Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Alperen Gürbüzer

2 posters

5 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty FOSİLLER VE EVRİM MASALLARI-II

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ekim 01, 2022 10:23 am

FOSİLLER VE EVRİM MASALLARI
   SELİMGÜRBÜZER
VIII. Masal (İlk hominid Ramapıthecus-İnsan)          
  Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ben ilk insansı yarı maymun  (hominid)  olan Ramapıthecus’tan (uzun kollu maymun) meydana gelmişim güya. Tabii eşref-i mahlûkat bir insan olarak bu masalı dinler dinlemez şöyle tepki vermişim;
      -Olacak gibi değil,  vallahi bu anlatılan masallarla biliniz ki anne karnında dokuz ay yolculuğumun ardından dünyaya geldiğime geleceğime bin pişman ediyorsunuz. Madem öyle ileri yapılı maymunlardan (ape) insana geçit teşkil ettiğini iddia ettiğiniz Ramapıthecus’la benim aramda yüzde yüze yakın ortak yönlerimizin olması gerekmez miydi? Şayet bu hayvanın ön kanina dişi ve kesici dişleri, benim diğer yan dişlerle uyumlu olmasından hareketle onun soyundan geldiğimi söylemek istiyorsanız bu bir iftiradan öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Şimdi birde kalkmış benimle onun arasında sadece birkaç diş ve iki parçadan oluşmuş eksik bir çene kemiği (mandibula) üzerine balıklama dalmanız yetmemiş gibi birde üstüne üstük bunlara ilaveten hayali çizimlerle de işte ilk hominid (insan) Ramapithecus budur iddiasında bulunma pervasızlığını gösterebiliyorsunuz. Hiç boşa heveslenmeyin,  şunu iyi biliniz ki ne ilk homonoid (insan) fosillerinden ne ileri yapılı maymun (ape) fosillerinden ne de yarı maymun dediğiniz fosiller arasından tereyağından kıl çeker gibi işte şu insanın atası diyebileceğiz bir tane olsun tek bir ara form gösteremeyeceksiniz. Zaten gösterebileceğiniz tek bir ara form fosil kayıtlarında da yoktur. Nitekim Eckhardt ismiyle meşhur bir bilim adamı Dryopithecus’a (fosil apese) ait iki tür ile hominid diye kabul edilen uzun kollu maymun türünün fosil dişleri üzerinde yaptığı birtakım analiz çalışmaları neticesinde 24 farklı ölçüm verileri elde etmiştir. Anlaşılan o ki, elde edilen farklı ölçümler bile Ramapıthecus’un bir hominid olmadığını tek başına çürütmeye yeter, artar da. Bu demektir ki diş ve çene karakterleri aynı tür içerisinde bile değişiklik gösterebiliyor. Belli ki bunları bilmesek, bizlere içi boş masalları gerçek yaşanmış öyküymüş gibi yutturacakmışsınız.
      Hiç boşa heveslenmeyin alın size bir bomba haber daha. Bakın, bir spiker; “Yakın bir zamanda Habeşistan’da yüksek yerlerde yaşamakta olan bir babon türü maymun ortaya çıkarılmıştır…” diye haber bültenini sunduğunda sizleri bilemem ama ben bu haberi işittiğim de doğrusu heyecana kapılmaktan kendimi almadım. Hem heyecanlanmamak ne mümkün, baksanıza haber bültenlerine konu olup da bulunan bu hayvan Theropithecus galada olup ağız kısmında ki ön kesici dişler Afrika maymununkinden çok daha küçük ve farklı yapıda olmanın yanı sıra yan dişleri de çok sıkı bir haldedir, çiğneme kasları ise kuvvetli ve aynı zamanda az derinlikte bir siması olan Babon’un tıpa tıp aynısıdır.  Yani Babon’dan başkası değildir. Ayrıca bu yaratığın insana benzeyen diğer özellikleri de tıpkı Ramapithecus ve Australopithecus’la tıpa tıp aynıdır.  Peki, bu durumda adama sormazlar mı, madem bu hayvan günümüzde yaşamakta olan bir babon,  hem madem genetik yönden insanla taban tabana zıt bir yaratık,  o halde bu durumda bir takım diş ve çene özelliklerine bakaraktan hala Ramapithecus’un bir hominid olduğunu iddia ediyorsanız,  pes doğrusu.
      Netice itibariyle gelinen noktada eldeki veriler Eckhardt’i haklı çıkarmaktadır. Zira Eckhardt ismiyle meşhur bir araştırmacı kesin bir dille uzun kollu maymunun hominid olmadığını yalanlamakta kalmayıp, bunun olsa olsa galada babonlarına benzeyen ya bir maymun, ya da ileri yapılı maymun (ape) olsa gerektir demektedir. Nitekim Australopithecus, insan ve maymun üçlüsü arasında ciddi manada kapatılmayacak büyük bir boşluğun olduğunu düşündüğümüzde ilk hominid diye ilan edilen söz konusu varlıkların insan olmadığı gün gibi aşikâr ortada her şey zaten.
     IX. Masal (Australopithecus -İnsan)          
      Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, dik yürüyen veya iki ayaklı Güneyli maymun denilen Australopithecus benim atammış güya. Olacak iş değil,   yukarıda anlatılan sekizinci masaldan kurtulalım derken şimdi de dokuzuncuyla karşı karşıya kalmış durumdayız. Dahası bu kez yağmurdan kaçıp doluya tutulmak denen uyduruk yeni bir masalla karşı karşıyayız.  Tabii böylesi bir tepkiyle karşılık verince masalın kahramanları dönüp bana şöyle dediler;
         -Böylesi tepki göstermene hiçte gerek yoktur. Şuan bizim göstereceğimiz örnekleri bir incelerseniz Australopithecus’un kafatası özellikleri itibariyle ileri yapılı maymunlardan orangutan ve şempanzeye benzediğini, dişlerinin ise insana benzediğini görürsünüz.
      Bunun üzerine onlardan müsaade isteyip incelemeye koyuldum. Derken bilimsel çalışmaları inceledikten sonra tekrar yanlarına gelip onlara cevaben şöyle dedim;
         -Peki, iyi hoş bir şeyler söylüyorsunuz da, Dart ismiyle meşhur bir araştırmacı tarafından bulunan Australopithecus africanus’un dişleri üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde dişlerin ince yapılı, küçük dişli ve aynı zamanda küçük çeneli olduğu belirlenmiştir. Diğer Australopithecus’un bir değişik türü olan Australopithecus robus’un ise büyük dişli, kalın çeneli, üst şakak kemiklerinin tıpkı goril ve orangutan gibi çıkıntılı olduğu anlaşılmıştır. Üstelik bu Australopithecus’un her iki türünün de insan beyninin 1/3’ü kadar olduğu (yani gorilinki gibi 500 cc. hacminde), hatta çene yapılarının da gorilinkiyle benzer olduğu tespit edilmiştir. Dişlerin de insandan ziyade daha çok orangutan ve şempanzeyle uyum arz etmektedir. Yetmedi Australopithecus’un el, bilek, ayak, omuz, topuk ve leğen kemikleri üzerinde yapılan istatistik ve analiz çalışmaları sonucunda edindiğim bulgulara göre de; bu söz konusu yaratığın insan gibi dik yürüyemeyen ve aynı zamanda iki ayaklı olmayan, özellikle iskelet yapısının bugün yaşayan formlardan orangutana benzerlik gösterdiği belirlenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki;  delil diye sunduğunuz yaratık ne sizin işinize yarıyor, ne de bizim işimize. Yani Australopithecus ne insana ait geçiş formu ne de ileri yapılı maymunlara ait bir geçiş formudur. Daha çok günümüzde yaşayan yukarıda bahsettiğimiz Theropithecus galada adlı babon ile diş, çene ve yüzce benzer orangutan veya şempanzeye benzeyen bir yaratık gibi gözükmektedir.
      X. Masal (Java adamı -İnsan)          
  Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Java adamı (Pithecanthropus erectus)  güya maymun ila insan arası varlık olup bizim atamızmış. Gülesin mi ağlayasın mı dediğimde uyduruk masalın kahramanları bana diyorlar ki;
       -Bizi ne diye ikide bir timsah gözyaşları eşliğinde alaya alıp gülüp durursun,  Java adamı varsa vardır. Bizim bildiğimiz kadarıyla bu iş için Hollandalı fizikçi Dr. Dubois seferber olmuş bile. Öyle ki kendisi Doğu Hint adalarına seferber olduğunda oralarda 1891 yılında Trinil köyü civarının Solo ırmağı kenarında kalın kaşlı yassı alınlı takriben 900 c.c. hacimlik kafatası kemikleri bulmuştur. Hatta kafatası kemiği bulduğu yerden bir yıl sonra da 16 metre uzaklıkta kalça kemiği bulup çalışmalarına bir yenisini daha eklemiş oldu. Ne yani bulunan bu kemik parçalarına da mı inanmayacaksınız.
  Bunun üzerine onlara cevaben şöyle dedim;
    -Allah iyiliğinizi versin, Dr. Dubois dediğiniz adam günümüz insanınkinin 2/3’si kadar olan kafatası kemiklerini bulduğu zaman adına dik yürüyen maymun anlamına gelen ‘Pithecanthropus erectus’ ismini verdiğini bizde biliyoruz, hatta aynı yıllar içerisinde iki büyük azı dişin yanı sıra bir küçük azı dişi daha bulduğunu da biliyoruz. Hakeza sizin de belirttiğiniz gibi bir yıl sonra geçtiğinde hızını alamayıp Pithecanthropus erectus’u bulduğu yere uzaklıkta 16 mesafede insan uyluk kemiğine benzer bir kalça kemiğini de bulduğunu biliyoruz. Bulmasına bulsun elbette bir şey demiyoruz, amma velâkin değişik zamanlarda ve birbirine yakın mesafelerde elde ettiği değişik parçalardan ibaret bir karışımın aynı adama ait olduğu iddiasına itirazımız vardır. Kaldı ki sizin bilmediğiniz, fakat bizim bildiğimiz bir şey daha var ki, o da Dubois o aralarda Wadjak yakınlarında günümüz insanın beyin hacmi ile eşit kafataslarını bulmuşlar bulmasına ama her nedense bunu açıklamayı herkesten gizlemiş durumdalardır.. Belki de gizlemekte haklıydılar. Çünkü daha evvel karma karışık kemik ve diş parçalarından müteşekkil Java adamı (Pithecanthropus erectus),  maymun ila insan arası fosil bir varlık olarak alelacele ilan edilip ok yaydan çıkmıştı bikere. Dolayısıyla malumun ilanı denen bu söylemden dönüş olamazdı,  aksi halde tükürdüğünü yalamak gibi bir durum hâsıl olacaktı. Ne zaman ki Dubois cesaretini toplayıp de kendini açıklayacak halde hisseder,  ancak ve ancak 30 yıl bir zaman sonra kafataslarından söz edebilmiştir. Hatta ve hatta ölümünden önce Java adımının büyük bir gibbon maymun olduğunu itiraf etmiş de.  Ama gel gör ki geç kalınmış bir itiraftı, ne işe yarardı ki, nitekim evrimci arkadaşlarınca önceki söylemleri esas alınıp Java adamı olarak halen takdim edilmeye devam edilmekte.  
       Evrimciler inatla söylemlerine devam ede duruşunlar, gerçek şu ki Java adamı denilen masal kahramanı aslında şempanze veya goril tipi bir maymundan başkası değildir.  Hem kaldı ki ortaya konan önceki karma çorman parçaların her biri ayrı bir delil olarak sunulsaydı, mesela bulunan uyluk kemiği bulgusunun günümüz insanına benzediğinden dolayı belki insandır diyebilirdik. Hakeza bulunan diğer kafatası bulgusunun da maymuna benzediğinden dolayı da belki maymundur diyebilirdik. Fakat gel gör ki kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Baksanıza kafatası başka bir yerde, diğer leğen kemiği ise ondan metrelerce uzakta başka bir yerde bulunuyor. Öyle anlaşılıyor ki ortada insana ve maymuna benzer parçalar sonradan bir araya getirilip birleştirilerekten al sizlere “Java adamı” diye sunulmuş cinsten bariz bir şekilde sahtekârlık örneği bir durum söz konusudur.
    XI. Masal (Nebraska adamı -İnsan)          
  Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, birilerince Nebraska adamı (Hesperopıthecus haroldcooki) maymun ila insan arası bir varlık ilan edilip, bizim atamızmış güya. Amiyane tabirle de olsa içimden “Hoppala,  buyur biraz da burdan yak”  diyesim geliyor. Düşünsenize daha Java adamı iddiasının harareti soğumadan yeni bir komediyle acaba yine karşı karşıya kalır mıyız demeye kalmadan yine aynı benzer sözlerle bana şu karşılığı verdiler;
     -Nebraska adamı varsa vardır. Ne yani, yine bizi alaya alıp Nebraska adamına damı itiraz edeceksiniz?
 Bunun üzerine onlara cevaben şöyle dedim;
 -Merak etmeyin bu kez sözümü fazla uzatmayacağım, sadece şunu derim ki, Nebraska adamı dediğiniz adam Henry Fairfield Osborn tarafından Nebraska’da bulunan bir dişten hareketle önümüze konulmuş bir başka sahtekârlık örneğidir. Nitekim yapılan çalışmalar sonucunda bu adam ne yarı maymun, ne de ileri yapılı bir maymundur, tam aksine düpedüz nesli kesilmiş bir prosthennops adında ‘Yabani Amerikan domuz’ olduğu belirlenmiştir. Bize şimdiye kadar işte atalarınız “Maymun” diye diye sunup yeterince oyaladığınız yetmemiş gibi, şimdi de kalkmış maymun yerine bu kez domuzu servis ediyorsunuz. Çıldırmış olmalısınız,  bilmem sizlere daha ne diyeyim ki?
       XII. Masal (Piltdown adamı -İnsan)          
    Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içerisinde kalbur zaman içerisinde, develer tellal iken ben annemin beşiğini tıngır mıngır sallar iken, iddia odur ki; Piltdown adamı (Eanthropus dawson), maymun ile insan arası varlık bir olup bizim atamızmış güya.  Ne diyelim, belli ki bu dünyada atıp tutmanın sınırı yok gibi gözüküyor, yine de birileri her zamanki gibi atıp tutmalarına rağmen şu cevabı verdim:
        -Bakınız,  Arthur Smith Woodward ile Charles Dawson adında ikili araştırmacı güya define bulmuşçasına yaşının takriben 500.000 yıl olduğunu belirttikleri maymuna benzer bir çene ile insanınkine benzer kafatası fosil bulduklarını ilan edivermişlerdi. Ama sevinçleri pek fazla sürmeden değim yerindeyse hevesleri kursaklarında kaldı. Zira 1950 yılında hem kemiğin gömüldüğü toprağın içerdiği flor miktarını belirleyen hem de fosil kemiklerin toprakta kalış zamanına paralel olarak biriken florun nispi yaşını tayin eden metot geliştirilmenin sayesinde kemiklerin topraktan emdikleri fluorid miktarı ölçülebiliyordu. İşte British Museum’un Paleontoloji bölümünden Kenet Oakley’in yaptığı bu flor testi metodu sayesinde Piltdown adamı dedikleri adama ait çene kemiklerinin fluorid içermediği, dolayısıyla toprakta bir yıl bile kalmadığı belirlenmiştir. Sadece bulunan bulgular içerisinde kafatası fluorid (flor) madde içeriyordu ki,  bu da öyle iddia ettikleri şekliyle öyle üzerinden 500.000 yıl geçmiş bir zaman dilimi değildi,  bilakis üzerinden birkaç bin yıl geçen bir kafatası olduğu belirlenmiştir. Böylece kemikler üzerinde yapılan testlerden çıkan ilk sonuçlar şüpheleri daha da derinleştirmeye yetmiştir.  Baktılar ki, işler sarpa sarıp hevesleri kursaklarında kalacak gibi gözüküyor, bu kez kemikler üzerinde nasıl kamuflaj yaparız babından kafa yoracaklarıdır,  derken kemikleri eskiye ait olduğu imajı vermek adına demir tuzlarıyla oksitleyip (Potasyum-dikromat ile lekelendirme) arkeolojik görünüm vermeyi deneyeceklerdir. Yetmedi bu arada kamuflaj malzemesi olarak dişleri de çene kemiğine yerleştireceklerdir.  Peki, yerleştirdiler de ne oldu, sonradan monte ettikleri dişlerin eğelediklerinin foyası ortaya çıktığı gibi, fosillerin yanı başında bulunduğunu iddia ettikleri Piltdown adamına ait ilkel araçların da çelik aletlerle törpülenmiş fason aletler olduğu foyası ortaya çıkmıştır.
 Kelimenin tam anlamıyla Piltdown adamı da diğerlerinde olduğu gibi bu da tam tamına sahtekârlık örneği olarak karşımıza çıkmış durumda.  Dahası adam diye sundukları yaratık orangutan çenesi ile insan kafatası bir araya getirilip maymun-insan arası süsü verilmeye çalışılan sahte masal kahramanından başkası değilmiş meğer. Tabii tüm bu kamuflaj foyaları ifşa olunca 40 yıl boyunca British Museum’de sergilenen Piltdown adamı nihayetinde bir daha sergilenmemek üzere ortadan kaldırılabilmiştir. Böylece bu efsanede burada noktalanmış olur.
     XIII. Masal (Pekin adamı -İnsan)          
       Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, ağzı usulüne uygun geçme iple bağlı, ipuçları plastik kapsülden geçirilerek bağlanmış mühürlü bez torba içerisinden etiketi üzerine;
       “-Yer: Çin’in Pekin şehri yakınında bulunan bir çukur.
        Tarih:1921.
        Delil:2 adet azı dişi.
        Delili bulan: Dr. David son Black” yazılı delil poşeti içerisinden ‘Pekin adamı’ ismiyle bildirilen adama ait iki azı dişi fosili çıkmıştır. Aradan çok geçmeden yine ağzı usulüne uygun geçme iple bağlı, ipuçları plastik kapsülden geçirilerek bağlanmış bir başka ikinci mühürlü bez torba içerisinden de etiketi üzerine; “Kazı ile görevli Çin Paleontolojisi Dr. W. C:Pei. Tarafından 1927 yılında üçüncü azı dişi ve 1928 yılında kafatası parçaları ile iki alt çene kemiği bulunmuştur” yazılı delil poşeti çıkıp işin uzmanlarınca incelenmeye alınmıştır. Derken bu ikinci delil poşetine ait bulgulardan bir şekilde haberdar olan Dr. Davidson Black tarafından hemen alelacele hazırlanan bir müzekkere yazısıyla gönderilen son eldeki bulgularında Pekin adamına ait olduğu bildirilmiştir. Doğrusu Dr. Davidson’un bu aceleciliğini anlamış değiliz. Ne de olsa uzmanlar Pekin adamına ait olduğu iddia edilen numuneleri inceledikten sonra bulgular neyi gösteriyorsa ona göre raporlandıracaklardır zaten. Dolayısıyla, eğer işin rapor aşamasına daha gelmeden hemen ekibiyle birlikte müzekkere yazısıyla:
      - Pekin adamına ait fosillerin kalker kayalıkların yüzeyinde bir mağarada bulunduğunu,
      - Daha sonraları bu mağara tavanının çöküp fosillerin üzerini kapladığını,
       -Her iki mühürlü torbadan çıkan biyolojik bulguların da aynı adama ait olduğunu bildirmekle uzmanların analiz çalışmalarını etkileyip yönlendirilebileceklerini sanıyorsalar, analiz sonrası çıkacak sonuçlar karşısında çok büyük hayal kırıklığına uğrayacakları muhakkak. Çünkü biz biliyoruz ki bilim de analitik yaklaşım esastır,  bu yüzden teorik bazda yaklaşımlara pek itibar edilmez. Dolayısıyla ileri sürülen bir takım teori bazında görüşler iddia sahiplerini bağladığından, bu tür ön kabullerin uzmanlar tarafından değerlendirmeye alınmayıp analiz sonuçlarının esas alınması son derece gayet tabii bir durumdur. Nitekim bu işin erbabı uzmanlar analitik çalışmalar neyi gerektiriyorsa hemen olay mahallinin bulduğu yere gidip yerinde incelemek üzere seferber olmuşlar da. Hatta eldeki bulgularla birlikte olay mahalline gidip inceleme çalışmalarına başlanıldığında gerçekten Pekin adamına ait olduğu bildirilen parçaların söz konusu dolgunun yapıldığı yerin muhtelif katmanlarında rastlandığını da gözlemlemişlerdir. Ancak çökmüş mağarada bulunan kafataslarının tümünü parçalanmış halde bulmuşlardı, üstüne üstük alt çeneleri de ortada yok gözüküyordu. Derken olay yeri inceleme uzmanlarından Boule, hemen Pekin adamına ait olduğu bildirilen kafataslarının maymununkine benzediğini tespit ettikten sonra gözlemlerini bir makale şeklinde yayınlamayı ihmal etmez de.  Yayınlanan makaleden de anlaşıldığı üzere fosillerdeki alt çene ve dişlerin ileri yapılı maymunlara (apes-yani orangutan ve şempanze grubuna)  ait olabileceğini bizatihi işin uzmanı arkadaşlarıyla birlikte yerinde şahitlik etmişlerdir.  İyi ki de olay yerinde bu duruma şahit olmuşlar, bu sayede ortada bir hinlik durumun açığa çıkması teşhir edilmiş oldu.  Derken bu olayla birlikte nasıl ki yukarıdaki XI. masalda da bahsedildiği üzere tek bir dişe dayanarak Nebraska adamı ilan edildiyse bu kez Pekin adamı için de benzer ilanın yapılması ister istemez kuşkuları daha da derinleştirmiştir.  Hatta bir ara bu iddianın ilk sahibi Black adında bir araştırmacı, 1934 yılında ölünce bu fikirden vazgeçilir diye düşünülmüştü ama gel gör ki aradan bir zaman sonra bir baktık gelen gideni aratır misali bu kez yerine bir başka isim olarak Franz Weidenreich sahne alacaktır.  Öyle ki Franz Weidenreich,  arkadaşı Pei’nin yaptığı kazılardan çok önce kendince bir takım bulgular elde ederek işe koyulmanın ötesinde daha sonrasında kaybolan kafataslarını baz alaraktan hayal gücüne dayanaraktan kendince Pekin adamı tasarımı çizip fotoğraf haline getirmiş bir isimdir.  Acaba niye fotoğraf hale getirmiş derseniz, insanlar günümüz insanla karşılaştırıp insanın atası olduğunu kanaat getirsinler diyedir elbet. Tabii, hayali çizimlerle fotoğraflaştırma becerisini göstermek iyi hoşta, kazının yapıldığı andan itibaren söz konusu biyolojik bulgular üzerinde yapılan bir takım tahribat ve değişikliklere ne demeli. Hani bu tahribatlar olmasa bu çizimler ve fotoğraflar insanlar için belki bir noktaya kadar inandırıcı olabilirdi. Ama başta da dedik ya, elde edilen tüm fosil kafatası kalıntıları darmadağınık vaziyette bulunmuştu, bu durumda çizimler ne derece inandırıcı olabilirdi ki.  Hadi bu neyse de birde bunun üstüne üstük dağınık halde param parça biyolojik materyalleri birbirine monte edilip alçı türü dolgu maddesi ile tamamlama sahtekârlığı da işin bir bambaşka vahim boyutudur. Sahtekârlık bunla da kalmayıp bir bakıyorsun iki diş hariç diğerlerinin tamamen nasıl olmuşsa ortadan duman olup kaybolmuşluk söz konusudur. Tabii buna da bir kılıf bulacaklar ya,   güya kaybolan dişleri aramışlar da bulamamış diyerekten işi kotarmaya çalışmışlardır.  Ne diyelim işte tüm bu alavere dalavere işlerinden sonra birde üstüne üstük karşımıza çıkıp çok rahatlıkla pişkin pişkin bizlerden Franz Weidenreich’in kendince kafasında oluşturduğu hayal gücüne dayalı tasarıma inanmamızı bekliyorlar.
         Onlar alavere dalavereleriyle bizlerin inanmasını bekleye dursunlar,  bir başka olay yeri inceleme uzmanlarından Valllois’in elde ettiği verilerden hareketle bulunan parçaların mağara kaynaklı olmayıp, aksine haramilerce ve savaş esnasında ganimet toplayan avcılar tarafından taşınmış kafa veya kafa parçaları olabileceği düşüncesi çoktan zihninde oluşmaya başlar da.  Böylece bu işte bir bit kemiği var düşünceler eşliğinde zihninde kuşkular arttıkça diğer araştırmacılarda bu yönde Pekin adamına ait olduğu söylenilen parçaların avcılar tarafından katledilip yendiği noktasında pür dikkat kesileceklerdir. Nitekim elde edilen tüm elde edilen veriler kafataslarının kuvvetli bir darbe ile vurulup beyinlerinin çıkarıldığını gösteriyordu. Hatta olay yerinde yontulmuş taşların bulunması avcıların varlığına işaret ediyordu. Derken Lois Leakey adında bir araştırmacı tüm şüpheleri ortadan kaldıracak bir hamleyle Olduvai Gorge’un 2. nehir yatağında bulduğu;  hem Java adamına hem de Pekin adamına tıpa tıp benzer bir yaratığın aynı dönemde yaşamış olduğunu gösteren bulguları ortaya dökmesiyle birlikte tüm hayalperest evrimcileri şaşırtan bir çıkış yapmış olur.  Yetmedi bu arada sadece biyolojik bulgular değil birde taştan kulübelerin mevcudiyetine de dikkat çekmiştir. Böylece bu çıkışıyla evrimciler adeta köşeye sıkışır halde aynı dönemde yaşamış tüm ‘adam’   müsveddesi örneklerinin her biri nasıl oluyor da birbirinin atası olabilir sorusuna muhatap olacaklardır. İşte tüm bu elde edilen bu bulgular evrimcilerin bir çırpı da iddialarını yerle yeksan ettiği şundan besbellidir ki muhatap oldukları sorular karşısında adeta ezilip büzülerekten bu kez üç maymuna oynar halet-i ruhiye içerisine bürüneceklerdir.
     Malum, bir başka araştırmacı O’Connell ise bu alanla ilgili uzmanların çalışmalarına ışık saçacak nitelikte fosillerin bulunduğu alanda kireç taşı ocağını bulmanın yanı sıra çok sayıda kuvars taşlarının varlığını da tespit etmesiyle birlikte yaptığı çalışmalara daha da bir anlam katmıştır diyebiliriz. Zira Choukoutien denen meskûn mahallin coğrafi konumu gereği bu bölgede kuvars taşlarının olmamasını gerektirirdi zaten. Besbelli ki bir yerlerden buralara inşaatta kullanmak maksadıyla getirilmiş taşlardı bunlar. Hem kaldı ki kül yığınlarının da buralarda görülmesi kireç yakıldığının bariz bir göstergesi sayılmasına yetmiştir. Üstelik O’Connell bunla da yetinmemiş, Pekin adamının kafataslarının bulunduğu yerde insana ait fosillerin varlığına da işaret ederekten bu fosillerin kireç ocağı yanarken üst katmanlardan kayan kireç taşlarının altında kalan parçaların tâ kendisi olduğunu bir şekilde delillendirmiş oluyordu. Öyle ki kayan toprak çöküntüleri aynı anda Pekin adamına ait parçalarının üzerini de örtmüş gözüküyordu.  Derken yapılan çalışmalar ışığında rapor şu şekilde tanzim edilir:
 -Pekin adamı diye sunulan delil aslında eski taş ocağındaki işçiler tarafından avlanarak beyinleri çıkarılmış ya büyük babonlar ya da iri yapılı maymunlardan başkası değildir. Yani pekin adamı senin benim gibi insan tarafından öldürülmüş ve afiyetle beyni yenilmiş bir maymundur.
   Gerçekten de Richard Leakey’in yayınladığı raporlar da en az O’Connell kadar evrim masallarını yerle bir edecek türden raporlardı. Nitekim Richard Leakey oluşturduğu ekibiyle yaptığı kazılarda elde ettiği bir kafatasının Pekin adamından daha son derece ileri düzeyde günümüz insanının kafatasına çok yakın olduğunu ve aynı katmanlarda bulunan kemiklerin ise insana ait bacak kemikleriyle aynı olduğunu tespit etmişlerdir. Böylece bu bulgular ışığında bizim gibi dik yürüyen aynı zamanda sözde masal ataların bulunduğu zamanlardan 2,5 milyon yıl daha eski olduğunu ispatlanmasıyla birlikte tüm evrim masalları tarihin çöplüğüne gömülmüş olunur.
   Aslında bu ve buna benzer daha pek çok yapılan çalışmalar eşliğinde gelinen nokta itibariyle Pekin adamı denen ucube yaratık önce aslı kaybolmuş, sonrasında ise sadece alçıdan yapılmış modelleriyle ayakta kalınmaya çalışılan bir sahte adam hikâyesinden başka bir şey değildir. Bir başka ifadeyle işin uzmanlarınca sahtekârlığı raporlandırılarak gözler önüne serilen bir yaratık türüdür.
      XIV. Masal (Neandertal adamı-İnsan)        
    Bir varmış bir yokmuş, evvel zaman içinde kalbur saman içinde, pireler berber develer tellal iken, ben anamın beşiğini tıngır mıngır sallar iken, Neandertal adamının yarı dik yürümesi ve insana benzer halde olması hasebiyle hemen evrimciler tarafından geçiş formu ilan edilivermiştir. Oysaki Neanderthal dedikleri adam, meğer bizim gibi tamamen dik yürüyen bir insandan başkası değilmiş. Bakmayın siz onun öyle eğik duruşuna,  bikere eğik kalışı ya D vitamini eksikliğinden,  ya kemik iltihabından ötürü,  ya da sakat oluşundan kaynaklanan maraz bir durumdur. Gerçekten de ortada böyle bir maraz durum olmasa o da bizim gibi dik yürüyen bir insan dememiz gerekecekti. Kaldı ki o sakat haliyle de asla maymunla insan arasında bir geçiş formu değildir. Kelimenin tam anlamıyla Neandertal adamı da tıpkı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan insanın ta kendisi bir adamdır.  
       Velhâsıl-ı kelam masallardan gerçeğe dönecek olursak tek hakikatin vahiy olduğunu idrak etmiş oluruz.  Nitekim Yüce Allah (c.c); “Onların üzerlerine gökyüzünden bir kapı açsak, oradan yukarı yükselseler de, mutlaka: ‘Gözlerimiz döndürüldü, belki biz büyülenmiş bir topluluğuz’ diyeceklerdir” (Hicr, 14 – 15) diye beyan buyurmakla yarattığı kullarını hakikate gözlerini açmasını dilemekte.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/fosiller-ve-evrim-masallari-ii-6126-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty MAYMUN ATA HAYALİ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ekim 15, 2022 1:40 pm

MAYMUN ATA HAYALİ
         SELİM GÜRBÜZER
         Nasıl ki evrimcilerin çizdikleri resimler ve yaptıkları maketlerle kurgulanmış bir hayal dünyaları varsa, elbette ki yaratılış mucizesine inanmış bizlerinde kendimize özgü bir hayal dünyamız vardır. Nitekim bizlere habire ata olarak gösterilen herhangi bir maymuna;
        -“Al şu kalemi eline al, 12 harften ibaret ‘evrim teorisi’ ibareli iki kelimelik bir cümle yaz teklifinde bulunduğumuzu varsayalım.
         Bu durumda bir maymunun 29 harflik alfabede 12 harfi yan yana getirme ihtimalinin 29 rakamını 12 defa çarpma sonucunda ortaya çıkacak sayının arkasına 17 adet sıfır koymak anlamına gelen bir teklif olur ki, bu tamamen maymuna ayakkabıyı ters giydirmek türünden bir iş buyurması olacaktır. Nitekim bir maymunun 15 milyar sene içerisinde aralıksız bir şekilde klavye tuşlarına basaraktan 12 harflik evrim teorisi cümlesini yazmasının milyonda bir ihtimal dâhilinde bile gerçekleşmeyeceği besbellidir. Hatta bu noktada evrimcilerin şu çok güvendiği ayıklayıcı didikleyici ve seçiciliği ile meşhur seleksiyonu bile maymunun yanına yardımcı takviye kuvvet olarak vermiş olsak da sonuç yine değişmeyecektir. Tabii evrimcilerde gayet çok iyi biliyorlar ki şu koskoca dünyada 1 milyon civarında hayvan ve 300 bin kadar bitki türünün kapladığı bir alanda tüm pirinç taşlarını ayıklayıverecek güç ne seleksiyon da var, ne mutasyonda ne şunda ne bunda var. Hadi doğal seleksiyona bu işi yıkmaktan vazgeçtik diyelim, peki ya şimdiye kadar bulunan fosillerin ortaya koyduğu her türün kendi neslinden türediğini doğrulayan fosil kayıt delillere ne demeli?  Belli ki ortaya konan fosil kayıtlarına baktığımızda bu noktada da evrimcilerin durumu hiçte iç açıcı parlak gözükmüyor. Kelimenin tam anlamıyla fosil kayıtlarına bakıldığında canlıların birbirlerinden türeyip büyük bir zaman diliminde bir diğerine dönüştüğünü gösteren en ufak bir delil ortada gözükmemekte.  Zaten ortaya delil de koyamazlar. Çünkü Yüce Allah (c.c) Kur’an’da; “(Ey kâfirler, müşrikler, dinsizler ve Darwinistler, söyleyin!) Yaratmak bakımından siz mi daha zorsunuz, yoksa gök mü? (Baknız, Allah) Onu bina edip (böyle mükemmel ve muhteşem yaratmıştır)” (Nazi’ât suresi, 27. Ayet) diye beyan buyurarak yaratılan her şeyin en güzel surette yaratıldığına işaret etmektedir. İşte bu nedenledir ki yaratılış mucizesine inanmış bizler,  her geçen gün adım adım tarihin çöplüğüne gömülmekte olan evrim teorisinin bir daha karşımıza çıkıp bizi içi boş safsatalarla oyalamamasını hayal ediyorum.
       Evet, bir hayalim var;
       Ne yazık ki,  evrimciler sineklerin saniyede 500 kez kanat çırpma yeteneğinin yanı sıra kanatlarını eşzamanlı çırpma maharetiyle dengesini sağladığı bu mucizevi hadiseyi de görmezden gelebiliyorlar. Hadi mucizeye inançları olmamaları hasebiyle görmezden gelmelerini bir derece anlayabiliyoruz, peki ya onu uçamayan sürüngen varı bir yaratıktan evrimleşerek uçacak hale gelir şeklinde göstermeye çalışmalarına ne demeli. İşte bu tür zırva tevillerle evrimcilerin insanlığın aklıyla alay edercesine yaptıkları algı operasyonlarından dolayı doğrusu öfkelenmemek elde değil. İşte bu noktada öfkemin dinmesi adına tüm sineklerin kendilerini sürüngenlerle kıyaslayaraktan hafife alan tüm evrimcilerin üzerlerine üşüşerekten sinek ısırması diyebileceğimiz bir ısırmayla ısırmalarını hayal ediyorum.
     Bir hayalim var;
     Malum evrimciler maymundan insana yarı geçiş formda bir yaratık olabileceğini fosillerle ispatlayamayacaklarını fark ettiklerinde bu kez ellerine aldığı fırçalarla hayali resimler çizmek ya da hayali heykeltıraş maketler yapmak suretiyle işi kotaracaklarını sanmışlardır.   Onlar var güçleriyle işi kotaracaklarını sana dursunlar, umarız bu arada ressamların ve heykeltıraş erbabının da mesleklerini kötü yönden kullanan bu evrimci hayalperestler hakkında dava açmalarını hayal ediyorum. Buna mecburlar da. Çünkü hem aldanmayanlardan hem de aldatanlardan olmamak için onların yakasına yapışıp davacı olmayı gerektirir.  
      Bir hayalim var;
      Hani evrimciler tarafından orangutan çenesiyle insan kafatasını bir araya getirilerekten maymun ila insan arası bir varlık süsü verilip adına Piltdown adamı dedikleri bir adam vardı ya,  biliniz ki o adam artık müzede ziyaretçilere açık bir şekilde sergilenmez oldu. Dolayısıyla bu durumda duyguları rencide olan ziyaretçilerin ordan burdan toplama fosiller olduğunun foyası çıkmasıyla birlikte 40 yıl boyunca British Museum’de sergilenen Piltdown adamının bir anda ortadan kaybolup sırra kadem basması olayı karşısında bu işe alet olan müze yetkililerinden davacı olup duygu sömürüsüne uğramaları hasebiyle manevi tazminat almalarını hayal ediyorum.
        Bir hayalim var;
        Tarihler 1904 yılını gösterdiğinde evrimci Samuel Verner insana en yakın ara geçiş formu diye Kongo’da yakaladığı Ota Benga’yı dünya gündemine taşımakla insanlığın bu olaya kanıp yutacağını sanıyordu. Oysa gerçekler bir bir ortaya çıkmaya başlayınca bu olayı baştan beri takip eden insanların artık  ‘Allah’ım bu tip gözü dönmüş evrimcilerin şerrinden bizleri koru’  der hale gelip ‘galiba bunlar çıldırmış olmalılar’ şeklinde içten içe hayıflananlar bile oluyordu. Hem niye insanlar eseflenip hayıflanmasın ki, bu gözü dönmüş evrimci müsvedde kılıklı tayfanın önce yakalayıp sonra kafese tıkayarak New York’un ünlü Bronx hayvanat bahçesinde ‘işte atanız’ diye sergiledikleri ara form dedikleri o yaratık, meğerse evli ve iki çocuk sahibi Ota Benga isimli insandan başkası değilmiş. Öyle ki adamcağız kendisine yapılan bu kötü muamele karşısında ardından çocuğu ve eşini bırakacak şekilde intihar etmek zorunda kalmıştır.  Ne diyelim, işte sizlerde görüyorsunuz ya,  elbette ki “kimsenin ettiği yanına kâr kalmaz” atasözünün düsturunca intihar eden bu zavallı adamın şahsında tüm insanlığın onurunu ayaklar altına alan böylesi gözü dönmüş had hudut bilmez tüm fanatik evrimci tayfalardan hesap sorulup haddini bildirilmesini hayal ediyorum.
       Bir hayalim var;
       Tarih boyunca takriben 6000’i aşkın maymun türünün yaşadığı dünyamızda neredeyse kala kala 120 tür maymun türünün var olduğu gözüküyor. Üstelik şu an kala kalan, yani yaşmakta olan mevcut maymun türlerinin tamamına yakını da nesli tükenmiş durumda. Olsun nesli tükenmek üzere olsalar da bu demek değildir ki; her şey geçmişte kaldı, dolayısıyla onurlarının iadesine gerek yoktur. Bilakis ibretlik ders olsun diye geçmişten bugüne tüm maymun türlerinin evrimciler üzerinde kalan hakları alınmalı ki, hak hukuk adalet yerini bulsun, böylece bir daha böyle işlerle kalkışılmasın. Hele ki ortada tüm maymunları, eşrefi mahlûkat insanın atası olarak ilan etmek denen hazin bir manzara varken bu olayın üstü asla kapatılmamalıdır. Dolayısıyla geçmişten bugüne tüm maymunların her ne kadar nesli tükenecek hale gelseler de bari hiç olmazsa bu dünyada yarım kalan hak hukuk davalarını tamamlamak adına ruz-i mahşerde:
    -“Kıyamet gününde boynuzsuz olan koyunun boynuzsuz olan koyunun bile kendisine vuran boynuzlu koyundan hakkı alınır” Peygamber kavlince evrimcilerin yakasına yapışıp hayvan hak ve hukuki kuralları gereği mizan terazisinin kurulup haklarına kavuşacağı günde cezalandırılmalarını hayal ediyorum. Nitekim biz biliyoruz ki; hayvan hayvanlığıyla şeref bulmakta,  insansa insanlığıyla şeref bulmakta.
       Bir hayalim var;
       Malum tüm beşeriyet ben-i âdem olarak iki ayaklı ve dik olarak yaratıldığı halde, evrimciler tarafından habire tüm beşeriyet insan dışı bir kalıba sokulmak istenmekte. Dahası insanoğlunu hem eğik vaziyette koşan aynı zamanda zıplayan dört ayaklı maymunların bulunduğu kategoriye dâhil etmek istiyorlar hem de kendi kafalarınca oluşturdukları:
      -Australopithecines (kendisine güney maymunu anlamında hominin gözüyle bakılan en eski Australopithecuslar),
      -Homo habilis,
      -Homo erectus,      
      -Homo sapiens (modern insan) bir soyağacına dâhil etmek istiyorlar.
      İşte kendilerince oluşturdukları bu soy ağacıyla akıllarınca homo olarak adlandırdıkları insanoğlunu ilk başta Australopithecuslar’dan bir sonrakilerine basamak basamak güya atası olduğu izlenimini vererekten en nihayetinde modern insana terfi etmiş şeklinde göstermekteler. Yetmedi birde üstüne üstük kalkmışlar gelmiş geçmiş tüm insanlığın bu soyağacına sadakat gösterip bağlılıklarını göstermelerini arzulamaktalar. Oysa sadakatle bağlı kalmamızı arzuladıkları homo soy ağacının ilki olan Australopithecus, aslında nesli tükenmiş dik yürüyemeyen maymunundan başkası değildir.  Şimdi ortada böylesi bir gerçeklik durum varken bizlerden sadakat ve bağlılık göstermelerini beklemeleri elbette ki abesle iştigal bir durum olur. Tabii evrimcilerin handikapları sadece bunla sınırlı değil, bir zamanlar ara form olarak öve öve anlatıp bitiremedikleri Ramapithecus da maymunun tâ kendisi bir yaratıktır. Tabii sonradan bu yaratığın maymun olduğu anlaşılınca apar topar insan soy ağacı serisinden çıkarmak zorunda kalmaları da bir başka handikap olarak karşımıza çıkmış durumda.  Kaldı ki kendi kafalarınca oluşturdukları insan soy ağacı serisinin diğer basamaktakilerinde bir kısmının yeryüzünün farklı yerlerinde modern insanla beraber aynı devirlerde yaşamış canlı türleri olduğu,  bir kısmının maymun türleri olduğu, bir kısmının ise değişik türden insan ırkından türler olduğu anlaşılmıştır. Dolayısıyla bu noktada ümit ediyorum ki,  tüm insanlığın bir an evvel gözünü dört açıp bu denli insanın şeref ve haysiyetiyle oynayan evrimcilerin yüzüne karşı  “Bırakın maymun maymunluğu ile kalsın, insanda insanlığı ile kalsın” tepkisini ortaya koyup haykırmalarını hayal ediyorum. Bu arada yaratılış mucizesine inanmış müminlerinde boş durmayıp yüzlerine karşı “Soyunu inkâr edenin soysuz, dinini inkâr edenin dinsizdir”  atasözünü suratlarına çarpıp haykırmaların hayal ediyorum.
       Bir hayalim var;
       Atalarımız ne de güzel ifade etmişler; zorla güzellik olmaz diye.  Biyoloji literatüründe insan ve insan grubu ‘homo’ kavramıyla ifade edilirken müminler olarak bizler ise daha çok ‘ben-i âdem’ ibaresiyle ifade ederiz. Her neyse homo ya da insan hiç fark etmez. Fark eden sadece evrimcilerin insanı insanlıktan çıkararaktan hayvan kategorisine dâhil edip maymun olarak görmeleri,  yaratılış mucizesine inananların ise tam aksine insanı ben-i âdem kategorisine dâhil edip eşrefi mahlûkat olarak görmeleridir.  
     Ne diyelim evrimciler bikere insanı insanlıktan çıkarmaya kafaya koymuşlar ya, acaba Australopithecus’un soy ağacının üçüncü basamağında yer alan Homo erectusu geçiş formu takdim etsek mi etmesek mi diye bir ara kara kara düşünmüşler de. Ama gel gör ki Homo erectus’un bugünkü insandan hiçbir farkı olmadığı ortaya çıkmıştır. Derken kara kara düşünmekten çıkmanın bir formülünü bu kez soyu tükenmiş arkaik türü insan benzeri ata dedikleri Homo habilis’i ara form olarak ilan etmekte karar kıldıklarını görüyoruz. Onlar karar kılıp bir formül bulduk diye avunadursunlar, oysaki bu arada onların heveslerini boşa çıkartacak Tim White adında bir araştırmacı, 1984 yılında ‘OH62’  olarak kodladığı iskelet ve kafatası bulduğunda bu türün homo sınıfından (insan sınıfından) değil, tam aksine Australopithecus kategorisinde bir maymun olduğu anlaşılmıştır. İşte tam da bu noktada Homo habilis’in yerinden doğrulup kendisini zorla insan yapmak isteyen evrimcilerin başlarına günümüzde yaşayan maymunların derisinden geçirerekten maymun siluetine dönüştürmesini temenni ediyorum. Hiçte fena olmaz elbet.  Hem ne de olsa evrimciler koro halde ikide bir  ‘maymun atam, maymun atam’ sloganlarıyla etrafta habire dolaşıp duruyorlar, hiç olmazsa başlarına geçirilecek olan maymun derisiyle birlikte böylece sokaklarda avaz avaz slogan ataraktan dolaşmaya gerek kalmaksızın asıl kimliklerine kavuşmuş olacaklardır.  Madem öyle, bende kendi adıma onların sokaklarda dolaşmak yerine hayvanat bahçesinde başlarına geçirilmiş maymun derisi siluetiyle görücüye çıkmalarını çok hayal ediyorum. Dilerim maymun nesli tükenmeden bu hayalim tez bir zamanda gerçeklemiş olur da.
       Bir hayalim var;
       Malum,  yüzsüz insanlar her devrin maskara tipleri olarak karşımıza çıkmaktalar. Baksanıza bir zamanlar Kenya’daki Rudolf nehri civarında bulunan fosil yaratığa büyük şaşaalarla Homo Rudolfensis adı verilmesi maskaralıklarına maskaralık katmalarına ziyadesiyle kat be kat yetmiştir.  Öyle ki Richard Leakey tarafından sergilenen bu fosil yaratık antropoloji tarihinin en büyük buluşu olarak takdim edilmişti. Neyse ki insan yüzü anatomisi üzerinde çalışmalar yapan Prof. Tim Bromage bilgisayar simülasyon yöntemiyle şu gerçeği ifşa eder: “KNM-ER 1470’in rekonstüksiyonu yapılırken, yüz, aynı günümüz insanlarında olduğu gibi, kafatasına neredeyse tam paralel bir biçimde inşa edilmişti. Oysa yaptığımız incelemeler, yüzün kafatasına daha eğimli bir biçimde inşa edilmiş olmasını gerektirmektedir. Bu ise Australopithecus’da gördüğümüz maymunsu yüz özelliğini meydana getirir.”
       Hakeza C. Lorin Brace de azı dişlerin kapladığı alandan hareketle Australopithecus’un yüz ve dişleriyle birebir örtüştüğünü yüzsüz maskara tiplere duyurmuş oldu.  İşte bu ve buna benzer hamlelerle Homo habilis ve Homo rudolfensis gibi türlerin ara form olmadığı, tamamen maymun oldukları noktasında bir kez daha evrimci yüzsüzlerin yüzüne karşıda söylenip böylece bu dünyaya geldiklerine geleceklerine bin pişman olacak derecede ifşa edilmelerini hayal ediyorum.
       Bir hayalim var;
       Malumunuz, Evrimciler bir yerlerde çağdaşlıktan dem vurulduğunda bu hususta üstlerine hiçbir zaman toz kondurmazlar. Ancak bu nasıl çağdaşlıklarına toz kondurmamaksa bir bakıyorsun bilgi çağına gelmiş insanı köken olarak  “Homo erectus, Homo sapiens archaic, Neandertal adamı ve Cro-magnon adamı” şeklinde sıraladıkları ara formlardan türedi şeklinde çağdışılık gösterimlerden hiçbir beis duymuyorlar. Oysa çağdışılık düşlerinde ara form olarak düşledikleri  ‘adam’  tiplemeleri çağımızda ki insan ırklarının mevcut üye bireylerinden başkası değildir. Nitekim Homo erectus’a baktığımızda günümüz insanıyla hemen hemen aynı birey üyesi olduğunu görürüz. Kaldı ki Erectus dik yürüyen insan anlamında bir isimlemedir. Böyle isimlendirilmesi de son derece isabetli olmuştur. Çünkü Kenya’da ki Turkana Gölü civarında bulunan Narikotome homo erectus (Turkana çocuğu) fosilinin 12 yaşında bir çocuğa ait fosil olduğunun belirlenmesiyle birlikte günümüz insanıyla arasında hiçbir fark olmadığı ortaya çıkmıştır. Hatta Prof William Laughlin; Eskimolar ve Aleut Adaları insanları üzerinde incelemeler yaptığında neredeyse Homo Erectus’la benzer bireyler olduklarını gözlemlemiştir. Kaldı ki Homo Erectus’ta kendi içerisinde çeşitlilik arz etmekte. Dolayısıyla buradan hareketle tüm insanlığın ırk ırk,  soy soy çeşitlilik arz etmesi birbirinden türeme ayrılık göstergesi değil bilakis kendi yaratılış kodları içinde çeşitliliğinin göstergesi bir zenginliktir bu. Madem yaratılış kodlarımız çeşitlilik arz etmekte, o halde Homo yaftasıyla insan soy ağacının kollarında dal budak salmış tüm insanlık ırk halkalarının dik duruş sergileyerekten; “Hepimiz insanız ve hepimiz aynı ortak ebeveynimiz Adem ve Havva’dan doğarak yeryüzüne aynı anda ortaya çıktık”  diye haykırmalarını hayal ediyorum.
      Bir hayalim var;
      Ah Evrimciler Ah! Bu ayaklar nasıl ayak, hadi yorgana sığdı diyelim, peki ya mezara nasıl sığacak doğrusu çok merak ediyorum. Evrimcilerin şimdiye kadar insanlığın onurunu ayaklar altına alaraktan yaptıkları yetmezmiş gibi birde üstüne üstük bilimi de kendi çirkin emelleri doğrultusunda kullanmalarına ne demeli. Baksanıza Homo serisindeki tüm üyeler yeryüzüne aynı anda çıkmış olmalarına rağmen önümüze koydukları tüm homo üyelerin atasının güya maymun olduğunu dillendirmekle düpedüz bilim cinayeti işlemekteler. Oysaki ortaya attıkları hayali insan atalarına baktığımızda,  mesela bunlar içerisinden değim yerindeyse Neanderthal adamına bu hususlarda artık kendisine gına gelmiş olsa gerek ki,  evrimcilerin yüzlerine karşı kendi hal lisanıyla;
       - “Artık bırakın yakamı, benim sizlerden tek farkım sadece asimilasyona uğramış birey olmamdır, sonuçta bende sizin gibi dik yürüyen bir insanım” demekten kendini alamaz da.
       Yine değim yerindeyse bunlar içerisinden mesela Homo Sapiens Archais ise kendi hal lisanıyla evrimcilerin karşısına çıkıp adeta sitem edercesine;
       -“Dört dörtlük adamlığımdan şüphe ediyorsanız beni bende arama, beni Avustralyalı Aborjin yerlileri veya Macaristan ve İtalya’nın bir kısım köylerinde ararsanız halen orda adam gibi adam olarak yaşadığımı anlarsınız” diye haykırmaktadır. Nitekim insaf sahibi bilim adamlarından bazıları yaptıkları araştırmalarıyla bahsi geçen ülkelerin o bölgelerini yerinde incelemelerde bulunup bu haykırışı teyit etmişler de.
      Yine mesela bunlar içerisinden mesela Homo heilderbergensis ırkından olanlar da evrimcilerden dert yanarcasına onları tarihe havale edip bundan 740 bin yıl önce yaşayan ve kendisini günümüz Avrupalı insanına benzeyen bir ırk türü olduğunu görmelerini dilemişlerdir.
      Yine bunlar içerisinden mesela Cro-mangon da Evrimcilerin yüzüne karşı kendi hal lisanıyla;
       -“Bendeniz Afrika ve tropik iklim insanlarına benzemenin yanı sıra aynı zamanda kardeşim Neanderthal adamı ile birlikte günümüzde pek çok ırkların mayasını oluşturan fertleriz”  tarzında çok ince bir gönderme yaparaktan akl-ı selim olmalarını dilemiştir. Nitekim üzerinden çok bir zaman dilimi geçmeden Cro-mangon adamının da Afrika kıtasının farklı bölgelerinde yaşayan Afrika ırkından bir insan olduğu belirlenmiştir.
       İşte yukarda madde madde doğaçlama yapraktan sıraladığımız Homo-insan soy ağacının kollarında dal budak salmış halde konumlanmış değişik isimler altında değişik ırklara mensup birkaç adamın hal lisanıyla meramlarına kulak verdiğimizde gerçekten de kendileriyle maymunlar arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşluğun varlığı gayet net bir şekilde ortada zaten. Dolayısıyla homo üyelerini maymunla ilişkilendirilerek kronolojik sıralama çaba içerisine girmek boşa kürek çekmekten öte bir anlam ifade etmeyecektir.  Hem kaldı ki Paleontolojik kayıtları bir milyon öncesinde günümüz insanıyla ayırt edilemeyecek derecede aynı olan Homo sapiens insanının bir arada yaşadığını tespit etmişlerdir. Hele hele İspanyol bir Paleoantropolog, kendi ülkesinde Atapuerca civarında 800 bin yıl öncesine ait Gran Dolina mağarasında 11 yaşındaki çocuğa ait bulduğu fosille kendilerini evrim bilim adamları olarak tanıtanların beklentilerini bir anda boşa çıkartmaya ziyadesiyle yetmiştir.  Öyle ki evrimciler bu fosilin günümüz insanıyla tıpa tıp aynı olup kesinlikle ilkel bir yaratıkla yakından uzaktan hiçbir alakası olmadığını görünce adeta şaşkın ördeğe dönmüşlerdir.  Bizim açımızdan ise hiç kuşkusuz 800 bin yıl öncesi böylesi modern bir yüzle karşılaşmakla yaratılış mucizesini doğrulayan bir duygu seli olmuştur. Hakeza gerek günümüzden 2, 3 milyon öncesi bir başka modern insana (Homo sapiens) ait bulunan çene kemiği olsun,  gerek günümüzden yine 3,6 milyon öncesi modern insana ait ayak izleriyle örtüşen bir başka fosil olsun hiç fark etmez her ikisi içinde aynı duygu selini yaşamamıza ziyadesiyle yetmiştir diyebiliriz pekâlâ.
          Evet, şu bir gerçek, insan iki ayağı üzerine dik yürüyen bir varlıktır, ayı ve maymun türü hayvanlar ise malum eğik ve dört ayak üzerine yürüyen canlı varlıklardır. Dolayısıyla evrimciler açısından bu durum çok büyük çelişkiyi gözler önüne sermektedir. Öyle ya, şayet ortada gerçekten evrimleşme denen bir hadise vuku bulmuş olsaydı bugün insanlar iki ayaklı olmak yerine tam aksine dört ayaklı olmaları gerekirdi. Üstelik maymunlar dört ayaklı halleriyle istedikleri hareketleri çok rahatlıkla yapabilmekteler.  Yani bu demektir ki iki ayaklı olma hali herhangi bir maymuna asla avantaj sağlamamakta. Ne diyelim,  sizlerde görüyorsunuz ya, bu noktadan sonra evrimcilerin yüzüne karşı  “Ah Evrimciler Ah! Bu ayaklar nasıl ayak, hadi yorgana sığdı diyelim peki mezara nasıl sığacak”   tarzında sitemimi arz etmek düşer bize
        Hadi ayakların dörtlü oluşunu görmezlikten gelip sitemimizden vazgeçtik diyelim, peki ya insanın başparmağıyla çatal kaşığından tutunda silahına kadar değişik türden araç ve gereçleri tutmakta ki yeteneğinin ve donanımının hayvanlarda olmayışına ne demeli. Her ne kadar tüfek icat edildi mertlik bozulsa da, sonuçta tüfeği en etkin bir şekilde kavrayacak babayiğit varlık olarak yine insan gözükmekte. Her neyse evrimciler insanı maymunlaştırma hayalinin peşinden koşa dursunlar, şu bir gerçek ata gördükleri maymun adamların başparmağı ile bir tüfeği bile tutmaktan aciz hayvanlar olarak karşımıza çıkmaları, Yüce Allah’ın insanoğluna has kıldığı başparmak mucizesi gerçeğini değiştirmeyecektir.
          Evet, maymunun başparmağı bizimki gibi asla aktif rol oynayan bir başparmak değildir, sadece yaşayışına uygun biçimde yaratılmış bir başparmaktır bu. Düşünsenize başparmak olayında bile maymundan farklıyız. O halde sormak gerekir başparmak evrim hadisesinin neresinde yer almakta?
        İşte daha ne diyelim bu ve buna benzer sorular eşliğinde günümüz insanından hiçte farkı olmayan homo (insan) sınıfına dâhil tüm üyelerin (ırkların), kendilerine adamlık taslayan evrimcilerin Hasan Sağındık’ın seslendirdiği aşağıdaki klipi şu şekilde uyarlayarak koro halinde yüzlerine karşı söylemelerini hayal ediyorum:
ADAMLAR (Maymun adamlar)
Müzik: Hasan Sağındık
Yorum: Selim Gürbüzer
(adamlar-“adamlar”_1998)
Maymun adamlar bilirim sönük
Maymun adamlar bilirim çürük
Maymun adamlar bilirim rozetleri
Yüreklerinden büyük
Maymun adamlar bilirim yamuk
Maymun adamlar bilirim maskara
Maymun adamlar bilirim ki elleri
Eldivenlerinden kara
Ah Darwin Ah! bu ayaklar nasıl ayak
Hadi yorgana sığdı diyelim mezara nasıl sığacak
“İçi boş bir evrim masalları
Binaenaleyh okullarımızda çocukların
Başında habire boza pişirdik
Fosilleri ortaya çıkarmak farz değildir
Nitekim hayali maymun atası resimler yapmak lazım
İnsanlık, vicdan, insan hakları boş ver ağam boş ver bunları
Çağdaşlığın ölçüsü maymun olmak yani
Bol maymunlu programlar
Maymundan da aşağı sözde bilim adamları
Tükür ağam tükür. Sözde bilim dünyasında bütün soytarılar”
Maymun adamlar bilirim coşkun
Maymun adamlar bilirim durgun
Maymun adamlar bilirim adları
Boylarından uzun
Maymun adamlar bilirim iri
Maymun adamlar bilirim ufak
Maymun adamlar bilirim ki
Sözleri eserlerinden parlak
Ah Darwin Ah şakirtler!
Bu ayaklar nasıl ayak
Yorgana sığdı diyelim mezara nasıl sığacak
   “Oportünist ve pragmatist yaklaşımlar
  Ali babanın çiftliğine dönen maymun yaratıkları
  Maymun çiftliğin malı deniz, yemeyen…
  Cici maymun, tombul maymun, seni yerim maymun
  Benim maymununum işini bilir
  Önce öv sonra maymununu maymunluktan çıkar
  Ve gümlet
  Gerçek bilime rot balans ayarı,
  Darwin geldi ey öğrenciler
  Bu yapılan sapına kadar bilimi katletmek,
  Bırakın ağam bu ayakları
  Bırakın insan insanlığıyla övünsün
  Maymunda maymunluğuyla kalsın…
          Nitekim Yüce Allah (c.c); “Kalpleri vardır bununla kavrayıp anlamazlar, gözleri vardır bununla görmezler, kulakları vardır işitmezler. Bunlar hayvanlar gibidir,  hatta daha aşağılıktırlar. İşte bunlar gafil olanlardır” (Araf, 179) diye beyan buyurmakla tüm hakikati ortaya koymakta zaten.
        Bir hayalim var;
        Alman bilim adamlarının mayıs böceğinin adeta gaz tabancalı diyebileceğimiz donanıma haiz olduğunu ortaya koyan keşfi sayesinde,  kendisi bir böcekte olsa kendi kaderine baş başa bırakılmayıp savunmasız olamayacağını idrak etmiş olduk.  Öyle ki mayıs böceğinin (topçu böceğinin)  olası tehlikelere karnındaki iki ayrı kese haznesinde stok edilen yakıcı ve sıcak gaza dönüşebilir özellikte ki hidrojen peroksitle (oksijenli suyla) birlikte benzole benzer bir hidrokinon maddesinin üçüncü bir odada su ve katalitik enzimlerle girdiği kimyevi reaksiyon sayesinde neler yapabileceğini herkese gösterebiliyor. Ve böylece bu iki maddenin reaksiyona girmesi neticesinde oluşan sıcaklık, karışımı suyun kaynama noktasına yükselterekten sıvıyı püskürttürmesini sağlayan hidrojen gaz basıncını üretmesiyle birlikte çok rahatlıkla kendini düşmanlarından koruyabiliyor. Nitekim düşmanının saldırısına maruz kaldığını fark ettiği anda bu iki maddeyi yakıt tankına boşaltıp hemen yanı başında bir başka kesede bulunan peroksidaz enzimi katalizörlüğünde albümin salgılar da.  Derken katalizör etki yapan bu enzim etkisi hidrojen peroksidin hidrokinonla (hidrokarbonla) karışım hale gelmesini tetikleyip beraberinde büyük kimyevi tahribat etkisi oluşturan 100 santigrat derecelik kaynar kinon gazı püskürterekten düşmanlarını bertaraf etmiş olur.  İşte Yüce Allah tarafından böylesi gaz tabancalı püskürtücü savunma sistemiyle donatılmış mayıs böceğinin evrimci tezleri çürüten bu haliyle sadece kendisini savunmak için değil, yaratılış mucizesine şeksiz şüphesiz inanmış insanlara etrafına üşüşen evrimcilerin saldırılarına karşı da, yani bizim içinde biran evvel göz yaşartıcı gaz bombasını kullanaraktan püskürtülmelerini hayal ediyorum. Derken bu sayede yalanlardan dolanlardan kurtulmuş olup, maymun maymunluğuyla, insan da insanlığıyla huzur bulup evrimcilerin şerrinden kurtulmuş olacaktır.
          Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/maymun-ata-hayali-6138-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty EVRİM TERS KÖŞE

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ekim 22, 2022 10:30 am

EVRİM TERS KÖŞE
        SELİM GÜRBÜZER
    Evrim teorisinin kaynağı milattan önce eski Yunan’a dayanmakla birlikte bu düşüncenin asıl temelleri Charles Darwin’in dedesi İngiliz doktoru Erasmus Darwin ve Fransız Comte de Buffon tarafından ortaya atılmıştır. Bu ikili canlıların çevre şartlarına göre şekillenerek sonradan kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşaklara aktardıklarını ileri sürmüşlerdir.  Öyle veya böyle bu düşünceyi doğru kabul ettiğimizi varsaysak bile çevre şartları gereği herhangi bir canlının alacağı darbeden dolayı vücudundaki deri kalınlaşmasıyla birlikte daha dayanıklılık kazanıp bu vaziyette canlıya aktarıldığını yutmamız gerekiyor. Keza ördeklerin sürekli yüzmelerinden dolayı ayak perdelerinin oluştuğuna, bazı canlıların ise organlarını kullanmayarak köreldiğine kanmamız gerekecektir. Neyse ki bu tür fikirler etraftan pek itibar görmedi, ama sağından solunda biraz revize edilerekten böylesi fikirleri yeniden canlandırmak torun Darwin’e nasip olacaktır. Torun Darwin iki yıl süren Tıp tahsilini yarıda keserek babasının tavsiyesi doğrultusunda Cambridge Christ College (İsa’nın Koleji) okulundan mezun olur da. Ne var ki mezun olduğu okuldan papazlık diploması alır almasına ama mesleğini icra etmek yerine başka alanlara merak salacaktır.  Ne diyelim merak bu ya, derken soluğu Güney Amerika ve Pasifik adalarına giden Beagle adlı gemide almıştır. Öyle ki,  Charles Darwin 1832 yılında gönüllü olarak katıldığı ve 5 yıl süresince dünyanın değişik yerlerini turlayan H.M.S. Beagle isimli bir gemiye bindiğinde çokta heyecanlıydı. Hem kendisini nasıl heyecan sarmasın ki, özellikle bu seyahati sırasında Galapas adalarında yakından izlediği birbirinden farklı ispinoz türlerin varlığı onu doğrusu çok etkilemişti.
         Evet, ortada birçok kuş türleri vardı var olmasına ama gagaları çok farklıydı. Bu durum karşısında düşündü taşındı, söz konusu bu farklılığın kuşların çevreye uyum sağlamalarından ötürü olsa gerektir kanaatine vardı. Yine bir kez daha düşündü taşındı, tüm canlılarda ki bu çeşitliliğin temelinde çevreye uyumlulukla ilgili olsa gerek deyip kendinde tüm canlı türlerin tek bir ilkel ortak atadan meydana gelmiş olmalı düşüncesi beyninde yer ediverdi. Hakeza düşüncelerine dayanak teşkil edip temellendirmek içinde canlı türlerin çevre şartlarına hızla uyum sağlayan canlıların ayakta kalabileceklerini uyum sağlayamayanlarınsa eleneceği anlamına gelen ‘doğal seleksiyon’ tezini ortaya atmıştır. Hatta bunla da yetinmeyip kafasında tabiat gücü oluşturarak çevreye uyum sağlayan her bir canlı türü üzerinde cereyan edebilecek faydalı küçük değişimlerin birikerekten kuşaktan kuşağa geçmesiyle birlikte zaman içerisinde orijininden farklı canlı türlerine dönüşebileceği çizgisine gelmiştir. Oysa ileri sürdüğü faydalı değişmelerin kaynağının ne olduğu konusunda ortaya delil koyamaması teorinin daha baştan çürümeye yüz tutacağının ilk işaretlerini çoktan vermeye başlamıştı bile. Üstelik Darwin’in ileri sürdüğü tezin sıkıntısı tek bundan da ibaret değildi. Bundan daha başka hayvanlardaki içgüdü gibi hatta ve hatta dünyaya açılan küçücük pencere olarak addettiğimiz göz gibi daha nice pek çok donanımların basit donanımlar olmayıp tam aksine mükemmel donanımlar olduğu bir dizi altından çıkamayacağı hususlar önünde aşılması zor engeller olarak duruyordu ki, bu durum da:        
        -“Bir fizikçi olarak gözün nasıl ortaya çıkmış olabileceği karşısında doğrusu şaşakaldım”  demek itirafında kendini alamaz da.  
         Malum Lamarck’da canlılar yaşadıkları bir ömür hayat süreci içerisinde birtakım kazandıkları özelliklerini bir sonraki kuşağa nakl edip ve böylece evrimleşmeye uğradığını iddia eden ilk evrimci teorisyenlerden biridir. İşte Darwin’de izini iz sürdüğü kendisinden önce yaşamış olan Fransız Biyolog Lamarck’ın izinden şaşmamak adına göz donanımının o muhteşem görünümü karşısında altından kalkamayacağı bir sıkıntı içiresine girmesine rağmen onuruna yedirememiş olsa gerek ki kendisi de bu teoriden vazgeçme ihtiyacı duymamıştır. Kim bilir kendi döneminde de günümüz modern teknolojilik donanımda biyokimya ve genetik gibi önemli bilim dallarıyla yüzleşmiş olsaydı belki Lamarck’ın açtığı bu yoldan gitmeyip bu denli ileri sürdüğü teorisinde nli ısrarcı olmayacaktı. Nitekim Botanikçi Gregor Mendel’in 1865 yılında kalıtım kanunlarını keşfetmesiyle birlikte genetik biliminde çok önemli adımlar atılıp ve ardından DNA molekülünün kompleks bir yapıda olduğu anlaşılınca Evrim düşüncesi daha da bir kriz geçirme aşamasının eşiğine girmiş oldu diyebiliriz. Böylece bu düşüncenin ön kabullere dayalı bir teori olduğu anlaşılmıştır.
       Darwin’in bio-teknolojiden yoksun tamamen hayal gücüne dayalı şekillendirdiği evrim teorisi, aslında geldiği nokta itibariyle ideolojik devrime dönüşmüştür dersek yeridir. Baksanıza şimdiye kadar her bir canlı türünü kılıfına da olsa uydurup evrimleştirmeyi beceremeseler de ama gelinen noktada bir bakıyorsun evrim teorisini resmen ideolojik anlamda devrimleştirebilmişlerdir.  Devrimle evrimin birbirinden farkı;  birinin adına uygun davranıp devirmek manasına gelebilecek kanla yazılmasına dayalı bir ideolojik akım olmasıdır, diğerinin ise beyin yıkama metoduna dayalı ispatlanmamış hayali felsefi akım olmasıdır.  Evrim başlangıçta hem canlıların hem de cansız maddelerin kendiliğinden veya tesadüfi bir eseri olarak ortaya çıktıkları düşüncesine dayanan hayali felsefi teorinin ötesinde aynı zamanda Necip Fazıl’ın tabiriyle bir ideolocya örgüsüne dönüşmüş durumda da. Nitekim ileri sürdükleri teorilerinde öylesine aşırıya kaçtılar ki, güya insan embriyonu ilk önce deniz protozoa olarak teşekkül ettiği, akabinde yüreği pıtır pıtır atan solucana terfi etmiş olduğu, oradan da hızını alamayıp sırasıyla:
    -Solungaç yarıkları olan iki gözlü kalpli bir balığa,
    -Üç gözlü kalpli ve mezonefroz bir böbrekli kurbağaya,
    -Dört gözlü kalbi olan metanefroz böbrekli kuyruklu memeliye,  
    -En nihayetinde ise insana dönüştüğü şeklinde uydurdukları hiyerarşik evrimleşme zincir halkasıyla birlikte işi ideolojik akım hale getirebilmişlerdir. İşte ileri sürdükleri bu hiyerarşik evrimleşme aşamalarından da anlaşıldığı üzere, evrim kuramı biyolojik hayatın tabiat olayları çerçevesinde en basitten en karmaşığa doğru evrilmesi üzerine kurulu dogmatik bir görüş olarak karşımıza çıkmış hal vaziyettedir. Oysa işi bilimsel süzgeçten geçirdiğimizde ne kurbağa ‘insan DNA’sıdır ne de insan ‘kurbağa DNA’sıdır. Dolayısıyla bu tür varsayımlara dayalı tezler doğduğu günden beri kral çıplak evrim teorisi olarak karşımıza çıkıp,  bundan böyle de hiçbir zaman karşımıza kanunlaşmış olarak da çıkamayacaktır zaten. Çünkü kanun ispatlanmış hükümleri içerirken teori ise daha henüz ispatlanmamış görüşleri içermekte. Hatta evrim teorisi gelinen nokta itibariyle daha çok ateizmin arka bahçesi diyebileceğimiz ideolojik bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Yaratılış modelini savunanlar malum,  tam aksine başlangıçta hayatın mükemmel olarak bir şekilde yaratılıp tanzim edildiğini, aynı zamanda tabiatüstü ve belli bir gayeye yönelik yaratılış kanunlarına tabii olarak yaratılıp hayatlarına devam ettirildiği yönünde fikir serd etmişlerdir. Zira ilk yaratılış başlangıçta mükemmel bir şekilde yaratılmış olup zaman içerisinde bozulmaya doğru yüz tutmuş bir kıyamet arefesi diyebileceğimiz bir sürece girilmiştir. Nitekim yaratılan âlemde her küçük aşınma veya parçalanma mükemmellik doğurmamakta, bilakis kıyametin kopmasına neden veya vesile olacak basamaklar olarak tezahür etmekte.  İşte bu hatırlatmalar eşliğinde biz burada evrim teorisi hakkında alışılmışın dışında bir metot izleyerek soru cevap ikilemi şeklinde evrim teorisinin lehinde ve aleyhinde söylenenlerden hareketle nasıl ters köşe olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.
    Evrimciler laboratuvarda cansız bir maddeden yeni bir canlı yaratabilir mi?
    Alman Evrimci Heinrich Haeckel; “Bana su, kimyasal madde ve yeteri kadar zaman verilirse bir insan yaratabilirim” şeklinde iddiasında bulunmuş bulunmasına ama armut piş ağzıma düş misali hazıra konma ön şartını ileri sürmekten de geri duramamıştır. Hani oynamayan kız yerim dar demiş ya, aynen onun gibi hazıra konmanın ötesinde birde üstüne üstük işi zamana havale etmeyi de ihmal etmeyip haşa kendine yaratıcı rol biçmekte.  Hadi diyelim ki cansız bir maddeden bir canlı ya da basit bir ilkel canlıdan daha kompleks bir canlı üretmeyi başarmış olacağını varsaymış olsak bile biyolojik nizamın öyle tesadüfen meydana gelmiştir iddiasına asla delil teşkil etmeyecektir. Hem kaldı ki hâlihazırda kullanılacak hammaddeyle ortaya ürün koymak asla yoktan ürün var etmek anlamında yaratıcılık olmayacaktır. Zira biz biliyoruz ki,  yoktan var etmek ancak Allah’a mahsus yaratma fiilidir. Dolayısıyla yaratıcılık iddiasıyla yapılmaya çalışılan her türlü girişim biliniz ki Yüce yaratıcının yarattığı orijinal malzemeyle ortaya birtakım şeyler koyma çabası olmaktan öte hiç bir anlam ifade etmeyecektir. Şu bir gerçek deney metodunu evrime uygulamak hiçte öyle kolay bir iş gözükmemektedir. Nitekim Evrimci Theodosius Dobzhansky bile deney metodunun milyonlarca sürebilecek bir olayın açıklanmasına yetecek sürenin bir araştırmacının ömrünü aşabileceğini itiraf etmek zorunda kalmıştır.
     Çeşitli hayvan tiplerinin organlarının aynı görevi yapması evrime delil olabilir mi?
     Canlılar arasında birbirine benzermiş gibi görünen (homolog) organlar aslında birbirinden çok farklı genetik kodlarla (DNA şifrelerince)  belirlendiğinden, homolog organların  (birbirine benzer organların) varlığı a evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Elbette ki Biyoloji bilim dalı farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikleri homoloji olarak tanımlamasına tanımlarda sonuçta adına uygun davranıp sadece benzetim tanımıyla sınırlı kalacaktır, asla bir türden başka bir türe geçiş anlamına gelen bir tanımlama olmayacaktır bu.  Dolayısıyla evrimciler hiç boşa heveslenmesinler benzetme tanımlamasından evrim asla çıkmayacaktır. Hem kaldı ki birbirinin homoloğu olan canlılara ait ortada dünden bugüne daha henüz bulunmuş ortak ata fosil kayıtları veya delilleri yoktur ki, böylesi bir tanımlamadan evrim çıkabilsin. Bikere her şeyden önce bu tip canlıların genetik şifreleri birbirinden çok farklı olmanın yanı sıra embriyolojik safhalar da birbirleriyle uyumlu değildir. Hakeza iki ayrı sürüngen arasındaki temel farklılığın balıkla memelinin arasında ki farktan daha büyük çapta olduğu, yine birbirine benzermiş gibi görünen bakteriler arasında görülen bariz farklılıkların memeli hayvanlarla amfibiyeler arasındaki farklardan daha devasa büyüklükte olduğu gözlemlenmiştir. Anlaşılan dış görünüme bakaraktan yapılmaya çalışılan benzerlik hikâyeleriyle her ortaya atılan mızrak çuvala sığmamaktadır. Öyle ya,  madem ortaya atılan mızraklar çuvala sığmıyor, o halde bırakın maymun maymunluğuyla kala kalsın, insan da insanlığıyla eşrefi mahlûkat olarak kalsın. Aksi halde dış görünüşe bakıp da şu şudur, bu budur dendiğinde sapla samanı birbirine karıştırılmış olacaktır. Dahası Yunus’un “Bir ben vardır bende benden içeri”   deyişinde olduğu gibi dış kalıbın ötesinde birde işin öz yanı vardır.  Nitekim bilişim teknolojisiyle dış görünümce benzer yapıların işin özüne inildiğinde her bir canlı türünün kendine has farklı gen dizilimleriyle kontrol edildikleri belirlemiştir. İşte bu nedenledir ki yukarıda sunduğumuz soru cümlesine karşı verilecek tek cevap tereddütsüz hayır olacaktır.  Çünkü Yüce Yaratıcı benzer fonksiyonlar için benzer yapılar yaratmıştır. Öyle ya her bir türün genleri kendine özgü olduğuna göre aynı canlı türünden farklı bir canlı türü meydana gelmeyecek demektir bu.  Bu arada unutmayalım ki genlerin dizilişinde meydana gelen kopmalar veya birtakım istisnai arızı türden nükseden milyonda bir mutasyon kaynaklı ani değişikliklerde asla evrime delil teşkil etmeyecektir. Zira mutasyona uğramış genetik yapıdaki her herhangi bir değişiklik her hangi bir canlı türünün genetik yapısının bütününde bir değişikliğe yol açmayacağından ortaya farklı bir canlı türü asla çıkmayacaktır.   Kelimenin tam anlamıyla her canlı türün genetik yapısı kendine özgü olup tüm canlı hücrelerde biyolojik nizam söz konusudur. Hem nasıl biyolojik nizam söz konusu olmasın ki, baksanıza ahtapotun gözleriyle insanın gözü arasında da neredeyse yüzde yüz benzerlik var olmasına var ama neticede ahtapot ahtapottur insan da insan olarak vücut bulmuştur.  Ne yani gözler birbirine benziyor diye şimdi bunlarda mı birbirinin atasıdır diyeceğiz?  Hakeza kuşlar, yarasalar, sinekler, hatta geçmişte yaşamış uçan dinozorlar da kanat bakımdan birbirine benzer yapılardadır. Ne yani, şimdi kanatlar benzer yapılarda diye bunlar arasında evrim ilişkisi vardır mı diyeceğiz?  Oysaki canlılar dünyasında türler arasında benzerliklerin varlığı ortak atadan meydana geldikleri anlamına gelmez. Üstelik benzerliklere balıklamasına dalıp mal bulmuş mağribi gibisine sevinenler her nedense canlılar arasındaki bariz farklılıkları gördüklerinde teğet geçmekteler. Şayet birbirine benzer iki canlı veya birçok benzer canlılar aynı atadan gelmişlerse bunların birbirine dönüşünü gösteren bir silsile serisinin olması gerekmez miydi?  Hatta bu da yetmez, kendi aralarındaki evrimsel geçişlerin nerede başladığı ve nerede noktalandığını gösterir bir delil ortaya koymak gerekmez miydi?  Oysaki canlı âlemin taksonomi nizamına bir bakıyorsun belli bir tertip üzere yeryüzünde bir anda var ola gelmişlerdir. Dolayısıyla bu varoluş bütünlüğü içerisinde her bir canlı türleri arasında sınırlar kesin hatlarla belirlenmiş olup türler arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşluklar olduğu gibi bir türden diğer bir türe geçişleri gösterecek hiçbir ara formun varlığı da söz konusu değildir.  Şu da bir gerçek benzerlik ne kadar geçerlilik arz eden bir kavramsa, farklılıklar da aynı ölçüde geçerlilik arz eden bir kavramdır. Dolayısıyla Biyoloji literatüründe farklı canlı türleri arasında morfolojik benzerlikler homoloji veya homolog kavramıyla ifade ediliyor diye birileri kendince bu tanımdan vazife çıkarıp bunun neticesinde bir başka canlı türüne dönüşüm olacak dendiğinde hiç kuşkusuz insanların aklıyla alay edilen bir çıkış olacaktır bu.  
      Zencilerin çevre şartlarından dolayı siyah olduğunu söylerler doğru mu?        
      Evrimciler zencilerin tropik iklimler de yoğun ültraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını savunurlar. Oysa güney ve kuzey Amerika da aynı ışınlara maruz kalanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bu yüzden yaratılış modelini savunanlar ırkların teşekküle esnasında deri renklerinin genetik özelliklere bağlı olduğunu ileri sürerek evrimcilerin iddialarını yalanlamışlardır.
       Embriyonun safhaları evrime delil olabilir mi?
       Evrimciler bir zamanlar insan embriyonunun gelişim basamaklarının önce balığımsı yapıdan sürüngen yapıya, sürüngen yapıdan ise insan yapısına dönüşmekle kendilerince güya evrime delil olarak göstermişlerdir.  Neyse ki gelinen nokta itibariyle embriyolojik safhaların evrimleşmenin bir özeti olmadığı anlaşılması üzere şimdilik bu sevdadan vazgeçildi diyebiliriz. Vazgeçilmesi de gerekirdi zaten. Çünkü embriyolojik süreç her canlıda farklı dönüşümlerle seyretmektedir. Kaldı ki gerek insan ceninin (fetus)  anne karnında geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar (ontogeni) olsun,  gerekse diğer başka canlıların geçirmiş olduğu embriyolojik safhalar olsun hiç fark etmez,  her iki durumda da birbirine benzer safhalar geçirmiş olsalar da evrime asla delil teşkil etmeyecektir. Öyle ya, madem embriyonik gelişim evreleri en küçük birimden en büyük birime doğru evrimleşmenin tekrarı denilmekte, o halde insan kalbinin önce bir odacıklı, sonrasında sırasıyla iki,  üç derken en nihayetinde dört odacıklı bir yol takip etmesi gerekmez miydi? Oysaki embriyonik gelişim evrelerinde bir bakıyorsun insan kalbi oluşurken evvela iki, sonra bir,  daha sonra da dört odacıklı şeklinde teşekkül etmekte. Bu demektir ki embriyolojik gelişim evrelerinde öyle sanıldığı gibi alt birimden üst birime veya basitten karmaşığa doğru bir evrimleşme denen bir sıralama söz konusu değildir. Nitekim insan embriyosunda sinir kordonundan önce beyin teşekkül ettiği gibi kalp ise kan damarlarından önce gelişim kaydetmekte.  Derken böylesi bir durum evrimleşmenin tam tersi bir sıralama göstermektedir.
       Şu da bir gerçek;  anne karnındaki ceninde bir insan vücudunun temellerinin atıldığı ilk dört hafta sonunda geriye kalan sekiz aylık süreçte embriyonun morfolojik yapısı deniz kirpisi görünümündedir. İşte tamda bu noktada evrimcilere şimdi sormak gerekir, ne yani embriyonun dış görünümü böyle diye insan kirpiden türemiştir diyebilir miyiz? Kaldı ki insan embriyonunun ilk evrelerinde ortaya çıktığı ileri sürülen solungaç yapının aslında sırasıyla orta kulak kanalı, paratiroitler ve timus bezleriyle alakalı oluşumlar olduğu, yumurta kesesine isnat edilen bölümün aslında kan imal eden kese olduğu, kuyruk olduğu iddia edilen kısmın ise omurga kemiği olduğu belirlenmiştir. Hem yine kaldı ki orijin bakımdan birbirinden farklı ancak görünüş bakımdan birbirine benzer tohum çekirdekleri toprağa serpildiğinde birbirinden farklı bitkiler, birbirinden farklı çiçekler ve birbirinden farklı meyvelerle karşılaşacağımız muhakkak. O halde yine sormak gerekir şimdiye kadar toprağa buğday tohumunu ekip de arpa çıktığı görülmüş müdür? İşte bu ve buna benzer örnekler bize gösteriyor ki, evrim teorisi ta doğduğu günden beri çürümeye yüz tutmuş bir teoridir. Ama gel gör ki evrimciler insanı hayvan seviyesine indirmeye nede çok meraklıymışlar meğer.  Düşünsenize çürümeye yüz tutmuş evrim teorisini kurtarmak adına anne karnında bebeği oluşturan embriyonun yapısını bir anda tavuk, tavşan ve kertenkele gibi hayvanların embriyonlarına benzerliğinden hareketle kendilerine yeni malzemeler bulma hevesine kapılabiliyorlar. Hatta daha da hızlarını alamayıp insan embriyonik gelişim safhalarının birinde görülen solungaç yarıklarını andırır yapılardan hareketle hemen balıkla ilişkilendirme hevesine kapılabiliyorlar. Oysaki bu söz konusu yapıların hiçbiri gerçek anlamda solungaç olmadığı şundan besbellidir ki, bir bakıyorsun insan embriyonunda teşekkül eden gırtlak keselerinin sırasıyla östaki borusu, timüs ve paratiroit bezlerine dönüştüğü belirlenmiştir.  Malum, balıkta ise bu keselerin yerini solungaçlar alacaktır. Anlaşılan o ki, evrime delil olarak gösterilmeye çalışılan embriyonik benzetimler ortak atanın varlığına gösteren işaret deliller olmayıp tam aksine tüm canlı cansız mahlûkatın tek ortak yaratıcısına işaret deliller olduğunu göstermekte. O ortak tek yaratıcı da malum, eşi ve benzeri olmayan zamandan mekândan münezzeh Yüce Allah’tan başkası değildir elbet.  Hem kaldı ki embriyolojik safhaların ilk aşamalarında görülen benzerlikler genetik yönden analiz edildiğinde her türden benzetimlerin evrime ölçü teşkil etmeyeceği ortaya çıkmakta. Hele genetik biliminin günden güne ilerleme kaydetmesiyle birlikte insan genomuyla hayvan genomunun birbirinden farklı oldukları artık ispatlanmış durumda. Dahası Yüce Yaratıcı tarafından her canlı türü için ayrı ayrı kodlanan embriyonik organeller yaratıp o şekilde dünyaya gelecekleri çok önceden levh-i mahfuza yazgısı kaydedilmiş bile. Bu demektir ki insan embriyonunun DNA’sıyla kertenkelenin ya da diğer canlı türlerinin DNA kodları birbirlerinden oldukça çok farklı şekilde çok önceden tayin edilmiştir. Amma velakin, gel gör ki, her canlı türüne has DNA kodlarının kader planında yazılıp var olduğu gerçeğini görmezden gelen evrimciler, bu söz konusu genom zincirinin karmaşık bir yapıda olduğunu bildikleri halde tüm canlıların tek bir ortak ata DNA’dan türedikleri iddiasında bulunabiliyorlar. Yetmedi bu kompleks yapıların oluşumlarını tesadüfen veya şansa bağlı olarak meydana geldiklerin büyük bir pişkinlikle yüksünmeden söyleyebiliyorlar da. Hâlbuki DNA’nın bizatihi başlı başına her türlü değişmelere geçit vermeyecek tarzda donatılmış kompleks yapının ta kendisi bir yapıdır.          
         Evrimciler insanda 180’e yakın işe yaramaz ve körelmiş organın bulunduğunu ileri sürerler, doğru mudur bu?
          Evrimcilere göre körelmiş organlar yeni türeyen canlılara atalarından miras kalmış güya. İşin daha da enteresan kılan yanı,  körelmiş organları işlevsiz bir organ görmeleridir.  Acaba gerçekten işlevsiz mi yoksa işlevinin daha henüz tespit edilememiş organlar mı olduğudur? Meseleye bu yönde sorgulayıp irdelediğimizde evrimcilerin daha şimdiden alınlarından boncuk boncuk ter döktüklerini görür gibiyiz. Malum bilim dünyasında teknolojik donanımla birlikte ilerlemeler kaydedildikçe evrimcilerin işe yaramaz olarak işlevsiz ilan ettikleri organların hiçte dedikleri gibi olmayıp bilakis her birinin işe yarar organlar olduğu belirlenmiştir.
         Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar insan da pineal bezi, pitüer bezi, tiroit bezi,  timüs bezi, epifiz bezi, bademcikler, hipofiz bezi, kulak kasları,  apandisit ve kuyruk sokumu kemiği gibi organellerin okullarımızda biyoloji derslerinde işe yaramaz veya körelmiş yapılar olarak anlatılırdı hep. Neyse ki gelinen nokta itibariyle artık apandisit ve bademciklerin mikroplara karşı savunma görevi yapan organeller olduğu belirlenmiştir.  Nitekim Pineal bezinin uyku paternini ve mevsimsi foto periyotları düzenleyen melatonini ve DMT salgılarının üretilmesinde etkin rol aldığı, pitüiter bezinin yani diğer adıyla hipofiz bezin ise homeostasis dengeyi düzenleyen endokrin bir bez olarak görev ifa ettiği,  gözdeki yarım ay şeklindeki çıkıntının gözün steril kalmasında önemli rol oynadığı, timüs bezinin T hücrelerini aktif hale getirerek vücudun savunma mekanizmasını güçlendirdiği, kör bağırsağın ise vücuda giren yabancı unsurlara karşı kalın bağırsağa sıvı transfer ederek bulaşıcı hastalıklara karşı antikor görevi yaptığı, kuyruk sokumu kemiğinin kuyruğun kullanılmayan izleri değil tam aksine insana ait bazı kasların tutunma noktası olduğu ortaya çıkmıştır. Zaten kuyruk sokumu olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir. Dolayısıyla kuyruk deyip geçmemeli. Mesela kuyruksuz bir kuş uçuş yapamamakta, yine kuyruksuz bir balık kıvrak bir şekilde manevra kabiliyeti gösterememektedir. Hatta kuyruk sayesinde sincap, fare ve kanguru gibi atletik hayvanların dengesi sağlanmakta. Yine, bir bakıyorsun tavşan kanguruları olarak bilinen Poltoroo’da serinletici yelpaze görevi sağlarken, mesela ağaca tırmanan hayvanlarda ise ağacın gövdesine sarılma işlevi kazandırmakta, hatta bazı hayvan türlerinde kuyruk silah olup düşmanını yanıltma aleti olabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla evrimcilerin insanın atası diye ilan ettikleri maymunların kuyruklarının zamanla körelerek insanda kuyruk sokumu halinde oluştuğunu söylemek büyük bir yanılgıdır. Kaldı ki maymun kuyruğu sayesinde fındık tanesinden küçük yiyecekleri bile toplayabiliyor, yani bu demektir ki kuyruk gerektiğinde parmak görevi de yapmaktadır.  Hakeza yukarıda sıraladığımız unsurlardan bir bakıyorsun apandisitin bir takım maymunlarda olmadığı, işi yaramaz dedikleri kör bağırsağın ameliyatla alındığında bakterilerin ürediği gözlemlenmiştir.
     Fosiller evrimi destekliyor mu?
     Yaşayan canlılar arasında bir takım benzerliklerin ve bir takım farklılıkların olabileceğinin fosiller içinde geçerliliğini sürdürmesi evrimcileri sükûtu hayale uğratır nitelikte bir durumdur.  Üstelik jeolojik devirlere ait fosiller incelendiğinde ciddi manada canlılar arasında sistematik boşluklar göze çarpmaktadır. Öyle ya, madem canlılar arasında sürekli dönüşüm ve evrimleşmenin tekrarlandığından söz ediliyor, o halde sistematik sınıflandırmaya tabii tutulan tüm canlılar arasında hiçbir şekilde boşluklar bırakmaksızın değişime uğradığını gösteren fosil kayıtları ortaya konulması gerekmez miydi? Ama gel gör ki, görünen köy kılavuz istemez misali eldeki mevcut fosillere bir bakıyorsun hepsinin kendi yaratılış zaman dilimlerinde birden bire sahne aldıklarını göstermekte. Kaldı ki ortada fosiller arasında geçiş formlarının varlığını gösterecek herhangi bir delil de yoktur zaten. Ne diyelim,  evrimcilik bu ya, hem canlı âleminin ölçülemeyecek derecede zengin ve karmaşıklığından bahsediliyor olunacak hem de fosil kayıtlarındaki derin boşlukların varlığı görmezlikten gelinecek. Peki, bu durumda dönüp adama sormazlar mı  “Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu” diye?  
      Evet, Evrimciler habire evrimi kurtarmak adına onca çabalamalarına rağmen bir türlü bir punduna getirip de fosil kayıtların sunduğu boşlukları örtbas edememişlerdir. Hem nasıl örtbas edebilsinler ki, bikere bu boşluklardan mesela prekambriyen katmanlarında konumlanan tek hücreli mikroorganizmalar ile kambriyen katmanlarında konumlanan çok sayıda kompleks yapıda bulunan deniz omurgasızları arasında doldurulamayacak derecede çok büyük boşlukların varlığı söz konusu olup aralarında herhangi bir metazoa geçiş formunun varlığına asla denk gelinememiştir.  Madem denk gelinememiş, o halde kambriyen fosillerinin atalarını prekambriyen (kambriyen öncesi) kayaçlarda aramak boşa kürek çekmek olacaktır. Keza omurgasızlar ile omurgalılar arasında da aynı bağlantıyı kurmaya kalkışmak boşa kürek çekmek olacaktır. Öyle ya, en azından boşa kürek çekmemek için balıkların ataları olduğu iddia ettikleri omurgasızlar arasında ki geçiş fosil formlarını da ortaya koymaları gerekmez miydi?  Ne mümkün ki ortaya koyabilsinler,  baksanıza bugüne dek tek bir geçiş formu fosili dahi olsun bulunamamıştır. Yetmedi saçmalardan seçmeler misali yine evrimciler bir bakıyorsun kurbağanın balıklardan türediği iddiasında bulunabiliyorlar. Oysaki şimdiye kadar tek bir tane olsun balık yüzgeçlerinin kurbağanın ayağına dönüştüğünü gösteren herhangi bir fosil geçiş formu izine rastlanılmamıştır. Üstüne üstük insanoğlunun en eski form olarak bildiği balık türlerinden Crossopterygii (saçak yüzgeçli balık) balığında olduğu gibi Coelacanth’lar da aynen evrimciler tarafından balıklar ile tetrapod’lar arasında epey bir zaman geçiş formu olarak ilan edilmiştir. İlan edildi ne oldu, Madagaskar yakınlarında bulunan Coelacanth cinsi bir balığın canlı bulunması heveslerini kursaklarında bırakmaya ziyadesiyle yetmiştir. Böylece bulunan Coelacanth cinsi balığın milyonlar yıl öncesi balığın aynısı olduğu ortaya çıkmasıyla birlikte evrimciler bir kez daha sükûtu hayale uğramışlardır. Şimdi bu durumda şayet evrimciler akıllarını başlarına almayıp da hala balıkların kurbağaya dönüştükleri iddiasını sürdüreceklerse pes doğrusu. Bu iddialarını nereye kadar sürdürebilecekler bilinmez ama şu bir gerçek ne yapıp edip bir şekilde balıklara nasıl ayak ilave edilebilirliği telaşına kapılacakları malum.  Elbette ki zırva tevil götürmez gerçeğinden hareketle bu iş balıkla sınırla kalmayıp, bu kez kurbağaların sürüngenlere ve oradan memelilere kadar evrimleştiği iddiasına kadar bu işi götüreceklerdir.  Nitekim bir bakıyorsun evrimciler hızını alamayıp Arkeopteriks fosilinin ağzındaki diş ve bir kısım özellikleri bakımdan sürüngenleri çağrıştırması,  tüy ve kanat vs. bakımdan da kuşlara benzemesi dolayısıyla hemen bu yaratığı sürüngenlerle kuşlar arasında ara forum ilan etme pişkinliğini gösterebilmişlerdir.  Oysaki Arkeopteriks denen yaratık sonradan anlaşıldı ki yarı sürüngen bir yaratık değilmiş,  meğer tam tamına yüzde yüz bir kuşmuş. Hem kaldı ki günümüz kuşların ağzında dişin olmaması geçmiş jeolojik devirlerde yaşamış olan kuşlarınkinde diş olmayacağı anlamına gelmez. Hadi diş durumundan vazgeçtik diyelim şayet Arkeopteriks bir geçiş formu ise o zaman pul ve tüy, ya da kol ve kanat arasında tedrici olarak kademe kademe değişiklerin varlığını gösteren ortada bir fosil delilinin olması gerekmez miydi?  Kaldı ki nesli tükenmiş varsayılan canlıların hala hayatta olanlarına da şahit olmaktayız. Evrimciler buna rağmen nesli tükenmişler için indeks fosiller (başlangıç fosiller) tanımı geliştirmişler. Ama gel gör ki nesli tükenmiş sandıkları varlıkların birçoğunun yaşadığı ortaya çıkınca çark etmek zorunda kalmışlardır.
     Öyle anlaşılıyor ki, sedimant denilen çökelmiş tortullar ve fosillerin çoğu kısa bir zaman periyodunda oluşmaktadır. Jeolojik katmanların her ne kadar uzun bir zaman diliminde meydana gelindiği söylense de büyük tufan hadisesinin ortaya koyduğu sonuçlar itibariyle hiçte öyle olmadığı anlaşılmaktadır. Maalesef evrimcilerin yaş tayini metotlarıyla da pek araları yoktur. Onlar için sınırları belirlenmiş herhangi rakamsal sayı ile karşılamaktansa ölçümden uzak ucu bucağı görünmeyen zaman tüneliyle karşılaşmak daha yeğdir. Böylece onlar için her şeyin muamma olduğu üstü sır perdeleriyle örtülmüş yalan ve dolanların arkasına gizlenmek çok daha kolay olacaktır.  Onlar ucu bucağı görünen zaman tünelinden kaça dursunlar,  oysaki bir şekilde fosilleşme denen hadise belirli bir zaman ölçeğinde kendine yol bulup sıkı bir gömülme ve kalıplaşmayla birlikte kemikler yerin katmanlarında muhafaza halde bulunabileceği gibi taşlaşma, donma ve kömürleşmeyle de fosilleşme gerçekleşebiliyor. Derken belirli bir zaman diliminde ortaya çıkan toplu dinazor mezarlarından çıkan fosiller, bitki fosiline ait yataklar (kömür rezervleri), kurbağa yatakları, memeli kalıntılarına ait yataklar evrimcilerin uykularını kaçırmıştır diyebiliriz. Hiç kuşkusuz en kapsamlı fosil yatakları deniz omurgasızların bulunduğu yataklar olup bu yüzden deniz omurgasız fosilleri yaş tayininde indeks fosil olarak tercih edilmekte. Bu demektir ki gerek jeolojik katmanlar, gerek volkanik, metamorfik ve sedimant kayaçlar,  gerek kum taşları, kil taşları (şeyl), çakıl taşları (konglomeralar), kireç taşları ve dolomit taşları,  gerekse evaporitler, kömür, petrol, metaller vs. belirsiz bir zaman diliminde değil, bilakis ölçülebilir bir zaman diliminde ortaya çıkmışlardır.  Zira fosillerin belirli jeolojik zaman dilimi sütunu katmanında yer aldıkları şundan besbellidir ki;  135 milyon öncesine ait karides, 25 milyon öncesi at nalı yengeci, 22 milyon yıl öncesine ait kurbağa, 320 milyon yıl öncesine ait  hamam böceği, 135 milyon yıl öncesine ait  ıstakoz ve 60 milyon öncesine ait yengeç türünden fosiller  tıpkı  bugün ki  yaşayanların aynısı olarak karşımıza çıkmaktalar.    
     İnsanın orjini gerçekten maymun mu?
     Evrim teorisi insanı ruhi yönünü görmezden gelip ete kemiğe bürünmüş bir eşya gibi görmekteler. Düşünsenize Evrimciler, Yüce Allah’ın eşrefi mahlûkat ilan ettiği insanı hayvan mertebesine indirmekten yüksünmezler de. Şayet onların lafına kanarsak aşağı yapılı varlıkların aşama aşama evrimleşerek en nihayetinde insan olarak türemişiz biz. Sadece biz mi? Buna kuyruksuz maymunlarda (apes)  dâhil,  günümüzden takriben 3 milyon önce ortak bir atadan birlikte türemişiz güya.  Böylece fosil hominoidler;  kuyruksuz maymun ya da insan olarak addedilirken hominoidler ise yarı insanlar olarak addedilirler.  Oysaki bu tür tanımlamalarla insanı insanlıktan çıkarmış oldukları bu arada kendilerini de hayvanlaştırmış oluyorlar. Hem kaldı ki ortak atayı gösteren herhangi bir fosil kayıtta ortada yok gözüküyor.  Bu gerçeğe rağmen hala inadım inat dercesine kuyruksuz anlamına gelen “pithecus” ekiyle ifade edilen Dryopitherus, Oreopithecus, Limnopithecus, Kenyapithecus gibi bulup buluşturabilecekleri ne kadar kuyruksuz nesli tükenmiş türden maymun benzeri fosil türleri varsa “işte bunlar bizim atamızdır” diyecek kadar pişkinlik gösterebiliyorlar.  Örnek mi? İşte Ramapithecus’un (uzun kollu maymunun)  kesici ön diş ve köpek dişleri günümüz kuyruksuz maymunlardan orangutan ve şempanzelerinkinden küçük olması hasebiyle hemen bunu insanla da ilişkilendirip örnek delil diye sunmaları bunun tipik örneğini teşkil eder zaten.  Düşünsenize bu hangi akla hizmet etmekse Ramapithecus’un diş yapısı üzerinden hareketle insanı veya kuyruksuz maymunları temsil eden ata olarak takdim edebiliyorlar. Oysaki her canlının dişlerine ait yapısal özellikleri beslenme alışkanlıkları ve beslenme kaynaklarıyla doğrudan paralellik arz ettiğini unutmuş gözüküyorlar.  Evrimciler yine günümüzden 2 ila 3 milyon arası bir zaman dilimi öncesinde yaşadığı, dik yürüyen, aynı zamanda birtakım aletleri kullanıldığı söylenilen ve güney maymunu olarak sunulan Australopithecus fosili içinde ata misyonu yüklemişlerdir. Ne var ki fosilleri bulan Lois Leaky’in oğlu Richard Leakey bu fosilin uzun kollu ve kısa bacaklı olup dik yürüyen değil, tam aksine eğik yürüyen bir varlık olduğunu dile getirerekten şimşekleri üzerine çekmiştir.  Böylece beyin yönünden kuyruklu maymuna benzeyen bu varlığın tıpkı Ramapithecus gibi nesli tükenmiş bir maymun olduğu gerçeği evrimcilerin hesaplarını bir anda alt üs etmeye yetmiştir zaten.  Australopithecus’un el, bilek, ayak, omuz, topuk ve leğen kemikleri üzerinde yapılan çalışmalar neticesinde bu söz konusu yaratığın insan gibi dik yürüyemeyen ve aynı zamanda iki ayaklı olmayan, özellikle iskelet yapısının bugün yaşayan formlardan orangutana benzerlik gösterdiği belirlenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki;  delil diye sunulan yaratık ne insana ait geçiş formu ne de ileri yapılı maymunlara ait bir geçiş formudur.  
         Homo erectus’a ait; Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Neanderthal adamı dedikleri adam tiplemeleri neyin nesidir?
    Bilindiği üzere evrimciler bir takım fosilleri Homo erectus adı altında tasniflemişlerdir.  Bunlar Heidelberg adamı, Meganthropus, Java adamı ve Pekin adamı olarak nitelendirilir.  Evrimciler insan tiplemelerini kendi kafalarına göre kategorize ede dursunlar, oysaki Java adamını bulan Dubois bile insan benzetmesi bir yaratık olarak gösterilmesine gönlü razı olmamıştır.  Peki ya, şu Pekin adamı gösterimine ne demeli?  Evlere şenlik, ona atfedilen kemiklerin ikinci dünya harbinden sonra kayıplara uğradığından söz edilmesi bir yana aslında Pekin adamı denen ucube yaratığın önce aslı kaybolmuş, sonrasında ise sadece alçıdan yapılmış modelleriyle ayakta kalınmaya çalışılan hayali bir sahte adam hikâyesinden başka bir şey değildir. Homo Heidelberg insanı dedikleri adama ait delil diye sundukları materyal ise sadece büyük bir çene kemiği parçasıdır.  Meganthropus insanı dedikler adama ait sundukları delil ise malum 2 alt çene kemiği ve 4 dişten ibaret parçalardır.  Parçaların bulunması neyse de,  evrimcilerin bundan asıl beklentileri etraftan birkaç topladıkları parça delillerle Homo erectus’un evrimleşerek Homo sapiens’in (insan) türediğine kitleleri inandırabilmektir.  Tabii kitleler bunu şayet yutarsa,  bu kez evrimcilerin pek yakında Homo sapiens’ten de ‘Homo supremus’ (superman)  türeyecek şeklinde bir tez ileri sürdüklerinde de kanmaları an meselesidir diyebiliriz. Ki, evrimciler bir gün bir sabah uyandıklarında kandıracakları kitlelere ‘Süpermen adam’ türeyecek derse de şaşmamak gerekir. Hani atalarımız körle yatan şaşı kalkar demişler ya,  hiç yüksünmeden bunlar sakat bir insanı bile geçiş ata formu olarak gösterebilmişlerdir. Nitekim Neandarthal insan diye takdim ettikleri adamın yarı dik yürümesi ve insana benzemesi hasebiyle hemen delil olarak balıklamasına dalmışlardır. Oysa Neandarthal dedikleri adam bizim gibi tamamen dik yürüyen bir insan olup, eğik kalması ise D vitamini eksikliğine bağlı kemiklerin iltihaplı ve sakat olmasından kaynaklanan bir durumdur. Gerçekte de zaten tıpkı bizim gibi ölüsünü defneden, yazı yazabilen ve hatta dini inancı olan insanın ta kendisi bir adamdır o.  
       Tüm bu iddiaları bir kenara koyup bir de ara geçiş formu ilan edilen şu Avustralya’da Homo erectus’a ait kafataslarının bulunmasıyla birlikte bulunan materyallerden çok daha öncesinde günümüz insanın hemen hemen aynısı tiplerin yaşayıp var oldukları belirlenmiştir. Üstelik bulunan kafatası içerisindeki beyin hacminin 900 ila 1100 c.c. arası ölçekte günümüz insanında farklılık arz etmesi bile Homo erectus’un ara geçiş form bir ata olduğu iddiasını tek başına çürütmeye yeter artar da. Anlaşılan o ki; gerek insan ve gerekse ileri yapılı maymunların ataları diye sunulan geçiş formların farklı devirlerde değil bilakis aynı devirlerde beraberce yeryüzüne çıktıkları daha akla yatkın bir görüş olarak ağır basmaktadır.
      At serilerinin evrimle ilişkisi olup olmadığını nasıl açıklanabilir?
      Jeolojik devirlerden günümüze kadar 8 farklı at tipi ortaya çıkmıştır. Üstelik bunlar farklı devirlerde ve birbirlerinden bağımsız olarak ortaya çıkmışlardır. Dolayısıyla Evrimciler hayal dünyalarında tasarladıklarını gerçek tasarımlarmışçasına çizim haline getirdikleri at serilerinin kaburga sayılarına baktığımızda küçükten büyüğe doğru bir artış ya da tam tersi bir azalış kayd etmediği belirlenmiştir. Dahası bu at serileri incelendiğinde kaburga sayılarının inişli çıkışlı rakamlar üzerine seyrettiği göze çarpacaktır. Nitekim kaburga sayılarının gerçekte şu şekilde tasniflendiğini görürüz:    
     -Eohippus: Kaburga sayısı 18 çift.
     -Orohippus: Kaburga sayısı 15 çift.
     -Plıohıppus: Kaburga sayısı 19 çift.
     -Eoous Scotts: Kaburga sayısı 16 çift.
      Ne diyelim, işte sizlerde bu tasniften de görüldüğü üzere şayet her bir at serisinin biri diğerinden türemiş olsaydı bikere kaburga sayılarının küçükten büyüye bir tertip üzere gelişim kaydetmesi gerekirdi. Hele ki miyosen devrinde yaşamış olan 2 metrelik boyuyla ün salmış Moropus at fosilinin hem o devirde yaşamış Merychippus atından, hem de günümüzde yaşayan atlardan büyük olması dolayısıyla evrimleşme basamaklarını veya sıralamasını bir anda alt üst etmeye yetmiştir.  Hem kaldı ki at serilerine ait her bir formun ansızın yeryüzünde görüldükleri fosil kayıtları ispatlamaktadır zaten.
      Evrimciler hayal dünyalarında ileri sürdükleri bir başka iddiaları da,  güya 50 milyon önce yaşamış dört tırnaklı bir canlıdan tek tırnaklı ata doğru kademeli bir evrimleşmenin gerçekleştiği iddiasıdır. Hatta iddialarını pekiştirmek içinde at serilerinin ortak atasının güya Eosen devrine ait Eohippus cinsi  (Hyracotherium) köpek benzeri bir canlı türü olduğunu ileri sürmeyi de ihmal etmezler.  Oysa ata diye sunulan Eohippus, bugün Afrika’da yaşayan atla yakından uzaktan zerre miskal alakası olmayan Hyrax cinsi hayvanın ta kendisinden başkası değildir. Kaldı ki Pettigrew’e göre günümüzdeki tek tırnaklı at’ın bundan 120 yıl önce, yani mezozoik dönemde yaşamış olduğunu,  atası olduğu iddia edilen dört tırnaklıların ise Eosen devrinde ortaya çıkmış ve nesilleri tükenmiş olduğunu belirterek evrimcilerin hevesini kursaklarında bırakmıştır. Tabii Evrimcilik bu ya,  bu gerçekler karşısında hiç tınmayıp bu kez atın toynaklarındaki çıkıntıların lüzumsuz çıkıntılar olarak takdim ederekten hedef şaşırtacaklardır. Oysaki yapılan çalışmalarla lüzumsuz atfettikleri çıkıntılar atın ayağında mevcut birçok kasların tutunacağı dayanak noktaları olduğu ortaya çıkmıştır.
       Zürafanın boynunun uzun olması evrimle ilgisi var mı?
   Lamarck; canlılar yaşadıkları ömür süreci içerisinde çevre şartlarının etkisiyle dışardan birtakım kazanımlar elde etmesiyle birlikte biriken kazanımların evrimleşmeye uğrayaraktan bir sonraki kuşağa aktarıldığı tezini ileri sürmüştür. Tabii işi zürafaların ceylan türü hayvanlardan türedi noktasına getirecek ya,  çevre şartlarının etkisini misal olarak zürafaların boyunlarının uzamasına bağlayacaktır. Yani Lamarck evrimleşmenin ilk aşamasında zürafaların kısacık boyunlarıyla yüksek ağaçların yemişlerinden gıdalanmak için uzatayım derken uzamalar birike birike zaman içerisinde boyunlarının uzayıverdiği noktasına işi taşımıştır. Öyle ya,  madem evrime delil olarak boyun uzamasını bu noktalara taşımış durumda, o halde sormak gerekir acaba aynı durumda keçinin boynu neden uzamamış haldedir. Anlaşılan çevre şartları filan bunların hepsi işin kılıfı, illa evrimleşmeyi destekleyecek bir delil ortaya konmak isteniyorsa bunun yolu her hangi bir canlı türünden bir başka türden canlıya dönüşümünü ve evrimleşmesini gösterecek ara geçit fosil formların bariz bir şekilde ortaya koyulmasından geçmekte. Amma velakin gel gör ki bugüne kadar çeşitli ebatlarda kısa boyunluktan uzun boyluluğa kademe kademe uzayan bir tane olsun ara geçit zürafa fosil formuna rastlanılmamıştır.
         Hakeza uzamanın tam aksine kısalma içinde evrimleşme asla söz konusu değildir. Nitekim Weismann adında bir doktor farelerin kuyrukları üzerinde 20 nesillik diyebileceğimiz cerrahi operasyonla kuyruklarını keserekten denemelere girişmiş de. Peki, girişti de ne oldu,   onca denemelerin neticesinde içlerinden bir tane olsun bir türlü kuyruksuz fare türememiştir.  Hem kaldı ki böyle bir denemeye de gerek yoktur, Çünkü İslam’la müşerref olan Müslümanlar zaten 1400 yılı aşkındır sünnet olmaktalar, o gün bugündür sünnetli bir nesil türememiştir. Mesela yine Çinliler buna benzer bir uygulamayla ayaklar küçücük olsun diye kendi insanına demir ayakkabı giydirmişler giydirmesine ama belli bir sınıra kadar ancak küçültebilmişlerdir, sonuçta genetik kodlarda ayak küçülmesine yönelik herhangi kalıcı bir değişiklik olmamıştır.
     Denilmektedir ki cansız atomlar ve moleküller tesadüfen bir araya gelerek sırasıyla proteinleri,  RNA’yı, DNA’yı, en nihayetinde canlı türlerini oluşturmuştur güya. Ne dersiniz bu doğru bir iddia mıdır?  
       İşte böylesi iddiaların temel dayanağının olmadığı şundan besbellidir ki, basitten çok karmaşık bir yapıya ilerleyen bir süreçten bahsetmek fizikte entropi kanununu ile taban tabana zıt bir durumu ortaya koymakta. Ki, aslında bu durum evrimcilerin fizik kanunlarını bile görmezlikten geldiklerinin bir göstergesidir. Bilindiği üzere entropi kanunu mevcut sistemlerin evrimcilerin iddialarının tam aksine hayat iksirinin mükemmele doğru değil bozulmaya doğru yüz tuttuğunu gözler önüne sermekte. Hakeza termodinamiğin ikinci kanunu da evrimin savunduğu tezin tam tersi olarak hemen her şeyin mükemmel karmaşık bir yapıdan bozulmaya doğru yüz tutmuş basit bir yapıya doğru ilerlediğine vurgu yapan bir kanundur. Dolayısıyla düzensizliğin gırla gittiği böylesi bir hengâme içerisinde evrimleşme hadisesinden bahsetmek abesle iştigal bir tutum olacaktır.
     Evrim konusu tek taraflı olarak neden medyada popüler durumda?
     Hani bir zamanlar adından sıkça söz ettiren dünyaca ünlü şu DISCOVER dergisi vardı ya,  ön kapağında “Darwin yargılanıyor” yazılı başlıkla çıktığında birçok ülkede tartışmalara yol açıp alaylı bir şekilde sorgulanmış da. Tabii dünya evrimle alay ederken bizim yerli evrimcilerde sorgulamak yerine tam aksine  “İşte sudan karaya geçiş!” tarzında daha da işi farklı boyutlara taşıyıp allandırıp pullandıracaklardır. Öyle ki, yerli evrimcilerimizin anlatmalarına bakarsak nasıl olmuşsa ansızın balıklar bir sabah uyandıklarında kendilerini karada bulmuşlar, akabinde nasıl olmuşsa yüzgeçlerin yerini ayaklar, solungaçların yerini de nasıl olmuşsa akciğer almış güya. Oysa azıcık aklı başında olan bir insan şunu gayet net bir şekilde çok iyi bilir ki balık sudan karaya çıktığında 1-2 dakikaya kalmaz hemen oracıkta ölüverir. Öyle ya, şimdi böylesi anlık bir zaman diliminde ölümle burun buruna kalan bir balık nasıl oluyorsa evrimleşme geçirebiliyor, doğrusu şaşmamak elde değil. Söylemlerine yine bakarsak dört adet ayakları olan ve aynı zamanda kıllı memeli bir hayvanın yiyecek bulmak adına denize girmesiyle birlikte arka ayaklar yok olup, ön ayaklar ise yüzgece dönüşmüş, kıllar ise yerini yumuşak bir deriye bırakarak dev bir balina vücuda gelmiş güya.  Ne diyelim işte sizler de görüyorsunuz ya,  bu ve buna benzer hayali geçiş hikâyeleri o kadar çok ki, mesela karadan havaya geçişi pek çok sözde bilim adamını medya dünyasında bülbül gibi konuşturaraktan kitleleri yalan yanlış bilgilerle etkilemek pekâlâ mümkün. Nitekim bu güne kadar ‘yarı balık- yarı sürüngen’ ya da ‘yarı sürüngen-yarı kuş’ türler arasında ara geçit fosil formlar çıkmamasına rağmen sanki varmış gibisine bunu sözde bir bilim adamlarının ağzından yazılı ve görsel medyada söyletilmek suretiyle gerçekten de işin şekli şemalı bir anda değişip kitlelere inandırıcı gelebiliyor da. Dolayısıyla bu tür kara propagandaları hafife alıp yabana atmamak gerekir. Her ne kadar iç ve dış basında zaman zaman büyük puntolarla evrime delil diye sunulan birçok manşet haberlerin daha üzerinden bir gün geçmeden aslı astarı olmadığı ortaya çıksa da kitleler üzerinde izi kalıp iş işten geçmiş olmakta. Maalesef asparagas ve günü kurtarmaya yönelik yalan haberlerle kitlelerin zihinlerini bulandıranlar daha çok kendilerini çağdaş aydın olarak lanse eden bir takım aklı evveller tarafından yürütülmektedir.  Nitekim 1996 yılında Milliyet yayınlarında yayınlanan bir kitapta bir taraftan Darwin'e övgüler dizen bir yayın anlayış sürerken diğer yandan da dine karşı fütursuzca hakaret yağdırmayı ihmal etmeyen materyalist bir zihniyetin varlığı söz konusudur.Kendi ifadeleriyle; Tanrı’nın rolünü devre dışı bırakıp materyalist tezleriyle insanlığı aydınlatacağını sanıyorlar güya. Belli ki materyalizm akımı bunu bu şekilde lanse etmeyi gerektiriyor. Zaten Karl Marx’ın yazdığı  'Das Kapital' kitabı materyalizmi meşale haline getirip bayraklaştırmak için vardır.  Hatta Karl Marx bunla da kalmayıp Lassalle’ya yazdığı bir mektupta diyalektik materyalizmin bir gereği olarak sınıf mücadelesinde evrimi kendine ilham kaynağı olarak esas aldığını dile getirmiş de.  Hatta Engels’te bu hususta benzer bir söylemlerde bulunaraktan “Bizim görüşlerimizin tarihi temelini oluşturan “Türlerin kökeni” adlı eser işte budur” demekten kendini alamamış bir teorisyendir. Öyle ki yazdığı  ‘Ütopik Sosyalizm, Bilimsel Sosyalizm’ adlı kitabında; “Tabiat metafizik olarak değil, diyalektik olarak yürümektedir. Bununla ilgili olarak herkesten önce Darwin ismi çok zikredilmelidir.  Darwin metafizik tabiat görüşüne en ağır darbeyi indirdi”  diye belirttiği ifadelerle materyalist evrime ayrıcalık bir şekilde bariz yer verilmiştir.  Ne diyelim materyalist akımların bir hesabı varsa, Yüce Allah’ında hiç şüphe yoktur ki ilahi kanunları ve mutlak değişmez hesabı vardır elbet.  Nitekim Yüce Allah (c.c) “Gerçek şu ki biz onlara melekler indirseydik, onlarla ölüler konuşsaydı ve her şeyi karşılarına toplasaydık yine onlar inanmayacaklardı. Ancak onların çoğu cahillik ediyorlar” (En’am, 111) diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmekte zaten.  
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/evrim-ters-kose-6153-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty HÜCRE BÖLÜNMESİ VAROLUŞ MUCİZESİDİR

