımızı pırıl pırıl temizlenmesi bunun en bariz örneğini teşkil eder.
Bilindiği üzere jeolojik zaman içerisinden süzülüp milyonlarca yıl hazırlığın sonucunda yeryüzü üzerinde dağlar yükselmiş ve bu arada depremlerle çalkalanan dünyamız nice badirelerden geçtikten sonra üzerinde çatlaklar oluşmuş, derken yüksek tepeler meydana gelmiştir. Hatta dünyamız birçok tufan hadiseleriyle ufalanıp parçalanmış, akabinde yer kabuğu üzerinde üst üste katmanlar teşekkül edip birtakım kara parçaları su altında kalmıştır, Eski kıtaların meydana getirdiği kum tabakaları ise okyanusların dibinde adeta ince tül örtü oluşturmuştur. İşte dünyamız tüm bu olağan üstü geçirdiği doğal afetlere rağmen bir bakıyorsun hayat denen iksir bir şekilde yoluna devam etmekte. Tabii afetler ilk bakışta hiç arzu edilmeyen olağan üstü bir durum olsa da, öyle olağan üstü hadiselerde vardır ki bizim şer gördüklerimizin altında hayırlara vesile olan durumlar ortaya çıkarabiliyor. Nitekim bugünkü ormanlar, kömür yatakları, gaz ve petrol kaynakları dünyamızın yaratılışından bugüne geçirmiş olduğu bir takım olağan üstü tabiat olaylarının ortaya koyduğu hammadde kaynaklarımızdır. Kaldı ki tüm dünya sathı olağanüstü gelgitlerden geçse de halen bugün olmuş yeryüzümüz tüm canlıların ana rahmi olmaya devam etmekte. Bu ana rahminde her organizma türünü gruplandırdığımızda bunu popülasyon olarak niteleriz. Böylece grupladığımız her popülasyon canlı toplulukların kendi aralarında ki oluşturdukları birliktelikler anlamına gelen community (organizmalar toplumu) gerçeğiyle yüzleşiriz. Esasında her türden organizma toplukları yeryüzü sathında birbirlerine göbekten bağlıdırlar. Nitekim bir orman alanı düşünün ki, kuş, böcek, bakteri ve memeli hayvanlardan yoksunsa o ormanın hiçbir anlam ifade etmez, hem kaldı ki bu söz konusu unsurlardan yoksun bir ormanın uzun süre ayakta kalması imkânsız gibi bir şeydir. Üstüne üstük birlikte yaşamak denen hadise kâh yardımlaşma kâh kâinat dengesinin korunması adına var oluş veya yok oluş mücadelesi tarzında tezahür etmektedir. İşte bu noktada ekolojistler dünyanın yaratılışından bugüne bir takım olağan üstü hadiseler eşliğinde hiç duraksamaksızın işleyen ekosistemin sırlarını çözmek için habire çırpınıp durmaktalar. Çırpınmaları da gerekir zaten. Zira makro ve mikro âlemde o kadar merak edilecek birçok olaylar zinciri var ki, doğrusu ilim uğruna çırpınmaya değer de. Öyle ya, şimdi gel de merak etme:
-Bir bakıyorsun bazı aynı cins ağaçların bir kısmı su kenarlarında boy verdikleri halde bir kısmı da etli tohumlara sahip olmadıklarından veya başka sebeplerden olsa gerek kurak ve güneşli alanları mesken tutabiliyor.
-Yine bir bakıyorsun bazı kuş türlerinin park bahçelerine gruplar halinde konmadıklarını, daha çok boş arazilere konduklarını merakla gözlemleyebiliyoruz.
-Yine mesela yavru ördeklerin güzün kendilerine rehberlik eden herhangi bir eğitmen olmadığı halde kendiliklerinden bir araya geldikten sonra belirli bir hedef doğrultusunda göç uçuşuna çıktıklarını merakla gözlemleyebiliyoruz.
-Yine bir bakıyorsun zirai mücadele adına güvelere yönelik ister ilaç kullanılsın veya kullanılmasın ansızın ortadan kaybolduklarını gözlemleyebiliyoruz.
-Yine bir bakıyorsun algler için hem besinlerin akan suyun karşında eşit olduğu hem de ışık şiddetinin dönüşümlere uğradığı nehirler ideal bir ortam olduğunu merakla gözlemleyebiliyoruz. Gözlemleyemesek de ekolojistler bu durumu çoktan gözlemleyip tespit etmiş durumdalar. Hiç kuşkusuz ekolojistler tabiatta ki bir takım oluşumları gözlemlerken de sebep netice ilişkisinden hareketle bilimsel verilere ulaşmaktalar. Zaten verilere ulaşma çabası kâinat ekosistemin bir büyük laboratuvar olduğunu göstermektedir.
Ekosistem içerisinde yer alan canlı cansız varlıklar icabında kendi artık döküntülerinden bile istifade edebiliyor. Bu tür istifade için mıntıka temizliği gibi bir şey dersek yeridir. Zaten kurulu ekosistemden istifade edilecek mekanizmalar olmasaydı değim yerindeyse her bir canlı ben ekosistem filan tanımam deyip kendi başına buyruk kesilecekti. Böylece kabından çıkıp çevreyi istila etmeye kalkışmalarıyla birlikte ekosistem çökmüş olacaktı. Dünyanın yaratılışından bugüne ekosistem tam takır çalışıyorsa biliniz bu ilahi güç tarafından ototrof ve heterotrof canlılar arasındaki ilişkilere ince bir ayar çekilmenin neticesi bir tamtakır çalışmadır bu. Mesela çekirgelerin ekosistem içerisinde diğer canlılar tarafından otokontrole tabii tutulmaksızın istilasına göz yumulsaydı bitki âleminden söz edemeyecektik. Belli ki ototrof canlılarla heterotrof canlılar arasında da bir otokontrol sistemi söz konusudur.
Bilindiği üzere kendi kendine beslenen ve kendi besin kaynağını üreten canlılara ototrof canlılar olarak addedilirken ototrof canlıların ürettiklerinden beslenen canlılar ise heterotrof canlılar olarak addedilirler. Heterotrof canlılar daha çok dışarıdan aldıkları maddeleri sentezleyerek yeni bir bileşene dönüştürmekle mahir canlılardır. Ototrof canlılar da enerjisini güneşten karşılamakla beraber büyük ölçüde üretici konumlarını koruyabilen varlıklardır. Bu arada karadaki üreticilerin kahır ekseriyeti köklü bitkiler oluşturmaktadır. Suda ki üretici konumda olanlar ise daha çok mikroskobik düzeyde fitoplankton (fito=bitki, plankton=yüzen) gibi yüzme kabiliyeti olan bitki türleri olarak dikkat çekerler. Bilhassa bu türler arasında üretici yönüyle su altında en çok çeşitlilik yönünden dikkat çekense diatomlardır.
Ekosistem başta element düzeyinde abiyotik temel maddeler olmak üzere ototrof ve heterotrof canlıların birlikte oluşturdukları fiziki şartlarda buna dâhil olmak üzere çok geniş alanı kapsayan bir sistem üzerine kuruludur. Malumunuz abiyotik maddeler ekosistemin kapladığı alan üzerinde inorganik ve organik maddeler olarak ekosistem içerisinde yerini alırken üretici ve tüketici konumda canlılar ise bu alan üzerinde ototrof ve heterotrof bileşenler olarak yerini alır. Tüketici konumda grupların büyük ölçekte kapladığı alan sırasıyla insan, omurgalı canlılar ve kara ekosistemin en yüksek düzeyinde yer alan kuşlar oluşturmaktadır. Küçük ölçekte tüketici gruplardan ise bu alan içerisinde omurgasızlar sınıfından bilhassa saprofit (çürükçül) cinsinden bakteriler ve mantarlar en dikkat çeken gruplar olarak göze çarpmakta. Yine de bakmayın siz öyle onların küçük gruplar olarak söz edilmelerine, bir bakıyorsun boyundan büyük işlere karıştıkları bilinen bir gerçekliktir. Nitekim saprofitlere bir bakıyorsun ölmüş protoplazma ve döküntüleri parçalayıp ayrıştırmakla kalmayıp birde üstünü üstük ayrıştırdıkları ürünleri tüm canlıların istifadesine sunmakla boyundan büyük işlere mührünü vurmakta. Mesela Fransız tabiat bilgini Jean Henri Fabre’nin dikkatinden kaçmayan bir başka daha tipik bir böcek örneği daha vardır ki, o da boyundan büyük işlere mührünü vuracak derecede adına gönüllü çöpçüler dediği Nicrophorus (burying beetle) böceğinden başkası değildir elbet. Ki, bu söz konusu böcek hayvan leşlerini büyük bir ustalıkla toprağa gömerek tırtıl devresindeki yavrulara protein bakımdan zengin besin kaynağı sunmakla meşhur bir böcek türüdür. Ve bu böcek türleri hem çevre temizleyicileri olarak hem de gübre böcekleri olarak adından söz ettirmeleriyle meşhurdurlar.
Anlaşılan o ki; tabiatta muazzam bir ekosistem döngüsü işler haldedir. Bu döngü sayesinde her türlü israfın önüne geçilebilmekte de. Tüketilen her zerrenin mutlaka bir geri dönüşü (recycying) olduğu gibi kendi kendini yenilemesi de (regenerasyon) söz konusudur. Mesela süt çocuğu ailesine ait Dischidia türü bitkiler kullanılmış suyu tekrar kullanım haline getiren bir kabiliyete haizdirler. Özellikle yapraklarının tepe üstüne yağan yağmur suları elektrostatik bir çekim gücü sayesinde bir bakıyorsun su damlacıkları bağıl bir şekilde asılı halde kalabiliyor. Böylece bu sayede böceklerin bu baloncuk haldeki asılı duran bağıl su damlacıklarına düşmesi neticesinde oluşan çürümüş artık maddeler bitki için iyi bir besin kaynağı olmakta. Mesela yine adından havayı temizleyen çiçekli bitkiler olarak söz ettiren Bromeliad türü bitkiler ise bir bakıyorsun su ihtiyacını pulları vasıtasıyla havadaki nemden ve geceleri oluşan sis damlacıklarından gidererekten aylarca solmayan çiçek haliyle hayatlarını idame ettirebiliyorlar. Hatta nemsiz kuru olduklarında da kindel aracılığıyla filizlenip yeniden kendini üretebiliyorlar. Keza bir başka süs bitkisi olan orkidelerin köksüz olanları da öyledir. Köklü olanlarsa köklerini ağaca tutunmak için kullandıkları gözlemlenmiştir. Her neyse anlaşılan o ki çöl bitkilerinin yıllarca susuz bir halde nasıl ayakta kalabildiklerinin sırrı bu ve buna benzer bitki türlerinin genetik yapısında kodludur.
Genellikle tabiat döngüsü hidrolojik ve biyolojik döngü ana başlığı altında incelenmektedir. Gökyüzünden yeryüzüne inen yağmur damlaları ister gök kubbeden bardaktan boşalırcasına yağsın isterse kar taneleri halde, hiç fark etmez. Sonuçta her iki halde de su molekülleri şeklinde tüm canlıların ihtiyaçlarını karşılayaraktan biyolojik döngü sağlandığı gibi buharlaşma, terleme vs. yoluyla da atmosfere tekrardan geri dönerekten hidrolojik döngü sağlanmış olur. Kelimenin tam anlamıyla tabiatta bir taraftan su eksilirken diğer taraftan da tabii olduğu ekosistemin çarkları içerisinde eksikliğini tamamlayıp böylece bu muhteşem döngü sistemi hiç aksamaksızın yoluna devam etmektedir. Hiç kuşkusuz bu döngü sistemin buharlaşma hadisesinin işleyişinde birinci derecede güneş faktörü etkin rol oynarken ikinci derecede deniz ve okyanuslar etkin rol oynamakta, üçüncü derecede ise karalar etkin rol oynamaktadır. Aynı şekilde buna benzer hadiseleri organizmamızın temel taşlarını oluşturan hidrojen, oksijen, kükürt ve azot dörtlüsünün oluşturduğu döngü sistemlerinde de pekâlâ görmek mümkün. Nitekim fotosentez hadisesi sayesinde bir bakıyorsun su, oksijen ve karbonun birlikte oluşturduğu döngü sistemi hayatımıza can katmaktadır. Fotosentez olayında açığa çıkan oksijen serbest halde ekosisteme dâhil olduğunda ise bir bakıyorsun tüm canlı âleme bir nefes sıhhat soluk olunmakta. Malumunuz bu noktada fotosentez kanununa tabi bitkiler ekosistem içerisinde oksijen üretmek için vazifelidirler. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz havadan aldıkları karbondioksit ve kökleriyle aldıkları su ve güneşten gelen ışığı yapraklarındaki klorofille özümleyip neticesinde karbonhidrat (besin) ve oksijen üretmekle elbet. Derken bitkilerin ürettikleri oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları vücudunda yavaş yanma denen metabolik mekanizmalarla (yapım yıkım işlemlerle) yakaraktan dışarıya karbondioksit gazı halinde atmosfere salıverirler. Fotosentez formülünden de öyle anlaşılıyor ki ‘insan-bitki-hayvan’ arasında nefes alıp verme şeklinde cereyan eden bir dizi reaksiyonlar neticesinde ortaya tüm canlılar için hayat enerjisi doğmaktadır. İşte hayatımıza giren bu enerji tüm canlıların kullanacağı şekilde tek yönlü entropi kanunuyla kendini hissettirir de. Düşünebiliyor musunuz ışık bir anda bitki maharetiyle kimyasal enerjiye çevriliyor, oradan da hayat enerjisine dönüşmekte. Bu demektir ki ışık bir bitki bünyesine girmeye dursun bir anda tüm canlı âleme karbonhidrat gıda olmakta ve oksijenin serbest olarak açığa çıkmasıyla birlikte de bir nefes sıhhat olmaktadır. Üstelik serbest salınan oksijen arz tarafından yutulmaz da. Zaten yutuluyor olsaydı hayat enerjisinden asla söz edemezdik. Baksanıza tabiatta tüm mühendislik hesapların üstünde öyle kurulu mükemmel bir ekosistem işler haldedir ki, bir bakıyorsun hem hidrojen alınımı vuku bulmakta hem oksijen üretilmekte, hatta bu arada karbondioksitte boş durmayıp su molekülünden ayrışan oksijen için alıcı rol konumuna girip icabında karbonhidrat bileşikleri oluşturabiliyor. Derken üretilen bileşikler hem bitkinin beslenmesine hem de bizim için gerekli protein, yağ ve nişastaya ayrıştırılmakta. Her şeyden öte fotosentez hadisesinde de belirttiğimiz gibi karbondioksit suyla girdiği reaksiyonda bizlere glikoz şeklinde besin kaynağı olmakta ve solumamız içinde oksijen şeklinde hayat enerjisi olmakta. Hakeza ekonomik yönden de kâğıt olmaktadır. Zira 1 ton kâğıt için 250 m3 (metre küp) suyun gerekliliği bunun bir teyididir zaten.
İşte görüyorsunuz bitki görünüş bakımdan bir ağaç, ya da bir çimen veya bir ot gibi bize gözükse de, kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Asıl maharet bitki içerisinde konumlanan kloroplastlar sayesinde hava ve suyun özünde bulunan en temel üç element olan karbon, hidrojen ve oksijenin sentezlenmesindedir elbet. Düşünsenize bitkiler tarafından üretilip serbest olarak salınan oksijenle bir anda atmosferimiz temiz havaya bürünmek suretiyle teneffüsümüz sağlanabiliyor. Tabii tüm bu anlatılanlar bunlarla sınırlı değil, işin içinde birde hücre boyutu kısmı var. Şöyle ki; hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksidatif fosforilasyonla yakılarak bir başka türden enerji kaynağının varlığına da şahit oluruz. Yani bitki ve hayvanların artıklarından oluşan karbon maddesi ve ölen canlılardan açığa çıkan azot, karbon ve kükürt ihtiva eden maddelerin aerobik oksidasyonla atmosfere karbondioksit saldıklarını gözlemleriz. Bunun sonucu olarakta karşılığında aerobik döngü içerisinde yer alan amonyak ilk evvela nitriğe dönüşürken, nitriğin ise nitrata dönüştüğünü müşahede ederiz. Ve kükürtlü hidrojenin de oksitlenerek sülfata dönüştüğünü, derken atmosferdeki azotun nice canlılara gıda olup böylece tabiat ekosistem döngüsünün tamamlanmış olduğunu idrak etmiş oluruz. Madem tabiat döngüsünün nasıl işlediğini idrak eder olduk, o halde yaşadığımız ekosistem kaynaklı hayatın aynı zamanda mükemmel hayat kimyası bir laboratuvar olduğunu da idrak etmiş olmamız icap eder.
Canlıların büyük çoğunluğu havaya ihtiyaç duysalar da anaerob bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılar oksijensiz yaşayıp enerji ihtiyacını aldıkları besinlerin metabolik faaliyetlerle parçalanıp ayrıştırılmasıyla karşılarlar. Keza bir kısım ototrof bakterilerde enerjilerini birtakım kimyasal reaksiyonlar neticesinde temin ederler. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşmesiyle oluşan enerji bu kabilden enerji olup, ayrıca bu enerjik durum glikozun oksijensiz ortamda laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla birlikte mayalanma ürünlerini de beraberinde getirir. İşte görüyorsunuz oksijensiz bir ortam da bile birçok kimyasal olaylar gerçekleşebiliyor. Nitekim aneorobik bir bir ortamda kimyasal bileşiklerden karbon metan gazına dönüşürken, sülfatlar sülfüre, nitratlarda amonyağa dönüşmektedir. Üstelik oksijensiz ortamda tüm bu kimyasal reaksiyon dönüşümler vuku bulurken arkalarında en ufak bir kirlilik bırakmaksızın gerçekleşmektedir. Ne diyelim, işte görüyorsunuz bilhassa askerde sıkça dillendirdiğimiz mıntıka temizliği denen hadise bu olsa gerektir. Fakat hızlı sanayileşmeyle birlikte kara, hava ve deniz trafiğinin saçtığı zehirli artıklar her geçen işleyen ekosistemi rayından çıkaracak derecede kırmızı alarm verir hale gelmiştir. Şayet tüm dünyada topyekûn bir çevre bilinci oluşmadığı sürece mesela bir bakmışsın deniz kirliliği denen hadiseyle birlikte en önemli protein kaynağımız olan balıkların toplu ölümleriyle karşı karşıya kalacağız demektir. Hele böylesi vurdumduymazlık ve işgüzarlıkla işler rayından çıkmaya bir görsün yine bir bakmışsın sürekli asit yağmurlarına maruz kalan ormanların heba olmasıyla birlikte yeşil sahaların çölleşeceği ve yeraltı zenginliklerinin tükeneceği, aşırı şehirleşmeyle birlikte tarım alanlarının heba olacağı noktalara gelinip kıtlık günlere adım atılacağı an meselesidir diyebiliriz. Oysaki Allah’ın kullarına emanet ettiği dünyamızı bu denli acımasızca hoyratça ekosisteme müdahale ederekten heba etmeye ne insanlığa sığar ne de vicdana.. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta ne buyuruyor; “Göklerde ve yerde ne varsa hepsini sizin hizmetine verdi. Şüphe yok ki, bunda düşünen topluluklar için ibret ve deliller vardır.”(Casiye,13)

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:42 pm

Evet, gerçekten de düşünen topluluklar için ekosistem içerisinde Allah’ın lütfu canlı cansız her ne varsa her birinden alınacak nice dersler vardır elbet. Lafa geldiğinde ülkemizin üç tarafı denizlerle çevrili olduğundan söz ederiz, ama her nedense denizlerimizi hoyratça kirletmekten geri durmayız. Oysaki denizlerimizin altında zengin donanımlı su ekosistem yataklarımız söz konusudur. Şu iyi bilinsin ki hiç kimsenin bu mükemmel engin su ekosistem yataklarımızı kirletmeye hakkı yoktur. İşte bu nedenle çevre katledicilere aman vermemek gerekir. Hele bilhassa su altında canlı organizmaların ürettiği aragonit yapılar olarak bilinen mercan resiflerini bu çevre katledicilere karşı korumamız en önceliğimiz olmalıdır. Ki, mercan resifleri doğal deniz altı bakım merkezleri olarak görev ifa etmektedir. Bilindiği üzere su altında plankton halde gözle görülemeyecek parazit türden yüzen canlılar mevcut olup her birinin gözle görülemeyecek canlılar olmanın verdiği avantajla bir balığın vücuduna çok rahatlıkla yapışıp parazit halde yaşayabiliyorlar. Tabiri caizse balığın hem bu illet durumdan kurtulabilmesi hem de üzerine sirayet eden birtakım kirliliklerden kurtulabilmesi için bir doktora gitmesi icap etmektedir. Tabii bu doktor bizim anladığımız manada insan doktoru değil, bilakis adına temizleyici balık denilen ve mercan resiflerinde yuvalanıp mesken tutmuş uzman temizleyici balık doktorlardır bunlar. Ancak hastalar kendisine musallat olan parazit artığı kirlilikleri giderecek bu söz konusu bakım merkezlerine geldiğinde bir şekilde derdini anlatacak birkaç kelamda bulunmaları gerekir ki şifa bulabilsinler. İşte bu noktada Allah Teâlâ iletişimi sağlayacak bir donanımı o hasta balığa yüklemiş bile. Şöyle ki mercan resifine gelen bir balık temizleyici görev ifa eden doktor balığı görünce tıpkı bukalemun gibi renk değiştirerek meramını dile getirmiş olmaktadır. Yani bu renk değişikliği tedavi olmak istediğinin bir işaretinin ta kendisi bir renk değiştirmedir. Böylece temizleyici balık aldığı bu işaretle hastanın tedavisini karşılayacak operasyonu yapmış olur. Derken hasta balık bu yapılan basit bir operasyonla kendisine musallat olan parazitlerden kurtulduğunda tekrar eski rengine dönüverip yerini sırada bekleyen bir diğer balığa bırakarak oradan mutlu bir şekilde ayrılıverir. Anlaşılan sadece yeryüzünde değil denizin altında da hastane ve bakım merkezleri faaliyet içerisinde konuşlanmışlardır. Hatta temizleyiciler grubuna bazı karides türleri de bakım merkezlerinde görev ifa eden elamanlar olarak adından söz ettirmekteler. Malum bu türlerde gayet kendi çaplarında mercan resiflerinin bulunduğu polikliniklere konuk olan hasta balıkların etrafına üşüşerek ya derilerini kıskaçlarıyla ya da ağızlarıyla adeta mıntıka temizliği icra etmekteler. Amma velakin gel gör ki mercan resifleri insanoğlunun müdahalesine maruz kalmış, hatta birçok meraklı dalgıçlar temizleyici balıkları akvaryumlara taşıması neticesinde su altı ekosistemi ciddi manada darbe almıştır. Nitekim su altı temizleyici bakım merkezlerinin ve bu merkezlerde görev ifa eden pek çok canlı türlerinin yara alması parazitlerin su altındaki balıkların yok edilme sürecini ve kirliliği beraberinde getirmiştir.