Mesaj tarafından Selim Cuma Kas. 04, 2022 2:55 pm

  HÜCRE BÖLÜNMESİ VAROLUŞ MUCİZESİDİR
      SELİM GÜRBÜZER
      İnsanın yaratılışının birinci aşamasında nasıl ki Âdem (a.s)’ın çamurdan bir sülale olarak ilk insan hücresine ulaşılmışsa aynen öyle de ikinci aşamasında da kararı mekinde çok hücreli embriyonal döneme geçiş anlamında nutfeye ulaşılmıştır. Hem nasıl ki ilk hücrenin bölünmesiyle birlikte her bir parçadan birbirine benzer fakat dokuları ve organları oluşturacak farklı hücreler yaratılmışsa, aynen öyle de tek yumurta ikizlerinin oluşumunda da birbirine benzer fakat birbirinden farklı bireylerin dünyaya gelmesini sağlayacak hücrelerde yaratılmıştır. Ki; bu durum Yüce Allah’ın “İnsanı çamurdan bir sülaleden yarattı” (Mu’minun, 23/12) diye beyan buyurduğu ayetin sırrını teyit eden bir durumdur. Zira ilk insanın kararı mekin’de Âdemi zigot olarak yaratılan hücresinin bölünüp çoğalmasıyla başlayan embriyosuna benzer hadisenin bir başka tezahürü ise anne karnında insan embriyosunun geçirmiş olduğu evrelerde tekrarlanmaktadır.  Nitekim çiftlerin bir araya gelip zigot oluşumuyla birlikte şekil ve yapı bakımdan birbirlerine benzeyen yarı anneden yarıda babadan gelen kromozomlar için ‘homolog kromozomlar’ denip bu kromozomlar zigot safhasında birbirlerinin eşi olarak da addedilirler. Zaten Yüce Allah (c.c) “And olsun biz insanı çamurdan (süzülmüş) bir hülasadan yaratmışızdır” (Mu’minun, 12) diye beyan buyurduğu ayeti kerimenin sırrınca Âdem (a.s)’ın çamur DNA’sına kodlanan sevgi iksiriyle yeryüzüne indiklerinde Cebel-i Rahme’de Havva anamızla buluştuğu günün kader kaleminde tüm insanlığın zürriyeti yazıldığı anlaşılmakta.  Derken o gün bugündür ilk atamız ve ilk anamızın zürriyetinden gelen tüm erkek ve dişi bireylerin cinsiyet hücrelerinin birleşmesiyle birlikte nur topu bebeklerin kutlu doğum mucizesine şahit oluruz. Hakeza buna eşeyli üreyen tüm canlıların üreme sistemleri de dâhildir. Öyle ki, canlılar Kur’an’ın tabiriyle kendi cinslerinin atalarının suyundan (min el mai) halk olunurken,  biyoloji tabiriyle de zigotlarından halk olunup vücut bulmuşlardır (Enbiya 21/30). Düşünsenize Kur’an’ın ifadesiyle kararı mekin’de bir nutfe halde yaratılıyor olmamız son derece üzerinde düşünülmesi gereken bir mucizevi hadise olduğu gibi hiç kuşkusuz ana rahmine düştüğümüzde ise zigot halden safha safha bölünmeler eşliğinde kan pıhtısına ve ete kemiğe bürünmemizde ap ayrıca üzerinde düşünülmesi gereken embriyolojik mucizevi bir hadisedir. Kelimenin tam anlamıyla ilk insanın çamurdan yaratıldığı o gün bugündür Âdem’in sülbunden eşrefi mahlûkat ilan edilmiş canlılar olarak doğuvermekteyiz. Bundan daha da öte tüm canlı âlemine duyurulan malumun ilanı bu nur topu doğumumuzun farkına varmamız da çok mühim bir hadisedir.  Zira ilk hamur, ilk maya olarak kendi vücut donanımızı oluşturacak olan hücrelerin bir araya gelip anne karnında belli bir müddet sonra ruh üflenmesiyle birlikte kutlu doğuma doğru yolculuk yapacağımızın bilincine ermiş olmak bizi diğer canlılardan farkımızı ortaya koyan en büyük hadise özelliğimizdir zaten. Hem nasıl yaratılış mucizesi ve doğuş hadisesi bilincine varmış olmayalım ki,  baksanıza Yüce Allah (c.c)   kör, sağır, dilsiz sandığımız hücrelere ruh üfleyip öyle mükemmel yaratılmışız ki,  her bir hücrenin genel yapısına baktığımızda hücre zarı, sitoplazma ve çekirdekten müteşekkil yapılar sayesinde vücut bulup eşrefi mahlûkat olduğumuzu görürüz.
         Malumunuz üreme denen hadise eşeysiz ve eşeyli olmak üzere iki tipte vuku bulup birincisinde tek ata söz konusuyken ikincisinde ise iki farklı ata söz konusudur.  Keza tek atadan üreyen bireyler kalıtım yönünden tek tip olarak tıpa tıp atalarının birer kopyası olarak çoğalırken,  farklı atalardan üreyen bireyler ise yarı anneden yarı babadan gelen özellikleri bünyesinde taşıyaraktan nesilden nesile cins cins, çeşit çeşit kopyalanmış olarak çoğalırlar. Her ne kadar canlıların bir kısmı eşeysiz yoldan bir kısmı eşeyli yoldan çoğalsalar da sonuçta her iki durumda da canlı oluşumlarının temel harcını hücre oluşturduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Çünkü canlının temel taşı hükmünde bu yapı: “hücre zarı, sitoplazma ve nükleus”  üçlü sacayağı üzerine kuruludur. Belli ki bu üçlü sacayağının temelleri üzerine inşa edilecek olan her bir canlı oluşumları denen hadise hücre çoğalmaları, yani mitoz bölünmeler eşliğinde gerçekleşmekte. İşte bu noktada hücre bölünme emaresinin belirmediği tek evre sadece interfaz safhası olup bundan dolayıdır ki mitoz bölünme döngüsü interfaz aşamasının akabinde start almakta. Ta ki hücre içerisinde yeniden ikinci bir interfaz evresi oluşuna dek bu döngü devam ettirilir de. Derken mitoz bölünmeyle o türe özgü kromozom sayısını belli bir sayıda sabit tutmak suretiyle hücre nizamının koruma altına alınması hedeflenmiş olur. Zaten daha önce belirlenmiş hedefler doğrultusunda bölünmeye uğramış her bir hücre ana hücrenin kromozomlarına kodlanmış olarak vücut bulur bile. Öyle ki  “Ol” emri koduyla yüklenmiş olan bu hücreler embriyonal süreçte göç ederekten hedef organa konumlanmasıyla birlikte mitoz bölünme denen çoğalma hadisesinden maksat hâsıl olmuş olur da. Ki, embriyonal süreç Kur’an’da tesviye etmek anlamında ‘sevva’ ibaresine karşılık gelen belirli maksada matuf olarak ete kemiğe bürünecek şekilde hazırlanmış olan bir fiili durumu ortaya koyup ultrasonografi verilere baktığımızda tüm bu embriyonel gelişim ve inşa sürecinde asıl etken maya unsurun hücre bileşenleri olduğunu görürüz. Nitekim canlıların temel taşı hükmünde ki her bir hücre bileşenlerinin kod açılımı ancak embriyonal süreçte kaynağından göç ettiğinde bunun ilk işaret adımı olan bir sonraki gelişme evrelerinde iki yavru hücreye eşit bir şekilde pay edildiğinde kendini gösterecektir zaten. Böylece embriyolojik oluşuma ve kutlu doğuma yönelik tüm hazırlıklar eşliğinde kalıtımla ilgili bilgiler ilk elden bu iki hücreye taksim edilmiş olur da. Şayet hücre çekirdeğinde konumlanmış kromozomlar ikiye bölünüp kendi benzeri kopyalarını üretememiş olsalardı bu durumda canlılıktan hiç söz edemeyecektik.
         Evet, öyle anlaşılıyor ki, canlının hayat bulmasına yönelik çoğalma faaliyeti mitoz bölünmenin metafaz safhasında daha net bir şekilde kendini gün yüzüne çıkarıp öyle işe başlanılmakta. Daha sonrasında ise malum mitozun telofaz safhasında yarıya indirgenme işlemi devreye girecektir. Niye derseniz, bunu bilmeyecek ne var, bikere her şeyden önce telofaz ve anafaz safhasında kromozomlar karşılıklı kutuplarda yer almasıyla birlikte, telofaz sonunda I. mayoz sonlanıp iki yavru hücre oluşsun diyedir elbet. Tabii her şey bunlarla da sınırlı değil,  bunun devamında II. mayoz bölünme aşamaları vardır. Malum bu aşamanın başlangıcında kısa süren bir profaz evresi söz konusuyken bitiminde ise metafaz II evresine geçiş söz konusudur. İşte işin başlangıcı bitimi derken bir bakıyorsun bu arada kromozomlar hücrenin ekvatoral kısmında konaklayıp burada sentromerlerin bölünmesiyle birlikte her biri eş yavru kromatitler şeklinde karşı kutuplara doğru çekilmiş halde kendilerini bulacaklardır. Böylece anafaz II ve telofaza adım atılmış olunur. Belli ki hücre içerisinde cereyan eden her oluşum aşamalarından hedeflenen temel amaç; mayoz bölünme  (redüksiyon bölünme) olayının tam eksiksiz olarak yerine getirilmesi içindir. Çünkü redüksiyon bölünme normal kromozomlu eşeysel hücre içerisinde yer alan somatik hücrelere (vücut hücreleri) göre hem yarı sayıda kromozom özelliği taşımakta hem de dört yeni hücre oluşturmasıyla dikkat çekmektedir. Yani bu demektir ki üreme hücreleri mayoz bölünmeye uğramakla 23 kromozomlu donanıma sahip olması hedeflenip bunun neticesinde birleştiklerinde ise zigot (nutfe)  oluşumu için gerekli olan 46 kromozomlu donanıma kavuşmuş olacaklardır.  İnsan genomunun yaratılışına yönelik erkek ve dişi üreme hücrelerinin birleşmesi de gerekir zaten. Şöyle ki bu dört ayrı hücrenin her birinin çekirdeğinde dişiden gelen yumurta hücresiyle erkekten gelen sperm hücresine ait eş kromozomların her birinden birer tane bulunmak kaydıyla bir arada bulunduklarında gamet adını alıp böylece birbirlerinin izdivacı gerçekleşir. Derken II. mayozun sonunda 4 adet spermatid, ovum ve 2. kutup cisimciğinin birlikte gerçekleştirdikleri kaynaşma sayesinde ileri ki safhalarda doğacak olan çocuğun profili diyebileceğimiz embriyolojik gelişimine yelken açılmış olunur. Zira her embriyonik gelişme ayrı bir program içermektedir. Şayet bu program bir insan içinse bu süreç anne rahminde çeşitli merhalelerden geçerek 9 ayda yaratılış mucizesi olarak tamamlanıp, en nihayetinde  “Her dem yeniden canlar doğar” esprince eşrefi mahlûkat nitelikte nur topu bebek olarak çıkar karşımıza. Kelimenin tam anlamıyla ilk yaratılışımızda bir zamanlar Âdem’in sülalesinin kararı mekinde tesviyesi babında nutfe, alaka, mudga idik,  gün geldi yeryüzüne indikten sonra Âdem ile Havva’nın Arafat’ta buluşmasının akabinde onun sulbünden gelen ete kemiğe bürünmüş halde beşer olduk.  Derken bu fani dünyada konaklayan tüm insanlık geçmişte olduğu gibi gelecek kuşakta da kabre konup mevta oluverecektir. Kıyamet arefesinde ise malum yeniden dirilmek üzere mizan olup ya cehennem yurdunda konaklayıp ebed müddet solacak ya da cennet yurdunda konaklayıp ebed müddet olacaktır. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta bakın ne buyuruyor: “Sonra o nutfeyi yarattık. Derken o alakayı mudğa yarattık. Derken o mudğayı bir takım kemik yarattık. Derken o kemiklere et giydirdik. Sonra ona diğer bir hilkat neş’eti verdik. Bak ne şanlı o Allah, yaratıcıların en güzeli.” (Mü’minun 23/14)
        Peki, Elmalılı’nın mealinde anladığımız kadarıyla tüm bu dönüşüm ve değişimler iyi hoşta, sadece tüm bu dönüşümler insana has bir keyfiyet midir? Hiç kuşkusuz bitki ve hayvanlarında kendine özgü değişim ve dönüşüm evreleri söz konusudur. Bilindiği üzere bitkiler de diğer canlı âlemden farklı olarak kendince benzer fertler oluşturmak için bazı aracı vasıtaları kullanmakta mahir olduklarını tüm cümle âleme ispat etmiş durumdalar. Dolayısıyla onlar için çiçek tozu taşıyan bir böcek veya hafif derinden esen bir rüzgâr bulmak çokta zor olmayacaktır. İşte bu aracılar sayesinde tohum toprakla buluşup yeterli sıcaklık ve nem bulduğunda embriyodaki çimlenme mekanizması harekete geçirilip birtakım hücre bölünmeleri eşliğinde yeryüzü rengârenk yeşile bürünebiliyor. Keza hayvanlar âleminden bölünme konusunda misal verecek olursak en basitinden tatlı su polip'i ikiye ayrıldığında kopan parça hücre bölünmesi geçirmesiyle birlikte yeniden hayata merhaba diyebildiğini görebilmekteyiz. Ayrıca bu durum solucan içinde geçerlidir. Hatta solucanın başını da koparsanız fark etmez, yeniden solucan olarak ortaya çıkabiliyor. Ayrıca hayvan hücrelerinde hücre içerisinde üremenin fitilini ateşleyecek ilk hamle unsur sentrozomlardan gelmekte. Öyle ki sentrozomlar hücrenin üreyip bölüneceği sırada telofaz ve interfaz evrelerine gelen süreçte çoğalarak sayılarını iki katına çıkarırlar da. Böylece çoğalan sentriollerin her biri kutuplara doğru ilerleyip buralarda incecik iğ ipliklerinden oluşan yapıların oluşumda etkin rol oynamayı ihmal etmezler de.  Sentriollerin ikiye bölünmesi tıpkı DNA ikileşmesinde olduğu gibi bir tür sentezleme hadisesi olup çekirdek içerisinde ki genetik kodlar bu çubuklar sayesinde tesirli hale gelmektedir. Bu arada yeni oluşmaya başlayan sentriollerin mikrotubulusları genellikle eski mikrotubuluslardan 100 nm uzaklıkta yer alıp, onlara dik bir konumda bulunurlar.
  Hakeza canlı hücrelerin çekirdeğinde de değişim dönüşüm kopyalanma ve çoğalma işlemleri söz konusudur. Bilindiği üzere nükleolus (çekirdekçik) canlı hücrelerde genetik şifrelerin saklandığı bölüm olarak dikkat çekmektedir.  Büyüklük ve sayıca hücreden hücreye değişiklik gösterip, etrafı koruyucu zarla kaplıdır. Belli ki şifre kodlarının önemine binaen hücre çekirdeği için lazım gelen genetik mekanizmaları bir araya getiren sır  “Ol” emriyle yüklenmiş matematik programda gizli. Öyle ki kader programı olarak addedilen çekirdekte ki genetik mekanizma içerisinde göz rengimizden saçımıza, parmak izimizden sesimize kadar her ne ararsan bir dizi bilumum insana ait tüm özellikler kodlanmış durumda. Bu nedenledir ki kod dünyamızın başkanlığını icra den DNA’nın keşfi biyolojik âlemin en büyük hadisesi olarak görülmektedir. Nitekim “Ol” emri doğrultusunda tüm bilgilerle donatılmış olan DNA çift şeritli yapısıyla tıpkı bir fermuar gibi açılmakla aslında protein sentezine yelken açılmış olunmakta.  Böylece DNA’nın protein sentezine yönelik açılan kollarından bir şeridi yedek olarak tutulurken, diğer şeridi ise kendine bir komplamenter (eş) kopya üreterek adeta DNA neslinin devamlılığı sağlanmakta. İşte bu noktada DNA’nın kendi kendini çoğaltması anlamına gelen replikasyon (kopyalama işi) hadisesi fermuarın açılan zincirinde gerçekleşmek suretiyle kader kalemiyle yazılmış programın gereği yerine getirilmiş olur. Derken çekirdekteki kader planı çerçevesinde kodlanmış genetik mekanizma zengin çeşitliliği ile kıyamete kadar sürdürülür de.  Ve yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur da : “Şüphesiz Allah, tohumu ve çekirdeği yarandır.” (En’am süresi 95)
 Bilindiği üzere DNA bir dezoksiriboz polimer olup, mRNA ise kendine özgü bir RNA elemanıdır. Hatta ikisi arasındaki en belirgin fark; mRNA’nın fiziki yapısı DNA’ya göre daha dayanıksız olup,  aynı zamanda ömür süresi 240 dakikalık bir zaman dilimiyle sınırlı olmasıdır. Yine de bakmayın siz öyle onun 240 dakikalık ömürle sınırlı olan hayatına,   bu kısa bir süre içerisinde bir bakıyorsun bağrında taşıdığı protein sentezini sağlayan kodlar sayesinde ribozomlar üzerinde aktif olarak hücreyi yönetme ve bilgi kopyalama mahareti söz konusudur. Nasıl ki önemli klasörlerimizi bilgisayar hard diskine ‘kes, kopya ve yapıştır’  metoduyla kaydedip saklarız ya, aynen buna benzer “DNA, RNA ve Ribozom” hattı üzerinde de geçerlilik arz eden işlemlerdir zaten.  Dolayısıyla çekirdekte RNA’nın bir benzeri imal edildiğinden dolayı burada ki tüm faaliyetlerin uzun ömürlü olmasına gerek yoktur. Ki,  tüm bu işlemler için üç çeşit türden RNA molekülü ömrünü bu iş için adayıp bunlar sırasıyla;
  -mRNA(Messenger RNA),
  -tRNA(Taşıyıcı RNA),
  -rRNA(Ribozomal RNA) olarak adından söz ettirirler de.
  İşte sırasıyla burada mRNA’nın hücre içinde rolüne baktığımızda ribozomlar üzerinde yapılacak protein moleküllerin hangi amino asitleri sıralayacağını belirleyecek haber kaynağı konumunda bir molekül olduğunu görürüz. Taşıyıcı RNA ise adına uygun davranıp bilgilerin taşınmasında 20 çeşit tRNA ile hücre içerisinde aktif rol oynamış olur. Belli ki bu iş için çok sayıda tRNA molekülü kendi birinci kutbundaki RNA kodonunu açık tutarak karşı uçtaki amino asidi kendine bağlamak derdindedir. Nitekim amino asidi kendine bağlamasıyla birlikte taşımacılık gibi birçok işlemler gerçekleşmiş olur. Aslında bu bir anlamda dört uçlu tRNA‘nın iki kutbundan biri rRNA ile irtibata geçmesi demek olup diğer uçlardan bir kısmının da başka bir enzimle iletişim kurması anlamında bir taşımacılık sistemi demektir. Şöyle ki; ucu açık duran kodon ribozom içinde bir yere tutunur tutunmaz, buradan geçmesini beklediği mRNA üzerinde kendi kodonunun komplamenteri (eşi) ile bağlantı kurmak üzere beklemeye koyulur. Derken beklenen kodon gelince barkot okuyucusundan geçercesine sıraya dizilip,  diğer ucundaki amino asidi daha önceden sıraya girmiş olan öndeki tRNA’nın amino asidi ile buluşturur. Böylece mRNA kodonu adeta askeri manga sırasına göre dizilmiş haliyle amino asit arasında peptit bağı oluşup tRNA vazifesini yerine getirmekle ilerisinde tekrar görev yapacak şekilde serbest konuma geçer.  Her neyse, Ribozomal RNA (rRNA) ise malum hücre içi ribozomları canlandırmak veya çoğaltmak için gereklidir. Dahası ribozomlar hücre içerisinde kusursuz bir molekülü yıkıcı bir enzime havale edip, akabinde protein molekülü imal etmek için vardır.
Hücre bölünmesinin dışında, DNA molekülünü oluşturan kromatin iplikleri de çekirdek içinde konumlanmış durumdadırlar. Genellikle insan hücresinde bir çekirdek olup,  çekirdeğin içinde ise çekirdekçik (nükleolus) vardır. Nükleolus’un en temel özelliği RNA ve buna bağlı proteinler bakımdan oldukça zengin olmasıdır.  Bu zengin maddeler kromozomlarda sentezlenip,  nükleolusta toplanırlar. Ayrıca nükleolusta ki RNA,  rRNA karakterinde olup, proteinlere ve özellikle histonlara bağlandıktan sonra sitoplâzmaya geçmektedir. Buna mecbur da. Çünkü emir yüksek yerden gelmekte.  Hem kaldı ki ribozomların yapısında  % 50 oranında polipeptit ve çekirdekçik tarafından üretilen özel nükleik asit konumunda rRNA’nın varlığı zaten bu yönde düşünülmesi gereken bir husustur. Nitekim bunların birçoğu mRNA (messenger RNA)  ve magnezyum iyonlarının katalizörlüğünde birleşerek poliribozomları (polizomları) oluşumunu gerçekleştirmek için vardır. Böylece ribozomların aminoasitlerle birlikte protein sentezi nasıl gerçekleştirdiğini bu söz konusu oluşumlar eşliğinde protein sentezi işlemlerinden maksat hâsıl olduğu gibi bu arada başlangıçta DNA tarafından kopya edilen komplamenter bir genden dakikada bir adet mRNA basımı da imal edilmiş olur. Bu durum tıpkı matbaada tek bir kitap formatından istenilen sayıda kitap basımı işleminin gerçekleşmesinin aynısı bir durumdur. Düşünsenize toplu iğnenin ucundan küçük diyebileceğimiz bir hücre yapısı içerisinde imal edilmiş bir adet mRNA’dan 240 adet mRNA basımı gerçekleşebiliyor. Tabii tüm bu işlemler ribozomdan 240 dakikalık bir süreçte geçmek suretiyle gerçekleşmekte. Öyle ki ribozomdan geçildikten sonrada bir bakıyorsun başlangıçta ilk imal edilen mRNA hayata veda edip yerine yenisi eklenmek suretiyle 240 adetten ne bir eksik ne de bir fazla artış kaydetmeksizin mRNA basımı 240 sayıda sabit tutulabiliyor. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, gözü kulağı olmayan RNA elçisinin tüm matematik profesörlerini hayrette bırakacak bir şekilde kendisine başkanlık eden DNA molekülü hangi sayıda imal etmeyi emretmişse, o şekilde ribozomdan geçerek ürün çıktısını sabit tutup böylece imal işlemlerini tamamlamış olur. Hatta ortada öyle maksimum veya minimum ürün girdi ve çıktısını denkleştiren bir muhasebecilik donanımı da söz konusudur ki, oldu ya genetik kartlardan biri eksik çıktı, bu durumda “aman boş ver, bu kadar muhasip hatadan da bir şey olmaz” babından işi savuşturmaya asla izin verilmez. Bilakis yanlış hesap Bağdat’tan döner misali gerektiğinde tüm protein sentezine yönelik üretim faaliyetler durdurulup sil baştan mRNA ayrıştırılaraktan protein yapımına start verilmiş olur.  Anlaşılan o ki, canlının en küçük temel birimi hücre yapılarında bile popülist uygulamalara geçit yoktur. Bilakis hücre hiyerarşisi muhasebeci hesaplamaların çok üstünde mikro ve makro dengeler üzerine oturtulmuş bir yapı söz konusudur. Zaten hücre içi mikro ve makro organellerin varlık nedeni azami derede hücrenin genetik kodlarına uygun bir şekilde görev ifa etmektir. Derken bu amaç doğrultusunda hücre bölünmesi esnasında DNA başkanlığında genetik bilginin aktarılmasını sağlayacak tüm yürütülen tüm hücre içi faaliyetler RNA elçiliği eşliğinde hiyerarşik bir düzen içerisinde organize edilerekten protein sentezi vuku bulmuş olur. Kelimenin tam anlamıyla protein sentezinin ilk aşaması DNA üzerinden RNA üzerine kopyalanması, ikinci aşamasında RNA barkodu üzerinde genetik bilginin okunma işlemini gerçekleşmesi ve son aşamasında ise barkod okuyucusundan geçen genetik bilgiye uygun aminoasitlerdin birbirine zincirlememe eklenmesiyle nihayet bulur.  
İşte protein sentezine yönelik DNA başkanlığında yürütülen dönüşüm kopyalanma ve çoğalma işlemleri gibi tüm bu yürütülen faaliyetlerin dilinden anlaşılan o ki hücre içi iletişim ağı görünür âlemden daha hassas bir şekilde gerçekleşmekte. Zira insanlarda konuşma neyse hücre içi iletişimi de bir tür konuşma aracı demektir. Aynen hücrelerde kendi hal lisanlarıyla bir şekilde meramlarını dile getirebiliyor. Kim bilir belki de kendi aralarında iletişim hallerine göre ikili ilişkileri düzenleyen bir takım protokol düzenlemeleri de vardır dersek pekte abartmış sayılmayız.
      Velhâsıl-ı kelam;  hücrelerin kendi bünyesi içerisinde geçirmiş oldukları değişim dönüşüm kopyalanma ve çoğalma işlemleri birbirinden kopuk oluşumlar olmayıp bilakis sonsuz ilim ve kudret tecellilerin bir tezahürü olarak canlı oluşumların arka planında işleyen gizli elin şahitlerini ortaya koyan bütünleşmelerdir.  
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/hucre-bolunmesi-varolus-mucizesidir-6187-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty MENDEL KANUNLARI VE EVRİM

Mesaj tarafından Selim C.tesi Kas. 12, 2022 10:58 am

MENDEL KANUNLARI VE EVRİM
        SELİM GÜRBÜZER  
       Mendel kanunlarını hemen hemen duymayan hiç yok gibidir.  Tabiî ki bu kanun birden bire ortaya çıkmamıştır. Bu noktaya gelene kadar birçok bilim adamı bir hayli ter dökmüşlerdir. Zaten bu tür çalışmaları görmezden gelirsek elbette ki nankörlük etmiş oluruz. Örnek mi? İşte 1717 yılında bu uğurda Thomas Fairchild iki dianthus (karanfil-pink) türü arasında suni çaprazlama yaparak ilk tür diyebileceğimiz kısır verimsiz anlamında steril melez elde etmeyi başarmış bir bahçıvanı örnek olarak gösterebiliriz pekala.  Keza 1760 yılında melezlemeler üzerinde ilk modern türden yapılan çalışmaların Botanikçi Joseph Gottlieb Kölreuter tarafından gerçekleştiriliyor olması da kayda değer örnekler arasındadır.   Öyle ki kendisi daha çok iki ayrı Nicotiana (tütün) türü üzerinde F1, F2 ve hatta geri çaprazlamalara kadar uzanan bir seri deneyler yaparaktan birbirine yakın türler arasında melez bireyler elde etmesiyle adından söz ettirmiştir. Kölreuter aynı zamanda farklı özellikteki melezlerin ebeveynlerinden daha kuvvetli ve iri olduğunu tespit etmiştir.  Böylece bunun ormancılık sahasında verime dönüştürecek faydalı bir çalışma olduğunun farkına varmıştır.
       Tabii tüm bu çabalar 1700 yıllarla sınırlı değil,  dahası var elbet. Nitekim ilerleyen yıllarda bezelyeler arasında yapılan çaprazlamalarla F1 dölünde sadece dominant tohum rengin hâkim olması hasebiyle F2’de dominant tohum renginin bir kez daha görülebileceği noktası akıllara düşüp böylece bu yönde çaba içerisine girilecektir. Her ne kadar o günkü şartlarda F2 dölünde gün yüzüne çıkması gereken farklı tiplerin hangi oranlarda olduğu belirlenememiş olsa da yine de ilerisine yönelik bir dizi yapılan çaprazlama deneylerle F2 ve daha sonraki F3, F4 döllerinde farklı özelliğe sahip fertlerin bir arada olduğu gözlemlenmiştir. Öyle ki o yıllarda elde edilen sonuçlar itibariyle oğul döllerin bir kısmı tümüyle ebeveynlerine benzerlik göstermekteydi. Ancak tüm bu çabaların eksik olan yanları vardı ki, o da malum yapılan geri çaprazlama ve diğer çaprazlamalarla elde edilen oğul döllerin ayrışım oranları tam açıklığa kavuşturulamıyor olmasıdır.  Neyse ki 1820 yıllarında Knight, Seton ve Goss değişik renkteki tohum rengi içeren bezelyelerle eşleştirme yaparak Mendel kanunlarının buluşuna giden yolun bir nebze olsun kapısı aralanabilmiştir. Hatta 18 yüzyılda Carl Linnaeus her türden bitki cinslerinin sınıflandırmasına adeta neşter atarak bu alanda kayda değer çok önemli adım atmıştır. Bu arada bilimsel çalışmalar hız kazandıkça bezelyelerin dişi erkek arasında değiş tokuş olarak resiprok olarak ifade edilen çaprazlama deneylerle birbirinden aynı karakteristik özelliklerde melezler elde edilip böylece oğul döllere aktarılan kalıtsal özelliklerin benzer özellikler taşıdığı gerçeği ortaya çıkmış olur.  En nihayetinde bu ve buna benzer çalışmalar sayesinde iki adet tragopogon (yemlik) elde edilmenin yanı sıra farklı bitki türleri arasında tabii melezlerin oluşabileceği noktasına gelinmiştir.
       Evet, bilim dünyasında az gittik uz gittik derken hiç kuşkusuz asıl beklenen çalışma Mendel’den gelmiştir. Zira 1853 yılında kalıtımla alakalı çalışmalara start veren Mendel, ebeveynlerden oğul döllere geçiş kanunlarını keşfetmesiyle bir anda dikkatleri daha farklı noktalara çekmeyi başaran bir bilge bilim adamıdır.  Şöyle ki; Mendel ilk evvela kalıtım materyalinin birçok bağımsız ve belli şartlarda değişmeyen birimlerden meydana geldiğini ortaya koyup,  bu durumu soya çekim kanunu olarak ifade etmiştir. Mendel’in asıl başarısında en önemli etken unsur ise bitkiler arasında özellikle kalıtım olaylarının en iyi gözleyebileceği tür olarak bezelyeleri seçmiş olmasıdır. Elbette yaşadığı dönemde gen ve kromozomların bilinmemesine rağmen kalıtım birimlerin kuşaktan kuşağa geçişinden bahsetmek biyoloji bilim dalı açısından adeta devrim niteliğinde ufuk açıcı bir keşif olmuştur. İşte bahsini ettiği bu birimler (gen), değişen şartlar içerisinde bir takım biyolojik varyasyonlara  (çeşitliliğe) kapı aralayabiliyor, ama bu demek değildir ki ortaya çıkan bu çeşitlilik bir başka türden canlı dönüşümüne kapı aralayacaktır.  Bilakis her bir canlı türü soya çekim kanunu gereği kendine benzer bireyler türünden çeşitlilik ortaya koyacaktır. Hem kaldı ki yaratılış program gereği olması gereken de zaten budur. Örnek mi? Mesela insanda 23 çift kromozom redüksiyon bölünme sırasında her bir kromozomun bir kutba gitme ihtimali yaklaşık (1/2)28 üssü (bir bölü iki üzeri yirmi sekiz) bir kuvvet değere tekabül etmektedir.  İşte bu söz konusu sayısal rakam 1.388.608 olarak ifade edilir. Dolayısıyla her bir ferdin DNA molekülü içerisindeki değişim potansiyelinin (Variational potantial)  farklı olması biyolojik zenginliği ortaya koymaktadır. Bu arada akraba evliliklerinin bir doğal sonucu olsa gerek çekinik karakterlerin baskın hale gelmesiyle birlikte popülâsyonun büyüklüğü oranında gün yüzüne çıkabiliyor.  Belli ki kuşak kuşak gen akımına bağlı kalarak anne ve babadan doğan her evlat benzerlik yönünden belli oranlarda baba, anne, büyük anne ve büyük babaya çekecektir. Dahası tahminen yüzdeler şeklinde belirlenen bu karakteristik özellikler genler aracılığıyla oğul döllere geçmekte olup bazen bu yüzdelik oranlarda istisnai sapmalar olabiliyor.  Mesela beş parmaklı babadan 6 parmaklı çocuk doğması gibi anormal durumların ortaya çıkması bunun tipik sapma göstergesinin misalini teşkil etmektedir.
        Bitkilerde de mutasyonun olduğunu ortaya konulmasıyla birlikte bazı bilim adamları çekinik karakterlerin mutasyon konuma geçtiğini ileri sürmüşlerdir. Aslında bu görüş ta baştan sakat bir görüş olarak kendini ele vermektedir. Çünkü çekinik genlerin baskın hale gelmesiyle birlikte farklı karakterlerin ortaya çıkabileceği gerçeği Mendel deneyleriyle çok önceden kayıt altına alınıp kanunlaşmıştı zaten. Artık gelinen noktada herkesçe kabul görmüş bir gerçek vardır ki; o da malum mutasyonların güçlü nesil oluşturmayıp tam aksine bir takım sakatlıklara sebebiyet veren maraz oluşumlar olduğu gerçeğidir.  Dolayısıyla farklı ırklara ait döllerin mutasyonla ortaya çıktığı iddiasında bulunmak abesle iştigal bir söylem olacaktır.  Nitekim abesle iştigal bir söylem olduğu şundan besbellidir ki, şayet bütün ırklara ait döllerin orijinleri ortak atadan meydana geliyor olmuş olsa bikere çok sayıda ırk veya çok çeşit dil kullanan insan topluluklarının ortaya çıkıyor olmaması gerekirdi. Bir başka ifadeyle insanlığın tek ortak bir dille konuşuyor olması gerekirdi. Evrimcilere kalırsak kendi kendilerine uydurdukları insansı ataların güya hırıltı ve havlamalarıyla insan konuşmasına dönüşüp burdan da evrimleşerek çok dilli hale gelmişiz. Oysa havlama farklı meleke, konuşma farklı bir melekedir. Elbette ikisi arasındaki farkı göremeyenler farkı fark edemeyeceklerdir.  Üstelik dünya üzerinde insandan başka tüm sesleri taklit eden bir canlı da yoktur dersek yeridir.  Kelimenin tam anlamıyla farklılıklar belli bir gayeye yönelik dizayn edilmiştir.
         Darwin; türlerin değişmesinde tabii seleksiyonun çok önemli bir faktör olduğundan dem vuran bir teorisyendir. Darwin bitki ve hayvanlarda ki ani değişmeleri tek varyasyon olayı olarak tanımlamıştır. Yetmedi ileri sürdüğü tezleriyle türlerin menşeini (orijini) doğal seleksiyonla açıklamaya çalışaraktan dikkatleri üzerine çekip birçok tartışmaların odağında oturmuştur. Nitekim teorilerinden bir kısmına baktığımızda bir türün bireyleri arasında sürekli var olma ve yok olma mücadelesinin yaşandığını, bu kavgada güçlü olanların ayakta kalıp zayıfların ise doğal seleksiyonla elenebileceği, böylece güçlü olanların bir sonraki kalıtıma aktarılarak zaman içerisinde orjininden farklı olarak bambaşka canlı türlere dönüşeceği yönünde tezler ileri sürdüğünü görürüz. Oysaki şimdiye kadar hiçte öyle Darwin’in dediği şekliyle bir başka canlı türlerin ortaya çıkacağı bir dönüşüm tezahür etmiş değildir, tam aksine normal varyasyonların Mendel kanunlarına göre canlı oluşumların kendi orijinal yapılarına sadık ve bağlı kalaraktan hayatiyetlerini devam ettirdiklerini görüyoruz. Bu arada şunu da belirtmekte fayda var,  canlı oluşumlarında tezahür eden bir takım istisnai türden değişim ve dönüşümlerin yaşandığı da bilinen bir vaka.  Ancak bu durum süreklilik arz etmeyip canlı türün ya genetik sisteminden kaynaklanan arızı durumlardan ya da çekinik genlerin baskın hale gelmesinden kaynaklanan değişiklikler olarak gün yüzüne çıkan bir durumdur bu. Hatta meseleye bir de Mendel deneyleri yönünden baktığımızda, mesela resesif genler ilk etapta oran olarak çekinik kaldığından kendini gösteremeyebiliyor, ama bir sonraki kuşaklarda iki çekinik (resesif) genin bir araya gelmesiyle birlikte baskın hale gelip adeta yıkılmadım ayaktayım dercesine hayatiyetlerini çok rahatlıkla devam ettirdikleri gözlemlenmiştir. Daha doğrusu Mendel kanunlarının dili bize canlı oluşumunda nükseden varyasyonların DNA’nın kontrolünde ve onun belirlediği sınırlar içerisinde gerçekleştiğini göstermektedir. Ama gel gör ki evrimciler kendi sazlarını kendi çalıp kendileri oynayacaklar ya,  canlı oluşumlarında tezahür eden normal değişmeleri bile evrimleşme hadisesiymiş gibi sunmaktan geri durmayacaklardır. Oysa hiçbir değişim yeni bir tip canlı meydana getirememektedir. Kaldı ki olası türden istisnai değişiklikler o canlı türü ile sınırlı kalmaktadır. Bu hususta örnek verecek olursak, malumunuz endüstriyel sanayinin gelişmesiyle birlikte İngilterede biber güvesi (Peppered moth) ister istemez siyahlaşan canlı ağaçların rengine bürünmesine neden olmuştu.  Tabii evrimcilik bu ya, evrimciler fırsattan istifade hemen kendilerine vazife çıkarıp tamamen çevre şartlarına bağlı olarak gelişen açık renkli güvenin siyahlaşmış veya kararmış hale gelme durumunu evrime delil olarak göstermeye yelteneceklerdir. Oysa bu yaşanan hadise normal canlı türün çevre şartlarından olumsuz olarak etkilenmesine kalkan olacak türden normal renk değişiminin ta kendisi bir varyasyon hadisesidir. Asla ortada başka bir canlı türüne dönüşüm söz konusu olmayıp sonuçta güve kendi orijininde yine güve (Biston betularis) olarak popülasyonda konumunu korumuştur. Belli ki Yaratıcı güç böylesi olası olumsuz durumlara karşı her canlı varlık için hem varlıklarını korumaya yönelik, hem de çevreyle uyumlu olacak tarzda genetik yapılarına ayarlayıcı kodlar yüklemiştir. Hem kaldı ki doğal seleksiyon eski köye yeni bir adet getirmiyor,  sadece uygunsuz oluşumlara dur deyip elemeye tabi tutuyor. Dolayısıyla her canlının genetik kodlarına yerleştirilen doğal seleksiyon iksiri çevre şartlarının canlının aleyhine olabilecek durumlarda güçlü oluşum vasıtası olarak devreye girmektedir. Ancak bu güçlülük yeni bir canlı türü ortaya çıkarabilecek anlamında bir güçlülük olmayacaktır. Hem nasıl yaratıcı bir güç olsun ki, baksanıza canlı âlemin tüm üniteleri kendi haline bırakılmış değildir,   bilakis her canlı yaratılış kanunlarına tabii olaraktan çevreye uymanın bir ölçüsü olarak tüm üniteleriyle birlikte hayatiyetlerini devam ettirebilmekteler. Hiç kuşkusuz Yüce Allah (c.c) tarafından çevreye uyma noktasında uyumluluğun hududu ta yaratılışlarından itibaren belirlenmiş ve çizilmiş durumdadır. Belli ki yaratılış kanunlarına tabii olaraktan sınırları çok önceden çizilmiş bir alan içerisinde oluşan bir takım değişiklikler yeni bir tür meydana getirmeyip, türün kendi içerisinde sınırlı kalmaktadır. Mesela genotipi farklı olan fertler aynı ortam şartlarında yetiştirildiğinde ister istemez fenotipi de farklı olacaktır. Keza genotipi aynı olan fertler farklı ortam şartlarında geliştirildiklerinde ise ortam şartlarına bağlı olarak bazı farklılıklar kazanabiliyor. İşte bu nedenledir ki kalıtsal olmayan (dölden döle geçmeyen) bu tip çeşitlenmelere evrimleşme değil,  tam aksine modifikasyon denmektedir.  
         Bilindiği üzere Hollandalı Biyoloji bilim adamı Hugo de Vries;  akşamsefası bitkisiyle yaptığı çaprazlamalardan elde ettiği varyasyonu tanımlamak için ilk defa mutasyon kavramını dile getirmişliği bir yana nükseden mutasyonları varyasyonların temeli olarak kabül edip kendince mutasyon teorisi ortaya koymuş bir isimdir.  Ama şu bir gerçek; somatik (vücut hücresi) mutasyonlar kalıtsal olmadığında nesilden nesile sürdürülebilir şekilde aktarılamazlar. Ancak üreme hücrelerinde oluşabilecek birtakım değişiklikler kalıtsal (genotipik) yoldan dölden döle geçip aktarılabilmekte.  Bilindiği üzere kuşaktan kuşağa geçen oluşumlarda belli bir noktadan sonra kendi içerisinde sınırlı kalıp kendi orjinine sadık karakteristik varyasyon olarak karşımıza çıkmaktadır. İşte bu nedenledir ki karakteristik özelliklerin geçici olarak değil de, kalıcı olaraktan dölden döle geçmesi hadisesine  ‘Mendelizm’ denmektedir. Tabiî ki bizim bu kavramdan kastımız, Mendel kanunlarına tabii olarak gerçekleşen döl geçişlerinden başkası değildir. Nitekim Mendel deneyleri çaprazlamalarında da görüldüğü üzere gerek F1 gerekse F2 dölleri arasındaki çaprazlamalardan hangi oğul döller veya hangi birey bileşenleri ortaya çıkarsa çıksın sonuçta her tür kendi içerisinde orijinine sadık kalaraktan çeşitlenme gösterebiliyor. Yani bu demektir ki, eğer çaprazlanan bireyler insansa insan olarak, kediyse kedi olarak neslini devam ettirecektir. İşte tam da bu noktada evrimcilere sormak gerekir:  madem çekinik genlerin ayıklanacağını iddia ediyor durumdasınız, o halde ilk insanın dünyaya gelişinden bugüne mavi gözün ortaya çıkma şansı dörtte bir olduğu halde neden bir türlü mavilik geni popülasyondan çekilmiş değildir?  Hadi mavi göz renginin durumunu sormaktan vazgeçtik diyelim, peki ya gözün açık veya koyu olmasını sağlayan genlerin varlığına ne diyeceksiniz acaba. Besbelli ki, kendilerine soğuk terler döktürecek bu tür sorular karşısında ya suspus kalacaklardır ya da göz rengi tonunun birçok genin poligenik kalıtım maharetiyle renk tonlarının ayarlandığını sinelerine çekmek zorunda kala kalacaklardır. Her neyse evrimcilere soğuk terler döktürecek sorularla daha fazla köşeye sıkıştırmadan onların yerine biz cevap verecek olursak;  şayet bir birey göz rengi bakımdan homozigot çekinik gene sahipse melanin birikimi olmayacağından gözler açık veya renkli olacaktır demektir.  Yok, eğer bir birey başat gen taşırsa  (baskın gen) melanin birikimi olacağından bu kez koyu renkli olacak demektir.  İşte her iki durumda da ortaya çıkan neticeden de anlaşıldığı üzere renk tonlarının bir dizi genler (poligenik) tarafından kontrol edilip o şekilde dünyada olan biten ne varsa göz penceresinden izlenmiş olacaktır.  İşte bu noktada gözün gen havuzunda mavi, ela ve siyahın birçok tonlarının bir arada bulunuyor olması son derece gayet tabii bir durum olup nesiller boyu kendi içinde çeşitli renk tonlarıyla birlikte aydınlık penceresi olmaktalardır. Hazır kontrol genlerinden söz etmişken, şu gerçeği de göz ardı etmemek gerekir,  bikere değişik karakteristik özelliklere haiz olarak açığa çıkan gen frekansları toplumlara ve ırklara göre değişiklikler gösterebiliyor. Örneğin kistik fibröz siyahlar arasında nadir gözükmesine karşın, orak hücreli anemi beyazlar arasında nadir bir vaka olarak karşımıza çıkmakta. Dolayısıyla bir beyazla bir siyahın birleşmesinden doğacak çocuklarda bu tür hastalıkların çıkmasını imkânsız kılmaktadır. Çünkü birinin yüksek frekanslı zararlı geni, diğerinin düşük frekansı tarafından engellenecektir. Böylece söz konusu zararlı gen olayı aynı toplum veya aynı ırk içerisindeki evlenmeler içinde geçerlilik arz edecektir.
        Öyle anlaşılıyor ki; bir takım canlıların olumsuz şartlara rağmen neslini devam ettirebildikleri gibi evrimleşme iddialarının aksine seleksiyonla yeni bir türe dönüşmemiş olmaktalar.  Dahası seçme ve seçilme denen mekanizma her türün kendi doğal sınırları içerisinde sabit kalacak şekilde seçimini yaparaktan işlerlik kazanmakta,  asla bir başka canlı türüne dönüşecek şekilde bir seçim mekanizması olarak işlerlik kazanmamaktadır. Şayet seçme gücü heterezigotlar yararına ise heterezigot bireylerin frekansı Hardy-Weınberg kuralının çok üstünde bir yüksek değer olacaktır. Nitekim bir takım çalışmalara dayanarak yapılan hesaplamalar neticesinde heterozigot genler arasında uyumluluk olduğu belirlenmiş olup heterezigot lehine özel bir destekle herhangi bir ayrıcalıklı seçim gözlemlenmemiştir.  Peki, istisna türden de olsa seçim yok mudur derseniz elbette vardır. Nitekim orak hücreli anemi için heterozigot genlerin lehine seçim olduğu için heterezigot bireylerin sayısı homozigotlara göre daha fazla olduğu belirlenmiştir.
        Bu arada bütün ıslah (seçme) çalışmaları sonucunda birçok melez türlerin ömür sürelerinin kısa olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca ıslah edilmiş olanlar kökenleri veya kendi dışındaki yabani tipleriyle rekabet edemeyecek kadar dayanıksız oldukları ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu tür ıslaha tabii tutulmuş canlılar düşmanlarından soyutlanmış bir ortamda ancak hayatlarını idame edebilmekteler. Yine de ıslah çalışmalarına ne kadar hız verilirse verilsin meydana gelen varyasyonlar bir noktadan sonra hep sınırlı kalıp bir adım öteye geçememektedir.  İşte tüm bu gerçeklere rağmen bir takım aklı evveller evcil hayvanlara yapılan uygulamalardan hareketle seçme yöntemiyle insanlar arasından üstün bir ırk oluşturulabileceği hayaline kapılabiliyor. Oysa insanlar bir evcil hayvan gibi bir yaratık değil ki kendisinin kobay olarak kullanılmasına izin versin. Belki insanlık kalıtsal bozuklukları taşıyan bireylerin üremesinin önüne geçme noktasında veya zararlı genlerin popülâsyondan temizlenmesine yönelik girişimlerine bir süre sessiz kalabilir. Ama insanların sessiz kalışı bu tür girişimleri onaylıyor anlamına gelmez. Kaldı ki sağlıklı popülasyon oluşturayım derken kusur oluşturan genlerin çoğu çekinik ve heterezigot olarak taşındığını görmek gerekir. Keza homozigot çekinik bireylerin ortadan kalkmasıyla birlikte popülâsyonda var olan gen frekansını azaltma riski doğurabileceği gerçeğini de görmek gerekir. Bu demek oluyor ki seçme belirli ölçüde kusurlu doğma şansını düşürse bile beraberinde bir takım sancılara kapı aralayabiliyor. Üstelik şimdiye kadar yapılan onca ıslah çalışmalarına rağmen bir bakıyorsun heterozigot yoluyla taşınan genlerin ileriki kuşak popülâsyonlarına dâhil olduğunda tekrardan zararlı gen sayısında çoğalmalar görülebiliyor. Böylece her halükarda kusurlu doğma şansı yine artmış olmakta. Netice itibariyle insanlara evcil hayvanlar muamelesi yapıp genleriyle fazla oynanmasını doğru bulmuyoruz. Belli ki tüm mesele zararlı türden heterozigot gen taşıyan bireylerdedir. Belki bu tür bireylere çocuk yapmama önerilebilir, ama hepimiz bir şekilde büyük veya küçük ölçekte bazı zararlı genleri taşıyabiliyoruz. Anlaşılan toptancı yıkım anlayışıyla bir ayıklama operasyonuna tevessül edildiğinde o zaman da dünyada korkarım ki normal sağlıklı bir insan bulamayacağız demektir bu. Tabiatın şanslı varyeteyi seçmiş olduğu çokça söylenilmesine rağmen aslında herhangi bir özelliğe karşı doğal seçme tam takır işlememektedir. Mesela seçme oranı % 75 veya %90 olabiliyor. Bu demektir ki  % 75 elenme, % 25 korunma vardır. Yani hiçbir şekilde elenme ve korunma oranları mevcut canlı türünden bir başka canlıya dönüşüm olarak sahne almayacaktır. Böylece kümes hayvanı kümes hayvanı kalacak, balta ibikli de balta ibik olarak fiziki konumunu koruyacaktır.  Her ne kadar kısmi seçme olayında ayıklama süreci yavaş yürüyor gibi görünüyorsa da uzun süre etkisini hissettirebiliyor.  Dolayısıyla doğal seçmenin zararlı özellikleri tam seçme üzerinde gerçekleşmeyip, daha ziyade kısmi seçme üzerinde kendini göstermektedir. Yani bir canlı için herhangi organik kusur söz konusu olmadığı sürece sadece hayat mücadelesini sekteye uğratacak bir takım dezavantaj nitelikteki özellikler kısmi doğal seçmenin etkisi altına girebiliyor. Fakat yine de istisna kabilden birtakım olayları bir kenara koyarsak, doğal seçme filan birazda işin edebiyatı,  hakikatte genetik yapı sıradan bir tasarım olmayıp orijinal bir yapı üzerine kuruludur. Öyle ki genetik yapı bütün canlıların kalıtım özelliklerini kontrol eden mükemmel bir biyolojik nizamı ortaya koymaktadır. Bazen biyolojik nizam nesilden nesile aktarılırken orijinal kaynağından bazı sapmalar görülebiliyor, ama bu tür istisnai sapmalar asla başka bir canlı türü doğurmayacaktır. Aslında Darwin’in tüm gayreti eski formlarla yeni formlar arasında bağlantı köprüsü kurmaktı, ama uygulamada görüldü ki familya veya şecere yoluyla güvenilir filogenetik yapılar  (soy ağacı) kurmanın imkânsız olduğu anlaşılmıştır. Çünkü cinsler arasında bir tane olsun geçiş formu bulunamamıştır. Öyle anlaşılıyor ki Yüce Yaratıcı yarattığı mahlûkatın her bir ailesini farklı özelliklerde yaratarak böyle olmasını murad etmiştir. Dolayısıyla her canlı tipin genetik yapısı sabit kalıp, evrimleşmeyle değişikliğe uğraması söz konusu değildir.        
        İşte yukarda bahsettiğimiz oğul döller arasında ilişkileri belirleyebilmek için bilim adamlarının bir hayli ter döktükleri anlaşılmaktadır. Özellikle bu uğurda küçük bir sinek cinsi Drosophila adlı meyve sineğinin genetik deneylerde kullanmaya başlanması genetik bilim dalında hızlı bir gelişmeye yol açmıştır. Şöyle ki Drosophilanın;
-Hayat devresinin kısalığı hasebiyle yaklaşık 20 gün içerisinde genetik sonuçların elde edilebiliyor olması,  
-Kromozom sayısının azlığından dolayı karakterlerin dölden döle geçmesinin kolaylıkla izlenilebilir olması,
-Hastalık bulaştırması riskinin söz konusu olmaması,
-Beslenme ve bakımının kolay olması,
-Ekonomik olması,
-Laboratuvarda oldukça az alan kaplaması gibi birçok hususlar tercih edilen bir deney hayvanı olmasını sağlamıştır. Fakat artık bilim dünyasında gelinen nokta itibariyle bakteri ve virüslerle de deney çalışmalarına başlanmıştır.  Bu tür çalışmalara start verilmesiyle birlikte önceki metotlarla kıyaslandığında sonradan anlaşıldı ki;
      -Virüs ve bakteri hayat devrelerinin oldukça daha kısa (yaklaşık 1 gün) olduğu,
       - Kromozom sayılarının sayıca az olması deney çalışmalarını gözlenebilir şekilde avantaj teşkil ettiğini,  
      - Bazı bakterilerin tek kromozomlu olması hasebiyle resesif özelliklerin dölden döle geçiş izlenirliğini kolaylık sağladığını,  
       - Beslenmeleri çok daha kolay ve ekonomik olduğu,
       - Laboratuvarlarda az yer işgal ettiği anlaşılmıştır.
        Tabii tüm bu yeni uygulamalar kayda değer gelişmelerdir. Ancak bu alanla ilgili çalışmaların içeriğini anlamak içinde hiç kuşkusuz bu alanın kavramlarına aşina olmakta gerekir.  Dolayısıyla bu alanda kullanılana kavramları kısaca tanımlamakta elbette ki fayda vardır. Örnek mi?  İşte bu kavramlardan bir kısmını ele aldığımızda:
        - Genotip bakımdan birbirinden farklı iki ferdin eşleştirilmesine ‘hibridizasyon’ (melezleşme) diye tanımlanır.
        - Hibridizasyon sonucunda elde edilen döle de hibrit (melez) denmektedir.
        - Eğer bir hibrit döl bir gen çifti bakımdan heterozigot ise monohibrid (Aa), 2 gen çifti bakımdan heterozigot ise dihibrit (AaBb), 3 gen çifti bakımdan heterozigot ise trihibrit (AaBbCc),  daha çok gen çifti bakımdan heterozigot ise polihibrit diye adlandırılır.
       - n sayıda kromozom ihtiva eden her bir eşey hücresine haploid denmekte, 2n kromozom ihtiva eden hücrelere ise diploid denir. Dolayısıyla bu durumda zigotun 2n (diploid) sayıda kromozoma sahip döllenmiş bir hücre olduğu anlaşılır.  
        - Eşeysiz şekilde çoğalma ile meydana gelen ve genotipi birbirinin aynı olan fertlerin oluşturduğu topluluğa ‘klon’ denir. Yani genotipi aynı olan fertler genellikle eşeysiz üreme ile elde edilip,  bu tip üremeye klon denmektedir. Ayrıca bu tip fertler bazen eşeyli üreme ile elde edilebildiğinden, bu tip döllere arı döl denmektedir.  Fakat bir adet elde edilen döl arı döl sayılmaz. Arı döl ancak birkaç nesil devam ettirilirse saf döl ortaya çıkabilmektedir.
         - Yapılan bir takım çaprazlamalar neticesinde ebeveynlerden geçen bir takım kalıtım çeşitliliğine kombinasyon adı verilmektedir. Kombinasyon belli kurallar çerçevesinde cereyan edip Mendel kanunları olarak anlam kazanır da. Nitekim Gregor Johann Mendel yaptığı çalışmalarda hermafrodit bir bezelye türü olan Pisum sativum bitki türünden yararlanmıştır. Hermofrodit canlılar kendileşme ile çoğalıp, meydana gelen fertler saf ırk oluşturmaktadır. Ayrıca Mendel bezelyeler üzerindeki (buruşuk, sarı, yeşil uzun, kısa vs.) özelliklerin oğul döllere geçişini incelemek için öncelikle bitkilerdeki kendileşmeyi engelleyip,  sonra o şekilde çalışmalarına devam etmiştir. O halde bu bilgilere dayanarak Mendel kanunlarına kısaca bir göz atabiliriz:
       BİRİNCİ KANUN
       Homozigot saf ırkların (homozigot) çaprazlandırılmasında (eşleştirilmesinde) birbirinden farklı bile olsalar birinci oğul dölün bütün fertleri (F1 dölü) birbirinin aynı özelliğe sahiptir. Böylece birer karakteri farklı iki saf ırkın birinci oğul dölleri aynı gen tipine sahip olacağından sonuçta aynı genotip ve fenotip ortaya (AA, aa = Aa) çıkacaktır. İşte bu yüzden bu tip fertlere izotip fertler denmektedir.
        Örnek 1:
        Sarı ve yeşil tohumlu bitkilerin çaprazlandırılmasında F1’de yalnız sarı renkli tohumlar meydana gelir. Yani her iki tohum tozlaştırıldığında F1’de bir çeşit gamet teşekkül eder.