Maalesef insanoğlunun ekosisteme müdahil olduğu olaylarda bir takım problemleri de beraberinde bugüne taşımıştır. Nitekim 1970’li yıllara baktığımızda Doğu Amerika’nın güneydoğu kısımlarında kırmızı kanatlı kuşlar ve kahverengi başlı sığırcık kuşların istilasıyla karşı karşıya kalındığı yıllar olduğunu görürüz. Bu yıllarda vuku bulan sığırcık kuşu istila hadisesi gerek kara ulaşımında gerekse hava ulaşımında bir takım aksaklıklara yol açtığı gibi hem pek çok kazalara davetiye çıkarmış hem de tarlalarda ekilen biçilen ürünlerin telef olmasına yol açmıştır. Belli ki bu istilacı sığırcık kuşları bir zamanlar bataklıkları mesken tutup da sonradan ziraatın gelişmesi ve artan nüfusla birlikte söz konusu bataklıklar kurutulunca göç etmek zorunda kalan böceklerin yaşadığı diyarlar uzakta olsa kokusunu almış gibiydiler. Tam da beslenmeleri için bulunmaz fırsat bir durumdu bu. Dolayısıyla kokusunu aldığı diyarların zirai alanlarına konduklarında ne buluyorsalar kursaklarına indiriyorlardı. İşte bu noktada iplerin koptuğu an gelmişti ki, insanoğlunun müdahalesiyle göç eden böcekler ve istilacı sığırcıklar bir anda toplu kıyımla yok edilecek bir uygulamanın kurbanı olarak kendi paylarına düşeni alacaktır. Yani bir hatayı telafi edelim derken bir başka hataların kapısı aralanıp bu kez yeni problemlerle karşı karşıya kalmanın davetiyesi oluşturulur. Oysa bilinen bir gerçeklik vardı ki, o da ekosistemin en ufak bir müdahaleye gelmeyeceği gerçeğidir. Malumunuz plansız programsız gelişigüzel ekosistemin kodlarıyla oynandığında nice bir dizi felaketlerin yaşandığına hem tarih şahit hem de tüm insanlık şahittir. Nitekim her geçen gün ekosistem eskisine göre daha da bir kırmızı alarm vermektedir. Bakınız bu hususta; “Tabiat haklıdır” diyen Maurice Messegue bir yazısında ne diyor: “Silahını alan ava çıktı. Bir tane şahin vuran alkışlandı. Hatta bazı yerlerde ödül olarak avlayanlara para bile verildi. Fakat sonunda gelinen süreç itibariyle yırtıcı kuşların kökü kazınınca tarla farelerine gün doğdu. Bu kezse fareler katledilmeye başlandı. Fareler ortadan kalkınca tarlaları sümüklü böcekler kaplar oldu. Hâlbuki sümüklü böcekleri fareler; fareleri ise şahinler yiyordu... Tabii yanlışlarımız bununla sınırlı kalmadı, ormanları çalı çırpıdan temizleyelim derken milyonlarca karıncayı öldürdük. Bu küçük yaratıkların ormanlarımızın koruyucusu olduklarını o zamana kadar maalesef tam anlayamamıştık.”
Gerçekten de bu akıl dolusu sözler karşısında karıncaların ormanların hakiki temizleyici topluluklar olduklarını geçte olsa nihayetinde anlamış olduk. Hadi diyelim ki, anlamamış olsak bile karıncaların çam ağaçlarına üşüşüp pervane olmuş parazitleri, meşe ağaçlarını içten içe kemiren tırtılları, bacaklı sinekleri ve pislik böcekleri yiyerekten ekosisteme katkıda bulundukları her hallerinden kendilerini besbelli ediyorlar zaten. Karıncalar iyi ki de varlar, bu sayede ekosistem içerisinde yer alan ormanlarımızı oluşturan ağaçlardan defosuz bir şekilde faydalanmış olmaktayız. Tarihi süreç içerisinde bilhassa insanoğlunun ekosisteme fütursuzca müdahalelerde bulunmasına rağmen bir şekilde ekosistem kendini korumaya devam edip direnmekte de. Öyle ki Yüce Allah (c.c) ekosistem içerisinde yer alan kimi canlılara hayat koşuşturmasında koşması için uzun bacaklı yaratıp ihsan etmiş, kimine hayat mücadelesinde kendini savunması için boynuz, çene, pençe gibi uzuvlar yaratıp ihsan etmiştir. Kimine avının ayak seslerini duyması için işitme cihazı, avlaması için koku duyusu, görmesi içinde göz lütfetmiş, kimine de havada uçması için kanat ihsan etmiştir. Hatta kimi böceklerin korunması için tıpkı bukalemun gibi gizleyici maske donanımla korunaklı yaratıp ihsanda bulunurken kimi böcekler içinde tıpkı hamam böceğinde olduğu gibi vücudundan bolca yakıcı sıvı denen kimyasal madde varı püskürtücü donanımla korunaklı yaratıp ihsanda bulunmuştur.
Velhasıl-ı kelam; Yüce Allah (c.c) “Yeri, sizin faidenize hor (ve müsahhar) kılan (her türlü istifadenize uygun yaratan) O’dur. O halde O’nun omuzlarında yürüyün. (Allah Teâla’nın) rızkından yeyin. (Fakat şunu devamlı iyi bilin ki) son gidiş ancak O’nadır (Allah’adır)” (Mülk, 15) diye beyan buyurarak yaşadığımız ekolojik sistemin kıymetini ve şükrünü kullarından murad etmektedir.
Vesselam.
ISI VE İKLİM MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Hayat için gerekli olan sıcaklık, toprak, hava ve suyun hep birlikte uyum içerisinde olması gerekir. Nasıl ki solunum sistemi için temiz hava bir nefes sıhhat gereklilik şartsa, ab-ı hayat için su da olmazsa olmaz diyebileceğimiz en elzem bir gerekliliktir. Hakeza konu başlığımız ısı da öyledir. Ancak unutmayalım ki hayat için gerekli olan ısıyı güneşten ayrı bağımsız olarak asla düşünemeyiz. Güneşle adeta içli dışlı gibidirler.
Bilindiği üzere güneşten gelen ışığın yeşil bitki örtüsü üzerinde yansıma oranı % 50 civarında olup diğer geriye kalanı da fotosentezde kullanılmak üzere absorbe edilmektedir. Şöyle ki; ışık başlangıç itibariyle bitkinin bünyesinde tek yönlü enerji olarak ilerlerken daha sonraki aşamalarda bitkinin bünyesinde absorbe edilerekten bir takım kimyasal reaksiyonların tetikleyicisi olur. Böylece ışık sayesinde bir yandan fosfor, sülfür ve magnezyum gibi maddeler teşekkül ederken diğer yandan da bitkilerle beslenen canlılara vitamin ve gıda olunur. Üstelik canlı âlem ışığın marifetiyle üretilen bu hayati öneme haiz maddeleri vücutlarına aldıklarında hem kendi metabolizmik faaliyetleri için kullandıkları gibi hem de dışarıya karbondioksit salaraktan fotosentez döngüsüne katkı sunmuş olurlar. Derken ışık sayesinde bitkiler tarafından üretilip kullanım hale gelen bu inorganik madde transferi dönüşümü nesilden nesile devam eder de. İşte bu noktada tüm canlı organizmaların vücut yapılarında ve hücrelerinde yapıcı ve yıkıcı nitelikte işleyen tüm kimyasal değişim ve dönüşüm tepkime süreçlerinin her biri Fransızca besinlerin organizma tarafından özümsenmesi süreleri manasına gelen ‘metabolizma’ olarak karşılık bulur.
Her neyse, ister adına özümsenme densin ister metabolizmik faaliyetler densin hiç fark etmez sonuçta tüm vücut içinde cereyan eden her çeşit yapım ve yıkım faaliyetlerin kaynağı ışığa dayanmakta. Mesela kendimizi bir an ormanlık alanlarına attığımızı varsayıp araştırmaya koyulduğumuz da ısı emilimi noktasında bir ormanda en fazla ısı ışınlarının emildiği alanların ağaçların tepe noktaları olduğu gerçeği ile yüzleşeceğiz demektir. Ve yüzleştiğimizde de ister istemez bu kez aklımıza ikinci bir araştırma konusu takılacaktır. Öyle ya, madem ağaçların en tepe noktaları en fazla emilmeye müsait kısımlar olduğu gözüküyor, o halde bu durumda Tropikal iklim kuşağındaki sıcak ülkelerde konumlanan ağaçlar nasıl oluyor da kendilerini aşırı bunaltıcı sıcaklardan koruyabiliyorlar sorusunun akla takılması son derece gayet tabii bir durum. Hiç şüphe yoktur ki bunun cevabı Yüce Allah’ın (c.c) her bir bitki türünün yaşadığı bölgeye göre kendilerine serinletecek donanımlı kılmasında kodludur. Nitekim Yüce Allah (c.c), bitkileri soğuktan korumak için kimine kalın kürk, kimine yumuşak kürk ihsan ederek hayatiyetlerini halk ettiği gibi bitkilerin bunaltıcı sıcaklardan korumasına yönelikte farklı donanımlarla donatarak korunaklı kılmıştır. Misal mi? İşte kaktüslerin en tepe noktasındaki sürgün kısmı bir yandan boy atarken diğer yandan da boy atmanın verdiği enerjik ısının oluşturduğu terlemeyle kendi kendini gölgelendirebiliyor olması bunun en bariz misalini teşkil eder. Kaldı ki terleme tertibatı olmasa da bir bakıyorsun Neoraimondia Gigantea türünden kaktüsün köşegenli yapıda olması bir tür ona gölgelik avantajı sağlayaraktan aşırı sıcaklıklardan korunmasına ziyadesiyle yetiyor. Hakeza Kanarya adalarında yaşayan Euphorbia Canariensis adında kaktüs bitkisi de öyledir. Hadi diyelim ki bir kısım bitkilerde gölgelik tertibatı yoktur, çokta önemi yoktur. Zira Yüce Allah (c.c), dünya sathında yarattığı öyle de bitkiler var ki, bir bakıyorsun yapraklarına yerleştirilen otomatik termostat diyebileceğimiz türden serinletici buharlaşma sistemi sayesinde güneşin kavurucu sıcaklığına karşı kendilerini koruma altına alabiliyorlar.
Evet, ısı deyip es geçmemek gerekir. Nitekim bilim adamları önemine binaen bitki topluluklarını bulunduğu ortamın ısı şartlarını da göz önünde bulunduraraktan açık bitki toplulukları, kapalı küçük boy bitki toplulukları, kapalı yüksek boy bitki toplulukları ve yüksek boy bitki toplulukları (ormanlar) şeklinde dört grup başlık altında incelemeye alıp özetle özelliklerini şöyle ortaya koymuşlardır:
-Açık bitki toplulukları adından da anlaşıldığı üzere bu tür bitkilerde ısınma hadisesi toprak yüzeyinin kısmen bitki örtüsüyle örtülü olması hasebiyle güneşten gelen ışınların sadece toprak üzeri görünen yüzeylerine sirayet etmesiyle vuku bulacaktır. Tıpkı çorak topraklarda olduğu gibi ısınma gerçekleşecektir.
-Kapalı küçük boy bitki toplulukları dendiğinde malum yabani otlar, kısa çimenler ve 20 cm’ye kadar olan bitkiler grubuna giren topluluklar akla gelmektedir. İster istemez bu özelliğe sahip bitkilerde ısınma hadisesi güneşten gelen ışınların daha toprağın derinliklerine nüfuz etmesine fırsat vermeden, yani gelen ışığı absorbe etmeleriyle vuku bulacaktır. Böylece bu sayede küçük ve alçak olan boylarını muhafaza eden bitkiler olarak adından söz ettirmiş olurlar.
- Kapalı yüksek boy bitki toplulukları ise adı üzerinde kapalılıkla meşhurdurlar. Hatta değim yerindeyse sorsan adın ne diye, cevaben susmayı tercih edip asla konuşmazlar, kapalı kutu gibidirler. Olsun yine de biz onların kapalı kutu olmalarına aldanmayalım, bir bakıyorsun boyları 1 metreye kadar bulan bitkiler olarak, yani “yüksek boylu kapalı bitki topluluklar” olarak adından söz ettirebiliyorlar. Öyle ki bu tür gruplarda ısınma hadisesi daha çok hububat tarlalarında uzun otlaklar, çalılar olarak neşet bularak vuku bulmakta. Özellikle bu gruptakiler için ısı ışınlarının en fazla tesir ettiği bölge bitkinin 1/3’ü olan üst kısımları olmaktadır.
-Yüksek boy bitki toplulukları ise ormanlık alanları oluşturmakla meşhur ağaç topluluklarıdırlar. Ki, daha önce ormanları oluşturan ağaçların en tepe kısımlarının yine en fazla ışık alan kısımlar olduğunu belirtmiştik. Ancak orman alanını oluşturan ağaçlar sık sık olarak değil de seyrek halde kaplıysa bu durumda ısınma hadisesi seyrek ağaçlar arasından sızan ışınlar toprak yüzeyine kadar nüfuz edip ikinci bir maksimal bölge oluşturarak vuku bulacaktır. Hatta böylesi seyrek bitki örtüyle kaplı alanlarda geceleri ısının düşmesiyle birlikte soğuk hava akımı hızla aşağılara nüfuz ederekten toprak zemininde minimal düzeyde sıcaklık şartların oluşmasına yol açacaktır. Hava akımlarının doğrudan ağaçların gövdelerine sirayet eden orman alanlarında ise malum bu kez bambaşka ısınma hadiselerin vuku bulacağı bir başka iklim şartların oluşmasını beraberinde getirecektir. Sonuçta hangi iklim şartlarıyla karşı karşıya kalınırsa kalınsın bu tür orman alanlarında gövdenin kabuk kısımları ağaçları dış faktörlerden korunaklı kılmaya yeter artar da. Bu arada gövde sadece korumak için mi vardır derseniz, elbette ki yaradılış gayesi gereği koruma vazifesinin yanı sıra daha pek çok hayati fonksiyonları icra etmek içinde misyon üstlenmiştir. Şöyle ki ağaç gövdesinde kesit alıp mikroskobik incelemeye aldığımızda iç kısmın halkalardan oluştuğu gözlenir ki bu halkalar aynı zamanda ağacın yaşını da belirleyen işaretler olarak karşımıza çıkar. Hele iç halkaların merkez konumunda ki çekirdek kısmın sert olması hasebiyle etrafındaki dış halkalardan su sızmasına geçit vermemesi de bir bambaşka yaratılış mucizesi olarak karşımıza çıkar. Hatta bir başka dikkatimizden kaçmayan yaratılış mucizesi ise çekirdek kısmının adeta kurşungeçirmez yelek özelliği yönüyle gövdenin çürümesinin önüne geçiliyor olmasıdır.
Peki, yaratılış mucizesi iyi hoşta, bu mucizevi hadise sadece bitki gövdesinin iç halkalarıyla mı sınırlıdır, hiç kuşkusuz iç halka ya da dış halka hiç fark etmez her yaratılan varlık bütün yapısıyla da Allah’ın mucizesi şahika eserdirler. Ne var ki kullar olarak bizler bu gerçeği kimi zaman idrak etmekten aciz kalıp sadece olağan üstü hadiseler vuku bulduğunda hemen mucize kavramına sığınmaktayız. Hem şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; bir şeyin dışı iç yansımanın bir ürünüdür. Keza mucize noktasında da iç dış bir bütün olup bu demektir ki cemi cümlenin tamamı yaratılış mucizesidir. Nitekim dış halkalarda iç güzelliğin gereği hem köklerden iletim kanalları yoluyla gelen suyun ve besi suyunu belirli oranlarda dallara pay etmeleri cihetiyle de başlı başına mucizevi bir eser olduğunu çoktan hissettiriyorlar. Kelimeni tam anlamıyla iç ve dış etle tırnak misali birbirinden ayrılmaz bir şekilde gövdeye katkı sağlayarak mucizevi eser olduklarını gösterirken bu arada gövdeye bağlı dallar da kendi payına düşenden nasiplenip kendine bağlı yapraklarıyla birlikte serinlemek isteyenleri selamlayaraktan mucizevi eser olduklarını göstermektedir.
Şu da var ki orman alanlarında bitki örtüsü sıklaştıkça toprak zemini üzerinde günlük sıcaklık göstergelerinin değişimi de o nisbette küçüldüğünü gözlemlemekteyiz. Ayrıca bitkiler tarafından emilen ısı enerjisinin cüzü miktardaki kısmın karbondioksit asimilasyonu için kullanıldığını, aslan payının transprasyon için kullanıldığını, geriye kalanın ise çevredeki hava ve ısı alışverişinde kullanılmak üzere transfer edildiğini gözlemlemekteyiz. İşte görüyorsunuz ısı enerjisi nerede kullanılırsa kullanılsın sonuçta bir bitkinin çoğu karbon maddesinden teşekkül ettiğine göre ısının kullanımı noktasında kendisi için değil bilakis daha çok kendi dışındakiler için kullandığı gerçeğini değiştiremeyecektir. Değim yerindeyse bitkiler kendi hal lisaniyle “Hizmet nimettir” mesajı vererekten kendisinden daha ziyade başkaları için karbondioksiti (CO2) asimile etmek için kendilerini adamış gözükmektedirler.
Sıcaklık rezistansı
Bilindiği üzere güneş ışınları 150.000.000 kilometre öteden atmosferden filtre edilerek dünyamıza arınmış halde nüfuz etmektedir. Her ne kadar nüfuz eden ışınlar kimi zaman aşırı sıcaklar halinde insanın canından bezdirecek halde bunaltsa bile her külfetin birde nimeti olduğunu unutmamak gerekir. Dolayısıyla o kadarını da hoş görüp güneş ışınlarının gerek toprağın derinliklerine gerekse denizin derinliklerine kadar nüfuz ederekten sızıp hayat enerjisi olarak baş tacımız olacaktır hep. Hem kaldı ki her şey zıddı ile bilinir ya, aynen öyle de aşırı sıcaklıktan bazen bunalmamız gerekir ki serinlemenin kıymetini bilmiş olalım. Öyle ya güneş bir bakıyorsun bizi aşırı sıcaktan bunalttığı gibi bir bakıyorsun yeryüzünde oluşturduğu buharlaşma hadisesiyle gökte oluşmasına vesile olduğu masmavi bulutlarıyla bize serinletici şemsiye olmakta. Yetmedi her şeyden öte birinci derecede büyük bir enerji kaynağımız olarak bizi her daim selamlamakta da. Burada bitkilerin enerji yönden rolleri malum yukarıda da belirttiğimiz üzere güneş sayesinde elde ettikleri enerjiyi kimyasal enerjiye çeviren bir aracı eleman olarak tüm canlı âleme hizmet etmiş olmalarıdır.
Elbette ki her canlıda olduğu üzere bitkiler de aşırı ve kavurucu sıcaklıklardan olumsuz etkilenmekteler. Zira bitkilerin yüksek temperatüre dayanma kabiliyetlerine sıcaklık rezistansı denmektedir. Şayet bir yerde sıcaklık değerleri 60 veya 60 üzeri santigrat derecelere gelmişse ora da canlı bir hayattan artık söz edemeyiz. Bu türden aşırı sıcaklıklara karşı her canlı kendi çapında direnç göstermeye çalışsa da nereye kadar direnç gösterebilir ki, nihayetinde genelde ölüm kaçınılmaz alın yazısı olur. Hiç kuşkusuz ideal bir hayat için ne aşırı sıcaklık işe yarar, ne de aşırı düşük sıcaklık. Mutlaka sıcaklığın optimal düzeylerde olması gerekir ki normal hayat devam edebilsin. Zira aşırı sıcaklıkların hemen her canlı üzerinde olumsuz yönde metabolik bozukluklara yol açtığı malum. Her ne kadar düşük sıcaklıklar pek çok canlının vücut ikliminde metabolik bozukluklara yol açmasa da şu da bir gerçek soğukluk canlı âlemin gelişimine mani bir durum ortaya çıkarabiliyor. Ancak gelişim bakımından bunun istisnai durumları da söz konusudur. Şöyle ki, bir takım mikroskobik canlılar da tabir caizse bulundukları dağlar üşür, ovalar üşür, topraklar üşür, yaslandığı taşlar üşüdüğü halde kendilerine gelince tam aksine çok düşük sıcaklıklara karşı dayanıklılık gösterip çok rahatlıkla hayat yolculuğunda gelişim gösterebiliyorlar. İşte bu tip istisnai durum mikro canlılardan hareketle bazı bilim adamları hayattan ümidi kesilmiş olan hastalara buz aküsü destekli dondurucu soğuk iklim şartlarına tabii tutaraktan bir süre yaşatmak arzusunu taşısalar da maalesef bu yönde yapılan denemeler her seferinde fiyaskoyla sonuçlanmıştır. Zira düşük sıcaklık ileriye doğru bir gelişim kaydetmiyor, bikere adı üzerinde donduruculuk, yani hayatı durdurmaya yönelik donduruculuktur bu. Anlaşılan o ki, canlıların gelişimi için mutlaka hem ısı dengesine hem de enerjiye ihtiyaç vardır. Kaldı ki her canlı için gerekli olan enerji yaratılışında yeterince bünyesine kodlanmış zaten, hele ki bitkilerde bu enerji kodu daha fazlaca dersek yeridir. Bakınız Allah Teâlâ bu hususta tüm canlılara hem soğuktan hem de sıcaktan koruyacak yuvalar halk ettiğini ve cümle âlemin enerjik olduğunu mealen şöyle beyan etmekte: “Yeri de (Bak biz dört mevsim hep) Biz döşeyip-yaymaktayız, (hala görmüyor musunuz ki) ne güzel ve mükemmel (yaratıp) döşeyici(yiz) iz” (Zâriyât, 48).
İşte cümle âlemin enerjisini sağlayan sıcaklık rezistansı malumunuz primer sıcaklık rezistansı ve sekonder sıcaklık rezistansı olarak iki şekilde incelenir:
-Primer Sıcaklık rezistansı protoplazmanın yüksek sıcaklıklara karşı gösterdiği dayanıklılık mukavemet direnci demektir. Dolayısıyla bir protoplazmadan sümüklü böceğe kadar her tür canlının göstereceği bir dayanıklılık mukavemet direnç sınır noktası söz konusudur. Hele bu sınır aşılmaya bir görsün, bak o zaman kızılca kıyameti. İşte o kızılca kıyametin kopmaması adına bu söz konusu mukavemet (dayanıklılık) dengesi içerisinde her canlının hayata tutunmada oynayacağı rolün elbette ki küçümsenemez noktada direnç gösterdiğini söyleyebiliriz.
-Sekonder sıcaklık rezistansında (yapısal sıcaklık rezistansı) bir takım bitkilerin kendini yaşatacak, ayakta durmasını sağlayacak morfolojik strüktür yapısı veya transpransyon mekanizmalarıyla yüksek sıcaklığın öldürücü etkilerinden koruyabildikleri gibi bünyesinde mevcut iletim şebekesi mekanizmalarıyla da taşıdığı suyu ekonomik olarak dengede tutabiliyorlar da. Zaten dengede tutmaları da gerekir ki bilhassa belli bölgelere has narenciye, pamuk, çay, tütün, üzüm, fındık gibi bitkiler o bölgelerin ürünü olarak yetişebilsin.
İKLİM
İklim ölçümleri bilindiği üzere meteorolojik uzmanlar tarafından atmosferin ilk tabakası olan troposferde meteorolojik balon yöntemiyle ölçümlenmekte. Ve bu ölçümler günde iki kez incelenip ortalaması alınarak ölçüm tayini yapılır. Belli ki kâinatın yaratılışında sadece kâinatın kendisi değil ezelden ebede ikliminin nasıl olacağı da kodlanmıştır. Hele bu iklim kodunun şifreleri çözüldükçe ilahi program gereği okyanuslardan buharlaşan suyun uçup kaybolmadığını bilakis iklim kodlaması içerisinde sirkülasyona tabi tutulup yine dünya iklimine yağmur, kar ve dolu olarak geri dönüş yaptığı gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Hakeza ısınma hadisesi de öyledir. Nitekim atmosferde alçak ve yüksek basınç sistemlerinin ürettiği kuzey-güney istikametinde yer alan konveksiyon akımların veya tropoz ara katmanında (troposferin son bulduğu stratosferin başladığı alan) yer alan rüzgâr akımlarının etkisiyle ısınma denen hadisenin bir yerlerden bir yerlere kütle halinde taşınmayla vuku bulduğu bilinen bir gerçekliktir. Öyle ki uzmanlar bir yandan kuzey enlemlerde soğuk hava dalgası şeklinde aşağılara doğru düşük sıcaklık halde yansıdığını gözlemleyip tespitte bulunurken diğer yandan da güney enlemlerde sıcak hava akımı şeklinde atmosfere doğru yüksek sıcaklık olarak yansıdığını gözlemleyip tespitte bulunmuşlardır. Derken uzmanlar tespitte bulundukları donelerden hareketle sıcak hava akımlarıyla soğuk hava akımlarının karşılıklı yer değiştirmeleri neticesinde her bölge kendi payına düşen veya nasipleneceği iklim klimasının günlük ya da haftalık ne olabileceğini hava tahmini şeklinde önümüze koyabiliyorlar. İşte önümüze konulan hava tahmini raporlarından da anlaşıldığı üzere tıpkı cemrede olduğu gibi güneş ışınlarının önce havaya, sonra suya ve en nihayetinde toprağa düşerekten ısınma hadisesinin gerçekleştiğini öngörebiliyoruz. Sadece ısınma mı, işin içinde elbette ki ısınan havanın hafifleyerek yeryüzünde yükselmeye başlamasıyla birlikte yerini soğuk hava tabakasına bırakmakta vardır. Bu sayede havaların soğuyacağını ön görebiliyoruz da. Yine hava raporlarına bakaraktan rüzgârın esip esmeyeceğini de ön görülebilmekte. Bilindiği üzere karşılıklı hava akımlarının yer değişmeleriyle rüzgâr denen hadise vuku bulmakta. Misal mi? Mesela deniz üzerindeki soğuk hava tabakasının karadan yükselen sıcak havanın yerini alaraktan sahil şeridine dalga halinde akması rüzgâr hadisesinin tipik bir dalgalanma örneğini teşkil eder. İyi ki de denizde dalgalanmalar olmakta, bu sayede bilhassa yazın bunaltıcı sıcaklar eşliğinde sahil boyunca serinletici bir iklim oluşturmakta. Bu arada unutmayalım ki, güneşin yeryüzündeki havaya hareket manevrası vermesi de rüzgâr oluşumu olarak tanımlanmakta. Hele ki bariz bir şekilde gözle görülür rüzgâr esintisini de malum atmosferin değişik basınç sistemlerin etkisi altında ısınmasından kaynaklanan farklılıkların bir döngü içerisinde hava hareketi tarzında vuku bulmasıyla gözlemleriz. Böylelikle rüzgârların iklimlerin oluşmasında büyük ölçüde aktif rol oynadığını fark etmiş oluruz. Dahası rüzgârlar denizlerin nemli havasını her yönden estirme yetenekleri sayesinde adına ister poyraz, ister lodos, ister alize rüzgârları denilsin her türden değişik yelpazelerini karalara, dağlara, ovalara, ormanlara taşıyabiliyor da. Hatta hava akımları esmekle kalmayıp uzaydan gelen (+) ve (–) iyon yüklü parçacıkları, meteorları ve güneşin ültraviyole gibi zararlı ışınları filtre ederek canlılar için tertemiz bir iklim yaşatmaya vesile oluyorlar. Zira Yüce Allah (c.c) rüzgârla ilgili ilginç sırları vurgulayan kelamın da; “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5) diye beyan buyurduğu gibi bir diğer kelamında ise “ Biz aşılayıcı rüzgârlar gönderdik. Gökten de bir su indirip onunla sizleri sıvardık” (Hicr, 22) diye beyan buyurmaktadır. Dahası dünyanın 363 milyon kilometre karesini (km2’sini) denizler ve 148 milyon kilometre karesini de karalar oluşturmaktadır. Bunu yüzdeye vurduğumuzda denizlerin % 71’lik ve karaların da % 29’luk bir alanı oluşturduğu ortaya çıkar ki, işte bu verilerden hareketle dünya sathındaki iklimin ekolojik bakımdan makro iklim, mezo iklim ve mikro iklim diye üç ayrı kategoride tasnif edilir.
-Makro iklim (Meteorolojik veya bölge iklimi):
Makro iklim meteorolojik merkezlerce tayin edilir. Bu iklime mahsus canlılar bu bölgelerde hayatiyet kazanırlar. Dolayısıyla kutuplarda yaşayan penguenleri çöl ikliminin hâkim olduğu bölgelerde yaşatamayacağınız gibi bunun tam aksine bir kelebeği de kutuplara hapsedip yaşatamazsınız.
-Mezo iklim (lokal iklim):
Mezo iklim orman, çöl gibi özel tip ortamların iklimidir. Elbette ki bu iklim şartlarına adapte olmuş canlılar için mezo iklim bulunmaz bir fırsat olacaktır.
-Mikro iklim:
Mikro iklim organizmaların vücut yüzeyi ile doğrudan ilişkili iklimdir. Bu klimaksın özellikleri ancak özel bir sistem yoluyla tanınır. Mesela devamlı güneş altında kalan kayalarla ağaç altında veya su kenarında bulunan kayalar arasında farklı klima etkisi altında olduğunu görürüz. Keza toprak altı yuvalarının toprak sathına yatkın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlarında farklılık arz ettiği gibi bir duvarın yüzeyi ile alt yüzeyi arasındaki mikroklimatik şartlar içinde farklılık sözkonusudur. Hatta konumlandığı bakış yönü bakımdan da öyle olup mesela bir duvarın alt ve üst yüzeyi olsun hiç fark etmez kuzeye bakan yüzü farklı mikro iklim tesiri altındadır. Tüm bu örnekler bize gösteriyor ki birbirinden farklı fiziki şartlar asla göz ardı edilemeyecek unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Ancak şu da var ki, bir yamacın taşıdığı su miktarı yön tayinine göre büyük bir değişiklik göstermez. Çünkü her tarafı güneşten gelen dik ve yayınık ışınlara maruzdur. Zira yamaçların farklı pozisyon almasına neden olan asıl etken unsur coğrafi enlemlerdir. Nitekim ekvator bölgesinde güneş tam tepedeyken yön farkı ortadan kalkıp, en fazla ısı ışınları öğleden evvel ve öğleden sonra doğu ve batı yamaçlarına alındığı gözlenir. Ekvatordan uzaklaştıkça kuzey yarımkürede güney yamaçların ısınır olduğu gözlenirken, güney yarım kürede ise kuzey yamaçların en fazla ısınan bölgeler olduğu gözlenir. Bu arada kutuplara doğru gidildikçe de güneşten gelen dik ışınların git gide azalıp yerini yayınık ışınlara bıraktığı gözlemlenir. Yani bu demektir ki kutuplar da yöne bağlı olan sıcaklık farklılıkları fazla farklılık arz etmeyip sadece deniz seviyesinden yükseldikçe yayınık şekilde ışınların azalması söz konusudur.
Peki, yamaçlara doğan ışınların oluşturduğu ısınma etkisi nedir ne değildir denildiğinde, buna cevaben olarak hele bilhassa orta enlemlerde görenleri hayretler içerisinde bırakacak derecede farklılık arz ettiği görülecektir. Nitekim buralarda güney yamaçlardaki bitkiler ilkbaharda çiçek açtığı görülürken kuzey yamaçlarda ise tam aksine yaz ortalarına kadar hala karla kaplı olduğu görülür. Mesela yine bir bakıyorsun Orta Avrupa da olduğu gibi güneş ışınları yamaçların eğimine doğru düştükçe enerji miktarı da o nispette değişiklik arz ettiği görülmekte. Şu bir gerçek; güney yamaçlara güneş ışınları hem uzunlamasına hem de dik olarak düşerken kuzey kısımlara ise daha zayıf bir şekilde düşmektedir. Keza ışınların düşüş durumuna göre ağaç cinsleri de bulunduğu konuma göre değişik konumlanma göstermektedir. Nitekim bir bakıyorsun soğuk vadilerin en üst yamaçlarında iğne ve geniş yapraklı ağaçlardan oluşan ormanlarla kaplı olduğu sıkça görülürken vadi tabanına inildikçe ormanların yerini çalıların ve otlakların yer aldığı görülür. Böylece tüm bu örneklerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; güneş ışınlarının yeryüzüne düşüşü ne denli ölçüde dik düşüyorsa o nisbette de düşen ışığın oluşturacağı ısı enerji miktarı da o nisbette artmaktadır. Öyle ki bu durumu güneş tam zenit’te (tepe noktasında) iken ısı enerjisinin artış kaydettiğini gözlemlemek pekâlâ mümkün de.
Bilindiği üzere dünyamız hava denilen gaz karışımıyla birlikte çepeçevre sarılıdır. Hele bilhassa dünyanın engebeli arazilerinde soğuk hava akımlarının ağır gaz diyebileceğimiz türden hava katmanı oluşturduğu içindir çukur alanlara inme eğiliminde olduğu gözlemlenmiştir. Geceleyin ise gaz basıncının etkisiyle toprak sathı hızla soğuyacağından bu soğuk hava kütlesi çukur alanlara doğru daha çok birikim sergileyecektir. İşte bu nedenledir ki çukurlara doğru akaraktan oluşan soğuk hava birikintisi Soğuk dolin (soğuk çukur) olarak tanımlanır. Yükseklerde de soğuk dolinin tam aksine sıcak hava birikimi söz konusudur. Dolayısıyla bu gözlemlenmiş bilgilerden hareketle soğuk dona karşı hassas olan bitkilerin yetiştirilmesinde arazi şekli mutlaka dikkate alınması gerekmektedir. Aksi halde etrafı dağlarla çevrili meskûn yerlerde soğuk dolinler ister istemez meyve ağaçlarını ve üzüm bağlarını ya da bir başka türden yetiştirilen ürünleri doğrudan olumsuz yönde etkileyip üreticilerin zarara uğraması kaçınılmaz olacaktır. Bu demektir ki, bu tip arazi alanlarda ziraat ve tarımla uğraşan üreticilerin mutlaka soğuk havanın birikintisinin yol açacağı zararlara karşı bir takım sulama metotlarını devreye sokmaları gerekecektir.
İzoterm (eş sıcaklık eğrisi)
Yeryüzünün sıcaklık durumunu bilhassa deniz seviyesinde aynı yükseklikte yerleri birleştirmek suretiyle ortaya konan grafiksel sıcaklık eğrilerine izoterm (eş sıcaklık eğrisi) denmektedir. Söz konusu grafiksel eğrilerin bize gösterdiği bir gerçeklik vardır ki; o da malum hava sirkülasyonu (hava dolaşımı) denen hadisenin ne sürekli yağış halde seyrettiği, ne de sürekli kuraklık yönünde seyrettiğidir. Gerçek olan 4 mevsimli iklim klimanın dönüşümlü olarak yaşandığı gerçeğidir. Ayrıca mevsimsel iklimlerin yanı sıra ilahi bir güç tarafından yeryüzünün nizami bir şekilde beş sıcaklık eğri eksen üzere ayarlandığını görmekteyiz ki bu söz konusu iklim bölgelerinin özelliklerini özetle şöylece tanımlayabiliriz de:
-Ekvatoral iklim bölgesi:
Bu iklim kuşağının yıllık sıcaklık eğrisi değişmeleri minimal düzeylerde olup aylık ortalama sıcaklık değerleri 24 -28 santigrat dereceler seviyelerinde seyretmektedir.
-Tropikal iklim bölgesi (dönence):
Bu iklim kuşağı ekvatorun 23 santıgrat derece güneyi ve kuzeyinde bulunan paralel çevreyi alan bölgeyi içine almaktadır. Buralarda sıcaklık eğri düzeyi maksimal düzeylerde değişiklik arz edip ortalama sıcaklık değerleri 23,2-24,7 santigrat dereceler seviyelerinde seyretmektedir.
-Subtropikal iklim:
Muhtemeldir ki kâinatın ilk yaratılışında iklim özelliği suptropikal bir iklim kuşağı hâkim olup, aynı zamanda yeryüzü üzerindeki karaların kapladığı alanın şimdikinden çok daha büyük olduğudur. Dolayısıyla böylesi bir iklim kuşağına bağlı olarak dünyanın yaratılış yıllarında bitki florası bakımdan zengin olduğunu tahmin etmek çokta zor olmasa gerektir. Nitekim bugün yeryüzünün kömür yatakları bakımdan zengin olması tahminlerimizin doğrular niteliktedir. Bu durum bize o devirlerde yaşayan organizmaların C-14 (karbon -14)/ C-12 (karbon12) oranının etkisi altında yaşadıklarının ipucunu vermektedir. Bilindiği üzere bugün subtropikal iklim 25-40 santigrat derece enlemleri arasında uzanan bölge kapsamı içerisinde olup, yıllık ortalama sıcaklık değerleri 17,4-19,3 santigrat derece arasında seyretmektedir. Bu yüzden buralarda sıcaklık değişmeleri çok büyük değişiklik arz ettiği içindir geceleri sık sık don olayı yaşanmaktadır.
-Ilıman iklim:
Ilıman iklim kuşağı kutuplarla subtropikal arasında yer alan sahadır. Dolayısıyla yıllık sıcaklık ortalaması 10 santigrat derece arasında sabitlenmektedir.
-Kutup iklim Bölgesi:
Kutuplara yakın kısımların büyük çapta buzullarla kaplı olduğu dönemlere bakıldığında ekvatora yakın enlemlerin aşırı bir yağmur aldığı anlaşılmaktadır. Hatta o dönemlerde çöller ve uçsuz bucaksız sahralar bile sular içerisinde yüzüyordu. Hakeza bütün göller ve iç havzalar da öyleydi. Çünkü kâinatın ilk yaratılış safhasında dünyamız adeta şiddetli fırtınalardan ve yağışlardan geçilmiyordu. Öyle ki yaşadığımız dünyanın tedrici bir şekilde en nihayet su dengesine kavuşması Nuh Tufanının bir neticesi olarak ortaya çıkmıştır. Şimdi su dengesi sayesinde kutuplarda temperatür yılın büyük bir kısmında sıfır santigrat derecenin altında seyretmektedir. Dolayısıyla kutuplarda hiçbir zaman sıcaklık 10 santigrat dereceye yükselememiştir. Zaten yükselmesi demek yeni bir Tufan hadisesinin yaşanması demektir. Bu yüzden su dengemizi sağlayan Yüce Allah’a ne kadar şükretsek o kadar azdır. Hatta kâinatta öyle bir denge kurulmuş ki kutuplardaki buzullar sayesinde kışın bile derin sular donmamaktadır. Zira buzullar altında kalan derin sular donmak bir yana hayat için can damarı olmaktadır.