                                        ♀SS              x                     ss ♂  

                                          F1: Ss (genotip) -Sarı (fenotip)


        Örnek 2:

                                      ♀ UU                x                        uu♂


                                                      F1: Uu (uzun gövdeli)    
       İKİNCİ KANUN
       F1 melezlerinin birbirleriyle çaprazlandırılmasıyla bir çift faktörlerden her biri farklı gametlere geçer ki, bu durum F2’de homojen (izotip) olmayan fertlerin meydana gelmesini beraberinde getirir. Yani buna göre F1’de gün yüzüne ortaya çıkan ve çıkmayan karakterleri taşıyan fertlerin sayıları arasındaki orantı herzaman sabit kalıp, F2’de karşımıza 3:1 orantısı çıkacaktır. İşte bu yüzden bu olay ayrılma kanunu olarak tanımlanır.      
     Örnek:
      F1’ dölünün kendileştirilmesiyle, yani   (F1   x    F1) çaprazlamasıyla   oluşan  F2  dölünün; işte bu noktada  Ss     x      Ss  gametleri punnett karesinde yerin koyup   çaprazladığımızda    F1’deki genotipik açılım 1SS, 2Ss, 1 ss şeklinde dağılım gösterdiğinden söz konusu bu açılım fenotipik olarak 3 sarı ve 1 yeşil şeklinde tezahür edecektir.
      ÜÇÜNCÜ KANUN
      Çaprazlandırılan heterozigot fertler birden fazla karakter bakımdan birbirlerinden farklı olmaları hasebiyle allel genler birbirinden bağımsız gametlere ayrışacaklardır.  İşte bu ayrışan bağımsız gametlerin bir araya getirildiğinde ister istemez yeni kombinasyonlar eşliğinde değişik karakterler ortaya çıkarır ki;  bu durum bağımsız ayrışım kanunu olarak adlandırılmıştır. Yani bu kanun karakterleri taşıyan özelliklerin bağımsız taşıyıcılarla (kromozomlarla) taşınacağını öngörmektedir.
      Özellikle Mendel yaptığı denemelerin birinde sarı ve düzgün tohumlu bir bezelye ile yeşil ve buruşuk tohumlu bir bezelyeyi çaprazlandırıp F1’deki fertlerin hepsinin sarı ve düzgün olduğunu gözlemlemiştir. Hatta F1’leri de kendi aralarında çaprazlandırınca F2’deki tohumların şekil ve renklerine göre 4 ayrı kategorik karakter meydana geldiğini tespit etmiştir. Sonuçta F2’deki genotipik açılım orantısı 9:3:3:şeklinde ve her zaman sabit değerler olduğunu ispatlamıştır.  
      Bu arada şunu belirtmekte fayda var;  F1’lerin kendi aralarında çaprazlandırılmak istenirse şu yol takip edilir. Şöyle ki; önce   “n=her bir genotipin heterozigot sayısı,       2=heterozigot gen çifti olup,  buradaki n= 2” şeklinde veriler olarak tanımlarız. Sonra bu fertlerin kaç çeşit gamet oluşturacağını 2n (iki üzeri n) bağıntısından yararlanarak verilenleri formülde yerine koyarız. Daha sonrasında formülün uygulanmasıyla birlikte 22=4 ( iki üzeri iki eşittir dört) çeşit gamet oluşturacağını hesap etmiş oluruz.      
       Aşağıda görüldüğü üzere genotipini oluşturan gen çiftleri homozigot olduğunda bir kez yazılır. Heterozigot ise ya iki kez yazılır, ya da dallandırılır. Dolayısıyla SsDd genotipine sahip bir ferdin meydana getireceği gametler dallandırma yöntemi ile şöyle bulunur:
                                                     SsDd


                                              D=SD
                                          S⁄
                                             \ d=Sd
                                                 
                                               D=sD
                                          s⁄
                                                  \ d=sd
 İşte bu şekilde dağılımlarını bulduğumuz bu söz konusu gametleri de punnet karesinde yerine koyduğumuzda F1’deki genotipik açılım fenotipik olarak;
      S-D- 9 sarı düzgün,
      S-dd–3 sarı buruşuk,
      ssD–3 yeşil düzgün,
      ssdd- 1 yeşil buruşuk şeklinde sıralanacaktır.
Bu gametleri punnet karesinde yerine koyarsak;

SD Sd sD sd
SD SSDD SSDd SsDD SsDd
Sd SSDd SSdd SsDd Ssdd
sD SsDD SsDd ssDD ssDd
sd SsDd Ssdd ssDd ssdd

dağılım göstergesi bu şekilde sahne alır.
      Her ferdin ortam şartlarına ne şekilde ne ölçüde reaksiyon göstereceği o ferdin genotipi tarafından belirlenip düzenlenir. İşte bu düzenleyici faktöre ‘reaksiyon normu’ denmektedir. Anlaşılan hiçbir şey başıboş cereyan etmemekte, bilakis her şey yaratılış kodlarında belirlenmiş bir nizama göre yürümektedir. Hatta her yaratılan olguya ölçü bile tayin edilmiştir. Zira bu gerçeklerden hareketle herhangi bir bitki türünün olgu reaksiyon normuna bağlı olarak bir özelliğin modifikasyonu maksimum ve minimum iki üç değer arasındaki kalan genişliğe ‘varyasyon genişliği’ adı verilmiştir. Yani ortada ölçü birimi olmasaydı genişlikten söz edemeyecektik. Keza bir fasulye bitkisinden elde edilen tohumların boyları 8–18 mm arasında değiştiği görülmüştür. Dolayısıyla 8–18 mm arasındaki genişlik varyasyon genişliği olarak belirlenir. Bir başka ifadeyle 8 ila 18 mm arasında olmayı sağlayan genotipik özellikler bir reaksiyon normdur. Hatta bu fasulyeler boy sırasına göre dizildiğinde 11 çeşit boy elde edilecektir. Bu yüzden bunlar boy sınıfı diye tanımlanır. Boy dizisinin orta değeri ise M=∑fx/n formülünde yerini bulacaktır. Netice itibariyle bu sayı minimum ve maksimum değerlere doğru azalmakta ve uç noktalarda daha da en aza indirgenmektedir.    
        Netice itibariyle bu sayı minimum ve maksimum değerlere doğru azalmakta ve uç noktalarda daha da en aza indirgenmektedir.
    Böylece M=∑fx/n formülünden hareketle;
    Ortalama değer=2259/175=12,9 olarak bulunur.
         Bilindiği üzere varyasyon genişliği ve orta değer her ırk için sabittir. Modifikasyon niteliğindeki özellikler bakımdan bir ırk içerisinde seleksiyon yapmak mümkün değildir. Çünkü bir soyun bütün fertlerinin varyasyon genişliği aynı genotip tarafından tayin edilmiş olup birbirine eşit şekilde tezahür edecektir.
         Varsayalım ki a bir olayın meydana gelmesinde elverişli durumların sayısını, n ise aynı olayın meydana gelmesindeki tüm durumların sayısını göstersin, bu durumda a’nın meydana gelme ihtimali P=a/n formülüyle elde edilip, buna mutlak ihtimal denmektedir. O halde Mutlak ihtimal (P) = bir olayın meydana gelmesine elverişlerin durum sayısının bu olayın meydana gelme ve gelmemesine ait tüm durumların toplamı (n)  oranına göre tespit edilmektedir. Böylece bu oran  (25+75) şeklinde tezahür edecektir. Buna göre bir çekilişte siyah bilye çekme ihtimali;
           P=25/100=0,25 olacaktır.
           İhtimal hesaplanmasında bazı kurallar:
           Birbirine bağlı olmayan bir takım olayların aynı anda meydana gelme ihtimali bunların ayrı ayrı meydana gelme ihtimallerin çarpımına eşit olup, bu kurala birleşik ihtimaller prensibi denmektedir.
         Örneğin havaya atılan parada:
         Birinci parada yazı gelme ihtimali = 1/2
         İkinci parada tura gelme ihtimali = 1/2 ise 1/2.1/2=1/4 olacaktır.
         Yani;

           I. para                                             II. para

            Y(1/2)                           T(1/2)= 1/2.1/2=1/4
            T(1/2)                           Y(1/2)= 1/2.1/2=1/4

    Buna karşılık iki parayı havaya attığımızda bir yazı bir tura gelme ihtimali ise: 1/4+1/4=1/2 olmaktadır.
            O halde bu durumda ihtimal hesabı değişik zamanlarda meydana gelen olayların toplamına eşit olacağından bu kural da toplam ihtimaller kuralı diye bilinecektir.
            Daha büyük ihtimale dayanan olayları hesaplayabilmek için genetikde binom ve n faktöriyel kuralı uygulanıp formülde uygulanan unsurlar aşağıdaki harflerle simgelenir.
N= faktöriyel kural
P=olayın meydana gelme ihtimali
n=ihtimalin tekrarlanış sayısı
n-k=elverişli durumlardan ikincinin sayısı
k=elverişli durumlardan birincinin sayısı.
P= Birinci elverişli durumun meydana gelme ihtimali
d=İkinci elverişli durumun meydana gelme ihtimali.
P= n!  pk.qn-k(p üzeri k x q üzeri n-k)
(n-k)!.k!
        Velhasıl-ı kelam; yaratılış matematik program üzerine kuruludur.  Mendel kanunları da yaratılış programın bir değişik örneğidir.
           Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/mendel-kanunlari-ve-evrim-6205-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty VÜCUT ŞEHRİ

Mesaj tarafından Selim Perş. Kas. 24, 2022 3:39 pm

VÜCUT ŞEHRİ
    SELİM GÜRBÜZER
       Teleskop ve mikroskopla nice bilinmeyen makroskobik ve mikroskobik ülkelere seyahat edilebileceğimiz en önemli iki araçlarımızdandır.  Bu seyahatle birlikte bir yandan karanlık semamızı süsleyen milyarlarca yıldızlardan oluşmuş galaksi âleminin ve güneş sisteminin sırlarına teleskop yardımıyla vakıf olunmaya çalışılırken, diğer yandan moleküler düzeyde diyebileceğimiz âlemin sırlarına da son derece gelişmiş teknolojik mikroskoplarla vakıf olunmaya çalışılmakta. Derken yapacağımız seyahatlerimizden hele bilhassa kendi vücut şehrimizin mikro âlemine doğru seyahatimizi gerçekleştirdiğimizde vücudumuzun milyarlarca hücrelerden meydana gelmiş harika bir şehir olduğunun farkına varmış olacağız. Her ne kadar Tıp dünyası tüm üniteleriyle birlikte vücut şehrimize ‘anatomi’ deyip işi geçiştirse de aslında bu şehrin temellerini oluşturan atomların işleyişine baktığımızda hiç durup dinlenmeksizin çekirdek ve etrafında ki elektronlarla birlikte sa’y ve tavaf yaparaktan kendi hal lisanlarıyla Allah deyip halka oluşturmaktalar bile. Peki, sadece pervane olup sa’y ve tavaf mı yapmaktalar?  Hiç kuşkusuz gönül bağı birliktelikleri de oluşturmaktalar. Nasıl mı? Şöyle ki bu birlikteliği maddenin temel yapısını oluşturan atomları enine boyuna analiz edebildiğimiz ölçüde ancak anlayabiliyoruz.
         Gerçekten de maddenin moleküler yapısını derinlemesine analiz ettiğimizde öyle sıradan bir yapı olmayıp,  son derece simetrik yapıda inşa edilmiş kendi aralarından oluşturdukları kimyasal gönül bağ organizasyonuna dayalı bir yapı olduğunu fark etmiş oluruz.  Hele ki bu söz konusu yapı bileşkeni su ise bu son derece mükemmeliyet karşısında suyun bizatihi kendisi bile kendi durumuna akan sular durur misali apışıp kalır da.   İşte bu nedenledir ki günlük hayatımızda kullandığımız suya basit bir sıvı içecek gözüyle bakıp geçiştiremeyiz. Çünkü ab-ı hayat kaynağımız suyun moleküler yönden incelediğimizde hidrojen atomunun her iki gönül kolunu açmış vaziyette oksijen atomuyla birlikte simetrik bağ oluşturduğuna şahit oluruz. Malumunuz hidrojen atomunun yörüngesinde tek bir elektron yörüngesi bulunurken oksijenin birinci yörüngesinde 2 elektron, ikinci yörüngesinde ise 6 elektron olmak üzere toplam da 8 elektronlu yörünge bulunmaktadır.  Ta ki her iki atom molekülü bir araya gelirler işte zaman oksijen atomunun dış yörüngesinde yer alan 6 elektrondan 2 tanesi 2 hidrojen atomun birer elektronuyla ortak gönül birlikteliği bağı kuraraktan yörüngesini 8’e tamamlamış olurlar. Böylece oksijenin dış yörüngesindeki 6 elektronun iki atomluk hidrojenin dış halkasında ki elektronuyla ortaklaşa kurdukları kovalent bağ sayesinde ab-ı hayat suya kavuşmuş oluruz.  Belli ki suyu oluşturan her iki elemente ait elektronların hangi yörüngede ortak gönül bağı oluşturacakları yaratılış kodlarına çok önceden kodlanmış gözükmekte.  Nitekim su molekülü içerisindeki gönül kolları arasında 120 derecelik simetrik açının varlığı hiçbir bilim adamının gözünden kaçmamaktadır. Hem nasıl gözden kaçmış olsun ki, bikere moleküler hayat gerek dizilişi bakımdan gerekse aralarında kurdukları gönül bağları bakımdan mükemmel bir şekilde yörüngelerinde pervane olmuş elektronların en ufak eksen kaymasına uğramaksızın adeta sa’y yapmaktalardır. Öyle ki elektronların çok rahatlıkla sa’y yapmaları için mutlaka atomların en son halkasının 8 elektron da karar kılacak şekilde konumlandırılması gerekir.  Yani bu demektir ki yörünge halkasının 8’den fazlasına müsaade yoktur. Kaldı ki dış yörüngesinde sekiz elektron bulunan atomlar ancak kararlı yapı sergileyebiliyor.  Buna mecburlar da.  Çünkü en son yörüngesinde elektron açığı bulunan elementler ancak kararlı olabildikleri müddetçe açığını giderebilmekte.  Örneğin dış yörüngesinde iki elektron bulunan bir atom, yine dış halkasında altı elektrona sahip bir atomla ortaklık kurmak suretiyle tıpkı su da olduğu şekliyle birliktelik oluşturabilmekte, aksi halde ortaya kararlı bir yapı koyamayacaklardır.  Tabii ortaya kararlı yapı koyabilmek içinde pozitif veya negatif elektrik iyona sahip zıt kutuplu atomlar arasında çekim kuvvetlerinin de devreye girme gerekir. Aksi halde al gülüm ver gülüm babından ortaklaşa oluşumlar gerçekleşmeyecektir. Nitekim dış yörüngesinde bir elektrona sahip olan sodyumun dış yörüngede yedi elektrona sahip klor atomuyla ortaklaşa bağ kurmasıyla birlikte sekiz elektrona tamamlanıp sofralarımızın bereketi tuz molekülü meydana gelmiş olur.  Belli ki atomlar arası program belli bir gayeye yönelik yazılmıştır. Öyle ki bu noktada tuzun su molekülleri içerisinde erime özelliğine haiz bir yapıda donatılması bile hayatımız için son derece mühim kimyevi bileşik bir nimet olduğunu göstermektedir. Bu yüzden bir kısım bilim adamları birtakım verilerden hareketle zihin dünyalarında hayatın tuzlu suda başladığı yönünde bir düşünce oluşmuştur. Ancak bu demek değildir ki hayat sadece tuz ve su bileşenlerinden ibarettir,  hiç kuşkusuz bundan başka hayatın her safhasında karbon, oksijen, hidrojen ve azot gibi hayati öneme haiz elementlerin varlığı da çok büyük bir nimettir. Hatta bu elementlerin çok büyük bir nimet oluğu şundan besbellidir ki, dış yörüngeleri bir başta elementlerle bağ kurma ilişkilerinde sekiz elektronda karar kılacak şekilde donatılmışlardır.  Derken bu sayede birçok molekül oluşumlarına kapı araladıkları gibi bu dört elementin açılımıyla birlikte oluşan çok sayıda molekül yapılar hayatımızın bir parçası haline gelmiş olurlar. Şayet atomların kendi aralarında girdikleri reaksiyonlar belli kimyasal kurallar denkleminde ayar çekilmeseydi her bir canlı organizmanın ihtiyacı sayılan protein, yağ ve karbonhidrat gibi en temel ihtiyaç organik maddelerden mahrum kalınacaktı. Böylece biyokimya hayatından da söz edemeyecektik.  
       Bilindiği üzere biyokimyasal bağ kavramı ilk defa 1916 yılında G.N. Lewis tarafından dile getirilmiştir Lewis ana başlık olarak iki ayrı tip bağ ortaya atmış olup,  bunları iyonik (elektrovalent bağ) ve kovalent bağ diye kategorize etmiştir. Şayet bu iki gönül bağları olmasaydı belki de evrende sınırlı sayıda sadece yüz küsur kadar maddeden söz eder olacaktık. Zaten şuan çok sayıda zengin madde oluşumun varlığından bahsedebiliyorsak, biliniz ki elektronların kendi aralarında alışveriş veya ortaklaşa kurdukları bu gönül bağları sayesindedir. O halde atomlar arasında al gülüm ver gülüm misali gerçekleşen tepkimeleri sıradan bir olaymış gibi gözüyle bakıp es geçmemeli. Hem nasıl es geçebiliriz ki,  atomlar öyle aralarında dayanışma örnekleri sergiliyorlar ki hayretler içerisinde kalmamak ne mümkün.  Mesela en basitinden bilmem hiç düşündünüz mü, yeryüzünde en basit atom modeli neden hidrojendir diye? Zira bu atomun merkezinde pozitif yüklü bir proton, dışında ise negatif yüklü bir elektron bulunmasından dolayıdır elbet. Besbelli ki Yaratıcı güç atomlar arasında hiyerarşik ortamın olmasını böyle murad eylemiştir.  Nitekim böylesi bir muradın tezahürü olarak da atomlar arasında basitten karmaşığa doğru bir elektron diziliş gerçeği söz konusudur.  Örnek mi? İşte Helyum atomunun merkezinde iki proton, dışında iki elektron olması hidrojene göre biraz daha sayısını artış kaydetmesi bunun bariz tipik örneğini teşkil eder.  Hakeza lityum atomunda ise üç proton ve üç elektron bulunmaktadır. Bu arada uranyum atomunun yapısına baktığımızda ise 92 proton ve 92 elektron içeren bir zenginlik söz konusudur. Belli ki bir kısım atomlar, zenginliklerine daha da bir zenginlik katmak için kendi aralarında çekim bağı oluşturarak gönül bağı kurmuş durumdalardır. Malum Fen derslerinde mıknatıs deneylerinden de bildiğimiz aynı kutuplar birbirini iterken zıt kutuplarsa birbirini çekmesi denen bir çekme ve itme kanunu söz konusudur. Derken böylesi bir manyetik çekim kanunu sayesinde iyonik bağ kurulumunun elektro negativitelerinin birbirinden çok farklı atomlar arasında cereyan ettiğine şahit oluruz. Zira iyonik bileşikler negatif  (-) ve pozitif (+)  olarak yüklendiğinde iki atom arasında elektronik çekim türünden bir gönül bağı sergilemiş olurlar.
       Madem atomlar arasında kendilerine has gönül bağı etkileşimler söz konusu, o halde hazır iyonik bağlardan söz etmişken özelliklerini şöyle sıralayabiliriz:
      -İyonlar arasındaki elektrostatik çekim söz konusudur.
      -İyonik bağ elektronegatiflikleri farklı atomlar arasında meydana gelir.
      -Çoğunlukla metaller ve ametaller arasında meydana gelir.
      -İyonik bağlar kovalent bağlara göre çok daha kuvvetlidir.
      -İyonik bileşikler çoğu katı olup erime noktaları yüksektir.
      -İyonik bağ hidrojen ve amonyakın bir kolu olan amin gurubu gibi molaritesi yüksek çözücülerde çözülüp,  ancak sulu çözelti halinde elektriği iletirler.
      - İyonik bağlarda elektron alışverişi vardır.
      Kovalent bağların özelliklerini de şöyle sıralayabiliriz:
            -Aynı cins atomlar arasında ya da elektronegatiflikleri birbirine çok yakın olan farklı atomlar arasında meydana gelir.
              -Elektron alışverişi söz konusu olamaz, ancak iki atom arasında ortak işbirliği veya gönül birliği söz konusudur.
              -Kovalent bağ yapmış moleküller genellikle organik kökenli bileşikler olarak sahne alırlar.
   -Erime noktaları inorganiklere göre daha düşüktür.
            -Kovalent bağlar eter ve alkol gibi apolar karakterde olan organik çözücülerde çözünüp,  çözelti halinde elektriği iletmezler.
      İşte yukarıda madde madde atomlar arasında ki gönül bağı özelliklerinden kısaca bahsettikten sonra şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki, canlıların temelini hücreler oluştururken hücrelerin temelini moleküller oluşturur, moleküllerin temelini ise atomlar oluşturmakta.  Bu demektir ki her bir canlının yaratılış temellerinin en alt katmanı atoma dayanmaktadır.  Dahası bu noktada cansız sandığımız atomlar adeta can olup cana can katmaktalardır. Nitekim bilim adamları bu hususta atomlar arasında bilhassa 24 elementin hayat için olmazsa olmaz şart hükmünde can simidi oldukları noktasında hemfikirdirler. Hem kaldı ki canlı hayatın  % 99’unu oksijen, karbon, hidrojen ve azotun oluşturması cana can kattıklarının bunun bariz bir göstergesidir zaten. Diğer geriye kalan 20 elementin katılım payı da vücudumuzun neredeyse   % 1 yekûnu bir orana tekabül etmektedir.  Malumunuz karbon ve azotun beslendiği kaynak atmosferdeki karbondioksit ve azot gazlarıdır. Neyse ki bu kaynak dünya üzerinde canlı cansız tarafından her ne varsa bir şekilde kullanılmasına rağmen bir bakıyorsun karbon ve azot döngüsünün kesintiye uğramaksızın sürekli olarak işlerliği sayesinde hiç tükenmemektedir. Şayet bu söz konusu kesintisiz devri daim döngü sistemi olmasaydı bugün biyokimyasal hayattan asla söz edemeyecektik. Belli ki diğer 20 elementin her biri de belli bir periyodik düzen içerisinde döngü içerisine dâhil edilip,  tüm canlı âlemin can simidi olarak payına düşen görevi üstlenmiş bir pozisyon almış durumdalardır. Yetmedi ölmüş canlıların çürümeye yüz tutmuş bedenlerinin su içerisinde veya toprak içerisine karışmasıyla birlikte mikroorganizmalarca ayrıştırılan elementler yeniden tabiat döngüsüne kazandırılmış olur da. Hele bu döngü âlem bir noktada stop etmeye bir görsün,  Allah korusun tüm canlıların hayat bağları bir anda kopmuş olacaktır.
      Anlaşılan o ki,  organik moleküllerin esas yapısını karbon, hidrojen ve oksijen (C, H ve O)  oluşturup, diğer azot, fosfor ve kükürt  (N, P ve S)  elementleri ise boş durmayıp adeta hayat çorbasının tadı tuzu olmak için vardırlar. Madem öyle,  bu noktada hayata renk katan organik bileşiklerin özelliklerini maddeler halinde şöyle sıralayabiliriz de:
      -Organik bileşikler C elementinin H, O, N, P ve X gibi atomlarla meydana getirdiği bileşikler olup, bunlar arasında S ve Mg gibi metal atomlarda bulunabiliyor.
      -Organik bileşikler hemen hepsi değim yerindeyse kovalent bağıyla göbekten bağlıdırlar.
      -Erime ve kaynama noktaları anorganiklere göre daha düşüktür. Birçoğunun erime noktası 150 santigrat derecenin altındadır.
      -Organik bileşikler moleküler reaksiyon gösterip, kimyasal reaksiyonları ise yavaş seyretmektedir.
     -Organik bileşikler C atomunun 4 valens değerde olması hasebiyle anorganik bileşiklere göre sayıca çok daha fazladır.
      -Organik bileşikler taşıdıkları atom cinsi, bağ ve fonksiyonel grup yapısına göre sınıflandırılır. Mesela C ve H taşıyan bileşiklere hidrokarbonlar, OH grubu taşıyan bileşiklere ise alkol denmektedir. Dolayısıyla organik bir sınıfı incelerken aynı zamanda fonksiyonel grubu da incelemiş oluruz.
       Organik kimya bir anlamda C (karbon) bileşik türünden bir kimya âlem demektir. Mesela bitkiler fotosentez olayında havadan aldığı karbonu kökleriyle emdiği suyun hidrojeni ile birleştirip öyle depolamaktalar. Derken fotosentez kanunu sayesinde hem bitkinin kendisine hem de tüm canlıların hizmetine sunulmak üzere şeker, selüloz, değişik türden kimyasal maddeler, meyveler ve çiçekler üretilmiş olunur.
       İşte yukarıda madde madde sırladığımız özelliklerden öyle anlaşılıyor ki; inorganik ve organik dünyamızın en temelinde atomlar vardır. Keza hücrelerimizin temelinde de atomların oluşturduğu moleküller vardır. Zaten vücut şehrimizde hücrelerin bir araya gelmesiyle dokular meydana gelirken dokuların bir araya gelmesiyle de organlar meydana gelmektedir. Derken organların bir araya gelmesiyle birlikte vücut sistemi meydana gelip böylece zincirleme meydana gelen bu oluşumlar sayesinde vücut bulmaktayız.  Ve bu şekilde vücut bulan vücut şehrimiz belli bir gayeye yönelik yer yer kümeler halinde siteler, fabrikalar ve mahallelerin yanı sıra adeta ucu bucağı görünmeyen bir ulaşım ağıyla donatılmıştır. Öyle ki şehrin giriş çıkış ve dört bir yanı çok mükemmel yol donatılarıyla, envaı türden diyebileceğimiz kanal şebeke sistemleriyle ve iletişim sinir ağı donatılarıyla donatılmış haldeyizdir. Hatta ilginçtir vücut şehrimizin içerisinde belli gayeye yönelik dolaşmakta olan adına alyuvar denen erzak memurları yol boyunca kanallardan hareket ederek an be an uğradıkları hücre evlerine hem temiz hava hem gıda paketleri bırakmaktalar hem de çöp artıklarını da almaktalar.
       Evet,  her ne kadar mikro âlemi çıplak gözle gözlemleyemesek de,  sonuçta bilimsel çalışmalardan elde edilen verilerden hareketle mikro âlem içerisinde konumlanmış şehirler böylesi mükemmel donanımlarla donatılmış durumda oldukları artık bir sır değil. Nitekim mikroskop altında bir soğan zarını incelediğimizde bir bakıyorsun sıradan bir bitki olmayıp tam aksine bir şaheser olarak karşımıza çıkmaktadır. Keza okyanustan getirilen bir katre damla suyu su analizi laboratuvarlarında incelemeye tabi tutulduğunda zihnimizde suyun tüm okyanusu kapsayacak cihanşümul bir ab-ı hayat kaynağı olduğu düşüncesini doğurabiliyor.  Hakeza süt sadece beyaz renkli sıvı olmayıp içerisinde gümüşi yağ parçacıkların bulunduğu bir hayat iksirini bünyesinde taşıması da öyledir. Hatta bir insan vücudunun muazzam bir metropol şehir olmanın ötesinde eşrefi mahlukat bir şehir alem olduğunu fark eder durumdayız. Zira zahiri vücut şehri içerisinde konumlanmış her bir hücre elamanı; Biyoloji literatüründe nükleus, nükleolus, endoplazmik retikulum, ribozom, mitokondri, golgi aygıtı, lizozom, salgı granülleri vs. diye karşılık bulmaktadır. Öyle ki her bir hücre elemanının işleyişinde bizatihi yine kendi üreteceği faaliyeti olarak beslenme, büyüme ve bölünme gibi unsurların öncülüğünü yapmak için vardır.  İşte bu noktada hücre içerisinde kendi ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik kendi üreteceği girişimler bireysel enformasyon olarak yankı bulmakta. Ancak şu da var ki bireysel ve bağımsız yaşama eğilimi daha çok mikroplara has özgü bir durumdur. Gelişmiş yapıda canlılarda ise malum istisnai türden diyebileceğimiz hücre hiyerarşisinin dışında adeta kendi kendine buyruk kesilen bir takım başıboş hücreler de vardır ki, bunlar hepimizin korkulu rüyası diye algıladığımız kanser hücrelerinden başkası değildir elbet. Umumiyetle toplumsal bilinçte insan, bitki ve hayvan hücrelerine has özgü bir durumdur. Zira bir başka hücrenin diğer hücrelere ve çok hücreli organizmanın bütünü ile ilişki kurması bir tür sosyal dayanışma örneğidir. İşte sosyal dayanışmanın gereği organizmayı oluşturan tüm unsurlar hiyerarşik yönetime itaat edip gerektiğinde ona katkıda bulunmak için canhıraş çalışmaktalar da. Ancak burada toplumsal enformasyondan kastımızın bir bitki hücresiyle beyin hücresinin kimyasal yönden her ikisi de aynı orijinlidir anlamında bir kasıt söz konusu değildir. Şayet kastımızın dışında toplumsal enformasyona yanlış bir anlam yüklenirse her bir hücre yapısının kendi kodunda bir matematik programıyla donatıldığından bihaberiz demektir. Dolayısıyla bu ince ayırımı iyi idrak etmemiz gerekmekte.  Aksi halde sapla samanı birbirine karıştırmış oluruz.  
       Hücrenin yaşlanma sürecine girdiğinde her iki grup enformasyona ait genler gerektiğinde eylemli gruba alınıp çalıştırılır da. Fakat sırası geldiğinde işi bitenler eylemsizleştirilip yok edilirler. Yeter derecede büyüyen ve yapısı tamamlanan bir organda ise hücre bölünmeleri yavaşlar ve ancak ölen hücrelerin bıraktığı boşluk yenileriyle doldurulur.  Bu demek oluyor ki hücreler organizmaların verdiği sinyallere asla duyarsız kalmayıp hiyerarşik düzene mümkün mertebe itaat etmekteler. Tabiî ki bu durum toplumsal enformasyon sayesinde olmaktadır. Ancak bir de unutkanlık denen olayda vardır ki, bu tamamen vücudun protein sentezleme kabiliyetinin hız kesmesi veya yitirmesiyle ilgili bir husus olsa gerektir.  Nitekim protein sentezi durağanlaşmaya başladıkça yeni işlemler eskilerden daha çabuk unutulur hale gelmektedir.
       Canlı denen varlık kendi iç mekanizmasını belli limitler içerisinde koruyabilen ve kapalı sistemden oluşan ve aynı zamanda denge ayarına göre tanzim edilmiş homeostasis bir yaratıktır. Dolayısıyla canlı kendini dış etkenlerden bağımsız olarak soyutlayıp değişkenliğini dengede tutabilen bir donanıma sahip özelliktedir.  Zaten kan basıncı, vücut sıcaklığı, nabız atım sayısı, kan şekeri gibi belli sabit değerler denge durumunun bir göstergesidir. Şayet bu denge ayarları normal değerler arasında seyretmezse vücut alarm vermeye başlamış demektir. Mesela vücut hararetinin 36,5 santigrat derecede olması gerekirken 40 santigrat derecelere çıkması veya kan şeker düzeyinin % 90 – 110 mili gram olması lazımken 250 miligram seviyelere yükselmesi gibi sinyaller normal homeostatik sınırların aşılması anlamına gelir ki, bu düpedüz hastalık hali demektir. Dahası enformasyon kayıtlarında bir hücrede bağımsız bireysel enformasyon kaybedilmiş bozulmuşsa o artık hücrenin ölümcül hastalığa yakalanması an meselesidir. Neyse ki bu arızı durum tüm organizmaya sirayet etmemekte,  bilakis ölen hücrenin yerine bir başkası devreye girmektedir. Şayet bir hücrenin toplumsal enformasyonu kaybolmuşsa bu kez kontrolsüz başıboş hücreler baş gösterecek demektir. Bunun sonucunda organizma içerisine hücre anarşizmi doğup (sarkom) kanser hücresinin oluşumuna kapı aralanmış olacaktır.  Zaten kanser hücreleri de tıpkı bir bağımsız hücre gibi doku sorumluluğundan uzak başıboş bir hücre görünümü sergilemek için vardır.
       İşte vücut şehrimizin her karesinde seyahat ettikçe eninde sonunda göreceğiz ki:
      -Bu şehirde yer alan evlerin hepsi capcanlıdır. Her bir hücre ev,  bir müddet yaşayıp misyonunun tamamladıktan sonra yıkıma uğramaktalar, yani mevta olup yerine yenileri gelmekte. Öyle ki şehir içerisinde her an binlerce yıkılış ve yeniden dirilişlere sahne olan hadiseler cereyan etmekte. Buna rağmen şehirde en küçük bir düzensizlik görülmemekte.          
       -Şehir hayatı veya hücre evi faaliyetlerin devamı için gerekli olan besin maddeleri dışarıdan alınarak büyük bir kazanda pişiriliyor ve dağıtım şebekesi vasıtasıyla şehre dağıtılıyor. Hatta besin artıkları ve çöpler özel fabrikalarda süzülerek dışarı atılıyor.
       -Şehrin besin deposu ve kileri,   mikrofon ve hoparlör teşkilatı, telefon telleri ve kulübeleri, savunma teşkilatı ve alarm tertibatı, ısıtma tesisleri ve hatta mezarlığı bile ihmal edilmemiş. Öyle ki bir yandan her saniye üç milyon alyuvar ölürken diğer yandan aynı saniyede üç milyon alyuvar vücut şehrinde hayata merhaba demekte, derken “Her dem canlar yeniden doğar” sözü gerçeğe dönüşmektedir. Evet, ölü hücrelerin bir yandan vücuttan atılırken diğer yandan da yenilerinin uygun yerlerine bina edilmesi sıradan bir olay olmasa gerektir. Dikkat edin uygun yer, uygun konum diyoruz, yani rasgele konumlanma demiyoruz.  Rasgele olsa kemiklere gönderilmesi gereken hammaddenin, gözlerimize geldiğini bir düşünün, o zaman gözümüzün kemikleşmesi an be an kaçınılmaz hal alıp, belki de bakar kör olacaktık. Belli ki devreye eşi ve benzeri bulunmayan bir akıl organizasyonu girmiş durumda.
      -Şehir içerisinde mükemmel bir haberleşme sistemi kurulmuş. Sistemin idaresiyle vazifeli kompüter, vücut şehrinin neresinde neler olup bittiğini anında haber alıp icabını yerine getiriyor. Birçok bölgede meydana gelen arızalar karşısında hemen ilgili merkezleri alarma geçip, yerinde gerekli tedbirlerin alınmasını sağlıyor da.
      -Vücut sarayının neresine dokunursanız, orada mutlaka sonsuzluğa açılan kapıdan içeri girebiliyoruz. Öyle ki şehrin hem dışarıya açılan kapıları, hem de dışarıyı gözetleme ve dinleme cihazları vardır.  Bu cihazlar şehrin en üst kısmında bulunan büyük kompütüre bağlı olarak çalışıyorlar. Dahası bu cihaz olandan bitenden haberdar olmakla meşhurdur. Nasıl mı? Merkezden çevreye açılan donanım sayesinde kalbin dakikada 70 defa çalışması lazım geldiğini, her dakikada 16–20 arasında nefes almamız gerektiğini, bir litre kan basıncına 1 gram şeker lazım olduğunu anlıyoruz.  Hatta vücut gereğinden fazla şeker tüketirse bu fazlalığın yakılması lazım geldiğini, şekerin az tüketildiğinde ise karaciğerde yedek olarak imal edilmesi gerektiğini bilen bir cihaza tanık oluyoruz. Bu kompüter hepimizin yakından tanıdığı dünyanın 3 misli büyüklüğündeki bilgisayarların sergileyecekleri faaliyetleri sollayacak veya taş çıkartacak olan beyinden başkası değildir elbet.        
      -Şehrin dışarıdan gelmesi muhtemel tehlikelere karşı korumak üzere her an nöbet bekleyen askerler vazifelendirilmiş. Üstelik bu askerler şehir içerisinde kuş uçurtmuyorlar da.  Es kaza kötü niyetli herhangi bir düşman içeri sızsa anında onu yok edebiliyorlar. Vücut şehrimizde öyle mükemmel savunma sistemi kuruludur ki dillere destan dersek yeridir.  Hele ki mikroplarla savunma askerleri arasında ki kıyasıya savaş vücut sarayımızda an be an yaşanmakta da. Ne zaman ki kendimizi iyi hissetmeyiz, o zaman bir şeylerin iyi gitmediğinin farkına varmaktayız. Belli ki vücut iklimimizi istila eden mikroplar düşman kuvvetlerini karşılayan ilk savunma öncüsü olan fagosit hücrelerini etkisiz hale getirmişlerdir. Bu durumda ister istemez bir üst kademede yer alan makrofaj (monocyt’in olgunlaşmış hali) adında savunma askerleri karşı koymak için can siparene çarpışmak için var olacaklardır. Şayet bunlarda düşmana yenilirlerse en üst kademede bulunan T hücreleri karşı koymak zorunda kalacaklardır.  Zaten bunların mağlubiyete uğraması demek hastalığın vücudumuzu tamamen abluka altına aldığı anlamına gelecektir ki, bu noktada doktora gitmekten başka artık çare kalmayacaktır.
       -Şehirde çalışan her hizmetkâr kendisi için tayin edilen hizmet mahallinde vazife yapıyor, bir kez olsun yanılıp, şaşırıp ya da isyan edip başka bir yere gitmiyorlar. Hatta herkeste en küçük itaatsizlik ve düzensizlik eseri görülmemektedir.
      İşte madde madde sıraladığımız vücut şehrimizde yaptığımız bu seyahatimiz boyunca karşılaştığımız her bir hayret verici manzaralar karşısında ister istemez kendimize soruyoruz, bu muhteşem şehrin yaratıcı hâkimi kimdir diye. Hiç kuşkusuz Yaratıcımızın güç ve kudretini idrak edip anlamak için vücut şehrimizin her karesine bakmak kâfidir.  Baksanıza vücut şehrimizin birçok azaları çift halde yaratılmıştır. Üstelik çift olanlar birbirlerinin simetriği de. Öyle ki, insan anatomisine yönelik çalışan bilim adamları sol gözün sağ gözle simetrik olduğunu, sağ kulağın sol kulakla simetrik olduğu, sağ elin sol elle simetrik ve sol ayağın da sağ ayakla simetrik olduğunu dile getirirken bundan maksat biyolojik manada en ideal birbirine simetrik benzerliğinin varlığını vurgulamak içindir elbet. Gerçekten de vücut şehrimize şöyle derinlemesine baktığımızda, Yüce Allah’ın (c.c)  en ideal simetrik bir şekilde çift olan organlarımızı yaratmış olduğunu görürüz.  Zaten hadis olan   (yani sonradan meydana gelen) cümle yaratılmış canlı cansız oluşumlar Yüce Allah’ın yaratmasıyla ancak vücut bulabilmekte. Bu nedenledir ki Yüce Yaratıcı bu manada Vâcibu’l-vücud’dur deriz hep.  Hem nasıl öyle demeyelim ki, baksanıza değil azalarımız, vücut şehrimizin temellerini oluşturan hücreler bile rast gele değil kendileri için çok önceden planlanmış tam tamına isabetli mekânlarda konumlanacak bir şekilde belli bir gayeye yönelik misyon yüklenmiş durumdalardır.  İyi ki de gerek hücrelerimiz gerek dokularımız gerekse organlarımız belli bir gayeye yönelik konumlanmışlar.  Nitekim bir bakıyorsun insanın kulakları dirseğin üzerinde yer almamakta, kendine en uygun olan antenlik konumlanma mekân nereyse orada yer almaktadır. Hakeza kıllarda kabile kabile, soy soy, ırk ırk birbirinden ayırd edilecek şekilde, yani simetrik bir şekilde yaratılmıştır. Görünen o ki vücut şehrimiz rast gele (simetrik dışı) tasarlanmamış, tam aksine kuşların kanatları ve ağaçların yapraklarının dizilişinde olduğu gibi simetrik bir şekilde yaratılmıştır.
       Bilindiği üzere elektrik ampulünden bahsedip de Edison’un adını anmayan hiç yok gibidir.  Oysaki kâinatta elektronlar, protonlar, nötronlar vs. yaratılışlarından beri hep vardılar zaten. Dolayısıyla Edison sadece kâinatta var olan elektriği keşfetmiştir. Yani bu demektir ki olmayan bir şeyi vücuda getirip de bir şey keşfetmiş değildir.  Fakat insanoğlu her nedense keşfedilen kanunları ballandıra ballandıra anlatırken asıl kanunları yaratan ve kanun koyucu gücü anmaya geldiğinde yan çizip anmak bir yana Allah’ın ismini dile getirmeyi unutmuş gözüküyor. Gerçi şu da var ki insanoğlu sahibini mucidini unutmuş olsa da Yüce Allah’ın şanına zerre miskal bile asla noksanlık getirmeyecektir. Hele ki Yüce Yaratıcı güç; bir an olsun insanı eşrefi mahlûkat bir varlık olmaktan men etmiş olsa,  biz bu durumda aciz kullar olarak ne yapabiliriz ki, hayatta olmayız da zaten. Dolayısıyla hayatın manasını ve yaratılış kodlarımızın nimetlerini başka yerlerde arayıp kendi kendimize zulmetmeye hiçte gerek yoktur. Bize sadece Yüce Allah’tan kendi üzerimizde tezahür eden feyiz ve bereketten istifade edip konuk olduğumuz dünyamızı cennete çevirmek yaraşır.  Ki bunun için yaratılış gayemize yönelik kul olmanın gereklerini yerine getirmek kâfidir.
        Tabii yaratılış mucizesi iyi hoşta,  peki ya,  bu arada solunum yoluyla vücut içerisine giren gazla dışarı çıkan gazın aynı yollardan geçtikleri halde birbirine karışmamalarına ne demeli? Baksanıza bir yandan solunumla akciğerlerimize dışardan oksijen alıp yediğimiz gıdaları yavaş yanmayla yakaraktan dışarıya karbondioksit salarken,  diğer yandan da soluduğumuz temiz havaya herhangi bir halel getirmeksizin akciğere ve oradan da kan dolaşımı yoluyla tüm vücut azalarına kirli kan ile temiz kanı birbirine karıştırmaksızın içeriye taşır haldeyiz.  Tüm bunları bilim adamları düşüne dursun,  asıl bizim aklımızın erdiği şudur ki insanlar ve hayvanlar sürekli karbondioksit imal ederken, bitkiler de fotosentez yoluyla habire oksijen açığa çıkarmak için seferber olmuş durumda olduklarıdır. Belli ki bu karşılıklı oksijen ve karbon döngüsü sistemi olmasaydı biyo hayat iksirinden asla söz edemeyecektik. Dahası karşılıklı al gülüm ver gülüm babından diyebileceğimiz böylesi mükemmel döngü sistemi olmasaydı canlı âlem tabiatta hâlihazırda mevcut tüm oksijeni veya karbondioksiti dolaşıma sokmaksızın tüketip kendi hayat can damarını kendi koparmış olacaktı. Her neyse insanoğlu oksijen,  karbondioksit şu bu derken biyolojik hayatı kavramak adına organik kimya ile haşir neşir olup ateşi keşfedivermiş oldu. Böylece medeniyet alanında birçok bilim dalı ve deney teknikleri hızla yayılıverir de. Öyle ki;  Justus von Liebig, Jöns Jacob Berzelius, Jean-Baptiste Dumas gibi işin ehli biyokimyacılar tarafından organik bileşiklerin yapısı hakkında deneysel metotların 1811–1831 yılları arasında geliştirildiğine şahit olduk. Hatta bu meyanda İtalyan kimyager Stanislao Cannizzaro kurduğu ilk modern kimya laboratuvarıyla deneysel ve moleküler formülleri birbirinden ayırt etmede kendi adıyla anılan avagadro hipotezini keşfediverir de. Derken sonraki kuşaklarda insanoğlu etilen (C2H4), siklopentan (C2H10), siklo heptan (C7H14) gibi deneysel formüllerle yüzleşmenin yanı sıra C2H4, C5H10, C5H10, C7H14 gibi moleküler formüllerle de tanışıvermiş oldu.  Artık günümüzde gelinen noktada gelişmişlik öyle bir hal aldı ki laboratuvarda bir bardak suda atomların diziliş ve birbirleriyle olan molekül bağların nasıl işlediğini bilim adamlarının çalışmalarıyla daha da bir anlam kazanmış oldu.  Her ne kadar şimdiye dek yapılan bir takım laboratuvar analiz çalışmalarıyla mikro âleme doğrudan fiziki olarak dokunamazsak da ortada bir matematik programın var olduğu gerçeğinin farkına varmamız bile başlı başına bizim için çok önemli kayda değer bir kazanım olsa gerektir. Nitekim Friedrich August Kekule,  Archibald Scott Couper ve Alexander Mikhaylovich Butlerov tarafından ileri sürülen kimyasal yapı teorisine göre;    
     -Organik bileşikleri oluşturan atomlar her bir bileşik için sabit sayıda bağ yapmaktalardır. Nitekim bir bakıyorsun karbon atomu tetravalent değerde, oksijen atomu 1 valent değerde, hidrojen ve halojen atomları ise mono valent değerde bağ oluşturabiliyorlar pekâlâ.  Tabii bu arada unutmayalım ki, her ne kadar hidrojeni atomunu tek başına soluyamasak da, hidrojen olmaksızın da ab-ı hayat sudan söz edemeyeceğimiz malum. Belli ki bir elin nesi var iki elin sesi var misali atomlarda bir araya geldiğinde ancak o zaman daha bir bambaşka ses getirip bir anlam ifade etmekteler. Hele bilhassa oksijen, hidrojen ve karbon atomları ister birbirlerinden bağımlı olsun isterse birleşmiş halde bulunsunlar sonuçta her birinin biyolojik hayatımızın temel elemanları olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.
       -Karbon atomu bir ya da daha fazla bağ yapmak üzere başka atomlarca kullanılabiliyor da. Zira tüm organik yapıların iskeletinin oluşmasında karbon atomu vardır. İşte kimyasal yapı teorisi bu bağ oluşumları gerçeğinden hareketle organik bileşiklerin fiziksel ve kimyasal özelliklerini bu şekilde ortaya koymaktadır. Mesela etil alkol ve dimethyl eter aynı bileşim formülüne sahip olmakla birlikte etanolün  (C2H6O), fiziksel ve kimyasal özelliklerini kimyasal yapı teorisyenleri yapı bakımdan iyice analiz edip mercek altına aldıklarında aralarındaki ince ayırımı ortaya koyabiliyorlar.
       Velhasıl-ı kelam;  vücut şehrimizin içerisinde her an, her salise hiç duraksamaksızın sayısız hikmet ve sır mucizeleri cerayan etmektedir. Önemli olan bu olayları düşünüp yaratıcıya kulluk şuurunda bulunmak en doğru tutum olacaktır.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/vucut-sehri-6219-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty ENZİM DÜNYASI

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ara. 03, 2022 8:22 pm

ENZİM DÜNYASI
    SELİM GÜRBÜZER

Enzimlerin gerek fotosentez olayında gerekse molekül bağlarının bağlanmasında katkı payı çok büyüktür.  Bilindiği üzere kimyasal reaksiyona giren ve çıkan birçok moleküllerden enerji elde etmek için enzimlerin bağlayıcı, parçalayıcı ve çözücü etkisine ihtiyaç vardır.  Peki,  enzim ihtiyacı iyi hoşta, enzimler sadece bağlayıcı, parçalayıcı ve çözücü etki mi yaparlar? Hiç şüphe yoktur ki tüm bunların yanı sıra proteinlerin sentezine yönelik hücre içerisinde oluşan tüm reaksiyonların başlatıcısı ve hızlandırıcısı olarak da katalizör etkileri söz konusudur.  Zaten enzimlerin katalizör etki özellikleri olmasaydı hücre içerisinde cereyan edebilecek bir takım reaksiyonlar için yüksek sıcaklığa ihtiyaç duyulacaktı ki, bu da hücre içerisinde yakıcı bir etki göstereceğinden bir anda DNA zinciriyle birlikte diğer hücre elemanlarının tutuşmasına sebebiyet teşkil edecekti.  
        Şu da bir gerçek DNA’nın kopyalanma işlemleri de bir takım enzimler marifetiyle gerçekleşmektedir. Şayet çift sarmal halkalı DNA zincirinin kopyalanma, çoğalma ve ayrıştırılma işlemlerini laboratuvar şartlarında oluşturmak istiyorsak bunu ancak hazırlanacak olan hücre ekstraktını sırasıyla DNA izolasyonu,   PCR ve denatürasyon işlemleri denen bir süreçte termal döngü cihazında fiziki olarak belli başlı sıcaklık aralıklarında ısıtaraktan hidrojen bağlarını kopartmak suretiyle oluşturabilecektir. Yok, eğer bu işi laboratuvar şartlarında değil de bizatihi canlının hücre yapısı ortamında oluşturulmak istendiği durumlarında hiç kuşku yoktur ki direk olarak doğrudan ısıtmanın diğer hücre organellerine de zarar vereceği muhakkak.  Besbelli ki canlının yaratılış kodlarına halel getirecek bu tür doğrudan müdahalelere meydan vermemek için olsa gerek ta baştan hücre ortamında ısı enerjisi yerine kimyasal enerjinin kullanıldığı bir enzim marifetiyle DNA zincirini bir arada tutan hidrojen bağlarının parçalanabileceği bir mekanizmanın kuruluşu öngörülmüştür. Dahası öyle anlaşılıyor ki böylesi mükemmel kurulu bir mekanizma sayesinde ancak ve ancak çift zincirli DNA halkası birbirinden ayrılma işlemleri gerçekleşebiliyor. Hem nasıl gerçekleşmesin ki, baksanıza ortada ateşte pişirilmiş DNA’ya karşılık gelen ayrıştırma işleminin ta kendisi aracı bir rol üstlenilmiş bir enzim marifeti söz konusudur.  Öyle ya, nasıl ki Kur’an’da bir ayette geçen yapıştırıcı çamurdan maksat DNA uçlarının yapıştırıcı özelliğine işaretse, aynen burada ki ateşte pişirilmeden maksatta enzim marifetiyle bir tür ısınma diyebileceğimiz bir yöntemle çift zincirli DNA halkasının ayrıştırılıp tek zincir hale düşürülmesine işaret bir durum söz konusudur.  Şayet laboratuvar şartlarındaki gibi direk olarak doğrudan DNA zinciri ısıya maruz bırakılmış olunsaydı vay o hücrenin haline, ne ortada DNA çift sarmal halkası kalırdı ne de diğer hücre organelleri. Değim yerindeyse hepsi bir anda tutuşup duman olan organeller olacaklardı. Kelimenin tam anlamıyla enzim moleküllerinin burada üstlendiği misyon; hücre içerisinde girdiği birçok kimyevi reaksiyon faaliyetlerde hücre organellerini tutuşturmaksızın enerji sarfiyatını en asgari seviyelere çekerekten işlemini gerçekleştiriyor olmasıdır. Nitekim Yüce Allah (c.c)  bu hususta Kur’an’da “(Allah) insanı ateşte pişmiş gibi bir çamurdan yarattı” (Rahman, 14) diye beyan buyurduğu ayeti kerimeyle enzim marifetinin  ‘ateşte pişmiş gibi’ özelliğine işaret edilmekte. İşte enzimin bu söz konusu yakmaksızın katalizör pişirme etki özelliği sayesinde DNA çift sarmal halkası sanki ısıtılmışçasına birbirinden ayrıştırılma işlemleri bu şekilde gerçekleşmiş olur.
Evet, enzimler tıpkı bir anahtarın kilidi açmasında olduğu gibi hücre içerisinde bir takım molekülleri ya parçalayarak ya da birleştirecek tarzda etki yapıp birçok kimyasal reaksiyonun oluşumunu tetikleyip öncülük etmekteler bile.  Yani bu demektir ki, her bir enzimin kilit noktada hangi molekülle izdivaç eyleyeceği,  hangi molekülle reaksiyona gireceği, ne gibi görevler üstleneceği,  kendi başlattığı kimyasal reaksiyonları ne kadar süre içerisinde bitireceği gibi bir dizi işlemler için öncü kuvvet olmakta.  Derken enzimlerin bir dizi üstlendiği bu öncülük misyonu atalarımızın değimiyle “Minareyi çalan kılıfını hazırlar” şeklinde iş bitirici öncülük olarak anlam kazanır da. Gerçekten de enzimlerin bu işi bitiriciliklerini başlattıkları ve tetikledikleri bir dizi kimyasal reaksiyonları sağ salim nihayete erdirmeden bulundukları alanlarda pılını pırtısını toplamayıp, yani çekip gitmediklerinden bunu anlayabiliyoruz.  Ta ki başlattıkları işleri hal yoluna koyup nihayetlendirirler, işte o zaman bir sonraki görevi üstlenmek için yine orijinal kalıp haliyle oradan ayrılıp çekip gitmekteler. Nitekim bu noktada örnek verecek olursak, mesela Beta-amylase enziminin glikoz elemanlarının nişasta zincirinden kopmasını sağlayaraktan disakkarit maltoz şekerine dönüşümünü icra etmiş olur.  Ancak ne ilginçtir ki yaptığı icra işlemlerinde sadece selüloza etki etmediği gözlemlenmiştir.  Her neyse, sonuçta enzim hadisesinden anlaşılan o ki her reaksiyonun başlaması veya sonlanması için kendi kalıbına uygun özel enzim görevlendirildiği gibi ayrıca her moleküle özgü çok sayıda enzim çeşidi tahsis edilmiş durumdadır. Madem öyle, enzim deyip es geçmemeli. Hem nasıl es geçebiliriz ki, düşünsenize elimizi açıp kapamamız bile bir takım enzimlerin devreye girmesi faaliyetleri sayesinde gerçekleşmekte. Belli ki canlı organizmalar da oluşan her bir kıpırtı değim yerindeyse kimyasal reaksiyonun fitilini ateşlemek demek olacaktır ki ister istemez bu noktada bir takım enzimlerin devreye girme maharetine ihtiyaç duyulması kaçınılmazdır. Hatta bilimsel çalışmalar neticesinde gelinen noktada hücre içerisinde vuku bulan pek çok hadisenin bir takım enzimler ve mRNA aracılığıyla vuku bulduğu belirlenmiştir. Öyle ki, bu noktada mesela mRNA'nın protein sentezi hadisesini gerçekleştirebilmesi için her beş dakikada bir enzim üretmesi icap eder.  Buna mecburlar da. Çünkü üretilen enzimlerin her birinin ömrü yaklaşık 20 saatle sınırlı kalmaktadır. Ki, bu durum 20 saatlik ömür içerisinde bir adet mRNA' dan 240 adet enzim üretileceği manasına gelir. Üstelik bu sayı sadece bir adet mRNA’nın tek başına gerçekleştirdiği bir sayıdır. Dolayısıyla bunun gibi aynı kategoride yer alan 240 adet mRNA’nın çalışmakta olduğunu düşündüğümüzde diğer moleküllerinde ortalama 57.600 enzim imal ettikleri gerçeği ile yüzleşiriz. Hatta genetik kodların kopyalanması, çoğaltılması ve değiş tokuş işlemleri gibi DNA zinciri üzerinde vuku bulan “kes-kopyala-yapıştır” türünden bir dizi işlemlerde birtakım enzimler tarafından gerçekleştirilmekte.  Nitekim yukarıdaki satırlarda da belirttiğimiz üzere enzim marifetiyle DNA uçları birleştirileceği zaman diğer DNA parçalarının uçlarına karşı yüksek bir bağlanma eğilimine girer de. Derken enzim marifetiyle gerçekleşen bu yapışkanlık aynı zamanda Kur’an’da zikrolunun “Şüphesiz biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11) diye beyan buyrulan ayet-i kerimenin esrarıyla da karşılık bulur.  İşte bu ayetin mana ve ruhundan da anlaşılan odur ki insan yaratılış mayasını oluşturan çamur aslında DNA uçlarının birleştirileceğine delalet eden yapışkan çamurdan başkası değildir.  Ki, protein sentezi DNA üzerindeki kodlu anlamında yapışkan bilgilerin bir takım enzimler vasıtasıyla önce RNA molekülü üzerine kopyalanması gerekir ki DNA molekülünün yüksek viskozitesinden ve kes-kopyala-yapıştır niteliğine haiz yapışkan uçlar sayesinde yaratılış mucizesi gerçekleşiversin. Zaten bu söz konusu uçlar genetik bilim dalında yapışkan uç olarak nitelenir. Öyle ya madem kes kopyala yapıştır türünden nitelenen yapılan işlemler bile bir takım enzimler aracılığı ve marifetiyle gerçekleşmekte o halde bu demektir ki enzim üzerinde çok daha kafa yormak gerekecektir.
       Bilindiği üzere bakterilerin toprağa karışan artık maddelerden tek ayrıştırmadığı madde plastik malzemelerdir. Şayet insanoğlu plastik maddelerin çevreye saldığı kimyasal gazların zararlarından korunmak istiyorsa plastik sanayide kullanılan plastik mamullerinin içerisine enzim türünden bir madde katmayı başarması lazım gelir.  Başarıldığı takdirde biliniz ki plastik maddenin güneş ışığının etkisiyle kolayca parçalanıp ayrıştırıldığını, pekâlâ görmek mümkün olabilecektir. Böylece sentetik enzimin keşfiyle birlikte yeni bir teknolojik hamlenin günlük hayatımıza renk katacağı gerçeği ile buluşacağız demektir. Kaldı ki bilimsel çalışmalar sonucunda 600’den fazla enzim çeşidinin var olduğu belirlenmiş olup, hatta her geçen gün bu sayının daha da artacağı ihtimal dâhilindedir. Mesela demir sadece hemoglobin içerisinde değil kas proteinini oluşturan miyoglobin ve daha birçok enzimin yapısında bile bulunabiliyor. Şu da bir gerçek enzim yapısı büyük ölçüde protein içermesine rağmen, hiçbir protein tek başına enzim fonksiyonu icra edememektedir. Mutlaka proteinin enzim hüviyetinde olması gerekmekte. Bu arada enzim faaliyetlerin düzenlenmesinde bir takım hormon ve sinirlerin uyarıcı rol oynadıklarını da unutmamak gerekir.
      Koenzim
      Bir takım mineral ve vitaminler malumunuz koenzim olarak addedilirler. Bu yüzden koenzimlerden çoğunun esasını vitaminler oluşturmakta dersek yeridir. Dolayısıyla koenzim nedir denildiğinde;  verilecek cevapta enzimlerin görev yapabilmesi için protein yapısında olmayan vitamin türü bir madde diye tarif edebiliriz. Şayet koenzim görevi yapan gruplar enzime sıkı bir şekilde yapışık halde konumlanırsalar bu kez prostatik grup olarak isim alırlar. Bilindiği üzere vitaminsizlikten ötürü pellegra, beriberi, iskorbüt (c vitamini eksikliği) ve vitamin eksikliği (vitaminoz) gibi hastalıklar nüksedebiliyor. Mesela uzun deniz seyahatlerine çıkanların iskorbüt hastalığına yakalandığı bilinen bir durumdur. Bu yüzden tayfalar bu hastalıktan korunmak adına limon suyunu ilaç niyetine içerlerdi. Dolayısıyla deniz seyyahları tarih kitaplarında limon sıkıcılar olarak adından söz ettirmişlerdir. Nitekim bu ilacı Portekizli ünlü denizci Vasco De Gama’nın seferleri sırasında yüzlerce denizcinin ölümüne yol açmanın bir arayışı olarak deniz tayfalarınca Madagaskar’da bu ilaç keşfedilmiştir.
       Her neyse insanoğlu vitaminlerin sırrını keşfede dursun şu da bir gerçek koenzimsiz de hayat devam edebiliyor. Özellikle insanda genel olarak hidroliz yapan enzimler koenzime ihtiyaç duymadan iş görürler.  Örnek mi? Mesela sindirim kanalında iş yapan hidroliz enzimi bunun tipik misalini teşkil eder.  Bu örneğin tam zıddı olarak hazır koenzimlerden söz etmişken ise mesela izomerizasyon, grup transferi, okside redüksiyon ve kovalent bağ teşekkülünü sağlayan enzimler de koenzimlerle birlikte iş tutarlar.  Madem öyle, koenzimleri de yüklendikleri görevleri itibariyle şöyle sınıflandırabiliriz:
      -Hidrojen transferi yapan enzimler,
      -Hidrojen dışında ki gruplarda transfer görev yapan enzimler.
       Hidrojen transferi yapan enzimler
       Bir miktar hidrojen peroksidi (H2O2)  arada bir katalizör olmaksızın ısıtıldığında hemen hidrojen ve oksijen bileşenlerine ayrışmadığı,  ancak ayrışması için belli bir süreçten geçmesi gerektiği gözlemlenmiştir. İşte bu süreci hızlandırmak adına katalizör bir platin siyahı bir madde eklemek bu iş için yeterli olacaktır. Ya da bir kimyagerin balon içerisine hidrojen ve oksijen gazlarını belirlediği ölçülerde doldurup bir şekilde ortama küçük bir kıvılcım vererekten ateşlemesi birlikte önce büyük bir patlayışa, sonrasında ise su moleküllerini elde etmesi pekâlâ mümkün. İşte kimyagerler bu ve buna benzer deneylerle ter döke dursunlar, şu bir gerçek tabiatta ve canlı hücrelerde an be an yaşanan bu tip bir dizi molekül oluşumlar ve reaksiyonlar hiçte kimyagerler kadar ter dökmeye gerek kalmaksızın yaratılış kodlarına yüklenmiş kimyasal denklem formüllerle çok daha mükemmel yöntemlerle gerçekleştirilmekteler zaten. Kaldı ki canlı hücre âlemi sadece ayrıştırma, parçalama gibi işlemlerle sınırlı değil,  aynı zamanda hücreler arası molekül taşıyıcılığı diyebileceğimiz transfer işlemlerinin de yapıldığı bir âlemdir. Bilindiği üzere hidrojenin oksijen üzerinde transferi krebs çemberi üzerinden gerçekleşip, bu olay organizma için son derece hayati önem taşıyan ilk reaksiyon zinciri olarak dikkat çeker. Böylece krebs çemberi üzerinde gerçekleşen solunumla enerjinin açığa çıkma hadisesi bu tür bir dizi hidrojen transferi işlemlerinin neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır. Peki, bu noktada enzimler bu işin neresinde denildiğinde hiç kuşkusuz enzimler de bu olayda hem hidrojen atomunun elektronlarını alarak hem mitokondri bünyesinde bulunan düşük potansiyelli moleküllere taşıyıp aktarmak suretiyle bu işin ucundan tutmuş olmaktalar.  Her ne kadar bünyelerine hidrojen almak suretiyle indirgenen koenzimler okside duruma geçerken ilk etapta birleşemese de,  bilahare hidrojenin oksijene kademe kademe taşınmasıyla birlikte hem su, hem de enerjice yüksek 3 ATP molekülü meydana gelmiş olur.  Hidrojen transfer olayının önemini ortaya koyan bir diğer dikkat çeken dönüşüm ise hiç kuşkusuz pürivik asidin laktik aside dönüşüm hadisesidir. Nitekim bu dönüşümün katalizlenmesinde laktat dehidrogenaz enzimin devreyi girmesi birinci derecede etken unsur olarak ortaya çıkıp, bunun akabinde NADH’nin NAD’ye dönüşümü de gerçekleşmiş olur. Derken glikozdan enerji elde etmeye yönelik NAD’nin pozitif olarak yükseltgenmiş halde fosfo glukonat çemberi üzerinde 1 mol glikozun parçalanmasıyla birlikte 6 ATP’lik enerji elde edilmiş olunur.  Keza krebs çemberi ve oksidatif fosforilasyon sistemiyle oluşan glikoz yıkımı sonucunda ise 38 ATP’lik enerji açığa çıkmış olunur.
       Öyle anlaşılıyor ki; enerji üretimi sadece enerji santrallerine has bir durum olmayıp, aynı zamanda hücre âlemi içerisinde de geçerlilik arz edip üretilebilecek olan bir durumdur. Düşünsenize güneşten gelen ışık bitki hücresinin bünyesinde besine dönüşebiliyor. Belli ki başlangıçta ışık enerjisinin önce besine dönüşmesi, sonra bu besinlerin tüketici olarak bilinen hetetrof canlılara transfer edilme işlemleri sıradan bir devri daim döngü işlemleri gibi gözükmeyip son derece planlanmış belli bir program dâhilinde gerçekleşen devri daim döngü sisteminin marifeti bir iş olarak gözükmekte. Hem nasıl ki günlük hayatta örneklerini gördüğümüz buharla çalışan bir makine buhar basıncına muhtaç,  elektrikle çalışan bir motor elektrik enerjisine muhtaç durumdaysa, aynen öyle de hücrelerde vücuda dışarıdan giren besinlerin kimyasal enerjiye çevrilmesi sonucunda açığa çıkan enerjiden yararlanma noktasında ise adenozin trifosfat’a (ATP) muhtaçtırlar. Hele bilhassa ATP’nin yapısında azot içeren adenin ve şekerden meydana gelmiş bir riboz, üç oksijenli fosfat grubu ve bir hidrojen yapıda olması bize sürekli kullanılan yenilenebilir ve enerji taşıyıcı özellikte bir molekül olduğu yönünde izlenimi vermeye ziyadesiyle yetiyor. Derken bu arada bizler de bu enerji taşıyıcılık özelliği sayesinde enerjik bir şekilde hareket edip iri ve diri olmaktayız. Sadece bizler mi, mesela bir balıkta yüzerek denizin keyfini çıkarmakta, bir bitki gülümseyen yüzüyle çiçek açmakta, bir maya hücresi de yıkılmadım ayaktayım dercesine bölünüp çoğalabiliyor pekâlâ.
Evet, maya hücresi de enerjiktir. Dolayısıyla maya deyip es geçmemek gerekir.   Lise de fen derslerinde fermantasyon kelimesini çoğumuz duymuşuzdur. Aslında fen dersinde karşımıza çıkan bu kavram ‘mayalanma’ anlamında bir kavramdır. Yani kimyasal bileşimlerin mevcut durumundan daha küçük parçalara dönüşmesi sonucunda ortaya çıkan ürüne mayalanma deriz. Elbette ki bu küçük değişime sebep olan etken faktör bitki ve hayvanlar tarafından üretilen bir takım enzimlerden başkası değildir. Hatta bu noktada mayalar (yeast) enzim üreten tek hücreli bitkiler olarak bilinmektedirler. Dolayısıyla anaerobik bakteriler ve mayalar gibi mikroorganizmalar oksijensiz yaşayıp, enerji ihtiyacını beslendikleri gıdaları bünyelerinde var olan bir takım enzimler sayesinde parçalayarak karşılamaktalar. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşümüyle açığa çıkan enerji bu kabildendir. Dahası mayalanma olayı “alkolik, asetik ve çürüme” tarzında üç yoldan gerçekleşebiliyor. Sonuçta hangi yoldan gerçekleşirse gerçekleşsin her bir mayalanma hadisesinde kimyasal değişimde rol oynayan ve işi bizatihi enzim üretmek olan tipik mikroorganizma faaliyetinin ta kendisi bir marifet olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir.  Mesela meyve siropuna (şekerli sos) şekeri fermente eden zymase enzimi işin içine dâhil olduğunda bir anda alkol dönüşümü vuku bulabiliyor.  Keza üzüm suyu sirke anası denen bir bakteri sayesinde sirkeye dönüşüp,  bu olay da tipik bir asetik mayalanma olarak karşılık bulur.  
 Bu arada et ve diğer hayvani gıdalar da bir açıkta bırakılmalarıyla mikroorganizma üremesiyle birlikte kontamine olunur ki bu çoğu zaman insan sağlığı açısından risk teşkil etmektedir. O halde yiyeceklerin bozulmaması için bakterilerin üreme fırsatı bulamayacakları soğuk zincir şartlarında veya buzdolabında saklı tutmak ya da konserve haline dönüştürülmesinde her daim fayda vardır elbet. Şu da var ki yediğimiz gıdalar kontamine de olsa sindirilmekte. Mesela tükürük içerisindeki pityalin enziminin nişastayı eriyebilir şeker haline dönüştürmesi bunun ilk tipik basamağıdır zaten.  Diğer sindirim basamaklarında ise malum; sindirim sistemi boyunca bir dizi mide, bağırsak, pankreas gibi tüm ara istasyonlarda rol alan enzimler tarafından gerekli dönüşümler yürütülmektedir.
        Solunum olayında karbondioksit (CO2) ve suyun (H2O’yun) açığa çıkması glikozun oksijensiz ortamda pirüvik asidin laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla gerçekleşmektedir. Derken bu olay sayesinde oksijenin birçok kimyasal olaylarda aktif hale gelmesi sağlanır. Hakeza hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksidatif fosforilasyonla yakılıp enerji elde edilmesi de bir başka enerji kaynağını ortaya koymaktadır. Elbette ki bu kaynak mitokondrilerden başkası değildir.  Nitekim mitokondrilerin iç kısmındaki krista denilen raflar oksidatif enzimlerin sıralandığı mekânlar olup buralarda son derece ciddi anlamda kimyasal reaksiyonlar sahne almaktadır. Özellikle asetil Koenzim A’nın enzimden enzime geçme aşamalarında reaksiyona giren ürünlerin CO2 ve H2O’ya çevrilmesiyle birlikte kimyasal enerji açığa çıkmaktadır. Böylece bu enerji sayesinde protein sentezi için gereklilik arz eden ATP üretilmiş olur. Bu demektir ki her canlıda bir takım kimyasal reaksiyonlar her an her salise meydana gelebiliyor. Zira kimyasal reaksiyonlar moleküllerin birbiriyle reaksiyona girmesiyle meydana gelir. Fakat bu reaksiyona girme işlemini gerçekleştirebilmek içinde dışarıdan mutlaka bir aktivasyon enerjisine ihtiyaç vardır. Nasıl ki nur topu bir çocuğun dünyaya gelmesi için anne karnında belirli aşamalar kaydedildikten sonra gerçekleşiyorsa suyun meydana gelmesi içinde belli bir aşama süreci gerektirip, akabinde ab-ı hayat su doğmaktadır. Anlaşılan ab-ı hayat için aktivasyon enerjisi zaruridir. Bu enerji olmadan ne kimyasal reaksiyon başlatılabilir ne de başlamış olan reaksiyon hızlandırılması gerçekleşebilir. Rabbü’l Âlemin bu yüzden birçok hayati olaylarda kimyasal reaksiyonların cereyan edebilmesi için canlıyı meydana getiren hücrelerin arasına katalizör görevi ifa edebilecek enzimler yaratmıştır. İşte bu enzimler sayesinde birçok hayati fonksiyonlar işler hale gelmektedir. Dolayısıyla su deyip geçmemeli, o başlı başına bir katalizör rolü oynayan önemli bir can suyudur. Sadece su değil tabi, bunun yanı sıra protein içeren her madde de aynı zamanda katalizör misyonu üstlenmişlerdir.  Nitekim bu misyona sahip protein moleküllerine enzim de denilmektedir. Bakın bitkiler adeta kimyagerlere taş çıkartırcasına kimyasal reaksiyonların başlatılması için çok sayıda araya giren maddeler anlamına gelen katalizör türünden özel maddeler kullanabilmekteler. Kimyagerler de malum katalizör olarak platin türü maddeler kullanmak suretiyle ancak birçok kimyasal reaksiyonların oluşturabilmekteler.  Mesela bir kimyager 2 hidrojen molekülü 1 oksijen molekülüyle karıştırıp en basitinden katalizör madde olarak kullandığı bir kibriti çakmasıyla bir anda reaksiyon patlamayla ancak su elde edebiliyor. Aslında aktivasyon enerji için dışarıdan başlatılan bir kıvılcıma da gerek duyulmayabiliyor.  İcabında bunun yerine oda sıcaklığında platin türü siyahı bir katalizör madde katarakta oksijen ve hidrojenin reaksiyona girmesi pekâlâ sağlanabilir. Bu demektir ki katalizör görevi yapacak olan tüm enzimler kendilerinde değişiklik meydana getirmeyecek şekilde reaksiyon başlatma veya hızlandırma görevi ile yüklenmişlerdir. Bu yüzden enzim yapısında bir protein molekülü protein karakterinde olmayan bir başka molekülle birleşmiş halde bulunabiliyor. Mesela demirin B vitamini ile bir arada bulunması bunun tipik bir örneğini teşkil eder.
    Yapılarında protein içermelerinden olsa gerek enzimler ortam şartlarının değişmesinden etkilenirler. Bunlara ilaveten:
     -Subsrat yoğunluğu,
     -Enzim yoğunluğu,
     -Hidrojen iyon yoğunluğu,
     -İnhibitör yoğunluğu,
     -Temperatür gibi etki faktörlerini de ekleyebiliriz.
    Enzimlerin özellikleri:
    -Enzimler büyük miktarda substratı ürün hale çevirmek için bünyelerinde bulunan az miktarda katalizör enzim kullanırlar,
    -Enzimler katalize ettiği reaksiyondan asla etkilenmezler,
    -Bir enzim bir reaksiyonun denge şartlarını etkilemeyecek şekilde hızını artırırlar,
    -Enzimler oluşan kimyasal reaksiyonun aktivasyon enerjisini daha düşük seviyeye indirirler.  Mesela 1 mol enzim tarafından 1 dakikada içerisinde ürüne çevrilebilen substrat molekül sayısı o enzimin turnover sayısını vermektedir,
      -Enzimler en yoğun şekilde mitokondri ve kloroplastlarda bulunur.
    Enzimlerin isimlendirilmesi etkiledikleri reaksiyonlara göre şu şekilde isimlendirirler;
    -Enzimler etkiledikleri substrata ve katalize ettikleri reaksiyonun türüne göre isimlendirilirler. Genellikle substratın sonuna  -az eki getirilir. Örnek: Arginini etkileyen enzim arginaz olarak isim alır,
    -Enzimler etkiledikleri bileşik gruplarının adı ile anılırlar. Örnek: Proteinaz ve karbonhidraz enzimleri. Örnek: Proteinaz K enzimi.
    -Enzimler katalize ettikleri reaksiyonun tipine göre isimlendirilirler. Örnek: Karboksilaz ve fosforilaz enzimleri.
   Enzimler katalize ettikleri reaksiyonun tipine göre ise şöyle sınıflandırılırlar:
   -Hidrolitik enzimler. Örnek: Esteraz, karbohidraz ve proteaz,
   -Oksidasyon-redüksiyon enzimler. Örnek: Dehidrogenez ve oksidaz,
   -Fosforilaz enzimi,
   -Transferazlar,
   -Karboksilaz enzimi. Örnek: Glutamik-Aspartik Transaminaz,
   -İzomerazlar. Örnek: Aldoz ve ketoz,
   -Epimerazlar.
    Velhasıl-ı kelam; az gittik uz gittik derken fazla söze ne hacet,  işte sizlerde görüyorsunuz ya,  enzim dünyasını hep beraber mucizevi bir dünya olduğunu idrak etmiş olduk.
        Vesselam.
    https://www.enpolitik.com/kose-yazilari/arsiv-6003.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty ELEMENTLER DÜNYASI

Mesaj tarafından Selim Paz Ara. 11, 2022 5:05 pm

ELEMENTLER DÜNYASI
        SELİM GÜRBÜZER

        Kâinatı bir kitap olarak düşündüğümüzde, bu kâinat kitabının alfabetik harflerinin de hiç kuşkusuz elementler olduğunu düşünmemiz gerekecektir. Şurası muhakkak biyokimyanın temelleri de elemente dayanmakta. Dolayısıyla biyokimya âlemin element yönünü bilmeden hem abiyogenez hayatı hem de biyogenez hayatı anlamak mümkün olmayacaktır. Bilindiği üzere organik bileşikler için gerekli karbon (C), azot (N), oksijen (O), hidrojen (H) ve kükürt (S) gibi elementler sadece kâinat kitabının elementleri olarak değil aynı zamanda amino asitlerin yapı taşları olarak da karşımıza çıkmakta.
      İşte biyokimya düzeninde rol oynayan elementlerden bazıları:
      C (karbon)  
      Dünyada ne kadar organik madde varsa hemen hepsinin karışımında karbon maddesi vardır. Havadan alınan oksijen sayesinde insan ve hayvan bedenine alınan besinler yavaş yanmaya tabi tutulup bunun sonucunda dışarı karbondioksit verilmektedir. Şayet havada karbondioksit maddesi çoğalırsa tehlike arz edebiliyor. Neyse ki bitkiler karbonu zararsız hale getirecek faaliyetlerde bulunarak bu kıymet değer maddeyi dengede tutup yüreklere su serpmektedir. Nitekim klorofil içeren bitkiler havaya karışan karbondioksiti ışık enerjisi yardımıyla nişastaya çevirebiliyorlar. Böylece bitki bünyesinde biriken nişasta hayvanlara gıda olmaktadır. Hakeza insanoğlu da hayvan etlerini yemekle sunulan bu ziyafet sofrasından nasibini alıp, bir şekilde o da karbon döngüsünün içerisinde yer alır.  
     O (Oksijen)
     İnsan vücudu dakikada 250 ml oksijene ihtiyaç duyduğuna göre bu atomun önemi bin kat daha artmaktadır. Hatta insanın fazlaca efor sarf ettiği durumlarda bu ihtiyaç daha da artmaktadır. Kaldı ki solunum yoluyla aldığımız oksijeni kana vermek ve kanın hücrelerden topladığı karbondioksiti dışarı atmak akciğerin işi olsa da, ortamda oksijen yoksa akciğer ne yapsın, dolayısıyla oksijensiz hayat bir anlam ifade etmez. Baksanıza teneffüs ettiğimiz havaya bile ölçü tayin edilmiş. Mesela atmosferde oksijen %21’in üzerinde olsaydı yeryüzünde yanabilecek olan hemen her şey tutuşup duman olacaktı. Ya da tam tersi  %21’in altında olsaydı oksijensiz kalan beynimiz şuur kaybına uğrayıp ölüm kaçınılmaz olacaktı. Hakeza farzımuhal var sayalım ki kan dolaşımı birkaç dakikalığına ara verdi, bak o zaman kızılca kıyameti. Çünkü oksijen ancak yanıcı maddelerle birleştiğinde ateş var olmakta.  Hatta bu iş için her dakikada vücuda alınan gıdaları yakmak adına 400 santimetre küp oksijen kullanıp karşılığında habire karbondioksit açığa çıkartıyoruz. Anlaşılan oksijenin ateşlenmesiyle hayat enerjisi doğmakta, yani sindirim vasıtasıyla aldığımız yanıcı maddeler yakıcı oksijenle yanarak anlam kazanmaktadır. Böylece yanıcı ve yakıcı maddeler kanımız tarafından buluşturulup adeta nikâh edilirler. Derken nikâhı kıyılan çiftlerin reaksiyona girmesiyle birlikte hayat enerjisi elde ederiz. Tabiî ki bu reaksiyon biyoloji dilinde oksidasyon olarak tarif edilir. Hatta bu tarif doğrultusunda oksidasyonla mitokondrilerde bulunan bir takım enzimler katalizör görevi yaparak hayat enerjisine renk katmış olurlar. Ayrıca hayat enerjisinin dışında oksijenin glikozla birleşmesi sonucunda karbondioksit ve su açığa çıkmaktadır. Üstelik organizma içerisinde var olan serbest enerji heba edilmiyor da. Peki, heba edilmiyorsa ne oluyor derseniz, malum serbest enerji ATP veya bir fosfat bileşiği şeklinde depo edilir. Yani,  ihtiyaç hâsıl olduğunda başvurulacak enerji kaynağı olarak tutulup,  tutulan bu enerji yaklaşık 700 kalorilik bir değere tekabül etmekte. Derken canlılarda can ne ise cansız maddelerde de enerjinin o demek olduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Her ne kadar enerji formüllerinden bihaber olsak da enerjinin varlığını idrak etmemiz biz bir noktada element dünyasının da önemini kavramamıza ziyadesiyle yetecektir elbet. Yani bir yerde enerji varsa element var demektir,  ya da element varsa enerji de var demektir bu.
       Azot
      Azot atmosferde %79 oranında bulunmasına bulunurda ama onu doğrudan alamayız.  Böylesine önemli bir elementi zaten doğrudan alabilseydik belki de yememize içmemize de gerek kalmayacaktı. Belli ki azot kolay kolay başka maddelerle reaksiyona girip birleşemiyor, dolayısıyla oksijen gibi akciğerimizle ve damarlarımızda dolaşan kanla doğrudan bağlantı kurup bağlanamamakta. Azot canlı hayatımıza katkısı toprağın gübrelenmesinde ve tohum örneklerinin saklanmasında daha çok işe yaramakta. Malumunuz tohum örnekleri sıvı azotla -196 santigrat derecede dondurularak muhafaza edilebilmekte. Öyle ya, madem hayati öneme haiz bir takım tohum örnekleri sıvı azot sayesinde muhafaza edilebiliyor, o halde çok değişik türden besinler almalı ki bu kıymet değer elementi vücudumuza alıyor olabilelim.
     Mg (Magnezyum)  
     Magnezyum klorofil maddesinin tam merkezinde bulunup fotosentez olayında çok mühim rol oynayan bir elementtir Belli ki klorofil zincirinin merkezinde tek atom özelliğine sahip olması bu elementin önemini daha da bir artırmış gözüküyor. Zaten böylesi kıymet değer bir elementin klorofilin merkezinde yerini tutacak herhangi bir elemente rastlanılmaması bu durumu doğrular niteliktedir. Nasıl ki otomobilin kalbi sayılan motor olmadan sürücü hareket edemiyorsa, klorofilin kalbi diyebileceğimiz magnezyum elementi olmadan da bitkinin hayatiyet kazanamayacağı muhakkak. Magnezyum her ne kadar merkez konumda kalbi bir madde olsa da şu da var ki canlıların yaşadığı katmanlarda minimum düzeylerde seyretmektedir. Hakeza Mg (magnezyum)  hafif elementler grubundan olmakla birlikte biyosfere yakın tabakalarda az miktarda mevcut olup,  litosferin katılaşmış tabakalarında yüksek sıcaklıklarda ergimesi sonucunda daha derinlerde kristalleşmiş mineral halde bulunmaktadır. Neyse ki tahıl grubunun buğday danelerinde 231 mg magnezyum bulunmakla beslenmemizde can yoldaş olmakta.      
        Kükürt (S)  
       Tabiatta bulunmakla birlikte aynı zamanda proteinlerin ve önemli biyolojik bileşiklerin yapısına giren bir element olarak dikkat çekmektedir.
       Cl-  (klor)  
       Hayvanlarda özellikle hücre içi ve hücre dışı anyon elementi olarak gözüken bir elementtir.
       Potasyum (K+)
       Hücre içerisinde en önemli katyon elementidir. Hatta bitki öz suyu ve kanda erimiş halde bulunan potasyum, belli ki hayat için önemli bir fonksiyon üstlenmiş durumda. Keza sodyum elementi de öyledir.
      Kalsiyum (Ca)
      Kemiklerin en önemli yapısal bileşenini oluşturan elementtir.
      Mn    (Manganez)
      Bazı enzim aktiviteleri için gerekli olan elementtir.
      Fe (demir)
      Demir özellikle kan hücreleri için önemli bir metal iyonu elementtir.  Bilindiği üzere anne sütü demir yönünden fakir veya hiç denecek derecede bir ak sıvı özelliği taşımakta. Bu yüzden Yüce Allah bebeğin daha doğmadan anne karnında alması gereken demirin bir kısmını ceninin karaciğerinde muhafaza altına almıştır. Böylece dünyaya gelen çocuk ilk altı ay bölümünü bu depodan karşılamaktadır. Derken bu sürenin bitiminde depolarda demir kalmasa bile çocuğun artık sulu yiyecekler yeme safhasına geçmesinden ötürü bu meselede kendiliğinden çözülmüş olur zaten. Anlaşılan demir sadece tabiatta değil, kan dolaşımının da var olan potansiyel hammadde bir cevherdir.  Hele bilhassa demir elementinin hemoglobin ve birçok enzim yapılarında bulunması hasebiyle oksijenin taşınmasında etken bir unsurdur. Bilindiği üzere bir zamanlar Güney Avustralya’da ortaya çıkan sahil hastalığı koyunların baş belasıydı, neyse ki gel zaman git zaman bu hastalığa demir elementi çare olabilmiştir. Şöyle ki; çok uzaklardan getirilen demir cevherine kobalt ilave edilip koyunlara yalatılması sonucunda bu hayvanlar sahil hastalığın üstesinden gelebilmişlerdir. Meğer bu hastalığa şifa kaynağı olacak gizem kemikten izole edilen B12 vitaminin yapısında bulunan parlak kırmızı kristalli kobalt (Co)  elementinde gizliymiş. Öyle ki sağır dilsiz sandığımız kobalt elementi, etrafında yer alan atomlarla adeta el ele, gönül gönüle verip kan yapmak adına onlarla birlikte hayati bir bağ oluşturabiliyor. Nitekim 1957 yılında Nobel ödülü alan Biyokimyager Baron Alexander Robertus Todd’un çalışmaları sayesinde B12 vitaminin merkezinde yer alan kobalt ve çevresinde ki dört pirol birimden oluşan çekirdekli bu yapının aydınlatılması her şeyi izah etmeye ziyadesiyle yetmiştir.  Bu demektir ki kobalt (Co)  elementinin tipik özelliği çevresindeki atom veya atom gruplarını adeta bir mıknatıs gibi kendine çekip hayati öneme haiz misyon üstlenmiş olmasıdır. Nitekim Yüce Allah (c.c)  bu hususta; “…Bir de kendisinde hem çetin bir sertlik, hem de insanlar için menfaatler bulunan demiri indirdik (çıkardık)” (Hadîd, 25) diye beyan buyurmakla demirin önemine işaret eder.
      Bakır (Cu++)
      Tıpkı demir elementine benzer görevler üstlenen, aynı zamanda hem proteinlerin yapısına hem de oksidatif enzimlerin yapısına girebilen bir elementtir. Belli ki kanda gerekli miktarlarda elementler mevcut olsa da bakır veya vanadyumun her an demirin yerini alması imkân dâhilindedir.
     Molibden, manganez ve bakır metalleri toprakta azotun tespiti yönünden hayati öneme haiz elementler olarak karşımıza çıkmaktadır.
     Selenyum
     Bitkilerin gelişmesinde önemli katkıları olan bir elementtir.
     Zn++ (çinko)
     İnsülin komplekslerinde bulunan birçok enzimin aktivitesinde gerekli olan eser elementtir.
     Fosfor(f)
     Biyokimyasal sentez ve enerji aktarımı için vazgeçilmez element olduğu kadar birçok makro moleküllerin yapısına da giren bir maddedir. Fosfor elementi muhtemeldir ki sadece dünyada bulunan bir iz element olup, hatta tüm organizmaların yapısını destekleyecek nitelikte hayati fonksiyona sahip özellikte bir maddedir. Dolayısıyla bitkiler daha fazla karbon, hayvanlar ise daha çok fosfor bulundurur. Nitekim bitkilere dayanıklılığı selüloz sağlarken, hayvanlarda bu dayanıklılığı kalsiyum fosfat sağlamaktadır. Anlaşılan fosfor elementi tıpkı magnezyum gibi litosferin derinlerinde yer alıp biyosfer için yegâne tek besin kaynağı özelliğini koruyabilen element olarak sahne almakta.
     Flor
     İz elementler arasında son derece müstesna bir yeri vardır.  Nitekim kalsiyum fosfatın hidroksil (OH) grubu ihtiva eden maddeyle temas sonucu flor elementi ile yer değiştirdiğinde hayvanların diş minerallerini oluşturan sert bir madde meydana gelebiliyor. Doğrusu bu işi tek başına flor elementin başardığını söyleyebiliriz. Zira diş gibi bazı kemik yapılarında az miktarda flor bulunması bunu teyit ediyor zaten. Dolayısıyla flor olmadan dayanıklı bir diş yapısından bahsetmek mümkün değildir.      
      Si (silisyum)
      Özellikle Diatomların yapısında karbona en çok benzeyen element hiç kuşkusuz silisyum elementidir. Fakat silisyumun karbon atomuna benzemesi demek karbon gibi canlı maddelerin yapısını teşkil eden bileşik oluşturması demek değildir. Çünkü silis elementi etrafına takriben on iki civarında elementin yaklaşmasına izin verip, bunlar arasından mesela silisyumdioksit (SiO2) veya kuvars türü şeklinde sadece tek bir zincir bağ içeren bir katı madde bileşiğine dönüşebiliyor. Yani kayaların silisyum elementiyle oksitlenmesi (silisyum oksijen birleşmesi) sonucu silikatlar meydana gelmektedir. Ayrıca yeryüzünde silisyum bolca bulunmasına rağmen suda az eriyebildiklerinden dolayı biyolojik hayatta ancak minimum düzeyde kala kalabilmiştir. Hakeza demirde öyle olup, daha çok endüstriyel alanında iş elementi olarak görev yapmakta. Yine de biyokimya sahasında üstünlüğün hala karbon elementinde olduğunu söyleyebiliriz. Zira karbon yüzlerce, hatta binlerce zincir oluşturma kabiliyetinde olan bir elementtir. Belli ki karbon elementi bu hünere sahip olmasaydı biyokimya ile alakalı sayısını bilemediğimiz nice on bini aşkın kimyasal reaksiyonlar kararlı hale gelemeyecekti.    
      I (iyot)
      Soframıza damak zevki katan en hayati öneme haiz elementimizdir. Öyle ki bu kıymet değer element için deniz altında yaşayan kahverengi veya kırmızı algler, süngerler ve mercan vs. gibi deniz ürünleri deniz suyu içerisinde ki iyodu, diiodo tyrosine çevirmekte adeta yarışır halde faaliyet sergilemekteler. Her şeye rağmen yine de iyot dünyada eşine pek az rastlanır diyebileceğimiz elementler arasında yer alıp bu durum çok kayda değer bir element özelliğini ortaya koymakta. Zira 55 ton deniz suyundan ancak bir gram iyot elde edilebiliyor. Neyse ki kara sathına yayılmış gözüken bir takım kayaların içeriğinde de yaklaşık ton başına 1 gramın 1/3’i kadar iyot içermesi sayesinde biyokimyasal ihtiyaç bir nebze olsun giderilebilmekte. Hele şükür Şili’de doğal iyot yataklarının bolca bulunması insanlığı daha da rahatlatmaktadır. Anlaşılan o ki, memeli hayvanların çoğunda bulunan elementlerin en ağır olanı I (iyot) elementi olsa gerektir. Aynı zamanda iyot elementi tiroit hormonunun en önemli bir bileşiği olma özelliğine de sahiptir. Hatta iyot sadece yüksek canlılarda değil, amfibyalar (kurbağa vs.)  tarafından da kullanılmakta. Hakeza kalay ve molibden de öyledir.  Nitekim iyot olmaksızın yavru larvalar kurbağa haline dönüşemeyecektir. Tüm bu olumlu özelliklerine rağmen birçok ağır maddeler gibi iyot elementinin de yumuşak karnı toksik tesir yapmasıdır. Mesela biyokimya analizleri sonucunda iyodun yüksek değerde çıkması guatr zehirlenmesi anlamına gelmektedir. Bir zamanlar insanoğlu zehir kelimesini duyunca ürperse de, gün geldi tiroidin keşfetmesiyle birlikte bu endişe bir nebze olsun giderilebilmiştir.  
    Biyokimya düzeninde rol oynayan çözeltiler
    Hayat galiba çözmek ve bağlamak üzerine kurulu.  Bir Allah dostuna sormuşlar mesleğiniz ne diye. O da çözmek ve bağlamak diye cevap vermiş. Tekrar merak edip çözmek ve bağlamak nasıl bir şey diye sual ettiklerinde, o Piri fani zat bunun üzerine bu kez; “Biz bize gelenleri dünyadan çözer ahirete bağlarız” demiş. Gerçekten de çözme ve bağlama işlemleri biyokimya düzeninde sıkça görülen hadisedir. Mesela birçok bileşikler toprağın bağrında veya değişik usullerle çözünerek hazır hale getirilen element bileşikler canlılara hayat kaynağı olabiliyor. Nitekim biyokimya analizleri yapılırken bir veya birkaç maddenin diğer bir madde içerisinde dağılması gerçeği ile karşılaşırız ki bu olay dispersiyon çözünme olarak anlam kazanır.  İşte bu nedenledir ki dağılmış parçacıklara disperfaz denirken bunların içerisinde dağılan maddeye ise dispersiyon adı verilmektedir. Hatta dağılan parçacıkların büyüklüğüne göre ise üç çeşit dispers sistem vardır ki, bunlar:
-Gerçek çözeltiler,
-Kolloidal çözeltiler,
       -Kaba süspansiyonlar olarak tasnif edilirler.
      Bilindiği üzere her sıvı çözeltisi aynı hedefe yönelik hizmet etmez. Yani suyun etkisi başka, bir diğer bileşiğin etkisi başkadır. Ama şu bir gerçek, ideal hayat için en iyi eritici (solvent) veya çözücü sıvı hiç şüphe yoktur ki sudur. Belki suyun yerini tutabilecek nitelikte kısmen formamid sıvısı gözükse de bu sıvının yeryüzünde kullanılmayacak derecede veya az kararlı bir yapıda olması, onu devam eden bir hayat için ideal bir konumdan uzak kılmaktadır. Hakeza amonyakta solvent özellikte sıvı olmasına rağmen, sürekli düşük sıcaklıklarda muhafaza edilmesine gerek duyulduğundan dolayı bu söz konusu gaz sıvısı da pek ideal bir sıvı çözeltisi sayılmaz. Hatta hidrojen florür sıvısı da su gibi iyi bir çözelti olmasına çözücüdür ama maalesef bu sıvının karşısına çıkan ilk çıkan herhangi bir maddeyle çok kolaylıkla reaksiyona girebilme özelliğinin doğurabileceği birtakım sakıncalardan dolayı elbette ki o da suyun yerini tutmaz gibi görünüyor. Belli ki yeryüzü standartlarına en uygun şartları sağlayan sıvının su olduğu anlaşılıyor. Bu yüzden su çözücüsünün çözeltilerin şahıdır dersek yeridir.  
       Peki ya karbondioksit bu noktada ne icra eder derseniz,   bu noktada bir tür karbon deposu olarak hayata çeki düzen veren paha biçilmez bir molekül olarak dikkat çeker dersek yeridir Tabii onu değerli kılan alt yapısının güçlü olmasıdır. Şöyle ki; bir element protoplazmanın bileşiğini meydana getirecekse bu elementin kimyasal reaksiyon yeteneğine sahip olması yetmez, ayrıca su içerisinde kolaylıkla eriyebilme nitelikte olması da gerekir. Mesela karbon bunun en iyi örneğini teşkil edip,  bikarbonat iyonu ve karbondioksit (CO2),  su içerisinde en iyi şekilde çözünebilen maddeler olarak dikkat çekerler. Zaten karbonun hayat kaynağı olabilmesi için mutlaka en iyi eritici (solvent) özellikte olan tek başına suyun varlığı icabında yetmez gaz halinde bir bileşiğe de ihtiyaç vardır. İşte bu ihtiyacın gereği karbondioksit bileşiği, karbonun oksijen yönünden en bereketli oksidi şeklinde sahne alır da.      
       Bu arada gerçek çözeltilere mutfak tuzu (NaCl) ve glikozun su içerisinde erimiş halde bulunan çözeltilerini de örnek verebiliriz pekâlâ.  Hatta örnek vermekle kalmayıp bir takım çözelti tanımları yapmamız gerekir. Nitekim çözelti dünyasında akıcı olan kolloidal çözeltilere sol, peltemsi ak yapıdaki çözeltilere ise jel denmektedir. Mesela protein jel türünden bir çözeltidir. Çok sayıda küçük moleküllerin bir araya geldiklerinde adından Assosiasyon kolloid söz ettirirken, kolloidlerin çekmesine engel olan diğer kolloidler ise koruyucu kolloid olarak adından söz ettirirler. Keza nötral yağlar ve diğer lipitler de kanda kolloidal çözülme sonucu veya proteinlerin koruyucu kolloidal etkisiyle meydana gelmektedir.  Tanımlamalara devam ettiğimizde birkaç molekülün moleküller arası kuvvetle meydana getirdiği daha büyük parçacıklara misel adı verildiğini görürüz. Örnek olarak mesela protein ve nükleik asitler miseller olarak da addedilirler.  
     Şu da bir gerçek bir takım moleküller; iyon ve küçük moleküllü maddeler haline dönüşerek kapiller duvarlardan doku sıvılara kolay geçiş yapabiliyorlar da. Ancak bir istisnası durum vardır ki o da malum adına osmoz denen hadiseyle yarı geçirgen zarlardan sadece su moleküllerinin doğrudan geçiş yapmasıdır. İşte vuku bulan bu hadisede çözünmüş taneciklerin kinetik enerjiyle birlikte çözelti içerisinde çıkan basınç osmotik basınç olarak karşılık bulur da. Nitekim hayvan organizmasında yer alan toplam osmotik basınç büyük taneciklerden ve kolloidlerden teşekkül etmekte. Bu arada unutmayalım ki element dünyasında hazırlanan çözeltilerin dilini anlamak için de bir takım çözelti kavramlarını tanımın yapmakta fayda vardır elbet. Şöyle ki,   herhangi bir biyolojik numune bir çözelti içerisine konup eğer bu numunenin hücre içi ve hücre dışı sıvıları osmotik basınca denk düşen eş konsantrasyon içeriyorsa bu çözelti izotonik çözelti olarak addedilir. Yok eğer konsantrasyon farkı izotonik çözeltinin konsantrasyonundan daha az değerdeyse bu tip çözeltiler hipotonik çözelti,  konsantrasyon hipotonik çözeltinin üstünde olduğunda hipertonik çözelti adını alır. Hipotonik çözelti çok düşük konsantrasyon değerlere indiğinde ise hücre ister istemez patlak vermek durumunda kalacaktır. Mesela eritrositlerin reaksiyona girmesiyle açığa hemoglobin çıkması konsantrasyon farkı doğurur ki, bu durum eritrositlerin aglütinasyonuna (çökelmesine) neden olup bu olay hemoliz olarak addedilir. Ya da bu örneğin tam tersi şayet bir biyolojik materyal hipertonik bir çözelti içerisine konup hücre öz suyu osmotik basınçla yukarı çıkıp büzüşürse bu olay plazmoliz diye tarif bulur. Bir çözeltide iyon ve moleküllerin kendi aralarında konsantrasyon farkıyla ortaya çıkan taneciklerin bir takım termik şartlar eşliğinde düzenlenmesi olayına difüzyon adı verilmekle beraber, tanecik büyüklüğü, difüzyon hızına göre değişik isimler alabiliyor. Mesela çözünmüş taneciklerin yarı geçirgen bir zardan gerçekleştirdikleri difüzyon hadisesi dializ diye nitelendirilir.
       Kaba süspansiyonlar bulanık görünüşte olup, bunlara süt içerisinde ki yağ damlacıkları ve kanda eritrositlerin dağılışını örnek gösterebiliriz.
       Biyokimya düzeninde rol oynayan çekim kuvvetleri
       Biyokimyasal hayatın temelini başlangıç maddeleri oluşturup, binasını ise hücre yapısı oluşturmaktadır. Nitekim en küçük birimden en büyük birime doğru ilerledikçe canlı hayatın ilk nüvesini hücre oluşturduğu anlaşılmakta olup, mesela ilk hücreye (prokaryot hücresi) örnek vermek bakımdan Escherichia coli bakterisi bunun bariz tipik misalini teşkil eder. Keza eubakteriler, mavi yeşil algler, spiroketler ve riketsiyalar gibi bir hücreli canlılarda prokaryotik organizmalara örnek teşkil ederler. Bilindiği üzere prokaryotik hücreler mitokondri ve endoplazmik retikulum gibi çok gelişmiş organellere sahip değillerdir. Pprokaryotik hücrelerin en belirgin organeli olarak gösterebileceğimiz olsa olsa sadece kendisini oluşturan yapı çekirdek bölgesinde sıkı bir yumak şeklinde tek bir DNA çift sarmal molekülü bünyesinde barındıran kromozom olacaktır.
    Ökaryotik hücreler içinde örnek verecek olursak mesela bunun içine karaciğer hücresini örnek verebileceğimiz gibi maya hücreleri, protozoa ve birçok alg türlerini de bu gruba dâhil edebiliriz. Yetmedi yapı bakımdan bunlardan daha üst konumda bulunan yüksek organizmaların hemen hepsi de ökaryotik hücreler kapsamında kategorize edilirler. Hatta tüm bunlardan öte eukaryot hücrelerin bir yandan etrafının hücre membranıyla donatılır olması diğer yandan hücre içi donatımlarının mitokondri, golgi cisim ve endoplazmik retikulum gibi organellerle donatılmış olması prokaryot hücrelere göre daha bir ayrıcalık özelliğini ortaya koyar.  Tabii tüm bu özellikler bunlarla sınırlı değil,  dahası var elbet. Mesela yüksek yapılı bitkilerin yaprak mezofilindeki parenkimal hücreler fotosentez yönünden oldukça aktif yapıda oldukları gözlemlenmiştir. Hem kaldı ki gerek bitkilerde temel doku özelliğine sahip parankima hücreleri, kloroplastlar, vakuoller ve kalın hücre duvarların varlığı gerekse hayvan hücrelerinde sıkça karşılaşılan nükleus, mitokondri, golgi cismi, endoplazmik retikulum, ribozom gibi en temel organel yapıların varlığı da ökaryotik hücrelere apayrı ayrıcalıklı özellikler katan yapılar olmaktalar.  Öyle ki kloroplastların klorofilce zengin olmaları hasebiyle,  bir bakıyorsun havadan aldıkları karbondioksit (CO2)  ve bitki kökleriyle aldıkları su (H2O) sayesinde glikoz üretip nişasta halinde depolandıkları gibi bitkiler kendi karanlık reaksiyonlarında bile oksijeni (O) kullanıp gerektiğinde 24 atomluk üzüm şekeri (glikoz: C6H12O6) ve 45 atomluk çay şekerini (sakkaroz: C12H22O11)   üretebiliyorlar.
       Peki, tüm bunlar iyi hoşta acaba bunlar bize neyi gösteriyor derseniz,  belli ki tüm organik biomoleküller çevreden sağlanan CO2, H2O ve N gibi başlangıç maddelerinden meydana geldiğini göstermektedir.  Hatta bu başlangıç maddeleri canlılar tarafından bir takım ara bileşikler yoluyla molekül ağırlıkları 100 – 350 arasında değişen biomoleküllere dönüştürülür de. Daha sonrasında ise malum bu yapı taşı hükmündeki moleküller kovalent bağlarla birleşerek daha büyük çapta makro molekülleri oluştururlar. Derken zincirlemesine:
    - Amino asitler; proteinleri,
    -Mononükleotitler; nükleikasitleri,
    -Monosakkaritler, polisakkaritleri,
    -Yağ asitleri; birtakım lipitleri meydana getiren moleküller olarak gün yüzüne çıkmış olurlar. Bir sonraki aşamalar için de devreye makro moleküllerin oluşturduğu supramolekül adı verilen karmaşık yapılar sahne alır. Böylece lipoproteinler; lipit ve proteinlerin birleşimiyle teşekkül etmiş olur. Keza multienzim kompleksleri de çok sayıda proteinlerin kovalent olmayan bağlarla kurdukları köprüler sayesinde hep birlikte bir arada supramoleküler yapılar olarak ortaya çıkarlar. Tüm bu köprü bağ oluşumlarından anlaşılan o ki supramoleküler yapıların teşekkülü iyonik ve hidrofobik etkileşimler, hidrojen (H2) bağları ve Van der Waals denen düşük sıcaklıkta zayıf fiziki çekim kuvvetlerle gerçekleşmekte. Örnek mi? İşte ipeğin oluşumunda etken olan iplik moleküllerinin oluşumu bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Kelimenin tam anlamıyla hücre yapısını meydana getiren en yüksek konuma haiz supramoleküler yapıların kovalent olmayan bağlarla bir araya gelmesiyle organel yapılara dönüşebilmekteler. Derken bu dönüşümlerle birlikte sırasıyla hücre membranı, mitokondri, nükleus, mikrocisim, vakuol ve kloroplastlar bu yapının temel unsurlarını oluştururlar.
     Biyokimyasal gönül bağı molekülleri
      Kâinatta belli ki her zerrede aşk gerçeği vardır. Çekim olmasa aşkta olmaz. Mutlaka sevenle seven arasında gönülden gönüle akan bir çekim alanı oluşmalı ki aşk bağı kurulabilsin. Dolayısıyla biyokimyamızı oluşturan moleküller, bir tür gönül köprüsü diyebileceğimiz moleküller arası çekim kuvvetleri sayesinde birbirine tutunup bağ oluşturabilmekteler. Bu yüzden elektrik yükü olmayan moleküller arasındaki narin zayıf nitelikteki çekim gücüne Wan der Waals çekmeleri veya Van der Waals kuvvetleri diye tarif edilir.
      Van der waals çekim kuvvet bağları üç grupta toplanabilir:
       -Apolar çekim kuvvetler veya London kuvvetleri (atomların geçici polarizasyondan ileri gelen çekmeler),
       -Dipol etkileşim çekim kuvvetler (devamlı polarizasyondan ileri gelen çekmeler),      
       - Hidrojen atomunun çekim gücüne dayalı bağ oluşturmalar.
      Biyokimya olaylarında çözme işlemleri kadar bağ ilişkileri de çok mühim bir yer teşkil eder. İster adına karşılıklı işbirliğine dayalı bağ deyin, isterse gönül bağı diyelim sonuçta moleküller arası köprülerin varlığı biyokimya düzeninin işleyişi açısından bağ oluşturmak durumundadırlar.  Zira hidrojen atomu tıpkı azot ve oksijen gibi, elektro negatif atomlara ilgisinin gereği bir çift elektronunu iki atom arasında ortaklaşa kurduğu birliktelikle kuvvetli bağ oluşturulabiliyor. İşte oluşan bu tür ortak birliktelikle oluşan bağa ise kovalent bağ denmektedir. Belli ki hidrojen bağının ortaklık oluşturma yönünden diğerlerine göre eşi ve benzeri az rastlanır istisnai bir konumu söz konusudur. Öyle ki hidrojen bağları olmasaydı belki de adale kaslarından bahsedemeyecektik. Hatta hidrojen bağları olmasa protein molekülleri kararlı yapılar sergileyemeyeceklerdi. Her şeyden öte enfeksiyona uğramış bir vücudun imdadına her halükarda hidrojen bağları yetişmekte olup, bu noktada vücut antibody (antikor)  üretimine yardımcı olmuş olurlar. Hatta vücudun 3/4’ünü teşkil eden ab-ı hayat su molekülleri bile bu bağın katkılarıyla ancak sıvı hale gelebilmekteler. Zira bu noktada hidrojen bağı suya eriticilik nitelik kazandırmaktadır.
       Bakınız Allah Teâlâ bu hususta; “Biz (her yıl) gökten belli bir miktarda su indiririz ve de onu yeryüzünde (Belli bölgelerde) iskân edip yerleştiririz Şüphesiz ki Biz onu (kurutup) giderme gücüne de sahibiz” (Mü’minun,18) diye beyan buyurmakla suyun canlı cansız âlem için nasıl ab-ı hayat oluşuna işaret etmektedir. Su organizmada organik ve anorganik maddeler için iyi bir çözücü olduğu gibi metabolik artık ve toksik maddelerin vücuttan atılması için de iyi bir taşıyıcıdır. Su bununla da sınırlı kalmayıp birincil yapıya sahip diğer sıvılara kıyasen yüksek bir erime noktasına, kaynama sıcaklığına, buharlaşma ve erime ısısına özgül ısıya ve yüzey gerilimine de sahiptir. Zira bu özellikler su molekülleri arasında kuvvetli bir çekim olduğunu göstermektedir. Su molekülleri arasında sürekli cereyan eden kuvvetli çekimin varlığı moleküllerin dipolar özelliğinden (+ ve – yüklü oluşundan) ileri gelmektedir. Hatta su (H2O)’da oksijen atomunun yarı doymuş sp3 hibrid orbitali ile 2 derecelik iki hidrojen atomun 1 s orbitalinin üst üste gelmesi sonucunda 104,5 derecelik bir açıya tekabül eden H-O-H bağları da oluşmaktadır. Bu arada meydana gelen bağların bir yandan oksijen atomu üzerinde negatif yüklü gama (γ)- oluşurken diğer yandan ise hidrojen atomları üzerinde ise pozitif yüklü gama (γ)+ oluşabiliyor.  Ayrıca bir su molekülünün oksijen atomu üzerinde yer alan kısmı negatif yük ile diğer hidrojen atomu üzerindeki kısmi pozitif (+) yük arasındaki elektrostatik çekim meydana gelir ki,   bu tür elektrostatik etkileşmeye Hidrojen bağı denmektedir. Malumunuz hidrojen bağların en önemli özelliği kovalent bağlara oranla daha zayıf olmalarıdır. Keza hidrojen ve oksijenin bağ yapan orbitallerinin düzenlenmesinde ortaya çıkan yönelme durumları da farklıdır.  Hidrojen bağları bu noktada ancak ve ancak spesifik geometrik şartlar altında kararlı olup, bu kararlılık daha çok elektro negatif yüksek atomlar sayesinde gerçekleşmektedir. Şayet iki yapı arasında çok sayıda hidrojen bağı mevcut ise bunları ayırmak için gerekli olan enerji, su moleküllerinin aynı noktalardan oluşturacakları hidrojen bağların toplam bağ enerjilerinden çok daha büyük olması gerektirir ki, bu olay kooperatif etkileşim olarak karşılık bulabilsin.  Dahası kimyasal bağ olumlarından anlaşılan o ki, kovalans bağ (ortaklaşım bağı)  dışarıdan herhangi bir etkiye maruz kalmaya gerek kalmaksızın yörüngesinde elektron atomunu tutma becerisi sergileyip, komşu atomlar arasında ikili çiftler ya da üçlü çiftler halde asal gaz karakterine dönüşecek şekilde kararlı ortak bağ oluşturabiliyor olmalarıdır. Nitekim biyokimya polipeptit zincirleri arasındaki disülfür bağları (-S-S-) bunun tipik örneğini teşkil eder.
       İyon bağlar ise malum pozitif  (+) yüklü gruplarla negatif (-) yüklü grupların kendi aralarında oluşturdukları elektrostatik çekme kuvvetleri sayesinde tutunmasıyla birlikte bağ oluşturmaktalar. Nitekim fizikçiler yaptıkları birtakım deneylerle atom veya elektriği analiz ettiklerinde elektron kutupta yer alan artı (+) ve eksi (-) iyon çiftlerle karşılaşırlar hep. Böylece bu çiftlerin ya üçüncü kuvvet olarak iyonik bağ oluşturdukların ya da en son dördüncü kuvvet diyebileceğimiz kovalent bağa dayalı birliktelik oluşturduklarını yaptıkları deneylerle gözlemleyebilmişlerdir.. Öyle ki iyonik bağ oluşurken birtakım uzaktan etkiyen kuvvetler vasıtasıyla elektronlar yörüngesinden çıkıp transferinin vuku bulduğunu da gözlemlemişlerdir. Nitekim bu noktada protein molekülleri arasında cereyan eden anyonik ve katyonik grupların varlığı bunun tipik örneğini teşkil eder.  Hatta yetmedi bu noktada anyonik gruplara; Glutamat, aspartat ve moleküllerin ucunda yer alan serbest karboksilatı örnek verebiliriz. Daha da yetmedi katyonik gruplar yönünden de; Arginin, lizin, histidin ve molekülün diğer ucunda konumlanmış serbest amonyumları örnek verebiliriz.
        İşte tüm bu örnek olarak gösterebileceğimiz oluşumlar belli ki tesadüfen oluşmuş gruplar değildir, bilakis her bir oluşumun ve gurubun yaratılış kodlarında belli bir gayeye yönelik üstlenmiş oldukları hedeflerinin varlığını göstermektedir. Derken üstlenmiş oldukları hedefler doğrultusunda moleküllerin, moleküler arası kuvvetlerle birleşmesi sonucu önce lif ve hücre zarı türü yapılar oluşur, sonrasında ise malum oluşan yapıların aynı türden kuvvetlerle bir araya gelmesiyle de bildiğimiz doku ve organlar teşekkül etmektedir. Tıpkı bu toprak ve çamurdaki elementlerden Hz Âdem (a.s)’ın toprak, su, hava ve ateş bileşimlerinden vücuduna aktarılacak olan elementlerin seçilmesiyle sırasıyla oluşacak olan hücre, doku, organ ve vücut sistemi bütünlüğünün benzeri bir durumdur. Nitekim Fizyolog Lillie bu ve buna benzer olaylardan hareketle bir demir telini doymuş nitrik aside batırarak telin oksitlenmesini sağlayıp suni bir sinir lif oluşturabilmiştir. Bu arada oksitlenen demir teli kazınıp tekrar nitrik asitle reaksiyona girdiğinde açığa çıkan gaz habbelerle (kabarcıklarla) birlikte oluşan oksitlenme o anda sonlanıp stabil hale geldiği de gözlemlenmiştir. Böylece yeni bir sinir lifi modelinin ortaya çıkması sağlanmıştır. Bir başka ifadeyle birtakım elementlerin kimyevi bileşenlere dönüştürülmesinin deneysel taklidin de bile canlı alemin yaratılış mucizesinin sırlarına vakıf olmanın izlerini sürmek pekala mümkün olabiliyor.
      Velhasıl-ı kelam;  ateistler her ne kadar insanın yaratılış mucizesinin ilk aşamalarında toprak, su, hava ve ateş terkibi elementler birlikteliğiyle vücut bulmasını inkâr etseler de, sonuçta bu söz konusu dörtlü bileşen unsurlar kendi hal lisanlarıyla yaratılış mucizesini dillendirip inananların tasdik etmesine vesile oluyorlar ya, bu bize yeter artar da. Zira bu söz konusu bileşenler sonrasında insana gıda olma noktasında kimyevi terkiplere evirildiği gibi balgam, sevda, kan ve safra vs. terkiplere evirilip en nihayetinde nutfe (zigot), alaka (embriyo), mudga (fetüs), kemik, et, sinir vs. organ sistemine dönüşerekten vücut bulmuş oluruz.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  bu hususta  “Ne oluyor size de Allah’ın büyüklüğünü hesaba katmıyorsunuz? Oysa O sizi türlü devrelerden geçirerek yaratmıştır” (Nuh suresi,13-14) ayet-i celilesiyle yaratılış mucizesinin merhalelerini tüm yarattığı kullara beyan buyurmak suretiyle inkâra değil inanmaya davet etmekte de.
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazilari/elementler_dunyasi-6273.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty BİYOMOLEKÜLER NİZAM-I ÂLEM