Tabii ki yukarıda izah etmeye çalıştığımız ısı şartları hiç kuşkusuz paralel eksen üzere konumlanmış bölgeler için geçerlilik arz eden kurallardır. Malumunuz dikey eksen üzerine yayılıp konumlanmış bölgelerde (dağlar-tropikal bölgenin dağları hariç) biraz daha durum farklılık arz edip her 100 metrede bir sıcaklığın 0,55 santigrat derece düştüğü gözlemlenmiştir.
Yeryüzünde yüksekçe uzanan sıra dağlar iklim kuşağı ile kutup iklim kuşağı arasındaki bazı benzerliklerin göze çarpması vejatasyon devresinin kısa oluşuyla alakalı bir durumdur. Nitekim aylık sıcaklık ortalamasının benzerlik teşkil etmesi de bu iki bölgenin tipik ortak özelliğini ortaya koymaktadır. Fakat yine de birbirinden ayrışan yönler belirgindir elbet. Mesela donlu günler sayısı kutuplarda takriben 42 gün olduğu halde bunun tam aksine boylu boyunca sıralanan yüksek dağlarda ise 80 günü geçebilmektedir. Hakeza yüksek dağlarda şiddetli güneş ışınları sebebiyle toprak yüzeyinin gündüz çok ısındığı gözlemlenirken gece ise tropik bölgelerin dağlarından farklı olarak yansımayla ısı kaybına uğradıkları gözlemlenmiştir. Kutup bölgelerinde bir başka dikkat çeken ayırıcı özellik ise gün saat diliminin çok uzun olmasıdır. Dolayısıyla buralarda büsbütün güneş batmadığından toprak yüzeyindeki ısı kaybı yok denecek kadar azdır diyebiliriz. Her şeye rağmen yine de gündüzün ortam sıcaklığı çok değildir, keza geceleri de gündüz sıcaklığına paralel olarak çok soğuk olmamaktadır. İşte tüm bu ayırıcı verilerden hareketle kutuplarda konumlanmış bitkilerin gelişmesi için yeknesak ısı şartlarının hüküm sürdüğünü tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Bu demektir ki bitkilerin gelişmesi için gerekli olan vejetasyon devresinin uzunluğu önemli olmakla birlikte uzun süre sıfır santigrat dereceler altında kalan bitkilerin ise istirahatte olduğu düşünüldüğünde hayati faaliyetleri bir noktadan sonra durağanlık arz etmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bilindiği üzere vejetasyon (büyüme) devresi don olmayan zaman kabul edilir. Hatta vejetasyon devresinin uzunluğundan başka bir de bu devreye ait sıcaklık şartlarının bitkinin gelişmesinde çok büyük rol oynadığı bilinen bir gerçekliktir. Dolayısıyla bunun için mesela odunlu bitkilerin yeşermesine yönelik gereken vejetasyon devresinin günlük sıcaklık ortalaması 10 santigrat derecelik periyotlarda seyretmesi gerekir ki yeşerebilsin. Nitekim kış buğdayı 5 santıgrat derecede, Mısır 13 santigrat derece de gelişebilmektedir.
Velhasıl-ı kelam, ısı ve iklim canlıların hayat bulmasında tıpkı ab-ı hayat su gibi gerekli olan Allah’ın mucizesi şahika eserdirler.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:46 pm

BİLGİNİN VATANI YOK
SELİM GÜRBÜZER
Üniversite deyince toplumu aydınlatan ilim irfan ocakları olarak diye biliriz hep. Nasıl öyle bilmeyelim ki, hamasetin hiçbir değer kazanmadığı günümüz dünyasında üniversitelerin önemi gün geçtikçe daha da değer kazanmakta. Bilginin vatanı yoktur çünkü. Öyle ki, artık bilgisayar ağlarıyla dünyanın neresinde olursak olalım hemen her türlü bilgiye ulaşmak mümkün.
Madem bilginin vatanı yok, o halde üniversitelerimizi sadece sayı bakımdan artırmak yetmez, bilgi toplumu olma yolunda nitelik bakımdan en üst sıralara taşımamızda gerekir. Şayet cennet vatan ülkemizi modern çağın en üst seviyelerine çıkarmak diye bir derdimiz varsa en büyük hedefimizin bilginin güç olduğu Kızıl Elma’ya kilitlenip yedi iklime açılmaya mecburuz. Hele devlet üniversitelerinin yanı sıra birde özel ve vakıf üniversitelerinin de böylesi bir hedef doğrultusunda seferber olduğunu düşünün bilginin güç olduğu gerçeği sözde değil özde hayata geçmiş olacaktır. Nitekim 2002 yılı öncesine göre gerek devlet üniversitelerinin gerekse özel ve vakıf üniversitelerinin çoğalmasıyla birlikte artık neredeyse ülkemizde üniversite okumayan kişi kalmayacak şekilde bilginin güç olduğunun bilincine vakıf toplumun doğuşunu şimdiden görüyor gibiyiz de.
Şimdi üzerinde asıl durmamız gereken nokta üniversitelerimizi nitelik yönünden dünya sathındaki tüm üniversitelerle nasıl yarışır hale gelir hususu çok mühim noktadır. Şayet bilgi bakımdan güç olmak istiyorsak üzerinde kafa yormaya mecburuz zaten. O halde tez elden atacağımız ilk adımda şimdiye kadar alışıla gelen bir takım kalıplaşmış dogmatik bilgilere dayalı üniversite yapılanması yerine analitik bilgi üretimini gerçekleştirecek bir üniversite yapılanmasını gerçekleştirmek olmalıdır. Ve böylesi bir yapılanmanın akabinde ise her bir üniversite öğrencisine bilgiyi nasıl kullanacağını ve nasıl üreteceğinin metotlarını belirli bir program dâhilinde öğretilmesi gerekir. Yani bu demektir ki balık yemeyi değil, balık nasıl tutulur ona kafa yormamız icab eder. Aksi halde üniversitenin kapısından giren bir öğrenci mezun olduğunda ezbere dayalı bilgilerle kapısından çıkmış olacaktır. Keza aynı durum öğretim görevlileri içinde geçerlidir. Maalesef öğretim elemanları bilimsel araştırmalara daha fırsat bulamadan zamanlarının çoğunu öğrencilere ders vermekle ve sınav sorularını değerlendirilmekle harcamaktalar. Tabii ki böylesi bir koşuşturma içerisinde bir öğretim elemanından ve akademisyenden başka ne bekleyebiliriz ki. İster istemez kendini bilgi üretmek konumda değil yabancı kaynakları tercüme etmek konumda geliştirecektir. Tabii böylesi bir konumlanma bizim açımızdan pek iç açıcı konum sayılmaz. Çünkü ortada telif yok tercüme vardır, tamamen fikri sefalet ve bilgi boşluğu içerisinde olduğumuzun hazin göstergesi bir konumlanmadır bu. Belli ki ülkemizin dört bir yanında üniversite açmak ve yurt yapmakla iş bitmiyor, tez el den üniversitelerimizi içerik yönünden de donatmamız icab eder.
Evet, çağın geldiği nokta itibariyle bilim ordusu yetiştirmemiz şart gözüküyor. Zira eğitim ve öğretim elemanları bilgiyi birinci elden aktaracak konumda elemanlardır, yani değim yerindeyse bilgi ajanslarıdırlar. Düşünsenize tam donanımlı kapasitede bilim ordusunu yetiştirecek eğitim ve öğretim elemanlarının bulunduğu bir ülkede neler olmaz ki. Zaten bu donanıma haiz öğretim kadrosu yoksa üniversitelerden beklediğimiz verimi alamayız, o halde neydik edip üniversitelerimizi çağın gerçeklerine uygun bilim üssü hale gelmesi için hem bilgi ağlarımızın yazılımlarını güncellememiz gerekir hem de alanında söz sahibi olacak nitelikte bilim kadroların yetişmesini sağlayacak alt yapıyı oluşturmak gerekir. Yol yapmak, baraj inşa etmek ve fabrika kurmak kayda değer girişimlerdir elbet, ama bunlardan daha da önemlisi bütçeden ayrılacak payın büyük yekûnunu eğitim ve öğretim alana ayrılması gerektiğidir. Gerçektende üniversitelerimizin kuruluşundan bugüne bütçeden ayrılan aslan payının büyük bir kısmı eğitim ve öğretim alanına harcanmış olsaydı, Özal’ın “21. asır Türk asrı olacak” sözü bir hayal değil hakikatin ta kendisi olacaktı. Gerçi yinede az gittik uz gittik derken geldiğimiz noktada ülkemizin tüm illerinde üniversitelerin açılıyor olması bu veciz ifadenin mutlaka pratik değer kazanacağı yönünde umutlarımızı yeşertmiş gözüküyor. Sadece umut noktasında şu an canımızı sıkan tek husus üniversitelerimizin ilim irfan kaleleri olarak gündemde tutulması gerekirken daha çok geçim kapısı olarak gündemde tutuluyor olmasıdır. Nitekim her vilayette açılan üniversite öğrencisine bir geçim kapısı ve gelir kaynağı gözüyle bakılıyor olması içine düştüğümüz durumu izah etmeye yeter artar da. Kaldı ki üniversite kapılarına dayanan milyonlarca gencin zihnine yerleşmiş tek ana gayede “üniversiteye gir hayatını kurtar” kafasında bir gayedir zaten. Tabii hayata bakış kafası bu olunca üniversiteden mezun olan bir öğrencinin bilgiyi rafa kaldırıp geçim telaşına düşmesi gayet tabiidir. Bikere adı üzerinde üniversite, fabrika değil ki geçim kapısı olarak telakki edelim, tam aksine zihinlerimizde ilim irfan kapısı olarak telakki etmemiz icab eder. Yeter ki bu bakış açısı tüm toplum katmanlarına sirayet etsin bak o zaman üniversitelerimizde ismiyle müsemma olarak adından ilim irfan ocakları olarak söz ettirecektir. Böylece bu sayede sosyal, siyasi ve kültürel alanlarda meydana gelecek zenginleşmede üniversitelerimizin birinci derecede ki rolüyle yüzleşmiş oluruz. Ancak ne var ki, yukarıda da dedik ya, bu yönüyle daha henüz yüzleşmiş değiliz, hele bilhassa üniversitelerin toplum ve siyasi münasebetlerinde zafiyet göstermesi ilim irfan yolunda ilerlemesini sekteye uğratabiliyor. Nasıl sekteye uğramasın ki, baksanıza bu günkü haline baktığımızda ilim irfan hak getire, öğrenciler bir an evvel mezun olmanın derdine düşüp başka işlerle meşgul oluyorlar. O halde böylesi bir anlayışa son verip meşguliyetlerini ilim irfan üzerine yoğunlaştırmamız gerekir. Üstelik teknolojik gelişmenin zirve yaptığı bu çağda bilgiye ulaşma bakımdan üniversitelerimiz eskisi kadar kıt imkânlara sahipte değiller, dolayısıyla elde edilen bu kazanımların getirisiyle geliştirdiğimiz bilgi ağları ve internet donanımız sayesinde her türlü bilgiye ulaşabiliyoruz da artık. Tabii bu durum bizi başka meşguliyetlere sürükleyerekten rehavete yol açmamalıdır, daha da hızlanmamızı gerektirir. Maazallah bilgi toplumu yolunda kendi kendimizi rehavete sürüklersek dünyanın geldiği noktanın çok çok gerisinde kalırız. O halde neydik edip kabuğuna çekilmiş üniversite anlayışından sıyrılıp dünyaya açılacak ve aynı zamanda toplumla bağlarını koparmaksızın karşılıklı etkileşimi sağlayacak yapılanmaya gitmelidir. Teknolojik gelişmelerden bihaber taş duvarlar arkasına haps olmuş üniversite anlayışı bize asla yaraşmaz.
Şu bir gerçek Türkiye’de artık “Bilgi toplumu” yolunda 28 Şubat zihniyeti varı tüm engeller ortadan kaldırılmış durumda, o halde bir takım gereksiz ipe sapa gelmez nedenlerle özel ve özerk üniversitelerin varlığından endişeye kapılıp köstek olmamalı, herhangi problem oluştuğunda devlet hakem rolü üstlenmelidir. Zira Osmanlı’ya baktığımızda vakıf üniversitelerini görebiliyoruz. İşte aynı aşk ve heyecanı Can Türkiye’mizde de diri tutmak icab eder. İşte bu nedenle devletin sadece hakemlik görevini üstlenmesi yetmez, yeni kurulacak olan vakıf ve özel üniversitelere de gereken desteği vermeli. Ne de olsa kışla mantığı modeli ve tek tip 28 Şubat varı üniversite anlayışıyla bir arpa boyu yol alınamayacağını geçte olsa fark etmiş durumdayız. Ki, olan biteni fark etmek bile bir noktadan sonra bilgi toplumu olmaya giden yolun yarısını kat etmek anlamına gelir. Nitekim gelinen noktada şöyle durum vaziyete baktığımızda bilgi toplumu yolunda rekabete açık çoğulcu üniversite anlayışının artık garipsenmediğini, bilakis normal karşılandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten böyle bir anlayış devam ettiği sürece üniversitelerimizle birlikte o özlediğimiz bilgi çağının en üst seviyelerine erişmek hiçte zor olmayacaktır. Şayet ilim irfan ocakları gözüyle baktığımız üniversitelerimiz hem içte hem de dış dünyada akademik seviyede itibar görüyor ya da üretilen bilgiler dünyanın dikkatini çekiyorsa, biliniz ki bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerliyoruz demektir.
Bilgi toplumu olma yolunda en önemli bir diğer husus ise hiç kuşkusuz eğitimde fırsat eşitliğidir. Ancak bu hususta ikide bir eğitimde fırsat eşitliğinden söz ederiz etmesine ama öğrencilerimizi yeteneklerine göre tam değerlendirdiğimiz pek söylenemez. Maalesef adam kayırmacılığa dayalı torpil uygulamalarının eğitimde fırsat eşitliğini baltalayan kanayan yaramız olarak karşımıza çıkmakta. Bakınız Osmanlı tarihine adam kayırmacılık uygulaması göremezsiniz, tam aksine liyakate dayalı bir yapı görürsünüz. Örnek mi? İşte usta çırak ilişkisine dayalı Ahi ocağından kök salan lonca sistemimiz eğitimde fırsat eşitliğinin en bariz örneğini teşkil eder. Bu demektir ki geldiğimiz noktada mesele köklerimizde değil, mesele bizden kaynaklı bir meseledir. Hele bilhassa 28 Şubat Post modern darbe dönemini yaşayanlar çok iyi bilir ki, bir zamanlar halka tepeden bakan kendini elit sanan bir zihniyet hem öğrencinin kılık kıyafetine müdahale etmiş hem de özel ve vakıf üniversitelerin kurulmasına geçit vermemişlerdir. İşte böylesi bunalım ortamı tablosu karşısında çıkış yolu olarak çocuğunu inancından taviz vermeden yurt dışında okutarak eğitim özgürlüğünü sağlayabilmek ancak maddi imkânı olanlar gerçekleştirebilmiştir. Neyse ki bin yıl bitmeyecek denen 28 Şubat belası halkın büyük sabrı karşısında eriyip yok oldu da artık böylesi tablolarla pek karşılaşmıyoruz. Allah’a çok şükürler olsun ki, değil üniversitelerde artık kamuda kuruluşlarında bile başörtüsü serbest hale geldi. Öyle ki, bu ülkede artık kızlarımız ister başı açık ister başı kapalı hiç fark etmez özgürce eğitimini tamamlayabildiği gibi dileyen devlet, dileyen vakıf, dileyen özel üniversitelerde çocuğunu okutabiliyor da. Hani her çilenin sonunda bir aydınlık vardır diye denilir ya hep, aynen öyle de şimdilerde artık 28 Şubat zihniyetinin tam aksi bir atmosferi soluyoruz. Onca çekilen çilelerden sonra yediden yetmişe hemen herkes şunu iyi anladı ki; devlet toplum refahı için vardır. İşte halkın büyük sabrı denen hadise budur, tüm çilelere karşı sokağa dökülmeksizin büyük bir sabır göstererekten bu zihniyetin oyunlarını bozup en nihayetinde kendi dokusuyla uyumlu bir iktidarı iş başına getirmesini bilmiştir. Ve tüm olan bitenlerden şunu çok iyi anladık ki, toplumun ve bireyin düşüncelerini hiçe sayan bir devlet anlayışı asla bu topraklarda kendine yer edinemez, er geç yıkılmaya mahkûmdurlar. Her ne kadar dönem dönem cebberrut devlet anlayışından kaynaklı bir takım sancılar yaşıyor olsak da yine yolun en nihayetinde kazanan zalime korku salan, mazluma umut ve gariplere yoldaş olan devlet anlayışı kazanmakta elbet.
Malumunuz, ceberut devlet anlayışının egemen olduğu dönemlerimizde kendi öz yurdunda parya durumuna düşen genç ve dinamik beyinlerimiz soluğu yurt dışında almışlardır hep. Bu zihniyet bide dönüp pişkin pişkin demezler mi bizde yeteri kadar bilim adamı yetişmiyor diye. Bu malum kafayla elbette ki yetişmezdi. Nitekim onların çağdaşlıktan dem vurdukları dönemlere bir bakın, öğrenci başına eğitime ayrılan pay ya da ödenek gelişmiş ülkelerde 1000 dolarlarda seyrederken bizde ise 30–40 dolarlarda olduğunu görürsünüz. İşte görüyorsunuz bu nasıl bir çağdaşlık anlayışı ise toplumumuzu komik rakamlar seviyelere mahkûm ettikleri yıllarda bile pişkin pişkin çağdaşlıktan dem vurabilmişlerdir. Neyse ki, 2002 sonrası ezilenlerin gür sesi olarak, suskun dünyanın hür sesi olarak ve gücünü milletten alan bir iktidar işbaşına geldi de bütçeden eğitime ayrılan pay her geçen yıllar içerisinde kat be kat artırılmasıyla birlikte bu alanda umutlarımıza umut katmaya ziyadesiyle yetmiştir diyebiliriz.
Madem umut varız, o halde üniversitelerimizi bugünkü durumundan daha da ileri seviyelere taşıyaraktan araştırma merkezleri konumuna getirmek mecburiyetindeyiz. Tabii üniversitelerimiz derken buna vakıf üniversiteleri ve özel üniversitelerde dâhildir. Yani ister devlet üniversiteleri olsun ister vakıf ya da özel üniversiteler hiç fark etmez, tümünde bilgi toplumu olma yolunda seferber olmuş akademisyenlerimizin ortaya koyacakları bilimsel projelere azami ölçüde maddi ve manevi destek vermeyi onlardan esirgememelidir. Destek çıkıldığında biliniz ki, ülkemizin bilim yolunda ilerlemesine çok önemli katkı sağlayacakları görülecektir. Sakın ola ki bir takım iş bilmez aklı evvellerin serzenişlerine kanaraktan “Bizde yeterli derecede öğrenim elemanımız ve hocamız yoktur” türünden bir takım sudan bahanelerin arkasına sığınaraktan yurdun dört bir yanında açılacak yeni ilave üniversitelere karşıt tavır sergileyenlerden olmayalım. Bilakis statükocu zihniyetin işi körüklemelerinin ve kösteklemelerinin tam aksine bilim üslerimizin sayısının daha da artırılmasına destek vermek yaraşır bize. Hatta bu da kifayet etmez, gerektiğinde akademisyenlerimizin hem yerel ölçekte hem de küresel çapta bilgi alışverişinde bulunmalarına yönelik ne gerekiyorsa ön ayakta olmalıdır. Yeter ki, bilgi alanlarımız daraltılmasın, bir lokma bir hırka anlayışıyla teknik donanım kısıtlanmasın bilgi üretiminde umulan hedeflere ulaşmamız an meselesi diyebiliriz. Üniversitelerimizi hem ne kadar bilgi ağlarıyla donatırsak ve hem ne kadar bilgi toplumu olma yönünde cömert davranırsak, biliniz ki dünya ölçeğinde o nisbette bilgi gücü olacağız demektir. Ancak bu arada dikkat etmemiz gereken ölçü şudur ki, bilgi ağlarımızı sadece üniversitenin kampus alanıyla sınırlı tutmamak gerektiğidir, yani bilgi alanımızı küresel boyuta da taşımak gerekir. Ki, bilginin özünde de dışarıya açılmak vardır, bu yüzden ‘Bilginin vatanı tüm dünya sathıdır’ dersek yeridir. O halde her kim ki üniversitelerimize mahallî müesseseler gözüyle bakıyorsa bilsin ki böylesi bir bakış açısı aslında bilgi hazinesi denen gücü hafife almak demektir. Dolayısıyla böyle bir anlayışa prim vermeksizin tez vakitte üniversitelerimizi hem yerel hem de küresel ölçekte bilgi üssü hale getirmek gerekir. Keza ne kadar küresel çapta bilgi üslerimizi dünya sathına yayarsak biliniz ki o zaman üniversitelerimiz tüm insanlığa ışık saçacak konuma gelecek demektir. Kelimenin tam anlamıyla üniversitelerin bir yüzü kendi öz vatanımıza diğer yüzü de dünya sathına bakacak şekilde konumlandırdığımız da işte o zaman bilgimizle dünyaya Nizam-ı âlem olacağız demektir. Dahası sınır tanımaz ‘Bilginin vatanı yok’ bir güç olacaktır.