Mesaj tarafından Selim Paz Ara. 18, 2022 8:54 pm

BİYOMOLEKÜLER NİZAM-I ÂLEM
        SELİM GÜRBÜZER

       Biyomoleküler hayatın temelini aşağıdan yukarıya ok işaretleriyle bir tablo halinde gösterecek olursak temelini başlangıç maddeleri oluşturup, binasını ise hücre yapısının oluşturduğunu görürüz. Şöyle ki; biyomolekül yapıların hücre boyutuna geliş hali tablo halde temelden tavana şöyle nizam bulur da:
                                                            HÜCRE
                                                                ↑
Organeler • Nükleus
• Mitokondri
• Kloroplast
Supra molekül topluluğu parça ağırlıkları 106–109                                  ↑
• Enzim kompleksleri
• Ribozomlar
• Kontraktil sistemler

Makro moleküler mol ağırlıklar 103-109                            ↑
• Nükleik asitler
• Proteinler
• Polisakkaritler
• Lipitler

Yapı taşları mol ağırlığı 50-250                        ↑
• Mononükleotitler        ↑
Aminoasitler         ↑
Monosakkaritler        ↑
Yağ asitleri
Gliserol

Ara Bileşikler mol ağırlığı 50-250                 ↑
• Riboz
• Karbonil fosfat            ↑
Alfa keto asitler               ↑
• Fosfo
• Provat
• Malat     ↑
Asetat
Malonat

Litosferde başlangıç maddeleri mol ağırlığı 18-44          
                                                ↑
• CO2
• H2O
• N2
         
     İşte yukarıda tablo halinde gösterdiğimiz biyomoleküler yapılardan hücre boyutuna aşma aşama gerçekleşen oluşumlardan anlaşılan o ki,  aslında makro ve mikro yönüyle fiziki âlemdeki tüm hadiselerin arka planında yaratıcı gücün mutlak faili, hiç şüphe yoktur ki Yüce Allah’tan başkası değildir. İşte bu tabloda yaratıcı gücün varlığın bizatihi kudret sahibi Yüce Allah olduğunun bilincinden hareketle şunu çok rahatlıkla söyleyebiliriz ki; hayat sadece makro âlemden ibaret değildir elbet. Çünkü makro âlemde cereyan hadiselerin birçoğu mikro âlemin temelleri üzerine kuruludur. Düşünsenize mikro âlemde spermanın yumurta hücresiyle birleşip makro düzeyde bir yaratığa dönüşmesi iri ve diri olmamızın temellerimizin Kur’an’ın ifadesiyle mikro düzeyde bir damlacık sudan yaratılış üzerine kurulu olduğunu göstermektedir. Dahası yaratılışa makro boyuttan mikro boyuta bir bütün olarak baktığımızda aslında canlı varlıkların özünde bir takım biyomoleküllerden meydana gelen proteinlerin varlığını görürüz. Öyle ki canlıların büyümeleri, üremeleri ve kalıtım özelliklerinin nesilden nesile taşınması kahır ekseriyetle protein ihtiva eden maddelerin aracılığı ile vuku bulmakta. Böylece bu noktada mesela insanın vücudu, yüz siması, konuşması,  fiziki yapısı, akıl ve ruhi melekeleri, hissiyatı,  hareket kabiliyetleri bir bütün olarak düşündüğümüzde bu durum bize başlangıçta mikro düzeydeki şuursuz sebeplerin makro düzeyde şuurlu yaratığa dönüştüğü fikrini vermektedir hep. Nitekim şuursuz sebep aracıların başında enzimler,  bir kısım hormonlar ve antikor gibi birçok protein yapıda metabolit moleküle yapılar gelmektedir. Dolayısıyla proteinlerin biyolojik hayatta yürüttükleri fonksiyonel faaliyetleri arasında en önemlilerini şöyle sıralayabiliriz:
        -Enzimatik katalizleme,
   -Taşıma ve depolama,
   -Metabolik faaliyetler,
   -Bağışıklık,
   -Sinir uyarıların üretimi ve iletimi,
   -Hormonal faaliyetler,
   -Büyüme ve farklılaşmanın kontrolü vs.
        İşte yukarıda madde madde sıraladığımız şuursuz sandığımız bu söz konusu sebepler zincirine eşlik eden tüm biyomoleküler unsurlardan anlaşılan o ki, bunlar üzerinde ne tabiatın ne de tesadüf eseri denen rastlantısal baskılama unsurların yakından uzaktan hiç bir alakası yoktur diyebiliriz. Şayet sebep teşkil edecek başlatıcı ve tetikleyici bir etken unsurdan bahsedeceksek bu ancak ve ancak yaratılış kodlarımıza kodlanmış bir takım enzim ve enzim bileşenlerinin etkisiyle mümkün olmakta.  Nitekim kimyasal reaksiyonların hemen hepsi tesadüfi oluşumlara mahal bırakmayacak bir şekilde adına   ‘enzim’ denen protein yapılı biyomoleküller sayesinde katalizlenmektedir. Yine bir başka biyomoleküllerden kanda oksijenin transportu hemoglobin ile gerçekleşirken, aynı fonksiyona benzer bir işlem kas içerisindeki demir ve oksijen bağlayıcı miyoglobin proteini tarafından gerçekleşmekte. Yetmedi kanda demir  (Fe) elementi transferrin glikoprotein tarafından taşınırken, diğer yandan hücre içi karaciğerde ferritin denen bir başka protein kompleksiyle depolama faaliyeti sergilenmekte. Mesela yine bir başka kas kasılması denen hadisede iki çeşit lif yapısında proteinlerin kayma hareketiyle gerçekleşip, deri ve kemik gibi dokuların gerilmeye dayanıklılığı fibröz protein denen kollagenin varlığı sayesinde gerçekleştiğini görmekteyiz. Bu yüzden karbonhidrat metabolizmasında ara ürün olarak tespit edilmiş olan kemik dokusunun tahrip olduğu anlamına gelen dejenere ürüne osteoliz denmektedir. Bu arada kas içerisinde gerçekleşen birçok çok özellikli uyarılara karşı sinir hücrelerinin cevabı, reseptör proteinler aracılığıyla olmaktadır. Mesela bu anlamda bir görme proteini olan rodopsin,  loş ışıkta çalışan ve siyah-beyaz görmeyi sağlayan retinal çubuk hücreler ışığı elektronlara dönüştürecek tipik bir fotoreseptör protein özellikte misyonu yüklenmişlerdir.  
      Bilindiği üzere karbon bağlarıyla birbirine kenetlenerekten ortaya çıkan biyomoleküler yapılar çok çeşitli birbirinden farklı nitelikte halkalar oluşturabiliyorlar. Bilhassa bu noktada beş veya altı karbonlu halkalar en ideal kararlı halka yapılar olarak dikkat çekmekte. Keza azot da karbonun yerine geçebilecek bir potansiyel halka özelliği niteliğine sahip bir element olarak dikkat çeker. Bu arada asit veya baz yüklü enzimler tarafından bir takım proteinler hidrolize edildiklerinde proteinlerin yapı taşları alfa–aminoasitlere ayrılabiliyor. Nitekim  α–aminoasitler ortada α karbonal (α-C) adı verilen bir karbon (C) atomuyla birlikte buna bağlı olarak zincir halkalarında yer alan bir amino (-NH2) grubu, bir karboksil (-COOH) grubu,  bir hidrojen atomu (-H)  ve bir yan (-R) gurubunun hep bir arada oluşturacakları halka yapılarda asla tek tip değillerdir. İşte bu noktada onca çeşitlilik içerisinde bunları birbirinden ayırt etmenin yollarından biri de alfa aminoasitlerin R grubu olarak bir takım yan dallar oluşturmasıyla ayırt ediliyor olmasıdır. Nitekim bu ince ayırımı aminoasitlerin iyonlaşmamış genel formüllerinin iki aynalı D (sağ elli proteinler) ve L (sol elli proteinler) izomerleri denen halka yapılar şeklinde kendini göstermesiyle ayırd edilmekte. İşte bu şekilde sağlı sollu halka yapılar şeklinde kendini gösteren moleküler yapıların dizilişine tefekkür gözüyle baktığımızda belli ki her bir halka oluşumunun öylesine rastgele dizilerekten oluşmadığı,  tam aksine öncesinde gayet mükemmel programlanmış ve planlanmış bir şekilde dizilerekten halka oluşturdukları anlaşılmakta.  Her ne kadar kimilerince bu mükemmel programlanmış yapılar tesadüfen meydana gelmiştir deseler de hiç kuşku yoktur ki ağızlarına pelesenk ettikleri tesadüfi denilen ne idüğü belirsiz ucube varlığın tek bir tane olsun protein sentezi gerçekleştiremeyeceğini artık dağdaki çoban bile anlamış durumdadır.  Ama gel gör ki, “Mısırdaki sağır sultan bile duydu, sen duymadın” misali materyalistlerin tüm olan bitenler karşısında kafalarını kuma gömmüş bir halde duymazlıktan ve görmezlikten gelip dile getirdikleri ucube tesadüfi kavramının ardına sığınmalarını doğrusu anlamış değiliz. Oysa dile getirdikleri ucube tesadüfi eser olarak kavramlaştırılmış kerameti kendinden menkul bu suni yaratık öyle bir araya gelip de tek bir işe yarar protein oluşturacak bir moleküler yapıya bürünme ihtimalinin on üzeri yüz yetmiş bir (10171) rakamını tutturamayacak derecede suni putlaştırılmış bir ucube yaratıktır bu. Kaldı ki tek bir proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimali için senede on üzeri altmış beş (1065) sayıda değişik bileşenlerden kök almış zincir halkalarına da ihtiyaç vardır. Düşünsenize tek bir protein teşekkülü için hal durum-vaziyet buysa,  tek hücreli bir canlının meydana gelmesi için üretilecek olan total protein miktarının kendi kendine gelme ihtimalinde kim bilir durum vaziyet nasıl hal alır artık onu da kendi kendimize yapacağımız tahmini öngörülerimize bırakıyorum. Her ne kadar olacak olanı net bir rakamla ortaya koymak pek mümkün gözükmese de bu durumda kendimizi zorlayıp yine ihtimaller üzerine ortaya uç bir rakam attığımızda bile rakamların aciz kaldığı bir manzarayla karşılaşacağımız muhakkak. Kelimeni tam anlamıyla her ortaya atılan ihtimali rakam işi daha da çıkmaza sürükleyip işin içinden çıkılmaz bir hal alacaktır. Hem nasıl işin içinden çıkılabilsin ki, baksanıza bir tek canlının kendi kendine oluşması için harcanan mesainin tüm evreni baştan sona kadar 10 bin katlamalı bir dizi trilyon trilyon trilyon trilyon trilyon rakamlarla bile ifade edemeyeceğimiz rakamların etrafında avara kasnak misali dönüp dolaşmak anlamına gelen beyhude iş çıkmazlığıdır bu. Düşünsenize en küçük canlının hayatını idame ettirebilmesi için en basitinden 239 proteine ihtiyaç duyulmakta, şimdi gel de bu işin içinden çık çıkabilirsen. Hele ki amino asitlerin en basitinden glisinin kendi kendine tesadüfen oluşma ihtimalinin hesap etmeye kalkıştığımızda rakamların dili bile bundan aciz kalıp kifayet etmeyeceği muhakkak. İlla bir rakam telaffuz edilecekse de bikere her bir canlının vücut bulup yaşaması için gerekli olan 239 cins proteine tekabül eden ortalama 445 amino asid birimini tek başına almak yetmez birde bunlara ilaveten 20 cins amino asitlik her bir kombinasyonu için de gerekli olan 20’nin 445’inci kuvvetlerini de hesaba katmamız gerekecektir. Ki,  hesaba katacağımız bu temel kriterlerden sayıdan hareketle en basit proteinin tesadüfen meydana gelme ihtimalinin 10520’de bir olduğu ortaya çıkacaktır. Şimdi gel de ortaya çıkan telaffuzu zor bu dudak uçurtucu rakamlara bakıp da halen bir takım aklı evveller tarafından biyomoleküler nizam-ı âlemin tesadüfen meydana geldiğini söylenip duruyorlarsa pes doğrusu. Bu durumda; onlar hakkında Allah akıl ve fikir versin demekten başka elimizden bir şey gelmez de.  Zira hidayet erdirici sadece Yüce Allah’tır,  bizlere bu noktada sadece yaratılış mucizesini haberdar etmek düşer.
      Tabii ki biyomoleküler âlemin bir alt birimi olan protein dünyası burada bitmiyor,  dahası var. Hatta dahasının dahası derinlerine de inmek gerekir ki biyomoleküler mucizenin ne demek olduğunu idrak edebilmiş olalım.  O halde gelin yelkenler vira vira deyip protein yüklü geminin enginlerine dalalım ki biyomoleküler limanına hep birlikte demir atmış olabilelim.  Bilindiği üzere proteinlerin yapı taşlarını oluşturan tüm amino asitlerin ana eksenini bir tek karbon atomuna bağlı bir hidrojen ve bir azot atomu oluşturmakla birlikte bunun yanı sıra bir de R grubu denen yan grup vardır ki, kendine özgü her amino asit oluşumuna radikal özellik katan bir gruptur bu. Ama şu da var ki; mesela işin içine glisin girdiğinde R grubu yerine hidrojen (H) elementi yer alırken aleninde ise yan grup olarak CH3 (metil)  yer alır. Hidrokarbon yapısında ki diğer yan gruplara sahip amino asitler de bu noktada valin, lösin, izolösin ve prolin diye bilinmektedir. Bu arada 5 karbon (C) atomu ile bir oksijen atomundan meydana gelen halka piran halka olarak anlam kazanırken, 4 C atomu ile 1 oksijen atomu ihtiva eden halka ise furan halkası olarak anlam kazanır.
      Yukarıda da belirttiğimiz üzere R grubu atomları amino asit zincirinin hem sağ tarafında hem de sol tarafında bulunabiliyor. Bu nedenledir ki R gurubun sol tarafında bulunanlar sol elli denen L (levo) amino asitler olarak addedilirken, sağ tarafta bulunanlar da sağ elli denen D (dextro) amino asitler olarak addedilir. Mesela proteinleri oluşturan 20 amino asitten diyebileceğimiz prolin diğer aminoasitlerdeki primer amino grubu yerine sekonder amino grubu taşıdığından aslında o da bir aminoasit cinsi olarak kabul görür. Zira prolinde ki R grubu hem alfa karbona (α-C) hem de amino gruba bağlanarak siklik bir yapı oluşturmakta. Keza serin ve trosin aminoasitleri de alfatik hidroksil gruplarını oluştururlar.  Bu durumda aromatik grubuna dâhil yan gruplar ise malum üç tanedir. Bunlar fenilalanin, trozin ve triptofan üçlüsüdürler. Bu arada 22 aminoasitlerden pH’ı pozitif yüklü yan gruplara sahip aminoasitler lizin, arginin ve histidin olarak bilinip bu tip aminoasitler bazik amino asitler olarak addedilirken asidik olan amino asitlerin R (radikal)  gruplarından negatif  (-)  yüklü glutamat ve aspartat gibi aminoasitlerde tuz-anyon içeren aminoasitler olarak addedilirler.  
       Bilindiği üzere proteinleri oluşturan aminoasitler C, H, O ve N (karbon, hidrojen, oksijen ve azot) denilen elementlerden meydan gelip, bu dört değişik elementin yan halkalarına diğer aminoasit yan gruplarından kükürt (S)  elementi de eklemlendiğinde oluşacak olan sistein ve metiyon gibi amino asitler de bir başka halka örneği teşkil ederler. Ayrıca biyomoleküler alanında yapılan çalışmalarla standart amino asitlerin 20 tanesi DNA tarafından kodlanan proteinleri belirlenip 3 harfli sembollerle biyokimya literatürüne girmiş durumda da. Böylece protein sentezine DNA molekülünden başlanılmakta olduğu gerçeği ile yüzleşilip bu meyanda protein sentezinde rol oynayan 3 harfli belli başlı amino asit bileşenlerini simgesel olarak tablo halinde şu şekilde gösterilirler:
       
Amino asit ismi Amino asit simgesi
Alanin Ala
Arginin Arg
Asparagin Asn
Aspartitasit Asp
Glutamin Gln
Glutamin asit Glu
Glisin Gly
Histidin His
İzolösin Ile
Lösin Leu
Lizin Lys
Fenilalanin Phe
Prolin Pro
Serin Ser
Sistein Cys
Treonin Thr
Triptofan Trp
Trozin Tyr
Valin Val
        Methionin                                                  Met
İşte yapılan bu biyomoleküler çalışmalar neticesinde proteinlerin hiçbir şüpheye mahal bırakmaksızın 20 değişik tip amino asitlerden meydana geldiği üçlü harf kodlamasıyla tablo halinde ortaya konulduğu anlaşılmakta.  Hatta tabloda gösterilen 20 amino aside ilave olarak birtakım değişik amino asit türevleri de eklenmiştir. Mesela; 4-hidroksiprolin bir prolin türevidir. Hakeza 5-hidroksilizin ise lizin türevidir. Fibröz kollojen yapıda ki protein ise malum bitki proteinlerin yapısında bulunmaktadır.        
       Anlaşılan o ki,  en küçük bir proteine yan dallarıyla birlikte 50 aminoasit, en büyüğünde de yaklaşık 3000 civarında amino asit eşlik etmektedir. İşte bu şekilde peptit bağları vasıtasıyla kurulan gönül köprüleri sayesinde biyomoleküler yapılar nizam bulmuş olur. Nasıl mı? Mesela insülin salgı maddesi 51 adet amino asitten meydana gelmesi hasebiyle çok mühim hormonal işlev üslenmiş konumda bir yapıya sahiptir. Hakeza yine fotosentez olayında önemli katkıda bulunan ve 97 amino asitten müteşekkil ferrodoksin proteini fotofosforilasyon reaksiyonlarında ilk elektron tutucu işlev üstlenecek bir yapıya sahipken hayvan ve bitkilerin solunumunda çok büyük öneme haiz 104 amino asitten teşekkül eden sitokrom-c proteini ise elektron taşıyıcı üstlenecek bir yapıya sahiptir.  İşte bu noktada her iki protein için hayati öneme haiz öneme can simidimiz proteinler dersek yeridir.  Tabii bitmedi, bunlara ilaveten yine protein yapıda   α (alfa)- amin asitlerden başka β (Beta) ve  γ (gama) aminoasitlerde vardır. Yetmedi mikroorganizmalar bazında protein yapılarını ele aldığımızda mesela bakteri hücre çeperlerinde D-Glutamat gibi D-izomeri aminoasitlerinin varlığını görürüz. Nitekim   β alanin,  vitamin B15 diye bilinen pantotenik asidin sitrulin ve ornitin maddeleri hem üre devrinin ara bileşikleri hem de arginin sentezinin ön maddeleri olarak dikkatimizi çekmekte. İşte görüyorsunuz gerek makro düzeyde gerekse mikro düzeyde teşekkül eden protein sentezi oluşumlar öyle anlaşılıyor ki hücre alemi içerisinde gerçekleşen kompleks yapıların birer marifeti olarak karşımıza çıkmaktadır. Sanırım evrimciler bu kompleks yapıların derinden ve sessizden işleyen bu mükemmel faaliyetleri karşısında suspus kalmak zorunda kalacaklardır.  Zira ortada Yüce Yaratıcıyı hatırlatacak mükemmel bir biyomoleküler donanımın varlığı söz konusudur, dolayısıyla bir takım gerçekleri görüp de görmezlikten gelmemelerini gayet çok iyi anlıyoruz. Zaten tek taraflı medyatik veya akademik telkinlerle yetişen bu zihniyetin bir takım gerçeklere kulak kabartmayıp zihinlerini kapalı devre usulü çalıştıranların alışkanlıklarını terk etmelerini beklemek hayal olur. Biz sadece bu noktada Max Planck’ın “Hangi branştan olursan ol, bilimle iştigal eden herkes bilim mabedinin kapısında şu levhayı okuyacaktır: İman et. Çünkü inanç bilim adamının asla vazgeçeceği bir husus değildir” dediği şekliyle onların hayrına yaratılış mucizesine inanmaya davet etmek elimizden gelir, gerisi teferruattır elbet,  davete icabett ederlerse ne ala, şayet icabet etmeseler bilsinler ki kendilerini kötü bir son beklemekte, bizden söylemesi.
     Birlikten kuvvet doğar sözünün uygulamasını bizatihi biyomoleküler yapıların kendi aralarında oluşturdukları zincir halkalar üzerinde tüm detaylarını birlikte gözlemlemek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; bazı mantar ya da yüksek bitkilerde guanidin türevi kanavanin, djenkolik asitlerin,  β veya α-amino karboksil (-COOH) ve diğer zincirin amino grubu  (-NH2) arasında peptid (amid) bağıyla bağlandıklarında bir H2O molekülünün açığa çıkması sonucu ortaklaşa kovalent birliktelikler gerçekleşebiliyor. Anlaşılan peptit bağı sayesinde ortaya çıkan bu ve buna benzer birçok biomoleküler yapılar “Birlikten kuvvet doğar” sözünün birinci ayağını oluştururken,  ikinci ayağını da iki amino asidin birleşmesiyle meydana gelen dipeptit (ikili kuvvet) bağı oluşturmakta. Daha sonra ortaya çıkacak olan moleküler yapılar üçlü olunca tripeptit (üçlü kuvvet), dörtlü olunca tetrapeptit (dörtlü kuvvet), çoklu olunca polipeptit (çoklu kuvvet)  halkalarına dönüşen yapılar olarak karşımıza çıkıp böylece bu sayede protein sentezinden maksat hâsıl olur da.  Belli ki bu tür halka oluşumlar tesadüfen oluşmuş sıradan oluşmuş halkalar değildir, bilakis belli bir gayeye yönelik biyomeleküler nizamın oluşuna yönelik halkalardır. Şöyle ki zincir halkasında yer alan tek bir amino asidin bile kazaen yanlış bir yerlere bağlandığını varsaydığımızda biyomoleküler yapıda onarılması zor yaralar açacağı muhakkak. Bu yüzden biyomoleküler nizam-ı âlem için her bir halkasında matematiksel bir programı bünyesinde barındıran bir sistemin adıdır dersek yeridir. Malum matematiksel program kazaya uğradığında mesela orak hücreli anemi alyuvarlar içerisindeki hemoglobin proteininin 574 amino asidin 19 türünden sadece birinin farklı olmasından ileri gelen veya genç yaşta bile ölüme sürükleyecek nitelikte bir takım biyomoleküler düzeyde yanlış bağlanmalar neticesinde bir maraz arıza olarak ortaya çıkabiliyor. Dolayısıyla en ufak yanlış bağlanma biyomoleküler düzenin bozulması demek olacaktır.
      Bir polipeptit zincirinin serbest halde bir amonyum (-NH2) oluşumuna karşılık ayrıca buna ilaveten bir de karboksil (COOH)  grubu vardır.  Ki;   bu zincirin uçtaki serbest terminal amonyum grubu “N-terminal grub” olarak karşılık bulur. Böylece her iki grup bir araya geldiğinde NH3 COO- şeklinde sembolize edilirler.
     Evet, tüm bu anlatılanlardan ki her ne kadar amino asit zincirlerin teorik olarak nasıl meydana geldiklerini izah etmek mümkün gözükse de işin içine pratik girdiğinde kazın ayağı hiçte öyle değil,  en basit yapıda bir proteini bile laboratuvar şartlarında meydan getirmek mümkün gözükmemektedir.  Öyle ki:
       “ - Dünyanın ilkel atmosfer şartlarına benzer birebir şartlar oluşturulsa da,
         -20 cins amino asidin tamamının en optimal şartlarda meydana gelmiş olsa da,
         -Proteinler sol elli tarzda dizayn edilmiş olsalar da,
         - Bir canlının yaşaması için gerekli 239 cins proteine tekabül eden ortalama 445 amino asit birimi sağlanmış olsa da,
         - Amino asitlerin yapı taşlarını oluşturan atomların amino asitlerin oluşumunda eksiksiz bir şekilde kullanılmış olsa da,
         -Her türlü ultraviyole ışınların zararlarına karşı korunaklı ortam sağlanmış olsa da,
         -Amino asitler birbirleriyle otomatik olarak sentezlense de,
         -Oluşacak zincirlerin gerektiğinde yer değişikliğini yapabileceği gerektiğinde işe yaramayacağı sezilen zinciri bozup yenisinin kurulabileceği zincir şartları oluşturulsa da” yine de en basit bir canlı için 239 cins proteinin tesadüfen bir araya gelme ihtimali koca okyanusta kaybolan bir inci tanesini bulmaya kalkışmak gibi çıkılmaz bir durumla karşı karşıya kalınacaktır.   Dahası dünyanın yaşını yaklaşık 5 milyar, evrenin 15 milyar düşündüğümüzde herhangi bir proteinin tesadüfi eseri olarak meydana gelme ihtimali 1041 gibi dudak uçurtacak bir rakamla karşı karşıya kalmak anlamına gelir ki,  icabında bu rakamı 100 milyarlar üssü rakamlara tekabül eden ihtimali katsayılarla da  kategorize edebiliriz pekala.. Kaldı ki ortaya konacak rakamlar ortalama 445 amino asit birimi içeren bir protein sentezi için öngörülecek bir ihtimal hesabıdır.  Allah bilir ya, bu tip değişik kombinasyona haiz protein oluşumlarının her birini hesap etmeye kalkıştığımızda kim bilir hangi işin içinden çıkılmaz manzaralarla karşılaşacağızdır. Muhtemeldir ki bu durumda 20 cins amino asidin her bir kombinasyonu için 20’nin 445 ‘inci kuvvetini almamız icap edecektir. Ki, bu sayı takriben 10520 gibi aklı karaya oturtacak cinsten ihtimali bir rakam olacaktır. Anlaşılan o ki, bütün hesaplamalar sonucunda ortaya çıkacak trilyonlu rakamların evrene sığmayacağı gözükecektir,  zaten sığmaz da. Evrimciler kafalarında ne düşünüyorlardır onu bilemeyiz, ama bilinen bir şey vardır ki o da malum “Yanlış hesap Bağdat’tan döner” gerçeğidir. Yaratılış mucizesini inkâr edenlerin kafalarında uydurdukları bir hesabı varsa, Allah’ın da şaşmaz mucizevi hesabı vardır elbet. Bizim buna inancımız tam olup, asla şek şüphe duymayız da.
     Proteinlerin moleküler yapısı
     Malum olduğu üzere proteinler amino asitlerden meydana gelen hayati moleküllerimizlerdir.  İşte bu hayati öneme haiz biyomoleküller aynı zamanda canlılığın yapı taşlarıdırlar. Hakeza hücre yapıların ve görevlerini belirleyen tüm biyomoleküler yapıların temelini de proteinler oluşturmakta. Hatta protein sentezini gerçekleştiren genetik bilgide DNA molekülünde kodludur. İşte bu DNA kodu sayesinde canlı vücut bulup iri ve diri olmakta. Dolayısıyla bu gerçekler ışığında protein moleküllerinin her biri tesadüfe meydan vermeyecek bir şekilde mükemmel bir donanımla donatılmış olması biyokimyacıları ve biyologları hayretler içerisinde bırakabiliyor. Nasıl hayretler içerisinde bırakmasın ki, baksanıza canlılarda en elzem bulunması gereken Sitokrom-C proteinin tesadüfen meydana gelebilmesi sıfır ihtimal gözükmektedir. Yine de bir kısım aklı evveller sıfır ihtimalden bile medet umup kendi kendilerine gelin güvey olaraktan pişkin pişkin “proteinler tesadüfen meydana gelmiştir” işgüzarlığına kapılabiliyorlar. Oysaki onca proteinler içerisinden tek bir proteinden canlının kendi kendine evrimleşerek teşekkül ettiğini iddia etmek bile abesle iştigal akla ziyan bir tutum olacaktır.  Hem bu hangi akla hizmet etmekse ortaya attıkları deli saçması evrim tezlerini mükemmel donanımlı kompleks yapılara ümitlerini bağlamak yerine nerede daha basit daha ilkel yapılar varsa ümitlerini hep bu zayıf yapılara bel bağlamış durumdalar. Onlar tüm ümitlerini ve heveslerini neye bağlarsalar bağlasınlar sonuçta biyomoleküler yapı bakımdan proteinlerin her birinin polimer yapıda zincir olarak karşımıza çıkacağı gerçeğini değiştiremeyeceklerdir. Kelimenin tam anlamıyla bunun anlamı proteinlerin her birinin yüzlerce, bazen binlerce amino asit içeren dev moleküllerden meydana geldiği gerçeğidir. Nitekim değişik sayıda amino asitlerin bir araya gelerek protein zincir oluşturmaları kayda değer mühim bir hadisedir.  Nitekim yukarıda bir nebze değindiğimiz gibi amino asitler kendi aralarında birleşecekleri sırada zincirin bir ucundaki karboksil (-COOH)  grubu diğer ucunda konumlanmış amino grubu (-NH2)  ile aralarında peptid (amid) bağı oluştuğunda açığa birer su molekülü de ortaya çıkmış olur. Yani bu demektir ki karboksil grubunun hidroksil (OH) ve diğer amino grubun hidrojeni (H) ile birleşmesiyle birlikte ab-ı hayat su (H2O) ile yüzleşmiş oluruz.
        Evet, bir insanın proteinlerden vücut bulmasına şaşmamak gerekir.  Hele ki bilimsel çalışmalarla DNA gerçeği ile doğrudan yüzleşildikten sonra artık çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki bir insanın proteinlerin vücut bulması demek, aynı zamanda insanın yaratılışı DNA molekülüyle start aldığı anlamına gelir. Zira Yüce Allah (c.c)  bu meyanda “İnsanı yaratmaya çamurdan başladı” (Secde, 7) ayetiyle beyan buyurduğu çamurdan maksat biyomoleküler balçık protein anlamında DNA’ya karşılık gelen vücut bulma mayasıdır.  Hem kaldı ki proteinlerin vücut biyokimyasının mayasının en önemli misyonu her türden hücre ve dokuya yapı malzemesi (plastik unsur) olarak katkı sağlamaktır. Böylece yaratılış çamur mayamızı teşkil eden bir takım minerallerden 30 kadarının vücudumuza konuşlandırılıp ve bunlardan sindirilebilecek organik gıdaların sentezine geçiş yapmakla protein senteziyle oluşan hücre ve dokulara yapı malzemesi sağlanmış olunur.  Peki, tüm bu biyomoleküler alt yapı oluşumlar iyi hoşta, bu süreçte daha hangi başka biyomoleküler yapılar da eşlik etmektedir acaba? Bu sualin cevabını ancak amino asitlerin polimerizasyon ürünü diyebileceğimiz protein moleküllerinin 3’lü ya da 4’lü yapılar şeklinde kendi aralarında kaynaşarak oluşturdukları birbirlerini tamamlayıcı zincirimsi yapıların ortaya koydukları birlikteliklerle izah edebiliriz. Zira söz konusu halkaların ortaya koydukları birliktelikler sayesinde birincil yapı, ikincil yapı, üçüncül yapı ve dördüncül yapılar olarak halka oluştururlar da. İşte bu türden zincirlemesine oluşan halkalar aynı zamanda atalarımızın  “Bir elin nesi var iki elin sesi var” şeklinde dile getirdikleri atasözünü de teyit eden bir birlikteliklerdir.   Dolayısıyla bu söz konusu biyomoleküler halka yapılar bilim diliyle ifade edildiğinde birkaç molekülün bir araya gelmesinin sonucu kompleks moleküllerin oluşumuna yelken açmak şeklinde karşılık bulacaktır. Şöyle ki; ilk oluşumda belirli aminoasitlerin belirli sayıda ve belirli sıralanışa göre peptit bağlarıyla birleşmesi neticesinde birincil yapılar (öncü yapılar) teşekkül etmektedir. İkinci oluşum ise polipeptit zincirinin molekül içi birkaç polipeptit molekülün peptit bağları arasında veya peptit bağların amino ve karboksil grupları arasında karşılıklı bağlanmalar neticesinde konformasyon protein molekülünün ikincil yapısı olarak teşekkül edecektir.  Böylece ikincil yapı formatında bir protein molekülü basit halden daha kapsamlı ve daha kompleks yapılara dönüşümü gerçekleşmiş olur. Bunlar arasında en dayanıklı konformasyonlar hiç kuşkusuz polipeptit zincirin üzerinde dizili halde bulunan amino grupların hidrojen (H) bağlarıyla köprü oluşturanlardır. Zira oluşumla birlikte belli başlı iki çeşit konformasyon meydana gelip, bunlar   α-helezon ve  β-konformasyonu diye kategorize edilirler.  Örnek verecek olursak mesela ikincil yapının α-helezon ve  β-konformasyonu özellikle fibriler proteinlerde daha sıkça görülen yapılar olarak gözükmekte. Hakeza hidrojen bağları aynı zamanda protein moleküllerin karşılıklı amino karboksil gruplarından başka serbest karboksil grubu ile diğer bir amino asidin serbest karboksil karbonu veya histidinin imidazol azotu arasında köprü kuran bir yapıdır. Dolayısıyla ikincil yapının α-helezon ve  β-konformasyon gösteren proteinlerin komşu polipeptit zincirlerine hidrojen bağları, iyon bağları ve apolar çekim kuvvetleri vasıtasıyla bağlanmışlardır. Bu yüzden hidrojen bağların meydana gelmesiyle oluşan bir veya birkaç polipeptit zincirin kendi amino ve karboksil grupları arasında düşey bir eksen etrafında helezonik kıvrılma tarzında oluşan konformasyona ikincil yapının  α-helezon konformasyonu denmektedir. Birkaç polipeptit zincirleri arasında hidrojen (H) bağlarının teşekkülü ve karbon-2(C-2) atomundaki R gruplarının aynı ve zıt yönde sıralanması dizilimleriyle oluşan konformasyona ise ikincil yapının β-konformasyonu veya kırmalı tabaka yapısı adı verilmektedir. Örnek mi?  İşte   α-helezon konformasyon için miyozin, fibrinojen ve α-keratini ile β-konformasyon için ipek fibrini ve β-keratini bunun birer bariz örneklerini teşkil eder zaten
  Üçüncül yapı
  Helezonlaşmış ve bükülmüş polipeptit zincirinin kendi üzerine yumak tarzında katlanmasıyla üçüncül yapı meydana gelir.  Dolayısıyla bu şekilde katlanmış proteinler globüler proteinler olarak addedilir.  Bu durumda üçüncül yapıyı meydana getiren gerek hidrojen bağları,  gerek Wanderwals çekmeleri,  gerek iyon bağları ve gerekse kovalent bağlar sayesinde organizmamız herhangi bir yerden karbonhidrat molekülü almadan sadece bazı Pirüvik asit, gliserol ve aminoasitlerin başka maddelerden temin ettikleri maddelerle glikojenik oluşumlar gerçekleşebiliyor. Ki; bu yapısal oluşuma glikozun yeniden yapımı anlamında glukoneogenez denmektedir. Yapım işlemi esnasında glikozun meydana gelen ilk bileşiği Glikoz 6 fosfat (Glikoz-6-P)’dır. Ayrıca karaciğerde glikozun Glikoz–6-P’a çevrilme reaksiyonunu kataliz eden iki enzimin varlığı söz konusudur ki,  bunlar heksokinaz ve glikokinaz olarak bilinen enzimlerdir. Anlaşılan karaciğer tarafından üretilen glikokinaz enzimi glikozun glikojene dönüşümünde rol oynayıp, heksokinaz ise glikoliz olayında glukoz 6-fosfat inhibitörü olarak görev yapmaktadır. Hatta kas dokusunda Glikoz-–6-P’ın teşekkülünde sadece heksokinaz enzimi rol oynamaktadır.  O halde bu durumda yeri gelmişken protein molekülünün ikincil ve üçüncül yapıları arasındaki farkı şöyle özetleyebiliriz:
     -İkinci yapıda helezonlaşma ve bükülme söz konusu iken, üçüncü yapı proteinlerinde yumak tarzında katlanma vardır.
     -İkincil yapı sabit ve kararlı olmazken, üçüncül yapı ise sabit ve kararlı haldedir.
    Dördüncül yapı
    Üçüncül yapıyı gösteren bazı polipeptit veya proteinlerin alt birim ( protomer) adı verilen monomer şekillerinin ikişer zincirli hidrojen bağları ile diğer Van Der Waals çekimlerii veya iyon çekiumlerinin etkisiyle uç uca eklenerek teşekkül eden tetrahedral zincirin polimerize olması sonucunda dördüncül yapı meydana gelir. Örnek: Hemoglobin molekülü.
         Anlaşılan o ki; biyomoleküler yapılar tesadüf üzerine kurulu yapılar değillerdir. Düşünsenize bir lise çağında bir gence bir torbaya 1’den 10’a kadar yazılı rakamlardan ibaret zarları koyduğumuzda çekeceğiniz ilk rakamın 1 olma ihtimalini sorduğumuzda elbette ki 1/10 olduğu cevabını verecektir.  Yine 1 ve 2 rakamların aynı anda çekme ihtimalinin 1/100 (10x10=100) ve 1, 2, 3 rakamlarının ise 1/1000 (10x10x10x10=1000) olduğunu söyleyecektir. Keza tüm rakamları sırasıyla çekme ihtimalininse 10 rakamının 10’cu kuvveti olan 10 milyar gibi bir rakama tekabül eden bir sayı olduğunu görürüz. Bu demek oluyor ki bizatihi rakamların dili inançsızlığa geçit vermemektedir. O halde yaratılışı inkâr niye?
      Velhasıl-ı kelam; yaratılış biyomoleküler nizam-ı âlem mucizesini inkâr edenler ne kadar inkâr ederseler etsinler hakikat güneşini asla  balçıkla sıvayamayacaklardır.        
       Vesselam.
     
https://www.enpolitik.com/kose-yazilari/biyomolekuler_nizam-i_lem-6289.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty GENLER ARASINDA MUCİZEVİ ETKİLEŞİMLER

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ara. 31, 2022 7:12 pm

  GENLER ARASINDA MUCİZEVİ ETKİLEŞİMLER
         SELİM GÜRBÜZER
        Kromozomlar üzerindeki genlerin karşılıklı etkileri ile birlikte her canlının adeta mucizevi dokümanı ortaya konulmakta. Öyle ki her canlının karakteristik mucizevi özellikleri genler aracılığıyla belirlenmekte. Böylece genlerin karşılıklı mucizevi etkileşimleri sayesinde herhangi bir bitkinin kökü, gövdesi, dalı ve her ne özelliği varsa tüm ayrıntılarıyla gün yüzüne çıkmakta.   Öyle ya, mademki genlerin mucizevi karşılıklı etkileşimleri sayesinde hemen her canlının karakteristik özelliklerini belirleniyor, o halde gen dünyasında şöyle derinlemesine bir dalalım neler varmış bir görelim:
    Komplementer Genler (Tamamlayıcı genler)
    Bilindiği üzere gen dünyasında bir takım özelliklerin ortaya çıkmasında baskın karakterde bir dominant gende tek başına bir anlam ifade etmez,  bikere her şeyden önce kendi etki özelliğini gösterebilmesi için illa ki eksikliğini giderecek bir tamamlayıcı gene de ihtiyaç vardır. Eğer bir karakterin meydana gelmesinde herhangi bir gen çiftinin etki gücünü diğer bir gen çifti tamamlıyorsa böyle gen çiftlerine komplementer genler (tamamlayıcı) olarak tanımlanır.  Örnek mi? İşte çiçek renk kalıtımı bakımdan kokulu burçak (Lathyrus odoratus) bunun tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim beyaz çiçek açan 2 kokulu burçak bitkisini çaprazladığımızda kendi özelliklerinin ortaya çıkması için illa ki her iki türünde kendi aralarında karşılıklı etkileşime girmeleri gerekir.  Karakteristik özellikler bakımdan bunlardan biri renksiz bileşiğe karşılık gelen yani rengin ilkel tipi diyebileceğimiz kromojen özellikte bir maddedir. Diğer ikincisi ise, renksiz ön maddeyi renkli hale getiren (okside)  özellikte bir enzim maddesidir. Dolayısıyla Cc (homozigot resesif chromogen ve ee (homozigot resesif enzim) genleri Chromogeni (protein C) erguvani renge dönüştürecek protein enzime sahip olmadıklarından beyaz çiçek açan iki kokulu burçak bitkisinin:
                                           CCee x ccEE şeklinde çaprazlanmasıyla;
                                                  \            ⁄
                                     F1 dölü: CcEe (erguvani-mor) şeklinde bir genotip ortaya çıkacaktır.

          F1 dölü de kendi içerisinde F2=  F1 x F1 şeklinde çaprazlandığında ise aşağıdaki tabloda yer alan değişik oranlarda genotip bireyler oluşacaktır.
                                             
♂/♀ CE Ce cE ce
CE CCEE CCEe CcEE CcEe
Ce CCEe CCee CcEe Ccee
cE CcEE CcEe ccEE ccEe
ce CcEe Ccee ccEe ccee
        İşte,  ortaya çıkan bu tablodan da anlaşıldığı üzere beyaz rengin meydana gelmesinde C geni etken rol oynarken, bu arada E geni de beyaz renk maddesinin erguvani haline dönüşmesinde etkin rol oynamakta. Böylece birbirleriyle karşılıklı etkileşimler neticesinde 9/16 erguvani, 7/16 beyaz renkli bireyler teşekkül etmiş olur.
     
       Örnek soru:
       Bir cins silkie tavuk (Habeş tavuk)  ile beyaz wyandotte horozun çaprazlanmasıyla F1 dölü renkli olmaktadır. F2 dölünde ise 9/16 oranında renkli, 7/16 oranında beyaz fertler meydana gelmekte. O halde karşılıklı gen etkileşimleri sonucunda ortaya çıkan belirli oranlarda ki gen dizilimindeki karakteristik özellikleri tablo halinde gösteriniz.
     Cevap:
      Genleri temsilen:
      “A-Beyaz rengin meydana gelmesi.
      E-Beyaz rengin renkli duruma dönüşmesi” şeklinde gösterip; Silkie Tavuk(beyaz)  ila Beyaz viandot horozun:
                                        Aaee           x        aaEE şeklinde çaprazlandığında ise
                                                      \            ⁄
                                               F1 dölü = AaEe olarak kendini gösterecektir.

           F1 dölü de kendi içinde F2=  F1 x F1 şeklinde çaprazlandığında aşağıda tabloda ki gibi 9/16 renkli, 7/16 beyaz renk oranlarında bireyler ortaya çıkacaktır:                                              

♂/♀ AE Ae aE ae
AE AAEE AAEe AaEE AaEe
Ae AAEe AAee AaEe Aaee
aE AaEE AaEe aaEE aaEe
ae AaEe Aaee aaEe aaee
       Yani; F2 dölü = 9:7 oranında kendini gösterecektir.

       Supplementer genler (modifikatör genler):
       İki gen çiftinden birinin dominantı genotipte bulunsun veya bulunmasın nicelik olarak etkisini gösterir ki; bu durum supplementer genin varlığına delil teşkil eder. Şöyle ki siyah ve kahverenginin meydana gelmesi için mutlaka C genine ihtiyacı vardır. Nitekim kobaylarda kıl rengi kalıtımını:
  “ B-Siyah,
     b-kahverengi,
     C-Renk veren gen,
     c-Renksizlik geni (albino gen)” şeklinde harflerle tanımlayıp ccBB genotipli albino bir tavşan ile CCbb çaprazladığında:

                                   ccBB              x               CCBb  
                          (albino tavşan)                  (kahverenkli tavşan)
                                                        \            ⁄
                                              F1 dölü=CcBb (siyah) olacaktır.
       F1 dölünü de kendi içinde çaprazlanması sonucunda ise normal dihibrid kalıtımda olduğu gibi ortaya çıkacak olan F2 dölleri;
     “C-B-9 (siyah),
       ccB-3 (albino),
       C-bb-3 (kahverengi),
       Ccbb-1 (albino)” şeklinde dağılımla birlikte supplementer kalıtım özelliğini gösterecek 9:3:4 oranlarında bir genotip tablo ortaya çıkacaktır.  
      Supplementer genlerin karakteristik özelliklerine örnek teşkil edecek bir başka örnekte siyah veya kahverengi genlerin karşılıklı etkileşimleri sonucunda ortaya çıkacak olan renk bileşimleri için bir yandan  “e” genine ihtiyaç duyulurken, diğer yandan da albinoluğun oluşması içinde resesif allel olarak  “s” genine ihtiyaç duyulur.  Yani her halükarda her iki gende etkisini göstermek için var olacaklardır.  İşte bu noktada her iki pigment geninde karşılıkları etkileşimleri neticesinde belli bir fenotip özelliklerinin ortaya çıkma hadisesi supplementer (modifikatür) gen olarak anlam kazanır. Nitekim bu anlamda kobaylarda kıl rengi tamda bu noktada bunun tipik örneğini teşkil eder. Öyle ki kobaylarda siyah renkli kıl büyük (S)  harfiyle tanımlanan dominant iken, küçük (s)  harfiyle tanımlanan kahverengi kıl ise resesiftir. Hatta temel renksiz maddeyi temsilen melanine (esmer veya siyah) çeviren E harfiyle tanımlanan genin varlığı da söz konusudur.  Böylece söz konusu genleri:
      “S-Siyah,
        s-Kahverengi,
        E-Rengin oluşmasını sağlayan enzim maddesi,
        e- albino” şeklinde harflerle tanımlayıp homozigot bireylerle çaprazlandığında;

                             eeSS (albino)  x  Eess (kahverenkli kobay)
                                              \            ⁄
                               F1= EeSs (heterozigot siyah)  olur.

                                F1 dölünün de kendi içinde çaprazlanmasıyla da aşağıdaki tabloda ki oranlarda 9/16 siyah renkli, 3/16 kahve renkli ve 4/16 albino meydana gelecektir:
                                           F2=  F1 x F1                                            
                                           F2= EeSs x EeSs
 
♂/♀ ES Es eS es
ES EESS EESs EeSS EeSs
Es EESs EEss EeSs Eess
eS EeSS EeSs eeSS eeSs
es EeSs Eess eeSs eess
       Yani F2= 9:3:4 oranlarda bir genotip tablo ortaya çıkacaktır.
     
    Örnek soru:
     Balta ibikler (bbgg), tek dominant B genin etkisiyle bezelye ibik (Bbgg) olmakta, tek dominant G genin etkisiyle de Gül ibik  (bbGG) şekline bürünmekte. Şayet B ve G genleri bir arada bulunursa Ceviz ibik ( BbG-, BBGG Bbg- ) şeklinde bir özellik gösterecektir.  F2 dölünde karşılıklı etkileşimler sonucu oluşan resesif haldeki (bg) ise balta ibik (bbgg)   olarak kendini gösterecektir. İşte bu bilgilerden hareketle gül ibik ve bezelye ibik bireylerin çaprazlanmasıyla birlikte F1 dölün de ceviz ibik ortaya çıkmakta olup, F2 dölünde  ise 9 ceviz ibik, 3 gül ibik,  3 bezelye,  1 balta ibik genotip özelliğine haiz bireyler oluşacaktır.  O halde ortaya çıkacak olan bu mucizevi çeşitlilik içerisinde her bir genotip özelliğe haiz bireyleri tablo halinde gösteriniz.
         Cevap:
                            ♀ Gül ibik                x              Bezelye ibik ♂
                                bbGG                   x                 BBgg
                                                           \            ⁄
                                               F1= BbGg (Ceviz ibik)
       
       F1 dölünün de kendi içinde çaprazlanmasında aşağıdaki tabloda ki oranlarda 9/16 G-B-(Ceviz), 3/16 G-bb (Gül), 3/16 gg-B- (Bezelye), 1/16 ggbb (balta) meydana gelir.
                                                F2=  F1 x F1

♂/♀ BG Bg bG bg
BG BBGG BBgg BbGG BbGg
Bg BBGg Bbgg BbGg Bbgg
bG BbGG BbGg bbGG bbGg
bg BbGg Bbgg bbGg bbgg
     Yani F2= 9:3:3:1 oranlarda genotip özelliklere haiz bir tablo ortaya çıkar.
   
   Örnek Soru:
   Bir siyah fare ile bir albino fare çaprazlanmasıyla birlikte F1 dölü renkli olmaktadır. F2 dölünde oranlar ise 9/16 gri, 3/16 siyah ve 4/16 albino tarzında dağılım göstermektedir. Söz konusu bu çaprazlamayı sembolik formüller eşliğinde tablo halinde gösteriniz.
   Cevap:
 “ S-Siyah,
    s-Albino,
    E-renklendirme enzim maddesi” şeklinde harflerle tanımlayıp çaprazladığımızda;
   
                               ♂ Ssee genotipli siyah  x  ssEE albino♀
                                                                \            ⁄
                                                        F1= SsEe (gri) olur
                                  (S ve e renkleri bir arada olduğu için renklidir)

          F1 dölünün kendi içinde çaprazladığımızda aşağıdaki tabloda gösterdiğimiz 9/16 S-E- gri renkli, 3/16 S-ee siyah ve 4/16 ssee, ssE- albino oranlarda birey özellikleri meydana gelir:
                                           F2=  F1 x F1
                                           F2= EeSs x EeSs

♂/♀ SE Se sE se
SE SSEE SSEe SsEE SsEe
Se SSEe SSee SsEe Ssee
sE SsEE SsEe ssEE ssEe
se SsEe Ssee ssEe ssee
      Yani F2= 9:3:4 oranlarda bir genotip tablo dokümanı ortaya çıkar.      
     
     Engelleyici genler:
     Bazı dominant genler diğer bazı dominant genleri fenotipte etkilerini göstermelerini engellerler. Nitekim tavuklardaki renk durumlarını:
   “C-Renk meydana getiren gen (beyaz)
     c-albino meydana getiren gen.
     E-Renk meydana getiren geni engelleyen gen.
     e-renk meydana getiren geni engellemeyen gen” gibi harflerle simgeleştirip çaprazladığımızda:

                            CCEE ♀                     x             ♂ ccee
                   (beyaz ligorin tavuk)                       (viandot horoz)
                                                     \            ⁄
                                                  F1 dölü: CcEe (Beyaz) olur
                      F2 dölü ise;
                      C-E–9(Beyaz)
                      C-ee–3(Beyaz)
                      CcE–3(Renkli)
                      ccE–3(Beyaz)
                      ccee–1(Beyaz) şeklinde dağılım gösterip,  buradaki engelleyici genin fenotipik açılımı 13:3 oranlarda bir genotip tablo ortaya çıkacaktır.  Öyle anlaşılıyor ki, bir kısım dominant genler diğer bazı dominant genlerin fenotip etki göstermelerini engelleyebiliyor. İşte bu nedenledir ki böylesi genlere engelleyici genler denmektedir.
     
     Örnek soru:
     EERR genotipe sahip bir bitki ile eerr genotipine sahip olan bir bitkinin çaprazlanmasında F1 dölü beyaz renkli olmaktadır. Böylece F2' de oluşan fert oranları 3/16 beyaz, 3/16 siyah ve 3/16 kırmızı şeklinde olmaktadır. O halde bu söz konusu çaprazlamayı harflerle simgeleştirip tablo halinde gösteriniz.
       Cevap:
      R-Kırmızı çiçeklerde.
      r-Beyaz.
      E- R genin etkisini engelleyen gen (dolayısıyla çiçek beyaz olur.)
   
                                                  EERR   x    eerr
                                                      \            ⁄
                                        F1: EeRr beyaz renkli olur.
        F1 dölü de kendi içinde çaprazlandığında aşağıda gösterilen tablodaki gibi 9/16 beyaz, 3/16 beyaz ve 1/16 beyaz (13/16 beyaz), 3/16 kırmızı (Kırmızının oluşması için E genini olmadığından kırmızı renk etkisi gösterir.) oranlarda mucizevi karakteristik özellikler elde edilecektir.                        
                                          F2:  F1 x F1
                                           F2: EeSs x EeSs
 
♂/♀ ER Er eR er
ER EERR EERr EeRR EeRr
Er EERr EErr EeRR Eerr
eR EeRR EeRr eeRR eeRr
er EeRr Eerr eeRr eerr
      Yani F2= 13:3 oranı bulunur.

      Örnek soru: Beyaz bir legorn tavuk, beyaz bir wyandotte horozla çapaklandırılması sonucunda F1 beyaz renkli olup F2 dölünde ise 13 beyaz renk oluşmaktadır. Bu durumu genotipik sembollerle gösterip tablo halinde formüle ediniz.
     Cevap:
     C-renk meydana getiren gen.
     c-albino meydana getiren gen.
     E-renk meydana getiren gen (C) engel gen
     e-engellemeyen gen.
     Mademki renkli fertler F2' de bulunmalıdır. O halde C geni ait olduğu genotipin birinde dişi veya erkekte de bulunmalıdır. Fakat burada bizatihi genotipin kendisi beyaz olduğuna göre onu engelleyen E genine ihtiyaç vardır. Tüm bunları göz önünde bulundurduğumuzda E geni C’nin yanında baskın halde (CCEE) bulunmakta olup beyaz olarak tanımlanacaktır.  F2 dölünün sonucunda oluşacak olan resesif genotip fertler ise ccee formülü ile gösterilip beyaz rengi baskılamalarıyla birlikte renkli wyandotte olarak ortaya çıkacaklardır. Yani bu durumu aşağıdaki şekliyle çaprazladığımızda:
                                   ♀ CCEE(legor)  x  ccee (wyandotte)♂
                                                      \            ⁄
                                  F1 dölü; CcEe (beyaz) olurken,
      F1 dölünün kendi içinde çaprazlanmasıyla da aşağıdaki tabloda gösterildiği şekliyle F2 dölleri 13/16 beyaz (9/16 C-E- beyaz, 3/16 CCE-beyaz, 1/16 ccee-beyaz), 3/16 C-ee renkli oranlarda genotip bireyler ortaya çıkacaktır:  

                                               
♂/♀ CE Ce cE ce
CE CCEE CCEe CcEE CcEe
Ce CCEe CCee CcEe Ccee
cE CcEE CcEe ccEE ccEe
ce CcEe Ccee ccEe ccee

     Örnek soru:
    Allium cepha (soğan) bitkisinde soğanın renkli olmasını dominant (C) belirlerken,  renksizliği de resesif halde homozigot allel (c) geni belirlemekte.  Böylece bu noktada (R) geni (C)  geninin mevcudiyetinde soğan kırmız renk alırken, (r) geni ise sarı olmasına yol açar. İşte bu bilgilerden hareketle kırmızı ve sarı soğanların çaprazlamasında elde edilecek tohumlar ekildiklerinde meydana gelecek olan bitkilerden kırmızı, sarı ve renksiz özellikler meydana gelip bu özelliklerin hangi oranlarda teşekkül edeceğini tablo halde gösteriniz.
       Cevap:
        C-renkli.
        c-sarı,
        CR-kırmızı
        Cr-sarı
                                    ♂  CcRr(kırmızı)   x   Ccrr (sarı) ♀
                                                       \            ⁄
                                 C-R-             C-rr                      ccrr
                              Kırmızı             Sarı                  renksiz

                                      Böylece F1 dölünde; CcRrx Ccrr →C- r =Cr
                                                                                          →c-r = cr
                           
♂/♀ Cr cr
CR CCRr CcRr
Cr CCrr Ccrr
cR CcRr ccRr
cr Ccrr ccrr
      Böylece tablodaki gibi; 3/8 kırmızı, 3/8 sarı, 2/8 beyaz renkli oranlar meydana gelir.
       Poligenik genler:
       Bu tip genleri yine harf sembollerle gösterecek olursak;
        a-Etkisi kümülatif olmayan polimerik genler.
        b-Etkisi kümülatif olan polimerik genler.
        c-Epistat ve Hipostatik genler.
       d-Multipl allel (çok allellik) şeklinde kategorize edilip aşağıdaki örnekte olduğu gibi şu şekilde çaprazlamaya tabii tutulurlar:
        Örnek-
                 KKPP (Kırmızı boynuzsuz)               x                 KkPp (Beyaz boynuzlu sinek)
                                                               \            ⁄
                                                                KkPp
                                              F1=Demir kırı boynuzsuz olur.
        Görüldüğü gibi bir gen çiftinin yarı dominant diğer gen çiftinin tam dominant olduğu dihibrid kalıtımda F2’dölünde ise normal dihibrid kalıtımdan farklı olarak fenotipik açılım orantısı aşağıdaki tabloda gösterildiği üzere de 3:6:1:2:3:1 oranlarda bireyler olarak kendini gösterecektir:



AB Ab aB ab
AB AABB AABb AaBb Aabb
Ab AABb AAbb AaBB Aabb
aB AaBB AaBb aaBB aaBb
ab AaBb Aabb aaBb aabb

       Burada dihibrid kalıtımın 16 fertten 9’unda her iki gen dominant olup, 3’ünde genlerden birincisi dominant diğeri resesif homozigottur.  Bir diğer 3’ünde genlerden ikincisi dominant birincisi resesif homozigot şeklindedir. Tabloya bakıldığında sadece 16 fertten birinde hepsi resesif homozigot olmaktadır. İşte tüm bu poligenik kalıtım örneklerinden öyle anlaşılıyor ki farklı allel çiftlerine ait iki veya daha fazla dominant genin aynı fenotip karakter üzerinde birbirine benzer şekilde etkilenip dizilmesine polimeri olarak addedilirken, bu tip genlere de polimerik genler olarak addedilirler. Nitekim Cruciferae familyasına ait olan Capsella bursa-pastoris (üçgen meyveli çobançantası) ve bir diğer oval meyve türleri bunun tipik örneklerini teşkil eder.  Bu arada unutmayalım ki polimerik genler üzerinde bir tek genin etkisiyle birçok genin aynı etki üzerinde bulunmasına kümülatif olmayan polimeri olarak addedilirler.
       Örnek soru:  Üçgen şekilli meyveli bitkilerle oval şekilli bitkilerin çaprazlanmasıyla F1  üçgen şekilli olmaktadır.  F2 dölü ise 1/16 oval ve 5/16 üçgen şeklinde sıralanır. O halde çaprazlamaları genetik formüllerle gösteriniz. (Not: Dominant genlerden biri veya ikisi homozigot veya üçgen şeklinde meyvelerin gelmesine sebep olur. Yani bir tek T genin etkisi ne ise 4 T geni de aynıdır.)
      Cevap:
             T1T1T2T2 (Capsella bursa pastoris)  x   t1t1t2t2  (Capsella haegeri)
                                                                  \            ⁄      
                                            F1 dölünde; T1t1T2t2 (üçgen) olur.

                       F1 dölünün de kendi içinde çaprazlanmasıyla da;
                                                           F2 dölü:  F1 x F1 olup;

                 ♂/♀ T1T2 T1t2 t2T2 t1t2
T1T2 T1T1T2T2 T1T1 T2t2 T1t2T2T2 T1t1T2t2
T1t2 T1T1T2t2 T1T1 t2t2 T1t2T2t2 T1t1t2t2
t2T2 T1t2T2T2 T1t2T2t2 t2t2 T2T2 t2 t1T2 t2
t1t2 T1t1T2t2 T1t1t2t2 t1t2T1t2 t1t1 t2t2
      Böylece tabloda görüldüğü üzere F2 dölü: 15/16 üçgen, 1/16 oval şekil oranlarda genotipler ortaya çıkar.

     Örnek soru:
     Her iki gen çifti de homozigot olan kırmızı çiçekli bir bitki ile beyaz çiçekli bir bitki çaprazladığımızda F1 kırmızı olmaktadır. F2 ise 15/16 kırmızı, 1/16 beyaz olur.  O halde söz konusu çaprazlamayı formüllerle gösteriniz.
        Cevap:

                  K1k1K2K2 (Capsella bursa pastoris)  x  k1k1k2k2  (Capsella haegeri)
                                                                       \            ⁄
                                                        F1 dölü: K1k1K2k2 (üçgen) olur.

                          F1 dölünün kendi içinde çaprazlanmasıyla da;
                                       F2 dölü:  F1 x F1 olup;
           Böylece; F2= 15/16 kırmızı, 1/16 beyaz k1k1 k2k2 meydana gelir.

             Etkisi kümülatif olan polimerik genler
        Aynı özellikler üzerine birbirine katılacak şekilde etki yapan çok sayıda bağımsız gen çiftine kumulatif polimeri denmektedir. Yani dominant genlerin etkisi birbirine eklenmektedir. Nitekim insanlarda ki cilt rengi ile meyve büyüklüğü bunun tipik örneklerini teşkil eder.

      Örnek soru:
     Tamamen kırmızı tane veren bir buğday bitkisi ile beyaz taneli buğday bitkisini çaprazlandırırsak F1 orta pembeli buğday bitkisini verecektir. F2= 1/64 kırmızı,  1/64 beyaz olup,  yani 62/64 oranında değişik kombinezon meydana getirecektir. O halde bu durumu genetik formüllerle izah ediniz. (Not- Buğdayda kırmızı rengi üç çeşit (ABC) genleri, beyaz rengi ise üç çeşit  (abc) genleri meydana getirir. Buna göre homozigot kırmızı taneli buğday bitkisi AABBCC genotipin de olup, buna göre homozigot beyaz buğday taneli bitkisi aabbcc genotipindedir.)
          Cevap:

                                              AABBCC   x   aabbcc
                                                         \            ⁄  
                                                     F1= AaBbCc
       
                           F1 dölünün çaprazlanmasında;
                                           F2=  F1 x F1
     Böylece;
     1/64 AABBCC kırmızı
     1/64 aabbcc beyaz
     6/64 AABBCc koyu pembe
     15/64 AABBcc açık pembe
     20/64 AABbcc pembe
     6/64 Aabbcc çok açık pembe tarzında oranlamalar meydana gelir.
     Görüldüğü üzere kırmızı renk geni bir bitkide ne kadar çok sayıda toplanmış ise bitkinin taneleri o kadar koyu, ne kadar az sayıda ise o kadar açık olmaktadır. Derken renk gruplarının orantı sayısı 1:6:15:20:15:6:1 olarak belirlenir.
   
     Örnek soru:
     Biri beyaz, diğeri zenci olan iki ferdin evlenmesinde F1 dölü ana baba arasında ortak bir renk (melez) meydana gelmektedir. O halde F2 dölünde yer alan çocukların ten renklerinin oranı nedir? (Not:  İnsanlarda cilt rengi kumulatif iki gen çiftine dayanır (Buğdayda üç gen çiftine). Homozigot dominant halde bulunmaları en koyu rengi  (zenci), homozigot resesif halde en açık rengi (beyaz) verir).
       Cevap:
                 
                                       ♀aann(beyaz)  x  AANN(zenci) ♂
                                                          \            ⁄
                                                      F1= AaNn(Esmer) olur.
       
                                       F1 dölünün çaprazlanmasında;
                                                     F2=  F1 x F1
     1/16 AANN zenci
     4/16 AANn koyu esmer
     6/16 AaNn esmer
     4/16 Aann açık esmer
     1/16 aann beyaz şeklinde tezahür eder.
   Etkisi kümülatif (katlanmış) olmayan polimerik genler
 Bazı bitkilerde kırmızı çiçek rengi alleli olmayan dominant genler tarafından meydana getirilir. Bu genler K1 ve K2 şeklinde gösterilir. Bu genler isterse 4 tane dominant olsun her daim renk kırmızı olacaktır.  Rengin beyaz olması ancak genlerin homozigot resesif olmasına bağlı gerçekleşir.
Dominant genlerin etkisi birbirine eklenmemektedir. Dolayısıyla 4, 2, 3 ve 1 genin dizilimiyle birlikte kırmızı renk derecesi değişmemektedir. Nitekim her iki gen çifti de homozigot olan kırmızı çiçekli bir bitki ile beyaz çiçekli bir bitkiyi çaprazladığımızda;

                      (kırmızı) K1 K1 K2 K2              X         k1 k1 k2 k2 (beyaz)
                                                            \            ⁄
                                                   F1=  K1 k1 K2 k2 olur.                                      
                                                     F1 x F1 çaprazlamasında ise normal dihibrid kalıtımda olduğu gibi:
       “K1 - K1= 9├  kırmızı  
       K1 – K2 k2 = 3├ kırmızı
       k1 k1 K2 - = 3├ kırmızı                          
           k1 k1 k2 k2   = 1├beyaz” şeklinde tezahür edecektir.  O halde bu durumda etkisi kumulatif olmayan polimerik genler kalıtımda fenotipik oranı 15: 1 olarak ortaya çıkar.
         Etkisi kümülatif(birikmiş) olan polimerik genler(Kantitatif kalıtım–multipli faktörler)
         Aynı özellik üzerine aynı yönde birbirine katılacak şekilde etki yapan çok sayıda bağımsız gen çiftine etkisi kümülatif olan polimerik gen denmektedir. Örnek: insanlardaki boy, vücut iriliği, zekâ seviyesi, deri rengi bu kabildendir. Hatta bitkilerdeki meyve büyüklüğü, hayvanlarda ki süt verimi, yumurta verimi gibi özelliklerde böyledir.
        Epistatik ve hipostatik genler:
       Aynı özellik üzerine farklı şekilde etki eden aleli olmayan dominant genlerden birinin kendi etkisinin fenotipte göstermesine veya diğerinin etkisini örtmesine epistase, etkisi görülen gene epistat gen, etkisi örtülen gene ise hipostat gen denir.
       Örnek: Yulaf bitkilerde gri ve siyan tohumlar vardır. Çaprazladığımızda;
       S=Siyah(epistat)
       G=Gri(hipostat)
                                 SSgg(Siyah)          x             ssGG
                                                          \            ⁄
                                         F1:  SsGg (Siyah)

                                        F1 x F1 çaprazlaması sonucunda ise;
                                        S-G-:9  (siyah)
                                        S-gg: 3 (siyah)
                                        ssG-: 3 (gri)
                                        ssgg: 1 (beyaz) şeklinde sahne alıp,  buradaki fenotipik açılım orantısı 12:3:1 şeklinde tezahür eder.  
     Pleiotropik gen
     Bilindiği üzere tek bir genin birden fazla fenotipik özelliği etkileyen genin adıdır pleiotripik gen.  Öyle ki insanın kol ve bacaklarının anormal bir halde uzamasında ve göz merceğinin anormal şekilde yer değiştirip sağa sola kaymasında olduğu gibide fenotipik bir etkiye sahiptir. Hatta pleiotropik gen latel etkiye de sahiptir dersek yeridir.  Hele ki A grubu bireylerin mide kansere daha çok yatkın oldukları, 0 grubu bireylerinde daha çok bağırsak kanserine yatkın olduklarını düşündüğümüzde pleiotropi genin latel etkisinin de olabileceğini düşünmemiz kaçınılmazdır. Hem kaldı ki pleiotropinin etkilerini bir başka örneklerine baktığımızda aşağıdaki iği örneklerde olduğu gibi bir takım etkilerle karşılaşmamız an meselesidir diyebiliriz:
      Örnek I: Farelerdeki sarı renk geni hem sarı rengin teşekkülüne meydan vermez,  hem de yaşama kabiliyetlerini kontrol etmez. Hatta embriyo haldeyken öldürücü etki yapmaktadır.
      Örnek II: Aquilegia vulgaris bitkisine sirayet eden hasar verici bir gen yapraklarda antokyan pigment teşekkülüne,  çiçeklerde kırmızılık, gövdenin yüksek olmasına,  testanın berrak, endospermin koyu ve tohum da ağırlığının artmasına neden olmaktadır.
       Örnek III: İnsanda kolların, bacakların ve parmakların uzun olmasına sebep olan dominant bir gen aynı zamanda göz kısmın merceğinde anormallik meydana getirmektedir. Dolayısıyla göz merceği yerinde olmayıp yer değiştirmesi söz konusudur.  Bu duruma Tıp dilinde Ectopia lentis denmektedir.
      Örnek IV: Kan grubu genleri de pleiotrop etkiye sahiptir. Mesela A grubu fertler mide kanserine, 0 grubu ise deudenum kanserine yatkındırlar.
      Örnek V: Domuzda bir resesif gen homozigot halde hem kulakların yarım hem de arka ayaklarda anormalliğe sebebiyet vermektedir.
      Çok sayıda alleller (Multiple allel veya katallellik)
      Her genin normalde tek bir alleli vardır. Fakat multiple genler birden fazla allele sahip olabiliyor. Mesela  A geninin a1, a2, a3....an  şeklinde  olduğu bir dizi  çoklu  allel seriliği ortaya koyması bunun tipik örneğini teşkil eder.
      Allel genler
      Homolog kromozomların karşılıklı ve aynı lokuslarında yer alan aynı karakteristik yapı üzerinde farklı şekilde hareket eden genlerdir. Örneğin bezelye tohumu homozigot sarı olabileceği gibi heterozigot sarı veya homozigot yeşil tohum rengi veren genetik özelliklere de sahip olabiliyor. Hatta alel genler   mutasyona uğradıklarında   çok sayıda Aa, A, a, A1, a1a2, a2a3.....a5a6 olduğu gibi alternatif allel oluşumlarını tetikleyebiliyor. Bilindiği üzere bütün multiple aleller her bir oğul döller (yavrular) için karakteristik bakımdan bir çift allel içerip böylece F2 dölü etkisini 3:1 oranında kendin göstermiş olur.
    Multiple allel genler
    İnsanlarda göz rengi, cilt rengi, saçın rengi,  düz veya kıvrık durumlarında olduğu gibi yine aynı karakteri oluşturan ikiden daha fazla kan grubu çeşitlemesi durumu multiple allel genler olarak karşılık bulur. Nitekim kan gurubu faktörlerinin çeşitlenmesinde Karl Landsteiner 1901 yılında ABO kan grubu sistemini keşfeden ilk isimdir. Derken Rh pozitif (+)  ve rh negatif (-) faktörleri de buna dâhil edildiğinde M, N ve MN grub faktörleriyle birlikte ortada tam manasıyla topyekûn bir multiple alellik gerçeği ile yüzleşmiş olunur. Madem ortada kan grubunu belirleyici ortada pek çok alellik arz eden grup faktörlük bir durum söz konusu, o halde kan grubu tayinine esas teşkil eden ana özelliklere bir göz atmakta fayda vardır elbet:
   -  Kan grubu ana unsurlarını A, B, 0, AB oluşturur,
   -  Kan grubu Rh föktörünü Rh+ ve rh- oluşturur,
   - İnsanlarda alt grup diyebileceğimiz M, N, MN kan grubu unsurların varlığı da söz konusudur,  
   - A grubunun alyuvarlarında A kan grubu özelliği veren A aglutinojen (A antijeni) mevcut olup serumunda ise B-aglütinin  (β-antikoru) vardır.
  - B grubunun alyuvarlarında B-aglutinojeni (B-antijen) var olup, serumunda ise A aglütinini (α-antikoru) bulunur.
   -AB grubunun alyuvarlarında hem A hem de B aglutinojeni (A, B antijeni) mevcut olup, serumunda ise aglütinin (antikor) yoktur.
   -0 grubunun alyuvarlarında antijen yoktur, ama serumunda α ve β aglütininleri (antikorlar) vardır.  Nitekim bu özelliğinden dolayıdır ki 0 grubu herkese kan verebiliyor. Fakat 0 grubu olanlar ancak kendisi gibi 0 olan kimseden kan alabilmekte.
   - A grubu olan A ve AB grubu kimselere kan verip sadece 0 olanlardan kan alabilir.
   - B gurubu B ve AB olanlara kan verip 0 ve B kan gruplarından kan alabilir.
  - AB grubu AB olanlara verip A, B, AB ve 0 tüm grup faktörlerinden kan alabilirler. Yine de her şeye rağmen en iyi kan transferi aynı kan grupları arasında yapılacak olan kan aktarımıdır.
   Bu arada kan grubu özelliklerini tablo halinde şu şekilde gösterebiliriz de:
   
Kan Grupları A B AB 0
Aglutinojen(antijen) alyuvarlarda A B A, B -
Aglütinin (antikor) serumda β α    - α -β
          Şekil-1 Kan gruplarında antijen antikor ilişkilerini gösteren tablo.
AB
↕
AB
⁄         \
A↔A                B↔B

\                     ⁄

0
        Şekil-2 Kim kime kan verir ya da kim kimden kan alabilirliğini gösteren çizgi tablosu.

      Örnek soru:
      Bir çocuğun annesinin babası A kan grubundan, diğer bütün ebeveynleri ise 0 kan grubundadır. Bu durumda çocuğun grubu ne olabilir?
      Cevap:
      Önce kan gurubu durumlarını:
      “ii-0 gurubu (çekinik gen),
      IA -A kan grubu Baskın gen)” şeklinde harflerle simgeleştirip aşağıdaki şekliyle çaprazladığımızda:

                          (diğer ebeveynler) ii ┬ ii                ♂ ii ┬ IAIA, IAi (annesinin babası)                              
♂ _______  IA i ♀
ii           │    ii
0   ii
IAi (A kan grubu) meydana gelir.
      a-)Annenin kan grubunu bulmak için de, hem annesinin ve hem babasının kan gruplarını çaprazladığımızda aşağıdaki tabloda gösterilen sonuç ortaya çıkar:
               
                               IAIA veya IA i                     x                     ii

                         
♀♀/♂♂ i
IA IA i
i ii

        b-)Babanın hem annesi hem de babası sıfır olduğunda ise ortaya çıkacak olan kan gurubu sıfır (ii)  olur. Bu arada babanın kan gruplarını çaprazladığımızda ise aşağıdaki tabloda gösterilen sonuç ortaya çıkar:

IA i
i IA i ii

        Yani sonuç: IA i, ii olur.
         Velhasıl-ı kelam, yukarıda örneklerden de anlaşıldığı üzere genlerin karşılıklı mucizevi etkileşimleri demek “ O gökleri, o yeri yaratması, dillerinizin ve renklerinizin farklı oluşu O’nun ayetlerindendir. Hakikat bunlarda âlimler için elbette ki ibretler vardır”  (Rûm Suresi, 22)  ayeti kerimenin mana ve ruhuna uygun çeşitliliğin ta kendisi bir renklilik zenginliğidir bu.  
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazilari/genler_arasinda_mucizevi_etkilesimler-6317.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Ocak 08, 2023 7:01 pm

KAN GRUBU GENETİĞİ
SELİM GÜRBÜZER

Bilindiği üzere Kur’an’da toprak, su, çamurun yanı sıra yaratılış mayamıza kodlanan kan pıhtısından kelam edilmesinden maksadın ister istemez kan grubuyla da alakası olabileceğini düşünmekteyiz. Biz bunun öylede olabileceğini düşüne duralım, zaten tarihler 1900 yılını gösterdiğinde Avusturyalı Dr. Karl Landsteiner her insanda farklı kan gruplarının varlığını çoktan tespit etmişti bile. Tabiî bu öylesine sıradan bir tespit değildi, bilakis ortada kan gruplarının varlığını tespit etmek gibi kayda değer bir buluş söz konusuydu. Derken o yıllarda kan nakillerinin önündeki barikatların neler olabileceği üzerinde yoğun zihin çabası içerisinde bir anda dikkatler antijen ve antikor ilişkisine çevrilir de. İşte Landsteiner bu noktada antijen ve antikor ilişkisinden hareketle kan gruplarıyla yaptığı çalışmalarla göz dolduran bir bilim adamı olarak adından söz ettirmiş olur. Böylece zaman içerisinde A ve B diye nitelendirilen iki cins aglutinojen (antijen), alfa (a) ve beta (b) denilen iki cins aglütininin (antikor) varlığı belirlenip bu sayede kan nakillerinin önünde ki en büyük engeller bir bir aşılmış olunur. Ve bu noktada fen bilimleri literatüründe antijen ve antikor tanımlarına baktığımızda:
-Antijen (aglütinojen) kazanılmış bağışıklığın bir cevabın unsuru olan antikor ile birleşme özelliği gösteren aynı zamanda vücut tarafından yabancı görülen karbonhidrat, lipid, nükleik asit yapısında moleküller demek olurken,
-Antikor (aglütinin-immünglobulin) ise bu saf dışı edilmek istenen antijene karşıt duruş sergileyen bir molekül olmanın yanı sıra aynı zamanda kazanılmış bağışıklık B-lenfositlerince antijene karşı glikoprotein yapısında moleküller demek olduğunu görürüz
İşte bu tanımlamalardan anlaşılan o ki icabında bir bakteri ya da bakteri ürünü, hayvan kanı veya insanlara ait değişik türden kan grubu faktörleri de antikor oluşumuna neden olabilecek antijen özelliğinde moleküller olabiliyor. Ancak şu da var ki, vücut sadece iç bünyesinde taşıdığı kendi öz antijenlerine karşı antikor yapamama durumu söz konusudur. Zaten aksi bir durum söz konusu olsaydı vücut iklimimiz bizatihi kendi öz yurdunda parya durumuna düşmüş olacaktı. Nitekim Yüce Allah (c.c) Hz. Adem (a.s)’ı topraktan yaratmakla onun sulbünden gelecek olan Adem neslinin de embriyoya, kan pıhtısına, bir çiğnem ete ve kemiğe bürünerekten öz mayasına uygun tesviye edilip eşrefi mahlukat bir surette yaratıldığımız mealen bizlere bir bir hatırlatılır da. Hem kaldı ki öz mayamıza uygun ete kemiğe büründürüldüğümüzün bir başka versiyonu diyebileceğimiz organ naklinde aranan şartlardan biride alıcı-verici uyumluluk ilişkisidir. Hatta bu ön şartta yetmez, vücuda yabancı olmayan, yani uyum sağlayan antijenin şart koşulması da aranan kriterler arasındadır. Şayet bu ve buna benzer aranan şartlar yerine getirilmeyip söz konusu uyumluluk gözetilmezse, ister istemez bu durumda uyum gösteren antijenlere benzemeyen antijenlere karşı antikorların tepkisi büyük olup anormal sonuçlar doğuracaktır. Allah’a şükürler olsun ki insanların kahır ekseriyeti antijen yönünden ortak payda da buluşacak zenginliğe sahiplerdir. Nasıl mı? Mesela hayvanlarla aramızda kan nakli yapılmamasının birinci nedeni ortak paydada buluşacak antijen birlikteliğimizin olmamasıdır. Nitekim kan nakli çalışmalarında ortaya çıkan veriler bakıldığında vücudumuzda takriben 30 civarında antijen çeşitliliği belirlenmiştir. Üstelik belirlenen bu antijen zenginliğinin kan transferi sırasında herhangi tehlike arz etmediğini, hatta bu tür antijenlerin etkisinin zayıf olduğu daha çok nesep, ırk gibi genetik olaylarıyla ilgili antijenler olduğu tespit edilmiştir. Öyle anlaşılıyor ki kan gruplarının kendine has birçok özellik arz eden yapısı vardır. İşte bu özellikli yapıda oluşlarına binaen kan gruplarının üretiminde alyuvar hücre zarındaki protein yapısından kaynaklı bir imalat olduğu düşünülmekte. Zira bu tip düşüncelerden hareketle son zamanlarda kan gruplarından yola çıkarak artık birtakım hastalıklarla bağlantı kurulabiliyor da. Öyle ki, genetik araştırmaların ortaya koyduğu verilere bakıldığında A grubu olanlarda her ne kadar akut romatizma daha sık görülse de yine de grip virüsüne karşı daha dayanıklı oldukları, 0 grubu olanların ise her ne kadar mide, ülser ve kansere yakalanma riskleri diğerlerini göre daha yüksek oranda görülse de yine de bu gurubun gudde virüslerine karşı son derece dirençli oldukları belirlenmiştir.
Tabii biz bu arada konumuz gereği işin hastalık riski yönünden değil de daha çok işin kan gurupları yönünden meseleye baktığımızda bu noktada antijen ve antikor ilişkisini aşağıda maddeler halinde şu şekilde açıklık getirebiliriz de:
-Kan grubu A olan bir kişinin eritrositlerinde A antijeni varken, serumunda B antijenine karşı mevzi almış B antikoru (Anti-B) vardır.
-Kan grubu B olan bir kişinin eritrositlerinde B antijeni varken, serumunda A antijenine karşı mevzi almış A antikoru (Anti-A) vardır.
-Kan grubu AB olan bir kişinin eritrositlerinde AB antijeni varken, serumunda ise tam aksine hiçbir antikor yoktur.
-Kan grubu 0 olan bir kişinin eritrositlerinde hiçbir antijen olmamakla beraber sadece H maddesi(antijen içermeyen madde) bulunup, serumunda ise malum antikor maddesi (antibody) olarak A ve B antikorları (Anti-A ve Anti-B) vardır.
Birde kan guruplarını genetik bakımdan yarı anneden yarı babadan gelebileceğini düşündüğümüzde bir sonraki kuşaklarda oluşabilecek muhtemel dâhilinde genotip dizilimi açısından ele aldığımızda kan grubu oluşumlarının:
-Kan grubu A olan bir kişinin genotipi AA veya AO şeklinde,
-Kan grubu B olan bir kişinin genotipi BB veya BO şeklinde,
-Kan grubu AB olan bir kişinin genotipi AB şeklinde,
-Kan grubu 0 olan bir kişinin ise genotipi 00 şeklinde kendilerini gösterecektir.
İşte yukarıdaki gen dizilimlerinden de anlaşıldığı üzere ebeveynlerden geçen kan grubu genlerinin kaynağını A-B-O denilen üç çift genden alıp, bu kaynak yoluyla çocuklara dağılım gerçekleşmektedir. Bir başka ifadeyle her bir kişi A-B-O sisteminin farklı gen kombinasyonlarından tabii olduğu sistem gereği AA, AO, BB, BO, AB ve OO şeklinde dizilmiş genlerden altı ihtimalden biriyle kan grubu kimliği edinmekte. Şayet genetik kan gurubu tabloda yer alan 0 geni; A ve B genlerinin yanında resesif (çekinik) halde konumlanırsa ister istemez söz konusu dominant (baskın) haldeki genlerin şemsiyesi altında etkisi çekinik halde gizli kala kalacaktır.
Farzımuhal doğan bir çocuğun grup faktörü homozigot olarak oluşmuşsa anne ve babasından aynı kan gruplarını almış anlamına gelecektir. Yok, eğer çocuğun grup faktörü heterozigot olarak oluşmuşsa anne ve babasından birebir aynı olmayan farklı dağılım gösteren kan gruplarını almış anlamına gelecektir. Dolayısıyla I geninin çeşitlenmeye uğraması ile birlikte IA, IB, I0 allelleri meydana gelip, A grubu faktörü IA, B grubu faktörü IB, 0 grubu faktörü ise I0 veya ii şeklinde sembolize edilerek kan gurubu aidiyeti belirlenmiş olacaktır. Anlaşılan her doğan çocuk anne ve babadan yarı yarıya geçiş yapan genlerin birbirleriyle olan etkileşimleri ve çaprazlanmaları neticesinde kan grubu aidiyeti belirlenmiş olmaktalar. Böylece ortaya çıkan grup faktörü nesep davalarında kişinin kimliklendirme ile ilgili çalışmalarında delil olarak kabul görebiliyor.
Yine varsayalım ki anne A, baba B kan grubuna dâhil, bu durumda doğacak çocukların dört parametrelik grup faktörün görülme şansını artıracağı muhakkak. Hakeza ebeveynlerin her ikisi de 0 grubu olma durumunda çocukların 0 grubundan başka hiçbir grup faktörüne sahip olamayacakları demektir. Şayet anne A ve 0 genlerini taşımakta, babada sadece 0 geni varsa, bu durumda ister istemez çocukların A ve 0 gruplarından başka bir grubu taşıyamayacakları sonucunu ortaya çıkaracaktır. İsterseniz ebeveyn ve çocuk ilişkilerini örneklendirerek grup faktör tayinlerini daha iyi kavrayabiliriz.
Örnek-1
Bir annenin kan grubu B, çocuğu 0’dır. Muhtemeldir ki çocuğun baba adaylarında birisi AB, diğeri A grubundandır. Bu olası durumda çocuğun baba adayı hangisidir?
Çözüm:

IB i IA i

\ ⁄

F1=ii (sıfır)
Sonuç olarak babanın A grubu olduğu ortaya çıkar.
Örnek–2
Anne babadan biri AB, diğeri B grubundandır. Çocukların ¼’ü A, ¼’ü AB, ½’si B grubundandır. Bu durumda anne ve babanın genotipini sembolik olarak nasıl gösterildiğini yazınız.

Çözüm:
IA IB x IB i

\ ⁄

1/4’ü IA i 1/4’ü IA IB 1/2’si IB i (IB IB)’dir.

Kan grubu sistemi ve kalıtımı
1940 yılında Dr. Landsteiner ve Winner isimli iki arkadaş Rhesus Macacus maymununun kanını (alyuvarlarını) tavşan ve kobaya enjekte ettikten sonra bu hayvanlardan elde edilen bağışık serumun Rhesus eritrositlerini aglütinasyona uğrattığı gözlemlemişlerdir. Hakeza bu serumun sonradan insan alyuvarlarını da kümelendirip çöktürdüğü anlaşılmıştır. Belli ki bu keşfedilen antijen, “Rhesus” ibaresine nispet yapılarak Rh faktörü (Rh protein) diye isim almış. Yani elde edilen sonuçlara göre Rhesus kanında bir antijen (antikoru meydana getiren faktör) olduğu belirlenmiştir. Bilindiği üzere Rh antijeni sadece alyuvarlarda (eritrositlerde) bulunmakla beraber bir kısım insanların alyuvarlarında ise Rh antijeni bulunmamaktadır. Bu nedenle alyuvarlarında Rh antijeni taşıyanlar Rh pozitif (+) olarak adlandırılırken, taşımayanlar ise Rh negatif (-) kan grubu olarak adlandırılır. Nasıl mı? Mesela Rh pozitif bir kişiye Rh negatif nakledilince problem doğurmaz. Çünkü Rh negatif Rheusus proteini içermediğinden antijensizdir. Her ne kadar Rh (-) bir kişiye ilk nakilde Rh (+) verilmek suretiyle herhangi bir reaksiyon oluşturmasa da ileriki safhalarda antikor titrelerin artış kaydetmesiyle birlikte ikinci nakillerde reaksiyon doğuracağı muhakkak.
Malumunuz Rh antijenin ana ve babadan çocuklara genetopik geçişi kalıtım yoluyla gerçekleşmekte. Bu durumda Rh faktörü ya dominant (baskın), ya da resesif (çekinik) gen olarak bulunup, dominant faktör “RhRh veya Rhrh” halde pozitif (+) olarak değerlendirilip, resesif durumda ise “rhrh” bir halde negatif (-) olarak tanımlanır.
Bu arada insan popülâsyonu içerisinde beyaz ırkın yer aldığı grup faktör oranları; 0 grubu % 47, A grubu % 41, B grubu % 9, AB grubu % 3, Rh pozitif (+) % 85, Rh negatif (-) ise % 15 olarak gözlemlendiğini belirtmekte fayda var. Zira bu verilerden hareketle negatif kan grubuna sahip olan bireylerin azınlıkta olduğu gözden kaçmamaktadır. Madem öyle aşağıda Rh faktörüyle ilgili örneklendirmeler yaparak grup faktörleri daha iyi anlaşılmasını sağlamış olalım.
Örnek-1 ve2
0 rhrh (negatif) bir bayan ile ABRh_ pozitif bir bay evleniyor. Evlenen erkeğin babasının kan grubu AB rhrh (negatif) olduğuna göre;
-Evlenecek olan bay ve bayanın genotipleri nasıl olur?
-Doğacak olan çocukların kan grupları nasıl olur?

Çözüm: 1-Bay ve bayanın genotipleri IA IB Rhrh x ii rhrh şeklinde sahne alır.

Çözüm: 2-
IA IB rhrh ♂
↕
IA IB RhRh ♂ ─╨─ ♀ii rhrh
IA IB Rhrh │
F1= IA⁄ Rh
\ rh

IB⁄ Rh
\ rh

♂/♀ irh
IA Rh IA i Rh rh (A Rh +)
IA rh IA i rh rh (A Rh -)
IB Rh IB i Rh rh (B Rh +)
IB rh IB i rh rh (B Rh -)

MNSs SİSTEMİ
A-B-O ve Rh dışında birde 1927 yılında keşfedilen MN sistemini ile 1951 yılında bulunan Ss sistemi genetik kan grubu alanına yeni bir kapı daha açılmış oldu. Hatta bu iki sistemin genetik benzerliğinden ötürü her ikisinin birleşimi manasına MNSs sistemi şeklinde tek çatı altında değerlendirilmeye başlanmıştır. Özellikle bu sistem kan grupları açısında ciddi problem oluşturmadığı için grup faktör tayininde pratik bir öneme haiz değildir. Ancak bir takım genetik çalışmaların konusu olabiliyor. Nitekim M-N sisteminde iki allel mevcut olup, bunlar M ve N diye isimlendirilir. Fakat bu iki allel (LM, LN), insanda MM, MN ve NN şeklinde dağılım gösterir. Fenotipleri ise mevcut genotiplere göre M, N ve MN grubu diye isim alırlar. Hardy-Weinberg’e göre bu üç kan grubu popülasyonda belli bir oranda MN heterozigot veya MM ve NN homozigot dizilimine göre yer alırlar. Fakat bazı insanlarda MN heterozigot sayısı daha fazladır. Mesela aşağıda verilen tabloya göre grup faktörü farklı frekanslarda görülmektedir:

% oranı Grup faktörü
ABD’de tam beyazlar %29,16 M
Kızıl Derililer %60 M
Eskimolar %83,48 M

M-N sistemi antikorları A B O sistemin tam aksine insan serumunda doğal akışı içerisinde kendini pek göstermezler. Fakat immünolojik reaksiyonla tavşan ve diğer hayvanlardan antikor elde edilebilmektedir. Ve bu sistemde yer alan bilinen antijen sayısı ise 17’dir. Dolayısıyla yukarıda belirttiğimiz üzere MN kan grubunda S antijeni bulunduğunda çok defa MNSs sistemi olarak adlandırılır. Ayrıca bu sistemin kalıtımı son derece genetik bir gizlilik içeren kompleks bir yapıya sahip olmasına rağmen MN grubu herhangi Tıbbi bir problem çıkarmamaktadır.
Örnek–1
ARhMN kan grubunda olan bir kadın ile 0RhN bir adamın evlenmesi sonucunda doğacak olan çocukların kan grubu ihtimalleri nelerdir?
Çözüm: ARhMN ♀ genotip ihtimalleri IA IA i Rh rh MN
IA IA i Rh Rh MN
IA i Rh Rh MN
IA i Rh rh MN

0RhN ♂ genotip ihtimalleri ii Rh rh N
ii Rh Rh N
Bunlardan herhangi bir ikiliyi alıp çaprazlama yaptığımızda aşağıdaki tablo ortaya çıkacaktır:

IA IA i Rh rh MN x ii Rh RhNN



⁄ M
⁄ Rh \ N
IA
\ rh ⁄ M
\ N 2n=22=4


♂/♀ iRhN
IA RhM IA i Rh rhMN
IA RhN IA i Rh RhMN
IA rhM IA i Rh rhMN
IA rhN IA i Rh rhNN

Örnek–2
BRh_ pozitif (+) MN bir bayanın alabileceği tüm genotip açılımları yazınız. Bu bayan kaç çeşit yumurta meydana getirdiğini şematik olarak gösteriniz.

Çözüm: B Rh_ MN ♀ ihtimali genotipleri:

a) IB IB i Rh rh MN →

⁄ Rh ⁄ M =IB Rh M
\ N =IB Rh N
IB
\ rh ⁄ M=IB rh M
\ N=IB rh N Böylece 4 çeşit yumurta oluşur.





b) IB IB i Rh Rh MN→

IB — Rh ⁄ M =IB Rh M
\ N =IB Rh N Böylece 2 çeşit yumurta oluşur.




c) IB i Rh Rh MN→


IB ⁄ Rh ⁄ M =IB Rh M
\ N =IB Rh N
ii
\ Rh ⁄ M=i rh M
\ N=i rh N Böylece 4 çeşit yumurta oluşur.




d) IB i Rh rh MN→

⁄ Rh ⁄ M
IB \ N
\ rh ⁄ M
\ N

⁄ Rh ⁄ M
i \ N
\ rh ⁄ M
\ N Böylece 4 çeşit yumurta oluşur.
Örnek–3
OMNRh pozitif (+) olan kısa parmaklı bir kadın ile kan grubu OMrh negatif (-) olan kısa parmaklı bir erkek evleniyor. Evli çiftlerden dünyaya gelen iki çocuğun biri OMNRh, diğeri OMNrh’dir. Bu arada genetik bakımdan kısa parmaklılık dominant bir gen tarafından meydana getirilmekte ve aynı zamanda homozigot halde ise lateldir. O halde bu bilgiler ışığında genotipik dağılımını gösteriniz.

KkiiRhrhMN x KkiirhrhMM


♀ KkiiRhrhMN KkiirhrhMN♂



⁄ M=KiRhM
K — i ⁄ Rh \ N= KiRhN
\ rh ⁄ M= KirhM
\ N= KirhN

k — i ⁄ Rh \ N= kiRhN
\ rh ⁄ M=kirhM
\ N= kirhN



⁄ M= KirhM
K — i ⁄ rh \ N= KirhN

⁄ M= kirhM
k — i ⁄ rh \ N= kirhN



Ayrıca MNSs sisteminden başka bir takım kan grubu sistemleri daha var ki; bunlar bünyelerinde bulunan S, P, Lutheran, Kell, Lewis ve fya (Duffy) gibi dağılım gösteren kan grub sistemleridir. İşte bu söz konusu sistemler ebeveynler tarafından çocuklara irsi olarak nesiller boyu geçmekte olup aynı zamanda bu durum genetik araştırma konusudur da.
BASİT YOLDAN KANDA GRUP FAKTÖR TAYİNİ
İlk evvela alkollü pamukla parmak silinir ve temizlenir. Sonra steril lanset iğnesi ile hafifçe parmak delinir delinmez çıkarılan kan üç ayrı lamın veya beyaz fayans üzerine birer damla damlatılır. Daha sonra birinci lam üzeri bir damlacık kanın üzerine bir damla A kan serumu (anti β aglütinini=antikor) ilave edilir, ikinci lamın üzerine bir damla B kan serumu (anti α aglütinini=antikor) ve üçüncüsünün üzerine de bir damla Rh faktörünün belirleyen anti–D antijen damlatılarak bir baget yardımıyla karıştırılır. Böylece oda sıcaklığı 18–20 santigrat derecelik bir ortamda 2–7 dakika içerisinde baget yardımıyla karıştırdığımız kanların aglütinasyon durumlarına göre grup faktör tayinlerini tespit etmiş oluruz. Yani A antijeni (aglutinin) ile aglütinasyona uğrayan A kan grubu, B antijeni ile aglütinasyona uğrayan B kan grubu, her ikisi aglutine olursa AB kan grubu, yok eğer her ikisi aglütine olmazsa 0 kan grubu olarak belirlenmiş olur. Rh yönünden ise grup faktör yaptığımızda eğer ant-D antijeni ile aglütinasyon olursa Rh pozitif, ant-D antijeni ile aglütinasyon olmazsa Rh negatif kan grup faktör tayini yapmış oluruz. Bu arada tüm bu işlemleri gerçekleştirirken şayet 7 dakikayı aşan fazla bir süre beklenilirse aldatıcı reaksiyonlar gözlemlenebiliyor. Dolayısıyla aldatıcı yalancı aglütinasyonu (pıhtılaşma reaksiyonları) gerçek reaksiyonmuş gibi değerlendirip, her an yanlış grup faktör tayininde bulunma riski doğurabiliyor. Derken Allah muhafaza yanlış tespit sonucu hastaya verilen kan nakliyle birlikte ölümüne neden olan bir risk üstlenilmiş olunur. İşte bu tip durumlarda acilen müdahale yapılıp değim yerindeyse hastanın kanı tepeden tırnağa kadar kanı değişmeli ki hasta kurtulabilsin. Bu demektir ki alıcı kan ile verici kanlar tutsa bile grup faktör tayini yapan sağlık elemanlarının herhangi bir hataya meydan vermemek için bir kez daha kanları kroslamaların da (karşılaştırmalarında) fayda vardır. Zaten bu işleme her sağlık elemanının olmazsa olmaz şart gereği her halükarda cross-matching denen çapraz karşılaştırmasını yapması gerektiğinin bilincinde olunması gerekir.
Eritroblastosis Fetalis
Bilindiği üzere Rh negatif (-) grup faktörüne sahip olan bir insana Rh pozitif (+) kan verilirse o şahsın vücudunda Anti-Rh faktör (antikor) teşekkül edeceği kaçınılmazdır. Aynı insana oldu ya mecburiyetler karşısında ikinci defa yine Rh (+) kan verilirse vücutta birinci kan aktarımı sırasında meydana gelmiş olan Anti-Rh aglutini, vücuda enjekte edilen Rh (+) kanı pıhtılaştırarak derhal ölüme yol açacaktır.
Bir başka tehlike de; Rh negatif (-) olan bir kadınla Rh pozitif (+) bir erkeğin evlenmesi sonucu babadan fetüsün kanına geçmiş olan Rh antijeninin doğuracağı sıkıntılardır. Çünkü ortada Rh antijeni olmayan bir anne var, yani anne Rh (-) negatif durumda. Dolayısıyla bir yandan fetus sahip olduğu Rh antijenlerini plasenta yoluyla anne karnına gönderip burada Anti Rh antikorların oluşmasına yol açarken, diğer taraftan anne karnında oluşan Anti Rh antikorları plasenta yoluyla fetüse geçerek, fetüsün eritrositlerini (alyuvarlarını) tahrip etmesine neden olacaktır. Böylece bu olay ikinci ve üçüncü hamileliklerde git gide artarak antikorların daha da birikmesiyle birlikte adeta patlamaya hazır bir potansiyel tehlikeye dönüşüp bir döngü şeklinde devam edecektir.
Bu arada fetüsün eritrositlerinin tahribi sonucunda azalan alyuvarların telafisini gidermek adına dolaşım sistemine habire kan sevk edilir. Derken tahrip edilen eritrositlerin yerini retikülositlerle doldurulmaya çalışılır. Olgunlaşmamış kırmızı kan hücreleri olarak bilinen retikülositler’in yetmemesi durumunda bu seferde eritroblastlar kana sevk edilirler. Aslında normal halde bu söz konusu hücreler kemik iliği ve dalakta bulunmalarına rağmen öyle bazı zorunlu durumlar vardır ki dolaşım halinde kan içerisinde bulunmaları icap etmektedir. İşte bu tür kriz dönemlerin tetiklediği olumsuzluklar veya bu tür arızalara bağlı olarak doğacak olan bebeklerin sarı renkli doğmasına yol açabiliyor. Çünkü bu olayla birlikte bebeğin kanında eritrositlere ait hemoglobin parçalanma ürünleri denen bilirubin miktarı fazlalaşacaktır. Daha doğrusu anne karnında ki anti Rh antikorların fetüsün kanında yer alan eritrositleri tahrip etmesiyle oluşan eritroblastların varlığı tıpta eritroblastosis fetalis (kan uyuşmazlığı) diye tanımlanmaktadır. Dolayısıyla bu hastalığa paralel fetüs ya düşük doğacak ya da çocuğun ölü doğması kaçınılmaz hal alabilecektir.
Şayet eşler arasında önceden Rh uyuşmazlığı biliniyorsa ilk evvela yapılacak iş, Rh(-) kan grubuna sahip annenin, bebeğin Rh(+) kan grubuyla karşılaşmasını engelleyecek halk tarafından bilinen uyuşmazlık iğnesi denen enjektörle şırınga edilmesi gerekmektedir. Şayet bu durum doğum öncesinde bilinmeyip sonradan fark edilir fark edilmez bebek hemen doğar doğmaz çocuğun kanını kısmen veya tamamen değiştirilmesi gerekir. Hatta böyle durumlarda çocuğa verilecek kanın niteliği Rh negatif (-) grup faktörü olmalıdır. Nitekim bu yöntemle kurtarılan çocuklar sağlıklı bir gelişme gösterdikleri gözlemlenmiştir.
Şu da bir gerçek Rh (+) homozigot çiftin çocukları çok kere sağlıklı doğarlar. Çünkü anne karnına az antijen geçmektedir. Yani meydana gelecek Rh antikorun az miktarda olması Tıbben zarar verici risk olarak kabul görmemektedir. Fakat baba rhrh homozigot (homozigot rh negatif) ise daha sonraki hamilelikte anne karnında Rh antikorun birikmesiyle birlikte sonraki çocuklarda tehlike arz edebiliyor.
Anlaşılan; RhRh pozitif (+) bir kadın ile rhrh negatif (-) bir erkeğin evlenmesinde hâsıl olacak çocuklarda Rh faktörü için Rh uyuşmazlığı anlamında eritroblastosis fetalis asla görülmez. Yani kan uyuşmazlığı yönünden rhrh negatif (-) erkekler her tür kan grup faktörüne sahip bayanlarla evlenme avantajına sahiptirler. Dolayısıyla evlenecek bir rhrh negatif bayanın, negatif bir erkekle yuva kurması daha uygun olur dersek yeridir.
HAYVANLARDA MULTİPLE ALLELLER
Hayvanlarda multiple allele sahip tavşanların genetik yapısında yer alan kürk rengi kalıtımı örnek verilebilir pekâlâ. Şöyle ki genetik çaprazlama deneylerinde renk tipleri şu sembollerle gösterilmektedir:
C= Normal kürk rengi-Renkli yabani tip
cch=Gümişi (şinşilla) kürk rengi- Açık gri tip.
ch= Himalaya tip-Gözleri pembe, vücutları beyaz.
ca= Albino- Vücutları beyaz, gözleri pembedir.
Bilindiği üzere gözün iris katmanında nükseden pigmentsizlik retinadaki kan damarlarında ileri gelmektedir. Nitekim bu durum 4 farklı tavşan tipi arasında yapılan çaprazlama deneylerinde elde edilen F1 ve F2 dölleri aşağıda ki tabloda şu şekilde gösterilmektedir:

Ana baba F1 dölü F2 dölü
Normal x gümüşü Normal 3 normal: 1 gümüşi
Gümüşi x himalaya gümişi 3 gümüşi:1 himalaya
Himalaya x albino himalaya 3 himalaya:1 albino
Albino x albino Albino Tümü albino

Görüldüğü üzere C, cch, ch, ca birbirlerinin allelidir. Hatta bu çaprazlama sonuçları baskınlık sırasına göre C > cch > ch > ca allelleri şeklinde dizilim gösterir. Bu arada şunu belirtmekte fayda var; aynı lokus alleller mutasyonla birçok defa değişikliğe uğrayarak multiple alleller oluşturabilir. Nitekim multiple allel serisine ait heterozigot halde genler bir fertte bulunduğu zaman bunlardan biri diğerine geçerken ya dominant, ya ekivalent (eş değer), ya da her ikisi birlikte aynı anda etkisini göstermektedir.
Örnek-1
Şinşilla bir tavşan ile himalaya tavşanının çiftleştirilmesi sonucu meydana gelen yavrulardan 1 himalaya, 2 şinşilla ve 1 albino tavşan elde edilmiş olunup, bu bilgiler ışığında ebeveynlerin genotipini bulunuz.


Çözüm: cch ca x cH ca


1 ccH : 2 ccH : 1 ca ca



♂/♀ cH ca
cch cch cH Şinşilla cch ca Şinşilla
ca cch ca Himalaya ca ca albino

C > cch > ch > ca
2 1 1
Örnek-2
Aşağıda ki tavşan çaprazlamalar sonucunda meydana gelen döllerde fenotipler nasıl olur?
Çözüm:
a)C cch x C ca

♂/♀ C
cch Ccch normal
ca Cca normal


b)cch cch x cH cH

♂/♀ cch
cH cch cH Şinşilla

c)cH ca x cch ca


♂/♀ cH cch
ca cH ca Himalaya cch ca Şinşilla


d)cH ca x cch cch

♂/♀ cch
cH cch cH Şinşilla
ca cch ca Şinşilla

Farelerde gri renk meydana getiren genler birkaç allele sahiptirler. Bunlar sembolik olarak:
A- Gri renk
Ay- Sarı renk(letal)
Aw- Karnı beyaz gri,
At- Siyah- koyu siyah,
a- Albino (gri olmayan) şeklinde harflerle gösterilir.
Dolayısıyla küçük bir sinek cinsi Drosophila’da yabani tip gözü meydana getiren gen w geni, x kromozomu üzerinde (xw) bulunmaktadır. Hatta bu canlının farklı şekilde mutasyona uğraması sonucu meydana gelen multiple alleller;
Wa- kaysı rengi,
Wc-mercan rengi,
We- eozin rengi,
w- albino göz (beyaz) olarak tasnif edilirler. Görüldüğü üzere kırmızı göz rengi (W) bu serideki bütün alleller üzerine rol oynamaktadır.
BİTKİLERDE MULTİPLE ALLELLER
Yüksek bitkilerin çoğu hermafrodit (çift cinsiyetli)’tir. Bazı bitkilerde bir çiçekte hâsıl olan polenler, aynı çiçeğin stigması (tepeciği) üzerine düşüp yumurtayı döllenmesi sonucu çimlenme kabiliyetine haiz tohumları meydana getirirler ki; işte bu olaya kendileşme denmektedir.
Mesela Nicotiana tabacum (tütün) genusunda olduğu self sterilite (kendine kısırlık-farklı türlerin birbirini dölleyememesi) olayı bir dizi allel serisince vuku bulmakta. Ve bu genler S1S2, S2S3, S3S4 ve S1S3 şeklinde bir dizilim gösterebiliyor.
Varsayalım ki, bir tütün bitkisi S1S2 genotipinde olsun. Hatta polenlerin ve yumurtaların yarısı S1, diğer yarısı da S2 geni taşısın. Bu durumda böyle bir fert kendileştirilirse, polenler ve yumurtalar aynı self sterilite (S) genini taşıyacaklarından dolayı stigma içerisinde çimlenemedikleri görülecektir. Çimlendiklerini varsaysak bile, bu seferde polen tüplerinin yavaş büyümesinden kaynaklanan bir durumdan dolayı yumurtaya erişilemeyip onu yine dölleyemeyeceklerdir.
Bir başka husus ise polenler ile aynı self sterilite genine (s) sahip olan yumurta ve polenin çimlenmesi veya büyümesini önleyici maddeler salgılamasıyla birlikte, stilustan (çiçeğin dişicik borusu) yukarıya yayılarak stigmaya (tepeciğe) erişmesi sonucunda polenlerin S1 gelişmesini önlemeleri olayıdır.
Örnek–1
S1S2 bitkisini S1S3 bitkisi ile tozlaştırırsak polenlerin yarısı, yani S1 polenleri çimlenemezken S3 polenleri ise normal faaliyet gösterip normal tohumlarını meydana getirirler. Bunu tablo halinde gösteriniz.


Çözüm:
S1S2 x S1S3


F1= S1S3, S1S2


♂/♀ S1 S3
S1 S1 S1 S1 S3
S2 S1S2 S2 S3

Örnek–2
Erkek S1S2 bitkisi, S3S4 bitkisi polenleri ile tozlaştırılacak olursa yumurta ve polenler farklı allelleri taşıdıklarından dolayı ne S3 ne de S4 bir engelle karşılaşmayıp normal tohumlarını meydana getireceklerdir. Bunu tablo halinde gösteriniz.

Çözüm:
S1S2 x S3S4

F1= S1S3, S1S4, S2S3, S2S4


♂/♀ S3 S4
S1 S1 S3 S1 S4
S2 S2 S3 S2 S4


Tablodan da anlaşıldığı üzere S allelleri sadece kendileşmeye değil, aynı S allelleri taşıyan ayrı fertler (bir grup içinde) arasındaki karşı döllenmeye de engeldirler. Fakat yine de ayrı gruplara ait fertler arasında başarılı olduklarını göz ardı etmemek gerekir.
Örnek–3
Tütün bitkisinde S1S2 sterilite (kısırlık-uyuşmazlık) genlerine sahip bir fertle S4S5 steriliteye sahip genler çaprazlandırılıyor. Bu durumda dölde hangi kombinasyonlar meydana gelir?

Çözüm:

S1S2 x S4S5


♂/♀ S1 S2
S4 S1 S4 S2 S4
S5 S1 S5 S2 S5


Bu durumda F1= S1S4, S2S4, S1S5, S2S5 olur.
Vesselam.
https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ilk-kitabi-gunes-dogudan-dogar-h22102.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Salı Ocak 10, 2023 7:46 pm

Bayburt Postası Gazetemiz yazarlarından Selim Gürbüzer'in 'Güneş Doğudan Doğar Orta Asya'dan Nizam-ı Âlem'e' adlı kitabı yayımlandı. 02 Ocak 2023 Pazartesi 10:58

Selim Gürbüzer'in uzun yılların uğraşı sonucu oluşan kitabı 9 ayrı bölümden oluşuyor. Orta Asya, Al-i Selçuklu, Osmanlı'ya Yön Veren Bilge Şahsiyetler ve Manevi Önderler, Osmanlı'nın Nizam-ı Âlem Davası, Kafkasya, Balkanlara Işık Doğdu, Türkiye, Kıbrıs, Dünden Bugüne Işık Veren Gönül Sultanları adlı bölümlerden oluşan kitap 254 sayfa hacimli. Yazar Selim Gürbüzer, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık'ın İnceleme Araştırma dizisinden okuyucuyla buluşan kitabının önsözünde, "Eser incelendiğinde Orta Asya'dan başlayan bu yolun, Balkanlar'a uzandığını, Balkanlar'dan Viyana kapılarına kadar uzandığını görürüz. Orta Asya'dan başlayan bu koşunun hem maddi cephesini, hem de manevi cephesini ilginç geleceğini umduğum bir üslup çerçevesinde dikkatinize sunmaya çalıştığım görülecektir. Tabi ki bu uzun soluklu koşuyu anlatmanın imkansız olduğunun idrakiyle, karınca kararınca ne kadar ortaya koyabilirsek, tarihi süreç içerisinde Hakanları bile aydınlatan gonul sultanlannin manevi tasarruf ve sohbet iklimi altında bu eseri kaleme aldık. Esenin hazırlanmasında yaklaşık 10 yıl süre içerisinde defalarca gözden geçirip olgunlaştığına kanaat verdigim noktada, çevrede nice dostlann hadi tam kitap haline girme zamandır teşvikiyle siz değerli okuyucularımın huzuruna çıkmış durumdayım. Hatalarımız varsa, ya da sürçülisan olduysa affola" düşüncelerine yer veriyor. Kitap tanıtım bülteninde ise şu ifadeler yer alıyor: "Teknolojik gelişmeler eşliğinde dünya adeta küçük bir köye dönüşmüştür. Şüphesiz teknolojinin bu noktaya gelmesinde insanlık büyük bir uğraşı vermiştir. Belli ki insanlık önce kültürle yüzleşiyor, sonra kültürün olgunlaşmasıyla medeniyet oluyor. Unutmayalım ki Osmanlı, Roma ve Bizans'tan sonra İslam'la mecz olmuş üçüncü Roma medeniyetidir. Elbette ki insanlığın iç içe daireler halinde evrilmesi birbirini inkâr veya düşman ilan etmek manasına değil, birbirlerinin tecrübelerinden yararlanıp medeniyet olmak içindir. Her ne kadar batı ve doğu ayırımı yapsak bile aslında her iki kutup beynin iki yarım küresi gibidirler. Batı'da daha çok mekanizm, Doğu’da ise maneviyat hâkimdir. Bir an bu iki baskın unsurun bir araya getirildiğini düşünün, büyük bir aksiyon doğacağı muhakkak. Ki, bunun insanlığa getirisi büyük olacaktır. Dahası ruh ve bedenin kaynaşması gibi bir durum ortaya çıkacaktır. Nasıl ki İslamiyet'in bir güneş misali doğmasıyla birlikte çöl insanı hayat bulup bedeviyetten medeniyete geçiş yapmışlarsa, pekâlâ bugün de Batı’nın tekniği Doğu’nun sevgisi bir araya geldiğinde erdemli bir medeniyetin doğması mümkün. Görüyorsunuz maddeci Batı’nın maneviyattan yoksun medeniyet hamlesine girişmesi kan, gözyaşı ve sosyal huzursuzluk doğurmuştur. Şu an dünyanın dörtte üçü uygarlık kılıfı altında kirletilmiştir. İşte bu noktada Doğu’nun sevgi hamuruna ihtiyaç vardır. Tabii Doğu’nun da teknolojik donanıma ihtiyacı var. Her ne kadar müminler “İlim Müslümanın yitik malıdır, onu nerede bulursanız alın” ilahi hükmün bilincinde olsalar da hala teknolojik bir hamle başlatmış değiller. Gerçekten de ilim yitik malımızdır. Bir zaman medeniyet nedir, ilim nedir tüm insanlığa öğretmişiz de, şimdilerde ise o ilimden artık eser yoktur, kayıp durumdayız. Batı bugün teknolojinin keyfini çıkarıyorsa bunu büyük ölçüde İslam medeniyetine borçludur. Yani İslam medeniyetinden aldığı aşılar sayesinde bugünkü konuma gelmişlerdir. Ancak bu demek değildir ki Doğu yeniden medeniyet olamaz. Biz biliyoruz ki Allah nurunu tamamlayacaktır. Buna inancımız tam da. O halde bir büyük medeniyetle buluşmak bugün değilse, peki ya ne zaman? Bakınız zaman bir su misali çok çabuk geçiyor, tez elden haremiler bize ait olan her şeyi çalmadan çabuk davranmakta fayda var. İnsanlığın yeniden bizim nefesimizle soluklanmasına ihtiyacı olduğunu görür gibiyiz. O halde gün yeniden diriliş günü, titreyip kendimize dönme zamanıdır." Selim Gürbüzer'in kitabı www.kitapyurdu.com adresinden temin edilebilir.

DEVAMI İÇİN TIKLAYIN ►►►https://www.bayburtpostasi.com.tr/e...in-ilk-kitabi-gunes-dogudan-dogar-h22102.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Perş. Ocak 26, 2023 7:49 pm

KAN DEMEK CAN DEMEK
SELİM GÜRBÜZER
Belli ki Şair; “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır, Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır” derken boşa söylememiş. İşte bu mısralar eşliğinde her defasında göndere çekilen bayrağımıza şan katan kırmızı renge mest oluruz bile. Öyle ki nice yiğitler bayrak uğruna şehit düşüp toprağın bağrını kanla boyarlar da. Zaten al bayrağımıza rengini veren de toprağın bağrına düşen şehit kanlarıdır. Bu yüzden denilir ki gecenin karanlığında şehit kanları üzerine düşen hilal ve yıldızın yansımasından ötürü o gün bugündür ay yıldızlı bayrağımız sembolümüz olmuştur. Öyle ya, mademki ay yıldızlı bayrağımız şehit kanlarıyla anlam kazanmış durumda, o halde birde al bayrak üzerindeki hilal ve yıldız motifleri yerine vücutta yaklaşık 13 litre civarında bulunan kanın mikroskobik incelemesini bir bakalım acaba hangi şekilli elemanlarla karşılaşacağız bir görmüş olalım:
Bilindiği üzere damardan alınan bir sıvı kanın konik tüpe konulduktan bir süre sonra kanın pıhtılaştığını gözlemlediğimizde pıhtılaşan kanın üst fazında yer alan hafif sarı renkli sıvı serum olarak addedilirken içerisinde %90 su ve geri kalan %10’u protein, yağ, karbonhidrat içeren birtakım biyokimyasal maddeler de kan plazması olarak addedilirler hep. Plazmanın altında kalan kısım ise kırmızı görünümlü olup, içerisi kanın şekilli elemanlarının bulunduğu bir mekân olarak karşılık bulur. Şurası muhakkak plazmanın dış görünümüne bakarak içerisinde ne var ne yok bilmemiz mümkün değil, ama birtakım biyokimyasal tetkikler sonucunda içeriğinin protein, tuz (elektrolit), glikoz, amino asit ve diğer birtakım önemli hayati maddelerden ibaret olduğunu fark ederiz. Hakeza kanın şekilli elemanları da öyle olup bunları da ancak ve ancak sadece mikroskop altında izleyerekten varlıklarını fark edebiliyoruz. Şöyle ki; K3EDTA’lı bir tüpe alınan sıvı kanın lam üzeri periferik yaymayla birlikte hazırlanan preparatların mikroskobik görüntülerine baktığımızda:
“ -Akyuvarlar (lökositler- kandaki toplam sayısı 25-100 milyardır),
-Alyuvarlar (eritrositler- kandaki toplam sayısı 25 trilyondur),
- Kan pulcukları (trombositler)” denen üç ana elamanın varlığına şahit oluruz.
Peki, kan yapımı nasıl gerçekleşiyor, ya da biyolojik açıklaması nasıl derseniz, şimdilik aşağıda satırları bir izleyelim görelim derim.
Dalak
Dalak kan yapıcı ve yıkıcı lenf organı olup, içerisinde lenf sıvısı yerine kan sıvısı vardır. Ancak burada ki kan daha çok hemolenfe benzemektedir. Dalağın başlıca misyon özelliği ise;
-Vücudun korunmasında rol oynaması,
-Vücudun en büyük lenf dokusu olması,
-Kan süzüm işlemi yapması (filtre organı olarak iş görmesi),
-Demir depolama, hormon yapımı, makrofaj yapımı, antikor yapımı, lipit depolama, hormon yapımı ve lipit depolama gibi faaliyetlerde bulunmasıdır.
Tabii her organın üslendiği görev sonsuza dek ilelebet değil elbet. O da her fani gibi, kan hücrelerinin de geçireceği hayat süreci belli bir sınıra kadardır. Nasıl mı? Mesela bir alyuvar hücresi biyokimyasal faaliyet sürecini 120 günde tamamlıyor olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Neyse ki yaşlanan alyuvarlar yıkıldıklarında bünyelerinde taşıdıkları hemoglobin molekülünü heba etmeyip, kendinden sonraki kuşaklara devr edebiliyor. Devredilen bu değerli miras, derhal akyuvarlar vasıtasıyla retikulo endotial sisteme (savunma örgüsüne) dâhil edilip böylece mevcut sistem içerisinde karaciğer tarafından demirin ayrışma işlemi gerçekleşir. Ayrışan demir de malum bağlandıktan sonra lüzumu halinde alyuvar üretiminde kullanılmak üzere muhafaza altına alınır. Bu arada artık maddeler da safraya girdiğinde yeşil renk alırken idrar yoluna taşındığında da sarı renkli bir sıvı hale dönüşür.
Peki, 120 günlük olan alyuvar hücresinin son ebedi istirahatgâhına uğurlanışı iyi hoşta bu uğurlanışı nasıldır derseniz, hiç kuşkusuz tıpkı insanın kabre uğurlanışında olduğu gibi alyuvarlarda kan dolaşım sistemi mezarlığına uğurlanarak süreç tamamlanmış olur. Bu mezar tahmin etmişsinizdir dalaktan başkası değildir elbet. Nasıl ki toprağın bağrında çürümüş bedenler harmanlanıp ayrıştırılıyorsa, kırmızı pulpa filtreden geçen yaşlı alyuvarlarda dalağın bağrında parçalanmak suretiyle ayrıştırmış olur. Böylece her gün göç eden yüz milyonlarca hücre haşir hayatında olduğu gibi canlar yeniden tazelenmiş olur. Yani ortalama 70 yıllık insan ömrü boyunca kan ve hücre yapıları 300 defa değişime uğrayıp yenilenmektedir.
Öyle anlaşılıyor ki, yeniden diriliş hücrelerimiz içinde geçerlilik arz eden bir durumdur. Nitekim dalakta beyaz pulpa ve kırmızı pulpa diye anılan süzgeç dokular sadece yaşlı alyuvarları parçalamakla kalmayıp gerektiğinde lenf ve kan üretimi gerçekleştirmekle de adeta durmak yok yok yola devam denilmekte. Her ne kadar dalağın rengi normal pembe ve üzeri kan damarlarıyla örtülü olsa da yangı, anemi ve lösemi gibi kan bozukluklarında pulpalar arası büyük değişiklikler nüksedebiliyor. Yani bu tür arızı değişikliklerde pembe rengin koyulaşmasıyla birlikte icabında dalağın alınmasını beraberinde getirecektir. Ancak bu noktada dalak alınmadan önce hastaya muayyen aralıklarla hormon tedavisi uygulanması gerekir. Dalak alım öncesi tedaviden amaç dalağın yapacağı görevi diğerlerinin sırtına yüklemek içindir. Böylece ön tedavi sonrası hastadan dalak alınsada (splenektomi) dalağın görevini bu kez kemik iliği, ilişik lenf düğümleri ve karaciğer makrofajları (büyük yiyiciler) devreye girerek üstlenmiş olurlar. Madem öyle bu yedek mekanizmalardan biraz bahsetmekte yarar vardır elbet.
Kemik iliği ve kan hücrelerinin yapımı (Hematopoiesis)
Bilindiği üzere kan hücreleri normal erginde iki grup halinde bulunup, bunlardan:
-Lenfositt ve Monosit: lenfoid doku veya kemik iliğinde yapılır.
-Eritrosit ve Granulositle ise; plazma değişikliklerine bağlı olarak kırmızı kemik iliği tarafından yapılıp myeloid elemanlar olarak bilinirler. Hakeza bir takım patolojik durumlara karşı da myeloid elemanlar dalak, karaciğer, lenf düğümleri gibi dokularda üretilmekteler.
Bir insan düşünün ki; 70 kg ağırlıklı bir vücuda sahip, elbette ki bu insanın kemik iliğinin 2600 gr (vücut ağırlığının % 4,5) olması son denece gayet tabiidir. Malum, yeni doğan bir çocukta ise iki yaşına kadar hem aktif kemik iliği (kırmızı kemik iliği) hem de inaktif kemik iliği (sarı kemik) var olup yaş ilerledikçe ilik rengi sarıya dönüşerekten zamanla renkler eşitlenmiş olur. Anlaşılan ilahi güç tarafından kanımızın her damlası yaratıldığı kaynak yatağında plazma, mineral, besin ve diğer hücre elamanlarınca bu şekilde üretilip servis edilmiş durumda. Böylece bu mükemmel donanımlı hayat pınarından vücuda her 10 saniyede bir eritrosit mamulü üretilmek suretiyle vücudumuzun en uç noktalarına kadar servis edilmiş olur. Hiç kuşkusuz bu tükenmez memba kaynak pınarın adı; kemik iliğinden başkası değildir. Kemik iliği sadece kırmızı kan hücrelerinin değil hemen hemen tüm kanın tüm şekilli elemanlarını (lökosit, trombosit vs) kapsayacak derecede bir hayat kaynağı olup değim yerindeyse hepsi bu pınardan doğup beslenerek kan dolaşım sistemine zenginlik katmakta. Aynı zamanda kırmızı kemik iliğinin %70'i yağdan meydana gelmekte olup, ancak soğuk bölgeler bundan istisnadır. Çünkü buralarda yağ depolama ve eritrosit tüketimi çok daha hızlıdır. Malumunuz uzun süre açlık ve bazı hastalıklarda myeloid miktarı (kemik iliği miktarı) azalacağından doku süngerimsi yumuşak bir vaziyet alıp yağ depolama işlemi sekteye uğrayabiliyor. Ayrıca Lenf doku içerisinde serbest hücreler diye bilinen bir grup hücre daha vardır ki, bunlar % 30-50 arasında lenfe iştirak edip daha çok patolojik hallerde çoğalmaktalar. Normal halde bu hücreler kan dolaşımında görülmezler. Zaten görülmemeleri de icap eder. Zira kanda görüldükleri zaman akut myelogenous leukemia (öldürücü lösemi) diye bilinen kan kanseri karşımıza çıkacaktır. Kemik iliği bu kadarla sınırlı değil elbet, bunun eritroblast ve myelosit gibi safhaları da var. Şöyle ki; eritroblastlar: “Basofil, Polikromatofilik ve Normoblast” olmak üzere üç tiptirler.
Bazofil, normal kan hücrelere en yakın tip olup, şekilce ameboid değildir. Fakat üç günde olgunlaşma kabiliyetine sahiptir. Aynı zamanda basofiller mitoz bölünmeyle çoğalırlar, ancak yaşlandıkça sayıları azalma seyri gösterir.
Polikromatik (veya polikromatofilik), erken devrede çekirdekli olup (memelilerden deve ve lama hariç), yaşlı olanları çekirdeksiz yapıdadır.
Normoblastlar (eritrobalst), eozinofil boyasıyla boyandığında eritrositlerden biraz daha büyük olduğu ve kanama hallerinde çoğaldıkları gözlemlenmiştir. Aslında sayıca eritrosit sayısının %1'inden daha azdırlar, ama hemoglobin bolca bulunur. Olgunlaşmamış olanlarında ise normal hemoglobin görülmez, sadece ömür safhası kısa olan bir hemoglobin bulunur. Bu arada normoblastlar vitamin B12 ile nükleosit sentezi ve megalosit yapımına da iştirak ederler.
Myelositler
Değişim ve dönüşüm sadece sosyal hayata mahsus kavram değil elbet. Zira hücre âleminde her salise değişim ve dönüşüme şahit olmak mümkün. Nitekim myelositler tipik kemik iliği hücreleri olup başlangıçta promyelosit (ilk hücre) şeklindedir, daha sonraki safhalarda ise myelosite dönüşürler. Hatta bazofillerin sitoplazmik granüllerinin %20 ila 30’u myelositler tarafından taşınır. Peki, myelosit neye dönüşür derseniz, onlarda mitozla çoğalıp olgunlaşarak metamyelositlere dönüşür. Ayrıca metamyelositlerin myeloblast yapımı sağlayan bir görevi söz konusudur.
Evet, hiç kuşkusuz savunma sisteminin temeli kemik iliğidir. Bilhassa kemik iliğinin en gözde elamanı sayılan mezenşim hücreleri habire lökosit (akyuvar) üretmektedir dersek yeridir. Hatta lenfositleri bile mezenşim hücreleri imal etmekte. Üstelik imal edilen her bir lenfosit göğüs kemiğinin altında bulunan timus bezinin kontrolünde eğitilmiş olurlar da. Zaten eğitilmeleri de gerekir. Çünkü vücuda giren yabancı maddeleri daha önce kendisine yüklenen kodlamalar sayesinde tanıyacaktır, şayet tanıyamazsa lenfosit bu sefer kendini yok etme durumda kalacaktır. Bunun anlamı kendisinin bir anlamda intiharı demektir. Ki; bu noktada doku nakli, organ nakli denilen tedaviler devreye girmek zorundadır. Bu nedenledir ki dolaşım sistemi ağımızda lenfositlere daha bambaşka gözle bakarız hep, hem nasıl öyle bakmayalım ki değim yerindeyse onlar bizim vücudumuzun kontrol amirleridirler. Öyle anlaşılıyor ki; sıradan bir hücre sandığımız savunma hücreleri, kan hücreleri bile üretebiliyorlar. Neyse ki akyuvar üretiminde kırmızı kemik iliği yalnız değil, bu iş için karaciğer, dalak ve bademcik gibi lenf dokularda akyuvar üretimine katkıda bulunaraktan destek olmaktalar. Derken üretilen akyuvarlar, çeşitli yollarla kana geçip edilgen (pasif) halden aktif konuma terfi etmiş olurlar. Nasıl mı? Mesela aktif hale gelmiş bir lökosidin asıl birincil fonksiyonu fagositoz eyleminde bulunup bakteri imha etmesinin tipik örneği sayılır. Özellikle akyuvarlardan dikkatleri üzerine çeken bir akyuvar türü daha vardır ki; bizatihi büyük parçaları bile imha edebilecek güçte yaratılmıştır. Tahmin etmişsinizdir bu akyuvar türü monositten başkası değildir elbet. İşte monositlerin kendine has bu özelliğinden dolayıdır ki makrofaj olarak da addedilir. Nötrofiller ise malum fagositoz (yutma) kabiliyeti biraz daha az olan hücrelerdir. Bu arada lenfositler de fagositoz yaparlar, ama onların yutma işlemi diğerlerine göre daha sınırlı ölçüde gerçekleşir. Genellikle fagositoz özellik içeren alyuvarlar bünyesinde boyanabilen birçok hidrolitik enzim ihtiva eden granüller bulundururlar. İşte söz konusu bu enzim sayesinde birçok düşmanın üstesinden geline biliniyor. Ayrıca akyuvar bünyesinde enzim dışında öldürücü bakterisit maddelerde mevcuttur. Mesela granülosit içerisinde ki hidrojen peroksitin (oksijenli su) varlığı bunun bariz bir göstergesidir.
Şurası muhakkak iltihabı durumlarda bakteri ve diğer irritantlar (tahriş edici iltihap) vücuda girince organizma üzerinde permeabilite artmaktadır. Yani bakteriler plazma yoluyla bir yandan doku ve doku aralarına geçerken diğer yandansa nötrofiller boş durmayıp kapiller damarlardan dokuya geçiş yapmaya çalışarak bakteriyel iltihaplara yol açan yabancı cisimleri fagosite edecektir. Ancak doku aralarında kalan bakteriler habire toksin saldıkları için kapiller yoluyla sızmaya çalışan nötrofillerin bu teşebbüsü fiyaskoyla sonuçlanıp kapı dışarı edileceklerdir. Bu durumda krem kıvamında yeşilimsi gri renkli ölü nötrofil toplulukları oluşup, bunlar Tıp dilinde cerahat veya Pü adını alır.
Lökositler kan içerisinde 6 değişik tip polimorf şekillerde olup, değim yerindeyse enfeksiyonlara karşı emniyet sübabı görevi yapan çekirdekli hücreler olarak bilinirler. Bu arada lökositler çekirdek yapılarına göre de: “Eozonofil, Bazofil, Nötrofil, Monosit, Lenfosit ve Plazma hücreleri” diye tasnif edilirler. Ayrıca eozonofil, bazofil ve nötrofil çekirdeklerinin tanecikli olmaları hasebiyle her üçü bir arada granülosit olarak adlandırılır. Hakeza kan içerisinde farklı bir şekilde değişikliğe uğrayarak hem alyuvarları hem de akyuvarları meydana getirme kabiliyetine haiz hücreler ise hemositoblast olarak adlandırılırken, hemositoblast bir yapıdan alyuvara dönüşüm safhasına kadar ki bölümün ara kademelerini teşkil eden hücreler ise proeritroblast, eritroblast (normoblast), normositer ve retikülosit olarak adlandırılıp kategorize edilirler. Hatta kategorize edilen bu serinin ilk hemoglobin sentezi az da olsa eritroblast safhasında start almakta. Neyse ki sonraki kademelerde hemoglobin teşekkülü gitgide artış gösterebiliyor. Normosit ve daha evvelki safhalara baktığımızda da kan hücrelerinde tüm çıplaklığıyla nükleus yapı gözükürken retikülositlerde sadece nükleusun ancak kalıntısı bir görünüm vardır. Eritrositler hücrelerinde ise değil nükleusun kalıntısı, zaten nükleusun kendisi ortada yoktur.
Polimorf çekirdekli lökosit ve monositler kemik iliğinden yapılırken, lenfosit ve plazma hücreleri de lenfoid organ veya dokularda yapılırlar. Şurası muhakkak akyuvar üretimi için devamlı B kompleks vitaminlere ihtiyaç vardır. Çünkü X ışınları, radyoaktif ışınlar, birtakım ilaçlar ve bir kısım zehirli maddeler akyuvar üretimine zarar verebiliyor. Ki; vücudun savunma sistemi bu durumdan olumsuz etkilenip kişinin hasta olmasına yol açabiliyor.
Bilindiği üzere lenfoid doku ve organların lenf düğümleri (özellikle bağırsaklarda ve çeşitli organlardaki lenfler), dalak, timus tonsilla (bademcik) gibi lenfoid yapılar teşkil eder. Lökositlerin bir kısmı özellikle granülositlere ihtiyaç duyuncaya kadar kemik iliğinde depo edilmiş halde kalırlar. Böylece ihtiyaç hâsıl olduğunda granülositler depolardan salınarak kan dolaşımına geçerler. İşte bu durum lökositlerin kandaki hayat sürelerinin kısa olduğuna işarettir. Şöyle ki granülositlerin kandaki ömrü yaklaşık 12 saat olup, enfeksiyon esnasında ise 2-3 saattir. Monositler ise aylarca kan ve dokularda dolaşabiliyor, ancak herhangi bir iltihabı durumlarda hayatları sona erdiği gözlemlenmiştir.
Akyuvarlar (lökositler)
Kemik iliğinde bir miktarda olsa muhtemel tehlikelere karşı yedek kuvvet olarak akyuvarlar konuşlandırılmış durumdadır. Bu yüzden akyuvarlar (lökositler) tıpkı bir amip gibi büyük damarların iç cidarında yapışık kalmış halde her an mevzisinden çıkmaya hazır, vücuda bir şekilde sızmış mikropları zararsız hale getirebilecek güçte askeri timlerimiz olarak adından söz ettirirler. Dolayısıyla lökositler mikropların korkulu rüyası sayılıp, 1 mm3 kanda 4–10 bin arası civarında bir sayıdadır. Bu arada akyuvarların kanda ki ömürleri 10 günle sınırlı olup, ardından ölen hücrelerin yerine yenileri gelmekte. Bilindiği üzere vücutta bir hastalık tehlikesi belirdiği anda akyuvarlar kılcal damar çeperine doğru hareket ederek hızla çoğalıp hazır ol duruma geçerler. İyi ki de çoğalmaktalar, aksi takdirde savaş meydanında her an kurda kuşa yem olmakta var işin içinde. Bu yüzden lökositler ameboid hareketlerle yabancı maddeleri sindirdiklerinde bu duruma fagositoz denmektedir. İşte bu sindirme olayına bağlı olarak kan içerisinde arta kalan artık maddeler özellikle plazma veya alyuvarlar içerisinde yer alırlar. Nitekim lenfositlerin bir mikrobu yutma, yani fagositize etme olayı 38,5 derecelik sıcaklıkta cereyan eder. İşte bu noktada ateşin artması mücadelenin başlaması manasınadır. Aslında mücadelenin başında 38,5 derecelik ateş büyük bir nimet olup bu yüzden bilinçsizce ateşi hemen düşürmeye kalkışmamalı. Aksi takdirde savunma mekanizmasının aksi yönde işlemesine yol açabiliriz. Farz-ı muhal bir mikrobun bir saatte 15 milyon sayıda ürediğini düşünürsek o vücudu neler beklediğini siz hesap edin. İster istemez böyle bir durumda vücudun normal ateşi tırmanıp tıpkı tüberküloza yakalanan hastalarda olduğu gibi bir anda akyuvar sayısı 30.000’i bulabiliyor. Bu demektir ki; düşmanla karşılaşan akyuvarlar önce mevcut hacmini büyütüp makrofaj vaziyetine dönüşür, sonra hem kendi etrafında hem de mikrobun etrafında suratli bir şekilde dönmeye başlar. Daha sonra da yalancı ayaklar çıkararak fagositoz bir eylemle mikrobun etrafını sarıp onu yutmaya başlayacaktır. Yuttuktan sonra ise son derece ileri bir seviyede tahrip gücü fazla bir teknolojik donanım devreye girip bir yandan mikrop sindirilirken diğer yandan da mikrobun kana saldığı zehri tesirsiz hale getirici maddeler salgılanır. Böylece vücuda bağışıklık kazandırılır. Şöyle ki; lökositler damar endotelinden geçerek dokuya sızarlar. Şayet ortamda salgılanan bir kimyasal madde varsa kemotaksis bir refleksle bu maddeleri bulmaları gerekir, bulamazlarsa çekilirler. Derken akyuvarların hareket istikametini belirleyen kemotaksis yoluyla hastalıklara karşı korunmuş oluruz. İşte bu yüzden gerek yabancı madde artıkları, gerekse bakteri ölüleri veya toksinlerin akyuvarı cezb etmesi sonucunda gerçekleşen refleks olayına kemotaksis denmiştir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar yıkıcı ajanlara karşı vücudumuzun özel hareket timleridirler.
Peki, akyuvar komandoları vücuda giren bu yıkıcı ajanları nasıl tanıyor derseniz, bu durum elbette ki akyuvar için son derece kolay bir iş. Bikere akyuvarların negatif yüklü olmaları, yıkıcı ajanlarınsa pozitif yüklü olması ona düşmanını ta baştan alt etme avantajı sağlayabiliyor. Hani daha öncesinden lise yıllarında fizikte zıt yükler birbirini çeker babından öğrendiğimiz bir kural vardı ya, aynen öyle de zıt yüklü yabancı ajanlar içinde bu kural geçerli olup da kural gereği vücuda girdiklerinde her halükarda yakayı ele vermekten kendini kurtaramayacaklardır. Hadi yakayı ele vermediklerini farz etsek bile bu bir noktada kolaylaşmış olacaktır. Nasıl mı? Mesela akyuvar cinslerinden nötrofiller bir bakıyorsun alkali ortamda 5-25 düşmanı bertaraf etme kabiliyeti gösterirken, monositler ise asit ortamda neredeyse yüzde yüz başarı gösterecek bir bertaraf etme kabiliyetine haiz güç gösterirler. İşte bu tür güç gösterileri pek çok bilim adamının zihninde ufuk açmış olsa gerek ki, birtakım laboratuvar analiz çalışmaları sonucu hastada var olan cerahatin teşhis edilmesiyle birlikte yerine göre asit yerine göre alkali ortam şartları oluşturularak tedavi yöntemlerine yenileri eklenebiliyor. Mesela geleneksel yöntemde olsa pratik uygulama olarak eğer cerahat üzerine tükürüldüğünde sap sarılık bir durum ortaya çıkarsa asidik olduğu belirlenmiş olup böylece bu durumda hastanın bol limon yemesi tavsiye edilir. Şayet kahverengi ve kırmızı renk bir durum ortaya çıkarsa bazik olduğu belirlenip, bu durumda o bölgenin suyla yıkanmasının daha doğru olacağı ve asla ve kat’a sulu yemek yenilmemesi gerektiği hastaya tavsiye edilir.
Vücudun yabancı bir cisme karşı gösterdiği reaksiyon kesin uyarı niteliğinde olup, genelde bu tür reaksiyonlar birçok hormon ve hücrenin cevabı niteliğinde bir tepkisi olarak değerlendirilir hep. İşte bu durum Tıpta vücudun bağışıklık kazanması manasına immün sistem olarak anlam kazanır. Öyle ki yaratılış mayamızda var olan bu kurulu sistem sayesinde organizmaya yabancı kalan gerek büyük moleküllü karbonhidratlar gerekse proteinler antijen oluşturmak için var olurken, lenfatik dokular da gama globülin, yani antikor oluşturmak için var olurlar. Kelimenin tam anlamıyla antikorlar kan ve lenf sistemi içerisinde çok özel gamma globülinlerin oluşumu için var olmaktalar. Böylece antikorların vücutta var oluş nedeni antijenlerin kana karışmasının neticesinde tepkisini ortaya koymakla le zahir olmasıdır. Ancak şu da var ki, hiç bir organizma kendi antijenlerine karşı antikor üretememe durumu da konumunda olup, sadece kendi dışında vücuda bir şekilde girip de yabancı ve tanımadığı antijenlere karşı ancak ve ancak antikor üretimi oluşturabiliyor.
Akyuvarlar tüm hıncıyla bakterilere karşı savaşırken, öte yandan hasar görmüş dokuları tamir maksadıyla histamin salgılamayı da ihmal etmezler. Aslında salgı olayı hasar görmüş dokunun şişmesi, su toplaması ve kızarması olayının ötesinde vücutça alınan bir tedbirin bir işareti sayılmaktadır. Belki de bu tedbiri alınmasa vücudun hasar görmüş doku veya orgun bölgelerinde bakteri ve toksinler hızla çoğalıp geniş bir alana sirayet etmiş olacaklardı. Dolayısıyla doktorlar dezenformasyona uğramış bu tip bölgelerin şişmesine neden olan iltihaplanmaya karşı hastaya damar genişletici ve histamin türünden ilaç tedavisi uygulayaraktan hem antikor- antijen birleşmesine yardımcı olurlar, hem de akyuvarların rahat nefes alma imkânına kavuşması sağlanmaktadır. Fakat bu tip ilaçlar her an otoimmün (bağışıklık) hastalığın bir belirtisi olarak alerjik reaksiyon gösterip hastanın alerjik durumlarında eozinofil sayısının arttığı gözlemlenmiştir. Ayrıca parazit hastalıklarında eozinofillerin antikor yapımında hazırlayıcı rol oynadıkları tespit edilmiştir. Şayet mikropların yayılmasına engel olunamazsa bu sefer lenf sistemi devreye girecektir. Zaten dokuda gudde oluşumu veya şişmelerin nüksetmesi lenf sisteminin olaya el attığı anlamına gelir. Oldu ya, mikropların hakkında buralarda da baş edilemedi, artık bu noktadan sonra mikroplar açısından kana karışmak çok zor olmayacaktır. Böylece vücut daha büyük çapta enfeksiyonla karşı karşıya kaldığını ilan edecektir. Kelimenin tam anlamıyla akyuvarlar vücudun sağlık görevlisi, alyuvarlar ise vücudun beslenmeye yönelik ambarından sorumlu bir görevlidir. O halde birazda ambar görevlisinden bahsedebiliriz pekâlâ.
Alyuvarlar (eritrositler)
Ambar görevlisi alyuvarlar genellikle kemik iliğinde üretilip kaynağında iken çekirdek haldedir. Bu yüzden kemik iliklerine üretim hane gözüyle bakılır hep. Kemik iliği aynı zamanda içerisi mükemmel bölmelerin bulunduğu kanal sistemiyle donatılmıştır. Öyle ki kanalcıklar arasında retükulo endotelyal sistem denen savunucu ve kan yapıcı bir tek hücreden her çeşit hücre imal edilebiliyor. Hatta bunlara eritrositler de dâhildir. Alyuvarlar (eritrositler) ne zaman ki çocukluk ve gençlik dönemlerini tamamlar olgunlaşma evresine terfi ederler, işte o zaman çekirdeksiz disk şeklinde hücre yapısına dönüşmesiyle birlikte dolaşıma geçip vücut için ab-ı hayat kaynağı olurlar. Belli ki; çekirdeksizlik avantaj olup damar içerisine geçişte elastikiyet sağladığı gibi çekirdeksizlik aynı zamanda oksijen nakli açısından da büyük bir kolaylıktır. Dolayısıyla iyi planlanmış bir tasarımın gereği milyarlarca hücre oksijensiz kalmamaktadır. Bu yüzden kaynak yatağında (kemik hücrelerinde) çekirdekli halde bulunan alyuvarlar aşırı kan kaybı durumları hariç olgunlaşmalarını tamamlamadan asla kana karışmalarına müsaade edilmez.
Bilindiği üzere 1 mm3 kan içerisinde ortalama 4 ila 5 milyon civarında alyuvar bulunup, bunlar mezanşim hücrelerinin imal ettiği oksijen paketlerini, mümkün mertebe tez elden ihtiyaç sahibi doku ve doku hücrelerine götürme vazifesiyle donatılmışlardır. Zaten alyuvar ihtiyacını belirleyen ana etken unsur doku oksijen ilişkisidir. Oldu ya, dokular bir şekilde oksijensizlikten alarm vermeye başladı, bu durumda ister istemez alyuvar üretimi daha da bir artış kaydedecektir. Peki, bu noktada alyuvarlar dokuların oksijensiz kaldığını nereden bilecek derseniz, dokuları yaratan yaratıcı güç elbet bu durumu haberdar edecek sistemi yaratılış mayasına kodlamış durumda zaten. Nitekim bu iş için eritroprotein hormon görevlendirilmiş bile. Böyle bir sistem vücut iklimimizde kurulmamış olsaydı oksijensiz kalan vücudun bir anda çökmesi an meseledir diyebiliriz. Ayrıca şu bir gerçek alyuvarlar dokulara oksijen nakletme başarısını hemoglobine borçludur. Zira eritrositlerin yapısında bulunan demir içeren kırmızı boya türünden “hem” faktörü ile oksijenen bağlanmasında ve taşınmasında rol oynayan bir protein içerikli globinin birlikteliğinden doğan hemoglobin maddesi bir yandan kanın kırmızı renk almasını sağlarken diğer yandan karbondioksitin dokulardan temizlenmesi için de akciğerle işbirliği yapmış olurlar. İşte bundan dolayıdır ki eritrositler çekirdeksiz ve küremsi yapılar olarak tanımlamanın ötesinde bütün vücuda besin, O (oksijen) ve CO2 taşıyan hücreler olarak da tanımlanırlar.
Kemik iliğinde yaklaşık ayda 400-500 mikro litre arası eritrosit yapımı gerçekleşmekle birlikte teşekkül hızı kandaki oksijen basıncına bağlı olarak değişebiliyor. Mesela yüksek rakımlı yerlerde anormal bir şekilde vücutta eritrosit yapımı çoğalabiliyor. Çünkü yüksek rakımlı yerlerde oksijen oranı az olup, bu durum beyne gelen oksijen miktarını azaltarak aşırı kalp atışlarına sebep olabiliyor. Dolayısıyla aşırı kalp atışları neticesinde polisitemi hastalığı görülebiliyor. Yine bu ve buna benzer bir başka olay koşma halinde görülmektedir. Malumunuz halk arasında “Harekette bereket var” denilse de koşmakla dokuların oksijen ihtiyacı hız kazanıp, dalağımız ister istemez kasılarak dolaşıma kan vermek zorunda kalacaktır. Hatta çoğu kez koştuğumuzda sol böğrümüzde (yanımızda) hep ağrı hissederiz ya, işte o sızı dalağın kasılmasıyla ilgili durumdan başka bir şey değildir. Bu arada dalaktan başka kanın oksijen seviyesini ayarlayan bir diğer mühim organımız olan böbreğin ortaya koyduğu faaliyetleri de unutmamak gerekir. Bilhassa böbrekler, bu noktada böbrek üstü bezlerin salgıladıkları eritropoetin hormonu sayesinde gerektiğinde alyuvar üretiminde kemik iliklerini uyarıp böylece bu sayede vücudumuz zinde tutulmaya çalışılır. Belli ki sistemin en ufak bir krize tahammülü yoktur, her an olası çıkabilecek bir krize meydan vermemek için hemen her şey en ince ayrıntısına kadar hesaplanıp ona göre alarm sistemi veya krizi yönetecek masa kurulmuş durumdadır. Mesela kriz durumlarında eritrositlerin kanda azlığı bir anda anemik durum (kansızlık), alyuvar sayısının artmasına paralel hemoglobin birikmesi gibi arızalar nüksedebiliyor. Öyle ya, madem 100 mililitre kanda ortalama değer 14 gram hemoglobin bulunması gerekir, o halde bunun üstü ölçüm değeri hem de altındaki ölçüm değer vücut için risk teşkil etmesi kaçınılmaz bir durum ortaya koyacaktır. Yani laboratuvar analizleri neticesinde ortaya çıkan hemoglobin ölçümü normal değerlerin üstüne çıktığında Hemokromatoz hastalıklar, altına düştüğünde ise halk dilinde kansızlık diye tabir edilen anemi hastalığı vuku bulacaktır. Hatta hemokromatoz esnasında fazla miktarda demirin karaciğere bağlanmasıyla birlikte siroz, kalbe yerleşmesiyle birlikte kalp yetmezliği, pankreasa sirayet etmesiyle birlikte de şeker hastalığı nüksedebiliyor. Bir başka gerçek daha var ki; o da B12 vitaminin kemik iliğinin özü mesabesinde olmasıdır. Dikkat edin öz diyoruz üvey değil. Tabii işin şakası bir yana 'öz' sadece akrabalık ilişkileri için kullanılan bir sözcük değil elbet, biyoloji bilim literatüründe memba (kaynak) manasına da kullanılır. Hele bir şeyin özü bozulmaya bir görsün biranda dengeler altüst olabiliyor. Dolayısıyla B12 vitaminin eksikliği kansızlığa yol açabiliyor. Yine de her şeye rağmen kan rengini tayin eden hemoglobin maddesi bu açığı kapatmak adına bütün enerjisini eritrosit yapımına adamayı ihmal etmez. Anlaşılan hemoglobin molekülü bileşiminde başta dört atomluk demir olmak üzere toplam 10.000 atomdan meydana gelen bir ünite olarak dikkat çekmekte. Nasıl dikkat çekmesin ki, baksanıza bu ünitenin azlığında kan sistemi alarm durumuna geçebiliyor. Nitekim kemik iliğinin azalması, demir ve B12 vitamini eksikliği gibi nedenlere bağlı olarak ortaya çıkan anemi hastalığı bunu doğruluyor da. Hatta gama radyasyonunun etkisine maruz kalan insanlarda kemik iliğinin harap olmasıyla birlikte öldürücü anemi ortaya çıkabiliyor. Görüyorsunuz kana rengini veren eritrositler bir yandan cana can suyu olurken diğer yandan da bu can suyunun azlığında kansızlık olarak karşımıza çıkabiliyor. İşte bu nedenledir ki bu can suyunun önemine binaen bir kez daha “Kan demek can demek” sözü bizim açımızdan büyük bir anlam kazanmış olur da. Hem nasıl anlam kazanmasın ki; bikere kemik iliği fabrikasında yaratılış birçok safhalardan geçmek suretiyle gerçekleştirilmekte. Malum bu safhalardan sonra kana geçen alyuvarların her birine verilen 100 ila 120 günlük arası bir ömür süresi içerisinde vazife gördükten sonra akıbetleri ölümle sonuçlanır. Yani alyuvarlar 120 gün içerisinde oksijen taşıyıp akabinde yaklaşık 1 milyondan fazla eritrosit hayata veda etmiş olurlar. Bu durumda vücut, kandaki alyuvar sayısını korumak için yeni alyuvarlar üretmeli ki ölenlerin yerine yenileri devreye girebilsin, zaten vücut üretir de. Dile kolay eritrositler küçük damarlardan geçişi sırasında incelip uzarken ister istemez enerji sarf edeceklerdir. Fakat enerji temin eden enzimler kullanıldıkça ömür sınırları azalmakta, derken eritrositler damardan geçerken incelip uzayamadıklarından parçalanıp mevta olup yerine yenileri devreye girmiş olur. Değim yerindeyse “Her dem yeniden canlar tazelenir” misali kanda bile haşir olayı gerçekleşir. Dahası yeni doğanlar hayata göz kırpıp Yücelerden gelen emrin gereği iş başı yaparlar. Tabii bu durum sinir hücreleri için geçerli değildir. Zira sinir hücrelerinde kaybolanın yerine yenisi gelmez, üstelik bu eksiklik ömür boyu devam eder bile. Yani sinir hücreleri canlının yaşama ömrü ile sınırlıdır.
Evet, eritrositlerin 120 günlük bir hayatından söz ettik. Peki, bu sınırın istisnası yok mu derseniz, elbette var. Şöyle ki; orak hücreli anemi hastaların tipik özelliği doğuştan alyuvarların arızalı olmasıdır. İşte bu söz konusu arızalı orak hücreli alyuvarlar kan içerisinde 120 günü tamamlayamayan cinsten hücre olduklarından görevlerini yerine getirememek gibi bir takım sıkıntılar doğururlar. Mesela bu sıkıntıların başında alyuvar eksikliği gelip, bunun adı hepimizin bildiği anemi demektir. Yine bir başka problem alyuvar tipi ise çapça küçük kolayca yırtılabilir olması hasebiyle görevini yapamıyor oluşudur. Dolayısıyla buda ister istemez bir tür kalıtsal kan hastalığa, yani Talasemi'ye (Akdeniz anemisi) neden olmaktadır. Hakeza birde Aplastik denen bir anemi türü daha var ki, icabında en büyük tehlike arz eden anemi türüdür dersek yeridir. Çünkü bu tür hastaların kemik iliği alyuvar üretemediklerinden artık ölüm onlar için kaçınılmaz bir alın yazısı olabiliyor. Öyle anlaşılıyor ki; tüm anemi vakalarının ortak problemi damarlarda dolaşan kanın ihtiyaçtan az olmasına paralel dokuların düşük oranlarda oksijensiz kalması sonucu bir takım organlarda verimin düşmesine yol açan hadisenin yaşanmasıdır. Peki, kanda aşırı derecede alyuvar sayısı fazla olursa ne olur derseniz, bu durum polisitemi'ye yol açıp, oluşan bu vaka damarlarda kan tıkanıklığı ve kan yapıcı organların tümörleşmesine sebep teşkil etmesi demek olacaktır..
Trombositler (kan pulcukları)
Trombositler kemik iliği kök hücrelerinden teşekkül edip, kanın pıhtılaşmasını sağlayan 2 ila 4 mikron arası çapında renksiz kan pulcuklarımızdır. Bunlar 1mm3 kanda 200-400 bin arası kadar bulunup, daha çok hasar görmüş doku bölgelerinde tıkaç oluşturmakla görevlidirler. Gerçekten de hasara uğramış bir dokunun önce şiştiği, sonra giderek yaygın halde çıkıntılar oluşturduğu ve daha sonra yapışkan hale geldiği gözlemlenmiştir. Dikkat ettiyseniz özellikle yapışkan diyoruz, ama ne yapışkanı? Herhalde piyasada satılan bildiğimiz yapışkan maddeler değil elbet. Bilakis bu yapışkan madde bizim bilmediğimiz, fakat uzmanların çalışmaları sonucunda fark edilen mukopolisakkarit içerikli, ipliksi, protein içeren ve hücreler arası bağlantıyı sırasında tek başına da değildir, ADP salgısı salgılanmasıyla birlikte her an yanında iş bölümüne hazır takviye kuvvetleri olay mahalline gelerekten trombositle birlikte kanayan yaraya tampon güç oluştururlar. Tamponla kanayan yaranın durdurulmasının akabinde ise trombin enzimi devreye girip tamponlanan bölge daha da mantolanmak suretiyle pıhtılaşmayla ilgili işlemler tamamlanmış olur.
Hiç kuşkusuz trombositer kaynaklı hastalıkların nüksetmesiyle birlikte trombin enzimi aracılığıyla yapılan ikazlar karşılık bulup trombosit kuvvetlerini harekete geçirmeye yetebiliyor. Tabii emir yüksek yerden gelince el mahkûm talimat gereği değim yerindeyse “Evet, mesaj alınmıştır” şeklinde başım gözüm üstüne denilip, kanda sıvı halde bulunan fibrinojen fibrine dönüştürülüp böylece trombositler, trombositer hormonu veya bünyesinde bulunan fibrinojen madde sayesinde kanamalar anında durdurulmuş olur. Fibrin burada bir nevi yara sarıcı iplik veya yapıştırıcı rol üstlenmiş bir işlev görür. Özellikle fibrin iplikleri damar kavşağının önüne duvar örüp (yumakçık-kan pıhtısı) kan plazmasının damar içerisine geçişine de izin vermez. Nasıl ki bir yırtılmış bir su kırbası dikiş veya yapıştırıcı ile tamir edilmediğinde içerisinde su kalmazsa, aynen öyle de vücudumuzun herhangi bir kaza sonucu yaralandığında önlem alınmaz ya da pıhtı faktörü devreye girmezse dolaşım sistemimizin kansızlıktan tarumar olacağı muhakkak. Dolayısıyla lifli ipliksi fibrin deyip es geçemeyiz, belli ki pıhtılaşmayla ilgili tüm faktörlerin kan kaybına tahammülleri yoktur. Madem öyle pıhtı faktörleri hakkında bizim cansiperane can yeleklerimizdir dersek yeridir. Düşünsenize trombositler olmasaydı vücudun herhangi bir yerinden meydana gelebilecek kan kaçağı sonucu ölüm kaçınılmaz olacaktı. İşte bu nedenledir ki trombositler bizim için Yüce Allah’ın bir lütfu olarak vücudumuzun herhangi bir darbe karşısında yaralarımıza saracak pansuman uzmanlarımızdır dersek de yeridir. Bu söz konusu uzmanlar küçük pulcuk yapıda renksiz cisimler olup görünüm itibariyle yuvarlak veya disk şeklindedir. Çapları ise ortalama 3 mikro litredir. Dolayısıyla 1mm3 kanda ortalama 250.000 kadar trombosit bulunmaktadır. Trombositler aynı zamanda boyanma durumuna göre; erguvani renktekiler granülomer olarak addedilirken, soluk mavi olanlar ise hyalomer adını alır. Tabii bu konu burada bitmedi, dahası var. Şöyle ki; trombositler glikojen depo ettiklerinden yapışkandırlar. Yani yapılarında serotoninin (damar büzücü) bulunduğu için kan kaybının önü alınabiliyor. Nitekim damar yırtılmalarında derhal plak oluşturup tıkaç rolü (pıhtılaşma rolü) üstlenmelerinin yanı sıra ayrıca tromboplastin enzim üretimi de ihmal edilmez.
Şayet trombositler kan içerisinde normal değerlerin dışında düşük seviyelerde seyrediyorsa pıhtılaşma defekti (bozukluk) oluşup kırmızı mor renkli kanama odakları denen purpura meydana gelecek demektir. Zaten purpura oluşumların en temel tipik özelliği kanın damar dışına çıkmasıyla birlikte doku aralarında veya lenf damarı içerisinde birbirlerine yapışık halde odaklar, yani kümeler oluşturmasıdır. Dolayısıyla bu durum lenf damarı tıkanıklığına, dokuda ise su birikmesi ve trombosit ödemine neden olacaktır.
Fibrin, fibrinojenden teşekkül edip, üç fazdan oluşmaktadır. Mesela ön fazda yer alan protrombinaz pıhtılaşmayla alakalı 13 faktörden ilk dokuzunu (protromblastin sistemi) protrombine çevirdiğinden “protrombin-2” olarak tanımlanır. Yani trombin, trombinaz enzimiyle var olmakta. İyi ki varlar, aksi halde trombosit sayının düşmesi veya trombinazın yokluğunda trombositopeni hastalığı (hemofili-kanama) nüksedecektir. Bu yüzden bunun önüne geçebilmek adına son fazda fibrinojen katı haldeki protrombini fibrine çevirme işlemini gerçekleştirerek büyük bir efor sarf etmiş olacaktır. Yani trombin fibrin dönüşmesinde fibrinojen etken faktör olup, Tıpta bu etken maddeye efektif faktör (etkili faktör) denmektedir. Şayet etken faktöre rağmen hala kanamalar devam ediyorsa hemen acele bu tip hemofili bir hastaya kan verilmesi gerekecektir.
Peki, kanın durdurulmasına yönelik pıhtılaşma işlemleri böyle yürürken bunun tam tersi olarak kanın pıhtılaşmaması içinse ne gibi işlemlere ihtiyaç vardır? Hiç kuşkusuz bunun içinde vücutta kanda pıhtılaşmayı önleyen antitrombin sistem bu iş için misyon yüklenmiştir. Bilhassa bu iş için sistem içerisinde konuşlanmış heparin içeren plazma proteinlerinin çok büyük rolü vardır. Heparin asit bir madde içerdiğinden, pıhtılaşma faktörü heparin albümin karmaşık içeriğinin devreye girmesiyle ancak önü alınabiliyor. Hatta pıhtılaşmayı önleyici heparin maddesi formaldehit bazik boyaların bulunduğu ortamda da trombini inaktive edebiliyor. Hakeza bu sistemin fibrin eritici plazma özelliği de vardır, olması da gerekir zaten. Çünkü herhangi bir kazaya maruz kalan bir kişinin periyodik tedavisi süresince pıhtılaşma devam edebiliyor. Ta ki iyileşme aşamasına kadar pıhtı faktörü üzerine düşen görevi yaptıktan sonra ancak o zaman olay mahallinde kalmanın kendisine zarar vereceğini bilmişçesine kendi kendini yok edebiliyor. Zaten kendini ortadan kaldırmasa damarların tıkanmasına yol açıp hastanın ölümüyle sonuçlanabilecek çok büyük bir risk oluşturacaktır. İşte bu tür durumlara meydan vermemek için 1-2 gün içerisinde birtakım aktivatör maddelerin devreye girmesiyle birlikte fibrin eritici plazminojen, plazmine dönüşür de. Böylece plazmin fibrini parçalayarak protein eritici (proteolitik) misyon yüklenmiş olur. Bu arada mevcut sistemi tüm ayrıntılarıyla komple düşündüğümüzde bu iş içerisinde sitrat, oksalat, florür, Ca gibi birçok bileşenlerin de kan pıhtı faktör tayininde devrede olduklarını görürüz. Öyle anlaşılıyor ki plazminin biricik vazifesi fibrin üzerinde doğrudan etki yapıp pıhtıyı eritmek olurken, bu noktada akyuvarların görevi ise eriyen pıhtı artıklarını tahliye edip yaralanmış dokuda iz kalmamasını sağlamaktır. Görüldüğü üzere kanda pıhtılaşması denen hadise öyle sanıldığı kadar rastgele vuku bulan bir hadise değil, son derece birçok bileşenlerin devreyi girmesiyle birlikte vuku bulan planlı mucizevi bir hadisedir. Elbette ki ara sıra plan dışı istenmeyen bir takım istisnai durumlar da olacaktır, oluyor da. Mesela plazma içerisinde aminoasitler, vitaminler, hormonlar, enzimler, şekerler, metabolitler, ilaçlar, aminoasitler, peptitler, glikopeptitler, laktik asit, hippürik asit, organik tuzlar, keton cisimleri, üre, ürik asit, NH3, safra boya maddeleri, bazı pigmentler, lipaz ve amilaz gibi bileşenler oluşan pıhtının yenilenmesini güçleştirebiliyor. Hakeza pankreas hastalığı nüksettiğinde artmakta olan amilazın kanın pıhtılaşmasını önlediği bilinmektedir. Bu durumda hastaya amilazın fazlasını dışarı atması için idrar söktürücü ilaç veya serum verilir de.
Anlaşılan gerek vücut dokularında gerekse kan içerisinde bulunan yaklaşık 30 değişik türden bileşenin pıhtılaşma olayıyla doğrudan ilişkisi vardır. Söz konusu 30 değişik türden bileşenlerin bir kısmı pıhtılaşmayı kolaylaştırırken diğer kısmı engelleyebiliyor. Aslında burada tez antitez ilişkisine dayalı bir olay fark edilip, bu bize vücudumuzda otomatik işleyen homeostatik denge sistemimizi hatırlatır da. Hem nasıl hatırlamış olmayalım ki, baksanıza normal bir kan içerisinde pıhtılaşmayı engelleyici faktörler her an devreye girebiliyor. Malum yukarıda da belirttiğimiz üzere aksi durum söz konusu olduğunda kan dolaşımı pıhtı faktörlerinin kuşatmasına maruz kalıp pıhtı atması gibi birçok beyin kanaması gibi vakalarla karşılaşmak an meselesidir diyebiliriz. Ayrıca bunlardan başka pıhtılaşmayı önlemeye yönelik damar iç yüzeyince emilmiş negatif yüklü protein tabakasının varlığı apayrı bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Yani bu tabaka sayesinde kandaki pıhtı faktörü damar yüzeyince itilerek pıhtılaşmanın önüne geçilmiş olunur. İyi ki de birçok faktör devreye giriyor da bir yandan normal durumlarda kan dolaşımının pıhtılaşmaması sağlanırken, öte yandan olağan üstü durumlara özgü hasar görmüş dokuların tamiri için de pıhtılaşma faktörleri aktif hale gelmesi sağlanmakta. Böylece vücut şehrimizin virane olmasının önüne geçilmektedir. O halde bu noktada Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Bu arada Yüce Allah’ın vücudumuza yerleştirdiği kanın pıhtılaşmasına etki eden belli başlı faktörleri iki alt başlıkta şöyle kategorize edebiliriz de.
1-Protromboblastin faktörler:”Fibronojen, Protrombin, Tromboblastin, Ca, Ac-globülin, Accler globülin, Prokonvertin vs.”
2-Stabilize faktörler: “Antihemofilik faktör, Antihemofilik globülin faktör, Antihemofilik B faktörü ve Ca-kofaktör.”
İşte yukarıda basamak basamak sıraladığımız birçok faktörün görüldüğü üzere pıhtı olayında doğrudan etkisi söz konusu olup, hatta K vitamininin de bu noktada pıhtılaşma olayında etken faktördür diyebiliriz.
Evet, herhangi bir nedenle damar cidarlarında zayiat verildiği zaman, söz konusu bu sıraladığımız faktörler olaya el koyup derhal onarım işlemini başlatan faktörler olarak göz doldurmaktalar. Derken yaralandığımız zaman aman bir damla kanın akmasından ne olur ki deyip kendi halimize terk edilmiyoruz, bilakis vücudumuzda oluşabilecek gizli kanamalara karşı damarlarımızda dolaşan birçok faktör imdadımıza yetişebiliyor. Bakınız Mevlana Hzleri bir damla kanın kıymetinin bilinciyle ; “Gerçi bir katreyim, fakat bende umman gizlidir. Bir zerreyim, fakat bende güneşler gizlidir” demekten kendini alamamış bile. Madem bir damla kanda olsa “kan demek can demek”, o halde bu hadiseye birde plazma proteinleri açısından baktığımızda bu sözün önemi daha da bir ortaya çıkmış olacaktır. Bilindiği üzere plazma proteinlerin sentezinde, plazma ve bazik lökositler bazı değişiklik mekanizmalarıyla yakından ilişkili olup büyük çoğunluğu karaciğerde sentez edilir. Hatta bir kısım sentez olayının bağırsaklarda meydana geldiği tahmin ediliyor.
Plazma proteinlerinin azalması durumlarında malum: “Doku harabiyeti, Ödem oluşması, Kanamalara bağlı kan kayıpları, Plazma hacminin artması ve Protein sindiriminin azalması” gibi haller vuku bulabiliyor.
Şurası muhakkak plazma proteinlerinin azalmasına paralel ödem oluşup, böbrek, karaciğer ve kalp hastalıkları nüksedebiliyor. Malum albümin, kandaki molekül ağırlığı bakımdan düşük değerlerde olması hasebiyle osmotik basınç yönünden globüline nazaran daha fazla dikkatleri üzerine çeken protein cinsinden bir moleküldür. İşte bu noktada kan albüminini gerek iç kanama veya ascites hallerinde, gerek karaciğer yetmezliğinde, gerek plazma değişikliklerine bağlı dehidratasyon olayında, gerekse dış kaynaklı kanamalarda normal değerlerin altında azalış kaydederek karşımıza çıktığını görürüz. Zaten idrar analizinde albüminin artması birçok organ yapılarında kayıplar verildiğine işarettir. Peki, bu durum, anne karnında nasıldır derseniz bikere bu noktada fetüs; gamma globülin üretememe noktasındadır, ancak yine de kendisi için gerekli olan globülini bir şekilde plasenta yoluyla anneden ihtiyacını karşıladığı da bir vaka. Derken yeni doğan çocuklarda anneninki kadar gamma globülin birikebiliyor. Fakat 12-16 haftalık dönemde %17'den % 0,1'e kadar mütemadiyen düşüş kaydetmektedir. Böylece bebek yaşadığı bu düşüş aşamasında enfeksiyona yakalanabiliyor. Neyse ki bebek 8-12 aylıkken normal seyrine kavuşup, böylece bir takım enfeksiyonlarla baş edecek hale gelebiliyor. Zira protein sentezi bu safhada start almaktadır.
Peki ya, plazma proteinlerin parçalanması hadiseleri vücudumuzun nerelerinde vuku bulmaktadır derseniz bağırsak lümenlerinde olduğu tahmin edilmektedir. Dahası plazma proteinlerin elektrik yüklü bir ortamda taşıdıkları şarj nispetinde hareket ettikleri belirlenmiştir. Dolayısıyla pnömoni (akciğer enfeksiyonu) ve ateşli hastalıklarda alfa globülin artmakta olup, antikor teşekkülü hallerinde ise gamma globülin çoğalmaktadır. Albümin ve fibrinojenin tamamını ise karaciğer yapmaktadır. Ancak karaciğer kanseri, siroz, hepatit ve beslenme bozukluklarına bağlı vakalar da serum azalma gösterir.
Başlıca serum ve plazma proteinleri
Bilindiği üzere plazmanın kendine özgü özel proteini olup, bunlar bildiğimiz fibrinojen ve fibrin maddelerinden başkası değildir. Fibrinojen uzun elips çomak şeklinde olup molekül ağırlığı 40.000'dir. Ayrıca fibrinojen serum içerisinde erimiş halde bulunduğunda sulu kesim plazma adını alır. Zaten fibrinojenin fibrine dönmesi plazmanın serum haline geçişi demektir.
Öte yanda serum total protein durumlarına baktığımızda; Plazmada fibrinojen ayrılınca serum içerisinde serum total protein (albümin ve globülinler) yer almaktadır. Elektro fazla yapılan plazma total protein fonksiyon analizleri sonucunda elde edilen yüzdelik (%'lik) dağılım oranları aşağıdaki gibidir: “Albümin % 57, Alfa globülin % 5, Alfa 2 globülin % 7,5, Gamma globülin % 11, Beta globülin % 12 ve Fibrinojen % 6,5” olduğu görülür.
Globülinler
Fe, Cu ve Zn gibi bir takım metallerle birleşmiş çeşitli proteinlerin yanı sıra Alfa ve Beta globülinler de lipoprotein ve glikoprotein yapısına girerler.
Proteinler molekül yapılarına göre bir karşılaştırma yapılınca en küçük albümin 69.000, en büyük fibrinojen 400.000 kadar olduğu görülecektir. Daha sonra sırasıyla hemoglobin, Beta globülin, Alfa lipoprotein, Beta lipoprotein, Gamma globulin ve fibrinojen gelir. Şimdi adından söz ettiğimiz bu elemanlara kısa bir göz atabiliriz. Şöyle ki;
Gamma globülin; bağışıklık maddesidir.
Beta globülin; lipoprotein, protrombin ve aglutinin(antikor) teşekkülünde görev yapar.
Fibronojen; kan pıhtılaşması görevi yapar.
Albümin; plazma taşıyıcısı olup, kan osmo regülâsyonu temin etmenin yanı sıra organizmanın protein rezervini teşkil eder. Hatta birçok maddelerle reversibl bağlantı yaparak onları transport eder.
Globülin(lipoprotein); yağ, stereoid ve fosfolipitleri oluşturur.
Hiroksene bağlanan protein; seratonoidler ve tyroxin nakli sağlar.
Haptoglobülin; parçalanan eritrositlerin serbest hemoglobin'lerini temin eder.
Ceruloplazmin; Cu naklini temin eder.
Antiotensinogen; kan basıncında görevlidir.
Globülin (metal ihtiva edeni); transferin ve siderofilin Fe taşırlar.
Globülin; antikor ve komplementlerini teşkil eder.
Bunlardan ayrı plazma proteinlerin arasına transimanaz, dehidrogenaz, peptidaz, fosfataz, aldoz, amilaz ve diğer enzimler de dâhil edilir.
Bazı kan proteinlerinin yapılarına iştirak eden elementler:
Fe: Transferin, stokromlar, periksodazlar demir içerirler.
Cu: Ceruloplazmin bakır madeni için tipik bir örnek teşkil eder.
Zn: Dehidropeptidoz, karboksipeptidaz, ürikaz, karbonik anhidraz, insülin çinko yönünden zengindirler.
Mg: Klorofil içeren hayvansal organizmalarda bulunup daha henüz tam fonksiyonu netlik kazanmamıştır.
Tuzlar (elektrolitler) ve organik kristaloitler kapiller damarların cidarından basınç yoluyla kolayca geçebiliyorlar. Özellikle kapiller damarların dış kısmında hidrostatik basınç gerçekleşip, iç kısımda ise osmotik basınç etkindir. Dolayısıyla plazma proteinlerinin geçişi için toplamda 28 mmHg osmotik basınç uygulanıp, bunun 10 mmHg basıncı İnterstiyel sıvı için, 18 mmHg basıncı ise plazma proteinler için efektiftir(etkili). Ancak bu efektif değerler arter ve vena damarda değişiklik gösterebiliyor. Mesela arter bölgesinde hidrostatik basınç osmotik basınçtan daha fazla uygulanır. Yine mesela kan proteinlerinde azalma olduğunda efektif osmotik basınç düşüp, buna paralel kapillerden arter damar içine sıvı akışı gözlenecektir. Böylece sıvı akışıyla birlikte ara dokuda sıvı miktarı artıp ödem oluşacaktır. Keza kandaki alkalen fosfataz enziminin artış kaydetmesiyle ortaya çıkan kemik hastalıkları ve tıkanma sarılıklarında böyledir. Zira alkalen fosfataz; osteoblast ve bağırsakta imal olunmaktadır.
Kanda grup faktör tayini
Evet, bir damla kan adeta devasa bir ansiklopedi külliyatı hükmünde paha biçilmez değere sahip bir hazinedir. Her hangi bir ansiklopedinin bütününde tek harfin karşılığı ne ise insan vücuduna denk gelen bir damla kanın karşılığı da odur elbet. Öyle görülüyor ki bir damla kan sadece içerisinde bulunan şekilli elemanlarıyla sınırlı değil, bunun ayrıca grup faktör tayininde karşılığı olan A, B, AB, O antijenlerin varlığı da söz konusudur. Nitekim anne karnında ki her bir ceninin kendine özgü grup faktör kimliği vardır. Dolayısıyla çocuğa ait kan grup faktörü ve hücrelerinin tamamını anneden alması söz konusu değildir. Cenin aynı zamanda plasenta sayesinde kendi alyuvarlarını kendisi imal edebiliyor. Fakat bu noktada demire de ihtiyaç vardır. Neyse ki bu noktada plasenta, anneden gelen alyuvarları parçalayarak açığa çıkan demiri cenine aktarabiliyor. Yani plasenta bir nevi karaciğer fonksiyon işlevi görmektedir. Hatta bununla kalmayıp lenf sistemi görevi üstlenmiş durumdadır. Anlaşılan plasenta anneden gelen bir kısım antikorları kabul etse bile bir kısmını da kendisi karşılamakta. Değim yerindeyse plasenta cenin için ekmek, su, peynir gibi aş demek olup yapışık ikiz gibidirler. Onsuz gelişmesi mümkün değil zaten.
Bilindiği üzere insan kanında birbirinden farklı A ve B tipinde iki tür antijen var olup bir sonraki kuşaklara kalıtsal olarak geçmekteler. Dolayısıyla dünyaya gelen her bir insan söz konusu antijenlerin ya bir tanesine ya da her ikisine de sahip olabiliyor. Veyahut da hiçbirine sahip olmayabiliyor. Bu yüzden hiçbirinden mahrum kalanlar mevcut bu iki tip antijene karşı vücudunda spesifik reaksiyon gösteren antikor bulunmaktadır. Böylece A ve B tipi antijenler aglütinasyon olayında tetikleyici unsur olarak adından söz ettirecektir.
Kanda grup faktör tayini (A), (B), (AB) ve (O) olarak dört ana başlıkta incelenir. İşte grup faktör tayininde eritrosit bünyesinde yer alan antijenlerin kanda bulunup bulunmamasına göre;