Öyle anlaşılıyor ki, kendi sınırları içerisinde kabına çekilen bir üniversite anlayışıyla bir arpa boyu olsun asla yol kat edilemez. İlla ki, bilginin vatanı tüm dünya sathıdır bilincinden hareketle Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu veçhiyle “İlim müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursanız alın” hadis-i şerifinin gereğini yerine getirmek gerekir. Tarihte nasıl ki medreselerimiz (üniversiteler) Osmanlı’ya medeniyet kazandırmışsa, bugün de yurdun dört bir yanında konuşlanmış üniversitelerimizde Türkiye’yi modern çağın en üst seviyelerine sıçratabilir pekâlâ. Hele ki çağ açıp çağ kapatan Fatih’in torunları olarak çağın en üst sıralarına sıçramaya mecburuz da. Aksi halde dünya sathına açılamayan üniversitelerden bize ne fayda gelir ki. Hem kaldı ki açılmamak için elimizde bir bahanemiz filanda yok artık. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi 28 Şubat varı zihniyetinde kışla üniversite anlayışı bu ülkede çoktan yerle yeksan oldu bile. Öyle ki, artık ortada üzerimizde boza pişirecek öyle vesayet odağı derin güç filanda kalmadı. Şimdi derin güç toplumun derin sinesinde kodludur. Madem, gelinen noktada toplumun derin sinesi, derin feraseti derin güç olmuş durumda, şimdi tamda fırsat bu fırsat deyup küresel boyutta bilgi güç olma vaktidir.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:48 pm

EĞİTİMDE SİSTEM ARAYIŞI
SELİM GÜRBÜZER
Biz mi çocukların öğretmeni yoksa çocuklar mı bizim öğretmenimiz sorusu eğitimde geldiğimiz nokta itibariyle doğrusu gayet yerinde bir sorudur. Şöyle etrafımıza baktığımızda zaten her birimizin çocukların birer öğrencisi olduğumuz ortaya çıkar. Nitekim çağımız bilgi, teknoloji ve dijital çağı olması hasebiyle bir bakıyorsun çocuğun geleceğine karar verenler bizler değil, çocuklar olduğunu görüyoruz. Öyle ki; çocukların günümüz teknolojisine büyüklere taş çıkartırcasına hemen hızlı bir şekilde adapte olduklarını her hallerinden kendilerini belli ediyorlar zaten. Her ne kadar bu alanda biz büyükler olarak çocukların yanında otoritemiz sarsılır olsa da ortada kabullenmemiz gereken bir gerçeklik var ki, o da teknolojinin nimetlerinden faydalanmada onlardan destek alıyor olmamız gerçeğidir. Öyle ya, madem eski kuşak olarak çocuklarımız kadar çağın teknolojisine adapte olaraktan dünyanın geldiği noktayı tam okuyamıyoruz, bari hiç olmazsa çocuklarımızın çağı okumada ki adaptasyonlarına ve hızlılıklarına bizde katkı sunup madden ve manen yüreklendirmek gerekir. Aksi halde çocuklarımızın dünyadaki gelişmeleri takip etmede ve çağı okumalarında ki heveslerini kırmış oluruz.
Gerçektende öyle değil mi, eski kuşaklar olarak bir takım alışkanlıklarımızı terk edip bir türlü kendini yenileyemiyoruz, ama çocuklarımız bizim gibi değiller elbet. Bir bakıyorsun hemen her keşfedilen yeniliğe merak salıp teknolojik yeniliklerle doğrudan temasa geçebiliyorlar. İşte bu nedenledir ki büyüklerin çocukların meraklarını bastırmak yerine meraklarını daha da celbetmelerinde fayda vardır. Belli ki atalarımız merak ilmin yarısıdır sözünü boşa söylememişler. O halde atalarımızın bu güzel veciz sözünden hareketle çocuklarımızın eğitimlerine büyük katkı sağlayacak teknolojinin nimetlerinden faydalanmaları noktasında ihtiyaç ve taleplerine kayıtsız kalmamak gerekir. Zira ‘ilim Çin’de de olsa gidip alınız’ hükmü çocuklarımızın taleplerini karşılamamızı gerektirir.
Hiç kuşkusuz almamız gereken ilmin de Allah’ı hatırlatanı makbuldür. Allah’ın biz kullarına bahşettiği ilimle Mevla’mızı hatırladığımızda biliniz ki sadece kâinatta var olan kanunları değil kendi yaradılış gayemizi ve fıtratımızı da keşfetmiş oluruz. Kendimizi keşfetmek içinde illa ki yaratılış mayamıza kodlanan ilmi öğrenmek şarttır. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v) kendisi bizatihi ledün ilmiyle donatılmış âlemlere rahmet olarak gönderilen bir peygamber olarak “Her doğan çocuk fıtrat üzere doğar, sonra anne babası onu Yahudi, Hıristiyan veya Mecusi yapar” hadis-i şerifiyle dünyaya gelen her insanın İslam fıtratı üzerine doğduğunu beyan etmişlerdir. İşte bu hadisi şeriften de anlaşıldığı üzere Allah’ı hatırlatacak ilimle yaratılış kodlarımızı keşfedebileceğimiz gibi, Allah’ı hatırlatmaktan yoksun bir takım kulaktan dolma bilgilerle fıtratımıza aykırı materyalist öğretilere dayalı bir eğitimle kendimizi heba edebiliriz de. Bu duruma düşmemek için illa ki fıtratımızla barışık eğitim alabilmek çok mühimdir. Ki, fıtratımızla barışık böylesi bir eğitim modeli insanın dünyaya adım atmasıyla birlikte başlayıp mezara kadar devam edecek olan bir sürecide bağrında taşıyan bir eğitim modelidir. Öyle ki, anne kucağında bir bebek daha henüz hiç bir program yüklenmemiş bilgisayar hard diski gibi boş bir beyne sahiptir. İşte bu noktada bizim yapmamız gereken çocuğa ilk fıtri eğitim yüklenmesini aile yuvasında verip sırasıyla iyi bir çevre, iyi bir okul, iyi bir üniversite vs. tüm eğitim ve öğretim kanalları vasıtasıyla destekleyerekten de fıtri yüklenmeleri devam ettirmek olmalıdır. Tabi burada önemli olan bu süreci müsbet manada bir eğitim modeliyle yürütebilmek ve yönetebilmek çok mühimdir. Zira bu süreçte adım atılacak her bir basamak çocuk için birer eğitim kurumu konumda basamaklardır. Her bir basamaktan emin adımlarla ilerleyebilmek içinde mutlaka hem fıtri kodlarımızın dilini hem de eşyanın dilini öğretecek eğitim kadrosuna da ihtiyaç vardır. Hatta öğretici kadrolarda yetmez eşyanın dilini öğrenmek bakımdan deney ve gözleme dayalı tam donanımlı laboratuarlara da ihtiyaç vardır.
Malumunuz sonradan kazanılan öğretiler aktarılmış bilgilendirmelerle sınırlıdır. Hatta eğitim ve öğretim arasındaki farkın ne demek olduğunu bu aktarımlardan ayırt edebiliriz. Yani eğitim dendiğinde bilgi dâhil bütün bir ömrü kapsayan tecrübeyi de bağrında taşıyan formal ve informal bir öğrenim şekli olduğunu, öğretim dendiğinde ise daha çok bilgi eksenli ve belirli mekânla sınırlı sadece formal bir öğrenme şekli olduğunu idrak etmiş oluruz. Şu da bir gerçek adına ister eğitim diyelim ister öğretim sonuçta insanoğlu bir şeyleri keşfetme adına tarih boyunca gerek düşünce okulları, gerek Manastırlar, gerek Sinagoglar, gerekse Medreseler bu uğurda seferber oldukları çok açık net ortada. Mesela tarihin sayfalarına şöyle göz attığımızda Antik Yunan’da eğitim ve öğretim uğruna çaba sarf eden eğitmenlerin filozoflar ve sofistler olduğunu, Roma’da her ne kadar eğitim geneli kapsamasa da seçkin azınlığın tekelinde yürüyen bir mekanizma olduğunu, Uzak Doğu’da ise eğitmen olarak Konfüçyüs ve Buda’nın olduğunu görürüz.
Peki, semavi dinler açısından eğitim nasıldı derseniz, malumunuz Yahudiler de eğitimin Hahamlar kontrolünde, İsevilerde papazlar eşliğinde gerçekleştiğini, Müslümanlarda ise İslamiyet’in doğuşuyla birlikte ilk eğitim Peygamberimizin rehberliğinde fakir ve kimsesizler için inşa edilen Suffe adlı mekânda gerçekleşmiştir. Böylece peygamber tarihinde en son gelinen dinin bu kutsi mekânında eğitim gören Ehl-i Suffe talebeleri sayesinde tarihi süreç içerisinde yeni inşa edilen mekânlarla birlikte medreselerin oluşumunu ve gelişimini beraberinde getirmiştir. Malum kilise papazları, Yahudi hahamları ise kutsal metinleri tahrif etmekle adeta ilimi zindana hapsetmişlerdir. İlimi zindana hapsettiler de ne oldu, bu kez dünyevi bilim sahne alıp kilisenin sonunu getirecektir. Nitekim batıda uzun süre kilisenin kontrolünde cereyan eden eğitim birtakım sıkıntılara yol açıp batı toplumunu yeni arayışlara yöneltmiştir. Hele bilhassa Katolikliğin ortaya koyduğu katı kurallar Hıristiyanlıkta reform yapılmasını beraberinde getirmiştir, böylece Martın Luther gibi reformistler böylesi bir atmosferden istifadeyle, eğitimi kilisenin tekelinden alıp devletin kontrolüne geçmesine öncülük etmişlerdir.
Bizde malum ruhban sınıfı olmadığı için dinde reform asla söz konusu olamaz. Din adamına ulûhiyet isnad etmek batıya has bir hastalık tablosudur. Biz din ulemasına sadece ilim öğretici gözüyle bakarız, bu iş içinde gereğini yapıp medreseler inşa etmişiz de. Örnek mi? İşte Selçukluda Nizamülmülk’ün kurmuş olduğu Nizamiye Medresesi ilme önem verdiğimizin en bariz göstergesidir. Ki, bu kurulan medrese günümüzün üniversiteleri mesabesinde bir eğitim müessesidir. Keza Osmanlıda ki Süleymaniye, Selimiye, Fatih medreseleri de öyleydi, hatta Enderun da. İster adına medrese ister Enderun diyelim sonuçta böylesi güzide eğitim ocaklarından mezun olanlar üç kıtada cihangir devletin oluşumuna katkıda bulunacak idareciler yetiştirebilmişlerdir. Bu arada dillere destan Ahilik ocağımızda öteden beri boş durmamış, o da alanında liyakat esasına dayalı işin ehli meslek erbabı yetiştirmiş ocak olarak dikkat çekmiştir. Düşünsenize ahiliğin üzerinden asırlar geçmesine rağmen bugün bile adından çok bahsediliyor olması bu ocağın ne derece mühim bir mesleki organizasyon olduğunu ortaya koymasına yeter artar da.
Eğitimde batıya yönelişimiz malum 1773 tarihi itibariyle start alıp 1856 Islahat fermanıyla da Anayasa da yerini almıştır. Nitekim bugün Mekteb-i Sultan diye adından söz ettiren şu meşhur Galatasaray Lisesi de o yıllarda Fransa’dan esinlenerek kurulmuş bir okuldur. Derken o gün bugündür söz konusu lise eğitim sistemimizde yerini alarak yoluna devam etmektedir.
Cumhuriyet dönemine geldiğimizde eğitim yönünden dünya sıralamasında pekte iyi bir konumda olduğumuz söylenemez. Bugün olmuş halen gelinen noktada eğitim modelleri üzerinde arayışımızın devam ediyor olması bunun bariz göstergesidir zaten. Her ne hikmetse cumhuriyetin kuruluşundan bugüne yerli yerine oturmuş bir eğitim modeli ortaya koyamadık. Bu durumda nasıl sistemleşmiş bir eğitim modeli oturtturulsun ki, eğitimde ya satıh üstü isim değişikliği ya da şekil değişikliği yaparak yol almaktayız. Baksanıza Osmanlı’daki Mahalli Sibyan okulları Cumhuriyet dönemine gelindiğinde isim değişikliği ile ilkokul adını almıştır. Nitekim isim değişikliğiyle oluşan ilkokullarımız uzun bir aradan sonra bir bakıyorsun bu kez şeklen beş yıldan sekiz yıla çıkartılıp taşımalı kesintisiz eğitim şekline büründüğünü görüyoruz. Ancak bu nasıl şekil değişikliği ise eğitimde fırsat eşitliği hak getire, bir anda daha üniversiteyi hangi okulların kazanacakların başından belli olduğu bir şekil değişikliğine uğrayıverdik. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz mesleki okulların ortaöğretim bölümlerini tırpanlayıp katsayı adaletsizliğini devreye sokaraktan elbet... Dahası böylesi bir şekil değişikliğine uğrayan eğitim sistemiyle Türkiye genelinde ilköğretimde okuyan yaklaşık 10 milyon çocuğun ancak 3 milyonu orta öğretimde okur duruma gelebilmiştir. Üstelik ortaöğretimde okuyan bu 3 milyon gencinde ancak 1 milyonu üniversitede okuma fırsatı bulabiliyordu. Malum o yıllarda üniversiteyi kazananlarında bir bakıyorsun düşünen ve düşündüğünü uygulamaktan aciz, yani analitik zekâ kabiliyetinden yoksun bir şekilde mezun olduklarına şahit oluverdik. Neyse ki 2007 yılına geldiğimizde mecliste Cumhurbaşkanlığı seçiminde, fiili sistemin önünü tıkayan 367 garabetinin mucidi eski Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu vakasına erken seçimle birlikte son verilip yeni Cumhurbaşkanı seçiliverdi de 12 Eylül ve 28 Şubat postmodern darbe ürünü çarpık eğitim sisteminin ortadan kaldırılmasına yönelik bir fırsat yakalanıverdi. Nasıl yeni bir imkân, yeni bir fırsat doğmasın ki, Ahmed Necdet Sezer’in uzatmalı yedi yılı aşkın Cumhurbaşkanlığı döneminde hükümet iktidar olmuştu olmasına ama bir türlü ipleri elinde tutacak şekilde tam muktedir bir iktidar olamamıştı. Düşünsenize hükümet çıkarmak istediği yasaları bile kırk dereden kırk su getirilerekten Cumhurbaşkanlığının onayına iki kez getirilmek suretiyle ancak çıkarabiliyordu. İşte böylesi bir atmosferi ganimet bilen YÖK, icabında kraldan çok kral kesilip yönettiği üniversitelerin dünya ölçeğinde hem nicelik hem de nitelik bakımdan yerlerde süründüğü bir hengâmede hükümetin tüm illerde üniversite açma teşebbüslerine habire takoz koyup önüne geçebiliyordu. Bu nasıl kafa yapısıysa milyonlarca gencin üniversitede okuma hayallerini yıkmayı kendilerine vazife addediyorlardı. Ne diyelim, işte görüyorsunuz o yılların vesayet odağı bir YÖK döneminden bahsediyoruz. Keza o yıllarda üniversitede okuyanların Türkiye ortalamasına baktığımızda gençlerimizin ancak onda birinin üniversitede okuma şansını yakalayabildiklerini, geriye kalan gençlerin ise üniversite okuma hayallerinin önüne sed çekildiğini görüyoruz. Dahası o yıllarda vesayetin gölgesinde boy gösteren üniversiteler adeta ülkenin kara bağrına hançer gibi saplanmış kanayan bir yara olarak adından söz ettirmişlerdir. Üniversitelere egemen olan bu statükocu zihniyet her ne kadar irtica yaygaralarıyla yaptıkları zulümleri kanayan bir yara olarak algılamasalar da önemli olan milletçe bizim ne algıladığımız çok mühimdi. Nitekim gün gelir milletimizin derin feraseti ve derin algısı Cumhurbaşkanlığı seçimine gidildiğinde 367 garabetine son vererekten kendini gösterir. Böylece vesayet odaklarına gereken ders ve mesaj verilmiş olur da.