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Perş. Ocak 26, 2023 7:49 pm

KAN DMEK CAN DEMEK-2
SELİM GÜRBÜZER
-İçerisinde şayet A ve B aglutinojen yoksa grup faktör 0 grubu,
-İçerisinde şayet sadece A aglutinojeni varsa grup faktör A grubu,
-İçerisinde şayet her iki aglutinojen(hem A, hem de B aglutinojen) de varsa grup faktör AB grubu adını alır. Ayrıca bu gruplara ilave olarak M, N, P ve Rh gibi alt grup faktörler de vardır.
Bilindiği üzere plazmada (serumda) yer alan proteinlere aglütinin denirken, eritrositlerin (kırmızı kan hücrelerinin) bağrında var olanına ise aglutinojen denmektedir. Dolayısıyla bir şahsın eritrositlerinde A aglutinojeni yoksa plazmasında anti-A aglutinini var demektir. Şayet eritrositinde B aglutinojen yoksa plazmasında anti-B aglütinini mevcuttur. Dolayısıyla A grubu kanda A aglutinojeni ile anti-A aglütinini bulunur. 0 grubu kanda ise aglutinojen olmayıp sadece anti-A ve anti-B aglutininler (antikor) vardır. Malum AB grubu kişilerde ise A ve B aglutinojenlere sahip olmakla birlikte plazmalarında aglütinin bulunmamaktadır. Dolayısıyla doğumdan hemen sonra bebeğin plazma içerisindeki aglütinin miktarı sıfır seviyelerde olduğu belirlenmiştir.
Kan naklinde önemli reaksiyon oluşturabilen antijenler A-B-O ve Rh faktörü başlığı altında değerlendirilir. Madem ortada böylesi bir kurulu sistem var, o halde kan transferi işlemlerinde önce vücudumuzun damarlarında dolaşan bu kurulu sistem dâhilinde alıcı ve verici uygunluğu belirlenmeli, sonrasında da kan naklini gerçekleştirmek olmalıdır. Yani önce grup faktör tayini sonra uygulama esas olmalıdır. Mesela A ve B antijenleri bir insanda olmayabileceği gibi sadece bunlardan biri ya da her ikisi pekâlâ bulunabiliyor. Bu yüzden alıcı ile verici arasında uyumluluk aranması şarttır. Şayet alıcı verici arasında kan uyuşmazlığına rağmen kan nakli yapıldıysa alıcı ve verici alyuvarları birbirlerine bağlanıp yapışık kümeler oluşturacağından bu durum aglütinasyona (çökmeye) yol açacaktır. Yani verici ve alıcı kan uyuşmazlığına bağlı olarak adeta aralarında soğuk rüzgârlar esmesiyle birlikte ortada anti-A veya anti-B taşıyan aglütinin çatışması cereyan edip akabinde aglütinasyon (parçalanma-pıhtılaşma-çökelme) hadisesi vuku bulacaktır. Kelimenin tam anlamıyla bu çökme hadisesinde; önce aglütininler eritrositlere bağlanır, sonrasında malum tek bir aglütinin iki veya daha fazla eritrositi birbirine bağlayıp sırasıyla kılcal damarlarda tıkanmalar, kalp koroner damarlarının tıkanması ve ardından kalp krizine kadar varacak bir dizi vakalar yaşanacaktır. Anlaşılan her şey birkaç dakika içerisinde fagositik eritrosit ve epitel sistemin aglutine olmuş hücrelerinin hemoglobini plazmaya vermesiyle başlayıp, sonrasında damar tıkanıklığı gibi bir takım istenmeyen vakaların ortaya çıkmasıyla birlikte ortaya üzücü bir durum yaşanacaktır. Ortaya çıkan bu problemli vaka Tıpta organik oto terapi (kemik tedavi) yoluyla giderilmeye çalışılsa bile Normokromik normositer (özel bir kansızlık) sonucu ölüm vuku bulabiliyor.
(0) grubu adı üzerinde sermayesi olmayan tüccar misali sıfır durumda, yani eritrositi aglutinojen ihtiva etmediğinden anti-A ve anti-B serumu ile reaksiyon oluşturmayacaktır. AB grubu ise bünyesinde bulunan mevcut A ve B sermayeden (aglutinojen) dolayı aglütinasyon meydana gelecektir. Bu yüzden 0 grubu genel verici özelliği ile cömert kan olarak(bütün gruplara kan vermekle) dikkat çekmektedir, ancak kendi dışında kan alamamaktadır. AB grup faktörü ise genel alıcı kan olması hasebiyle tüm gruplardan kan alma konusunda tüm kapılar ardına kadar açık, fakat kendi dışında hiçbir grup faktörüne kan verememektedir.
Yukarıda bahsettiğimiz üzere ABO sisteminden başka Rh faktörü, Mm, Nn, Pp, Ss faktörler de vardır. Mesela Mm, Nn, Pp, Ss faktörler özellikle Adli Tıp çalışmalarında çok önem arz etmektedir. Biz sadece şimdilik sadece Rh faktöründen bahsedeceğiz.
İnsanların % 85’inin kanında Rh faktörü mevcut olup, geriye kalan %15’inde bu faktör olmadığından bu gruptaki insanlar rh negatif (-) kısmı temsil etmektedirler. Şayet Rh pozitif (+) bir kan, rh (-) kişiye enjekte edilirse yavaş yavaş anti-Rh aglütininleri oluşup takriben 2 ila 4 ay sonra maksimum konsantrasyona ulaşılabiliyor. Fakat bu cevap çok kimsede olumlu değildir. Mesela rh negatif (-) bir anne ile Rh pozitif(+) bir babanın evlendiğinde doğacak çocuğun bir halini düşünün, illa ki bu evlilikten doğacak olan bebek, babasından Rh pozitif (+) alacağından anne ile çocuk arasında Rh faktörü yönünden ister istemez uyuşmazlık doğacaktır. Böylece fetüsten anne kanına geçen antijene karşı reaksiyon (antikor) oluşacaktır. Neyse ki ilk çocukta yeteri kadar antikor titresi oluşmayacağı için bu noktada birinci aşamada pek risk teşkil etmeyecektir. Fakat ikinci ve üçüncü doğumlarda antikor titrelerinin yükselmesine paralel çocukta kuvvetle muhtemel eritroblastosis fetalis hastalığının ortaya çıkmasına neden olacaktır. Bu demek oluyor ki; rh negatif (-) bir annenin aglütininleri fetüsün eritrositlerinde aglütinasyona neden olmakla kalmayıp, birkaç doğum sonrası aglütinasyon seviyesine göre şayet gerekli önlemler alınmazsa bu durum çocuğun ölümüne yol açabiliyor. Dolayısıyla olası ölüm riski taşıyan bu hastalığa Tıp dilinde eritroblastosis fetalis denmektedir. Yani ilk evvela Rh pozitif (+) kana sahip bir babanın birinci çocuğu vasıtasıyla annenin rh negatif (-) kanı duyarlaştırılır, daha sonra ikinci hamilelikte duyarlılık daha da hız kazanarak ikinci çocuğun kanında aglütinasyona neden olabilecek aşama gerçekleşir. Derken yaşanan bu aşamalar eritroblastosis fetalis (aşırı kansızlık veya sarılıkla kendini gösteren bir hastalık) hastalığının ortaya çıkmasına neden olabilecektir. Hatta herhangi bir Tıbbi önlem alınmazsa 1-2 aya kalmaz çocuğu ölüme sürükleyecektir. Bu arada şunu unutmamak gerekir; bu tip kan gruplarına sahip her evli çifte ait çocuklarının bu hastalığa %100 yakalanacak diye kesinleşmiş bir kural yoktur, zaten ihtimal dâhilinde diyoruz. Kaldı ki günümüz Tıp dünyasının gelişmesiyle birlikte bu hastalığın pençesine yakalanan çocuğun kanı derhal antikorsuz bir kanla değiştirilerek bu mesele bir çırpıda çözülebiliyor.
Şimdi gelelim can alıcı soruya. Deniliyor ki; Hz. Âdem ve Hz. Havva Anamız bu dört grubu bir arada nasıl toplayabiliyor. İlk bakışta bu soru doğru kabul edilse de genetikte baskın ve çekinik genlerin varlığı bir an olsun unutulmuş gözüküyor. Çünkü (0) grubu geni, hem A hem de B gurubu genlerin yanında çekinik halde bulunabileceği gibi iki çekinik (0) genin bir arada bulunmasıyla baskın halde (0) grubu olarak da karşımıza çıkabiliyor. Yani yarı anne ve yarı babadan gelen grup faktörü genler 2n2 formülü gereği bu dünyadan göç etmiş ya da yeni doğan ve gelecek kuşaklar sayısınca taksim edilip pay edilmiş olmakta. Hakeza Rh faktörü de öyledir. Bir başka ifadeyle Rh faktörü baskın genle kontrol edildiğinde pozitif, çekinik genle kontrol edildiğinde negatif diye tanımlanacaktır. Kaldı ki insanlar farklı deri renklerinden dolayı ırklara nasıl ayrılıyorlarsa aynen öyle de kan yapıları itibariyle de farklı kan grubu faktörlerine ayrılması son derece gayet tabiidir. Bugün dünyada en çok (0) grubu mevcut olup, bunu sırasıyla A ve B grupları takip etmektedir. Mesela Kızılderililer ve Eskimolarda saf (0) grubu kan daha çok bulunurken Türkiye’de ise en çok A grubu kanın daha çok görüldüğü belirlenmiştir. Belli ki ilk insanın kanı O, A ve B kan gruplarıyla birlikte orijinal halde bulunup daha sonra insanoğlunun çoğalmasıyla birlikte çeşitlenerek her birinden belirli oranlarda dağılım gösteren kan grubu faktörüne sahip popülâsyonların ortaya çıktığı anlaşılıyor. Dolayısıyla insanlık, aslında bir manada Hz. Âdem ve Hz. Havva anamızın taşıdığı kan grubu kodlarının özeti şeklinde yeryüzüne dağılmış durumdadırlar. Mesela insanlığın yaşadığı avcılık döneminde, yani yabani hayvanlarla beslenen insanlar (0) kan grubuna sahiptiler, bu yüzden çok küçük alanlarda yaşayan insanlara nispeten bu grup faktörü avcı kan grubu olarak nitelendirilmiştir. Fakat sonradan nüfus artışına paralel göçler artmış bunun sonucunda yerleşik hayatın simgesi olan doğurgan toprağın keşfi ve bitkiyle beslenmenin devreye girmesiyle birlikte A grup faktörü Asya veya Orta doğuda ivme kazanmıştır. Dolayısıyla bu gruptakilerin ataları ilk vejetaryen ataları olarak isimlendirilip, bugün bu faktör daha çok çiftçi kanı olarak bilinmektedir. Bilhassa B gurubu Himalaya bölgesinden start alıp sonradan özellikle Pakistan ve Hindistan’da görülmesi hasebiyle buna da göçebe kanı denmiştir. AB grup faktörü ise malum, hem A, hem de B gruplarını bağrında taşıması hasebiyle en nadir görülen grup faktörü olarak gün yüzüne çıkmıştır. Dahası Mendel çaprazlamalarına bakıldığında bu konuda ne demek istediğimiz ziyadesiyle meramımızı anlatmaya yetecektir diyebilirim. Hatta bu konuda benim Erzurum Atatürk Üniversitesinden Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı'nın bize derslerde öğrettiği aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yeter artar da. Şöyle ki:
“AA, AO, BB, BO, AB ve OO. O geni, A ve B genlerine göre çekinik (resesif) bir yapıya sahiptir. Dolayısıyla AA genleri A kan grubunu verdiği gibi, AO genleri de A kan grubunu verecektir. Aynı şekilde BB ve BO genleri, B ve AB genleri AB ve OO genleri de O kan grubunu hâsıl edecektir. Bir başka ifade ile kan grubu A olan bir kimsede bu kan grubunu tayin eden genler, ya AA veya AO şeklindedir.
Hz. Âdem'de AO ve Hz. Havva'da, BO genleri olması halinde, aşağıdaki durum ortaya çıkar: Şemada görüldüğü gibi, Hz. Âdem'de A, Hz. Havva'da da B kan grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde, günümüzde 4 kan grubu da meydana gelebilecektir. Hz. Âdem (A.S.) ve Hz. Havva'nın kanlarında A, B ve O genlerinin bulunması dahi, günümüzdeki kan gruplarının ortaya çıkması için yeterlidir.” (Bkz.Prof. Dr. Âdem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)
Yukarıdaki izahatta görüldüğü üzere Hz. Âdem’de A grubu, Hz. Havva’da B grubu heterozigot genetik yapıda olması halinde günümüze kadar kuşaktan kuşağa aksamadan dört ana başlıkta toplanan kan grubu gen kombinezonu yoluna devam edip böylece kan demek can demek olduğunun idrak etmiş olacağız,
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Şub. 04, 2023 8:24 pm

KAN DOLAŞIMI MUCİZESİ
        SELİM GÜRBÜZER
        Malumunuz cenin anne karnında bir iki aylık dönemine girdiğinde dolaşım sistemiyle ilgili ilk emareler daha on dokuz günlükken oluşmaya başlayıp, bu arada cenin teşekkülü yaklaşık yarım santimken bile kendi öz kan dolaşımına kavuşmuş olur. Belli ki dolaşım sistemi cenin için son derece hayati öneme haiz bir yapı olarak damar ve kalpten önce teşekkül etmiş gözüküyor. Baksanıza kirli kanın atılma işlemleri de bir iki aylık aşamada başlamış gözüküp bu süreç içerisinde anneyle bebek arasında donatılmış damar ağları üzerinden plasentayla kontak kurulur da. Böylece bu sayede besin oksijen ve diğer maddelerin alışverişinde kirlenen kan anne karnında özel muameleye tabii tutularaktan temizlenip ve özellikli bu durum doğuma kadar sürer de. Derken dünyaya gelen bebek dışarda temiz havayla doğrudan temasa geçer geçmez akciğerler biranda işlerlik kazanmaya da başlar. Kelimenin tam anlamıyla dolaşım denen hadise anne karnında başlayan ve dünya hayatıyla birlikte gelişim kaydeden mucizevi dolaşım şebekesinin ta kendisi bir sistemin adıdır dersek yeridir.
       Düşünsenize vücudumuz da on bin kilometreyi bulan uzunlukta bir dolaşım şebekesi hattıyla donatılmış bir halde dünyaya gelmişiz,  belli ki bu söz konusu dolaşım hattının var oluş nedeni daha çok vücut şehrine kan nakli ve taşımacılık işlemlerini koordineli bir şekilde dağıtımını yürütmek için kurulan bir şebeke ağıdır bu. Öyle ki dolaşıma giren kanın bu şebekenin başından itibaren pompalanmasından tutunda dağıtımına kadar bir dizi süreçlerden süzüle süzüle vücudun hemen her zerre karesine kadar ulaşamadığı tek bir nokta yoktur diyebiliriz. Malumunuz vücuttaki kan dolaşım sisteminin karargâh merkezi kalp olması hasebiyle göğüs boşluğunun sol tarafında tıpkı kendini otomatiğe bağlamış bir şebeke sistemi gibi çalışıp ve bu sayede dakikada 70 defa ataraktan mucizevi bir şekilde kan pompalanması gerçekleşmiş olur.  Dahası kalp hakkında morfolojik olarak sert bir kasla birbirinden ayrılan iki bölümden meydana gelen etten yapılmış emme basma tulumba diyebileceğimiz toplam dört gözenekli odacıklardan donatılmış merkezi santral şebekesidir dersek yeridir. İşte bu morfolojik tanımdan da anlaşıldığı üzere kalp kası diğer kas hücreleri gibi yan yana dizilerek meydana gelen bir doku parçası değildir, tam aksine tek başına da manevra yapabilen sert doku yapısından ibaret bir organımızdır. İşte bu yapı içerisinde kanın pompalanması kalp kasının otomatik olarak kasılma ve gevşeme manevraları eşliğinde damarlardan tüm vücuda yayılabiliyor. Ayrıca kalbin her iki yakasında altlı üstlü,  sağlı sollu iki odacık daha vardır. Malumunuz kanın toplandığı kısma yani üsteki odacığa atrium (kulakçık) denirken,  kanın pompalanmasını sağlayan kısma yani alttaki odacığa ise ventrikül (karıncık) denmektedir. Yetmedi bu odacıklar arasında yukarıdan aşağıya doğru açılıp kapanan mükemmel yapıda donatılmış kapakçıklar da vardır.  İyi ki de bu kapakçıklar var da, bu sayede temiz ve kirli kan birbirine karışmayıp kalbin sağ cenahı daha çok vücuttan gelen oksijen bakımdan fakir kirli kanın dolaşımı için, sol cenahı da daha çok akciğerlerden gelen oksijence zengin temiz kanın dolaşımı için donatılmış durumda. Belli ki insanoğlu bu söz konusu kalp kapakçıklarından ilham olmuş olsa gerek ki her hidroelektrik santrali inşasında baraj kapakları yapmayı ihmal etmemiş gözüküyor. İyi ki de ihmal edilmemiş, baksanıza muhtemel sel baskınların ardından su taşkınların yol açacağı durumlarda bu kapaklar can simidi görevi yapmaktadır adeta. Hem nasıl ki barajlarda biriken su arıtma tesislerinden donatılmış su boruları eşliğinde evimizin musluklarından temiz içecek hale gelebiliyorsa aynen vücutta ki şebeke sisteminde yer alan kanın tüm dokularda dolaşımını tamamlayıp kıvrım kıvrım akan bir su misali sağ kulakçıktan kalbe döndüğünde yeniden akciğere pompalanmak suretiyle temiz berrak akar hale gelmekte.  Ta ki, buradan devri daimini sürdürme aşamasında sağ kulakçıkla sağ karıncık arasındaki kapakçık kapalı kalıp kulakçık tamamen kanla dolar hale gelir, işte o zaman kapak açılıp buradan sağ karıncığa geçiş yapmış olur. Derken kanın doğal akışı içerisinde sağ kulakçıktan sağ karıncığa pompalanan kirli kan sağ karıncıktan çıkış yapan akciğer atardamarına (pulmoner arter damara) pompalanıp iletilmesi neticesinde kalpten çıkış yapan kirlenmiş kanın akış seyri akciğere gelerek buradan ilerleyerekten kılcallara (kılcal borulara)  kaymış olur.  Ve bu esnada karbondioksit kandan arındırılırken oksijende akciğer alveollerinden kana nakledilmiş olur. Yani bu demektir ki akciğer alveollerinde konaklayan kan tıpkı barajlarda su arıtma tesislerinin gördüğü muameleye benzer işleme tabii tutularaktan kandaki karbondioksiti dışarı atılıp yerine oksijen alınmak suretiyle arınma işlemi gerçekleştirilmiş olur. Derken akciğerde temizlenmiş olan kan akciğer toplardamarı (pulmoner ven) vasıtasıyla önce kalbin sol kulakçığına, sonra kalbin sol karıncığına geçip nihayetinde en büyük damar (aort damar)  kapağının ayaklarında ki papiller kasın incecik perdelerinin (teller) titreşimi marifetiyle vücuda dağılmış olur. İşte bu noktada kalp atışı denilen olay, sağlı sollu kulakçık ve karıncıkların ardı sıra dolup boşalmaları esnasında kasılmalar ve itilmeler neticesinde vuku bulmakta. Allah korusun kan akışı sırasında emme basma-tulumba kuvvetler topluluğu arasındaki vuku bulan kasılma ve gevşeme ritminde herhangi bir aksama olsa buna paralel olarak ister istemez kan dolaşımı akışkanlığını yitirip kalp krizinin yaşanması an meselesidir diyebiliriz.  Malumunuz yetişkin bir insanın kalbi,  kan dolaşımdaki kanın normal akışı içerisinde mükemmel uyumluluğu sayesinde ancak dakikada 70 ila 80 defa atıp ritim kazanıp ve bu otomatik olarak koordinasyon merkezlerinin birinci ritmi aortun tabanında, ikincisi kulakçık duvarında, üçüncüsü de karıncık uzantıların ağ demetinde yer alaraktan yankı bulup devam eder. Seyrinde devam eden bu ritim sistol ve diyastol evrelerini kapsayan bir kalp döngüsü içerisinde her kalp atımında tekrarlanıp durur da. Üstelik bu kalp atımı sinir sisteminden bağımsız olarak kendine özgü uyarı iletim sistemi ya da aklımıza gelebilecek bir diğer fiziki ve ruhi faaliyetler eşliğinde kendi kalp kasının sahip olduğu özel uyarı merkezlerinden yankılanan elektromanyetik dalgalar eşliğinde bu iş cereyan ettiği düşünülmektedir. Bilim adamları düşüne dursunlar sonuçta günlük hayatta kurulan tesislerde olduğu gibi kalbi baraj ya da kalbi hidroelektrik santrali sayesinde vücuttaki kan dolaşımı kalp kasının ritim kazanması denen hadisede sistol (kasılma) ve diastol (gevşeme)  evrelerini içeren bir kap döngüsü ile her kalp atımında ritmik olarak tekrarlanması bu şekilde gerçekleşmiş olur.
        Öyle anlaşılıyor ki, kan damarlarını vücut şehrin su kanalları olarak işlev görmekte.  Ama şunu da unutmamak gerekir ki; bu damarlar ne bir plastik boruyla, ne de elektrik kablosuyla karıştırmamak gerekir, insanlığın kendi elleriyle ürettiği borularla asla kıyas götürmez bir şekilde yaratılış mayamızda var olan tamamen kendine özgü mükemmel donatılmış borulardır. Dolayısıyla herhangi bir kan damarından enine kesit alıp incelediğimizde, damar sisteminin de kalp gibi iç içe dokulardan örülü üç tabakadan meydana geldiği görülecektir. Nitekim en içte bir sıcacık epitel tabakası, onun üstünde damarın asıl kalınlığını meydana getiren kas tabakası yer alır ki,  işte bu iki tabakanın kasılıp gevşemesiyle birlikte kanın akış şiddeti ayarlanmış olur. Fakat kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki, bu durum ister istemez birtakım kalp hastalıklarına yol açacaktır. Ayrıca damar sisteminin tedrici olarak aktivitesini yitirmesi ihtiyarlığın bariz alametleri olarak görülebiliyor.
        Aslında dolaşım sistemi sadece bugün değil, geçmişte birçok bilim adamlarının ilgisini çeken bir husustur. Bakınız Aristo; kanın karaciğerde teşekkül ettiğini, oradan kalbe gidip damarlar yoluyla vücuda yayıldığı şeklinde görüş bildirirken, Erasistratus da toplardamarlarla atar damarların farkını ortaya koyan bir isim olarak;  “Ana damarlar bir çeşit hava veya ruh taşımaktadır” şeklinde görüş bildirmiştir.  Galen de tam aksine; “Arterler hava değil kan taşımaktadır, dolayısıyla kan merkezi karaciğerdir” şeklinde başka boyuttan bakarak bir görüş bildirmiştir. Hakeza William Harvey ise bugünün bilgilerine yakın bir yaklaşımla kan dolaşımının kalp çırpınışları eşliğinde kalbin sol tarafından arterler vasıtasıyla vücudun en uç bölgelerine yayıldığını, böylece toplardamarlar yoluyla sağ tarafa dönüş yaptığından söz etmiştir. Hatta Harvey görüş bildirmekle kalmayıp kalbin bir saat içerisinde dört bin defa çarptığını, vücuttaki topyekûn kan miktarından daha fazlasını pompaladığını göstermeye çalışmış çalışmasına ama o yıllarda mikroskoptan yoksun olması hasebiyle maalesef kendisi de ömrü yetmediği için kanın atar damar ve toplardamar ağının geçtiği kılcal damarları görememiştir. Olsun yine de böyle kanalların olabileceğini düşünmesi ileriki yıllarda pek çok bilim adamına ufuk penceresi açmasına yetmiştir. Nitekim Marcello Malpighi bu düğümü William Harvey’in ölümünden birkaç yıl sonra kurbağalarla yaptığı deneyler sonucunda kılcal damarlar ağının varlığını ispatlayarak bu meseleyi bir çırpıda halledivermiştir.
         İşte gelinen noktada bu tür çalışmalar sayesinde kalbin sol karıncığından çıkan temiz kanın bütün vücudu dolaştıktan sonra kirlenmiş halde kalbin sağ kulakçığa dönme süreci büyük kan dolaşımı olarak addedilirken, kalbin sağ karıncığından çıkan kirli kanın akciğerde temizlenip kalbin sol kulakçığına gelmesiyle tamamlanan süreç ise küçük kan dolaşımı olarak addedilir. Öyle ki kalbin sol karıncığından büyük atardamara (aort) geçmesinin akabinde atardamarlar tarafından pompalanan kan,  vücudun kılcal damarlara kadar yayılıp, oralarda gerekli oksijen ve gıda alışveriş işlemlerinin tamamlanmasıyla birlikte kirlenmiş halde toplardamara geçmekle dolaşımını sürdürmekte. Akabinde toplardamarlar boyunca ilerleyen kan önce kalbin sağ kulakçığına sonra sağ kulakçıktan sağ karıncığa geçiş yaparaktan tekrar kalbe dönmüş olunur. Bu arada kalpte boş durmayıp kirlenmiş kanı temizlenmesi için ilgili atardamar kanalıyla akciğere pompalayarak devridaimini sürdürmüş olur. Derken akciğere pompalanan kan oksijenle pırıl pırıl temizlenmiş halde önce kalbin sol kulakçığına sonra sol karıncığa aktarılıp böylece kan sıvısı vücudumuzun en ücralarında her salise ölene dek dolaşımda varlığını sürdürmüş olur.  Anlaşılan; ne kalpsiz kan ne de kansız kalp birbirinden ayrı bağımsız bir sistem olarak düşünülemez,  tam aksine et tırnaktan ayrılmaz misali birlikte kan deveranını yürütmüş olurlar.  Madem kalp ve kan el ele gönül gönülle verip ortaya mükemmel bir dolaşım sistemi koymuş durumdalar, o halde bakalım ortaya koydukları belli başlı görevleri neymiş bir görelim. Gerçekten de bu belli başlı görevlerine şöyle bir göz gezdirdiğimizde:
-Kılcal damarlar vasıtasıyla tüm doku hücrelerine gerekli olan besin maddeleri, madenleri ve hormonları ulaştırmak,
     -Besinlerin yavaş yanma denilen bir olayla yakılması sonucunda enerjiye dönüştürülmesini sağlayacak olan oksijeni hücrelere ulaştırmak.
      -Hücrelerde biriken CO2 (karbondioksit) ve artıkları hem böbreklere hem de akciğerlere nakletmek.
-Vücuda hariçten girip hastalığa yol açan mikroplara karşı savunma hattı oluşturmak,
      -Vücudun iç kısımlarındaki fazla sıcaklığı yüzeye taşıyarak normal vücut sıcaklığı korumasını sağlamak gibi bir dizi faaliyetlerde bulunduklarını görürüz.
 Kan damarlarında mevcut esnekliğin kaybolması halinde damar sertliği meydana gelir ki bu durum daha çok yaşlılarda görülür. Hatta bu tip arızi durumlar damar duvarlarında yağ ve aşırı derecede kalsiyum birikmesi neticesinde ortaya çıkar.
 Belli ki kalbin kanı pompalaması boşuna bir iş değilmiş,  işte sizde görüyorsunuz ya, kalbin aort damarından pompalan kan bel kemiği boyunca vücutta kılcal damarlar aracılığıyla bütün dokulara ulaşılması sonucunda kandaki oksijenin doku ve organlardaki hücrelere kadar taşınmasının yanı sıra besin alışverişi de gerçekleşmiş olur. Tabii ki bu gaz alışverişi öylesine sıradan al gülüm ver gülüm cinsinden bir ahbap çavuş ilişkisi değildir, bilakis atar ve toplardamarlar arasında yer alan her bir kılcal damar çeperinden süzülmek suretiyle kandaki besin ve oksijen ihtiyaç miktarınca dokulara adil bir şekilde pay edilerek gerçekleştirilen bir alışveriş sistemi ilişkisidir bu. Üstüne üstük kılcal damarlar marifetiyle kan ve doku arasında gerçekleşen madde alışverişi esnasında doku hücrelerinde biriken artık maddeler ve karbondioksit çöpe atılıp israf edilmez de.  Tam aksine kılcal damarlarla dokular arasında filtrasyon ve difüzyon gibi madde taşınması mekanizmaları şeklinde ağlar oluşturulup tıpkı tıbbi atık olarak akciğerde solunum yoluyla temizlenmesi için tekrardan kalbe dönüşleri sağlanır. Böylece sıfır atık sisteminden maksat hâsıl olmuş olur da. Tabii bizde bu arada tıbbi atık sıfır atık derken atardamarların besin ve oksijen taşımasına karşılık toplardamarların da artık madde ve karbondioksit taşınma işlemlerini günümüz taşımacılık sektörüne taş çıkartacak derecede nakliyecilik işlemlerini de başarılı bir şekilde yürüttüklerini de idrak etmiş oluruz. Kelimenin tam anlamıyla böylesi mükemmel donatılmış taşımacılık sisteminde atardamarlar oksijen bakımdan zengin temiz kanın nakliyesini gerçekleştirirken toplardamarlarda karbondioksit bakımdan kirlenmiş kanın nakliyesini gerçekleştirmiş olur.  .
 Malumunuz yukarıda da belirttiğimiz üzere kalple akciğerler arasında cereyan eden apayrı bir dolaşım sistemi daha vardır ki,  hepinizin bildiği gibi bu dolaşım sistemi küçük kan dolaşımı olarak adından söz ettirir hep.  İyi ki de küçük kan dolaşımı sistemi var da bu sayede kanı toplardamar yoluyla kalbe gelen kirli kan akciğerlerde temizlenip tekrar kalbe dönmüş olmakta. Bakmayın siz öyle onun adının başına konan küçük ibaresine,  adı küçük ama gel gör ki kan dolaşımını 18 saniyelik kısa bir zaman dilimi bir sürede bu işi gerçekleştiriliyor olması boyundan çok büyük işler çıkarması hasebiyle aslında cürmünün üstünde büyüklüğünü göstermeye yetmiştir.   Hakeza kanın kalpten beyine ve beyinden tekrar kalbe dönüşünün 8 saniyede gerçekleşiyor olması ve yine kanın vücudun tamamında 23 saniyelik kısa bir sürede deveranının tamamlıyor olması da hacimce küçük görünse de muhtevası büyük türden kayda değer mucizevi işlerdir.  
 Birde meseleye mucizevi hadiseler yönüyle değil de sistem arızaları yönüyle baktığımızda mesela aortun (atardamarın) çıkış yerinde koroner adı verilen küçük bir atardamar daha vardır ki, bu damar herhangi bir sebeple tıkanması halinde göğüs anjinine (ağırsına)  neden olurken, sıkışması halinde ise kalp spazmı ya da kan pıhtılaşmasına neden olacaktır. Hatta sık sık tekrarlanan kalp enfarktüsü de ölüme yol açabiliyor.  Bilindiği üzere kan damarlarda dolaşırken damar çeperlerine muayyen aralıklarla uygulanan basınç hadisesi Tıp dilinde tansiyon olarak karşılık bulur.  Normalinde bir insanda kan basıncı 12 ila 14 mm cıva basıncı arasında olması gerekir ki tansiyon dengesi sağlanabilsin. Nitekim Yüce Allah yaratılış kodlarımıza tansiyon dengemizi bu sınırlar içerisinde kodlamıştır. Kelimenin tam anlamıyla yaratılış kodlarımızdaki tansiyonumuz,  Yaratıcı güç tarafından ayarlanmış göstergelerdir. Dolayısıyla dünyaya gelip gelişme çağlarında kan basıncının normalin üzerine çıkması durumunda damarların büzüşmesine neden olan birtakım olaylara kapı aralanması kaçınılmaz bir hal alacaktır. Yani damarların iç çeperinin sertleşmesiyle birlikte hipertansiyon (yüksek tansiyon) oluşacaktır. Daha doğrusu genel anlamda tansiyonu tanımlayacak olursak kalpten dokuya basınç yapıldığında büyük tansiyon olarak tanılanırken dokudan kalbe basınç yapıldığında da küçük tansiyon olarak tanımlanır. Elbette ki birinci tanımdan da anlaşılan o ki, kalbin en çok yorulmasına neden olan yüksek tansiyon, kanın doku vasıtasıyla yaptığı basınç türüdür. İkinci tanımdan da anlaşılan o ki şayet böbrekler kanı iyi filtre edemiyorsa, damarlar büzüşmüşse küçük tansiyonun yükselmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla büyük tansiyonun yüksek olması fazla kafaya takılacak durum olmasa da, asıl düşündüren küçük tansiyonun 100 mmHg sınırını geçmesi olayı olup, bu vücut için kırmızı alarm demek olacaktır. Ve bu kırmızı alarmdan en çok etkilenecek olan da böbrek ve damarlarımız olacaktır. Her ne sebeple olursa olsun sonuçta yüksek tansiyon böbrek ve damarları yiyip bitiren bir hastalıktır. Tansiyonun normalin altına düşmesi halinde ise damarların genişlemesine paralel hipotansiyon (düşük tansiyon) nüksedecektir. Hipotansiyon ister istemez kalbin hızlı atmasıyla birlikte kalp kasının gücünü kaybetmesine neden olup çarpıntıya yol açacaktır. Dolayısıyla yetişkinlerde 120 mmHg basınca denk düşen tansiyon normal olarak kabul görür. Şayet bir insanın tansiyonu normalin dışında seyrederse yemek yerken bile stres oluşturup mide damarlarının büzüşmesine yol açacaktır.  Böylece o insanın strese bağlı olarak karışışına ülser olarak çıkacaktır. Öyle anlaşılıyor ki dolaşım sisteminin kısa bir süreliğine de olsa çalışmaması demek hayatımızı bir anda karartan bir takım tabloya dönüşebiliyor.  Madem öyle,   hayatımızı fazla stresle karatmadan en iyisi mi birazda işin moral ve motivasyon yönünden kalbimizin sesini duyup dinlemeye çalışalım ki kararan hayatımız gül bahçesine dönüşebilsin. O halde işe atomdan gezegene gezegenlerden insanlara indirgeyerek meseleye manevi boyut takabiliriz pekâlâ. Şöyle ki,   atomun merkezi çekirdek, gezegenlerin merkezide güneştir. Zira gezegenler güneş etrafında dönerler. İnsan vücudunun merkezi ise kalptir. Kalpte Allah adı zikirle mana kazanırsa asıl o zaman vücut şehrimiz bir anlam kazanacaktır. Nitekim güneşin etrafında dönen gezegenler misali semazenlerin de belli bir ahenk içerisinde dönüşleri de ötelere akıp giden yolculuk bakımdan anlam kazanmakta. Böylece atomun çekirdeği etrafında deveran olan elektronlar hem Mevlana’yı hatırlatıyor hem de dervişlerin Mevla’ya giden yolda semah halkasını ispatlıyor.  Sadece semah mı,  elbette ki Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin cem halkası da öyle olup anlam yüklü bir deveran hadisesidir.
        Kalp sayesinde göz, kulak gibi organlarımız dünyada olan biteni görür,  işitir ve hisseder. Dikkat ederseniz bilhassa hisseder dedik, çünkü bazen öyle durumlar olur ki hislerimiz galebe çaldığında gözyaşımıza sahip olamayız, bunun bir sebebi olmalı elbet. Belli ki dökülen gözyaşımız kalp önderliğinde vuku bulun hissi bir duygu salınımı olarak tezahür olurken,  akıl melekemizde reseptörlerden (bağlayıcılardan) aldığı bu hissi uyarıları beyin merkezinde yorumlayıp değerlendirmekle ilgili organların nezdinde varlığını göstermekte. Yani birincisinde hissetmek vardır ikincisinde akl etmek vardır. Ki, gönlümüzün dile gelmesi kalp sayesinde gerçekleşmekte zaten.  Hele Kur’an ayetlerini derinlemesine anlamaya ceht ettiğimizde Yüce Allah'ın (c.c)  insan kalbini muhatap kabul ettiği görülecektir. Nitekim vahyi ancak kalp hissedip idrak etmekte. Böylece hem kalben hem de dille ‘Amenna ve saddakna' der ve Mevla’ya abd oluruz da. Bakın Dr. Haluk Nurbaki,  Yüce Allah’ın Kuran’da “Allah kalplerini ve kulaklarını mühürlemiş,  gözlerine bir perde inmiştir ve bunların hakkı azim bir azaptır”(Bakara, 17)  diye beyan buyurduğu ayet-i celileyi: Allah-ü Teâlâ; sanat şaheserim olan bu kalbe imza attım. O’nu imanla ve sevgiyle doldurmazsanız mühürlerim anlamına gelebilecek şekilde yorumlayarak mealen dile getirmiştir. Gerçekten de Rabbü’l Âleminin (c.c)  “Ben yere göğe sığmam Mümin kulumun kalbine sığarım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutsinin de bu manaya gelebileceğini pekâlâ düşünebiliriz.
             Vesselam.
https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ilk-kitabi-gunes-dogudan-dogar-h22102.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty KALP MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Cuma Şub. 10, 2023 7:38 pm

KALP MUCİZESİ
       SELİM GÜRBÜZER

       İnsanoğlunda kalple ilgili ilk emareler anne karnında daha dört santimlik iken tezahür etmeye başlar. Hatta kalp başlangıçta içi boş bölmeler haldeyken sonradan bölmeler arasında açılıp kapanan kapakçıklar da teşekkül eder. Derken vücuda damarlar yoluyla kanı pompalayacak donanıma erişir.  Kalp olgunlaşıp erişe dursun, besbelli ki damar ağı kalpten önce yaratılmış gözüküyor. Öyle ya önce şebeke ağı tüm vücuda döşenmeli ki, kanın pompalanma işlemleri yerli yerinde devreye girebilsin. Tabii bu da kâfi gelmeyebilir, hemen ardından kirli kanın filtre edilmesi ve artık maddelerin atılma işlemi için kalpten böbreğe açılan bölümlerinde bu iş için devreye girmesi gerekir ki dolaşım sistemi tam tekmil işler hale gelebilsin. En nihayetinde ise akciğer organımız olarak sahne alacaktır. Anlaşılan o ki,  ilk aşamada akciğerin tam manasıyla işler hale gelene dek anne karnında embriyo halde çocuğun vücut dolaşımında biriken kirli kanı mevcut bölmeler filtreleyip temiz hale getirmekte.  Böylece embriyoyu oluşturan tüm hücreler mevcut bölmelerin minicik keselerine dolacak olan oksijen sayesinde hayat bulmuş olur. Neyse ki anne karnında dokuz aylık bir sürecin ardından dünyaya gelen bebek doğrudan hava akımıyla temas eder etmez akciğerleri biranda aktif hale gelip böylece keseciklere gerek kalmamış olur. Şayet akciğerden yoksun bir halde dünyaya gelmiş olsaydık damarlarımızda her an her salise hiç duraksamaksızın dolaşan kanımız filtresiz dolanımını sürdürmenin neticesinde hayatımız oksijensizlikten kararıp ölümle burun buruna gelmiş olurduk.  Her ne kadar anne karnında dolaşım ağımız anne karnında başka, dünyada bir bambaşka işlese de sonuçta her iki durumda da kalbin önderliğinde her şey yoluna girmekte.    Nitekim embriyo halde bir çocuğun kalbi emme tulumba idmanı anne karnında başlayıp, dünya hayatıyla birlikte mükemmellik kazanan bir yaratılış mucizesi olarak karşımıza çıkmakta. Düşünsenize ta anne karnındayken tüm fizibilite çalışmalar, tüm ön hazırlıklar ne zaman ki tamamlanıp tüm üniteler devreye girecek hale gelir işte o zaman dokuz aylık bir sürecin ardından dünyaya mükemmel dolaşım bir şebeke sistemi ağıyla donatılmış bir şekilde adım atılmış olunur. Öyle ki dünyaya gelindiğinde kalbin önderliğinde devreye sokulan bu mükemmel donanımının en ufacık emme tulumba sisteminde ki basınç mekanizmasını sekteye uğratacak en ufak bir arızi bir durum görülmez de.
       Evet, vücudumuzun sol memenin altından motor gücü olarak konumlanmış kalbimiz ab-ı hayat su misali kanı dokulara ve organlara pompalamakla mükellef bir merkezi organ olduğu anlaşılmakta. Nitekim dolaşıma sokulan kan, kalbin kasılıp gevşemesi sayesinde kapalı bir devre içerisinde damarlar vasıtasıyla tüm vücudumuz hayat bulmakta.  Öyle ki kalbin önderliğinde emme basma tulumba diyebileceğimiz bir sistemle birlikte bir yandan kanın çıkışının hemen ardından kalp kapakçıkları otomatik sistem dâhilinde kapanabildiği gibi bir yandan da kanın dokulardan kalbe dönüşünde de otomatik sistem dâhilinde açılabiliyor da. Böylece bu otomatik açılıp kapanan emme basma tulumba sistemi sayesinde kalp matematik program dâhilinde dakikada bir 60 ila 80 aralığında bir hız ritmiyle atmış olur.  Bunun anlamı yılda 40 milyon defa atım demektir. Belli ki kalp atımlarıyla birlikte ne kadar koşacağımız, ne kadar yürüyeceğimiz gibi daha pek çok yapılacak olan nice aktiviteler en ince ayrıntısına kadar hesap edilmiş durumdadır. Kalp aynı zamanda organizma için gerekli gaz maddelerini taşıttıran, arter sistemiyle kanı dokulara sevk ettiren, dokular arasındaki madde alışverişi emme basma mekanizmasıyla sağlayan bir sistemin adıdır. Bu öyle mükemmel donatılmış bir sistemdir ki, adına uygun bir şekilde davranıp insanoğlunun kendi eliyle yaptığı tulumbalara taş çıkartacak derecede hem de etten donatılmış bir güç kaynağın adı bir sistemdir. Baksanıza venöz  (toplardamarlar) üzerinde düşük basınç oluşturmasından tutunda artık maddelerin venözlere geçmesini sağlamak ve emme-basma tulumba misali bir dizi titreşim hareketiyle kirli kanı kendisine çekme gibi pek çok faaliyetleri üstlenmiş bir donanımızdır.
        Peki, emme basma tulumba sistemi venözlere sadece kanın aktarılması için mi devreye sokulmakta? Elbette ki sadece bu iş için değil yine aynı metotla tüm damarlarda dolaşan kana da enjektör pistonunda olduğu gibi basınç uygulanmanın yanı sıra her nefes alışımızda havayla temas sağlanıp akciğere pompalanma işlemlerinin gerçekleşmesi içinde devreye girmekte. Hatta işin içinde kalp ve akciğer arasında gerçekleşen küçük kan dolaşımın gereği olarak akciğere gelen kanın temizlenmenin yanı sıra kalbe dönüşü sağlanıp yeniden aort atar damar kanalıyla arter sistemine göndermek de vardır. Böylece kalp vücutta dolaşan kanı tekrar kendisinde (kalpte) toplanması için emme basma tulumba sisteminin yaptığı vakumlama  ve pompalama  gibi tüm işlevleri  kendisine bağlı ünitelerin  işlerlik kazanmasıyla birlikte bir bütün olarak  yerine getirmiş olur. Aslında otomatik olarak işleyen bu mükemmel donanımlı vakumlama veya emme basma tulumba sistemlerinin yürüttüğü işlevlerinin önemini dört madde halinde şöyle de özetleyebiliriz:
      -Gaz (O2), besin maddeleri ve vitamin gibi faydalı katı maddeler kalbin pompalamasıyla birlikte arter sistemini takiben kılcal damarlardan dolaştırılıp dokulara iletilir. Böylece kan dokularla temasını kılcal damar ağıyla sağlamış olur. Aksi halde kılcal damar ağı vasıtasıyla kanımız vücudun tüm noktalarına iletilmeseydi hayatımız son bulacaktı. Hatta Allah korusun, beynimiz 10 saniye kansız kala kalsa bitkisel hayata dönmemiz an meselesi olacaktı diyebiliriz.
     -Atardamarların doku aralarına dağılarak oluşturdukları kılcal damar ağı bir zaman sonra tekrar birleşir birleşmesine ama bu noktadan sonra kılcallarda dolaşan kanın dokularla içli dışlı olmanın neticesinde artık kan kirlenmiş hale gelmekte. Böylece dokulara zarar verecek seviyeye gelmiş olan katı ve sıvı artıkların bir damar şebekesi içerisinde taşınması icap edecektir. Neyse ki bu işin üstesinden gelen toplardamar ağının devreye girmesiyle birlikte bu mesele halledilmiş olur. Nitekim kalbin ven basıncını düşürmesi sayesinde kirli kan kolayca toplardamar sistemine (venöz) geçip yeniden kalbe dönüş gerçekleşir.  Hatta toplardamarlar çok ince duvarlı olduklarından akan kanın geriye kaçmaması için aksi istikamete açılan kapakçıklar emre amade vaziyette tetikte bekler. Derken vücuda zararlı olan bu kirli kan geriye tepmeyecek şekilde akciğerde CO2 olarak dışarı atılıp yerine oksijen alınarak tekrar kalp tarafından özel bir basınç sistemi uygulamasıyla vücudumuzu kuşatan yaklaşık 60 milyar sayıda hücre yapılarına sevk edilirler. İşte bu özel basınç sistemine fizikte hemodinamik sistem denmektedir. Öyle ki; hemodinamik sistemin iyi işleyebilmesi için damar cidarların pürüzsüz olmasının yanı sıra kapalı devre sisteminin tam takır çalışır halde olmasını gerektirmekte.
       -Kalp akciğerden dönen temizlenmiş kanı tekrar arter sistemine aktararak vücut dolaşımının devamını sağlar. Yani böbreklere giden kan, bünyesinde var olan zararlı maddeleri orada süzdürse de dolaşım sonlanmaz, yine dolaşım boylu boyunca bir su misali yatağında akıp gitmeye devam eder.
       -Organizmanın değişik ortam ve şartlarda atım sayısı, kan hacmi (atım hacmi) veya kalp debisini ayarlamak (azaltma veya çoğaltma) ve bu yolla gerekli ihtiyacı karşılayacak dolaşım düzenini kurmak kalbe has bir özelliktir.  Fakat kalbinde gücü bir yere kadar gücü vardır,   dolayısıyla takviye destek olarak onunla birlikte diğer unsurlarında sağlıklı olması icap eder. Mesela kan seviyesinin yükselmesi veya düşmesi vücuttaki dolaşım sistemin bütünüyle negatif yönden etkilenmesi demektir. Dolayısıyla bu durumda uyumluluk çok büyük önem arz etmektedir.
     İşte yukarıda madde madde sıraladığımız kalbin asıl biricik görevi kan metabolizmasının yanı sıra solunum ve boşaltım sistemini birlikte dengede tutmak veya bir düzen içerisinde yürütme olduğu sonucu ortaya çıkmakta. Zira kalbin bu işleri yapabilmesi için geniş adaptasyon kabiliyetine haiz mükemmel bir damar ağının yanı sıra kusursuz bir şekilde işleyen kalp kaslarının teçhiz edilmesine, aynı zamanda bu yapının ileri derecede fonksiyonel olmasına ihtiyacı vardır. Ama nasıl? Şöyle ki,   damarları canlandıran vazomotor sinirlerin maharetiyle elbet. Bir başka ifadeyle damarları çepeçevre saran kas tabakasını oluşturan kas lifleri elektromotor kuvvet diyebileceğimiz aracılar ağı sinir sistemine doğrudan bağlanarak iç ve dış tesirlerin etki derecesine göre genişleyip daralabiliyor. Derken kalbin motor konumunda olması hasebiyle gerektiğinde kendini yavaşlatan gerektiğinde ise hızlandıran bir sistem olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu sistem hepimizin sıkça duyduğu otonom sinir sisteminden başkası değildir. Dahası bu sistem sempatik ve vagus sistem adı altında faaliyetlerini yürütmektedir. Zira sempatik sistem heyecan, korku, öfke durumlarında kalp ritmini hızlandırırken, diğeri de üzüntü ve psikolojik problemlerin yaşandığı durumlara bağlı olarak kalbi yavaşlatıcı ve sakinleştirmektedir. Mesela enfeksiyon durumlarında damarlar genişleyebilirken uyku gibi relaks durumlarda daralabiliyor. Bu demek oluyor ki vücutta tüm mevcut kaslar beyinden gelen bir sinir  (vagus) başkanlığında parasempatik sinir sistemi  (yavaşlatıcı sinir sistemi) start alıp bu sistemin ikinci ayağı olan sempatik (hızlandırıcı sistem) ve omurga çevresinde var olan kendine özgü gangliyonlar tarafından uyarılmaktadır. Fakat kalp kasları bundan istisnadır. Çünkü ilahi kudret kalbin hiçbir vasıtaya ihtiyaç duymadan bile kalp içerisinde halk ettiği minicik sinir düğümler kanalıyla kasların ritmik hareketini otomatik olarak ayarlamıştır. Sadece kalp bu iki sistemin (sempatik ve parasempatik) hipotalamus vasıtasıyla gönderdiği mesajlardan etkilenir, dolayısıyla bunların kalbe doğrudan bir katkısı yoktur.  Hatta kalbe yansıyan bir takım dış etkenler maddi ve manevi nedenlere bağlı olarak bir anda iç bünyemizin sözcülüğüne dönüşebiliyor. Hakeza ateşli hastalıklarda kalbin fazla çalışması, heyecanlı anlarda çarpması ve neşeli durumlarda stresten uzak huzurlu olmamız gibi davranış biçimlerimizin her biri içimizin fotoğrafını ortaya koyan unsurlardır. Öyle ki kalp birtakım maddi ve manevi sebeplerden dolayı ortaya çıkan sonuçlar bakımdan zararlı veya kazançlı çıksa da her halükarda formundan yine de herhangi bir şey kayba uğramaz.  Belli ki sol memenin altında yer alan gönül aynamız damar ve sinirlerle donatılarak iyi bir şekilde korunmaya alınmıştır. Korunması da gerekir. Çünkü Peygamberimiz (s.a.v);  “İnsanda bir et parçası (kalp) vardır, o iyi olursa bütün vücut iyi olur” diye buyurmakta. O halde kalbimiz hem manen hem de madden iyi beslemek gerekir. Aksi halde ruhi ve asabi faktörler damarları kuşatan sinirlere menfi yönden tesir edip damar hastalıklarına yol açacaktır.
       Kalbin tepe tarafından bulunan ön yarısı ventrikülün kaide kısmının arka yarısı atomlardan meydana gelmiştir. Kalp her insanın kendi yumruğu büyüklükte olup, ağırlığı erkekte 325 gr, kadında 275 gram kadardır. Hacmi belirli ölçüde değişip genellikle ortalama 14-15 cm uzunluğunda, 12-13 cm genişliğinde ve 6-8 cm kalınlığındadır. Yine de kalp boyutları kan emilimi sırasında (inspirasyon) veya pompalama  (ekspirasyon) esnasında değişebiliyor. Zira kalp kanı emerken kasılıp, bu kasılma esnasında kalbin yanlarında bulunan perikard (kalp zarı) ve pleura (akciğer zarı) ise ona komşuluk eder. Kalbin arkasında bulunan özofagus ise sola kaymıştır. Bu arada kalbin yukarıda ve arkada akciğerlerden ve kalpten çıkan damarlar bir ağ meydana getirirler. Ayrıca kalp thorax’ın (akciğer-göğüs) oluşturduğu boşlukta konumlanmıştır. Bazı insanlarda kalp nadiren de olsa 2/3 si sağ tarafta bulunabiliyor. Mesela astenik tip denilen uzun boylu ve dar göğüslü kimselerde kalp daha dik durumdadır. Piknik tiplerde (kısa boylu ve geniş vücutlu) ise malum diğerlerine göre kalp daha yatık durumdadır. Her neyse ister yatık ister dik olsun sonuçta kalp yumruk büyüklüğünde olmanın ötesinde kendisine bağlı damarlar ve elektronik sistemiyle bütünlük arz etmektedir. Nitekim bir insanın kalbini sökmeye kalkıştığımızda vücuda dağılan en ince parçalara kadar neredeyse tüm vücuda müdahale etmiş sayılırız. Anlaşılan kalbe bağlı kan damarlarını birbirine ilave ettiğimizde 150.000 kilometrelik yol mesafelik bir durum söz konusudur.  Ki, bunun anlamı kılcal damarları da uç uca eklediğimizde dünyayı dört tur yapmak demektir. Buradan hareketle kalbi yumruk büyüklüğünde et parçası diye tarif edip işin içinden biranda sıyrılamıyoruz. Bilakis kalp kâinatın özü mesabesinde bir âlem olduğunu fark ederiz.
       Bilindiği üzere kalbe ait faaliyetlerin tespiti veya teşhisinde 4 metot vardır, bunlar:
       -Dinlenme yöntemi,
       -Perkolasyon yöntemi,
 -Radyografik yöntemi,
 -Elektrokardiyografi yöntemi diye tasnif edilir.
                                          Dinlenme yöntemi
       Kalp aslında kendinde var olan gücün onda bir oranında faaliyetini sürdürmektedir. Belli ki, geriye kalan dokuzunu olağan üstü durumlar için bir köşede bekletilmektedir. Özellikle olağan üstü durumlardan doğan arızalar neticesinde kalp kasları dermansız kalınca ister istemez vücuda ne kan gönderilebiliyor ne de geri emilmesi sağlanabiliyor. Ki, bu durum kalp yetmezliği olarak tarif edilir. Yani kalp damarlarının esnekliğini yitirmesi, kalp damarlarının daralması ve kalp dokusunun gıdadan yoksun kalmasına bağlı damar sertliğinin bir neticesi olarak karşımıza çıkmaktadır.  Bu yüzden enerjimizi iktisatlı kullanmak çok önem arz etmektedir. O halde güç tazelemek için dinlenmekte gerekir. Zira dinlenme devresinde kalbin sesleri normal ritimde seyredip, daha çok valvuler denen kalp kapaklarının kapanması hastalıklarında nükseden bu sesler birinci ve ikinci kalp sesleri olarak isim alırlar. Hatta bu sesler eşliğinde kalp kapakların veya ostiumların durumları hakkında bilgi edinilir. Normal olmayan ritimlerin alışkanlık olarak fazla dinlenmesi halinde hekimlerin hastalığın tanımını teşhis etmede yanıltabiliyor.
       Aslında bileğimizdeki atar damar üzerine elimizi koyarak kalbin ne kadar çarptığını belirleyebiliriz. Çünkü kalp isteğimiz dışında ve sürekli olarak çalışan bir organımızdır. Hatta bu organımız bize zarar vermeyecek şekilde çalışırken dinlenir de. Özellikle her kasılıp gevşemesinden sonra yarım saniyelik bir mola da verir. Nitekim uyanıkken dakikada zaman zaman 80 ritme çıkan kalp atışlarımız,  uykuda iken 50–55 dakikaya kadar düşüp, ama asla faaliyetini tamamen durdurmazlar. Zaten kalbin durması ölüm demektir.  Beyin ise kalpten farklı olarak ancak uyku moduna geçtiğinde dinlenerek kendi iç ayarını yapma şansını elde edebiliyor. Sonuçta kalpte bir can sayılır, onun da elbet dinlenmeye hakkı var. Dile kolay her atışta 1/10 litre kan pompalamakta olup bunun anlamı bir günde 10.000 litre kanı vücuda transfer etmek demektir.  Bu aynı zamanda bir insan ömür sürecinde takriben 250.000 ton litre kanın vücudun en ücra köşelerine kadar ulaştırma işlemi demektir. Neredeyse bu hizmet 6000 nüfuslu bir beldenin bir yıllık su şebekesinin faaliyetine denk düşmektedir dersek yeridir.
                                                Perkolasyon yöntemi
           Perkolasyon ile kalbin büyüklüğü hakkında bilgi sahibi olabiliriz.  İçerisi kanla dolu olduğu için parmakla kalbin bulunduğu göğüs boşluğuna vurulursa mat bir ses verir. Bu sesi anlamak için önce içi hava dolu organımız akciğerimizin bulunduğu kısma vurgu uygulamalı ki titremeli bir ses alınabilsin. Nitekim perikard (kalp torbası)’ın iltihaplanması durumunda sürtünme olayı gerçekleşeceğinden ister istemez doktor bu sürtünmeden kaynaklanan sesleri çok kolay duyabilecektir.
                                                  Elektrokardiyografi yöntemi (EKG)
   Bilindiği üzere kalp kasılma refleksi elektrik akımının bir sonucu olarak ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki;  kalp hücrelerinin iç yüzeyleri negatif, dış yüzeyleri ise pozitif yüklü olup bu bir anlamda kalp hücrelerinin pil veya şarj görevi yaptığına işaret teşkil eder. Dolayısıyla hücre zarında herhangi bir kısa devre hadisesi yaşandığında ister istemez elektrik yükleri yer değiştirip iç yüzeyler pozitif, dış yüzeyler negatif hale dönüşmüş olur. İşte bu tip dönüşümler kalbin bütünüyle kasılmasını beraberinde getirir ki bu olay depolarizasyon olarak anlam kazanır. Kasılma işlemleri tamamlandığında ise hücreler tekrar kendi orijinal yük moduna geçmiş olurlar.  Ayrıca kalbin kasılmasıyla ilgili kendine özgü bir şarj sisteminin varlığı da söz konusudur. Yani bu demektir ki kalbin sağ kulakçığında birinci pil olarak konumlanan sinüs düğümü hücre toplulukları kalbin kasılmasına katkı sağlayıp böylece ilk elden verilen sinyaller eşliğinde kasılıp gevşemeler vuku bulmakta. Hatta bu arada sinüs düğümünden iletilen elektrik sinyaller sayesinde kalb damarlarının tıkanıp tıkanmadığının ipuçlarını EKG ile teşhis edilebiliyor.  Ki,  bunun hekimlikteki pratik adı kalp elektrosu (EKG- elektro kardiyografi ) olup, kalp hastalıklarının teşhisinde en güvenilir bir metotların başında gelmektedir. Bu metot daha çok damar tıkanıkları ve kalp beslenmesi yetersizliğinden kaynaklanan hastalıkların teşhisinde  %100 doğruluk derecesinde diyebileceğimiz kalp elektro kardiyografini ekran veya kâğıt üzerinde dökümünü verip böylece kalp ameliyatları bu veriler ışığında gerçekleşmektedir. Hazır kalp ameliyatlarından söz etmişken bunun birde manevi operasyonundan söz etmek de gerekir. Malumunuz, Allah Resulü Taif dönüşü semadaki melekler, dağ, taş, toprak, kâinat ve vicdan sahibi her insan Allah Resulüne yapılan muameleden incinmişti. Her şeyden öte Kâinatın efendisi Habib-i Ekrem Efendimiz (s.a.v) üzülmüştü. Öyle ki dönüşte üzüntüden hane-i saadetine gitmemek durumunda kalıp Kâbe’nin Hatim denen kısmında yatıp uyumuştu.  Yani yorgun ve bitap düşmüştü. Dile kolay acımasız eller tarafından taşlanmıştı. Üstelik kan revan içinde kalmıştı. Neyse ki uykudayken Allah-ü Teâla, Cebrail’i göndererek Habibi’nin yorgunluğunu üzerinden alacak seyahat için uyandırılır. Hatta yola koyulmadan önce Cibril Emin, Efendimiz (s.a.v)’in göğsünü yarıp zemzemle yıkanır da. Sonrası malum,  Burak adı verilen bir binekle Kudüs’e varılır ardından Miraç hadisesi gerçekleşir.  İşte Miraç öncesi göğsün yarılıp kalbin çıkması hadisesi bir mucizenin ötesinde, sanki gelecekte kalp ameliyatının yapılacağına işaret bir durumda söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla zemzemle yıkamanın manevi manası olabileceğini düşündürdüğü gibi günümüze ışık tutacak ameliyat öncesi hastayı narkozla bayıltılma işlemlerini ve de ameliyat sonrası enfeksiyon riskine karşı pansuman tekniklerini ilham olan maddi manasını da düşündürmektedir elbet.
                                                        Kalp tabakaları
     Kalp duvarı üç tabakadan teşekkül edip dıştan içeriye doğru sırasıyla perikardium, myokardium ve endokardium olarak tasnif edilirler.
                                          Epikardium (perikardium-kalp duvarının dış katmanı)
     Esasen kalp perikard denilen adeta bir gelinlik içerisinde narin ve zarif bir zar içerisinde durmaktadır.  Bu zarın diğer organlardan farkı etrafına temas etmeden gayet kolayca kalp çarpıntısını gerçekleştiriyor olmasıdır. Çünkü epikardiumun dış yüzü bir sıra mezotel hücrelerden oluşmuş gevşek mezoderm tabakasıyla döşelidir. Ve döşeli olan bu iki zar arasında akışkan bir sıvı vardır ki, işte o sıvı kalbin kendisinin ürettiği sıvıdan başkası değildir. Şayet bu sıvı fazlaca salınırsa iki zar arasında basınç yapacağından dolayıdır kalbin yorgun düşmesine neden olacaktır. Yok, eğer bu sıvı az miktarda salınırsa kalbin sefillere uğrayıp viran olacağı muhakkak. Dolayısıyla kalbi yaratan ilahi irade-i güç en ince ayrıntı noktalarına kadar hataya meydan vermeyecek bir programla donatmıştır. Bu arada pericardium tabakası miyokardiyum tabakasına kan damarları, sinir ve kalbin yüzeyinde yağın depolandığı alan subepikardiyal vasıtasıyla bağlanarak vücuda yayılır. Öte yandan diğer dallarıyla kalbin göğüs boşluğunda tespitini sağlar. Bilhassa kalbe koruyuculuk misyon üstlenmiş epitel hücrelerinden oluşmuş perikard (kalp zarı),  belli ki kalbin an sürekli çalışır halde olması için adeta etten duvar olup zırh olmayı görev bilmiştir hep. Nitekim kediler ve memelilerde epikardium tabakası çıkarıldığında kalpte büyüme görülmüştür. Esasen perikardiumu içten örtülmesini sağlayan mezotel karakterde kollagen lifler, elastik lifler, fibroplastlar ve makrofajlardan yapılmış bir bağ dokusudur. Zira kalp zarı iltihaplarında makrofajlar (monositler) tabii bağışıklık yapan koruyucu unsurlar olarak rol üstlenmişlerdir.    
                                             Miyokardiyum (kalp kası-yürek kası)
     Miyokardiyum kalp duvarının en kalını bir tabakası olup dış ve iç yüzlüdür. Dış yüz perikard, iç yüz ise endokard ile örtülüdür. Perikard ve endokard hücreleri birbirlerine sıkı bir şekilde kenetlenmiş durumdalardır. Miyokard ise kalbin esas fonksiyonu ile ilgili kas tabakasıdır. Kalp içerisinde ki ses ritminin teşekkülüne,  kapakçıların açılıp kapanması esnasında meydana gelen titreşimlere, kalp boyunca yayılan titreşimlere ve dinlenme sırasında kalbin genel durumu hakkındaki bilgiye halk dilinde kalp kası denen miyokard sayesinde erişiriz.
    Miyokard arasındaki boşluklarda özel intracellular sıvıdan arda kalan artık maddeler büyük oranda miyozin bulundurarak depolanırlar. Her kapalı boşlukta lokal enerji kaynağı olan miyozinin parçalanmasıyla bolca ATP sentez edilir. Bu ağ şeklindeki kas liflerinin (miyozin) birleşme bölgelerinde (diskus interkalaris) bir ritmik halinde sistol (gevşeme) ve diastolun (kasılma) gerçekleşmesini destekler.
                                                  Endokardium (kalp iç zarı)
     Endokardium atrium ventrikülün içini döşeyen parlak ince bir membrandır. Özellikle sol atriumda daha kalın, ventriküllerde ise daha incedir. Kulakçıklardaki odacıklar diye bilinen atrium içerisindeyken beyaz renkte görünürken ventrikül içerisinde incemsi olduğundan kalp kasının renginde, yani kırmızı renk görünümdedir. Bu arada unutmayalım ki damarlarla birlikte kalbi birlikte ilişkilendirdiğimizde endokardiumun 3 lamina (tabaka)  oluşumu üzerine kurulu olduğunu görürüz. Bunlar:
     -Endotel tabaka,
     -Subendothelial tabaka,
     -Subendokardiyal tabaka olarak addedilirler.                                    
                                                         Kalp Hastalıkları
     Damarları sadece etten yapılmış birer boru olarak düşünürsek yanılırız. Bilakis son derece mükemmel damar iç kısmının gayet pürüzsüz bir şekilde akışkan bir endotel tabakası ile kaplı olduğu, ortasının kas liflerinin oluşturduğu kas tabakası içerdiğini, en dışının ise damara adeta can veren damarcıklar ve sinirlerin yer aldığını idrak etmiş oluruz. Tabii sırf idrak etmek yetmez,  böylesi mükemmel donanımlı kusursuz boru hattının işleyişine halel getirmemek için beslenmemizden tutunda moral ve motivasyonumuza kadar ne yapılacaksa gereğini yerine getirmek gerekir.  Allah korusun damarlarımız bir tıkanmaya görsün,  bu durumda ister istemez merkezi organımız kalbi doğrudan doğruya olumsuz etkileyecektir. Bu arada şunu da unutmamak gerekir ki vücudumuzun hemen her karesi damar ağıyla donatılmış olmasına rağmen kalp kapakçıkları bundan istisnadır. Ancak damar yoktur diye sakın ola ki kendi kendimize gözden kaçmış veya unutulmuş demiş olmayalım, çünkü unutmak beşere has bir sıfattır,  dolayısıyla yaratılış mucizesinin gereği şayet kapakçıklarda damar ağı olsaydı her açılıp kapanmalarında aşınmaya uğrayıp sık sık arızalanmaları çok kolay olacaktı.  İşte görüyorsunuz buna meydan vermemek için ta yaratılış kodlarımızda gerçek anlamda değme teknik sinyalizasyon sistemlerine taş çıkartacak otomatik açılır ve kapanan mucizevi koruyucu kapakçıklar bu şekilde halk edilip kodlanmıştır. Öyle ya, gerçekten de inceden inceye düşündüğümüzde kapakçıkların her halükarda elastiki ve dayanıklı yapıda olması gerekir ki koruyuculuk vazifesini görebilsin.  Ancak bu demek değildir ki, orijinal yaratılışındaki mükemmeliyetini hiç aksatmadan ilelebet devam ettirecektir, yok öyle bir şey elbet,  icabında zaman içerisinde bir şekilde kapakçıkların enfeksiyona uğraması neticesinde özellikle mafsal ağrıları ve kalp romatizması gibi kendini hissettiren birçok kalp kapakçığı türünden hastalıklar gün yüzüne çıkabiliyor.  Hatta streptokok bakteri türevleri de kalp kapakçığı arızalarına neden olmakta. Hele kalp kapakçıkları ciddi manada hasar görmüşse hasta için artık açık kalp ameliyatı kaçınılmazdır. Netice itibariyle kapakçıkların romatizma geçirmesi kalp yetmezliklerine kadar götürebiliyor. Zaten kalp yetmezliği ile birlikte kalbin pompalama fonksiyonunu yitireceğinden ister istemez bu durum akciğerlerde, kanda ve bacaklarda sıvı birikerekten ödem oluşturup birtakım şişkinliklere yol açabiliyor.  Madem öyle,   her ne kadar başlangıçta kalp kapakçıkları orijinalinde etten duvar olarak yaratılmış olsalar da sonuçta her fani gibi kapakçıklar içinde çöküş alın yazısıdır.  Zira kalp kasları da ya hep ya hiç kanuna tabiidirler.  Yani kalp kasları diyastol ve sistol dengesi içerisinde çalıştığı sürece kalp çalışır, yok eğer dengesini yitirip çalışmazsa kalp ve kalbe bağlı tüm üniteler hükmünü yitirip faaliyetleri duracak demektir bu. Bir başka ifadeyle kalp kasılıp gevşedikçe ona paralel olarak tıpkı göz kapaklarımızın açılıp kapanmasında olduğu gibi kapakçıklarda açılıp kapanmaktadır, dolayısıyla açılıp kapanmaların son bulması kalp ritminin altüst olması anlamına gelip,  aynı zamanda adım adım hayata veda etmek olacaktır.
        Aortun çıkış yerinde koroner adı verilen iki küçük damarın bir takım nedenlerle tıkanması halinde göğüs anjini nüksedebiliyor iken, sıkışması durumunda ise kalp spazmı (enfarktüs) meydana gelmektedir. Yani bu demektir ki damarların büzüşmesiyle açığa çıkan kalp hastalıkları kalp spazmı olarak karşılık bulmakta. Öyle ki kalp spazmı geçirenlerde ansızın yere çakılmalar, terleme, yorgunluk tarif edilemez derecede can çekilmesine benzer krizi tetikleyen birtakım arızi haller vuku bulmakta. Bilindiği üzere damarın büzüşmesine bağlı olarak daralmanın aşırı boyutlara taşınması veya tıkanma sonucunda kalp enfarktüsü denen kriz bir durum oluşur ki, Allah korusun ölümle karşı karşıya kalmak riski doğabiliyor. Bilhassa bu tür kriz geçiren hastalar için hiç kuşkusuz moral en iyi tedavi yöntemidir. Çünkü en ufak üzüntüyü kalp kaldıramamaktadır.
       Bilindiği üzere kalbe ait özel damar sistemi içerisinde kalp hücrelerine kan servis eden iki adet damara koroner damar denmektedir. Bu sistem herhangi bir kalp damarının kiriz geçirmesi durumunda emniyet supabı görevi yapmaktadır. Dolayısıyla koroner sisteme rağmen damar sertliği insanlara özgü bir hastalık olup özellikle atardamarlarda rastlanan bir arızadır.  Damarların içerisinde irili ufaklı kabarcıkların (aterom plakları) görülmesi damar sertliğine işarettir zaten. Yani aterom plakçıkların içerisinde kolesterin maddesinin birikmesiyle birlikte pıhtılaşmaya yol açmaktadır.  Bu durum aynı zamanda damarın beslendiği doku bölgesinin oksijensiz kalması demektir ki, daha çok kendisini kalp yetmezliği veya nefes darlıkları şeklinde gösterip, ileri aşamalarda felç olmaya kadar götürebiliyor. Dolayısıyla damar hastalıklarında gerektiğinde damarın yenilenmesini bile gerektirebilir. Hem nasıl ki elektrik sinyal taşımacılığının göz bebeği olan sinüs düğümünün arızalanmasıyla birlikte yedek olarak A-V düğümü devreye giriyorsa, aynen öyle de ayağımıza yedek olarak konulan safen ven denilen bacağımızın en büyük yüzeysel toplardamarları da adeta bu günler için muhafaza altına alınmıştır. Sanki lüzumu halinde bunu alın ihtiyacınızı görün denilmiş.  Şayet damar tıkanmadığı halde damar eklenirse kaş yapım derken göz çıkarma durumu ortaya çıkabilir.  Hatta kişiyi ölümün eşiğine bile getirme söz konusu olacaktır. Gerçek anlamda tıkanmış damara damar eklendiğinde ise hiç kuşkusuz ameliyat başarılı olacaktır.
      Tansiyona bağlı kalp arızaları kan basıncı hastalıkları olarak nitelendiği gibi ruhsal bozukluklarda öyledir.  Özellikle kalp nevrozu denilen hastalıkların sinirlerle doğrudan ilgisi var diyebiliriz. Nitekim kan basıncının düşmesiyle birlikte ani kalp şoku tezahür edebiliyor. Kalp hastalıkları her ne sebeple olursa olsun üzüntüden uzak kalmakta fayda var. Bu yüzden Müslüman ülkeler bu yönden şanslı sayılırlar. Çünkü beş vakit abdest alarak damarlara jimnastik etki yaptırmanın yanı sıra tevekkül hali de onları iri ve diri tutmaktadır.  Hem nasıl iri ve duru tutmasın ki, bikere maneviyatın doğrudan kalple an köprü bağı vardır. Dolayısıyla kalbe sadece et parçası gözüyle bakamayız. Nitekim “Müminin ferasetinden sakınınız! Çünkü o Allah’ın nuruyla bakar” (Tirmizi, Tefsir’ul Kur’an,16, Suyâtîel Camu’ssağir,1, 24) hadis-i şerifi bunu doğruluyor zaten. Feraset aynı zamanda bir gönül yanmasıdır. Gönlü sevgi ile dolu olanlar kalben huzur doludurlar.   Huzursuzluk kalpteki ritim bozukluklarını tetikleyip ekstra sistol denilen kalp duraklamasına neden olması an meselesidir diyebiliriz. Halk dilinde malum buna çarpıntı denmekte. Özellikle böbrek rahatsızları, ateşli hastalıklar, akciğer hastalıkları ve kronik bronşit çarpıntıya yol açabilecek etken unsurlardır.
       Velhasıl-ı kelam; kalp kanımızı sağ kulakçık, sağ karıncık, sol kulakçık ve sol karıncık diye anılan dört odacıklı bir yapı içerisinde atar, toplar ve kılcal damarlar yoluyla vücudun en ücra noktalarına kadar dolaşımını yaptıran mükemmel şahika eserin ta kendisi motor gücümüzdür.
         Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty SOLUNUM MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Şub. 11, 2023 6:52 pm

        SOLUNUM MUCİZESİ                                      
         SELİM GÜRBÜZER
        Her nefes solunumla anlam kazanır. Bu yüzden tüm canlılar solunum cihazıyla donatılmıştır. Biryandan suda yaşayan canlılar deri ve solungaçlarıyla solunum yaparken, diğer yandan da böcekler trake ve trakeidler vasıtasıyla solunum gerçekleştirirler. Karada yaşayan canlılar ise akciğerle solunum yapıp, özellikle solunum organları burun, yutak, soluk borusu (trache) ve akciğer hepsi bir arada birbirine bağımlı bir bütün olarak işlev kazanmakta. Yani soluk borusu, ağız ve burun yoluyla aldığı havaya aracılık yapması sonucunda iki kanala ayrılıp ana bronşları oluştururlar.  Hatta ana bronşların akciğer içerisinde daha küçük kılcal dalcıklara ayrılmasıyla birlikte havanın tüm akciğer içerisine nüfuzu sağlanır. Böylece bronşlar alveol adını alan milyonlarca yuvarlak minicik keseciklerde (hava odacıkları) sonlanır, ama bu arada hava akımı durmayıp yoluna devam eder. Şöyle ki hava akımı akciğer içerisinde dolaşan kan damarlarına geçerek tüm bedenimizi kuşatan hücrelere hayat verirler. Bundan daha da öte nefes borusu yoluyla akciğere gelen hava akımı tüm yolları aştıktan sonra alveollerde gaz değişimi işlemleri tamamlanmakta. Derken kalpte ferahlık oluşur. Anlaşılan birbirine zincirlemesine bağımlı bu sistemin parçalarından herhangi biri çekildiğinde solunum işlevinin gerçekleşmediği görülecek. Dahası canlı vücutlarda öylesine mükemmel solunum sistemi kurulmuş ki, bu konuda ciltler dolusu eser yazılsa da yeteri kadar bu sistemi anlatmaya güç yetmeyecektir. Dolayısıyla Tıp dünyası hastaları tedavi ederken zincirin her halkası için yeni üniteler kurup, ihtisaslaşma yoluna gitmek zorunda kalmışlardır. Kelimenin tam anlamıyla insan vücudu mükemmel donanıma sahip büyük bir âlemin özü mesabesinde yaratılmış olup, derya-i umman niteliğinde şehrimiz söz konusudur.
     Solunum aynı zamanda fotosentez olayının tersi bir istikamette cerayan eden bir olayın adıdır. Yani fotosentez sonucu oluşan glikozun oksijenle reaksiyona girip yavaş yanma sonucu karbondioksit (CO2),  su (H2O) ve enerjinin açığa çıkmasıyla gerçekleşen olaya verilen bir hadisedir. İşte bu hadise sayesinde fotosentetik bakteriler hem ışık enerjisinin yardımıyla organik madde üretebiliyorlar hem de oksijen vasıtasıyla hayatlarını sürdürmekteler. Böylece bu tip oksijenli ortamda yaşayabilen anlamında canlılara aerob bakteriler denirken karanlıkta yaşayabilen mikro canlılara ise anaerob bakteriler denmekte. Kâinatta hiçbir şey lüzumsuz değil, belli ki görünüş itibariyle etrafımızda birçok gereksiz sandığımız kirli objeler bile bir anda aerobik veya aneorobik gibi temizleyici veya ayrıştırıcılar sayesinde lüzumlu varlıklara dönüşebiliyor.
     İnsanlar nasıl ki havadan oksijen alıp dışarı karbondioksit veriyorlarsa, bitkilerde tam aksine karbondioksit alıp dışarıya oksijen salmaktalar. Bir başka ifadeyle bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmekte. Bu arada fotosentez nasıl gerçekleşiyor derseniz, hiç kuşkusuz bir yandan havadan aldıkları karbondioksiti diğer yandan kökleriyle aldıkları suyu güneş ışığının eşliğinde yapraklarındaki klorofille sentezleyip besin ve oksijen üretmekledir elbet. Böylece üretilen oksijeni soluyan insan ve diğer canlılar beslendiği gıdaları yavaş yanma denilen hadiseyle dışarı karbondioksit vermiş olurlar. Derken bu sayede oluşan bileşimler su ve güneş ışığı yardımıyla karbondioksit ve nişastaya dönüşmüş olurlar. Kaldı ki yavaş yanma olayı sadece canlı âlemle sınırlı değil,  tabiatta da tüm hızıyla vuku bulabilen n bir hadisedir. Nitekim havada ki oksijenin odun, kömür, doğal gaz gibi yanıcı maddelerle reaksiyona girip yanma olayının vuku bulması bunun tipik örneğini teşkil eder.
      Peki,  Kur’an da oksijen var mı derseniz, bikere Allah Teâlâ Kur’an’da: “Yaş ağaçtan size ateş çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80)  diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle havadaki oksijenin bitkilerin ürettiğine işaret etmekte. Yani Yüce Allah (c.c)  beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle gayet net bir şekilde oksijen olmadan yanma olayının gerçekleşemeyeceğine işaret etmekte.
       Evet, ayet-i kerimenin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere ateş yeşil ağaçtan çıkan oksijen demektir. Böylece her nefes aldığımızda kılcal damarlarımızda turlayan kanla hava arasında gaz alış-verişi gerçekleşmekte, akabinde kandaki karbondioksit havaya, oksijen ise kana karışmak suretiyle yanma olayı vuku bulmakta. İşte bu noktada Kanuni Sultan Süleyman’ın hasta yatağında “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” diye o söylediği sözün sırrı oksijenin nefes alış verişimizde ki etkisinde gizlidir. Nasıl ki oksijen dünya hayatımızda bize bir nefes sıhhat olup iri ve diri olmamıza vesile oluyorsa ahirette de kurumuş kemikler iri ve diri olmamıza aracı olacaklardır. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v)’e inanmak istemeyen müşrikler hep birlikte: ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diye itiraz etmişlerdi. Oysaki o günün müşrikleri bugünkü teknolojik gelişmelerin ortaya koyduğu veriler ışığında o ufalmış dedikleri kemikleri yandığında veya karbon haline dönüştüklerini görmüş olsalardı kim bilir ne halden hale gireceklerdi. Yetmedi bugün gelinen noktada biyolojinin ortaya koyduğu bitkilerin gaz haline gelmiş karbondioksitin fotosentez kanunu ile nasıl özümleyip glikoz ve oksijen ürettiğine şahit olduklarında hiç kuşku yoktur ki yine renkten renge girip apışıp kalacaklardı. Böylece glikozun (şeker) canlı varlığa geçerek hayat verdiğini görüp ‘Allah’ demekten başka çareleri kalmayacaktı.
     Solunum
     Şöyle kendimize dönüp vücut iklimimizde ne olup bittiğine baktığımızda,  boğazımıza iki giriş kapısının konumlandığını görürüz. Belli ki bu kapılardan biri ses için konuşlandırılmış olanlarından gırtlağa akciğere ulaşacak kadar bir yol güzergâhı belirlenmiş gözükürken, diğerine de besinlerin giriş kapısı olarak mideye kadar bir yol güzergâhının belirlenmiş olduğu gözükmekte. Başka ne diyelim,  hepimizin biyoloji derslerinde de öğrendiğimiz kadarıyla sonuçta boğazımıza yerleştirilen iki giriş kapısının varlığı bile solunum faaliyetinin sıradan bir iş olmadığının göstergesidir bu. Öyle ki vücuda alınan hemen her besinin yakılarak enerjiye dönüştürülmesi için öncesinde gerekli oksijen alınıp hücre içerisinde yavaş yanma olayı gerçekleşmekte, sonrasında ise karbondioksitin dışarı atılmasından ibaret bir mucizevi hadise gerçekleşmektedir. İyi ki de her nefes alışverişimizde havayı solumaktayız,  baksanıza bu sayede kana karışan oksijen yediğimiz gıdalarla reaksiyona girerek karbondioksite dönüşüp göğüs kafesi içerisindeki kubbemsi diyafram adale aracılığıyla akciğere gönderilmekte ve ordanda nefes yoluyla dışarı verilmektedir.  Bu demektir ki yanan sadece gönül yanması değil,  ortada bariz bir şekilde besin yanması denen hadise de söz konusudur. Kelimenin tam anlamıyla solunum faaliyeti denen hadisede dışardan alınan havanın vücut içerisine giriş kapıları diyebileceğimiz ağız ve burundan başlayacak bir yolculuk söz konusudur. İlginçtir bu yolculuğun ilk başlarında burun duvarlarımızda bulunan kıllar süs olsun diye konumlandırılmış değillerdir,  bilakis giriş kapısında soluduğumuz hava içerisindeki tozları yutmak suretiyle çok önemli kontrol memurluğu ve süzme (filtre) işini gerçekleştirmek için konumlandırılmışlardır. Böylece soluduğumuz hava burun içerisinde kıvrımlardan geçerken nemlendirilmiş ve toz topraktan arınmış şekilde yutağa konuk olunmakta. Tabii yolculuk burada bitmez, devamında yani soluduğumuz hava yolculuğunun ikinci durağında yutaktan nefes borusuna uzanan 25 cm boyunda, 2,5 cm çapında olan nefes borusu üzerinde halka tüylerle karşılaşmak vardır. Öyle ki yolda karşılaştığımız bu halka tüyler sıradan tüyler olmayıp, bilakis nefes borusu içerisine kaçma ihtimali bulunan tüm yabancı maddelerin dışarı atılması için emniyet sigortalarımız olarak karşımıza çıkmakta. Ve bu hayat sigortalarımız nefes borusunun, dördüncü omur hizasında iki kola ayrılıp sayıca fazla bronş denen bu kolların her biri akciğerler içerisine dal budak salaraktan vazife üstlendikleri görülür. Derken incecik bronşçuk denilen bu dallar alveol adlı küçük kesecikler içerisinde son bulur.  Bu arada göğüs boşluğunun her iki tarafında bulunan akciğerin sağ kısım üç, soldaki ise iki parçadan oluştuğu gözlenmiştir. Malum sol akciğerdeki üçüncü lobun yerini ise kalp alır. Böylece kalbin sol kulakcığına gelen kirli kan bu sayede akciğere transfer edilmiş olur. Dolayısıyla içerisi her an ve her salise havayla dolup boşalan alveollerin etrafı kılcal damarlarla kuşatıldığından usul usul dolaşan kan kılcal damarlar vasıtasıyla akciğerin bütününe dağılacak halde işlerlik kazanmış olurlar. Hatta derin bir nefes aldığımızda alveollerimiz havayla dolmasıyla birlikte kılcal damarlarda bulunan kanla hava arasında bir gaz alışverişi cerayan eder. Yani kandaki karbondioksit havaya, havadaki oksijen de kana geçmiş olur. Belli ki bu gaz alışverişleri esnasında muazzam fizik ve kimya kanunları işlemektedir.
        Görüldüğü üzere solunum ve nefes yoluyla vücuda giren hava kanı temizlemekle kalmayıp vücut ısısı veya enerjisinin temininde de vazife görmekte. Ayrıca dışarı çıkarken de nefes borusunun kenarındaki ses tellerini titreştirmek suretiyle ses oluşur. İşte bu hava cıva diye sandığımız,  yani şuursuz sandığımız hava sirkülasyonu solumaya katkı yaptığı gibi ses olarak da yankı yapabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla tüm bu yaşanan hadiseler bize ne kadar hayret verici bir mucizevi tablonun varlığını göstermektedir. Ama ne yazık ki evrimciler kâinatta tüm canlıların oluşumunu güya denizden karaya çıkış tarzında genç dimağlara sunmaktalar habire. Evrimciler her ne kadar bildiklerini okusalar da ortada kara için ayrı deniz için birbirinden bağımsız mükemmel bir yaratılış donanım söz konusudur, dolayısıyla evrimcilerin canlıların deniz solunumundan karasal solunuma geçiş yaptıkları iddiası hep havada kalacaktır. Biz biliyoruz ki balıkların solungaçları olması dolayısıyla karaya çıktıklarında 1-2 dakikaya kalmadan nefeslerinin tükenip öldüğünü,  tıpkı bizim su içerisinde boğulmamız gibi onlarda kara havası ile boğulmaktalar.  Çünkü balıklar bizim gibi akciğerleri olmadığından önce suyu ağzına alıp sonra suda erimiş oksijeni solungaçlarından geçirmek zorundadırlar. Yani önce suyu ağızlarıyla yutmaktalar, sonrasında ise suyun içerisindeki erimiş oksijeni çekip solungaç kapakları vasıtasıyla karbondioksiti dışarı atmaktalar. Şayet balıklar hem akciğere hem de solungaçlara sahip olsalardı gerek karada olsun gerekse deniz de olsun hiç fark etmez her iki ortamda da yaşayabileceklerdi. Nitekim böyleleri de var.  Mesela memeli deniz hayvanlar bunun tipik misalini teşkil ederler. Keza balıklardan sürüngenlere, sürüngenlerden kuşlara geçiş diye yutturulmaya çalışılan birçok hayal mahsulü evrim masalı örnekler en başta solunum vizesine takıldığı gün gibi aşikâr gözükmekte.
        Her neyse genel olarak solunum olayına baktığımızda tüm oksidasyon ve redüksiyon olaylarını içeren reaksiyonlar dizisi olduğu görülür. Bu dizilim:
      -Aerobik solunum,
      -Anaerobik solunum diye iki ana başlıkta kategorize edilir de.
      Bu arada belirtmekte fayda va ; “Sağlam kafa sağlam vücutta bulunur” sözü günümüz insanını daha çok aerobik salonlarına yönlendirse de bu söz sadece spora teşvik için söylenilmiş değil,  bu sözde daha çok hayata güzel bakmaya veya pozitif bir enerji ile yaklaşmaya çağrı sezilmekte. Yani bu güzel sözün içeriğinde bolca oksijenle havalandırılmış beynimizi kullanarak olumlu düşüncelerle programlamaya davet vardır. Madem öyle, daha çok beyin dünyamızı gerek pozitif enerji ile gerekse temiz bir çevrede bolca oksijenle depolayarak zinde tutmakta fayda var. Ki, böyle yaparsak gerçek manada aerobik solunum anlam kazanmış olacaktır.
        Oksidasyon sonucu açığa çıkan bir diğer önemli bir madde ise karbondioksittir. Az miktarda da olsa vücudun karbondioksite ihtiyacı vardır, fakat sınırı aşmamak kaydıyla. Aksi halde boğulma tehlikesiyle karşı karşıya kalırız. Bu yüzden vücut için zararlı karbondioksit alyuvarlar akciğerlere taşınıp temizlenmiş halde nefesimizle dışarı atıveririz.
       Aerobik (oksijenli) solunum:
       -Glikolizis: Sitoplâzmada cereyan edip, mutlak oksijenin varlığı glikolizis olayının olmazsa olmaz şartı olarak tezahür etmektedir.
       -Krebs çemberi: TCA çemberi (trikarboniksitrik asit çemberi) sayesinde mitokondri içerisinde oksijen olayı gerçekleşmektedir.
       -Son oksidasyon safhası ise  (ETS) CO2 + H2O ve 38 ATP şeklinde son bulmaktadır.
      Bir biyolojik fabrika düşününüz ki; toprağın derinliklerinde çamurlu su emiyor, havadan zehirli gaz (karbondioksit) absorbe ediyor. Bunların yapımında ise foton denen enerjiyi kullanıyor. Derken bir anda fabrikanın çarkları çalışmaya başlıyor. Bu çalışmanın neticesinde ilk elden glikoz oluşturuluyor. Böylece biyolojik hayat güç tazelemiş oluyor. Tabiî ki fotosentez sonucunda glikozun elde edimesiyle olay burada noktalanmıyor, devamında başka döngülerin başlaması için yeni kapılar aralanıyor.  En nihayet glikolizis bu noktadan sonra glikozun sırasıyla Fruktoz-1,6 difosfata dönüşümü, Fruktoz-1,6 difosfatın 3 karbonlu iki madde dönüşümü ve pürivik asit oluşumu gibi safhalara ilerleyişi cereyan edip, şöyle formüle edilir.
       Birinci safha:
       -Glikozun 6 karbonlu ATP ve Heksokinazın fosforilize olmasıyla birlikte Glikoz–6-P teşekkül etmektedir.                                                    
        -Glikozun 6 P Fosfo Gliko İzomeraz katalizörlüğü ile Fruktoz–6-P’a dönüşür.
        -Fruktoz- 6-P’ın Fosfofruktokinaz yardımıyla fosforilize olup, ATP Fruktoz–1,6-difosfat oluşur.                                              
         İkinci safha
         Havadaki karbondioksit yaprağın stomalarında kloroplasta konuk olduğunda stroma alanında bulunan sıvıda bir takım enzimlerin etkisiyle orada 5 karbonlu bileşiklere bağlanıp 6 karbonlu kararsız bir ara madde teşekkül etmektedir. Böylece teşekkül eden bu ara maddenin parçalanmasıyla birlikte 3 karbonlu iki molekül fosfogliserik aside (PGA) dönüşerek ikinci safhanın temeli atılmış olur. Her ne kadar bu safhada bir ATP’lik enerji harcanmış olsa da, bu arada oluşan iki molekülün birer fosfat grubu kazanması kayda değer bir olay olarak karşımıza çıkmaktadır. Burada kazançlı çıkan hiç şüphesiz iki moleküllü PGA’dır. Şöyle ki;            
           -Fruktoz- 1,6-P’ın Aldolaz katalizörlüğü ile 3PGA aldolaz ve Dihidroksiaseton fosfata dönüşür.
         -3PGA 1. karbona inozitol Trifosfat(Ip)’in ilavesi ve NAD+nin redüksiyonun katkısı ile 1,3 difosfogliserik asite dönüşür.
         -1,3 difosfogliserik asit, Fosfogliserat kinaz ve ADP yardımıyla 3PGA’e dönüşür.
         -3PGA, Fosfogliser mutaz katalizörlüğü ile 2PGA asite dönüşür.
         -2PGA’dan H2O çıkması sonucunda Enolaz etkinliği ile PEP’e dönüşür.
         - PEP, ADP ve Pürivik kinaz yardımıyla Pürivik asit + ATP oluşur.
         Anaerobik (oksijensiz) solunum:    
         -Fakültatif anaerobik solunum,
         -Obligat anaerobik solunum diye iki ana kategoride incelenir. Şöyle ki;
            Fermantasyon olayı özellikle anaerobik mikroorganizmaların enerji oluşumunu sağlayan temel solunum şeklidir. Nitekim bu organizmalardan bazıları oksijen içeren ortamlarda yaşayamazlar. Bu yüzden bunlara obligat anaerobik organizmalar denir.            Bir takım organizmalar daha vardır ki bira mayasında olduğu gibi oksijenli ve oksijensiz ortamlarda yaşayabiliyor. Bu yüzden bunlara fakültatif anaerobik organizmalar denmektedir. Zira bu tip solunumun fermantasyonunda son ürün olarak laktik asit oluştuğu gözlemlenmiştir.
        Fermantasyon olayı ile glikolozis arasında ki farklar:
-Fermantasyon olayı glikolizis olayında olduğu gibi glikoz pürivik asite kadar parçalanır. Ancak reaksiyon bir kademe daha ileri giderek pürivikasit etenol ve CO2’e dönüşmektedir.
                 -Glikolizis olayı sonunda ATP oluşumu vukubulurken, fermantasyonda (mayalanma) ATP oluşumu vukubulmaz
        -Glikolizisin tüm reaksiyonları sitoplazmada cereyan ederken bu safhada oksijene ihtiyaç duymazlar.  
        Krebs çemberi
        Aerobik şartlarda glikozisin son üçüncüsü olan pürivik asit dekarboksilasyona uğrayıp CoA ile birlikte Asetil CoA’yı oluşturur. Böylece Asetil CoA glikolizis ile birlikte krebs çemberinin birbirine bağlayan bir anahtar rolü oynamaktadır. Nitekim krebs çemberi ve elektron taşınım sistemleri için ortamda oksijen gerekli olup, bu olaylar mitokondriyal alanda cerayan etmektedir. Zira ilk evvela sitrik asit oluşumu gerçekleşmekte, akabinde okzaloasetik asidin yenilenmesi vuku bulur. Şöyle ki sitrik asidin oluşumunda;
        - Krebs çemberinde ilk reaksiyon Asetil CoA’nın okzaloasetik asitle kondanse olarak sitrik asidi oluşturmasıyla birlikte CoA’nın serbest kalması gerçekleşmektedir. Yani;
         Asetil CoA + oksaloasetik asit  → Sitrik asit + CoA şeklinde vuku bulmakta. Madem öyle,  okzaloasetik asidin yenilenmesi olayını iki madde halde özetlediğimizde:
a-Asetil CoA + oksalo asetik asit kondense olup, Sitrik asit + CoA serbest kaldığı,
         b- Krebs çemberinde ilk üç asidin (sitrik, sisk akonitik ve bunun dehidrasyonu ile izositrik asit) Akonitaz enzimi vasıtasıyla kataliz edildiği görülür.
Sitrik asitle başlayan oksidasyon aşamalarını ise dört alt başlıkta şöyle özetleyebiliriz:
Birinci oksidasyon aşaması
Sitrik asidin hidrasyonu ile sisakonitik asit (CAA-cis akonitik asit) dehidrasyonu izositrik asit oluşur, derken İzositrik dehidrogenaz NADP yardımıyla Oksalo süksinik asite dönüşmüş olunur.
       İkinci oksidasyon aşaması
      Oksalo süksinik asitin dekarboksilazıyla da α keto glutarik asit meydana gelirken, α keto glutarik asitin oksidasyonuyla da süksinil CoA meydana gelir.
        Üçüncü oksidasyon aşaması
        Süksinil CoA Guanozin P ve inozitol Trifosfat(Ip) yardımıyla Süksinik asit oluşur.
                 Süksinik asit ise oksitlenerek bir ferro flavonoid protein olan süksinik dehidrogenaz enziminin yardımıyla Fumarik asit meydana gelir.
        Dördüncü oksidasyon aşaması
        Fumarik asit hidrasyonla malik asite dönüşür. Malik asit ise malik asit dehidrogenaz enzimi katalizörlüğü ile oksaloasetata dönüşür. Derken oksaloasetatın yenilenmesiyle birlikte bu döngü tamamlanmış olmaktadır.  Anlaşılan o ki, dört ana başlıkta cereyan eden oksidasyon aşamalarını kapsayan reaksiyonlar sonunda okzaloasetik asit yeniden oluşup, bu olaylar esnasında 2 CO2 molekülü ve 8 H atomu aktif hale gelebiliyor.
        Yağlar
        Bilindiği üzere yağlarda solunuma bağlı olarak yakılıp enerjiye dönüştürülmektedir. Dolayısıyla yağ konusuna değinmekte fayda var. Şöyle ki;          
       Katı ve sıvı yağlardan oluşan gliserolün 3OH grubunda esterleştiğinde bunlara trigliserit adı verilir. Bu arada lipitler de katı ve sıvı yağların besin depo maddesi bakımdan önem arz etmektedir. Mumlar ve kütikula işlev üstlenirken fosfo ve glikolipitler de membran yapısında önemli işlev üstlenirler. Dahası mumlar hidrojence zengin oksijence fakir uzun zincirli karbon bileşikler olarak işlev görmekteler. Fosfatidik asit ise bitkilerde lesitin, sefalin, fosfatidil gliserol ve fosfatidilinositol gibi maddelerin öncüsü olarak işlev görür. Genellikle katı yağlar;
1- Doymuş yağ asitleri
       a-Palmitik asit
       b-Stearik asit
      2-Doymamış yağ asitleri şeklinde tasnif edilip, küçük tohumların ana depo besini yağ, büyük tohumlarınkini ise karbonhidratlar oluşturmaktadır.
       Bitkisel yağlar daha çok;
        -Endüstride,
       - Margarin yapımında,
       - Boya vs. yapımında kullanılan ürünlerdir.
   Bitkilerde yağ sentezi 3 ana bölümde incelenip;
   -Gliserol oluşumu,
     -Yağ asidi sentezi,
     -Gliserol ve yağ asitlerinin birleşmesi şeklinde cereyan eder.
          Şurası muhakkak; yağ sentezinin yapı taşı olan gliserolun ana birimini α-gliserofosfat oluşturup, böylece yağ katabolizması ester bağlarını koparabilen lipaz enzimlerinin etkinliği ile gerçekleşmektedir. Bu yüzden bütün aminoasitler Glutamik asitten menşe almaktadır.
    Bitkilerde yağ asitlerinin oksitlenmesi için 2 yoldan oluşmakta. Şöyle ki;
    1-β-oksidasyon metabolik yolu,
    2-α-oksidasyon yolu.  
       Solunum ile Fotosentez arasında ki fark:
       - Fotosentezle güneş enerjisi kimyasal enerjiye dönüşürken solunumda ise kimyasal enerji serbest enerjiye dönüşmekte.
       - Fotosentezde organik madde yapımı söz konusu iken solunumda ise parçalanma söz konusudur.
       - Fotosentezde reaksiyon sonucunda oksijen açığa çıkarken solunumda ise CO2 ve H2O açığa çıkmaktadır.
       - Fotosentez ışık ortamında cereyan ederken solunumda ise hem karanlık hem de ışık ortamlarında cereyan eder.
       - Fotosentez ototrof canlılarda vuku bulurken solunumda ise hem ototrof hem de hetetrof canlılarda gerçekleşir.
       - Fotosentez olayı esnasında H2O ve CO2 kullanılırken solunumda ise glikoz ve oksijen kullanılır.
         Ayrıca canlı sistemde anlaşılan o ki, oksidatif fosforlaysan yoluyla da enerji elde edilebiliyor.  Nitekim reaksiyona giren bir takım maddelerin fosfor bağı halinde enerjiyi bağlamaları olayına fosforilasyon denmektedir.  Dolayısıyla canlı metabolizmasında iş gören fosfor bağları iki tipte mütalaa edilir. Bunlar:
        -Enerjice fakir fosfor bağları. Örnek- Glikoz–1-fosfat
        - Enerjice zengin fosfor bağları. Örnek- ATP ile ADP
        Solunumu etkileyen faktörler:
        -Sıcaklık,
        - Nem,
        - Oksijen,
        - CO2
        - Işık,
        -İnorganik tuzlar,
        -Mekanik uyartılar,
        -Yaralanma,
       - Bitkinin tipi ve yaşı.
      Velhasıl-ı kelam;  madde madde sıraladığımız bir dizi solunumla ilgili özelliklere baktığımızda her birinin mucize-i rabbaniye olduğu görülmektedir.
          Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty SİNİR SİSTEMİ MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Mart 04, 2023 8:45 pm

SİNİR SİSTEMİ MUCİZESİ
       SELİM GÜRBÜZER

       Sinir sistemi embriyolojik sürecin başlangıcında daha 9 mm uzunluğunda 5 haftalık cenin halde iken bile elektrik yüklü bir örgü ağımız olarak adından söz ettirir. Ve bu söz konusu elektrik yüklü örgü ağımız sırasıyla nutfe (zigot), alaka (embriyo), mudga (fetüs), kemik oluşumlarının akabinde vücut bulmakta. Dolayısıyla sinir sistemi tam olarak teşekkül etmeden önceki embriyolojik süreçte ektoderm, mezoderm ve nöral sinyalizasyon katmanları olarak varlığının hissettirir. Nitekim blastula safhasında bu üç katman içerisinde faaliyet gösteren hücreler tarafından protein içerikli sinyaller salınmakta. Böylece bu sayede komşu hücrelerle iletişime geçilerek gerekli değişim ve dönüşümler sağlanmış olur.  Gerçekten de Yüce Allah’ın Kur’an’da “Ne oluyor size de Allah’ın büyüklüğünü hesaba katmıyorsunuz? Oysa O sizi türlü evrelerden geçirerek halk etmiştir” diye beyan buyurduğu veçhiyle aşama aşama tüm sistemlerin bir araya gelmesiyle vücut bulmaktayız.
        Bilindiği üzere vücudun kas, sindirim, dolaşım, solunum gibi tüm sistemik faaliyetler sinir örgü ağı sayesinde işlerlik kazanmakta. Bikere dış dünyadan gelen verilerin algılanmasını sağlayan duyu organları, özelleşmiş sinir veya epitel hücreleri bu iş için vardır. İşte bu nedenledir ki duyu organlarında konumlanan ve belirli bir enerji formuna göre özelleşmiş bu hücreler reseptör (almaç) olarak anlam kazanır.  Öyle ki dış dünyamızdan her hangi bir duyu organına (reseptör) gelen bir mesaj (uyaran), ilgili reseptöre bağlanarak sinir dendritin de (bilgi giriş kolları) elektrik yüklü sinyalizasyon akımı şeklinde varlıklarını hissettirip bu elektrik yüklü akım sırasıyla önce sinir hücresinin gövdesine, daha sonrasında aksona iletilir de. Böylece aksona iletilen elektrik yüklü mesajlar nöron snapslarından (terminaller-kod çözücü) geçerek merkez icra organımız olan beyin merkezimizde konuşlanmış olurlar. Derken beyinde konuşlanıp değerlendirmeye tabii tutulan bu elektrik yüklü sinyaller başlangıçtaki uyarıların cevabı karşılığını almış olarak özel nitelik kazanır.  Nasıl mı?  Hiç kuşkusuz başlangıçtaki reseptörlerden gelen uyaranın cinsine göre beyinde değerlendirildiğinde ya termoseptörler (sıcaklık) olarak, ya kemoreseptörler (ışık ve tat vs.) olarak,  ya fotoreseptörler (ışık) olarak,  ya mekanoreseptörler( işitme ve denge) olarak, ya baroreseptörler (basınç) olarak anlam kazanır. Peki, tüm bu anlamlandırma faaliyetleri için sarf edilen enerji nereden sağlanmakta denildiğinde böyle bir soru karşısında verilecek cevap;  sinir sisteminin tek enerji kaynağı olan saf yakıt deposu diyebileceğimiz glikoz sayesindedir elbet. Kelimenin tam anlamıyla glikoz, oksijenle yakılıp sonrasında enerjiye dönüşen bir yakıt depomuzdur.
        Şu bir gerçek vücudu çepeçevre saran sinir ağı örgümüzün (sinir lifleri-telgraf telleri) hemen hemen tümü kas katmanları içerisine gömülü halde bulunup bu noktada sadece dirseğimizdeki sinirler yüzeysel olarak derinin hemen altından geçmekte diyebiliriz. Nitekim dirseğimiz en ufak bir darbede ani bir refleksle hop oturur hop kalkmamızın arka planında yatan birinci ana neden o bölgedeki sinirlerimizin yüzeysel olarak konumlanmalarından ötürüdür.  İşte bu nedenledir ki dirseğimizi ilk anda çekmeye iten reseptör konumunda sinir hücrelerinin gösterdiği bu tepki bu hadisesine refleks denmektedir.  Öyle anlaşılıyor ki herhangi bir darbeye maruz kalındığında reseptörler tarafından alınan darbe uyarıları elektrik akımına çevrilip sırasıyla önce sinir hücresinin gövdesine ve aksona aktarılmakta,   sonrasında bir snaps aracılığı ile motor sinirin dendritine veya gövdesine aktarılmak suretiyle motor sinir icra organı kas lifiyle irtibata geçmesi sonucunda refleks olayı gerçekleşmekte. Ayrıca en basit bir uyarılma karşısında bile başka bir sinir hücresi tarafından kas liflerinin kasılması aktifleşmesi şeklinde tüm uyarılar refleks şeklinde de kendini gösterebiliyor. Şayet refleks hadisesinde sınırlarının altında yani eşik değerin altında bir uyartı problemi söz konusuysa bu durumda ya hep ya hiç kanun gereği yok hükmünde addedilip değim yerindeyse durduk yere asla boşa kürek sallanmaz ve tepkide verilmez. Yok, eğer ortada eşik değerlerin üstünde yani aktif halde bir uyarım söz konusuysa bu durumda sinir hücresi dışardan sodyum iyonlarını hücre içerisine alacağı uyarılar negatifleşirken, zar boyutunda ise pozitif hale geçer. Böylece bu iki zıt iyon etkileşimi sayesinde oluşacak olan elektrik akım sinir aksonu boyunca ilerleyip lüzumlu diyebileceğimiz mesajlar doku ve organlara ulaştırılmış olur. Ki; bu noktada mesajlar iletilen bölgenin durumuna göre bazen kas kasılması, bazen de tükürük salgılaması vs. tarzında tepki vererek kendi varlığını göstermiş olurlar.   Madem öyle,   sinir hücresi  (nöron) deyip es geçmemeli. Zira her bir sinir hücresinin giriş ve çıkış kapıları olduğu gibi mükemmel bir şekilde organize olmuş uçakların kara kutusunu andıran kapalı devre çalışan donanım ağı durumu da söz konusudur. İnsan bedeninin kara kutusu da hiç kuşkusuz beyindir.  Nitekim kara kutu görevi ifa eden beynimiz ortalama 10 milyar sinir hücreden meydana gelmiş merkez santralimizdir Ve bu santrale bağlı milyar rakamlarla sayılamayacak kadar sinir lifleri de eklemlenerek sinir ağı koridoru oluşturulur.  Dolayısıyla sinir ağı koridorunu bir bütün olarak düşündüğümüzde ne merkezi rol oynayan beyin,  ne beyincik ne de omurilik tek başlarına bir anlam ifade etmeyecektir.  İllaki bütünü oluşturan tüm parçaların bir araya gelip sistem oluşturması gerekir ki bir anlam ifade etmiş olsun.  Düşünsenize en basitinden vücut doku ve organlarıyla irtibatı sağlayacak sinir tellerine her halükarda ihtiyaç vardır. Dolayısıyla ortalama 10 milyar sinir hücresini birbirine bağlayan sinir liflerinden teşekkül etmiş 10 milyar civarında her bir sinir santralinin devrede olması gerekir ki işler tam takır yürümüş olsun. Aksi halde sinir santrallerinin ileteceği toplamda ileteceği 210.000.000.000 gibi bir rakama tekabül eden mesaj sayısı yerini bulmayacaktır. Her neyse, işleyen sistemi rakamlarla izah ederek daha fazla kafa karışıklığına uğramadan sinir sistemini genel hatlarıyla kategorize ettiğimizde merkezi ve periferal sistem üzerine kurulu bir düzen olduğunu görürüz. Malumunuz sinir sisteminin merkezini omurilik ve beyin oluştururken periferisini de gangliyon ve sinirler oluşturmakta.  oluşan bir sinir örgü ağı özelliği içerir.  İyi ki de merkezinden periferisine uzanan böylesi mükemmel donanımda sinir örgü ağımız var da, bu sayede omuriliğe gelen sinyaller anlık olarak ara nörondan geçtikten sonra motor nörona aktarılabiliyor. Derken buradan da iki snaps aralığından aşarak gelen mesajlar analize tabi tutulup refleks denen aksetme ve yankı bulma şeklinde geri dönüşüm olarak cevabi aktarıma dönüşebiliyor. İşte sizde görüyorsunuz ya,  bu iki ana hat üzerine kurulu bir düzen içerisinde fonksiyon bakımdan birbirine zincirlemesine bağlı bir mekanizma olarak işlev görmekle birlikte şu da bir gerçek görev alanları birbirinden farklılık arz etmektedir. Nitekim bilgilerin işlenmesi, değerlendirilmesi merkezi organımız beyne has görev alanı iken iletilen mesajlara aracı olmak ise daha çok periferi yapıya has bir durumdur.  Ve bu sayede merkeze gelen her türden sinyaller değerlendirilip filtre edilerekten otomatikman eyleme dönüşüp anlam kazanır da. Nasıl ki on parmak klavye kullanmanın ilk öğrenme aşamasında tek tek tuşlara dokunup sonrasında meleke haline geldikten sonra bilinç dışı reflekslerle parmaklarımız kendiliğinden otomatikleşir hale geliyorsa aynen öyle de merkezi sinir sistemi de bu şekilde otomatiklik kazanmakta.
         Evet, öyle anlaşılıyor ki, sinir sistemi ağımız nöronlardan oluşmakta. Mesela iki nöronlu (bir snapslı) sıçramalı mesajların cevabının verildiği merkez konumda ki motor nöron gövdesidir. Üç nöronluların (iki snapslı) merkezi ise, ara nöron ve motor sinir hücresi gövdesidir. Dolayısıyla sinir sistemimiz çeşitli nöron gruplarının devreye girmesiyle birlikte daha üst merkezlere bağlanıp, tıpkı kitle iletişim ağları gibi vücudumuzu saran ara kablolarımız olarak adından söz ettirmiş olur.  Ara kablolarımız malum, gelen mesajları bir yandan ara nöronlar aracılığıyla motor hücresine iletirken diğer yandan da daha üst basamak olan beynin duyu organlarına iletmekteler. Şu da var ki canlılar âleminde iletişim yapısı olarak sinir sisteminin ilk özelleşmeye başladığı grup sölenterler olup difuz (ağsı) sinir sistemi olarak addedilen merkezileşmemiş bir yapısı vardır. Bu nedenle sinir hücreleri böylesi bir yapıda iletişim teması vuku bulur bulmasına ama sinaps yapmazlar Örnek mi? İşte Hidra’nın sinir sisteminde sinaps yapmadan gerçekleşen iletişim teması bunun tipik örneğini teşkil eder. Malum bu verdiğimiz örnekten biraz daha gelişmiş düzeydeki canlı organizmaların sinir sisteminin merkezinde ve odağında ise temel yapı olarak merkezileşmiş sinapslar ve ara nöronlar yer almaktadır. Örnek mi? İşte solucanlar merkezileşmenin ilk görüldüğü grup olması bunun tipik örneğini teşkil eder. Hakeza Planarya grubundan halkalı solucanlarda ve eklembacaklılarda da ip merdivenimsi bir yapıda sinir sistemi yer alır. Öyle ki ip merdivenimsin bu yapıda konnektif ve kommısur denen segmental sinir şeritleri ile sinir hücreleri toplulukları olan gangliyonlar birbirine ip-merdivenimsi yapısı şeklinde bağlanmışlardır. Örnek verecek olursak mesela böcekler de ışık tat, koku ve dokunma duyuların algılayan reseptörlerle ilişkili merkezlerde baş gangliyonunda yer alırken toraks (göğüs) ve abdomen (karın) bölgesindeki sinir kordonu ve gangliyonların bağımsız işlevleri olduğu gibi beyinle de her daim irtibat halde bağlıdırlar.  Omurgalılarda ise daha farklı bir durum söz konusu olup yukarıda belirttiğimiz üzere iletişim hattı merkezi ve perifel (çevresel)  yapı olmak üzere iki ana eksen üzerine kurulu bir sinir sistemi yapısı vardır. Tüm bu verdiğimiz örneklerden anlaşılan o ki, hele bilhassa ileri seviyelerde gelişmiş canlıların sinir sistem mekanizması nöronlardan oluşan bir yapı olup bu yapının aralarında snaps denen boşluklar vardır.  Merkezi sinir sistemi beyin ve omurilikten teşekkül etmekte.  Periferik sinir sistemi de beyin ve omurilikle ilişkili sinir hücreleri ve sinir tellerinden teşekkül edip somatik ve otonom sinir sistemi olarak iki grup olarak kategorize edilirler.  Malumunuz somatik sinir sistemi iskelet kaslarının uyarılması ve kontrolünü sağlarken, otonom sinir sistemi de istemsiz çalışan düz ve kalp kasının çalışmasını sağlamakta.  Belli ki her iki durumda da elektrik devrelerindeki işleyiş mekanizması snapslardan örnek alınmış.  Nitekim periferik sistemle ilintili reseptörler tarafından algılanan uyarılar merkezi sinir sisteminde değerlendirilip buradan da yine periferik sistem ile effektör (tepki organı; kas ve salgı bezi hücresi) organlara iletilerek geri dönüşüm diyebileceğimiz tepki iletiminin ortaya çıkması sağlanır. Hem nasıl geri dönüşüm iletim mekanizmasının işlevliği gün yüzüne çıkmasın ki,  bikere beyinde 50 milyon nöronun var olduğu bir hücre yapısı durum söz konusudur. Bir o kadara yakın da snaps bulunmaktadır. Bu durumda elbette ki her bir nöronun, takriben 1 trilyon civarında aktiviteyi başlatacak kuvvetli yapısal temasın sağlanması son derece gayet tabii bir durumdur.  Bunun manası her bir nöron aynı anda 20 çeşit iletişime uygun tarzda en güzel cevabı verecek nitelikte tek başvuru merci makamı konumunda olmasıdır. Hatta bu durumu internet âleminde server (sunucu) ve client (istemci) arasındaki iletişim ağı veya iletişim hattına da benzetebiliriz. Ayrıca snapslar sinir sisteminin işleyişinde en mühim noktalar olduğundan nikotin, tütün gibi zehir saçan birçok maddeleri bile doğrudan etkileyecek hücreleri bünyesinde bulundurabiliyor. Mesela merkezi sinir sisteminde bulunan boz, ak madde, glial yapıda yardımcı bezler bunun tipik misalini teşkil ederler. Hatta bu yardımcı bezler sinir hücreleri arasındaki bağlantıları sağlamanın yanı sıra sinir sisteminde olası nüksedecek yaralanmalara karşı fagositik karakterde iyileştirme gibi özellikleri de bağrında taşır.  Bu yüzden yardımcı hücreler nörolemma olarak adından söz ettirirler. Nörolemma aynı zamanda nörogliya veya gliyal hücre demek olup ekseriyeti nörolemma hücrelerinden teşekkül etmekte.  Hatta beyinde ki sinir tümörlerin oluşum kaynağı da nörolemma menşelidir. Beyin tümörlerinin beslendiği diğer yapılar ise meningiler, kan damarları ve tükrük bezleri olup bir nevi metastaz oluşumuna aracılık yapmaktadırlar.
      Talamus
      Beynin üst kısmında iki sinir hücresi vardır ki bunların her birine talamus adı verilir.  İyi ki de beyne iletilen duyu mesajları yol ayrımında çaprazlaşarak beyinde ki talamus adı verilen çekirdeklerde değerlendirmeye alınmak üzere misafir edilmekteler.  Bu sayede dokunma, acı, soğuk, sıcak, tat, görme, duyma ve işitme gibi birçok duyular talamus tarafından ayırt edilerek işlevlik kazanılmış olur. Öyle ki insan beyni ve beyin yarımkürelerinin en yüksek karar seviyesine erişme işlemi talamus sayesinde gerçekleşmekte. Eğer beyin yarımküre hücrelerinde bozulma,  herhangi bir zedelenme olursa biliniz ki bu durumda talamusun kontrolünde vuku bulup talamik sendrom olarak kendinin gösterir.  Değim yerindeyse talamus bu noktada acıları ve kederleri başkalarıyla paylaşmayıp gerekli yerlere iletmezken ta ki hoş mutluluk veren duygular baskın olur ancak o zaman beynin bazal gangliyon ve ön beyin kısımlarına iletmeyi görev bilir. Anlaşılan duyu hücrelerine iyiyi kötüden ayırıcı kabiliyeti diyebileceğimiz seçicilik özellikler de verilmiştir.  
     Talamusun hemen altında şeker parçası büyüklüğünde hipotalamus bulunup gerek kalp, gerek nefes ritimleri, gerekse uyku dönemlerini düzenleyen bir bölüm olarak dikkat çekmektedir. Hipotalamus aynı zamanda otonom sinir sisteminin lider konumunda ki bir kontrol merkezidir. Mesela sarsılma anında düşmeyi önleyecek denge hareketi,  hatta vücudun su dengesi gibi hususlar hipotalamus tarafından düzenlenir. Hipotalamusun zedelenmesiyle hemen ölüm olmaz, ancak uzun yıllar insanın bitkisel hayat yaşamasına neden olabilecek türden hastalık tablosu nüksedebiliyor.      
     Beyin kökünün her iki yanında ise birbiri üzerine kapanmış talamusu örten beyin yarımküresi vardır. Bunlar beynin %80’inini oluşturur. Basit ve otomatik hareketlerimizin dışında diğer tüm faaliyetlerin kontrolünün planlanması, ruhi faaliyetler gibi fonksiyonlar beyin yarımküresi tarafından yürütülmekte. Her iki yarım kürenin tabanında birkaç büyük sinir hücre kümesi yerleşmiş olup bunlara bazal gangliyon denir.  Bazal gangliyonun üstlendiği misyon ritmik yürüme, yüzme gibi basit faaliyetlerin kontrolünü yapmaktır.  Her ne kadar bazal gangliyonda nüksedebilecek bir takım bozukluklar ameliyatla veya talamus tedavisi denen bir usulle giderilmeye çalışılsa da talamus hasarının giderilmesinde her zaman iyi bir sonuç alınamayabiliyor, bu durumda ister istemez beyne kan akışının aksaması sözkonusudur. Dolayısıyla beyin hücreleri yeterince kanla beslenemediğinden bu hastalık zekâ geriliği şeklinde kendisini gösterir.  Hatta bu hastalık tablosu gençken talamus hasarına yol açarken,  yaşlılarda parkinson hastalığına yol açar.  Bazal gangliyonun tam cerrahi tedavisi şimdilik tamamen çıkartılıp alınması şeklinde uygulanmaktadır.
      Korteks
      Bilindiği üzere beyin sayesinde hem sinir hücreleri şarj olmakta, hem de saniyede 5-10 defa aralıklarla deşarj olmakta.  Bu yüzden İngiliz nörofizyolog Charles Scott Sherrington, elektrik akımı ileten stimülatör (uyarıcı)  aracıyla beynin çeşitli yerlerini yoklayaraktan en nihayetinde birtakım his türünden sinyallerin alındığı beyin kabuğunun varlığını belirlemiştir. Daha sonra Kanadalı beyin cerrahı Wilder Penfield ve çalışma arkadaşları,  Jasper ve diğerleri insan beynin uyarılma noktalarını tespit edip bilhassa başın her iki yanında gözler ve kulaklar arasında elmacık kemiklerinin üzerindeki hafif çukur kısmında yer alan şakakları uyararak insanların geçmiş hatıralarını anımsadıkları verilerin varlığını tespit etmişlerdir. Böylece beyne ait hatıra albümünün de olabileceğini gösteren veriler kayıtlara geçilmiş oldu.   Kelimenin tam anlamıyla tüm bu çalışmalar bize beynin kendi kimyasal depolarında insanı hayrette bırakacak derecede nice hatıra ve nice hayallerin kayıt altına alınıp muhafaza edildiğini göstermektedir. Öyle ki talamusa gelen gelmiş geçmiş her ne mesaj varsa tüm bunlar belli aşamalardan geçip ayırt edildikten sonra beyin kabuğunda (korteks) harmanlanıp ilgili yerlere iletilmek suretiyle acı ya da tatlı hatıralar olarak yansıyabiliyor.  Bilindiği üzere korteks beyin yarımkürelerinin her ikisini dıştan örten ve baz maddelerden teşekkül etmiş bir zar tabakasıdır. Aynı zamanda halkın değimiyle zekilikle alakalı bir yapıdır. Dahası beyin yarımküresinin üzerinde daha fazla birikim alanları oluşturması hasebiyle akıl, zekâ, ruhsal olarak da mental özellik içerir. Bu bakımdan korteks kalınlığı beyin bölgelerine göre değişkenlik gösterip üç başlık altında mütalaa edilir:
       Birinci mental durumda uyartıları doğrudan alan ve alt organlara ileten motor sinirler, görme, işitme, koklama, tatma ve dokunma bölgeleri olarak kendini gösterirler. Yani bu söz konusu bölgeler beynin orta kısmında, omuriliğin üst bölgelerine kadar uzanan ağ cismi denilen retiküler’in uyanıklıkla ilgili bölüm olduğu belirlenmiştir. Böylece ağ cismin icraatı sayesinde beyin kabuğuna gelen sinyaller devamlı uyanık halde bulunmamızı sağlar.
 İkinci mental durumda beynin önden arkaya doğru uzanan üç boşluk ruhun merkezi mesabesinde bir yer olarak kendini hissettirir. Bir başka ifadeyle burası zihni faaliyetlerin ruhi yönlerini organize eden kompleks fikirlerin dönüp dolaştığı bölgelerdir. Böylece bu bölgesel merkezlerden dağılan sinir ağları vasıtasıyla ruhi talimatlar can damarlarımıza ilmek ilmek işlenebiliyor. Her ne kadar ruhi faaliyetleri görmesek de onların yok olduğu anlamına gelmez. Çünkü onu idare eden bizim dışımızda manevi bir güç olduğu muhakkak.
        Üçüncü mental durumda yukarıda bahsi geçen birinci ve ikinci mental durumlarda (zihin ve akıl ile ilgili faaliyetlerde)  belirtilen hususlarla ilgili yapılan işlerin beraberce yürütüldüğü yüksek organizasyon bölgeleri  (sessiz bölgeler) olarak kendini gösterir. Yani sinir ağı vasıtasıyla iletilen bilgiler beynin hard diskine kayd edilerek hafızada depo edilirler. Bu kısım aynı zamanda elektrikle uyarıldığı zaman bile herhangi bir cevap alınamayan bölgedir. Yine bu üçüncü kısım kelimelerin depolanması, konuşma, yazma, anlama ve anlaşma işlerin yürütüldüğü özel bölgedir. Şayet bu özel bölgeler herhangi nedenlerle hasar gördüğünde söz yitimi denen aphasia (afazi)  denen mental bozukluklar baş gösterebiliyor Neyse ki hafıza merkezimizin bir tarafı hasara uğrasa da diğer taraf normal faaliyetine devam edebiliyor. Özellikle sol yarımküre zedelenirse sağ tarafta felçler görülüp, sessiz bölgede çeşitli hafıza kayıplarına yol açmakta. Bu tip arızaların gençlerde tedavisi mümkün, fakat yaşlılarda hafıza kayıpların telafisi tedavi edilemez noktalardadır dersek yeridir.
      Omurilik
      İnsanoğlu iletişim teknikleri keşfetmesine keşfetmiş ama uzun bir süre kendi vücudunun iletişim ağından habersiz bir şekilde keşfetmiş gözüküyor.  Bu yüzden Yunus Emre ne de güzel söylemiş “İlim ilim bilmektir,  ilim kendini bilmektir, sen kendini bilmezsen,  bu nice okumaktır”  diye.  Belli ki boşuna dememiş bu sözü. Baksanıza her ne varsa, kendi vücut sarayımızda orijinal tasarımı mevcut zaten. Yeter ki insanoğlu kâinatın özü olduğunu idrak edivermiş olsun bir şekilde vücut sarayının iletişim ağlarının sırrına vakıf olması an meselesidir diyebiliriz. Derken bu idrak şuuruna erişmek sayesinde iletişim şebekelerimizden beyin,  omurilik ve otonom sistemlerinin düzenli bir şekilde gece gündüz demeden her saniye her salise duraksamaksızın bizim için çalıştıklarının farkına varmış oluruz. Şimdiye kadar merkezi iletişim organlardan bahsederken sırasıyla talamus dedik, ardından korteks dedik,  tabii söyleyeceklerimiz bunlarla sınırlı değil dahası var elbet. Şöyle ki; yukarıda bahsettiğimiz aşamalardan geçen dış dünyaya ait birtakım duyumlarla ilgili mesajlar filtre edildikten sonra nihai talimat varı mesajlarında omurilikteki motor sinir hücresi gövdesine aktarılması gerekmekte. Zira motor hücresi gövdesi kendisine iletilen talimatların yerine getirilmesi için motor hücrenin aksonu vasıtasıyla kas gibi son derece çok özel yürütme organlarına havale ederek bir takım işleri çözüme kavuşturmakta.
        Bilindiği üzere omuriliğin asıl görevi tıpkı radar sistemi gibi beyinden vücuda dağılan sinyallere geçiş yapmak, iç organlar ve salgı bezlerin faaliyetlerinin sevk idaresini sağlamaktır. Ayrıca omurilik sadece beyinden gelen sinyallere geçit sağlayan bir kanal olmayıp aynı zamanda ikinci bir başka kanal dediğimiz omurilik içerisindeki ara nöron vasıtasıyla refleks hareketlerini yapmak gibi görevleri de üstlenmiş durumdadır. Nitekim elimizi kazaen sıcak bir sobaya dokunduğumuzda ani bir refleksle geri çekmekteyiz. Niye deresiniz, çünkü parmak sinirleri derhal durumu omuriliğe bildirir, omurilik ise gereğini yapıp parmağımızı çekme konusunda talimat verir, böylece bizde gelen sinyaller doğrultusunda elimizi anlık olarak çekmiş oluruz. İşin anlık olarak gerçekleştiği şundan besbelli ki omuriliğe gelen bu mesaj beyne anında ulaşılması beklenilmeden gereği yapılıp refleks olayı gerçekleşmekte. Aksi halde vakit kaybına uğrayacağımız muhakkak. Bu haber sadece beyne sonradan acı olarak hissetmek şeklinde yankı bulup böylece omuriliğin ön rol alması sayesinde daha fazla canımız yanmadan ileri derecedeki yanık risklerinden kurtulmuş oluruz. Tıpkı bu olay gözümüze ani ışık geldiğinde göz kapaklarımızı kapatmak, biber koklayınca hapşırmak, karanlıkta ansızın birisi karşımıza çıktığında ürpermek gibi reflekslerin de olduğu gibi cereyan etmektedir.  Öyle anlaşılıyor ki, tüm ansız nükseden refleksler vücudumuzda otomatik korunma sisteminin varlığına işaret etmektedir. Buradan hareketle omurilikle günümüz radar sistemleri arasında benzer bir ilişki kurabiliriz. Bilindiği üzere radarın kullanıldığı yerlerde uçakların bulunduğu uçuş yüksekliğini belirleme, dağların yerini bulma, gemilerin yerlerini belirleme, hatta diğer gemilerin hangi limanlarda demirlediğini tespit etme gibi bir dizi alanlarda kullanılmakta. Dolayısıyla omurilikte merkezi sinir sisteminin en küçük parçası olarak buna benzer işlere imza atmaktadır. Ayrıca bu en küçük entegre tesisimizin hemen altında dışarıya uzanan sağlı sollu sinir çiftleri diyebileceğimiz sinir sisteminin en ilkel lifleri de bu iş için vardırlar. Bir başka ifadeyle üçüncü kaburganın altında bulunan dışarıya uzanan sinir çiftleri basit refleks hareketleri yapmak için kendi kendine çalışan kordonlar olarak sahne alırlar. Zira omurilik nöron ihtiva edip, beyine birtakım duyu mesajları (duyu sinirleri) iletmek için vardır.
         Nöronlar beyinden organlara mesaj getiren motor sinirlerin birleşiminden yapılmıştır. Eğer sinir kordonu kısmen veya tamamen zedelenirse mesajlar kaybolup bu durumda ister istemez iletişim ağımız kontrol dışında kalacaktır. Hatta bir sinir hücresinin çekirdeğinin vadesi dolup öldüğünde felç riskiyle karşı karşıya kalmamız kaçınılmaz olur. Çünkü mesaj alamayan kaslar işlevsiz halde kas katı kesilip kala kalmaktalar. Dolayısıyla zedelenen omuriliğe ait sinirlerin tedavisini imkânsız kılacaktır. Bu yüzden omuriliğin çok mühim bir sinir paketimiz olduğu şuradan besbellidir ki; Yaratıcı güç tarafından omurilik sinirlerinin muhtemel darbelere maruz kaldığı durumlara karşı omurgayı oluşturan 33-34 vertebra kemik yapısıyla destekleyip koruma altına alınmıştır.
       Ateş
       Her ne kadar ağrılarımız karşısında ah vah edip sitem etsek de,  ağrılar bir noktada vücutta arızalarımızı bildirmesi bakımdan ilk işaret taşlarımızdır.  Hele ki bu noktada baş ağrısı işaret taşı olmanın ötesinde çok büyük bir nimet de. Zira baş ağrısı beklenen hastalığın işaret fişeğimiz olması hasebiyle erkenden önlem almamız gerektiğinin ilk sinyalini bu sayede almış oluruz. Şayet ilk elden önlem alınmazsa hastalık yönünden tehlike çanlarının kapımızı çalacağı muhakkak.  Başımız ağrıdığında genellikle ateşimiz var mı yok mu diye alnımızdaki sıcaklıktan hissetmek pekâlâ mümkün. Ki, normal beden hararetimizin 36,5 derecede olması gerekir.  Şayet bu normal sınır aşılmışsa doğal olarak ateşimizin yükseldiğine işarettir, Hatta bu durumu sık sık idrarımızın artmasından veya vücut sıvı kaybından da anlayabiliriz.  Sıvı kaybı bir noktada vücuttaki hücrelerimizin içerisinde mevcut olan suyun azaldığına işarettir.  Bu yüzden tez elden gereken tedbiri almamız gerekir ki hararet kaybının önüne geçilebilsin. Damarlarımız genişleyip sürekli şişkin kaldığı durumlarda ise mikroplara karşı verilen mücadele de büyük ölçüde zarar göreceği muhakkak. Yani bu durumda damarları büzüştürücü önlemler alınmalı ki mikropların manevra alanı daraltılıp etkisiz hale getirilmiş olsun. İşte bu noktada ateşin büyük bir nimet olduğunu idrak etmiş oluruz. Aslında öyle anlaşılıyor ki vücut dengesinin bozulacağına dair ilk elden verilen birtakım alarm sinyalleri bizim lehimize olan canlılığın devamına yönelik çabalardan başkası değildir. Zira denge durumundan firar etmek isteyen, ya da hedefini şaşıran her türlü etken unsur, sinir sisteminin olaya el koyma diyebileceğimiz refleksine tabii tutularak vücut dengemiz sağlanmaya çalışılır da.  Tüm bu çabalar canlı olan her şeyin ölüm anına kadar entropisinin artmasının önüne geçilme adına yapılmaktadır. Yine de her şeyi sırf sinir sisteminin kontrol mekanizmalarının işleyişine bırakmamak gerekir, dışardan takviye edici önlemlere de başvurmak gerekir. Ancak şu da var ki dışarıdan takviye kuvvetlere başvuruyum derken sakın ola ki üşüdüğümüzde vücudumuzu aşırı ısıtmak,  ateşlendiğimizde ise tam aksine bir işlemle kaş yapıyım derken göz çıkarmak girişimlerine tevessül etmiş olmayalım.  
         Evet,  her ne kadar vücudumuzda mevcut kontrol mekanizmaların varlığından bihaber olsak da sonuçta vücudumuzun herhangi bir yerinde arıza nüksettiğinde en önemli kozlarımızdan ve denetçilerimizden oldukları gerçeğini değiştirmeyecektir. Nitekim kan şekerimiz düştüğünde adrenalin hormonu beyinde var olan uyarım kontrol merkezleriyle ilintili iç denetçi mekanizmalar durum vaziyetten haberdar edilir edilmez salgılanan adrenal hormonuyla birlikte bir yandan kandaki glikojen depoları serbest hale getirilirken diğer yandan da sinirlerinin uyarıcı etkisiyle açlık ve gıda arayışı duygularının devreye girmesi sağlanmış olur. Hakeza bir başka denetçi mekanizmalarında göz bebeğimiz içinde ki ışığa duyarlı retinalar aşırı ışık karşısında küçülerek duyarlılık gösterirken, bunun tam aksine ışık azaldığı zamanda büyüme yönünde duyarlılık göstermekte. Aslında her iki durumda duyarlılıktan maksat ışık miktarını retina tabakasında sabit tutmak için olup göz bebeğine gelen uyarıcı sinyaller sayesinde gerektiğinde göz bebeği daralır gerektiğinde ise genişleyerek görme sisteminin işleyişine katkı sunulmuş olunur.
      Velhasıl-ı kelam; günde ortalama 50-100 bin arasında sinir hücresi mevta olup üstüne üstük yerine yenisi gelmemekte, tamamı mevta olduğunda bizimde iletişim bağlarımız tamamen kopmuş olur.  Dahası ana rahmine düştüğümüz andan itibaren bedenimizin ömrü ile hemen hemen aynı yaşıt olan sinir sisteminin tüm iletişim ağlarıyla irtibatımızın kesilmesi de ancak ölümle nihayet bulmakta.
         Vesselam.
https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ikinci-kitabi-medine-den-buhara-ya-h22210.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty SES MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Salı Mart 07, 2023 8:35 pm

SES MUCİZESİ
         SELİM GÜRBÜZER

         İnsanoğlu daha dünyaya gelmeden önce anne karnında ilk beş ayında sesle tanışmaktadır. Fakat aldığı bu sesler doğduktan sonraki seslerden çok farklıdır. Çünkü embriyolojik gelişimin bu safhasında düşük frekansları süzen bir sıvının etki alanında bulunan cenin annesinin sesini yüksek frekansta almaktadır. Doğduktan sonra da bir yandan tedrici olarak düşük frekansları algılamaya başlarken diğer yandan da yüksek frekanslı sesleri elimine etmektedir. Derken insanoğlu dünyaya konuşabilecek donanıma sahip akordeon sistemiyle gönderilmektedir. Tabii, hayvanlarda dünyaya teşrif etmesine ediyorlar etmesine ama hiçbirisi konuşma kabiliyeti sergileyemiyorlar. Fakat insan öyle değil, daha doğar doğmaz ağlamaklı bir ses vererek dünyaya gelmekte. Dünyada altıncı ayına geldiğinde ise “baba” veya “anne” gibi kelimeleri dillendirmekte. Böylece kelimeler hız kazanıp ileriki yaşlarda konuşmanın yanı sıra kitap yazacak hale bile gelinebiliyor. Kelimenin tam anlamıyla konuşma Allah’ın kuluna has kıldığı büyük bir lütuftur.
        Thomas A. Edison 1877 yılında sesleri kayıt altına alan fonografi cihazını keşfetmekle kim bilir ne kadar mutlu olmuştur. Öyle ki keşfedilen fonografi zamanla gelişip gelinen nokta itibariyle bilgisayarların manyetik disklerine kayıt edilebilir hale gelmiş bile. İnsanoğlu sesleri kayıt etmenin sevincini yaşaya dursun, oysa kâinat kurulduğu günden beri canlı cansız her varlığın ses kaydı hiçbir şekilde duraksamaksızın her salise kaydedilmekte zaten.  Bu yüzden kâinat ritmi için çok yönlü bir senfoni orkestrası,  biyolojik hayat için ise sesin şekillendiği musiki alanları dersek yeridir. Hem nasıl öyle demeyelim ki,  düşünsenize en basitinden bir verici tarafından gönderilen elektro manyetik sinyaller iyonosferin en alt iki tabakasında (D ve E bölgeleri) telsiz uzun radyo dalga boyları şeklinde tekrar arza iletilerek bir radyo alıcısı tarafından sese dönüştürülebiliyor. Zira atmosferin elektromanyetik dalgaları yansıtacak donanımda iyonosfer, güneşin ultraviyole ışınlarının etkisiyle ayrılmış hava moleküllerinden meydana gelmiş bir tabaka olması hasebiyle bu tabakaya hem radyo dalgaları gönderilmekte hem de geri dönüşümü sağlanabilmekte. Nitekim uzun radyo dalgaları daha ilk tabakada yansıyıp geri dönmekte, orta dalga boylu olanlar E’de yansımakta, kısa dalgalı olanlar da E ve F’de çınlayarak sahne almaktadır. Ultra kısa dalgalar ise malum hiç yankılanmaz. Bu yüzden elektromanyetik yüklü iyonosfer tabakası,  radyo dalgalarının gök kubbemizde yankılanan minare hüviyeti olma dolayısıyla ona çok şükran borçluyuz. İnsanoğlu her ne kadar gökyüzünde pırıl pırıl yansıyan iyonosfer veya devasa aynalarını (katmanları) geç keşfetmiş olsa da aslında evrende var olan canlı cansız hemen her şeyin kendi ölçüsünce ses donanımına haizdirler.  Öyle ki kiminde bir tılsım, kiminde gürültü, kiminde konuşma, kiminde ise müzik şeklinde sahne almakta. Mesela bir çekirge iki kanadını birbirine çarpmakla havayı titreştirip eşini çağırabiliyor. Böylece bu titreşim sayesinde eşinden cevap bile alabilmektedir. Hakeza dişi kelebekte öyledir. Hatta dişi kelebek ne kadar uzakta olursa olsun saldığı koku sinyallerini erkek kelebek antenleri vasıtasıyla alıp karşılık verebilmekte. İşte karşılıklı telepati denilen olay budur.  
          Allah-ü Teâlâ Kur’an’da ilahi sözleşmenin gereği olarak emaneti cansız denen cemadata yüklemeyi teklif etmiş fakat bu emaneti yüklenmekten çekinip üstlenmemişlerdir, insan ise tereddütsüz kabul etmiştir. Malum olduğu üzere cemadat cansız maddeler anlamında dağ, taş, toprak vs.dir. Yine de bakmayın siz öyle cemadatın cansız ve sessiz duruşuna, bakın Kur’an-ı Muciz’ül Beyan asırlarca öncesinden hareketsiz ve sessiz sandığımız dağların hareketli ve sesli olduğunu bize nasıl haber veriyor: “Sen dağları görürde onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu herşeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır.” (Neml suresi ayet 88).  Yine Rabbül Âlemin bu hususta; “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada herşeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik” (Hicr suresi ayet19) diye beyan buyurmakta.  İşte ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan da anlaşılan o ki; cansız sandığımız cemadat hareket etmekte, bu yüzden Yüce Allah (c.c)   yarattığı kullarına yaratılış mucizelerine bakıp ilahi sözleşmenin gereği olarak tefekkür eylemeye davet ediyor.  Bu noktada bilim adamların bir kısmı mesela dünyanın oluşumu üzerine kafa yorduklarında bu durumu büyük patlama denen Big Bang hadisesiyle izah etmekteler. Yani Big-bang teorisiyle dünya kabuğunun başlangıçta yekpare, yani bitişik olduğunu, konveksiyon akımları ile arz kabuğunda kırılmalar ve çatlaklar oluşarak birbirinden sertçe koparılıp ayrıldığını belirtiyorlar. İşte bu nedenledir ki kırılma ve çatlamayı da bir ses olarak nitelendirebiliriz pekâlâ.  Böylece yapışık olan yeryüzü bu kırılma senfonisiyle kıtalar doğuruyor ve dünya haritamız son şeklini alıyor.  Hatta bu günde yeryüzünün oluşumuyla yapılan çalışmalardan elde edilen verilere bakıldığında çatlakların izlerini pekâlâ görmek mümkün. Kaldı ki Kur’an’da “O çatlayışlı arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” (Tarık, 12) ayetiyle dünya haritasının oluşumuna doğrudan bir işaret durum söz konusu da.
       Peki, sessiz durur zannettiğimiz dağlar için ne demeli? Hiç kuşkusuz sessiz zannettiğimiz dağlar her daim hareket halinde kolon görevi yaparak dünyamızın ritim dengesini ayakta tutmakta. Öyle ki Yüce Allah (c.c) bu hususta “Gökleri görebileceğiniz bir direk olmaksızın yükselten, sonra arşa istiva eden, güneşi ve ayı emrine boyun eğdiren Allah’tır; her biri belirlenmiş bir vakte kadar akıp gitmektedir. İşleri Allah düzenliyor; ayetleri de uzatan, onda sabit dağlar ve ırmaklar meydana getiren, orada meyvelerin her birinden çiter yaratan O’dur. Geceyi de gündüzün üzerine O bürüyüp örtüyor. Düşünen insanlar için şüphesiz bunlarda ibretler vardır” (Ra’d, 2-3) diye beyan buyurmak suretiyle tüm bu ritim dengesinin ilahi sözleşmeye uygun bir şekilde ezelden beri bir vakte kadar ayarlanmış olduğu bildirilmekte.  Madem öyle,  dünya gemisinde bizi denge içinde tutan Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Belli ki bu ritim dengesi ve uyumluluk sadece dağa, taşa özgü değil,  genele şamil olduğunu yine Yüce Allah’ın Kur’an’da “Yedi göğü birbiriyle tam bir uygunluk içinde yaratan O’dur. Rahmân’ın yatışında hiçbir uyumsuzluk göremezsin. Gözünü çevir de bir bak, bir bozukluk bulamadan bitkin olarak sana dönecektir” (Mülk, 3-4)  diye beyan buyurduğu şekliyle tecelli etmekte.  Nitekim kâinatta her ne yaratılmışsa hepsinin kendine özgü bir ritmi söz konusudur. Bazen bunun tecellisini akan bir ırmağın hışıltısında, bazen bir kuşun ötmesinde, bazense esen rüzgârın dalgalanma sesinde hissederiz. Derken bu görüp hissetmeler eşliğinde gönül dünyamız müzik sesiyle dile gelmiş olur. İşte bu nedenledir ki müzik için insan daha konuşmaya başlamadan tutku gönlünün dile getirilmiş enstrümanın adıdır diye tanımlarız. Zira tutkular sese dönüşürken sözcük ya da notayla biçimlenmekte. Şu da var ki tutku gönlümüzü dile getirmede gerek sözcükler gerekse notalarda yetmeyebilir,  bikere adı üzerinde tutku, sadece yaşayarak idrak edilebilecek bir duygu selidir bu.  Ama ses öyle değil, ses işitilir olduğundan icabında tıpkı bir ressamın renklerle oynadığı gibi oynanabiliyor.  Dahası ses için Kur’an tefsirlerinde çok yaygın olarak kullanılan “Vurunca ses veren kuru çamur” sırrınca somut her hangi bir şeyden yankılanma şeklinde yorumlanıp ifade edilirken müzik için ise daha çok gönlün dile gelmesi ya da işlenmiş soyut halidir şeklinde yorumlanıp ifade edilir. Kelimenin tam anlamıyla Kur’an’da geçen “salsal” ibarenin ses veren kuru çamur olduğu manasında bir çıkarımda hem fikir olunmuştur.  Bu yüzden Hz. Mevlana musiki ve semayı ilahi aşka giden yolda gaye değil bir araç ya da bir binek taşı olarak görmüştür. Ki; müziğin müritleri vecde getirdiği bilinen bir gerçekliktir. Mevlana’nın müritleri cezbeye gelip raks eylemeleri izleyenleri mest eylediği gibi hafızlarımızın Kur’an tilavetleri de dinleyenleri mest eylemekte.  Tüm bu anlatılanlardan öyle anlaşılıyor ki Mimar Sinan’ın elinde taş nasıl ki mana kazanmışsa camilerde hafızların, dergâhlarda ise sofilerin cezbe ve raksında (semazeninin de)  musiki anlam kazanmıştır. Hakeza cenk meydanlarında askerlerin gaza ruhunu iri ve diri tutup anlam kazanmakta. Bir taş düşünün ki Mimar Sinan’ın elinde cami kubbesinde yankılanacak bir şahesere dönüşebiliyor.  Şöyle ki; kubbeye yerleştirilen taşlar bir anda ses dalgalarını bir uçtan diğer uca taşıyacak tarzda donatılmış olup bu sayede kamet getiren bir müezzin, aşır okuyan bir imamın sesi hoş bir seda olarak kubbede yankı bulabiliyor.  Hem nasıl yankı bulmasın ki,  bizatihi Peygamberimiz (s.a.v)’in “Kur’an’ı güzel ses ve kaideye bağlı ahenkle okuyun” diye öğütlediği tecvit ve kıraat ilmi hem gönüllerde hem gök kubbede hoş bir seda olarak yankı bulmak için vardır. Hele bir sevda yürekli bir aşığın yüreğinde yankılanacak bir müzik türünü dinlediğinin düşünün, hiç kuşkusuz gönül ferman dinlemez misali inim inim inleyeceği muhakkak. İşte bu nedenledir ki gönül dağlayan müzik için sevda yüreklilerin gönül sesidir deriz hep. Hani kimi zaman iki de bir “Tatlı dil yılanı deliğinden çıkarır” atasözünü dillendiririz ya hep, aynen öylede sese aracılık yapan dil ve lisanda müzik gibi gönül dağlayıcı olarak ortaya çıkar. Peki,  dilimiz sadece ses çıkarmak için mi vardır,  elbette ki hayır. Yediğimiz gıdaların ekşi, tatlı, acı olup olmadığını ayırt etmek için de vardır. Nitekim dilimizin ön tarafı acıya, yan taraflar ekşiye, arka tarafı da tatlıya duyarlı olup görünürde ki dilimizin değişik bölgelere yerleştirilmiş damak tadını ayıracak reseptör (alıcı) hücrelerin varlığı söz konusudur.  Dil’in bir de görünmeyen sübjektif yönü vardır ki,  o da malum dil yarasıdır. Yani yılanı deliğinden çıkaran tatlı sözün tam aksine gönülleri kırma yarasıdır.  Madem öyle, bize düşen gönül yıkmak değil gönül yapmak olmalıdır.
      Birde meseleye biyolojik yönden baktığımızda konuşmayla doğrudan alakalı en gözde organımızın gırtlak olduğu görülür. Bu gerçeğe rağmen gırtlağımızın solunum yolu başlangıcında bulunması hasebiyle sanki bize çok ekstra özellikleri olmayan, sadece kıkırdak görünümünde basit bir organmış gözüyle bakarız. Oysaki basit sandığımız bu organımız son derece komplike bir organdır. Hiç kuşkusuz komplike organımızın işlevlik kazanması içinde havayı teneffüs etmesi de gerekir ki ses tellerinin titreşimi gerçekleşebilsin. Nitekim her nefes alıp vermemizde gırtlağımıza gelen havanın ses tellerini titreştirip sesli mesaja dönüştürmesi bu gözde organımızın bin bir türlü maharette bir organ olduğunun bariz göstergesidir zaten.  Belli ki ses tellerinin nefes yoluna konuşlandırılması bu maksatladır. İyi ki de ses telleri gırtlak borusunun tam başlangıcına konuşlandırılmış,  baksanıza bu sayede akciğerden atılan havanın gırtlakta ki telleri titreştirip ağızdan çıkacağı sırada konuşma diline dönüştürmekte. Derken solduğumuz havanın titreşim etkisiyle birlikte nefes borusundan her tonda ses melodileri gün yüzüne çıkabiliyor. Böylece dudak,  ağız boşluğu dil, diş, çene, boğaz, akciğer hatta ve hatta kulak hep birlikte bir arada ortak bir senfoni orkestrası oluşturmuş olurlar.  Hele bu komplike bütünlük bozulmaya bir görsün, mesela dişlerimiz dökük olsa her ağzımızdan çıkacak kelimelerin peltek haline dönüşmesi an meselesidir diyebiliriz.
        Peki ya işitme organımız? Malum olduğu üzere işitme organımız ses titreşiminin kulak tarafından duyum algılanmasıdır. Şöyle ki; saniyede 1-15 kez oluşan bir ses ritmini titreşir halde hissederiz. Şayet bu titreşim saniye de 16-65 arası gerçekleşirse müzik notalarına dönüşecek bir ses ritmi olarak hissederiz, yok eğer titreşimler 16 ila 40 bin arası bir seviyelerde seyrederse bu durumda sadece ses olarak işitiriz. Malumunuz kırk binden milyon rakamlara kadar ki titreşimleri ise ne hissedebiliriz ne de işitebiliriz, çünkü böylesi ölçüm donanımda bir organımız yoktur. Dahası bu tür seslerin varlığını ancak elektronik sinyal olarak algılarız. Üç milyon üzeri olanları da gözümüze yansıyan bir ışık olarak algılarken milyar rakamlardakini ise ışığın harareti şeklinde algılarız. Anlaşılan o ki frekans değerlerine bağlı olarak gelen sinyallerin bir kısmı kulağımıza bir ses, bir kısmı gözümüzün önünde canlanan bir ışık, bir kısmı ise hararet olarak yansımakta.  Bu arada sesin koptuğu alanda herhangi bir arıza nüksettiğinde dil tutukluğu denen pepelik baş gösterecektir. Hakeza boğazımız herhangi bir rahatsızlık nüksettiğinde ise sesimiz kısık çıkacaktır. Ses tellerimiz şayet gevşeyip 80 titreşim yaptığında ses ritmi kalınlaşırken, gerildiği anda ise 1000 titreşim yaparaktan ses ritmi incelmiş olacaktır. İşte frekansı küçük olan bas ve frekansı büyük olan tiz denilen akordeon düzeneği bu olsa gerektir. Zira etrafımızda on binlerce ses titreşimi varlığı söz konusudur, dolayısıyla insanda da bu düzeneğin olması gayet tabiidir. İnsanda tıpkı parmak izlerinde olduğu gibi ses tellerinin titreşim düzeneği de farklıdır. Yani iki ses hiçbir zaman birbirinin aynısı değildir.  Belli ki farklı tonda ses çıkışları insanların birbirlerini tanımasını kolay kılmak için dil kodlaması bu şekilde biçimlendirilmiştir. Kaldı ki ses farklılıkları suçluların yakalanmasında önemli bir delil teşkil etmekte de.
         Anlaşılan o ki soluduğumuz havayı oluşturan her molekül zerre ses tellerini titreştirdiğinde bazen konuşma, bazen müzik şeklinde kendini gösterebiliyor. Böylece her alıp verdiğimiz nefese hava cıva diyenler, sanırım soluduğumuz her nefesin sese dönüşürken havanın boş olmadığını anlayacaktır. Kaldı ki gökyüzünde moleküller rasgele konumlanmayıp tam aksine belli bir plan dâhilinde konumlanıp hareket etmekteler. Yapılan deneylerle ses dalgalarının yayılan dalgalar ve girişim yapan dalgalar denilen iki ana eksen üzerinde seyreden dalgalar olduğu belirlenmiştir. Hatta sesi yansıtan ikinci tabakanın hemen yakınımızda diyebileceğimiz birkaç kilometre yüksekte olduğu, üçüncü tabakanın uzun dalgalara asla geçit vermeyip orta boy diyebileceğimiz dalgalara ancak yarı geçirgenlik tanıdığı, kısa boydaki dalgalara muamelesi ise kontrole tabii tutmadan tamamen geçirdiği bilim adamlarımızın çalışmalarıyla aydınlığa kavuşturulmuştur. Dahası yapılan çalışmalarla nihayetinde iyonosferin tek başına bir anlam ifade etmediği, bünyesinde üç katmanla birlikte işlev gördüğü net bir şekilde ortaya konulmuştur. Kaldı ki gelinen noktada radyo dalgalarıyla yapılan analiz çalışmalarının neticesinde yıldızların yaşından tutunda, çapı dâhil birtakım nice bilmediğimiz bilgilere ulaşılması mümkün olabiliyor. Hatta bugün Sonografik alet sayesinde parmak izlerine benzer bir değişik ses spektrogram yöntemiyle ses izleri, ses baskıları ve ses birimleri belirlenebiliyor. Değim yerindeyse seslerini izini sürüp ses birimlerini ilk defa keşfeden Dr. Lawrence Kersta’dır. Şurası muhakkak Sonograf-Osilograf cihazlarını ilginç kılan ana etken unsur gelen ses dalgalarının şiddet, frekans ve yükseklik eğrilerini ölçüp, ekranda matematiksel görüntü almasıdır. Dolayısıyla günümüzde mahkeme kararları ile ses kayıtları dinlendiğinde analizi yapılan birtakım ölçümler suç delili olarak kabul görebiliyor.  Çünkü her tür insanın ses grafik eğrileri, ses izleri ve ses baskıları birebir aynı değildir.  Ancak bu iş için en az on kelimelik sözcük birimlerin tespit edilip söz konusu cihazlara yüklenmesi gerekir ki ses mukayeseleri yapılaraktan gerçek suçlu teşhis edilebilsin. Bu arada ses bantlarının işlevi ile ses spektrografisinin işlevini birbirine karıştırmamalı. Nitekim ses bandıyla sesin fonksiyonu değiştirilebiliyor, ama diğerinde bu pek mümkün gözükmüyor.  Bu yüzden ses bantları mahkemece suç delili olarak çoğu kez kabul görmemektedir. Ses aynı zamanda fıtridir. Zira Yüce Yaradan’ımız kadına ince erkeğe kalın olacak şekilde ses baskısı halk eylemiş. Hakeza hayvanlar içinde farklı ses baskıları ses dalgaları ses radarları tanzim edilmiştir.  Örnek mi? İşte yarasaların yüksek frekanslı radar cihazları vasıtasıyla yaydıkları ses dalgaları kabiliyetlerinden dolayı hem etrafındaki cisimlerin uzaklığını tespit edebiliyorlar, hem de harika uçuş örnekleri sergilemeleri bunun en bariz tipik örneğini teşkil eder. Nitekim yarasaların bu yaydıkları radara benzer ses dalgaları sayesinde karanlıkta kör uçuşları onlar için hiçte zor olmamaktadır. Belli ki uçakların uzaktan tanınması için icat edilen radarlar yarasalardan alınma bir sistemin ürünü olarak karşımıza çıkmaktadır. Hakeza çamurlu suda yaşayan bazı balık türlerinin etrafa saldıkları elektronik sinyallerde aynı işlevi görmektedir. Hatta sesi olmadığı zannettiğimiz birçok eşyanın da kendine özgü ses ritmi söz konusudur. Tabii bunun kriteri nedir derseniz, şimdilik eşyanın diliyle ilgili bir husus olduğunu söylemekle yetiniriz. Kaldı ki eşyanın diline vakıf olmak marifet ehlinin işi, zaten bu bizi aşan bir boyut dalgasıdır. Biz ancak görünür dünyada yansıyan her bir ses dalgasını şiddet, yükseklik, tını gibi fizyolojik özelliklerine bakarak ayırabiliyoruz sadece. Her şeyden öte ses âlemiyle birlikte kendi sesimizin bestekârlığına talip olduğumuzu ve ilahi bestenin de tercümanlığına adadığımızın farkına varırız. Baksanıza hayvanların bile kendine has bir takım ses melodileri varlığı söz konusudur. Mesela hayvanlar içerisinde en tanıdık ses “miyav ve mır-mır” sesidir ki; bu ses kediye özgü kılınmıştır. Öyle ki bu iki ses üst üste bulunup birincisi üstte, ikincisi ise alttan çıkmaktadır. Bilim adamlarını şaşkına döndüren bu ses tiplemesinin sırrı daha henüz aydınlanmamış olsa da belli ki kedi karnını doyurduktan sonra bir köşeye çekilip kendi hal lisanıyla mır-mır diyerek Allah’ı anmanın derdindedir. Dahası köpek zahiren sahibine bağlılığından dolayı bir an olsun Yaradan’ı unutmuş olabilir, ama kedi öyle değil, sahibi ister doyursun ister doyurmasın zahiren her halükarda bir an olsun gaflete dalmamakta. Zaten dinimizde köpek necis kabul edilmekle birlikte kedi, tavuk, inek gibi hayvanlar temiz hayvanlar olarak addedilmektedir. Böylece kedi sayesinde yegâna sadakat gösterilmesi gereken gerçek sahibimizin Allah olmalıdır mesajını almaktayız. Kuldan beklemekten ziyade Allah’tan beklemek en doğru yol olsa gerektir.  
        Cırcır böceklerini bilirsiniz. Özellikle yaz aylarında etraf karanlığı büründüğünde bağlarımız, bahçelerimiz cırcır ötüşleriyle şenlenir. Belli ki Yüce Allah (c.c) erkek cırcır böceklerinin kanatlarının alt kısmını keman gibi ses çıkartması için pürüzlü yaratmış, keman yayı görevi yapmak için de kanatlarının üstünü halk etmiştir. Bu yüzden onların ötüşlerine mest oluruz. Hatta onların ötüşleri hava tahminini kestirme de ve yürütmede bir işaret teşkil edebiliyor. Şayet cırcır böcekleri ötmüyorsa anlayın ki hava sıcaklığı 55 Fahrenhayt derecesinin altına düşmüş demektir.  Tüm bu örnekler bize şunu gösteriyor ki bülbüle kuşdiliyle sevgisini nasıl dile getireceğini, kurbağaların “vak, vak” sesleriyle baharı birlikte nasıl karşılayacaklarını, aslanın tıpkı bir savaş meydanında olduğu gibi zafer eşliğinde nasıl nara atıp kükreyeceğini, filin hortumuyla zurna sesini andırır bir şekilde nasıl homurdanacağını öğreten Yüce Allah (c.c) , aynı zamanda insanoğluna bu tip örneklere bakıp müziğe ait tüm enstrümanları keşfet dercesine ilham almamızı öğütlemiştir.  Her ne kadar bir kurbağanın “vak, vak” sesleri, bir kuzunun “me, me” diye melemesi, bir kuşun cıvıltı şeklinde “cık, cık” ötmesi ve yaz akşamlarında cırcır böceklerin kemanımsı sesler çıkarması sıradan bir ses gibi algılansa da aslında kendi aralarında iletişimi sağlayan son derece anlam yüklü sesler olduğunu anlıyoruz. Elbette ki bu hayvanların ağzından çıkan sesler kelime değil, adı üzerinde ses diyoruz. Kaldı ki kelime üretemeyen hayvanların hal lisanına vakıf Peygamberler ve Evliyaların var olduğu artık bir sır değil. Zira Hz. Süleyman(a.s) Sebe halkına dini tebliğ için yola koyulup Taif yakınlarında karınca vadisine vardıklarında bir anda önlerine rızık peşinde koşan karınca ordusuna denk gelmişlerdi. Orada Kraliçe karıncadan bir ses gelmişti. Bu sesleniş maiyetindeki karıncalara hitaben “Ey karıncalar! Yuvalarınıza dönün. Aksi takdirde Süleyman ve ordusu, farkına varmadan sizi çiğneyebilir” tarzında bir seslenişti.  Tabii bu durum karşısında Hz. Süleyman (a.s) kendine yakışır bir vaziyette Allaha yönelip; “Ey Rabbim! Bana, anne ve babama lütfettiğin bu kadar nimetlerine şükretmemi ve geri kalan ahır ömrümde Senin razı olacağın iyi işler yapmamı bana ilham et. Rahmetinle beni de cennetinde iyi kulların arasına dâhil eyle” diye münacatta bulundu. İşte Hz. Süleyman (a.s) ile kraliçe karınca arasındaki iletişimine odaklandığımızda gerçekten de görünürde ortada ne alıcı sinyaller vardı ne de verici sinyaller. Dolayısıyla burada kraliçe karıncanın emri altındaki karıncalara hitabını nasıl işittiği ya da o lisana nasıl vakıf olabildiğini insanoğlu ancak telsiz telefonları ve radarları keşfettikten sonra ancak bir nebze olsun bu mucizevî iletişimin ne manaya geldiğini fark edebilmiştir.
      Hem nasıl ki; beşeri münasebetlerde mukavele ne ise, Yaradan ile yaratılan arasında sözleşme de o dur. Ve bu sözleşme vardır ve haktır. Rabbül Âlemin ezeli ilmi ve takdiriyle insanı ruhlar âleminden âlemi bekaya (sonsuz âleme)  doğru bir süreci işletecek bir şekilde yaratmış olması hasebiyle Dünya’yı da ezel ve ebed arasında köprü kılmıştır.  Derken Dünya yaratılışından bu güne dönmeye devam ettiği gibi bu arada devran da dönmekte. İşte tüm deveranların seyri içerisinde dünyaya gelen canlardan Rabbimiz sözleşmenin gereğini yapanlara; “Melekler, canlarını hoşluk ve rahatlık içinde alırlar. Selam size, yaptıklarınıza karşılık girin cennete derler” (Nahl, 32) beyanıyla can yüreklere su serpilmiş olunur da. Bu demektir ki; birinci sözleşmemiz Bezm-i elest’e Allah’ın kıyamete kadar gelecek ruhlara hitaben;
    -Ben sizin Rabbiniz değil miyim?
     İşte bu İlahi hitabı karşısında ruhların cevaben;  
    -Evet, Rabbimizsin demesiyle gerçekleşmiştir. Ruhlar ne zaman ki toprakla buluştu, işte o günden bugüne Hz. Mevlana’nın “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözünü hep söylenip dururuz da. Tabii söylenmek iyi hoşta, ancak cansız sandığımız toprak nasıl olurda ruhla birlikte canlılık kazanıp Allah Teâlâ’nın fermanına muhatap kıvamına geliyor tarzındaki soruların üzerinde her nedense pek kafa yormuyoruz.  Kaf yormasak da şu bir gerçek kulun Rabbi ile ezelde yaptığı birinci sözleşme şifre niteliğinde mucizevî bir olaydır. Nitekim Mevla’mız, ana rahminde dokuz aylık embriyonik safhalarla kulunu kendisini tanıyacak şekilde yaratıp donataraktan adeta bunları sana lutfettim o halde gereğini yap beyanıyla ikinci akitleşmemiz gerçekleşmiştir.  İşte insan embriyosunun geçirdiği safhalarının varlığını ortaya koyan şu ayette Yüce Yaradan bakın ne buyuruyor: “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allah’tır” (Zümer,  6).  
         İşte ayet-i kerimelerin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere sessiz sandığımız her bir embriyonik safhaların halkasını bizatihi insanın kendisine yaratılış mucizesini hatırlatacak donanımda olduğunu dikkatimizi çekmektedir. Hakeza DNA üzerine yüklenilmiş öyle bir takım genler vardır ki hem bilgi içerikli değiller hem de kendisinden her hangi bir ürün elde edilememekte, bu nedenledir ki bu tip genlere Genetik bilim dalında Sessiz genler olarak isimlendirilir. Öyle de genler vardır ki Kur’an’da beyan buyrulan  “…Şüphesiz, Biz onları yapışkan bir çamurdan yarattık” (Saffat, 11), “(Allah), insanı ateşte pişmiş kuru (olan) ses veren çamurdan yarattı” (Rahman, 14) ayetlerde geçen çamurun niteliklerinin DNA molekülüyle uyumluluk arz etmesi hasebiyle bunlarda Sesli genler olarak isimlendirilir. Ki, ses veren genler sessiz genlerin tam aksine hem bilgi içerikli hem de ürün oluşturabilen genlerdir.  Dolayısıyla bir kısım bilim adamlarının ayette geçen “…insanı ateşte pişmiş kuru (olan) ses veren çamurdan yarattı” ifadesini sesli genler olarak yorumlamaları son derece akla yatkın mantıki yorumlamadır diyebiliriz. Kelimenin tam anlamıyla çamurla özdeş olabileceği düşünülen DNA’nın ses veren kısmından yaratılış mucizemizin vuku bulduğu anlaşılmaktadır.
         Vesselam.


https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/selim-gurbuzer-in-ikinci-kitabi-medine-den-buhara-ya-h22210.html

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty LENF SİSTEMİ MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Perş. Mart 09, 2023 7:53 pm

LENF SİSTEMİ MUCİZESİ
         SELİM GÜRBÜZER

        Vücudumuz sadece kan dolaşım ağından ibaret değil elbet. Bundan başka lenfoid doku şebekesinin kanallarından akan lenf sıvısı ağının varlığı da söz konusudur. Bu şebeke aynı zamanda akkan sistemi ya da lenfo retiküler sistem olarak da ifade edilir. Belli ki tıpkı kan dolaşımı gibi lenf sistemi de yaratılış gayesine uygun yaratılmıştır. Zira bu sistem başta savunma olmak üzere birçok fonksiyonları icra etmektedir. Malumunuz savunma sisteminin temelleri kemik iliği üzerine kuruludur.  İşte bu temel üzerine yüz binlerce lenfosit lenf düğümleri içerisinde neşvünema bulup esrarlı bir faaliyet içerisinde seferber olmuş durumdalardır. Böylece lenf düğümleri apayrı bir dünya olarak adından söz ettirirler. Öyle ki bir yandan kemik iliğinde, “Stem cell” denilen hücrelerce 10 ayrı hücrenin dört aşamalı iri büyüklükte lenfositler imal edilirken, diğer yandansa lenf düğümleri boş durmayıp onlar da lenfosit üretimine hız verirler. Öyle ki;  bunların her birinin hayat hikâyesini göz gezdirdiğimizde birbirinden ilginç anekdotlarla karşılaşırız. Öncelikle kemik iliğinden çıkan lenfositler timus salgı bezine konuk olurlar. Tabii burada da durucu değildirler, ta ki vücudun savunma mekanizmasıyla ilgili yaklaşık 30.000 şifreyi öğrenip eğitimini tamamlayana kadar beklemede kalırlar. Mezuniyetlerinin akabinde adeta tüm azaları kontrol muhafızı olarak lenf kanalların kesiştiği noktaların lenf guddelerinde  (lenf düğümlerinde) olası tehlikelere karşı hazır kıta halinde görev alırlar. Değim yerindeyse lenf düğümleri bir askeri karargâhsa, lenfosit ve monositte bu karargâhın içerisine (akkan sıvısı içerisine) sızacak olan yabancı unsurlara karşı mevzilenmiş mücadeleci savunma zırhımızdır.
          Öykümüz burada bitmiyor tabii, devamı var. Bir kere öykümüzün başkahramanı lenfositlerin kaynağına indiğimizde kemik iliğince imal edilen mezonşim hücreleriyle karşılaşıp tanışınca ister istemez kemik iliğine öylesine sıradan konuşlanmış bir hücre olmadığının idrakiyle birçok marifetlerine şahit oluruz. Ve bu hücreler hem savunma, hem korunma hücreleri (mastosit, plazmosit) hem de kan hücreleri oluşturmanın yanı sıra vücudumuzun savunmasına yönelik lenfosit imal etmek için konuşlanmışlardır. Keza lenf düğümleri de bu sürece hız katıp savunma hattı oluşturmak için vardır. Şayet savunma hattında herhangi bir zafiyet oluştuğunda bu durumda lenfositler derhal devreye girip böylece yabancı unsurlar imha edilinceye kadar bu mücadele tüm hızıyla devam eder de.  Bu arada savaş meydanında imha edilen düşman cesetler ulu orta terk edilmeyip,  derhal karaciğere taşınırlar. İşte bu noktada karaciğer kimya fabrikamız bir yandan gerekli olan faydalı maddeleri doku veya organlara gönderirken, diğer yandan da zararlı olanları safra veya böbrekler aracılığıyla tahliye işlemlerini gerçekleştirir.  Anlaşılan vücudumuzda kurulu bu otomatik düzen kendi inisiyatifimize bırakılmamış gözüküyor. Şayet vücut düzenimiz başıboş kendi kendine akışına bırakılmış olsaydı her an vücut şehrimiz yerle yeksan olurdu. Zira vücut nizamını hal yolun koymak her baba yiğidin harcı değil, bilakis vücut dinamizmini ayakta tutan vücut neferlerinin harcıdır elbet. Nitekim lenfositler bu noktada vücutta daha yeni oluşmaya başlayan kanser hücrelerini bile imha edecek güçtedirler.
           İşte yukarda izah etmeye çalıştığımız lenfositlerin bu savaşçı yapısından hareketle bilim adamları kanserle mücadele metotlarından immunoterapi yöntemini uygulayaraktan amansız hastalığın pençesine düşmüş hastaları kurtarmak için seferber olmuşlardır.  Böylece hastaya enjekte edilen yüksek dozda tesirsiz hale getirilmiş verem mikrobu verilerek lenfositlerin kanser hücresinin çevresinde yığınak yapması hedeflenir. Derken kanserin abluka ettiği eski lenfositlere yardımcı takviye kuvvet sağlanmış olur. Hatta bu yöntemle birçok hastanın iyileştiği gözlemlenmiştir.  Bu yüzden kanser hücresini vücudun bizatihi kendisine mağlup ettirme işlemine immunterapi diye tarif edilir. Şurası muhakkak vücutta ne kadar hücre varsa bütün hücrelerin hepsi lenfositlerin serbestçe dolaştığı beyaz kan hücreleriyle çevrilidir. Mesela bazı ufak tefek sıyrıklar sonucu derimizden çıkan beyazımsı renkte gördüğümüz sıvı aslında söz konusu akkan sisteminden müteşekkil bir tür sıvı kan şebeke ağıdır. Bu ak kan şebeke ağı sayesinde vücudumuz her türlü tehlikelere karşı korunmuş olur. Hatta yukarıda da belirttiğimiz üzere savunma sistemimizi oluşturan lenfositler gerektiğinde karaciğerden destek alabiliyor.  Öyle ki bu iş için B-lenfositleri elçilik görevi yaparaktan karaciğerden yeni savunma silahları temin edip lenfosite teslim ederler. İşte bu noktada T- lenfositleri için savaşçı hücreler olarak, B-lenfositleri ise zehir taşıyıcı lojistik hücreler olarak mevzi olmuş olurlar. Hele bilhassa T-lenfositler kanser hücreleriyle olan mücadelesinde adından söz ettirir de. Ancak şu da var ki kanser hücreleri çoğaldıkça bu hücrelerin saldığı anti lenfositler denen toksinler lenfositleri etkisiz hale getirebiliyor. Yine de T-lenfositleri bu mücadelede erken havlu atmak istemezler, derhal vücudun immun sistemini harekete geçirip yeni toksinler sipariş ederler. Derken kanserin yayılmasını ya sınırlandırıp lokalize ederler, ya da tamamen durdururlar. Değim yerindeyse kanser hücreleri ile lenfositler arasında kıyasıya toksin savaşları cereyan eder. Zaten vücudun neresinde bir alarm varsa anlayın ki lenfosit askerleri oraya yığınak yapıp savunma hattı oluşturacak demektir. Öyle ya mademki mikropların konuşlandıkları bölgeler bilhassa bademcik ve apandis bölgeleri olmakta, o halde lenfositlerin de her an tetikte bulunması gereken yığınak noktaları buralar olması icap eder. Zira buralar kırmızı alarm bölgeleridir. Şayet bu giriş çıkış kapıları kontrol edilmezse her an mikroplara yenik düşüp bir takım hastalıkların pençesine düşmek an meselesidir diyebiliriz. Lenfositlerin yetersiz kaldığı durumlarda var elbet. Mesela verem mikrobu akciğere yerleştiğinde özel bir salgı sayesinde hemen önlemini alıp kendince zırh oluşturabiliyor. Olsun yine de lenfositler etrafında zırh oluşturmuş düşmanına karşı inatla zehrini salgılamaktan geri durmamakta.  Ta ki tüm çabalar sonuçsuz kalır işte o zaman mikrobun oluşturduğu kapsülü (zırhı) bertaraf edememe durumu karşısında pes etmiş olur. Bu noktada ister istemez karaciğer durumdan haberdar edilerek alarm verilir. Alarm işe yarar da. Nitekim karaciğerin talimatı doğrultusunda kemik iliğince lökositlerin yapısına benzer yapıda langanhans denilen özel bir hücre imal edilir. Bu hücre verem mikrobundan çapça büyük olup sadece yutucu özelliği ile dikkat çekip yutar da. Fakat yutulan mikrop hazmedilemediği için bu sefer vücut tarafında kalsiyum tabakası veya kireçleşmiş noktalar oluşturularak mikrobun dışarı sızma ihtimaline binaen tedbir alınıp,  mikrop orada ölüme terk edilir. Böylece akciğer filmlerinde o gördüğümüz beyaz noktaların her birisi aslında verem mikrobunun ölüme terk edildiği ölü artıklarından başkası değildir.  Hakeza yine yapılan araştırmalar da kuduz vakalarının %80’ininin lenfositlerce inhibe edildiğini göstermektedir. Ne zaman ki kuduz mikrobu lenfosite görünmeden bir sinir sisteminin kılıfı içerisine girmeyi başarır, işte o zaman ancak kuduz hastalığının nüksetmesi an meseledir diyebiliriz. Hâsılı genel itibariyle lenfositlerin hakkında gelemeyeceği mikrop yoktur diyebiliriz.
Bu arada Ana lenf sistemini  kategorize edecek olursak:
-Lenfatik sistem ve seröz boşluklar,
-Beyin ve omuriliği çevreleyen üç zar sistemi denen Meninksler,  
-İç kulak kavitesi (boşluğu),
     -Göz çevresindeki tenon kavitesi diye ana başlıklar altında toplanıp, bunlar aynı zamanda vücutta en fazla sıvı toplanan kısımlar olduğunu görürüz. Mesela bunlardan beyin ventrikülleri ve medulla spinalisin kanal bağlantıları bir bütün halinde ana lenf sistemini oluşturan önemli bir etken unsurlar olduğu görülür.  Bunlar olmasalar lenf yoluyla dokulara taşınan lenf sıvı miktarının azalması durumlarında ister istemez kan ve lenf ihtiyacı karşılanamayacaktır. Dolayısıyla otonom sinir sistemine her halükarda ihtiyaç vardır. Nitekim lenf sistemi çalışmasını otonom sinir sistemince yürütülmekte olup sempatik ve parasempatik sistem olarak iki kanaldan çalışmasını devam ettirir. Bilindiği üzere sempatik sistem; lenf ve kalp miyokardın çalışmasını sağladığı gibi gerektiğinde atım sayısını da hızlandırır. Parasempatik sistem ise tam aksine yavaşlatır.
        Demek oluyor ki otonom sinir sistemi kendisine bağlı gerek sempatik gerekse parasempatik alt sistemler eşliğinde kalp ve lenf düğümlerinin atım hacmi, atım gücü, atım sayısı bakımdan olması gereken düşük veya yüksek seviyelerde ki ritim sayılarının çalışmasında devreye girebiliyor.
         Lenf sistemi genel itibariyle:
         -Lenf damarları,
         -Lenf organlarından meydana gelmektedir.
                                                 Lenf damarları
         Lenf damarları kan ünitemiz olan kılcal damarlardan daha geniş çapta olup ince duvarlı tubular yapıdadırlar. Yani bunlar kan kapillerinden daha düzgün olup silindiriktirler. Fakat kan ünitemiz bazen dar, bazen genişlemiş bir şekilde,  bazense serbestçe kasılıp gevşeyebilen yapıda düzensiz dağılım gösterirler.
        Bilindiği üzere Venajugularis içindeki sıvı lenf olarak bilinir. Sıvının geçtiği en küçük lenf damarları ise lenf kapilleridir. Lenf kapilleri aynı zamanda kör uçlu tüp şeklinde olup kan kapillerinin birleştiği deri yüzeyine yakın yerlerde bulunurlar. Lenf kapillerin (küçük lenf damarları) birleşmesinden ise büyük lenf damarları meydana gelir. Lenf damarları üzerinde hem lenf bezi denilen karakol kuvvet kaleleri hem de karşılıklı çifter halde lenf kapakları vardır. Bu kapaklar lenf sıvısının geri tepmesinin önün geçip ters yöne akışını alıkoymaya yarar. Yani bu kapaklar lenf sıvısının belirli bir yöne doğru akmasını sağlar. Böylece lenf duvarların tek sıralı olması hasebiyle sıvı akışkanlığı çok rahatlıkla yürütülmüş olur. Ayrıca lenfin vücuda yayıldığı alanlara baktığımızda ise iki ana damar bulunup bunlar:
      -Ductus lenfaticus
      - Ductus thoracicus olarak dikkat çeker.
         Ductus lenfaticus vücudun sağ üst kısmın lenfini taşırken, ductus thorasicus ise sindirim sistemi dâhil arta kalan tüm lenfi kalpte toplar. Her ikisi de ortak bir venle birleştikten sonra kalbin sağ kulakcığına girer. Birleştiği noktada da malum kapakçıklar bulunur. Ancak istisnada olsa bazı insanlarda doğuştan ya da bir takım nedenlerden dolayı bu kapakçıklar olmadığından ömürleri ancak 20 sene sürebiliyor. Dolayısıyla bu kişilerde erken kalp yetmezliği ve koroner damar tıkanıklıkları görülebiliyor. Belli kii dokulardan lenf sistemine lenfin geçişi özel bir kan damar uzantısıyla gerçekleşmekte olup doku sıvısı tüp şeklinde ki lenf damarın endotel hücreleri arasındaki dar aralıklardan geçerek lenfatik lümene ulaşmakta. Şu da var ki bazı iltihabı hallerde lenfatiklerin lenfe geçişi hızlanıp, böylece sistemin geçirgenliği daha da artmış olur. Hatta şu da var ki kılcal kapiller içerisindeki kan ve dokular arası sıvı akışında mütemadiyen oksijen ve su akışının yanı sıra besin alışverişi denen bir taşınma sisteminin varlığı da söz konusudur. Böylece bu sayede tüm değişim ve dönüşüm işlemlerin ardından bırakılan metabolik yıkım ürünler kılcal damar ve venüllerin (toplardamarcıkların) tıkamasına yol açmadan  (konfikasyon yapmadan) atriuma aktarılmış olur.  Derken kan damarlarının hemen yanında bulunan lenf sistemi doku sıvısını (lenfi) karmaşık bir yolla genel dolaşımına katkıda bulunmuş olunur da.        
                                                       Lenf organları
     Lenf organları halka biçiminde lenf damarları boyunca yayılım gösterip kontrol ettiği bölgelerde su toplanmasını önlediği gibi aynı zamanda kandan dokulara sızan fazla su birikimini lenf damarlarına aktarıp motopomp görevinde de bulunurlar.  Böylece bu sayede vücutta aşırı birikmiş sıvı (kan suyu), bu doğrultuda özel kolloidal solüsyonlarca eritilip lenf yoluyla taşınması sağlanmış olur.  Susuzluk halinde ise ilk zarar görecek bölgeler yine buralardır.          
       Lenfoid dokunun en yoğun olduğu bölgeler lenf düğümleri olmakla beraber ana lenf sistemini;
       -Solunum yolları,
       -Kemik iliği,
       -Sindirim kanalı ve genital organlar üzerinde yer alan özel lenf düğümleri,
        -Bademcikler, dalak ve timus bezi gibi merkezler oluşturur.
        İşte sıraladığımız bu merkezi üsler belli noktalarda konumlanmış bağışıklık sisteminin kaleleri sayıldıklarından düşman kuvvetleri buralara sindirim kanalı yoluyla sızsalar da kendilerine karşı ilk direnişi sindirim boyunca surlarla çevrili lenf dokuları gösterecektir. Şayet düşman kuvvetleri sindirim yoluyla değil de boğaz ve üst solunum yoluyla buralara sızdıklarında hiç kuşkusuz bu sefer karşılarında bademcik ve adenoidler dimdik bir şekilde kale olacaklardır. Keza kan dolaşımı yoluyla sızdıklarında ise dalak ve kemik iliği dokularını karşılarında bulacaklardır. Hem nasıl karşılarında bulmasınlar ki, bikere gerek timüs, gerek karaciğer, gerek dalak, gerek apandisit, gerek kemik iliği gerekse bu misyon doğrultusunda yüklenmiş organlar lenfatik sistemin birer parçaları olup bunlar kelimenin tam anlamıyla vücudun enfeksiyonla mücadelesinde en önemli yardımcı kuvvetlerimiz olarak nefer olurlar. Dolayısıyla lenfoid dokunun ileri karakolu hükmündeki lenf düğümlerini okuyucu nezdinde daha iyi anlaşılsın diye bu son derece öneme haiz konumlarını kale surlarına benzetmeği yeğledik. Aslında bu düğümler sur görünümünden ziyade yuvarlak böbrek biçimi şeklinde olup tıpkı kan damar ağı gibi bunlarda akkan sisteminin birer nefer üniteleri olarak işlev görüp dokuların içlerine kadar konumlanırlar. Genel itibariyle lenf düğümleri kasık, koltuk altı, dirsek ve boyunda bulunup, devamındaki lenfoid doku kalbin sırt kısmında yer alan ductus thoracicus denen bir kordonla son bulur. Söz konusu kordon tıpkı kalpte olduğu gibi kasılmalar sergilemekteler. Bu yüzden bunlara ikinci kalp de denmekte. Nitekim bu tip kasılıp gevşemeler sonucu ductusta toplanan vücut sıvısı üst ana toplardamarlarda kırmızı kana karışıp böylece her daim faal durumda lenfoid dokuya bağlı çalışan tüm unsurlar bir ömür boyunca reaksiyon merkezi işlevi görüp yabancı unsurların korkulu rüyası olurlar. Hiç kuşkusuz ömür boyu sürecek olan bu savaş daha çok bakteri, virüs, toksinler ve vücuda zarar veren diğer unsurlar için yapılacak bir savaştır bu. Ancak yine de bu kıyasıya savaş yaşlı insanlarda faal olan lenf düğümlerin azalmasıyla birlikte mukavemet gücünü yitirebiliyor.  Öyle ki insanoğlu yaşlandıkça mukavemet üsleri yavaş yavaş lenfositlerin tükenmeye yüz tutmasıyla birlikte patolojik durum ortaya nüksedebildiği gibi lenf düğümlerinin normal şeklinin bozulmasıyla birlikte bir takım kan hastalıkları ortaya çıkabiliyor. Gençlerde ise lenfatik organlar ve damarlar zarar görse de bir şekilde regenerasyonla (yenilenme) bir takım arızi bozukluklar giderilebiliyor. Ancak bazı patolojik arızi durumlar vardır ki mesela tüberküloz bir hastada yenilenme hiç olmayabiliyor.  Bu arada unutmayalım ki dokularda yer alan sıvılar lenf kanallarıyla kana dâhil olmadan önce lenf düğümlerince muayeneden geçtikten sonra alınmaktalar. Derken lenfositlerin dolaşıma girişi lenf sıvısının akışıyla gerçekleşir. Fakat şu da bir gerçek 24 saat içerisinde kana giren lenfosit sayısının çokta fazla olmadığı anlaşılmaktadır. Çünkü lenfositler sadece bir bölgede değil neredeyse vücudun tamamını dolaşmakta. Hayat süreleri ise 100–300 günü bulup, pekte uzun ömürlü sayılmazlar. Neyse ki sınırlı bir ömür içerisinde önemli işlere imza atmaktan geri durmuyorlar. Zira bir mikrobun saldırısı karşısında derhal mevzii alıp,  karşısında ki düşman kuvvetin cinsine göre kâh savunmaya yönelik savaş yapabildikleri gibi kâh da mikroba kement atıp hareket kabiliyetini azaltabiliyorlar. Hatta bakterilerin saldığı toksinlere karşı hem zehir etkisi madde üretebiliyorlar, hem de mikrobun saldığı antijen ve yabancı proteinlere karşı özel protein hükmünde antikor imal edip dişe diş mücadelelerini devam ettirebiliyorlar.
        Bu arada unutmayalım ki tüm savunma mekanizmalarının yanı sıra doğal bağışıklık denen bir gerçeklikte söz konusu olup bilhassa çocuk yaşta antijenlere karşı antikorlar kendiliğinden oluşabiliyor.  Derken bu çağlarda vücut “doğal bağışıklık” kazanma kabiliyeti kazanmış olur. Ancak bazı durumlarda vardır ki bağışıklık kazanımı antijenin vücuda girişinden sonra gerçekleşir ki artık bu noktadan sonra doğal bağışıklıktan söz etmek yerine sadece “sonradan kazanılmış bağışıklık” denen hadiseden söz etmiş oluruz. Yani vücudun her türlü organizma ve toksinlere karşı direnç göstermesi Tıpta immünite (bağışıklık) diye karşılık bulur. Nitekim buna mikropların akyuvarlarca fagosite edilmesi,  sindirim yoluyla yutulan zararlı maddelerin mide asitleri ve sindirim enzimlerince bertaraf edilmesi, kan içerisine sızmış ajanların lizozim enzimlerince ekarte edilmesini örnek verebiliriz. Derken immunite sayesinde sığır vebası, domuz kolerası gibi hastalıklardan korunmuş oluruz. Ancak sonradan kazanılmış bağışıklığımız sekteye uğradığında bu kez ortada bir alerjik durumun varlığından söz edeceğiz demektir. İlginçtir hayvanlarda da insanlarda görülebilen kabakulak ve kızamık gibi hastalıklar görülmediği gibi bu tür hastalıklara geçit verilmez de.
          Genellikle antikoru tanımlarken hücrenin yabancı addettiği hemen her şeye karşı cevap niteliğinde karşıt reaksiyon oluşturma hadisesi olarak tarif ederiz hep. Bu tariften de anlaşıldığı üzere vücuda giren yabancı maddenin cinsi ne olursa olsun bir şekilde vücudun kendine ait savunma mekanizmasıyla bertaraf edilebiliyor. Ancak bununda bir sınırı var elbet, O sınır aşıldığında dayanma gücü kifayet etmeyebiliyor.  Yine de burada önemli olan düşman kuvvetlerinin vücuda yeniden girdiklerinde yine eskisi gibi aynı tempoda ve aynı karşı koyma gücünü ortaya koyup devamlılığını sürdürebilmesidir. Dahası elden ayaktan düşüldüğü noktada vücudun yeniden karşı koyabilecek mekanizmayı devreye sokması çok mühimdir, ama nasıl? Şöyle ki; bu durumda lenf sistemi devreye girip, bu sistemin yapacaklarına ve yaptıklarına baktığımızda bir kez daha önemi ortaya çıkmış olur. Öyle ki bu sistemin yaptığı ilk iş yabancı unsurların kimliklerini tespit edip ürettiği özel timleri (antikorlar) devreye sokmasıdır. Böylece aynı tip düşman kuvvetleri müteaddit defalar vücuda girse de önceden antikorlarca fişlendiğinden artık vücutta istediği gibi cirit atamayıp imha edilmeleri çok daha kolay olacaktır.
        Bilindiği üzere antikorlar protektif sistemin  (koruyucu sistemin) plazma hücreleri tarafından imal edilen kendine özgü özel proteinlerdir. Plazmositlerin öncül anası ise plazmoblastlar olup bu noktada lenfositler kendi kendine antikor üretmezler. Üretebilmeleri için kırmızı pulpadan gelen plazmoblastların mutlaka antikor üreten beyaz hücrelere terfi edip plazma hücrelerine dönüşmeleri gerekir. Oldu ya antikor için özel mRNA imal etmeye yarayan bir gen, plazmoblastların DNA’sında yoktur, bu durumda ister istemez buna uygun genler uyandırılmaya çalışılıp yeniden düzenleme yapılır.  Şayet bu da mümkün olmazsa antijen karşıtı antikor üretilemeyecek demektir.      
        Peki, vücut kendi kendini koruma adına yabancı maddelere acımasız davranırken, kendi dokusuna karşı veya kendi kendine ters tepki vermesine ne demeli? Bir şey dememek gerekir, çünkü bu istisnai bir durumdur. Dolayısıyla istisnai durumu göz ardı ettiğimizde genelde esas itibariyle bağışıklık sisteminin kendi dokularına gösterdiği bu müsamaha her daim immünolojik tolerans olarak anlam kazanır. Öyle ki daha canlı oluşumunun ilk embriyo safhasında bile yabancı protein verilse bile antikor yapımı gerçekleşmediği gözlemlenmiştir. Belli ki yolun başlangıcında sistem onu tanıdık kabul edip kendi özel proteiniymiş gibi algılamakta. İşte ister yolun başlangıcında isterse yolun sonunda olsun hiç fark etmez sonuçta bu durum vücudun kendine özgü immünolojik toleransın varlığını ortaya koyar. Zaten immünolojik toleransın olmadığı ortamlarda hastaların (otoimmun hastalıkları) tedavileri oldukça zaman almaktadır.  Zira antikordan mahrumiyet zaafiyet doğurmaktadır.
         Velhasıl-ı kelam vücut şehrimiz başıboş değil, belli bir plan dâhilinde kendini otomatik bir şekilde koruyacak donanıma sahiptir. Bu yüzden bizi koruyan Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
         Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty BİYOLOJİK ECZACILARIMIZ