Evet, vesayet dönemlerinde ki YÖK nedir ne değildir diye şöyle hafızamızı yokladığımızda bilimsel fonksiyon icra etmesi gereken bir kurul olmanın ötesinde daha çok ideolojik reflekslerle hareket eden bir kurul olarak zihinlerde yer etmiştir hep. Peki, gelinen noktada her şey bitti mi deresiniz, maalesef tam bitti diyeceğimiz noktada en son pandemi şartlarında 2021 yılının o soğuk Şubat ayında Boğaziçi Üniversitesinde yaşananlara baktığımızda bu zihniyetin arada sırada da olsa hortlayabileceğini, lokal bazda da olsa ama ABD başkanı Bıden’dan güç alarak, ama fonlandıkları yerlerden güç alarak bir şekilde aba altında sopa gösterebileceklerini pekala görebiliyoruz. Üstelik aba altında sopa gösterirken de kendilerinin geçmişte öğrencilere yaptıkları zulümleri unutmuş gibisine özgürlük havarisi kesilebiliyorlar da. Öyle ki, hiç yüzleri kızarmadan büyük bir pişkinlikle televizyon ekranlarında sanki biz hiçbir şey bilmiyormuşçasına gözümüzün içine bakaraktan üniversite deyince öğrencisiyle akademik yapısıyla birlikte özgürce düşünen özgürce bir arada yaşaması gereken bir yuva olarak ders vermeye kalkışabiliyorlar. Oysa özgürlük kim onlar kim, onlar vesayet dönemlerinde öğrencilere yaptıklarını unutsalar da biz o dönemleri asla unutmayız. Hem o dönemler nasıl unutulabilir ki, düşünsenize o yıllarda gençler kol kola okul kantinlerinde, bahçelerinde güle eğlene birlikte bir arada bulunmayı kendilerine zül addetmezlerken, bu beyefendiler başörtülü kızların üniversitenin kapısında görünmelerine bile tahammül edemiyorlardı. Tahammülsüzlükleri şundan belli YÖK’ün talimatları doğrultusunda başörtülü genç kızlar için özel ikna odaları kurmaktan hiçbir şekilde geri durmadılar da. İkna odaları kurdular da ne oldu, ayırımcı ve özgürlükleri kısıtlayıcı akademisyenler olarak tarihe not düşmüş oldular.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde eğitimde onca yapboz arayışları ve uygulamalarının beraberinde sürüklediği 8 yıllık kesintisiz eğitim modeli nihayetinde yerini eğitimin 4+4+4 şeklinde kademelendirilmesini öngören ve aynı zamanda eğitimde fırsat eşitliğini ve adaleti sağlayacak 12 yıllık zorunlu eğitim sistemine bırakır. Derken bu sistem sayesinde İmam Hatip okulları ve diğer mesleki okulların üniversiteye girişlerindeki katsayı adaletsizliği gibi engellemeler kaldırılmış olur. Ancak bu demek değildir ki eğitimde bir takım adaletsizliklerin önüne geçildi diye eğitim alanında arzulanan hedeflere ulaşıverdik. Ama yine de hedefe ulaşmak noktasında onca badireler atlattıktan sonra gelinen noktada bu hususta büsbütün de ümitlerimizi yitirmiş sayılmayız. Nitekim 2002 Türkiye öncesine göre kıyas yaptığımızda:
-Her yıl mali bütçe görüşmelerinde eğitime bütçeden büyük pay ayrılmasıyla birlikte gelinen noktada payın 7,5 milyardan 114 milyara yükseltilmiş olması,
-Kara tahtaların yerini akıllı tahtaların alması,
-Öğrencilerin pazar meydanlarında ya da kırtasiye dükkânlarında ders kitabı peşinde koşturmaya son verilip sıralarının üzerinde hazır önlerinde ücretsiz kitaplarını buluyor olmaları,
-Ülkemizin tüm okullarının eğitim kademelerinde toplamda 309 bin dersliğin ülkemiz insanına kazandırılıyor olması,
-Meslek liseleriyle düz liseler arasındaki ayırımcılığına son verilerekten katsayı adaletsizliğine son verilmesi,
-İsteyen her öğrencinin tüm okullarda Kur’an-ı Kerim ve Peygamberimiz (s.a.v)’in hayatını öğreneceği bir eğitim müfredatının devreye giriyor olması,
-Tek tip öğretim anlayışı ve tik tip renkte önlük giyimi gibi komünist Demirperde ülkelerinden kalma alışkanlıklarının tamamen ortadan kaldıracak uygulamalara son verilmesi. Hakeza tek parti döneminde başlatılan buna benzer bir uygulamada yerini bulan, yani Cumhur Başkanı Tayyip Erdoğan’ın ifadesiyle Türk ocaklarını kapatmakla, Türkçe ezan zulmünün mimari ve görev üstlendiği Milli Eğitim Bakanlığı döneminde ortaya koyduğu üniversite reformuyla üniversiteleri perişan hale sokmakla meşhur şu Tıp doktoru Reşit Galip tarafından andın ilk hali yazılıp daha sonraki yıllarda da birkaç değişiklerle her sabah ders saati başında çocuklara nakarat halde söyletilmesine 8 Ekim 2013 tarihi itibariyle son verilmesi (ancak bu sonlandırma Danıştay 8. Dairesi tarafından 24.08.2018 tarihinde söz konusu yönetmenlik hükmünün ilk derece temyiz yolu açık olmak üzere iptal edilip, halen kesinleşmemiş bir karar olarak hukuki süreç devam etmekte),
-Öğrencinin sınavlardaki başarıya endeksli eğitim anlayışından, yani ezbere dayalı eğitim anlayışından bilgiye nasıl erişileceğini öğreten ve aynı zamanda Yüce Allah’ın yarattığı kullarının her birine ayrı ayrı bahşettiği imkân ve kabiliyetleri ortaya çıkaracak bir eğitim modeli anlayışına geçiş yapılıyor olması,
-Öğrencilerin çocukluklarını bile yaşamalarına fırsat bulmaksızın tıpkı yarış atı gibi bir o sınavdan bir o sınavlara koşturulmasını tetikleyen dershanelerin kapatılıp yerine öğrencilerin öğrenimlerini bizatihi okudukları okullarda geliştirilmesini esas alan okullaşma sistemine geçiş yapılıyor olması gibi tüm sistemsel bazda gerçekleşen dönüşümlerin her biri düne göre şimdi çok daha iyi durumda olduğumuzun göstergesi unsurlardır. Öyle ki, eğitimin üzerinde vesayetin gölgesi ve onun kirli uzantıları tek tek ortadan kalktıkça tüm bu yapılan iyileşmeler ve göstergeler eşliğinde çok yakın bir zamanda eğitimde arzu edilen hedeflerin yakalayacağımıza olan umutlarımız yeşerip daha da kavileşmiş olacaktır. Hele yeni Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi modeli çerçevesinde onca değişen Milli Eğitim Bakanlarının ardından bu kez Ziya Selçuk’un yıllardır eğitim camiasının içinde eğitim problemlerini bizatihi en yakından takip etmiş bir eğitimci olarak Milli Eğitim Bakanlığa getirilmesiyle birlikte umutlarımız boşa çıkartılmayıp eğitimde o özlenen hedeflere ulaşılmış olsun. Gayri artık ülkemizde vesayetin gölgesinin tüm izlerini ortadan kaldıracağına inandığımız Başkanlık sistemine geçişle birlikte tez elden düşünmeye, soru sormaya, sorgulamaya, sanat, spor, bilim, edebiyat gibi farklı alanlardaki yeteneklerini keşfetmeye önem veren bir eğitim modeliyle çağa damgamızı vurup hedeflere ulaşma vaktidir. Hedefimize bir an evvel ulaşılsın ki, akıl, kalp ve ruh bütünlüğünü yakalamış bir eğitim ordusuyla aydınlık yarınlar bizim olsun.
Gönül isterdi ki, geçmişte eğitim ve öğretimde insanımızın kılık kıyafetiyle yaşam biçimiyle uğraşmak yerine direk akıl, kalp ve ruhuyla ünsiyet kurup çağlar üzerinden sıçrayacak bir eğitim modeliyle çağa damgamızı vurmuş olsaydık da onca zamandır vaktimizi boşa harcamamış olsaydık. Hele ki, biz tarihte üç kıtada hiçbir milletin dinine, diline, milliyetine, mezhebine, meşrebine dokunmaksızın adaletle ve hürriyetle bir arada nasıl yaşanılır tüm cihana öğretmiş ceddin torunlarıyız, bu yüzden bizim öyle eften püften şeylerle ne oyalanacak lüksümüz olabilir ne de zamanımızı boşa harcayacak vaktimiz. Bu arada yeri gelmişken Osmanlının torunları olarak nasıl olurda böylesi ruh köklerimize aykırı üniversite kapılarında itilen kalkılan, hor görülen, başörtüsünden dolayı eğitim hakkı elinden alınan nahoş öğrenci vahim manzaralarıyla oyalandırılıp vakit kaybına uğratıldığımızı gizlemek yerine dile getirmekte her daim fayda vardır elbet. Dile getirelim ki, geçmişte yaşadığımız bu tür vahim manzaraların yanı sıra 2021 tarihi itibariyle de Boğaziçi’nde görülen bir takım terör örgütlerinin provokatif eylemlerle karıştırılmak istenen üniversite manzaralarından ders çıkartılıp bir daha yenileri yaşanmamış olsun.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 2 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:49 pm

BİLGİ TOPLUMU
SELİM GÜRBÜZER
Bilgi toplumu çağın meselelerine vakıf, aynı zamanda olayları yerinde ve zamanında kritik edebilen toplum demektir. Bilmek kıyas etmektir zaten. Madem öyle, önce kendi iç dinamiklerimize vakıf olmalı sonra dış dinamiklerle nasıl baş ederiz bunun derin muhasebesini yapmak gerekir.
Şu bir gerçek bizim çağdaşlıktan dem vuran batıcılarımızın pek çoğu Batının cilalı boyalı uygarlığına göbekten bağlıdırlar, ama bu nasıl bağlılıksa Batı dünyasını da tam kavramış sayılmazlar. Şayet kavramış olsaydılar Batı’nın satıh üstü cilalı boyalı plastik yenilikleri yerine teknolojik donanımını alıp bilgi çağının gereklerini yerine getirmiş olmaları icab ederdi. Bakınız İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin temel nedenlerini sıralarken; bilhassa şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünü onların görgü kurallarında ve müesseselerinde arama duygusuna bağlar. O halde bu tespitten hareketle bir an evvel bu güzel ülkemizin ufkunu objektif ve sübjektif bilgilerle donatacak ‘Bir elde Kur’an bir elde bilgi teknoloji” donanımlı neslin yetiştirilmesi gerekir. Yetiştirilsin ki, Bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerleyip modern çağ dedikleri çağın en üst seviyelerine sıçrayabilelim. Mutlak Bilgi
Bilindiği üzere objektif ve sübjektif veriler, Yüce Yaratıcı’nın ezeli ilminden kullarına bahş ettiği bilgi yüklü mesajlardır. Hiç kuşkusuz ilk verilen mesajdan şu anlam çıkar: bilginin asıl kaynağının Allah olduğudur. Sonrasında ise bilgimizi içinde bulunduğumuz toplum oluşturur. Madem ilmin kaynağı Yüce Allah, o halde kulları üzerinde tecelli eden isimleri, yani Âdem’e kodladığı isimleri kavramak ve bezm-i eleste verdiğimiz söze sadık kalmamız icap eder. Hem madem Dünya fani ahiret baki, o halde geçici olan bilgilere değil ebediyete mal olacak bilgilere talip olmak gerektir. Ki, maddenin özünde nesnellik vardır, bu yüzden ebediyete mal olacak veri olmaktan acizdir, ölümlü olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstüne üstük maddeyi ne kadar büyültürsek büyütelim, ya da ne kadar minimize (küçültürsek) edersek edelim eninde sonunda yine sınırlı kalıp her daim yok olmaya mahkûmdur. Şüphesiz Yüce Allah’ın El-Âlim ismi hürmetine eşyanın tabiatına vakıf olabiliyoruz. Hatta El-Âlim isminin tecellisiyle fizik ötesi bilgilere de vakıf olunabiliyor. Kaldı ki bir mümin ilim öğrendikçe kulluğunun bilincine varabiliyor. Derken bu sayede dünyanın geçici olduğunu ahretin ise ebedi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Şayet Allah’ın mutlak bilgisinin tecellisinde istifade etmek diye bir derdimiz varsa ilmede yönelmemiz gerekir. Fert fert kendimizi ilme adayalım ki, Erdemli Bilgi toplumu olmak yolunda hedefimiz hayalin ötesinde hakikatin ta kendisi olsun. Ancak bunun için ilk önce azim ve gayret gerekir sonrada itidal üzere yol almak lazım gelir. Nasıl ki bir fikir ortaya koyarken 'övme-yerme-itidal' tarzında üç değişik yöntem izleniyorsa, hakikat yolunda da ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayağı üzerine itidal bir yol izlememizde fayda vardır elbet. Birincisinde fikir ortaya koymak iyi hoşta itidal yöntem dışında işin boyutu övme ve yerme şeklinde tartışmaya dönüşürse o fikrin hiçbir anlamı olmayacaktır. Hele hele televizyon ekranlarında ve meydanlarda ateşli siyasi kısır çekişmelerin tavan yaptığını gördüğümüzde itidal üzere bir orta yol takip etmenin çok doğru bir yöntem olduğunu daha da fark etmiş oluruz. Siyasi uzlaşmazlıklar malum çoğu kez ya aşırı övme şeklinde ya da tam tersi aşırı yerme şeklinde kendini ele vermektedir. Öyle ki, kurtlar sofrasında itidallik devre dışı kalınca kimi kahramanlıktan dem vurmakta kimi de hainlikle dem vurabiliyor. İşte koyu cehalet ortamları bu ya, bir bakıyorsun övgü yağdıranlar kahramanının hatalarını görmezlikten gelirken sövgü yağdıranlar da hasmının doğrularını bile görmezlikten gelip hainlikle damgalayabiliyor. Oysa bilgi toplumu olmak veya vakıalara analitik açıdan bakmak varken bu tür övgü ve eksenli metotlarla kısır çekişmelerin içerisine girmekle bir arpa boyu yol alamayacağımız muhakkak, O halde neydik edip itidalliği elden bırakmayaraktan analitik düşünce biçimi bir yol takip etmeyi kendimize düstur edinmekte fayda vardır. Zira ‘Bilgi Toplumu’ olmanın yolu ifrat ve tefritten uzak analitik düşünce tarzı bir usul geliştirmekten geçer. İkincisi için, yani ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayakları için zaten bize bu hususta kelam etmek düşmez, tamamen bu üçlü sacayak tedrici olarak basamak basamak fizik ve fizik ötesinin sırlarına ulaşma kabiliyetine haiz Ariflerin harcı bir alandır.
İfrat-Tefrit
Beşeri boyutta bilgiye ulaşmayı müessese açısından baktığımızda ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun medreseler konusunda fikir beyanında bulunanlar içerisinde ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, az olsun benim olsun düşüncesinden hareketle tefrite (normalden aşağı) sarılanlarda var. Anlaşılan ortada bütün kabahati medreselere yükleme hastalığı veya aksayan yönlerini görememek denen basiretsizlik söz konusudur. Bikere bu mevzuda ön yargılı davrananların çoğu statükocu kesimden oluşmakta. Dolayısıyla ön yargılı kesimi fazla ciddiye almamak gerekir. Aksi halde kıymetli zamanımızı boşu boşuna harcamış oluruz. Diğer bir kesimde okullu olmayı kabul etmezler. Neyse ki günümüzde bu tip düşünceye eskisi kadar pek rağbet eden kalmadı, bu yüzden okul üzerinden tartışma yapılmamakta, daha çok medrese üzerinde tartışma yapılmakta. Ancak bu tartışma medreselerimizin lehine değil, maksadını aşacak aleyhine bir tartışmadır. Belli ki bir takım akademisyenlerimiz medreseleri son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için bu hususta ifratta sınır tanımamaktalar. Elbette ki tenkit ettikleri noktalarda haklı oldukları hususlar vardır. Dahası medreseyi itibarsızlaştırmaya yönelik el insaf dedirttirecek türden bir ifrat yaklaşımdır bu. Oysaki topyekûn reddetme anlayışı objektif bakış anlayışla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Kaldı ki ortada okullu olmaya karşıt tavır sergileyende yok.
Hele ki günümüz okul sisteminde fen, matematik derslerinin ağırlıklı olarak verilmesi yerinde bir yaklaşımdır. Okullarımızda eksiklik aranacaksa, o da malum geçmişte matematik, fen, matematik astronomi vs. alanlarında beyin fırtınası yapıp ter dökmüş emek sarf etmiş İslâm bilginlerinin biyografisine ve ortaya koydukları yazılı eserlerine yeterince yer verilmemesidir. Öyle ya, doğrusu bizde merak ediyoruz, acaba bugün kaç eğitimcimiz Türk matematikçimiz Salih Zeki’nin “Asar-ı Bakiye” eserinden haberdardır. Ya da Tıp Tarihin de Müslüman Tıpçılarımızın da olabileceğinin bilincinde olan kaç doktorumuz var acaba. Hiç düşünmeye gerek yoktur, bir zamanlar Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye yaptığı dönemleri hatırladığımızda bu bilinçte okullumuzun çıkmayacağı muhakkak. Peki ya, edebiyat alanında ki kısırlığımıza ne demeli. Geldiğimiz noktada Cevdet Paşa gibi şahsiyetler durum hariç hiçte iç açıcı değil, edebiyatımızın hal ve ahvali kelime hazinemizin yerlerde sürünmesinden belli, maalesef kısırlık doruk noktadadır.
Bu arada tabiat bilimleriyle din bilimi bir arada yürümez iddiasında bulunanlara sormakta fayda var. Acaba nasıl oluyor da Avrupa her ikisini birlikte yürütebiliyor? Bakınız Almanya’da din eğitimi tâ ilkokuldan başlamakta. İngiltere’de eğitim Papazların öncülüğünde ve dini ayin eşliğinde start almakta. İsrail Tevrat’ı baş tacı görür. ABD ise İncil üzerine el basaraktan yemin edip diploma töreni gerçekleştirir. Hadi verdiğimiz bu örnekleri yoksaysak bile, peki ya şu izafiyet teorisiyle adından söz ettiren Albert Einstein’in; “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allah'ın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum” diye sarf ettiği akıl dolu sözlere de mi kulak asmazlar.
Malumunuz medrese bugünkü manada üniversite demektir. Dolayısıyla medrese kavramını ve usullerini topyekûn reddetmek doğru bir tespit değildir. Kaldı ki, en meşhur matematikçi ve doktorlar medreselerden çıkmıştır. İşte Cebir, işte İbn-i Sina gibi bilge şahsiyetlerin varlığı bunu teyit ediyor. Keza Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden âlimlerimiz tarihi belgeleri bin bir emek sarf ederekten gün yüzüne çıkaran tarihçilerimiz, tıpkı Mecellede olduğu gibi kanunları madde madde tasnifleyerekten sistematik hale getiren hukukçularımız da medreselilerdir. Hatta Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edip arşivleyenlerde medreselilerdir. Tâ ki Osmanlı’nın yükselişten gerilemeye yüz tutar, işte o gün bugündür Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilge insanları mumla arar olduk. Günümüzde böyle meşhur bilge şahsiyetlerin çıkmaması gerçekten düşündürücü, bir o kadarda hazin bir durumdur elbet.
Bakınız Muallim Cevdet ne diyor; “Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Asıl maharet eski ile yeniyi telif edebilmektedir.” İşte bu müthiş sözlerden de anlaşılan o ki, eski ve yeni konusunda ne ifrata, ne de tefrite kaçmalı, en doğrusu itidal üzere olmaktır. Çünkü İslâm medeniyeti ne selefiye ekolünden gelen tekrarcıların elinde yükselişe geçmiştir ne de Batı düşüncesinin temellerini oluşturan “Hıristiyanlık- Yunan felsefi -Roma hukuku” üçlü sacayağını kopya ederekten yükselişe geçmiştir. Besbelli ki bilgi çağında Bilgi toplumu olmanın tek yolu körü körüne kopya etmekte değil “Kökü mazide olan ati” olmaktan geçmektedir. Kaldı ki tekrarcılık, taklitçilik, taassupçuluk ve köksüzlük asla bize yaraşmaz.
Bazı aklı evveller Batının teknolojik gelişmişliğine bakaraktan sanıyor ki batı insanı güle oynaya hayata tutunmakta, oysa orada ki gençlerde hayata sıfırdan başlayıp bin bir zorluklara katlanarak hayata tutunmaktalar. Hani her çilenin sonu aydınlık denilir ya hep, bizde de malum bir zamanlar medreselerimiz de yetişen talebeler aynı durumda hayata sıfırdan başlayıp öyle ilim yoluna koyulurlardı. Öyle ki medreselerde ilim tahsil ederken bile yemeğini kendileri pişirmenin yanı sıra elbiselerinin temizliğini ve odalarının tanzimini de kendileri yapardı. İşte hor görülen medreselerin hali buydu. Okulların haline baktığımız da ise çile mile hak getire, bahse konu olan tüm bu işler efendi harcı değil, hademe işidir denilmekte. Bakın Thomas P. Rohlen, Japonların eğitim sistemini incelediğinde orda ki eğitiminin 4 aşamalı süreçten geçerekten hayata tutunduklarını şöyle tasnifleyerek izah getirir:
-Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
- Askeri üs ziyaretleri yaptırılmak suretiyle vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
- Meslek sahibi oluncaya kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
- Sabır yürüyüşü tatbikatları vs.
Hakeza Batı eğitim sisteminin pedagoji formasyonunu incelediğimizde bizim geçmişteki medreselerimizle benzer uygulamaları görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; medrese usulünde “Arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla” anlayışı hâkimdir. Yine Batı pedagoji formasyonunun temelinde sevgiyi ön plana alan bir anlayışta vardır. Bugün okullarımızda bırakın sevgiyi, ağza alınmayacak argo tabirlerden tutunda eroin kokain, vs. her ne ararsan sirayet etmiş durumda. Oysa bugünkü Batı’da eğitim sistemi öğrenciyi okuldan nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Hatta Batıda tıpkı Japonlarda olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaya yönelik uygulamalara benzer programlarda yer alır. Nitekim Batı üniversitelerinde eğitim gören öğrenciler günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da pratiklik kazanmak amaçlı birçok sektörde çalışarak geçirirler. Malumunuz bir zamanlar medreselerimizde bugünkü Batıdan daha da ileri seviyede diyebileceğimiz bir uygulamayla dersler öğlene kadar olup, haftanın iki günü ise tatildi. Yetmedi tarım ve ticari hayatın yoğun olduğu aylarda öğrenci yılın üç ayı serbest bırakılırdı. İşte bu tarz “Erdemli Bilgi toplumu” olma zihniyeti vardı. Maalesef bugünün eğitim müfredatına baktığımızda, sabahtan akşama kadar omuzlarına bindirilmiş yüklü programlar altında ezilen binlerce gencin dışarıya vakit ayıracak zamanları kalmadığı gibi iç ve dış reflekslerininse zayıflamış bir halde görürüz. Değim yerindeyse bu tür yanlış uygulamalar yüzünden öğrenci adeta piyasadan kovulmuş durumdadır. Basitten mükemmelliğe doğru bir program takip etmek varken onca yük bindirme, onca eziyet niye şaşmamak elde değil. Sadece yük bindirmeye yönelik ders programların altında ezilme söz konusu olsa belki bu denli eseflenmezdik, tüm bunların üstüne üstük birde ders ünitelerinde işlenen konuların hemen hepsinin aşırı derecede şişirilerekten bilgi kirliliğine kurban verildiğini gördükçe eseflenmemek ne mümkün. Okullarımız, güya Batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu kurulmasına ama gel gör ki geldiğimiz noktada Avrupa'yla aramızda eğitim yönünden taban tabana çok büyük tezat teşkil edecek uçurumlar söz konusudur. Şayet hal vaziyet böyle devam ederse, şimdiden hayata yenik düşmüş, kendinden bezmiş genç nesilleri karşımızda bulacağız demektir.