Mesaj tarafından Selim Cuma Mart 10, 2023 8:28 pm

   BİYOLOJİK ECZACILARIMIZ  
            SELİM GÜRBÜZER

           Sindirim sistemi ağızla başlayıp mide ve bağırsakta son bulan bir sistemdir. Şöyle ki; besinler ağızdan başlamak üzere etten bir boru içerisinde mekanik ve kimyasal değişikliğe uğrayıp takriben 9 metrelik bir güzergâh boyunca yolculuğunu devam ettirir. Derken insan bağırsağında emilen moleküller çeşitli iletim araçları vasıtasıyla görev alanlarına göç etmiş olurlar. Tabii bu sıradan göç değil, öyle ki öncesinde pinositoz yoluyla parçalanan moleküller protein ve amino asit gibi yapı taşı halinde membrana sarılı olarak kılcal damarlara taşınırlar, sonrasında da malum gittiği yerlerde ecza işlemine tabii tutulurlar. Hiç kuşkusuz bu gidilen yerlerde en önemli ecza işlemcimiz vücudumuzun kimya fabrikası diye bilinen karaciğerden başkası değildir elbet.  Karaciğer eczacısına konuk olan moleküller en ince ayrıntısına kadar adeta ince elenip sık dokunaraktan hem yakım işlemleri gerçekleşir hem de yıkım enkazı diyebileceğimiz safranın bağırsağa atılım işlemleri gerçekleşir.
         Peki, sindirim organları dünyasında durum vaziyet bu iken hücre âlemi içerisinde sindirim işlemleri nasıl bir yapı üzerine kuruludur?  Hiç kuşkusuz bu âlemin içinde de tıpkı organeller arasında gerçekleşen bir benzer yapının aynısı söz konusudur. Zira endoplazmik retikulum tarafından imal edilip sitoplâzmaya sindirilmesine yönelik içerisi besinle dolu hazır paketlenmiş halde gelen besin kofulu türünden konuklar lizozomlarca karşılanırlar.  Gelen konuk paketler cinsine göre değişiklik gösterip, şayet besin kofulu fagositoz sonucu oluşmuşsa fagositositik vezikül olarak muamele görür,  pinositoz sonucu meydana gelmişse pinositoz kesecikler olarak muamele görür. Böylece bu isimlerle faaliyetlerini yürütürler. Değim yerindeyse her iki vezikülde hücrenin bir nevi midesi ve bağırsağı hükmünde bir kimlikle faaliyette bulunurlar. İşte bu noktada lizozomlara sadece veziküllere dokunmak düşer, böylece bir dokunuşla membran delinip kendilerine gösterilen muameleden maksat hâsıl olur da.  Hatta bu arada lizozom bünyesinde yer alan enzimlerce vezikül maddeleri parçalanıp ayrıştırma işlemleri de ihmal edilmez. Nitekim tüm yapılan işlemlerin ardından sitoplâzmaya geçmesi uygun görülenler sindirim ürünleri olarak geçirilir, uygun olmayanlar ise hücrenin uygun olan kısmından vezikül halde dışarı atılmış olunur. Ve tahliyesi gerçekleşen bu ürünlere boşaltım kofulu denmektedir. Görüldüğü üzere canlının en küçük birimi olan hücre âleminde üç hareket birden gerçekleşmekte olup bu hareketler üç aşamalı diyebileceğimiz sindirme, rezorbe (emilme) ve boşaltım şeklinde tezahür etmektedir. Ve bu üç sacayağı üzerine kurulu vezikül paketleme sistemi adeta sindirim bezlerinin adeta bir kopyası şeklinde eczacı bir duruş sergilemiş olurlar.
         Lizozomlar çeşit çeşit olup her birinin iç kısmı enzim içeren sıvılarla yüklüdür. Nasıl ki safra kesesinin delinmesiyle vücuda yayılan zehir tehlike arz ediyorsa aynen öyle de lizozom membranın açık vermesiyle de içerisindeki enzim içeren sıvıların sitoplâzmaya yayılma riski söz konusu olabiliyor. Yani bu riskle birlikte sitoplâzmanın hidrolitik parçalanmasının akabinde hücrenin intiharına yol açılabiliyor.  
        Her neyse sonuçta hücre âlemi içerisinde sindirim işlemleri böyleyken, kim bilir boşaltım işlemleri nasıldır. Şimdilik sadece şu kadarını söyleyebiliriz ki; hiç kuşkusuz boşaltım işlemi de kontraktil kofullar (kasılabilen kofullar) vasıtasıyla gerçekleştirilir. Bilindiği üzere suyun aşırısı da zararlı azı da. Dolayısıyla suyun dengede tutulması için kofullar tıpkı bir hücreli amip, öglena ve terliksi hayvanlarda olduğu gibi stoplazmaya giren fazla suyu depolayıp belirli bir hacme ulaştığında ani kasılma hareketleriyle pompalayarak hücre dışına tahliye işlemlerini gerçekleştirmiş olur.
      Hâsılı öyle anlaşılıyor ki; sindirim hadisesi sadece organ düzeyinde değil mikro düzeyde gerçekleşen bir biyolojik eczacılık programıdır.  Nitekim angström milimetrenin yüz binde bir olması hasebiyle daha çok enerji meseleleriyle ilgili mikro düzeyde bir birim olup, bu birim sayesinde mikro âlem ölçülmeye çalışılır da. Madem öyle, bize bu noktada  “Ne mutlu bu ölçümler eşliğinde biyolojik ecza programının idrakine varanlara” demek düşer.  
                                                          Karaciğer
         Tabii hücre yapısı içerisinde işlem gören mikro düzeyde birimlerin en önemli makro düzeyde işlendiği organellerin başında karaciğer gelmektedir. Malumunuz altın, gümüş ve bakır gibi birtakım maddeler tabiatta saf halde bulunurken saf halde bulunmayıp fakat bir kısım kimyasal maddelerle reaksiyona girmek suretiyle bileşik halde bulunan madenlerin varlığı da söz konusudur.  Ancak saf halde ya da bileşik halde hiç fark etmez sonuçta bunlarında işlenmesi icab eder. Zira işlenmezse hiçbir anlam ifade etmez.    
        Peki, tabiatta maden olur da vücudumuzda olmaz mı? Elbette olur. Nasıl ki her hangi bir madeni saf olarak elde etmek için birçok işlemler gerektirip yatağından çıkarıldığında arta kalan kil ve taş gibi maddeler ayıklanması icab ediyorsa, aynen öylede karaciğer organımızda buna benzer işlemlerin alasını yapan bir eczacımızdır.  Bu yüzden karaciğer organımızı yaratan Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Çünkü söz konusu bu eczacımız bizim idrakimizin dışında bizden habersiz vücudun ihtiyacı olan tüm cevherleri adeta bir kuyumcu gibi işleyip üretmek için canhıraş bir şekilde çalışmakta. Tabii tüm bu işlemleri yaparken de yalnız değildir, dalak, öd ve böbreklerde yardımcı eczacı elemanlar olarak takviye edilmişlerdir. Nitekim takviye kuvvet olarak öd safrayı belirli bir sistem içerisinde işlerlik kazanmasına aracı olduğu gibi böbreklerde idrarı süzüp mesane yoluyla dışarı atılmasına aracı olmakta.  
       Evet, baş eczacımız karaciğer kırmızımsı kahverengi renkte olup, aynı zamanda karın boşluğunun sağ üst kısmında veya diyaframın sağ alt yanında yer alan vücudumuzda mevcut salgı bezlerin en büyüğü olarak dikkat çekmektedir. Ayrıca dört parçadan meydana gelen karaciğer cidarı ince bir zarla kaplıdır, Karaciğerin mikroskobik incelemesine baktığımızda milyonlarca lopcuklardan meydana geldiği ve her bir lopcukların aralarında dokularla bağlantılı kanalların varlığı görülür. Belli ki tüm bu donanımlar süs için donatılmış değillerdir, bilakis belli bir gayeye yönelik için donatılmıştır. Yine de bu demek değildir ki hiçbir şeye muhtaç değillerdir,  bikere karaciğer hücreleri sürekli faal durumda oldukları için bir noktadan sonra bol kana ihtiyaç gösterip bu yüzden çok yaygın damar ağıyla donatılmışlardır.  Beslenmeleri içinde mide, ince bağırsak ve dalaktan gelen toplardamarlar ağı ve aorttan (büyük atardamar) ayrılan bir atardamar kolu da bu iş için tahsis edilmiş durumda. Öyle ki, ince bağırsakta emilerek kan yoluyla gelen besinler maden tuzları veya vitaminler karaciğer tarafından depo edilip ihtiyaç anında vücuda yarayışlı hale getirilerek gerekli bölgelere sevk edilmekteler. Tabii yarayışlı hale getirmek derken besinlerin rafine edilme işlemlerini kast ediyoruz. Nitekim glikojene dönüştürülmüş şeker, yağ asitleri ve amino asitler vücut tarafından kullanılmaya hazır halde karaciğerde bekletilir. Yetmedi bu arada rafine işlemleri ve yürüttüğü bir takım faaliyetler esnasında açığa çıkan artık maddelerin zararlı hale gelmelerinin önüne geçmek için de sarı renkli acımsı öd sıvısını salgılamanın yanı sıra safra kesesi sayesinde safra salgısını çıkarıp safra kanalı vasıtasıyla 12 parmak bağırsağına dökülme işlemleri de gerçekleşmiş olur. Hatta safra kesesi bununla da yetinmeyip bağırsakları nemli tutmasıyla birlikte emilmeyi kolaylaştırıp yağların sindirilmesine yardımcı olduğu gibi ayrıca karaciğer tarafından süzülen zehri bağırsak yoluyla dışarı atılmasını da sağlar, Malum salgılanan safranın bir kısmı ise safra kesesinde depo edilir. Ancak şu da var ki safra hastalarının ameliyatla safra kesesi alınmadığı durumlarda hazım problemleri yaşadıklarından birçok yiyeceği yiyemedikleri gözlemlenmiştir.
        Kan şekerinin denge ayarı vazifesi daha çok karaciğerin sorumluluk alanına girmektedir. Dolayısıyla beyindeki şeker dengesini ayarlama merkezinin talimatlarına göre çalışan böbrek üstü bezi ve pankreas salgıları,  bir noktada karaciğerin glikoz üretme faaliyetini de idare etmektedirler. Bu mekanizmanın düzenli çalışmaması halinde karaciğer fazla şeker imal edeceğinden şeker hastalığının meydana gelmesi her an kaçınılmaz bir hal alabiliyor.
        Karaciğer bedenimizin istemediği proteinleri üre haline dönüştürerek böbreğe havale eder, böylece böbrek tarafından süzülerek gelen sıvı mesane aracılığıyla idrar şeklinde vücuttan dışarı atılması sağlanır. Zaten bu kurulu eczane sistemi olmasaydı zehirli maddelerin vücudumuzu istila etmesiyle birlikte yaşama imkânımız kalmayacaktı. Kaba artıklarda malum gaita şeklinde anüs yoluyla tahliye olmaktadır.
          Şu bir gerçek 7/24 saat hiç durmaksızın çalışan ecza fabrikamızın çarklarına bir haller gelse halimiz nice olurdu.  Yine de fazla endişelenmeye gerek yok diyebiliriz, olası arızalar karşısında karaciğere kendi kendini tamir etme özelliği de söz konusudur. Düşünsenize ameliyatla karaciğerin bir kısmı alınsa bile geriye kalan diğer hücreler hızlı bir şekilde çoğalarak eksik kısmı tamamlayabiliyor. Hatta karaciğer 64 parçaya bölünüp 63’ü alınsa kalan tek parçadaki hücreler çok seri bir şekilde çalışarak tam bir karaciğer oluşumunu yeniden inşa etmiş olmaktalar. Tabii karaciğerin mahareti burada bitmiyor. Dahası var. Mesela kansızlığı önleyen B12 vitamini ve zaman zaman akyuvar imal etmek için vardır.
          Öyle anlaşılıyor ki; karaciğer bir ömür boyu bizim bile haberimiz olmadan takriben 400’ü aşkın faaliyetiyle tüm ecza fabrikalarına taş çıkartırcasına görevini hiç bir şekilde aksatmaksızın tüm faaliyetlerini yürüten en güzide eczanemizdir
                      Plazma Proteinleri
    Tabii hücre yapısı içerisinde ecza işlemcisi diyebileceğimiz bir diğer mikro düzeyde birimlerden biri de proteinlerdir.  Bilindiği üzere hücre yapısı büyük ölçüde protein özellik göstermektedir. Nitekim kaslarda  % 30,  karaciğerde % 20-30, alyuvarlarda % 30 civarında protein bulunmaktadır. Hatta canlıların üremesi, gelişmesi ve bir takım genetik karakterlerin kuşaktan kuşağa aktarılması gibi faaliyetler protein içerikli maddeler sayesinde gerçekleşmektedir. Dolayısıyla proteinsiz hayat düşünülemez.  Yani proteinler hayati öneme arz eden enzimler dâhil tüm antikorlara kadar birçok yapıda yerini almaktadır.  Hatta şeker, tuz gibi moleküller ile kıyasladığımızda proteinlerin dev yapılı ve karmaşık moleküller olduğu görülecektir.  Öyle ki; molekül ağırlığı milyon rakamları bulan protein moleküllerin yanı sıra, molekül ağırlığı 6000 olan iki peptit zincirden meydana gelmiş insülin hormonu gibi proteinlerde mevcuttur. Zira bu zincirlerin birinci sacayağı 21, ikinci sacayağı ise 30 amino asit ihtiva edip toplamda 51 aminoasitle birlikte insülin molekülünü meydana getirirler. Anlaşılan o ki proteinin bulunmadığı alan gözükmemektedir. Aynı zamanda karbon, hidrojen, oksijen ve azot içeren en basit protein molekülün bile hiçbir tesadüfe meydan vermeyecek şekilde belli bir düzen içerisinde sahne almaktadır.  En iyimser tahminle bir insülin proteinin bir kereciğine de olsa tesadüfen meydana gelme ihtimali için gerekli 20 rakamını 51 ile çarptığımızda bu iş için değil bir evren ömrü, birkaç milyar kat ömrünün yetmeyeceği bir sonuca ulaşırız. Öyle ki;  İngiliz Biyokimyacısı Frederick Sanger 1945 yılında peptit zincirindeki amino asitlerin diziliş sırrını çözme adına başlattığı çalışma 1953 yılında tamamlanıp, gelinen nokta itibariyle sadece en basit protein molekülü diyebileceğimiz insülin hormonu keşfedilebilmiştir.
   Şu da bir gerçek ab-ı hayatımıza renk katan kanın ekseriyeti plazmadan meydana gelmekle beraber serum kısmını da dâhil ettiğimizde ortaya çıkan akışkan sıvıya kan denmektedir. Zaten tariften de kanın yapısını oluşturan eritrosit, lökosit ve trombosit denilen şekilli ecza elemanları narin yapılı bir incecik sıvı olan plazma içerisinde adeta tekne gezintisi yaparaktan hayatlarını bu şekilde sürdürdükleri anlaşılıyor. Hatta bu gezintinin son derece mükemmel olması için sıvının akışkanlığı, hatta miktarı gibi tüm ayarlamalar önceden düşünülmüş bile.  Bu ayarlamaları yapan organımız hiç kuşkusuz böbreklerden başkası değildir.  Oldu ya kan aşırı derecede sulandı, bu durumda böbreklerimiz ne güne duruyor, hemen suyun fazlasını süzmesiyle birlikte işleyen sistemin dengesi sağlanmış olurr. Kanımızdaki bir diğer en önemli ecza elemanı da hemoglobin proteinidir.  Nitekim hemoglobin insülin gibi basit bir protein olmayıp, bilakis 574 amino asitin belli bir nizam içerisinde bir araya gelmesiyle oluşan ve aynı zamanda molekül ağırlığı 68 bin olan bir ecza elemandır. Gelinen nokta itibariyle hemoglobinin yüzü aşkın cinslerinin olduğu tespit edilmiştir. Sanırım yukarıda insülinin tesadüfen meydana gelemeyeceğini gösteren ihtimal hesabından sonra hemoglobin molekülünün meydana gelme ihtimalini hesaplamaya kalkıştığımızda yine dudak uçurtacak rakamlarla karşılaşacağımız muhakkak.  Çünkü biri basit protein, diğeri ise son derece kompleks proteindir. Son derece karmaşık protein şuradan belli ki; hemoglobin proteini oksijeni akciğerlerden alarak vücudumuzun tüm hücrelerine transfer işlemi gerçekleştirebiliyor. Üstelik Yüce Allah (c.c) önemli görevler ifa eden söz konusu bu molekülü kana kırmızı rengi veren alyuvarların içerisine konumlandırmakla tefekkür etmemizi murad etmiştir. Bir insan kanı düşünün ki kanın tamamında 25 trilyon civarında alyuvar bulunmaktadır. Bu demektir ki insan vücudunda ortalama 100 trilyon hücre var demektir. Bilmem bu rakam tefekkür dünyamızda ne gibi etki yapar, isterseniz bunu da siz düşünün.
           Her vücut kendine özgü protein molekülün varlığına ihtiyaç hisseder. Dolayısıyla dışardan herhangi bir yabancı madde girdiğinde vücut alarm verip derhal tepkisini ortaya koyabiliyor. Oldu ya bir insana başka bir canlının serumu vermeye kalkışıldığında o insan ya koma haline girecek, ya da derhal ölümüne neden olacaktır.  
        Plazma proteinleri kanın akıcı nitelikte olmasından dolayı;
     -Fibronojen,
     -Serum,
     -Fibrin,
     -Plazma,
    -Pıhtı vs. türü kategorilerde ecza bileşenleri olarak sahne alırlar.
    Malumunuz 1900 yılında Avustralyalı bir bilim adamı insanların kan grup faktörünü A, B, AB ve 0 grupları şeklinde tasnif ettikten sonra, ayrıca insan alyuvarlarında A ve B maddesi diye iki çeşit özel ecza proteinin varlığını ortaya koymuştur. Böylece bir insanın alyuvarlarında sadece A antijeni etken madde bulunan insan A grubu, sadece B antijeni etken madde bulunan B grubu, her iki antijen etken maddeden bulunan AB grubu, hiç etken faktör bulunmayan ise 0 (sıfır) grubu adını almış oldu. Aynı zamanda bu söz konusu maddeler keşfedilmekle kalmayıp bu sefer dikkatler dört kan grubu üzerine çevrilerek bunlara ait kan plazmaları diyebileceğimiz eczalar mercek altına alınıverdi. Yapılan birtakım analiz çalışmalar sonucu adına alfa ve beta denen iki çökeltici özel maddenin kendine yabancı olan kanın alyuvarlarını aglütinasyona uğrattığı tespit edilmiştir. Yani; A grubu insanın plazmasında beta çökeltici madde, B grubu bulunanlarda ise alfa çökeltici madde olduğu gün gibi ortaya çıkmıştır. Dolayısıyla bu durumda A grubuna sahip bir insana B grubu kan verildiğinde beta çökeltici maddenin devreye girmesiyle birlikte verilen kanın alyuvarlarını çökeltebileceği tescillenmiş oldu.  Dahası çökeltmekle kalmayıp damar tıkanıklığı sonucu insanın ölümüne neden olacağı belirlenmiştir. AB grubuna sahip insanların plazmalarında ise çökeltici maddelerin hiç biri bulunmadığından, bu gruptakilere her gruptan kan alma şansı doğmuştur. Ancak aynı şeyi 0 gruptakiler için söyleyemeyiz. Çünkü bu gruptakilerin plazmasında her iki çökeltide mevcut olduğundan, kendisi dâhil her gruba kanını vermektedir.  İşte toplum ilişkilerinde sıkça gördüğümüz “Al gülüm ver gülüm” denen olayın esprisi AB ve 0 grubunun gizeminde mevcut zaten. Bir başka ifadeyle plazma AB veya 0 olunca alanda memnun, veren de memnun olmuş oluyor.  Zira plazma öyle emir almış ki emrin gereğini yerine getiriyor. Bu yüzden AB grubu genel alıcı,  0 grubu ise genel verici diye isimlendirilmiştir.
     Anlaşılan o ki; Vücudun 1/11 veya 1/12’ini kan ihtiva etmektedir. Bu yüzden kan yaratılış misyonu gereği akıcı bir ecza doku olup,  kendisine belli başlı eczacılık görevler yüklenmiştir.  Şöyle ki bu görevler:
    -Bağırsakta emilen ve lenfa kanallarına ulaşan gıdaları karaciğere ve dokulara ulaştırmak,
    -Solunum gazlarını nakletmek,
    -Metabolitik artıkları  (üre- NH3)  alıp dışarı atılması için çeşitli organlara göndermek,
    -Hormon, enzim ve vitamin gibi maddeleri taşımak,
-Vücut ısısını sabit tutmak,
-Organların pH değerini ayarlamak,
-Su dengesini sağlamak,
-Kanamaları önlemek,
-Birtakım enfeksiyonlara karşı korunmayı temin etmek tarzında sıralanır.
-Enfeksiyonlara karşı korunma ise;  
-Lökosit ve monositler vasıtasıyla karşı koyma veya antitoksin ve antikorların savunması şeklinde tezahür etmektedir.
   Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty BOŞALTIM MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Paz Mart 12, 2023 7:31 pm

 BOŞALTIM SİSTEMİ MUCİZESİ
      SELİM GÜRBÜZER

      İnsanoğlu vücudunda muazzam işleyen boşaltım sistemine dikkat kesilmiş olsa gerek ki, bu sistemden esinlenip kirli artık maddeleri tahliye etme mekanizmaları geliştirmeyi bilmiştir. Belli ki boşaltım sistemi ilahi kudret tarafından en ayrıntılı bir matematik programın neticesinde vücudumuza donatılmıştır. İşte insanoğlu kendi iç donatımına bakaraktan gerek fabrikalarda işlenen ham maddelerden arta kalan kirli artıkları ve gerekse milyonlarca insanın boşalttıkları artık maddelerin tahliyesi için kanalizasyon sistemi geliştirebilmiştir. Şayet insanlık kirli artık maddelerin tahliyesi için kanalizasyon sistemlerini keşfetmiş olmasaydı, çevremiz pis kokulardan geçilmeyip salgın hastalıklardan toplu ölümlere kurban giderekten kendi sonunu hazırlayacaktı.    
      Gerçekten de kendi iç boşaltım sistemine baktığımızda;
     -Böbrek,
     -İdrar kanalı,
     -İdrar torbası şeklinde üç sacayağı üzerine kurulu bir mükemmel sistem olduğu görülür.
     Bilindiği üzere yediğimiz gıdalar mide ve bağırsakta son derece özel enzimlerle ayrıştırılıp yapı taşlarına dönüştürülmesi sonucunda bir süre bekletilip sonrasında vücudumuz için hazır hale getirilen maddelerden gerekli olanlar ince bağırsak tarafından emiliminin akabinde kan ve lenfaya aktırılır. İnce bağırsak mukozasından geçemeyip arta kalan işe yaramaz posa haldeki artık maddeler ise vücudun başka bir yeriyle temas etmeksizin derhal kalın bağırsak ve anüs yoluyla dışarı atılırlar. Boşaltımın diğer bir kısmı da kandaki besin artıkları ile vücuda zararlı maddeleri süzen böbrekler, idrar kanalı ve idrar kesesinden müteşekkil organ topluluğunun oluşturduğu üçlü sistem yoluyla tahliyesi gerçekleşir. Böylece bu üçlü sistem sayesinde işe yaramaz artık maddelerin vücuda yapacağı zararların önüne geçilmiş olunur. Şayet vücudumuzda biriken zehirli maddeler atılmasaydı şüphesiz kendi kendimizi zehirlemiş olacaktık. Zira boşaltım ürünlerin en önemlilerinden protein metabolizması sırasında teşekkül eden azotlu maddeler olup bunlar amonyak, üre ve ürik asit olarak bilinirler. Ki, amonyak üreye göre, üre de ürik aside göre daha zehirli azotlu atıklardır. Dolayısıyla amonyak dışarı atılırken çok fazla suya ihtiyaç vardır. Keza ürik asitte suda çok az çözündüğünden dışkı ile birlikte atılmayı gerektirir. İşte bu ve buna benzer nedenlerden dolayı boşaltım sistemin önemi kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Dahası bu noktada boşaltım sistemin en önemli baş aktörü diyebileceğimiz böbrekler;  üreter, mesane ve üretra ile birlikte en önemli organımız olarak karşımıza çıkmaktadır. Derken böbreklerin başlıca görevinin:
     -  Zararlı metabolit ürünleri vücuttan uzaklaştırmak,
     - Kanın pH’ının, kan basıncının, osmotik basıncının ve vücut sıvısında yer alan birçok maddenin konsantrasyonunu düzenlemek olduğunu idrak etmiş oluruz.
    Belin arka kısmına isabet eden noktada her biri 150 gr ağırlığında fasulye şeklinde omurganın her iki yanına yerleştirilmiş ve aynı zamanda yumruk büyüklüğünde olan böbreklerimiz, belli ki süs olsun diye konuşlandırılmamış,  bilakis belli başlı bir görev yüklenmiş ve onun gereğini yapmak için vardır. Zaten bu organımızın gelişme safhalarını incelediğimizde böbreğin önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Şöyle ki; böbreğin gelişimi anne rahmindeki bir bebeğin gelişim devresi itibariyle üç kategoride incelenip basitten gelişmişliğe doğru oluşan söz konusu safhalar:
-Pronefroz,
-Mezonefroz,
-Metanefroz olarak isimlendirilir.
    Pronefroz
    Pronefroz ilk böbrek olup, embriyonal hayatın üçüncü halkasında gelişmeye başlayıp sayıca 7 çifttir. Erken evrede ilkel bir glomerür görünümde olup pronefroz kanalları kloakta sonlanmakta.  Bu söz konusu tüple haftalık bozulmaya uğradıklarında bu kez pronefroz kanalı körelmiş halde gözükür.  Pronefrozun körelmiş ergin hali ise  ‘Wolf kanalı’  olarak anlam kazanır.    
     Mezonefroz
     Pronefroz safhası tamamlandığında mezonefroz safhası start alıp bu ilk safhanın mezonefrozunda oluşan erkek üreme bezlerin geliştiği doku ise  ‘Wolf cismi’ olarak anlam kazanır.  Derken embriyonal hayatın dördüncü ayına gelindiğinde mezonefron tüplerde yavaş yavaş rejenerasyon başlamasının akabinde erkek testisin duktus efferent (kanallar sistemi) kısmında epididimis (sperm kesesi dışı boşaltım yolu)  ve paradidimis (ilkin böbreğin böbrek kısmı)  bölümler oluşur. Bu arada mezonefroz kanalının kloak'a (dışkılık) açılan bölgede ise üreter (üst idrar kanalı) tomurcuğu oluşur.  
Metanefroz
     Mezonefroz safhası kaybolduğunda bu kez rde metanefroz safhası start alır. Nitekim bu safhada metanefroz iki yerden köken alır ki bunlar:
-Üreter tomurcuğu,
     -Embriyonal doku olarak adlandırılır. Hatta bu iki köken yapı embriyonal devrenin sekizinci ve dokuzuncu halkasında ikinci bel omuru seviyesinde yer alan üst arterlerden gelen kanla buluşur da.  İlk haftalar da bu buluşmaya rağmen yine de bu ilk halinde birtakım bozulmalar nüksedebiliyor. Dolayısıyla insanda gerçek manasıyla embriyolojik hayatın en olgunlaşmış evresi fetal böbrek ve fetal masküler sistem teşekkül ettikten sonraki fonksiyon kazanmış şekli daha anlamlı bir yapı arz eder.  Nitekim embriyolojik devrenin ikinci yarısından sonra bir bakıyorsun fonksiyon kazanan fetüs, idrarını amnion kesesine ve oradan allanto’ya aktarır hale gelir bile. Böylece fetal metabolizma artıkları plasenta yoluyla anne karnına geçip, oradan da annenin idrarına karışarak tahliye edilmiş olur.
     Böbreğin mediala doğru kısmında büyük damar ve sinirlerin, akciğerlerde solunum yollarının giriş kapısı diye addedilen hilus denen bir çöküntü var olup işte bu noktada üreter hilustan aşağıya doğru mesanede sonlanmış olur. Ayrıca böbrekler ince zengin kollojen lifli yapıya sahip olmanın avantajıyla üzerileri sağlam bir kapsülle örtüldüklerinden, kolay kolay karın boşluğu enfeksiyonlarından etkilenmezler. Nitekim böbreğin bez kısmı geniş bir sahayı içine alıp daha çok böbrek sinirleri denen sinus renalis ağıyla kuşatılmıştır. Sinus renalis aynı zamanda hilus’un daha içerisinde kalıp, kaliks major (büyük çanak) denen uzantılarla ilgili taşlaşma olayının gerçekleştiği bölge olarak dikkat çeker. Tabii bu arada böbrek taşı derken,  ister istemez aklımıza taş ocakları da düşmekte.  Hem nasıl aklımıza düşmesin ki bikere taş ocakları sayesinde bugünkü tarihi dokular, tarihi binalar ve tarihi kaleler asırlara meydan okumuştur. Ancak bahse konu olan bu taşlar söz konusu olunca böbrek için meydan okuyamamakta. Çünkü böbreğin bu kısmında oluşan böbrek taşları böbrek sancılarına sebep olup taş düşene dek bu sancılar devam eder de. Görüyorsunuz yumruk kadar büyüklükte tanımladığımız böbreğin fiziki yapısı burada bitmiyor. Neden derseniz gayet basit, şöyle ki; böbrekten uzunlamasına bir kesit alındığında dışta koyu kırmızı veya kahve renk içeren alanın korteksi, iç kısımda yer alan açık alanın ise medullar piramit kısmı temsil ettiğini görürüz.  Bu arada medullar piramit üzerinde yer alan 8-10 civarında şeritsi yapıların ise RNA piramidi olduğunu fark ederiz. Bu arada hazır piramitten söz etmişken hani şu meşhur tarihi Mısır piramitleri var ya, işte bu söz konusu piramitlerden daha şahika eser yapı satır aralarında da belirttiğimiz üzere böbrek yapımızda zaten dizayn edilmiş durumda. Nitekim böbreklerde konuşlanmış her piramidin yan taraflarında renal lob olarak belirtilen şeritler yer aldığı gibi her piramidin yapısında papillaya doğru yönelik ışınsal ve kahverengi çizgilerde yer alır. Tabii ki bu çizgiler idrar tüplerinin kıvrımsız parçaları ve kan damarlarından başkası değildir. Dahası her papillanın tepesinde uçları kalikse (küçük odacıklara)  açılan 20-25 kadar küçük delikler bulunur. Bu delikler mevcut silli demetlerin bulunduğu çubukçuklar (kanallar) olması hasebiyle rahatlıkla idrar kalikse gönderilebiliyor. Çubukçukların bir kısmı idrar oluşumunda bir kısmı da kanın süzülmesiyle ilgili bölgeleri içerir. Ki; bunlar Tıp dilinde nefron olarak bilinir.  Nitekim böbreklere kan getiren damara böbrek atar damarı denirken böbrekten çıkarak süzülmüş ve temizlenmiş haldeki kanı taşıyan damara da götürücü atardamar denmekte. İyi ki de nefronlar var da bu sayede kandan alınan atık maddeler idrar şeklinde vücuttan uzaklaştırılabiliyor. İşte bu noktada böbrekler günde 150 litre bir kanı iki saatte ustalıkla süzebilecek şekilde donatılmış bir organımız olarak adından söz ettirmiş olur. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, böbreklerin morfolojik olarak incelediğimizde dışta bir zar, altında kabuk kısım ve kabuğun altında kabuğa dik yan yana uzanmış halde tıpkı bir yumak ipliğini andıran incecik boruları bağrında taşıyan nefron kanallarıyla donatıldığını görürüz. Söz konusu nefron kanallar 1-3 milyon sayıda olup adeta bir metropol kentin başından sonuna bir ağ şebekesi gibi saran kanalizasyon kanallarını donatacak işlev üstlenmiş durumdadırlar. Böylece kıvrık kuyruklu ve koca kafalı solucanı andırır yapıda donatılmış nefron yapı, böbreğin en gözde ünitesi olarak dikkat çeker de. Hatta bu söz konusu ünite sırf bunla dikkat çekmez kendine özgü donanımıyla havuzcuğa açılaraktan süzme işlemlerini üstlenmesiyle de dikkat çeker. Ayrıca böbreğin kabuk kısmında yer yer kümelenerek kılcallaşan atar ve toplardamarlardan oluşan iki işleyen sistem daha vardır ki; bunlar böbreklerin iç ve dış üriner sistemi olarak iki alt başlıkta kategorize edilirler:
    Glomerulus kılcal üriner sistem  
    Adından da anlaşıldığı üzere adına uygun davranıp kılcal sistem içerisinde dağılmış durumda glomerulus bir kılcal bir üriner sistemdir bu.  İşte böylesi bir üriner sistem sayesinde doku arası sıvılarla birlikte fazla su ve suda erimiş maddelerin tubulerden kılcal damarlara kolayca giriş ve çıkışlar sağlanmış olur. Yani vücuttaki sıvı filtre edilip osmoz ve difüzyon yoluyla giriş ve çıkış işlemleri yürütülmüş olur. Öyle ki böbreğe gelen kanın % 85’i yüzeysel nefronlardan geçerek böbreğin etrafında ki peritübüller kılcal damar yoluyla taşıma işlemi (permeaz sistemiyle) gerçekleşir.  Hatta bu sistemin 30-40 çeşidi olduğundan bahsedilip hücre içerisinde oksidatif metabolizmayla ortaya çıkan enerjinin bir bölümü bu tür işler için kullanıldığı gözlemlenmiştir. Bu demektir ki ihtiyaç olan maddeler ulaşılması gereken yerlere bu enerji sayesinde taşınarak özel servis yapılmakta.
     Renal Medulla üriner sistem
     Böbrek korteksin (kabuğun) 1/3’i iç nefronlar, 2/3’si ise dış nefronlardan meydana gelmiştir. İç nefronlar renal medulla olarak adlandırılır. Söz konusu iç ve dış yapı total böbreğin %15’lik bir bölümünü oluşturur.  Nefronlardan geriye kalan %85’lik bölüm ise korteks sahası dolaşımın dışında kaldığından dolayı bu kısımdan kan geçmemektedir. Neyse ki bu durumda jukstamedullar nefron ve renal medulla devreye girip kanın geçmesi noktasında bir nebze olsun geçiş sağlanmakta. Fakat akut böbrek yetmezliği durumlarında bu jukstamedullar sistemin artık bu noktada aciz kalıp masküler damarın idrarı yukarı doğru tam olarak süzemediği gözlemlenmiştir.
                                                    İdrar süzüm işlemleri
    Nefron başlangıçta ince duvarlı huninin geniş kısmı gibi olup bu ince duvarlara Bowman kapsülü denmektedir. Daha sonra söz konusu kapsül kıvrımlı tüp sistemi şekline dönüşür. Belli ki bu kapsül içerisine usta bir el tarafından glomerulus adı verilen ince ve narin kapiller yumaklar yerleştirilmiş. İşte bu yerleştirilmiş kapiller yumak ve onu çevreleyen huninin kapsülü diyebileceğimiz yarım ay şeklinde küremsi yapı ile birlikte malpigi cisimciğini oluştururlar. Bu cismin sıradan bir cisim olmadığı vaskular ve idrar kutbu diye çift kutuplu olmasından anlaşılır. Nitekim vasküler kutup; afferent lenfatik damarların girip çıktığı kutup olarak adından söz ettirirken idrar kutbu ise bağırsak çeperinden kana geçen suyun miktarını tespit edebilen bir uç kutbu olarak adından söz ettirir.  Böylece idrar kutbun belirleyici özelliği sayesinde su miktarının azalması durumlarında hücrelerin kurumasının önüne geçilirken suyun fazlalığında ise hücrelerin turgorlaşıp (şişip) boğulmalarının önü alınmış olunur. Zira su fazlalığı ister istemez idrar olarak dışarıya atılmasını gerektirecektir. Yani bu iş başlangıçta nefronun renal malpighi cisimciği ile başlayan ve aynı zamanda kolektör tüplerinin başlangıcına kadar devam eden idrar tübüller denilen bir sistem içerisinde gerçekleşir.  Anlaşılan bu sistem mevcut sıvının %99’unu süzüp idrar üretmekte, daha sonra üretilen idrar dışarıya tahliyesi için böbrek parankiması üzerinden idrar boşaltım yoluna aktarılır. Böylece boşaltım yolları düz kas avantajı veya kasılıp büzülme refleksleri sayesinde boşaltım işlemleri rayına oturmuş olur.
       Özetle nefronu takip eden süzme işlemleri ile ilgili kısımları 6 ana başlıkta toparlayabiliriz. Bunlar:
-Malpighi cisimciği (Böbrek yumacığı),
-Tubulus contortus (proksimalis- yumak biçiminde),
-Tubulus rectus proximalis,  
-Henle kulpu.
     -Tubulus rectus distalis.
     -Tubulus contortus distalis (yumak üst tüpleri).
     Bu arada idrar oluştuğunda böbrekte şu işlemler gerçekleşir. Bunlar sırasıyla:
     - Filtrasyon,
-Reabsorbsiyon (geri emilim),
     -Eksraksiyon ve sekrasyon (salgılama) gibi işlemleri kapsar. İşte görüyorsunuz idrar deyip geçmemeli, birçok filtrasyon, reabsorbsiyon, eksraksiyon ve sekrasyon gibi süzme aşamalarından geçtikten sonra ancak vücuttan tahliyesi söz konusu olabiliyor. Madem öyle bakalım neymiş bu safhalar bir görmüş olalım:
    Filtrasyon
     Filtrasyonu kan plazmasının böbreklerin glomerulus (kılcal damar yumağı) süzme membranından kalbin oluşturduğu hidrostatik basınç farkı sayesinde gerçekleştirdiği süzülme işlemi olarak tarif edilir.  Kelimenin tam anlamıyla süzülme kanın filtre edilmesi demektir. Filtre edilecek sıvı akışkanlık çoğu kez hidrostatik basınçla sağlanmakta.  Öyle ki membran zarının iki tarafı arasındaki hidrostatik basınç farkının böbreklerde ultrafiltrasyon işlemlerinde önemli etken unsur olarak kendini gösterir. Nitekim şekilli eleman olmayan proteinsiz ve lipoitsiz yapılar ancak bir ince filtrasyon işlemleriyle geçişi sağlanmakta. Şayet idrarı süzen filtreler hidrostatik basınçla düzenli bir şekilde çalışamaz hale gelirse kandaki üre miktarının çoğalmasıyla birlikte üremi hastalığının nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz. Zira üremi ileri ki safhalarda öldürücü hastalık olarak çıkmakta.
Reabsorbsiyon (geri emilim)
     Reabsorbsiyon tubulus kanalında ki sıvıdan bir maddenin peritübüler sıvıya geri emilim olarak geçmesi olarak tarif edilir.
Ekstraksiyon ve sekresyon
Ekstraksiyon ve sekresyon işlemleri tamamen kan ve peritübüler kılcallar içerisindeki sıvıdaki bir maddenin tubulus boşluklarına nakli işlemidir. Bu işlemlerin bir kısmı zarsız ortamda birbirleriyle kavuşması şeklinde tarif edilen basit difüzyonla gerçekleşir. Böylece yoğunluğu yüksek olandan düşük olana doğru hareket edilmesi sonucunda götürülme işlemleriyle birlikte denge sağlanmış olur. Bu noktada ister istemez difüzyonla geçiş yapamayanların hali nice olur sorusu akla gelecektir. Hiç kuşkusuz böyle bir durumda basit difüzyonun tersi aktif taşınma diye bilinen düşük yoğunluktan yüksek yoğunluğa geçiş olayları diyebileceğimiz çözüm yolu devreye girecektir. Bu tür geçişlerde özellikle hücre metabolizması işlemleri sonucu doğan enerji kullanılır. Kaldı ki dokuların tümüne yarayacak olan 1000 ml’den fazla kanın böbrekten geçmek zorundadır. İşte bu ve buna benzer böylesi mükemmel geçiş sistemleri sayesinde normal vücut metabolizmasına sahip bir insan için kanın bütün plazması tazelenmek üzere 27 dakikada bir glomerüler filtrasyon miktarı ayarlanıp böbreklerden süzülme işlemi tamamlanmış olur. Nitekim iki böbreğin dakikada süzdüğü kan miktarı 1 litreyi bulabiliyor.  Bunun anlamı vücuttaki kanın tamamının yaklaşık her 5 dakikada bir süzülmesi demektir. Tabiî bu iş sıradan bir süzülme işlemi olarak kalmayıp bu arada böbreğe akıp gelen kan içerisinde var olan tuz, üre, ürik asit vs. türü maddeler nefron boruların üst kısımlarında kesecikler üzerinde kümelenen kılcal damarlar vasıtasıyla süzülüp havuzcukta idrar halinde toplanmakta. Derken idrar kanalları vasıtasıyla idrar kesesine geçen sıvının birikmesiyle birlikte idrarı dışarı atma ihtiyacı duyup işte bu uyarıya binaen böbrekten süzülüp gelen idrarı vücudumuzdan dışarı ataraktan rahatlanmış olunur. Şayet yarım litre idrarı rahatça depolayabilen idrar torbası (mesane) olmasaydı ara vermeksizin süzülen idrarın yine devamlı suretle vücuttan dışarı atılması gerekecekti ki, böyle yaşamak elbette işkence olacaktı.
        Baştan itibaren anlatmaya çalıştığımız yaklaşık 1 milyon kadarcık minicik süzgeçler, belli ki ilahi bir güç tarafından boş yere konumlandırılmamış. Bilakis belli bir plan dâhilinde kanın süzüm faaliyetleri yürütüldüğü gibi bu arada böbreği asıl en çok uğraştıran et, yumurta gibi hayvansal gıdalara ait proteinlerin sindirilmesi sonucu ortaya çıkan maddelerin geçişi ve tahliye işlemleri de yürütülmüş olmakta. Hele bilhassa süzüm işlemleri esnasında kanımız temizlenirken,  kontrollü bir şekilde yapıldığı gözlerden kaçmaz da.   Nasıl mı? Mesela kandaki hücre elementleri, lipitler ve molekül ağırlığı büyük proteinler kalbur elekli zarlar tarafından kontrole tabii tutularaktan glomerul filtrasyondan geçilmesine izin verilmemesi bunun en bariz göstergesidir. Şayet bu artıklar gerektiği kadar kontrol edilmeyip geçmelerine izin verilseydi,  oluşan üre kana karışıp üremi hastalığının (üre zehirlenmesi)  nüksetmesine meydan verilecekti. Hakeza kandaki ürenin normalden az bulunması da bir başka felaket kaynağı olup bu durumda ister istemez karaciğer hastalığı oluşacaktı. Anlaşılan filtrasyon maddelerin filtrasyonla glomerülere geçmesinin sebebi, atılması lazım gelen ürik asit, NPN (BUN-azotlu madde), fenoller ve krezollerin boşaltılmasını sağlamak içindir. Bu yüzden en iyi çözüm diyebileceğimiz mesaneden fazla ürenin boşaltılması esas alınmıştır. Nitekim çok tatlı yediğimizde vücudumuz bir yandan kan şekerinin artmasına paralel arta kalan fazlalık böbrek vasıtasıyla üre halinde boşaltırken, diğer yandan aşırı tuzlu yemeğe bağlı olarak kana geçen tuzun fazlası da yine aynı yöntemle tahliye edilip denge ayarı gerçekleşmiş olmaktadır. Böylece bu olayla birlikte hem hipergliseminin önüne geçilmeye çalışılır, hem de tansiyonun yükselmemesi için seferber olunur.
 Böbrekte ekstra edilen (boşaltılan)  diğer maddeler ise K (Potasyum); Amino asitler, Ca, NH3, Mg, Sitrik asit, Üre, Oksaloasit, Laktik asit, Pürinler, 1-2 lökosit, ürik asit, bazı boya maddeleridir. Anlaşılan böbrekte böylesine intizam içinde donatılmış işleyen bir sistem olmasaydı hayat dengemiz altüst olacaktı.
                                                 Anjiotensin oluşum etkisi
Böbreklerden kan geçişi sırasında kanın boşalttığı maddelerin bir uyum içerisinde yürümesi renin enzimi etkisiyle gerçekleşir. Dahası bu enzim sayesinde kanın süzülmesini kolaylaştıracak şekilde böbrek içi kanalların daralması veya genişlemesi sağlanmakta. Öyle ki,  özel bir grup hücre tarafından salgılanan renin enzimi   anjiyotensinojen (AGT) molekülünü parçalaması sonucunda yapısını değiştirip amino asitli anjiyotensin-1 maddesini oluşturmakta. Derken bu madde birkaç saniye içerisinde akciğerden Anjiyotensinn-2’ye dönüşüp kanın süzülmesinde asıl etken unsur olur. Fakat bu etkinlik dozunu aştığında su kaybına sebep olup ölüme kadar götürebiliyor. Nitekim akut böbrek yetmezliğinde anjiyotensin-2’yi parçalayan enzimlerin salgılanmaması üre zehirlenmesine (ani komalar) yol açtığı bir vaka. Dolayısıyla tedavide renin enzimi ihtiva eden ilaçlar kullanılarak bu tür olası risklerin önüne geçilmeye çalışılır. Renin enzimi kanda kaldığı sürece etkisi iki şekilde olmaktadır:
-Kılcal arterlerde( kılcal atardamarlar) kan basıncını artırmakta,
-Kan basıncının artması ile birlikte böbrek üstü bezinde aldesteron salgılaması sağlanmakta. Böylece aldestron hormonu böbreklerde fazla tuz ve su tutunmasına yardım edip kan basıncının dengede kalması sağlanır.
                                                       Kalın bağırsak (Rektum)
    Bilindiği üzere ince bağırsağın iç yüzeyinde bulunan ince uzantılar villus olarak addedilip aynı zamanda bu bir mukoza kıvrımıdır. Dahası rektumun son kısmı hariç diğer bölümler villus yapıdadır. Nitekim bağırsaklardan kesit alındığında kalın bağırsak mukozasının düzgün olduğu görülecektir. Dolayısıyla kalın bağırsakta absorbe işlemi ince bağırsaklardaki gibi aktif olmayacaktır, sadece burada su emilimi vuku bulmakta. Daha çok rektum kalsiyum ve magnezyum gibi madensel tuzların atılma işleminin gerçekleştiği bölüm olarak da işlev görür. Hatta bu işlem rektum iç kısmındaki mukusun bağırsak yüzeyini kayganlaştırması sayesinde gerçekleşmekte. Yine ayrıca bağırsağın sonuna doğru gittikçe dışkı artıkları bu sümüksü mukus sıvısı sayesinde dışarı atılabiliyor.
       Kalın bağırsağın son kısmında kanala açılan kısmın 2 cm yukarısında membran ile deri arasında bir geçiş zonu bulunur. Bilhassa bu son kısımlarda kıl, ter ve yağ bezleri ile venöz pleksus denilen büyük ven plakaları sıralanmakta. Ayrıca bu kısımda bağ dokusu denen lamina propria tabakası vardır ki, şayet bu tabaka içerisinde anormal ven genişlemesi durum nüksederse hemoroide (kanamaya) neden olabiliyor.  
        Velhasıl-ı kelam öyle anlaşılıyor ki boşaltım sistemin biyolojik hayatın bir gerçeği, nitekim tatlı sularda yaşayan tek hücreli organizmalarda boşaltım kontraktil kofullar görev yaparken,  yassı ve yuvarlak solucanlarda protonefridiumlar (alev hücreleri) görev yapmakta. Hakeza halkalı solucanlarda bir çift nefridiumlar görev yaparken tüm omurgalı hayvanlarda ise böbrekler bu görevi üstlenip böylece bu sayede besinlerin bir kısmı depo edilirken diğer arta kalanlarında süzüm işlemlerin ardından tahliye edildiği işleyişine şahit olmaktayız.
           Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty MİMARİ İSKELET YAPIMIZ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Mart 18, 2023 6:53 pm

MİMARİ İSKELET YAPIMIZ
          SELİM GÜRBÜZER

         Her yaptığımız binaların dışı güzel olsa bile şayet iskelet kısmı mühendislik hesapların dışında rastgele inşa edilmişse en düşük deprem sarsıntısında o binanın yıkılacağı muhakkak. Belli ki Yüce Yaratıcı canlıları yaratırken kendisine biçilen ömür sürecinde tıpkı bir balık kılçığında olduğu gibi mimari bir iskelet bir sistemle donatarak dış ve iç tesirlere karşı korunaklı kılmıştır. Bu açıdan bakıldığında canlılık mühendislik hesapların ötesini de aşan mimari bir sanattır diyebiliriz elbet. Zira toplamda 206 kemikten ibaret iskelet sistemimizin statik hesabının ilk kıkırdak ayağı 35-37 günlük ceninken belirmeye başlayıp 45-47 güne gelindiğinde ise kıkırdağın kemiğe dönüştüğü gözlemlenmiştir. Yani embriyo döneminde iç iskelet sadece kıkırdak dokudan ibaretken sonradan kemiğe dönüşmekte. Tabii burada sonradan kemikleşme dönüşümünden maksat anne karnında toplam 9 aylık geçireceğimiz süreçte kısmi kemikleşme anlamında esnek yapıda kıkırdak doku olup, bu süreçte bebeğin neredeyse vücudunun tamamına yakını kıkırdak yapıda olması gerektiğidir. Şayet iskelet sisteminin tümü kemik olsaydı ceninin dokuz ay sonrasında doğumu zor olacaktı.  Dolayısıyla bebeğin dar alanda elastiki ve yumuşacık bir kıkırdağımsı bir iskelet sistemiyle manevra yapması gerekir ki anne karnından dünyaya adım atışında kazasız belasız geçiş yapabilsin. Öylede olur zaten. Derken doğumun yaklaştığının belirtisi doğum sancıları ilk elden rahim kaslarının kasılmasının habercisi olduğunun bir işareti olup bu kasılmalar sayesinde her zorluğun ardında ferahlık vardır sözü yerini bulup dokuz aylık süreç mutlu sonla tamamlanmış olur da.
        İskelet sisteminin vücutta başlıca üç görev için var olduğu sezilip bunlar:
        -Vücuda dayanaklık sağlayıp organları korumak,
        -Vücut içerisinde sinir ve kas sistemlerin irtibatını sağlamak,
        -Vücut hareketleri için manivela vazifesi görmektir.
       İskelet sisteminin en önemli sacayağını teşkil eden manivela özellikteki kıkırdak doku esnek bir yapıda olup üzerine 70 kg’lık bir yük binse bile eklemler arasına yerleştirilen yağlar sayesinde kemikler aşınmayıp esnek bir şekilde hareket edilebilecek şekilde dizayn edilmiştir. Hakeza kabuksuz sümüklü böcek ve balıklardan özellikle yunus balıkların vücut yüzeylerinin yağlı olması da onları muhtemel aşınmalara karşı korunaklı kılmakta. Nitekim midye ve benzeri kabuklu hayvanlara baktığımızda bu iş için kabukların belli aralıklarla açılıp kapanmasını sağlayan otomatik kasların varlığını görürüz. Ama gel gör ki Charles Darwin midyedeki bu otomatik açılıp kapanan kapıları tesadüfi bir eser olarak görmekte. Oysaki basit bir menteşe yapımında bile işin içine bir usta eli girmeden kendi kendine açılıp kapanan menteşe yapımı asla söz konusu değildir.  
         Anlaşılan iskelet sistemine tesadüfen kemik yığınlarından oluşmuş bir yapıdır deyip es geçmek pek mümkün gözükmüyor, bilakis yığın sandığımız iskelet yapı emir almış, emrin gereğini yapan bir şahika mimari eser olarak karşımıza çıkmakta. Örnek mi? İşte en basitinden elimizi oluşturan kemik sistemi olmasaydı birçok işlerimizi yapamayacaktık. Üstelik elimiz sağlı sollu da inşa edilmiş, yani bir elin nesi var iki elin sesi var misali çift mimari sanat olarak karşımıza çıkmakta. Dolayısıyla böylesi bir mimari sanat karşısında Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize dünya hayatımız sona erse de kıyametin ardından kemikler yine bizim için 'yıkılmadık ayaktayız' dercesine dirilmemize vesile olacak bir şahika eser olarak karşımıza çıkacaktır.  Nitekim Resulullah (s.a.v)'in komşusu Adiyy b. Rebia ahiretle ilgili nüzul olan ayetlerden etkilenmiş olsa gerek ki iskelet yapımızı oluşturan kemikleri sorgulamaya başlayıp şöyle der:
         - Anlat bakalım öldükten sonra dirilmek nasılmış?
         Peygamberimiz (s.a.v)  bu soru karşısında gayet sakin bir şekilde ahireti anlatıverir, o da dinlemesine dinledi ama itiraz babından şöyle der:
         - Ya Muhammed! Sözünü ettiğin Rabbin şu birbirinden ayrılmış kemikleri bir araya getirip diriltecek öyle mi?
        Resulullah (s.a.v) ikna olamayacağını anlayınca oradan ayrılmak zorunda kalır. Zira ne söylese ciddiye almayıp itiraz ediyordu. Derken bu arada kıyame suresi nazil olur:
       -İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz.                Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir… (Kıyame, 1-15)
      Yine bir gün Ubeyy b. Halef elindeki birkaç kemiği Resulullah (s.a.v)’e göstererek:
       -Peki, bunları kim diriltecek?
      Resulullah (s.a.v) bu durum karşısında:
     -O’nu yaratan diriltecek elbet ve hayat verecek, seni de cehenneme tıkayacak deyip oradan ayrılıverir. (Bkz. Ahmet Lütfi Kazancı Saadet devrinden 2. Cilt, Aydınlıklara doğru eserin sahife 221'de geçiyor. Semerkant yayınevi-2001)
      Bu arada Cibril Emin Yasin suresini vahy etti:
       İnsan görmedi mi ki biz onu tek bir damladan yarattık.. Çürümüş kemiklere kim hayat verecek dedi… O Allah ki size yeşil ağaçtan bir ateş yaptı da siz şimdi onları yakıp duruyorsunuz. Allah’ın emri bir şeyin olmasını dilediği zaman ona sadece ‘ol’ dediği zaman, o oluverir. Dönüş ancak O’na’dır (Yasin.77-83).
     Ubeyy b. Halef (Ümeyye) nüzul olan ayet karşışında bu kez:
    -Bir atım var, onu özel olarak besliyorum, bunu bilmiş ol ki seninle mücadeleye kararlıyım ve seni öldüreceğim der.
     Allah Resulü bu tehdit edici sözlere rağmen hiçbir şekilde yine metanetini bozmadan:
     -Aksine ben seni öldürürüm ya Übeyy, diye cevap verir.
     Gerçekten de ileri ki yıllarda bir savaşta bu söz yerini bulup, Yüce Allah (c.c) Habibini yalancı çıkarmaz da.
       Malumunuz namazın ardından 33 kere Subhanallah, 33 kere Elhamdülillah ve 33 kere Allah adını zikretmekle tespihimizi 99’a tamamlarız.  O halde 33 rakamına sadece rakam olarak bakmayalım,  bu arada iskelet sisteminin ana kolonunu oluşturan omurganın 33 omur kemik tespih tanelerinden meydana geldiğini düşünüp tefekkür etmekte fayda vardır elbet. Nitekim 33 omur tespih kemik tanelerinin en üsteki   “Servikal vertebra (boyun omuru)”  denen 7 omur kemik taneleri olarak adından söz ettirip kendisini oluşturan omur kemikleri ise baş kısmın kendi ekseni etrafında 180 derece dönmesine imkân verecek şekilde dizayn edilerek dizilmişlerdir. Öyle ki tespih taneleri misali böylesi bir dizilim sayesinde bütün vücudumuzu döndürmek gibi bir zahmete katlanmaksızın sadece baş eksenimizi çevirmemiz kâfi gelebiliyor. Birde bu dizilim şeklini manevi tespih tanelerinin dışında dünya işlerimiz yönünden düşündüğümüzde belli ki insanoğlu keşfettiği buldozer ve kepçe gibi makineleri omurga yapımızdan ilham alaraktan manevra kabiliyeti gösterecek şekilde yapmış gözüküyor. Böylece bu sayede inşaat sektöründe kullanılan tüm teknolojik donanımlar insan vücudunun bir kopyası dünyevi nimetler ve dünyevi keşifler olarak karşımıza çıkmış olur.  
        Peki; kaburga kemikleri neyin nesidir derseniz,  bunlarda malum kafes görevi yapmakta. Öyle ki; kafes kemikleri üsteki 7 omurun altındaki 12 sırt omuruna bağlanmış haldedir, ancak hareket kabiliyetine sahip değillerdir. Malum genellikle çift kanatlı kümes hayvanları canlılar kafes sayesinde kendilerini emniyete almaktalar. Aynen öyle de bizlerde organlarımızı omurgamıza bağlı kafes tarzı kaburga kemikleriyle korumaya almış oluruz.  İyi ki de kaburga kemiklerimiz var,  bu sayede iç organlarımız üzerinde bir emniyet supabı koruyucu kafesimiz olur.  Öyle ya şayet bu söz konusu koruyucu kafesimiz olmasaydı herhangi sert bir darbe karşısında iskelet yapımız çöküp enkaz yığını haline dönüşmesi an meselesi olacaktı.  
     Bel kemiğimiz malum lomber vertebra denen alttaki 5 omurdan müteşekkildir. Sonraki bel omuru sağrı ise dört omur kuyruk sokumundan müteşekkildir.  Kuyruk sokumu kemiği evrimcilerin iddia ettikleri gibi kuyruğun kullanılmayan izleri değil,  tam aksine bazı kalça kemiklerin kaslarına tutunma noktasıdır. Zaten kuyruk sokumu olmaksızın rahat oturmak mümkün değildir.
        Omurganın en önemli görevi omuriliği korunaklı kılmaktır. Korunması da gerekir. Çünkü sinir sistemimizin en önemli organı hüviyetindedir omurilik. Öyle ki üç tabaka zarla kaplı ve en dışta omurga yapısıyla emniyetli bir şekilde muhafaza içine alınmıştır. Ayrıca bu tabakaların arasını dolduran sıvı, omuriliği dışarıdan gelebilecek olası darbelere karşı korur da. Nitekim her adım atışımızda omurlar birbiri üstünde herhangi bir aşınmaya meydan vermeksizin manevra sergileyerek hareket etmemizi sağlarlar. Üstelik hareket esnasında sürtünmeye karşı her bir omur arasına disk şeklinde dayanıklı kıkırdaklar yerleştirilmiş olup bu diskler amortisör görevi yapmakta da.  Yetmedi aşınmalara karşı sırf bu işler için salgı sistemi de devreye girmekte. Şayet tüm bu donanımlardan yoksun olunmuş olsaydık en ufak darbede sinir sistemimizin bir anda felce uğraması kaçınılmaz olacaktı. Hemen her vücut aygıtımızın en ince detayına kadar planlı bir şekilde donatıldığı o kadar net kendini belli ediyor ki bir bakıyorsun uyluk kemiği dikey vaziyette 1 ton ağırlığı kaldırabilecek güçte olup her adım atışımızda vücudumuzun üç misli ağırlığı taşıma kabiliyeti gösterebiliyor. Yine bir bakıyorsun istirahate çekilip oturduğumuzda her iki uyluk kalça kemiğimiz bize sızı vermesin diye de kalça kemiklerimizin kaba ve etli butlu şekilde donatılmış olduklarını görüyoruz. Yetmedi kemiklerin bu şekilde desteklenip dayanıklı bir şekilde donatılmalarının yanı sıra elastikiyet özelliğine haiz bir şekilde de donatıldıklarını görmekteyiz. Şayet kemiklerin bir kısmı elastikiyet kabiliyetinden yoksun olsaydı dışardan gelebilecek herhangi bir darbeye karşı savunmasız bir şekilde mukavemet direncimiz kırılmış olacaktı. Belli ki dış tesirlere karşı kemiklere elastikiyet özelliği verilmesi yaratılışımızın ilk başlangıcında hakkımızda takdir edilmiş en ince detay planının varlığını bize göstermektedir.  Bilindiği üzere kıkırdak doku esnek bir yapıda olup kondroit denen hücreler, özelleşmiş hücreler arası kondrin madde ve kollajen veya elastik liflerden biçimlenmiş bir yapıdır. Kemik dokusu ise osteosit denen hücreler ile sert ve geçirimsiz olan osein denen ara maddeden oluşan bir yapıdır. Nitekim osein kalsiyum fosfat, kalsiyum karbonat, magnezyum fosfat ve kalsiyum florid gibi maddeler bakımdan zengin ürünler içermesi hasebiyle vücudumuzun en sert ve dayanıklı yapısını oluştururlar.  
        Bu arada iskelet sistemimizi genel olarak kemikler ve eklemlerimiz oluşturup bu yapıya eklemlenmiş olarak baş, omuz, el, kol, bacak ve ayak kemiklerinin kesiştiği mafsalların yanı sıra vücut içerisinde sinir ve kas sistemiyle de doğrudan irtibatlanması söz konusudur.  Örnek mi? İşte tek bir elimizle ilintili 27 adet kemik ve her kemiği sarıp sarmalayan 19 kasın varlığı bunun en bariz örneğini teşkil eder.  Malumunuz vücudumuzda düz ve çizgili (iskelet kas)  ve kalp kası olmak üzere üç çeşit kas vardır. Düz kaslara yemek borusu kası, mide ve bağırsak kası, mesane çevresi ve rahim gibi kaslar örnek teşkil ederken,  çizgili kaslara ise kalp ve kemiklere kirişlerle bağlı olan kaslar örnek teşkil eder. Aynı zamanda kasları kemik yapımızın estetik donanımı olarak da niteleyebiliriz. Hatta kasların bünyesinde var olan kimyevi enerji mekanik enerjiye dönüşerek yüzmeden tutunda futbol oynamaya kadar hemen her alanda kendini iyiden iyiye hissettirebiliyor. Ama gel gör ki bu sayede güç gösterisi için pazılarımızı hareket ettirir ettirmemizden sevinç duyarız da asıl bu sevinci bize yaşatan ve gücü veren külli irade-i kuvvetten bihaber davranmaktayız, oysaki bu durumun bilincinde olsak maddi gücümüze manevi güçte katmış olacağız demektir.
        Velhasıl-ı kelam öyle anlaşılıyor ki iskelet sistemi sadece insanoğlunun mimari yapısını değil tüm biyolojik canlı âlemin mimari yapısını da oluşturmakta. Nitekim omurgasız sölentereler ve solucanların vücudunda belli bir basınçta tutulan sıvı bir mimari iskelet sistemi olarak görev ifa ederken,  yumuşakçalar ve eklembacaklılarda da malum kalsiyum karbonat, keratin ve kitin birikimiyle oluşan dış iskelet (ekzoiskelet) bir mimari yapı olarak görev ifa etmekte. Bu arada süngerlerde, derisi dikenlilerde ve omurgalı hayvanlarda ise kaslarla doğrudan bağlantılı iç iskelet (endoiskelet) bir mimari yapı olarak bu görevi ifa eder. Hakeza kıkırdaksı balıklarda, iç iskelet sadece kıkırdak doku bu görevi üstlenirken kemikli balıklar ve diğer omurgalı canlılarda da hem kıkırdak hem de kemik dokudan oluşan yapılar bu görevi üstlenmiş olurlar.  
           Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty KAS SİSTEMİ MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Ptsi Mart 27, 2023 7:29 pm

KAS SİSTEMİ MUCİZESİ
          SELİM GÜRBÜZER

          İskelet yapımızı ve organlarımızın bir kısmını sarıp sarmalayan hiç kuşkusuz kas yapısıdır.  Sadece sarıp sarmalamak mı, bunun yanı sıra beyinden gönderilen mesajların omurilik içerisinden aşağılara doğru yol kat edip motor nöron hücrelere taşınmasıyla birlikte kas kasılmasını bir anda başlatabiliyor.  Nitekim kasın kasılıp gevşemesi bunun en bariz göstergesini teşkil eder.  Bu arada kasın kasılmasında gelen uyarılara karşı duyarlılık gösteren sarkoplazma içinde konumlanmış adına protein telcikler denen myofibrillerin oynadığı rolünde çok büyük katkısı vardır.  Zira bu söz konusu telciklerin hücre zarı adından sarkolemma olarak söz ettirirken telciklerin sitoplazması da adından sarkoplazma olarak söz ettirir.  Adından söz ettiren bu yapı silindirik ve a iğ-mekik yapıdadır.  Konum olarak da kasları meydana getiren lif hücrelerine bağlı ince iğ yapılı liflerin birleştiği orta kısımda yer alırlar. Bulundukları konumda kendilerine herhangi bir uyarı gelmediği sürece kasılma moduna geçmezler. Ta ki herhangi bir uyarıyla karşılaşırlar ancak o zaman kasılma şeklinde duyarlılık gösterirler. Yeter ki uyarılmış olsunlar bir anda aktif konuma geçmesi an meselesidir diyebiliriz. Öyle ki kas dokusuna gelen uyarıların duyu lifleri vasıtasıyla ön boynuzda yer alan motor hücrelerine aktarılması neticesinde kas lifinin kasılıp gevşemesi gerçekleşir.  Derken sürekli yer çekimine bağlı olarak kasılıp gevşeyen kaslarımız bizlerde güç gösterisi olarak kendini gösterir. Tabii güç gösteriminin de bir sınırı vardır elbet,  bu durumda kasın kasılma sonrası bu kadarı da yeter dercesine kendini rölantiye alıp tekrar dinlenme moduna alabiliyor. Ve bu durum kasın gevşemesi olarak addedilir. Üstelik tüm bu işlemler içinde belirli moleküllerin varlığına da ihtiyaç vardır. O moleküller kalsiyum, magnezyum ve ATP’den başkası değildir.  Şu bir gerçek bu söz konusu kasılıp gevşemeler için gerekli olan enerji verici moleküller olmasaydı ne tutunacak bir dermanımı kendimizde bulabilirdik ne de yürüyecek halimiz kalırdı. Bundan da öte kasın kasılıp gevşemesi enerji gerektiren bir hadise olması hasebiyle ATP yetersizliğinde kaslarda rigor mortis denen ölüm katılığı gibi kaskatı kesilmesi bir durum ortaya çıkacaktı. Neyse ki kas yapımız eklemlere bağlayan kirişlerle (lif dokusu) desteklenmişte bu sayede kramp varı kas katı kesilmeyip kollarımız, bileklerimiz ve hareket eder halde işlev görebilmekte.  
       Bilindiği üzere kas sistemimiz; isteğimiz dışında kendiliğinden kasılıp gevşeyen düz kaslar, isteğimizin doğrultusunda çalışan çizgili iskelet kaslar ve kalp kası olmak üzere üç ana başlıkta incelenir. İsteğimize bağlı çalışan kaslar somatik sinir sistemine ait olan motor nöronlar ile kas hücreleri arasında kas-sinir kavşağını oluşturan sinaptik bağlantılar sayesinde işlerlik kazanaraktan kasılıp gevşemeler vuku bulmakta. Böylece beyin ve omurilikten çıkış yapan motor nöronlar ve piramidal sisteme ait hücreler eşliğinde kemiklerin hareket ettirilmesinde gerekli olan mekanik gücü iskelet kası sağlamış olur. Düşünsenize insan daha 50-55 günlük ceninken adale kaslarımız belirgin hale gelmekte.  Belli ki cenin anne karnında iken bile bebeğin hareket manevrasına yardımcı olacak sistem daha ilk evrelerde ihmal edilmemiş.  Dolayısıyla kasların ilk hareket öğretisi bu sistemle anlam kazanır. Hakeza yine ağzımıza aldığımız besinler isteğimiz dâhilinde işleme tabi tutulup çene kasları ve dişlerin öğütücü mekanizması sayesinde yutulabilir hale gelebiliyor. Bilhassa iki çene kemiğimiz birbirine son derece kuvvetli çene ve yüz kasları ile tutunarak güç oluşturmaktadır. Öyle ki sara nöbeti geçiren hastalarda çene kaslarının bir anda kenetlenmesiyle birlikte çeneyi açmakta çok zorluk yaşanabiliyor. Mesela gülmek, kızmak, göz kırpmak gibi eylemler bile kasların kasılıp gevşemesiyle ortaya çıkmaktadır.  
       İsteğimizin dışında çalışan düz kaslar ise malum yavaş ve uzun süreli olmak üzere kasılıp gevşemesi otonom sinir sistemi tarafından kontrolü sağlanıp yine beynin başka bir bölümünde odaklanmış ekstra piramidal sisteme tabii hücreler sayesinde otomatik hareket edebiliyor. Dikkat edin otomasyondan bahsediyoruz. Niye derseniz, çünkü öğrenme aşamasını tamamlayan kaslar meleke kazanıp otomatik işleyen bir makine misali bilinç dışı hareket eder hale gelebiliyor.  Örnek mi?  İşte mide ve bağırsaklar gibi tüm sindirim sistemine ait organların, kan damarlarının, idrar kesesinin ve diğer iç organlarının otomatik olarak kendiliğinden hacim değişikliğe uğramaları bunun birer bariz göstergelerini teşkil eder. Üstelik kendiliğinden otomasyon kazanmış bu yapıda iskelet kaslarında ki gibi fazla enerji harcanmaz da. Tıpkı bu yeni doğan bir çocuğun emekleme zamanında çokça enerji sarf edip, ta ki yürüme aşamasına geldiğinde eskisi kadar güç sarf etmeksizin hareket ettiği duruma benzemektedir.  Anlaşılan kasın kasılma boyutunu haberdar eden bilgiler omurilikte iki kanala ayrılıp iş bölümün gereği birini alfa hücreleri, diğerini ise gamma hücreleri üstlenmiş olurlar.  Yani alfa hücreleri kasılma ile ilgili fonksiyon yürütürken, gamma hücreleri de kas lifinin gevşemesine yönelik faaliyette bulunur. Hakeza kalp kası da tıpkı düz kas gibi istem dışı çalışıp sistol (kasılma) ve diyastol (gevşeme) evrelerini içeren bir kap döngüsü ile her kalp atımında ritmik olarak tekrarlanarak kendini gösterir. Ayrıca sempatik ve parasempatik sinirlerden müteşekkil otonom sinir sistemi ile hormonal sistem kalbin hızına ve kasılma kuvvetine etki etmek içinde vardır. Öyle ki bu sistemler kalp çalışmasını kontrol ederek panik atak durumlarında kaç ya da mücadele et şeklinde adrenalin etkiyle kasılma şiddeti yükseltirken bunun tam aksi durumda ise dinlen ya da sindir moduna geç denen parasempatik sinir etkisiyle de kalp hızı indirgenerek düşürülmüş olur. Bu demektir ki sinir hücrelerinin yapısında bulunan dendrit ve dendrite bağlı akson dalları kas lifiyle diyaloğa geçmesi sonucunda kas ritimlerinin atım tekrarlanmaları hareket etmesi pekâlâ sağlanabiliyor. Bu arada akson ve dendrit arasındaki ara bağlantıya sinaps denmekte olup, söz konusu bu bağlantı sayesinde kaslar bir anda aktif hale gelebiliyor. Fakat bazen canlıların dış duyu organları vasıtasıyla alınan veriler, bazense eklem ya da kaslardan gelen sinyallerin oluşturduğu iç geri tepme bağlantıları sekteye uğrayabiliyor. Bu durum ister istemez kas sisteminde birtakım arızalara neden olmaktadır. Hatta kaslarla ilgili arızalara şöyle göz attığımızda ilginç klinik vakalarla karşılaşırız. Şöyle ki;
    Myastenia gravisi (MG)
    Bilindiği üzere adalelerimizin toplam sayısı 529 olup, bunlardan 14 tanesi sadece göz kapaklarını hareket ettirmekle görevlidir.  Myastenia gravisi sendromun başlıca özelliği yüz kası ve bütün diğer çizgili kaslarda gözlenen aşırı yorgunluğa bağlı olarak zafiyet göstermesidir. Özellikle bu tip vakalarda yüz çehresi ve göz kaslarında düşme, çift görme, monoton bir ses tonunun oluşması, çiğneme ve yutmada güçleşme, dudaklarda açıklık veya sarkıklık gibi durumlar görülür. Ayrıca hastalığın seyrinde timus bezinin kontrolü altında fazlaca antikor salgılanır. Bu bakımdan myastenia hastalarda timus bezinde büyüme, yani hiperplazi görülebiliyor.
        Miyotom
        Malum olduğu üzere kaslara gelen uyarılar neticesinde kasılıp gevşemeler meydana gelmekte.  Ama bu olaya sadece kasılıp gevşemedir deyip geçiştiremeyiz. Bikere kaslarda kasılıp gevşeme mekanizmasının işlerlik kazanması için elin bilek mafsalından ön kola bağlayan kaslar birbirine zıt yönde etki edecek her iki mekanizmanın da tam takır devreye girmesi gerekir ki kasılma ve gevşemeler işlerlik kazanabilsin. Nitekim birinci grup kaslar gevşemeyi sağlarken, bir diğeri kasılmayı gerçekleştirmektedir. İşte karşılıklı iki gruptan gelen sinyaller sinir sisteminde anında karşılık bulup, böylece kas dengemiz sağlanmış olur. Zira kasılma gevşeme işlemleri kas hücreleri içerisindeki kasılıp gevşeyebilen miyofilament lifler aracılığıyla vuku bulmakta. Aksi durumda malum kas lifi tümörü denen miyotomun nüksetmesiyle birlikte kasın gevşeme güçlüğü vuku bulacaktır. Öyle ki   butip durumlarda gece uyku hali  ya da istirahat anında bile  hasta kendini felçli hissedip tüm günü neredeyse stres içerisinde  geçecektir.
        Müsküler hipertrofi
          Bilindiği üzere aşırı güç sarfiyatı gerektiren çalışmalar kasların büyümesine ve gelişmesine yol açıp, bu durum kas liflerinin her birinin çapça büyümesine neden olur ki buna hipertrofi denmektedir.  Esasen tariften de anlaşıldığı üzere hipertrofi durumlarında;
   -Kas dokuda kasıp gevşemeyi sağlayan protein iplikçi yapıda miyofibriller miktarca artış kaydeder,
   -Değişik etken maddelerde artış görülür,
      -ATP ve glikojen gibi enerji sağlayan etken unsurlar devreye girer.
      Derken tüm bu bileşenler eşliğinde birlikte kasın hareket gücü artış kaydedip bu arada besleyici mekanizma da güçlenmiş olur.
    Spinal Musküler atrofi (SMA-omurilik kaynaklı kas erimesi)
       Muskuler atrofi diye de bilinen bu vaka kasın kullanılamaması (kontraksiyon) veya zayıf kontraksiyon (kasılma) göstermesi şeklinde tezahür eder. Mesela suda yüzerken omurilik ön boynuz ve motor hücresi hastalıklarına bağlı olarak spinal musküler atrofi ve musküler distrofi gibi sendromlar ve kramp girmesi görülebiliyor. Hatta bacakların alçıya konup hareketsiz bırakılması ya da bir kasın kısa bir zaman diliminde bile olsa kullanılmaması durumlarında da atrofi (doku küçülmesi) nüksedebiliyor.  Hakeza bir kas siniri denerve (sinir kesisi) edilirse,  yani alınırsa derhal atrofinin teşekkülüne neden olacaktır. Şayet 3-4 ay içerisinde sinirle olan rekonversiyon, (bağlantısı) kurulursa kas  tekrardan normal fonksiyonunu kazanabiliyor.
        Kontraktür (kas sertliği)
     Kontraktür inadım inat diyebileceğimiz kasların kısılmasından dolayı klinikte kasın pasif gerilmeye karşı gösterdiği direnç hali olarak adalenin tutulmasıyla birlikte eklemlerde oluşan anormal postür alınması şeklinde hareket kısıtlılığı tarzında kendini gösterir. Bu durum daha çokta kaslara destek olan doku veya fibröz eklemlerde meydana gelmektedir. Keza ektremitelerin alçıda kalması veya herhangi bir sebebe bağlı olarak kas boyunun kısalması gibi durumlarda da kontraktür ortaya çıkabiliyor. Mesela kırılan bir kemik iyileşse de kısalması söz konusu olabiliyor. Hatta bu durumla birlikte kaslarında kısalıp kasılma kuvvetinin azaldığı gözlemlenmiştir. Nitekim uyluk kemiği kırıldığı zaman tedavi edilse bile eskisi kadar bacak kaslarında direnç sağlanmayabiliyor. Öyle ki normalinde 1,5 ton ağırlıktaki bir yükü tutabilen uyluk kemiği bu tür arızı durumlarda bir bakıyorsun tutma gücü 300 kilograma kadar düşebiliyor.
   Peki, bu tip vaklar nasıl teşhis edilir derseniz bikere nöroloji uzmanına kas kasılma ilgili şikâyetler için başvuran hastalar için öncelikle diz kapağına çekiçle vurularak kasların çalışıp çalışmadığına bakılarak teşhis edilebiliyor. Şayet diz kapağına çekiç vurulduğunda kaslar iki ucundan çekilip gerilmiyorsa veya uyarıcı etkiye karış uyluk kasları harekete geçip ayak ileri doğru fırlamıyorsa reflekslerin çalışmadığı anlamına gelmektedir. Hakeza fizyolojik kontraktür denemeler için verilen elektriksel uyartıların etkisiyle uzun süre lokal ve iletilmeyen kasılmalar ortaya çıktığı tespit edilmiştir. Hatta elektromiyografi (EMG) ile yapılan testler neticesinde duyu alamama ölçümleri elde edilebiliyor.  İşte elde edilen bu tür bulgulardan hareketle vücut mekanizmadaki bozuklukların bir kısmı kontraksiyon ya da buna bağlı kasılmayı sağlayan bozuk yapıdan ileri gelebileceği düşünülür.
       Mesela bir insan gücünün üstünde iş yaptığı zaman:
     - Rigor  (kas katılığı) ve tremor (titreme).
     -Lenf birikmesi ve hacminin artması,
       -Asetil kolin, epinefrin, Ca, K, Cl gibi extracellular (hücre dışı) izotonik bileşikler toplanması,
 -Kontraktür oluşması,
 -Fibröz dokularda bozukluklar,
       -Kemik boylarındaki kısalmalar gibi arızaların teşekkül edebiliyor.
      Anlaşılan refleks olayı iyi planlanmış bir şah eser olup vücudumuzda her an cereyan edebiliyor.  Zaten refleks hadisesi olmasaydı ansızın karşılaşacağımız olaylar karşısında ne yapacağımıza karar verene kadar atalarımızın deyimiyle Atı alan Üsküdar’ı çoktan geçmiş olacaktı ki, “ölen ölür kalan sağlar bizim” demekten başka hiçbir teselli dayanağımız kalmayacaktı. Bu yüzden refleks hadisesi düşünmeksizin aniden ortaya çıkan tepki varı davranışlar olarak tanımlanır.
        Tabes Dorsalis
        Sifiliz denen frengi hastalığının ilerlemiş evresinde sinir tutulumu kaynaklı dengesizliğin bacakta yol açtığı arızalar genelde Tabes Dorsalis olarak bilinir. Bilhassa bu tür arızalarda hastanın omurilikten gelen uyarıların hızı kesilip yavaşlaması neticesinde ister istemez yürürken adımların gereğinden fazla ileriye fırlatmasına neden olmaktadır. Hatta bu tür hastalar ayağını yere indirirken de topuğuna basarak indirirler. Yani hasta adımını atarken gözleriyle kontrol ederek yürümek zorunda kalır. Dolayısıyla bu noktada farkındalığı sağlayacak iletişim kanallarının işlev halde olması çok mühim bir hadisedir. Aksi halde bir insan yürürken adımını nasıl attığının farkında olamayacaktır. Anlaşılan o ki yürüme ile ilgili tüm bilgiler bize sinir merkezleri ile bağlantılı ayak ve bacaklarımızdaki kas ve eklemlerde kendi etkisini gösterir.  Böylece kaslarda ve eklemlerde vuku bulan tüm etkilenmeler beyincik tarafından değerlendirilip karşılık bulduktan sonra hareket kabiliyetimiz belli bir nizama girmiş olur. Hatta stresli olduğumuz anlarımız bile direk olarak beyincik tarafından değerlendirmeye alınmakta. Böylece farkına varmaksızın istirahat halinde bile segmental bir omurga innervasyon mekanizmayla kaslarda gerginliğin hissedilmesi denen kas tonusu bir stres durum yaşanmış olur.
      Parkinson
      Parkinson; gerek beyne ait ekstra piramidal sistemin bozulması, gerekse negatif geri tepme bağlantıların gecikmesi sonucu kaslarda devamlı titremelerin gözlemlendiği bir hastalıktır. Parkinson hastalara dışarıdan bakıldığında parmaklarının titrediğini görürüz.  Öyle anlaşılıyor ki; Parkinson yarı kararlı (metastabilite) hassas denge denen kontrol etme gücünün yitirilmesiyle ortaya çıkan bir pozitif geri tepme durumudur. Yani bu durum mevcut sistemin rayından çıkması anlamında arızi bir durumdur.
      Takma kol
      Wiener'in 1961 yılında bir kongrede takma kol ile ilgili sunduğu sunum takma kolla hayatını idame edecek hastaların gözlerinin parlamasına yetecek türdendi. Şöyle ki; takma kol diğer kopmuş bir kolun canlı olan kas kısmına bağlanmak suretiyle beyinden gelen sinyallere duyarlı hale getirilir. Böylece takma kolun hareket edebileceği noktasına gelinmiştir. Demek ki beyinden gönderilen sinyaller eşliğinde insan-mekanik ortak ilişkisi gerçekleşebiliyormuş.
      İşte mekanik protezle hayatını geçirmek zorunda kalan insanları görünce ister istemez kaslarımızın kıymetini bir kez daha idrak etmiş oluruz. Zira organların hareketi kaslar sayesinde mümkün olmaktadır.  Dolayısıyla bu iş için vücudumuzda düz ve şeklinde kas sistemi oluşturulmuştur. Ve bu sistem içerisinde yer alan iskelet kasları (çizgili kaslar)  tendonlar aracılığıyla kemiklere bağlanmış olup,  mikroskobik incelemesinde çizgili bir görünümde oldukları gözlemlenmiştir.
        Nasıl ki organları harekete geçiren kas dokusuysa,  kasları da harekete geçiren motor nörondan gelen uyarılardır. Sinir sistemine ait motor nöronlar bilindiği üzere beyin ve omurilikten çıkış yaparlar. Sinir hücreleri mikroskobik incelendiğinde yan yana çizgiler halinde açık ve koyu renk bantlardan meydana geldiği görülecektir.  Söz konusu A ve I diye adlandırılan bantların yapısında miyozin (kalın lif) ve aktin proteinler var olup,  birlikte aktomiyozin madde oluştururlar.  İşte bu çıkışla birlikte kas hücreleri arasında sinir–kas kavşağı denen snapslardaki impuls iletimi sayesinde kasa gelen uyarı kasılmanın başlatılmasını tetiklemiş olur.  Dahası snapslarda impuls iletiminde asetilkolin nörotransmitter madde olarak kullanılıp böylece kasılmayı sağlayan bir dizi olaylar bu madde sayesinde gerçekleşmektedir. Nitekim antrenman yapmaya başladığımızda kaslarımız derhal çalışmaya başlayıp vücudumuzun ısınmış olması bunun tipik örneğini teşkil eder. Hakeza titremede öyledir. Bu yüzden bilim adamları sinir sisteminden hareketle titremeyi başlatan hadisenin beynin alt kısmında bir noktada yer aldığını belirtirler. Hatta bu bölgeye yakın diyebileceğimiz kısımda vücudu aşırı sıcaktan koruyan bir başka noktanın varlığından söz edilmektedir. Hele vücutta sıcaklık artmaya bir görsün, derhal bu stratejik üs noktadan salınan sinyaller eşliğinde derimiz daha fazla kan akışına sahne olmaktadır.  Böylece bu hadiseyle birlikte terleyip serinlemiş oluruz.
        Peki, onca istemli ya da istemsiz işleyen bir sistemi için gerekli olan enerji nereden ve nasıl elde ediliyor derseniz, belli ki kasılma anında harcanan enerji mevcut kas deposunda stok edilen glikozun kullanılmasıyla elde edilmekte. Bu demektir ki gerek istem dışı, gerekse isteğe bağlı hareket eden kasların harcadığı güç sarfiyatı neticesinde oksijen azaldıkça laktik asit birikimi artış kaydedip akabinde kas yorgunluğu olarak karşımıza çıkabiliyor. Dolayısıyla bu durumda dinlenme moduna geçip dışardan soluduğumuz oksijenin kana karışıp laktik asitle birleşmesiyle birlikte enerjiye dönüşüp yeniden güç tazelemiş oluruz,  hatta bu arda açığa çıkan enerjinin fazlası da kas hücrelerinde depolanmış olur.  
       Kaslar bir yandan esnek yaratıldığından herhangi bir uyarma karşısında harekete geçebiliyorken,  öte yandan uyarılar durduğunda tekrar eski halini alabiliyor. Şayet kas sürekli uyarılıp gevşemesine fırsat verilmezse tıpkı ölen bir insanın kaskatı kesilmesi gibi durumla karşı karşıya kalınabiliyor. Mesela pazı kasları kasılıp gevşemesine rağmen sürekli uyarılmalara maruz kalındığında kas katı kesilmesi bunun en tipik misalini teşkil eder. Bu arada ceset demişken şunu belirtmekte yarar var. Şöyle ki; ölüm halinde oksijenden mahrum kalan kaslar fazla miktarda laktik asit birikimi neticesinde kas dokusu katılaşmış olmakta.   Tabii bu durum canlı için söz konusu değildir.  Çünkü canlılık denen hadise kasların karşılıklı birbirine zıt reflekslerin devreye girmesi neticesinde kasılıp gevşemelere oluşmakta.  Nitekim iskelet (çizgili) kasların bir takım karşılıklı etkileşimleri eşliğinde kasılıp gevşemeler nüksedip bu sayede hareket kabiliyeti ve canlılık belirtisi olarak iri ve diri olmaktayız.  
        Malum düz kaslar isteğimiz dışında çalışırlar. Diğerlerinde olduğu gibi düz kaslarda iğ şeklinde hücrelerden meydana gelir. Örneğin yemek borusu, mide ve bağırsak gibi iç organlarımızda yer alan kaslar düz kaslardandır. Peki, ya kalp kası nasıldır?  Kalp madem vücudun motoru, o halde ona hasta bir kas tasarımı olmalıdır. Zaten öyle de olup kalp kası çizgili ve isteğimiz dışında çalışan bir yapıdadır.  Dolayısıyla bu yönüyle diğerlerinden ayrı tutulmuş gözüküyor. Şöyle ki köken itibariyle çizgili kas olup düz kas gibi çalışmaktadır. Şayet kalp kası otomatik olarak isteğimiz dışında çalışıyor olmasaydı dışarıdan bir elin devreye girip aralıksız bir şekilde çalıştırması gerekecekti. İyi ki de bizim inisiyatifimize bırakılmamış, aksi takdirde en küçük bir ihmalde hayatımıza mal olacaktı. Dahası kalp kasımız kendine özgü otomatik kesintisiz elektrik güç kaynağı ile çalışmakla bizi çok büyük dertten kurtarmış olmaktadır.  Zira kalbin sinir odağı bölümünden çıkan elektriksi sinyaller kalbi fazlasıyla çalıştırmaya yetiyor artıyor da.  Tabiî ki elektrik kablolarında olduğu gibi kalp hastası hastalarda kalbe bağlı elektrik sinyalleri arıza verebiliyor. Neyse ki bu gibi durumlarda vücuda kalbin doğal atım mekanizmasını ayarlayan pacemaker cihazı takılarak kalbin kasılıp gevşemesi sağlanabiliyor.
         Velhasıl-ı kelam öyle anlaşılıyor ki; kas sistemi sadece insanoğluna özgü bir sistem değil aynı zamanda diğer canlılarında yapısını oluşturan bir sistemdir. Nitekim yassı ve yuvarlak solucanlarda düz kasın varlığı görülürken yumuşakçalarda da ilk kez çizgili kasların varlığı görülüp vücut hareketleri boyuna ve halka kısımların kasılmasıyla birlikte eklemli segmentler hareket ettirilmiş olur. Her ne kadar kas sisteminin istemli ve istemsiz çalışmasından haberdar olmasak da sonuçta kas sistemi belli bir düzen içerisinde her an ve her salise yorulmadan yolunu yol bilip yüklenmiş olduğu misyonu yerine getiriyor ya, bu bizim için çok büyük bir nimet olmasına yeter artar da.  
              Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 5 Empty KEMİK MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Salı Mart 28, 2023 7:32 pm

KEMİK MUCİZESİ
      SELİM GÜRBÜZER
       Bilindiği üzere kemik oluşumu kemik hücresi ve bu hücrelerin arasını dolduran esas maddenin birleşiminden meydana gelmekte. Ancak şu da var ki kemiği oluşturan tüm hücrelerin ömrü 25 ila 30 yıl bir süreyle sınırlıdır.  Yine de vücudumuzda var olan hücrelere nispeten en uzun ömürlüsü kemik hücreleridir dersek yeridir.
      Malumunuz kemikler histolojik yönden;
     -Kemik hücreleri,
     -Esas madde (ara madde)  olarak kategorize edilirken ayrıca kendi içerisinde osteoblast,      osteocyte ve osteoclast olarak da kategorize edilir. Kemiğin ara maddesi olarak bilinen Substantia ossea fundamentals (esas madde) ise ossea veya osein isim olarak karşılık bulup esas madde esasen yapı bakımdan kollajen lifler ve interfibriller olarak kategorize edilir. Bunlardan mesela fibriller yapı gösteren maddeler kollagen lifler olarak addedilirken, fibrillerin arasını dolduran ara maddeler de interfibriller (ara madde)  olarak addedilir. Ve bu söz konusu ara maddeler protein, mukopolisakkarit kompleksi, lipit, enzim ve glikojen gibi bileşenlerin oluşturduğu yapı ve tesviye edilmiş bir yapı üzerine oturmuş madeni tuzların meydana getirdiği sert ve dayanıklı maddelerden teşekkül eder.
       Besbelli ki kemikler yaratılış gayesine uygun değişik boy ve şekillerde, aynı zamanda her birine etten kas giydirilmiş olarak halk edilmişlerdir. Yani bu demektir ki kemiklerin yapısına baktığımızda üzerleri adeta etten giydirilmiş elbise olmanın ötesinde yine her birinin birbirinden ayrı ayrı değişik şekillerde dairevi, yassı, silindirik (içi boş boru) olarak donatıldıklarını görürüz. Baksanıza Yüce Allah (c.c) kemikleri birbirleriyle ilişkilendirmek içinde mafsallarla donatıp böylece bu sayede vücudumuzdaki baş, el, kol, ayak ve parmak kemiklerine ait eklemlerimiz bir anda hareket manevrası kazanabiliyor. Hele bilhassa bunlar arasında kol ve bacak kemiklerinin gövdeye bağlı kalaraktan tam hareketli eklemlerle birlikte manevrası kazanması bunu teyit eden bir durumdur. Şöyle ki; kol kemiğinin ucu kürek kemiğinin bitiminde bir oyuğa eklemlendiğinden dolayıdır iki kemikten birinin girintisi diğerinin çıkıntısına eklemlenip böylece eklemlenmiş monteli bu yapı sayesinde kollarımızı kendi isteğimiz doğrultusunda rahatlıkla sağa-sola, aşağı-yukarı hareket ettirebiliyoruz. Hele bilhassa dirsek, bilek ve parmak eklemlerin her biri üzerine düşen görevi yerine getirdiğinde omuzumuzu bile yerinden oynatabiliyoruz. Hakeza uyluk kemiğin yuvarlak olan baş kısmı kalça kemiğinin uç bölümüne denk gelen derin bir oyuğun içerisine eklemlenmesiyle birlikte yürümemiz sağlanmaktadır. Kelimenin tam anlamıyla bir yandan kollarımız kürek kemiğine kaynaklandığı yerden dirsek, bilek ve parmak eklemlerine bağlanırken,  diğer yandansa ayaklarımız lif yapısında güçlü kirişlerle desteklenip kalça, diz, topuk ve ayak parmaklarımızla birlikte bağlantı köprü oluşturulmakta. Böylece bu köprü bağlantılar eşliğinde hareket kabiliyeti kazanırız.  Bu arada eklemlerimizin bakımı da ihmal edilmemiş olduğu şundan besbelli ki; eklemler son derece planlı bir şekilde sürtünme ve aşınmayı önlemek için çağımızın en gelişmiş yağ makinelerine taş çıkartırcasına otomatik olarak yağlanmış donanımdadır.  Öyle ki eklemlerimizin yağlanma ihtiyacı önceden belirlenmiş olup bizim elimizin erişemediği noktalarda kendi kendine otomatik olarak yürütülmekte. Aynı zamanda bu durum bize şah damarımızdan daha yakın olan ilahi gücün varlığını hatırlatır. Nitekim Yüce Allah (c.c) yaratılışımızdaki kemik mucizesini “Alaka’yı da “mudğa” yaptık ve bu “mudğa”yı, üzerini et ile kaplayacağımız kemiklere dönüştürdük. Nihayet onu, başka bir yaratıp inşa ettik. Yaratanların en güzeli olan Allah’ın şanı ne yücedir! (değil mi)”  diye beyan buyurmak suretiyle bu gerçeğe işaret etmiştir. Zira insan nüvesinin oluşumuna yönelik başlangıçta atılan suyun çıkış noktası da kemikler oluşturup bu durum Kur’an’da “İnsan, fışkıran bir sıvıdan yaratılmıştır/ kadın erkek çiftinin bel nahiyesinden” (Tarık suresi, 6)  diye beyan buyrulan ayette geçen fışkıran veya atılan suyun sulb ve teraibden çıktığı kelamıyla ifade edilir.  Ve bir kısım ilim ehli zat bu ifadeden maksadın bel kemiği ve göğüs kafesi kemiği arasından çıktığı manasında,  yani o çıkan suyun erkeğin belinden, kadının leğen kemiğinden çıkmakta olduğu manasında tefsir etmişlerdir. Hakeza eklemlerimizin her daim özel bir sıvı ile karşılanıp yağlanması da bir bambaşka mucizevi hadisenin varlığını ortaya koyan bir durumdur bu.  
                                                            KEMİK YAPISI
       Kemikler, canlıya vücut şekli veren sert ve dayanıklı yapıda üniteler olup, aynı zamanda elastiki özelliğe sahiptirler. Ayrıca gelişme, büyüme ve ortama adapte olabilme gibi pek çok hayati fonksiyonları yürütme kabiliyeti gösterirler. Aslında tüm kemiklerin yapı ve gelişme durumları incelendiği zaman rezorbsiyon (yıkım) ve rejenerasyon (yapım) içerisinde oldukları görülür.
       Şurası muhakkak bir yandan kemiğin bünyesinde yıpranmış ve fonksiyon yapamaz halde olan dokular osteoclastlar (özel kemik elemanları) tarafından rezorbe (yıkılır) edilirken, diğer yandan da osteoblast ve osteocyt gibi yapıcı ünitelerce yıkıntı materyali kullanılmak suretiyle yenileri yapılır. Derken yapım ve yıkım dengesinin yapım lehine işlemesi kemiğin büyüme, uzama ve yenilenmesi açısından bir avantaj teşkil eder. İşte bu tür fonksiyonlar nedeniyle kemiklere hayati öneme haiz canlı üniteler nazarıyla bakılmaktadır.
        Kemikler dışarıdan görüldüğü kadarıyla kompakt bir madde değil, tam aksine içe doğru uzanan kanalcıklar, boşluklar ve sünger gibi gözlerin bulunduğu, hatta madde tasarrufunun en iyi şekilde ayarlanıp kendisinden beklenilenin çok üstünde performansın sergilendiği kompleks bir yapıdır.
                                       KEMİKLERİN KİMYASAL BİLEŞİMLERİ
      Kemikler kimyasal yönden organik ve anorganik madde içerirler. Zaten kemik ağırlığının %30-33’ü organik, % 67-70’i inorganiktir. Dolayısıyla kemiğin sertliğini, üzerine bir yük bindiğinde, binen ağırlığı taşıyabilme gücünü anorganik maddeler tayin etmekte, elastiki oluşunu ise organik maddeler belirlemektedir.
        Organik maddelerin esas yapısını protein-mukopolisakkarit kompleksi, lipit, enzim, glycojen gibi bileşikler oluşturur. Bu yüzden mucopolisakkaritler kondroitin sülfirik asit bileşimi göstermektedir. Protein ağırlıklı bileşikler ise kollajen ve galatine (jelâtin) dönüşebilecek nitelikte ossein orosomucoid ve osseo albuminoid’den oluşurlar. Şayet herhangi bir kemiği bir asit eriği içerisinde bekletirsek kemikte bulunan organik maddeler eriyerek ayrıştırılmış olur. İşte bu şekilde ayrışma işlemleri sonucu kemikte bulunan kalsiyum bileşiklerinin arındırılması veya giderilmesi işlemi (kalsuyumsazlıştırma) dekalsifikasyon olarak karşılık bulur. Nitekim dekalsifikasyona uğramış uş bir kemik inorganik maddelerden yoksun halde sertliğini kaybetmiş, bükülebilir ve yumuşak konuma geçmiş bir yapıya dönüşür.
         Eğer bir kemiği ateşte yakacak olursak bu işlemin sonunda kemik ilk şeklini muhafaza edecektir,  ama bu kez elastikiyetini ve dayanıklılığını kaybedip, kolaylıkla kırılabilir veya parçalanabilir hale gelmesi kaçınılmaz olacaktır. İşte bu yüzden bir kemiği yakmak suretiyle içerisindeki organik maddelerden arındırma işlemi kalsinasyon diye tarif edilir. Keza bir başka uygulamayla kemikler uygun ısı ve nem etkisi altında bırakılıp kurutma ya da kaynatma gibi işlemler sonucu içerisindeki organik maddeler ayrıştırılırsa bu işlem maserasyon adını alır. Mesela toprak altında kalan kemiğin suya maruz kalmasıyla birlikte yumuşama (masere) görülmesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder.
     Anorganik maddeler genellikle kalsiyum tuzlarından oluşurlar. Esasen kemikler organik maddeden yapılmış bir yatak ve kafes içerisinde madeni tuzların oluşturması ile hâsıl olmuş sert yapılardır.                                      
    Bilindiği üzere kemik yapımız fibriller kemik ve lamelli kemik şeklinde iki temel yapı üzerine iskeletimiz bina edilmiştir. Ve bu iki temel yapıyı A ve B şıkkı olarak ele aldığımızda:
   A-Fibriller kemiğe embriyonal hayatta da rastlandığı için embriyonal kemik dokusu diye de tanımlandığını görürüz. Ancak böyle tanımlansa da bebek dünyaya geldikten sonra durum vaziyet değişip 3-4 yaşına geldiğinde fibril kemik dokusunun lamelli kemik dokusuna dönüştüğü görülür. Ama yine de bir kısım yetişkin insanların vücudunda istisnai kabilden de olsa fibril kemik yapısı görülüp konumlandığı bölgeleri şöyle sıralayabiliriz de:
     -Kiriş, kas ve kas bağların kemiğe tutunduğu yerler. Örnek: Tuberositas iliaka (tümseksi bir yapı olup kuyruk sokumuna tutunur), Spina iliaca anterior inferior (ilium kemiğinin alt çıkıntı kısmı ), Spina iliaca anterior superior (ilium kemiğinin üst çıkıntı kısmı),  Krista iliaka (ilium kemiğinin üst kenarının ön bölümü) ve Spina iliaca posterior(ilium kemiğinin arka kenarı).
    - Sadece kafatasında görülen dikişimsi eklemler (Sutura).
     -Dental alveolus duvarları. Zira üst çene kemiğinin alt kısmında bulunan yan yana dizilmiş çukurcuklar olup, malum buralar diş köklerinin tutunma yerleridir.
     -Dişin sement tabakası (subtantia ossea).
    B-Kollagen lifler ise malum birbirine paralel bir dizilme ve liflerin arasını dolduran yapıştırıcı bir maddeyle birlikte 4-10 mikron kalınlığında lameller olarak tanımlanır. Adından da anlaşıldığı üzere lamel içerisinde kollagen lifleri birbirine bağlayan yan liflerin demet varı varlığı söz konusudur.  