Neydik edip bu tabloyla karşılaşmamak için illa ki halkla iç içe gençlik yetiştirmelidir. Şöyle etrafımıza dönüp baktığımızda ailesinden kopmuş, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversite mezunu bir sürü başıboş insan görmekteyiz. Elbette ki halktan kopuk vaziyette mezun olmuş bir üniversitelinin, aramızda kanadı kırılmış garip bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durumdur. Tarihe ki medreselerimize şöyle bir bakın talebeyi ne doğup büyüdüğü topraklardan ne de sosyal ve ekonomik hayattan ruhen koparıyordu, Şimdi ise tam tersi öyle bir haldeyiz ki artık üniversiteli gençler halkla iç içe olmayı bayağılık görür hale gelmiştir. Oysa gerçek anlamda ‘Bilgi toplumu’ demek halkla eğitim kurumlarının iç içe hemhal olması demektir. Şayet bilgi toplumu olmak diye bir derdimiz varsa sosyal hayatla iç içe olacak tarzda eğitim programlarını pratiğe döküp hayatın her alanında uygulaması icap eder.
Biz ki halkla hem hal olan nice Bilge şahsiyetleri “Halkı aydınlatan kandiller” olarak Nizamiye Medresesi gibi pek çok medreselerin başında baş tacı edinmiş ecdadın torunlarıyız, o halde bu günde aynı ruhla ‘kökü mazide ati’ ilkesini düstur edinmiş bilge akademisyenlerimizle yeniden üniversitelerimizi aydınlık meşalesi olarak şaha kaldırabiliriz pekâlâ. Öyle ya, ta Selçuklu döneminde bunu başarmışız, bu günde ecdat torunları olarak neden bizde başarmayalım ki. Nitekim böylesi bir ruhla kurulan medreseler sayesinde Selçuklu medeniyeti o günkü şartlarda;
- İlim, kültür, sanat ve ticaret,
- Şehirlerde hatırı sayılır sermayedar bir sınıf,
- 100.000 dinara varan havale senetleri,
- Çek usulü tatbikatları vb. uygulamalarla damgasını vurmuş bile. Bakınız Prof. Dr. Osman Turan “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu konularda geniş bilgi vermenin yanı sıra çek usulü tatbikatların bugünkü modern bankacılığın temeli olduğunu da kitabında dile getirmiştir.
Şu bir gerçek Bilgi çağında statükocu programa şiddetle bağlılık ne kadar sıkıntı bir durum oluşturuyorsa, programsızlıkta aynı derecede sıkıntı oluşturmakta. Bilhassa 28 Şubat zihniyeti eski Türkiye’de tüm üniversitelerde malum resmi program tatbik edildiğinden dolayı, yürütülen eğitim öğrencinin araştırma ruhuna göre değil ezberci bir eğitim anlayışı çerçevesinde öğrenciye hazır kalıplar sunuluyordu. Sonrası malum; ahu vahlar, sızlamalar havada uçuşup “Bizde araştırmacı yetişmiyor” türünden serzenişine dönüşüyordu hemen her iş. Oysa araştırma ve uygulamaya yönelik bir eğitim modeli oluşturulmuş olsa deney ve gözlem esas olacağından ezberci anlayış rafa kaldırılmış olacaktı. Bakınız İslâm’da teorik bilgi ilmel yakin, gözleme dayalı bilgi aynel yakin, tecrübe bilgi (deney) ise hakkel yakin olarak karşılık bulur. Mesela kitap okumak ilmel yakin manasına teorik bilgi edinmektir, okuduğunu tatbik etmek ise hakkel yakin ilim manasına bilgi sahibi olmaktır. İşte bu tasniflemelerden de anlaşıldığı üzere İslâm sadece ibadete değil deney ve gözlemede çok önem veren Müberra bir dindir. Örnek mi? İşte İmam-ı Azam’dan vereceğimiz örnek bunun en bariz delili zaten. Şöyle ki;
Bir gün İmam-ı Azam atıyla birlikte yoldan geçerken birileri hemen oradan önüne atılıp atın ayağının kaç olduğunu sorar. Ebu Hanife atından inip ayaklarını saydıktan sonra o adama: -Atın ayağı dörttür cevabını verir. Tabii adam bu cevab karşısında şaşkın vaziyette dona kalır. Öyle ya, her ne kadar adamın koskoca İmam-ı Azam nasıl olur da atın ayağını bilmez diye aklından geçse de, haddizatında İmam-ı Azam atın üzerinden inip atın ayaklarını saymakla o adama deney ve gözleme dayalı “Hakkel yakin” bilgi mesajı vermiş olur. Hakeza Osmanlının kuruluş mayası Söğütte Şeyh Edebali ve Osman Gazi elinde ilim harcı ile yoğrulduğundan hemen akabinde ilk iş olarak İznik'te Medrese inşa etmek olmuştur. Daha ileriki aşamalarda ise Bursa Medreselerinin açılışı gerçekleşir. Derken bu sayede ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’de bilgi toplumu olma yolunda Fatih Medreselerini açmakla damgasını vuracaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Fatih Sultan Mehmed sırf İstanbul’un fethetmesinden dolayı ‘Fatih’ olmuş değildir, aynı zamanda çağ açıp çağ kapatan bilgi toplumu olma yolunda öncü olması hasebiyle de ilmin Fatihidir. Öyle ki, Bilgi toplumu olmaya yönelik ismiyle müsemma açtığı medreselerde sadece şer’i ve akli ilimler okutulmamış aynı zamanda telif eser verecek düzeyde toplumu aydınlatacak Bilge şahsiyetlerin yetişmesine yönelik programlara da hız vermiştir. İşte görüyorsunuz Fatih Sultan Mehmed'in o engin ilim anlayışı zihniyet nere, bizim geldiğiz noktadaki ilmi zihniyet nere, hiç kuşkusuz arada dağlar kadar fark vardır. Günümüz insanı çağdaşlıktan dem vura dursun gerçek şudur ki; bugünün entelektüelleri telif eserden daha çok tercüme eser ortaya koyabiliyor. Bu demektir ki bilgi üretilmiyor, daha çok bilgi naklediliyor. Oysa Bilgi Toplumu olmak ancak bilgi üretmekten geçmektedir. Malumunuz Osmanlı Selçuklunun birikimi üzerine kurulmuş bir devlet olmasına rağmen bir önceki uygulamalarla yetinmemiş üzerine de kendi birikimini katarak cihanda kök salmıştır. Nitekim Osmanlı kuruluşunun akabinde devlet olduğunda Türk dili hâkim kılınmıştır. Sadece orta öğretimde Arapçaya yer verilmiştir. İleriki aşamalarda Türkçe Nizamnameler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Derken Fatih Sultan Mehmed dönemine gelindiğinde müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata da merak salaraktan yükselişimizi ilmi faaliyetlerle taçlandırmışız. Bilhassa Fatih’in Rumca, Latinceye aşına bir padişahımız olması hasebiyle kendisinden sonra tahta oturacaklara da ışık olmuştur. Zaten kendisi böyle bir donanımla yetiştiği içindir ki Osmanlı toplumuna hem itikadı yönden hem de teknik bilgiler bakımdan ufuk açıp Kızılelma’yı Ayasofya’dan bir bakıyorsun Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konduracak hamleleri başlattığını görürüz. Kanuni dönemine geldiğimizde ise Osmanlı’nın Bilgi toplumu olma yönünde daha da ilerleme kat etmesi için aydınlık ocağı olarak bu kez Süleymaniye Medreselerinin açılışına şahit oluruz. Üstelik bu açılan bu medreselerde Fatih medreselerinde olduğu gibi fen bilimlerine de kayıtsız kalınmayacaktır. Hatta daha da iş ileri seviyelere evrilip eğitim programları ağırlıklı olarak riyaziye (matematik) ve Tıbbi ilimler üzerine bina edilir. Derken bu tür ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda gayretlerin yansıması olarak bir bakıyorsun Evliya Çelebi’nin dilinden II. Bayezid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğine şahit oluruz. Tabii bunlar hoş gelişmeler, ancak sonradan bize ne haller oluyorsa bir bakıyorsun Türkler XVII. asırda tüm cihana “Bilgi aktaran” millet iken XVIII. asırda “Bilgi alıcı” konuma geriler duruma düşen millet olur. İşte o gün bugündür ilim irfan yönünden fakir toplumuz dersek yeridir. Hele ki Türkiye’de her on yılda tekrarlanan darbe süreçleri neticesinde insanımızı düşünmekten alıkoymak için elde avuçta he ne skolâstik öğreti varsa hemen hepsi eğitim müfredatına eklenmiştir. Neyse ki bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat post modern darbe zihniyetinin açtığı yaralar 2002 yılında toplumun kodlarıyla barışık iktidarın işbaşına gelmesiyle birlikte düşünen ve düşündüğünü uygulayabilecek Bilgi toplumu olma yönünde tüm engeller ortadan kaldırılabilmiştir. Örnek mi? Yıllardır kanayan yaramız olan başörtü yasağı kaldırılarak genç kızlarımızın eğitim mağduriyetleri bir çırpıda giderilebilmiştir. Keza eğitimde katsayı adaletsizliğin giderilmesi de eğitimde bahar havası esmesine ziyadesiyle yetmiştir. Derken yeniden diriliş hamlesi yaşayacağımız günlerin muştusunu yüreğimizde hisseder olduk.
Nasıl böylesi bir hisse kapılmayalım ki, bakınız bir zamanlar aile yapımız içerisinde dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi gibi birçok bilgiler bizatihi sosyal hayatta tatbiki edildiği içindir ki kızlarımız baba ocağından daha koca evine varmadan çoktan iyi bir yuva kurabilecek donanıma sahip olabiliyorlardı. Madem öyle, bugünden tezi yok yeniden aynı niteliğe sahip yeni Saliha hatunlar yetiştirebiliriz pekâlâ. Hem neden olmasın ki. Bakınız Allah Resulü ev idaresi nasıl olur, helal ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nasıl bina edilir tüm bunların cevabını kendi hayatında tatbik ederek gösterdiği gibi ashabına da adabı usulünce tatbik ettirmiştir. Belli ki Peygamberimiz (s.a.v) tüm zamanını sadece ibadete ayırmamış hiç kuşkusuz ibadetin yanı sıra Devlet idaresinde tutunda sosyal hayatın her alanında da hep var olmuştur. Zira İslâmiyet sosyal hayatı da ibadete dönüştüren Müberra bir dindir. Yeter ki bir mümin Peygamberimizin izini iz sürerekten yaptığı her işte halis niyetle Allah’ın rızalığını gözetsin tüm sosyal hayatı ibadet olur da.
Maalesef günümüzde yuva kurmanın aynı zamanda bir okul kurmak olduğunu unutmuş gözüken bir takım aklı evveller ana yüreğinin çocuk üzerinde oluşturduğu sinerjik gücü görmezlikten geliyorlar. Cemil Meriç bakın bu hususta “Feminizm, kadına pazarda iş bulma davasıdır ” tespitinde bulunurken aslında kanayan bir başka yaraya gönderme yapar. Nedir o kanayan yara derseniz, yaşadığımız çağda ana yüreği, şefkat, sevgi gibi değerlerin yerle yeksan olduğu gerçeğidir elbet. Baksanıza tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor, aile ocağını tüttürmek hak getire. Artık ortalık öyle hazin bir hal almış durum vaziyette ki; gündüzün iş telaşıyla evleri boşalan aileler akşam geç vakitlerinde eve döndüklerinde yorgunluktan birbirleriyle daha iki kelam etmeden yatağa düşmekteler. Şimdi sormak gerekir; bu durumda gündüz iş hayatında, geceyi uykuda geçiren aile yapısından ne verim alınabilir ki. Tabii ki bu durumda aile ocağını tüttürmeye gücü yetmeyecektir. Bunun neticesi olarak da ailevi problemler ve sosyal huzursuzluklar baş gösterecektir. Düşünsenize öyle bir haldeyiz ki çocuklara artık anlatacak ne bir hikâyemiz var ne de anlatacak vaktimiz. Hadi vakit ayıramadık, çocuklarımızı kendi ellerimizle teslim ettiğimiz çocuk gelişim merkezlerinin yeterli donanımda olmadığı da apayrı bir kanayan yaramızdır. Meseleyi Batı tarzı kreşlerle halledeceğimizi düşünüyoruz hep. Oysa tüm çocuk kreşlerini bir araya toplasak acaba tek başına bir anne yüreğinin çocuğuna vereceği sıcak sevgiye denk gelir mi? Ne mümkün, kaldı ki bu durum sadece çocuklarla sınırlı değil, gençlerimizin hali de perişan durumda. Ah zavallı gençlerimiz başlarını bir arayış içerisinde taştan taşa vuraraktan koştururken birde bir bakmışsın kendilerini Marks’ın, Lenin'in, Stalin'in, Mussoli'nin, Hitler'in kollarına atıvermiş halde görürüz. İşte tamda kimlik problemi denen hadise bu verdiğimiz örnekte kendini göstermekte. Üstelik kucağına düştükleri ideolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde bilhassa gençleri zehirleyen ülkeleri de mandalaştıraraktan bölüp parçalayan bir silah olmuştur
Evet, kimlik meselesi denilen hadise tıpkı batıda olduğu gibi artık bizimde kanayan yaramızdır. Baksanıza bu meseleyle habire boğuşup duruyoruz da. Etrafımızda hızla çoğalan Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci hayran gençler gördükçe de içimiz kan ağlıyor dersek yeridir. Şimdi diyebilirsiniz ki tarihin şeref sayfalarında bize örnek olacak nitelikte onca dehalarımız varken durup dururken yabancılara hayranlık duymak da nerden çıktı? Aslında cevabı gayet net açık, bikere yaşayan toplum; Kökü mazide olan ati toplumdur. Elbette ki köksüz kafayla gençliğin varacağı hedef insafsız avcının ağında sağa sola yalpa yapıp volta atmak olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki kendi bilge dehalarımızı kendi öz kahramanlarımızı bu ülkenin gençlerine model olarak sunamayışımızın ceremesini ve sancılarını çekmekteyiz. Dolayısıyla başka sebepler aramaya hiçte gerek yoktur. Ancak bu demek değildir ki dışa açık olmayalım, bilakis Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu vechiyle “İlim Çin’de bile olsa alınız” şeklinde bir açılıma ihtiyacımız vardır. Osmanlı’nın yükselişindeki sırda zaten bu açılımda gizlidir. Ki, yükselişimizin mimari simgesi ‘Süleymaniye ve Selimiye’ teknik alanda ne anlam ifade ediyorsa, hat sanatında da ‘tuğra ve fermanlar’ aynı ölçüde kültür ve edebiyat alanımızın simge ifadesidir. Hakeza musiki alanında da Mehter ve Dede Efendiler bir başka kültür dünyamıza anlam katan nağmelerimizdir. Öyle anlaşılıyor ki medreselerimiz iki koldan hareketle hem madden hem manen ışık olmuş üniversitelerimizdir. Hele bilhassa 1264’ten evvelki medreselerimizin durumuna baktığımızda hem âlim yetiştiren hem de iyi yönetici yetiştiren üniversiteler olduğu da gözlerden kaçmaz. Sonrasında ise malum bünyeye bir virüs girmeye görsün bu virüsten medreselerimizde üzerine düşen payını alıp artık ışık veremez hale gelmiştir. Şimdi gel de bu durumda Fatih dönemini arama, ne mümkün. Düşünsenize Fatih Sultan Mehmedimiz ilkokul öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koydurmamıştır. Niye derseniz Peygamber övgüsüne mazhar olmuş o büyük kumandan gayet iyi biliyordu ki fıkıh dersleri öğretmen olacaklardan ziyade daha çok idari ve adli alanda görev alacak olanlara lazım olan bir derstir, bu yüzden koydurmamıştır. Nitekim bu maksatla Fatih Medreselerinin etrafında 286 dükkânlar inşa etmeyi ihmal etmez de. Besbelli ki bu uygulamadan maksat medrese ve ticari hayatın birbirinden ayrılmayacak derecede bir bütünlük arz etmesidir. Fatih medreselerinin keza bir başka dikkat çeken özelliklerinden biri de, icazet alacak konuma gelmiş öğrencilerin kendilerinden bir alt kademedeki medrese talebelerine ders verdiriyor olmasıdır. Böylece bu sayede mezuniyet basamaklarına ilerleme istidadı gösteren molla adayları stajlarını da yapmış oluyorlardı. Bu uygulamadan da anlaşılan o ki staj bu güne has bir uygulama değilmiş, ta o yıllardan günümüze gelen bir uygulamadır. Kaldı ki, o yıllarda ortada stajın ötesinde bilgilerin pekiştirilmesi de söz konusudur. Nitekim İbn-i Haldun bu tür uygulamaları şu ifadelerle açıklık getirir de: “Bir şeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedrici ve çokça tekrarlamaktır.”
Tabii bitmedi, dahası var elbet. Fatih medreselerinde bugünkü anlamda lise seviyesinde öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir dersi verilmesinin yanı sıra pedagojik formasyonda verilmiştir. Keza ön lisans ve lisans yüksek eğitim düzeyine yönelik ise tüm alınan derslere ilaveten Fizik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi gibi dersler de buna dâhildir. Belli ki; Fatih’in o engin ufukluluğu asrın zekâ seviyesinin çok üstünde engin seviyedir. Dahası o engin seviyenin köklerine indiğimizde alt yapısında Orta Asya birikimi, Selçuklu birikimi ve Osmanlının kuruluş tecrübî birikimi yatmaktadır. Öyle ki köklerimizde var olan bu birikim Sultan Orhan dönemine gelindiğinde Kayserili Davut Efendinin özel gayretleriyle Aristo mantığına ve Muhyiddin-i Arabî’ye uzanan geniş bir düşünce ağını beraberinde taşıyıp Osmanlının düşünce dünyasına da yansıdığını görürüz. Hele Diriliş dizisinde izlediğimiz Muhyiddin İbn’ül Arabî portesine baktığımızda şimdi bunun daha da farkına varmış durumdayız. Sadece diziyle yetinmeyip şayet İbn’ül Arabî’nin Futuhât adlı eserinin sayfalarına göz attığımızda, en mükemmel geometrik şeklin küre olduğu ifadelerine tanık olacağımız gibi dünya ve diğer yıldız kümelerinin de küre şeklinde olabileceğini öngören tespitlerini de müşahede etmiş olacağız demektir. İyi ki de böylesi bilgi dehalarımızın eserleri günümüze dek başına bir halel gelmeden elimize ulaşabilmiştir. Şayet derya çapında dehalarımızın ortaya koyduğu eserler ortada olmasaydı belki de Sultan Murat Hüdavendigar devrine gelindiğinde bilhassa Musa Efendi’nin üzerinde titizlikle durduğu matematiğin bu denli önemi pek kavranamayacaktı. Derken Kadızade ismiyle meşhur Musa Efendi’nin bu titizliği kısa zamanda meyve verip bundan böyle medreselerimizde edebiyat ve şer’i ilimlerin yanı sıra kozmografya ve geometri derslerinin de baş tacı edilmesine yetmiştir.
Peki, sadece bu durum Sultan Murat Hüdavendigar dönemine has bir titizlik midir bu? Hiç kuşkusuz meşhur ilmiyle amil âlimlerimizden İbn’i Hacer’in “Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır” diye övdüğü ismiyle müsemma Fenerli Şemseddin'in de Yıldırım Bayezid dönemine ışık feneri olacak derecede etkisi olmuştur. Ancak Kanuni devrinden sonra böylesi bir hassasiyet eskisi kadar devam etmeyecektir. Nitekim köklerimizden uzaklaştıkça edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakilciler akli ilimleri dışlayan bir rol üstlenmişlerdir. Böylece akli ilimler hor görülüp arka plana atılmıştır. Dolayısıyla yükseliş devrindeki bilgi toplumu olma yönündeki heyecanımız sönmeye yüz tutup değim yerindeyse koyu taassup içerisine sürüklenecek bir toplum modeline evrilir. Böylece eğitim müfredatımız “Nakilcilik akılcılıktan önce gelir” ekseninde yapılandırılmış olur. Hele bir cihangir devlet altın çağından düşmeye bir görsün akıl verenimiz çoğalır da. Ancak bu akıl deney ve gözlemden uzak Batı’yı bire bir kopya etmeye yönelik şeklinde etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla kendimize ait olmayan kopya akıldır bu. Orijinali Batıda saklı tutulmak kaydıyla ancak ülkeler arasında kendilerine göbekten bağlı mandacı kafalar kanalıyla dolaşımına müsaadesi vardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez düşüşümüzle birlikte deney ve gözlemden uzak taklitçi bir eğitim modeline evrilir olmamız kaçınılmaz bir hal alır. Dahası ‘Neydik ne olduk’ diyecek noktadayız. Düşünsenize medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde, eğitim ve öğretimin tüm basamaklarından geçenlerin her biri sahasında ihtisas sahibi bilge şahsiyetler olarak toplumumuza ışık oluyorlardı. O yıllarda asla kökü dışarıya dayalı kopya bilgilerle ihtisaslaşma söz konusu değildi. İşte böylesi bir ihtisaslaşma fıkıh, edebiyat, tefsir, felsefe vs. dersleri verecek düzeyde kadroların doğmasını da beraberinde getirmiştir. Kaldı ki yükseliş çağlarımızda ders programlarımız dogmatik ve kalıplaşmış bilgilerle değil, tam aksine karşılıklı diyalog ve tartışma eşliğinde öğrenciye aktarılıyordu. Dedik ya, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra o arada ne olduysa bir anda kendimizi her alanda çöküş sürecinin içerisinde bulduk. Maalesef Avrupa o sıralarda gelişme evresine girerken, biz ise taassubun kucağında kendimizi bulduk. Gerçekten de zaferlere alışmış millet olarak bizim açımızdan son derece rahatsızlık veren incitici bir durum vardı ortada. Nitekim Kâtip Çelebi bu incitici durumdan rahatsızlık duymuş olsa gerek ki ders verme usulünü ıslaha çalışmış, sosyal hayattan kopmuş medreselere itiraz etmiştir. Üstelik Kâtip Çelebimiz yabancı lisanın gâvurluk sayıldığı bir devirde Latinceye vakıfta bir bilge şahsiyettir. Bizans tarihini Latinceden tercüme eden de keza o’dur. Bu nedenle hiçbir Avrupalı yoktur ki, Kâtip Çelebi’ye ve kamusuna kayıtsız kalsın. Kayıtsız kalmadıkları şundan belli eserlerini Avrupa’da basılı halde görebiliyoruz. O sadece Avrupa’da mı ilgi odağı, hiç kuşkusuz buna Türk dünyası da dâhil olup kendi ana diliyle bahriye tarihini yazmakla ilgi odağıdır elbet.
Kâtip Çelebi
Evet, Kâtip Çelebi “Bilgi toplumu” olma yolunda muhakeme, deney ve gözlemin önemini kavrayan bilge abidemizdir. Dahası o, eğitimin teorik olarak değil deney, gözlem ve ilme dayandırılarak tedris edilmesinden yana bir karakter abidesidir. Öyle ya, madem tabiatta var olan kanunlar deney ve gözleme dayalı eğitim sistemiyle ortaya çıkıyor, o halde nakilcilikte ısrar etmenin ne anlamı var ki. İşte onun ortaya koyduğu ‘Keşfü'z-Zunun’, ‘Mizanü’l-Hak’ ve ‘Cihannüma’ adlı eserler bu tür köhnemiş alışkanlıkların terk edilmesi gerektiği noktasında bize ışık kaynağı olur da. Nasıl ışık kaynağı olmasın ki, Cihannüma eserinde Amerika’nın keşfini bahse konu etmiş, bunla yetinmemiş Keşfü’z-Zunûn’la eseriyle ilim ve edebiyatın kapılarını aralamış, daha da yetinmemiş Mizanü’l Hak eseriyle de adaletin tecellisine yönelik Hak hukuk terazisine dikkat çekmiştir. Hatta yeri geldiğinde çağdaşlarına medreselerde akli ilimlerin dışlanmasını bir felaket olacağını, aynı zamanda tabii bilimler ve coğrafya derslerinin resimsiz hiçbir fayda vermeyeceğinin öz eleştirisini de yapmış bir bilge şahsiyettir o. Dahası onun hakkında çift kanatlı bilge şahsiyet dersek yeridir. Genel itibariyle akli ilimlerde kendisine Mustafa Efendi ilham olurken nakli ve sosyal ilimlerde ise Veli Efendi ilham kaynağı olmuştur. Böylece bu çift kanatlılık sayesinde eğitime bakış açısı nakli ilimler (edebiyat ve şer’i vs. ilimler) ve akli ilimler (matematik, fen vs. ilimler) çerçevesinde olmuştur hep. İşte onun eğitime olan bu bakış açısı Gustav Leberecht Flügel’inde dikkatini çekmiş olacak ki, Keşfü'z-Zunûn’un ilk ilmi neşrini Latince tercümesiyle Batı dünyasına 7 cilt halinde aktararak hakkını teslim edecektir. Böylece asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebimiz Batı’da asırlar boyu Hacı Halife (Hacı Kalfa) lakabıyla adından söz ettirecektir hep. Söz ettirmesi de gayet tabidir. Zira kendisinin hem nakli hem de akli ilimlere vakıflığı söz konusudur. Öyle ki fıkıh eğitimini alan müftülerin matematik bilmediklerinden dert yakınmıştır. Kadızade zihniyetinde hatiplerin minareyi bidat telakki edenlerin düştüğü hale baktığımızda Kâtip Çelebiye hak vermemek haddimize mi, elbette ki akli ilimlere de açık olmamız gerekir. Bu ara da belirtmekte fayda var, matbaa üzerinde Osmanlı’yı itibarsızlaştırma kalkışanlara karşıda dikkatli olmamız icab eder. Hiç kuşkusuz matbaayı Avrupa’dan 300 sene sonra aldık diye geçmişimize karanlık dönem olarak bakamayız elbet. Bazı ard niyetli aklı evvellerin aksine şu bir gerçek şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi ve İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi’nin bu yöndeki teşvikleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi çok daha uzun zaman alacaktı. Belli ki matbaanın geç gelmesinin arka planında, toplumun ekonomik dengeleriyle ilgili bir yönü vardır. Ortada asla teknolojik yeniliğe karşıt olmakla alakalı bir tavır söz konusu değildir. Kaldı ki gelinen noktaya şöyle baktığımızda ortada Asya’nın çöküşü diye bir şey yoktu, sadece Avrupa’nın uyanışı diye bir hadise vardı. Kelimenin tam anlamıyla Batı denen hadise; 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Daha düne kadar, yani İstanbul’un fethi ve fethin müteakibinde ki gelişmiş çağlarımızda bizi taklit eden Avrupa ta ki Rönesans’la ancak yükselişe geçebilmiştir. Biz ise ne acıdır ki o sıralarda yükseliş çağlarımızda düşüşe geçmişiz. İşte bu noktada ki düşüşümüzü çok iyi analiz edebilecek zekâya sahip Kâtip Çelebi zaaf yönlerimizi ortaya koyarak önüne geçmek için büyük çaba sarf etmiştir. Hatta onun onca çabası çöküş dönemindeki medreselerimizi sanki bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsa da, bu defa da körü körüne Batıya hayranlık duyma hastalığına yakalanmamız dirilişimize engel teşkil edecektir. Oysa Japonlar kendi kültürel değerlerinden taviz vermeksizin, Batının bilimini teknolojisini alaraktan kendi coğrafyasına taşıyabilmişlerdir, biz ise satıh üstü yeniliklere hayran kalıp kopya etmekle modernliğe erişeceğimizi sanmışız. Neticede Japonlar süper güçlerle yarışır konuma erişirken biz ise daha yeni yeni kendimize gelir gibiyiz.
Kâtip Çelebi, Şeriat adamıdır, ama taassuptan uzak bir şeriat adamıdır. Kendisi son derece engin fikirlidir. Maalesef Kanuni döneminden sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak gibi algılanmış, yetmemiş bu hususlarda Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi bilge şahsiyetler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde bu türden garabet örnekleri pek göremeyiz. Zira yükseliş devrindeki medreselerimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürlere ait fikirlerin müzakere edilmesinde hiçbir beis görülmemiştir. O devirlerde sadece Aristo’nun birkaç teorisiyle birkaç inançsız felsefecilerin Hak Teâlâ’yı inkâr eden görüşleri dışlanmıştır.
Batı ve Doğu Dünyası
Aslında batı batı dedikleri dünya geldiği nokta itibariyle tıpkı bizim yükseliş döneminin medrese anlayışına yakın bir tutum izleyerek uyanışa geçen bir dünyadır. Baksanıza gelinen noktada artık geçmişine hor bakmayaraktan, yani kendi klasiklerine dönüp bugün edindiklerin bilgilerin kaynağını kendi insanına aktarabiliyorlar. Nasıl mı? Mesela bugün makine teorisi olarak bilinen sibernetik kavramını Eflatun’un idare etme sanatı manasına kullandığı Yunanca kökenli ‘kübernetes’ kavramına dayandırarak elbet. Üstelik Eflatun kübernetes (Latince Gobernare) kavramını telaffuz ederken sadece fizik ötesi ruhi bir kavram olarak düşünmemiş aynı zamanda bu kavrama adeta gömlek giydirip eşya anlamı da yüklemiştir. Böylece bu kavrama yüklenen maddi ve manevi unsurlarla birlikte kendince bir bakış açısı geliştirerekten bir şekilde insanın bir takım tehlikelerden korunabileceğine dikkatleri çekmiştir.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde, nasıl ki medreselerimiz düşüş dönemlerinde kapılarını akli ilimlere, yani bugünkü ifadelerle pozitif bilimlere kapılarını kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımızda doğuya ait her ne var ne yok hepsine birden kapısını kapalı tutmuştur. Hiç kuşkusuz her iki kapalı kapının da savunulacak bir tarafı yoktur elbet. Hele ki bu güne geldiğimizde Bilgi toplumu olmayı kendine hedef edinmiş hangi ülke olursa olsun hem kendi değerlerine hem de çağın önümüze koyduğu Fenni ve teknolojik bilgilere açık olmak zorundadır. Ancak Avrupa’nın Fenni ve Teknolojik Biliminin dışında hemen her şeyini harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine yol açacağını göz ardı etmememiz gerekir. İçimizde ki bir takım Batı hayranı sözde aydınlar fırsatını bir bulsalar kendi paha biçilmez öz klasik kaynak eserlerimizi bile okullarımızda batıya şirin görünmek adına yabancı dile çevirip öyle okutturacaklardır. Oysa kültürümüzün mimarlarından olan Nesimî, Fuzuli, Baki, Nef’î, Nedim, Şeyh Galip gibi mümtaz bilge aydınlarımız kendi dönemlerinde ki Arap ve Fars edebiyatçıların çokluğuna rağmen eserlerini Türkçe vermekten hiç yüksünmemişlerdir. Anlaşılan o ki, körü körüne taklitçilik, bilgi toplumu olma yolunda ilerlememize engel teşkil edebiliyor. O halde neydik edip hem madden hem de manen kalkınma hamlelerine hız vermek gerektir. Bunun içinde hem kültürel alanda hem de araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitime geçmemiz şarttır. Şayet ekonomik buhran, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı yaşamamak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz da. Aksi halde ya askeri disiplinle yetişmiş, ya da bırakınız ne halleri varsa görsün, bırakınız sadece sınıf geçsinler havasında bir öğrenci ordusuna ülkeyi teslim etmiş oluruz. Makul olan, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmak esastır.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada iş, aş problemi doğmuştur. Sadece mesele iş aş olsa yine gam yemeyiz, eğitim kurumlarında resmi ders programın dışında gazete, dergi, ilmi kitaplara yer verilmemesi de apayrı bir açmazımızdır. Keza yine dinin, gençleri üzerinde ahlaki yetişmesinde etken faktör olduğu görmezlikten gelinmesi de öyledir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar hem bilgisizliğin kök salmasına hem de ahlaki erozyona yol açmaktadır. Gerçekten de tabiat boşluk kabul etmez, şayet ahlak karın doyurmaz deyip maneviyata önem verilmese birilerinin bu boşluktan istifade edip muzır neşriyatla genç dimağları gafil avlaması kaçınılmazdır. İşte köklerimizden koparılan gençliğin ruhu avlanması en büyük etken unsurlardan biride hiç şüphesiz boş bulunmamızdandır.
Devir bir lokma bir hırka hayat devri değil elbet, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir artık. Madem durum vaziyet bu mecrada seyrediyor, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganlara bel bağlamakta değil, geleceğimizin teminatını ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır. Ancak şu da var ki ekonomik alanda çektiğimiz sıkıntılarımız sanıldığının aksine bir lokma bir hırka anlayışından kaynaklanmıyor, bilakis kökü dışarıda ideolojilerin ülke insanlarının ve yöneticilerini aklını çelmelerinden kaynaklanan bir durumdur. İşte asıl bu noktada ideoloji karın doyurmaz demek gerekirken tam aksine birilerince habire “Vatan-Millet Sakarya” hissiyatımız hafife alınıp karın doyurmaz denmekte. Oysa komünizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle hangi ülke abad olmuş ki bizde abad olalım. Düşünsenize bu ülkede özel sektörün çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. gibi pek çok alanda girişimlerine destek olmak varken her şeyin devlet eliyle yapılması düşüncesinde olan bir sürü statükocu kafalar vardır. İşte böylesi zihniyete sahip insanların bilhassa düşüş dönemlerinde köşe başlarında bulunması, medeniyet hamlemizi köreltmeye yetmiştir. Oysa değil birkaç özel sektör girişimci, bir zamanlar halkımız bizatihi imece usulü her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe el atmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğdu, derken imece usulü faaliyetlerden mahrum kalıp kahve köşelerinde gününü har vurup harman savurur hale gelir. Dolayısıyla hiç kimse kalkıp da kalkınamayışımızın nedenlerini halkın kahve köşelerinde günün gün etmesine bağlamasın, asıl halkımızı o hale getirenlere kabahati yüklemekte fayda vardır. Biz biliyoruz ki bu millet asla miskin değildir, sadece örgütsüzlük ve teşkilatsızlık kurbanıdır. Öyle ya, şimdi tamda bu noktada sormak gerekir bir zamanlar bize hayat veren o Ahi ocağı teşkilatımız nerede, maalesef adı var ama kendisi yok bir ocağımızdır artık.
Bilgi toplumu olma yolunda ilerleme kayd edemeyişimizin sebebi eski kanaatler değil elbet, bütünü görememekten kaynaklanan skolâstik ve statükocu kanaatlerdir. Statükocu zihniyet habire şanlı tarihimize cengâverlik yönüyle bakıp medeniyet yönünü görmezlikten gelirse bu durumda nasıl bilgi toplumu olma yolunda ilerleyebiliriz ki. Gerçektende merak bu ya, bu skolâstik kafalar hiç mi tarihimizin altın sayfalarında yer alan:
-Fatih’in Rum âlimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası çizmesi için görevlendirdiğini, İtalyan ressamı G. Bellini’ye elinde bir gül ile kendini resimlettirip güzel tablolar yaptırdığını görmezler?
-Kemal Paşazade bir bilge şahsiyetin atını sürdüğünde sıçrayan çamurun Yavuz’un kaftanına bulaştığında, hemen çamurlu kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığını da mı görmezler?
-Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarıyla Kanuni Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olmasındaki inceliği de mi görmezler?
-Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler sayesinde Kristof Kolomb’un bir anda Hindistan’a batıdan dolaşıp, Amerika’nın keşfini gerçekleştirdiğini de mi hiç görmezler?
Elbette ki tarihe not düşülmüş bir başka ilginç hadiselerden biri de, Batı’nın haçlı seferleri kanalıyla İslâm Medeniyetini tanıma fırsatını yakalıyor olmaları gerçeğidir.. İşte bu tanışıklıktır ki ilerisinde onların Rönesans’ını gerçekleştirmelerine yetecektir. Bu yüzden deriz ki; Batı bizatihi Rönesans’ını Müslümanlara borçludur. Hatta ve hatta Batı dünyası bizim İslam Bilginlerinin ortaya koyduğu tercüme eser ve öğretileri sayesinde Yunan medeniyetinin izlerine ulaştığı gibi Endülüs yoluyla Müslümanlardan edindikleri birtakım bilgilerde ortaçağ zihniyetinden kurtulmalarına kapı aralamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’ya ufuk turu açan iksir El-Bruni ve Harzemşahlar gibi daha nice bilge dehalarımızın ortaya koydukları eserlerde kodludur. Gerçektende batı dünyası elde ettikleri eserlerden edindikleri bilgi kodları sayesinde gelişmenin merkezi olmuşlardır. Dahası İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyetinin doğuşunda çok büyük katkı sağlamıştır. Malumunuz Ortaçağ denildiğinde Batının bilimi katlettiği karanlık yıllar akla gelmekte. Ta ki; Batı 12. ve 15. asırlarda İslâm dünyasıyla yüzleşti, işte o zaman bizden aldığı aşılar sayesinde güç kazanmışlardır. Nitekim Piri Reis Kitab-ı Bahriye eserinde Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış olduklarını dile getirerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Hakeza İbn-i Haldun’da; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle batı dünyasının o yıllarda Ortaçağ karanlığına gömüldüğünü, Doğuda ise İslam medeniyeti sayesinde altın çağlarımızı yaşadığımıza vurgu yapmıştır. Delil mi? İşte o yıllarda Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktırılması, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılması ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmesi vs Ortaçağ Avrupa zihniyetinin bariz delilleridir zaten. Ne zaman ki Batı dünyası Kessler’in ifade ettiği şekliyle “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur” anlayışın çizgisine geliverdi, işte o zaman taassup bataklığından çıkıp ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda aşama aşama ilerleme kayd etmişlerdir. Madem öyle, nasıl ki Batı bizim tercüme eserlerimizden istifade ederekten kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını gerçekleştirdiyse, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu ve kendi Rönesans’ımızı gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek. Hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı da.
Evet, bir kez daha belirtmekte yarar var; Avrupa kendi ortaçağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, bizse kendi yükselişimizde çöküşümüzü hazırlamışız. Dahası Batı ortaçağında dünyanın düz olduğu inancıyla oyalanıp dururken, biz ise Kur’an ayetlerinden ilham alaraktan mesela:
- Seyyid Şerif el Cürcani Şerhu’l Mevâkıf adıyla Semerkant’ta tamamladığı kitabında dünyanın top (küre) şeklinde olduğuna yer verirken, Saduddin Taftazani de Şerhu’l Mâkasıd adlı eserinde dünyayı top (küre) şeklinde tarif etmiştir.
- İmam-ı Gazali de; “Kim dünyanın küre şeklinde olduğunu, dini korumak gayesiyle red ve inkâr ederse, dine karşı cinayet işlemiş olur ki bu bir hıyanettir” beyanıyla bu husustaki kararlılığını ortaya koymuştur. Hatta İmam-ı Gazali bunla da kalmamış ay tutulması hadisesinde dünyanın ay ile güneş arasına girdiğinin izahını yaparaktan açıkça dünyanın döndüğüne dikkat çekmiştir.
-Malumunuz Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri de Marifetname adlı eserinde İmamı Gazali’nin tespitlerini doğrularcasına; “Bu mevzuda tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse dini zayıf düşürdüğü gibi ona işlenen en büyük cinayettir” beyanında bulunaraktan destek çıkmıştır.
- Reşid Rıza kaleme aldığı Menar Tefsirinde Kur’an’da zikredilen “Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne örtüyor” (Zümer 5) ayetini açıklık getirirken tekvir kökünden gelen yükevvirü kelimesinin yuvarlak manasına bir ibare olduğuna işaret ederekten dünyanın yuvarlaklığına vurgu yapmıştır.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz bizim engin kaynaklarımızda akli ilimlere ters düşen abesle iştigal hiçbir bir durumumuz söz konusu değildir. Dolayısıyla bu noktada bizim engin kaynaklarımızın asrın idrakinden beslenmeye ihtiyacı yoktur, asıl asrın idrakinin bizim engin kaynaklarımızdan beslenmeye ihtiyacı vardır dersek yeridir. Kelimenin tam anlamıyla İslâm çağlar üstü bir din ve her çağın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı vardır. Madem öyle, bize Kur’an’dan ilham alaraktan erdemli bilgi toplumu olma yolunda adım adım ilerlemek düşer bize. Zira Kur'an'ı Mucizül Beyan bir nur, bir ışık ve bir sırdır. Ve bu ışıktan ilham alaraktan doğu’ya kapalı olmayan batı’nın teknolojisine de açık olan zihniyet yarınlarımızın güvencesi olacağına inancımız tam da.
Velhasıl-ı kelam, nasıl ki ünlü pop yıldız Cat Stevens Müslüman olmasıyla birlikte 'Yusuf İslam' adını alıp kendini Kur’an’da buldu ise, pekâlâ tüm insanlıkta Kur’an’dan ilham alarak hayat bulabilir.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

2 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz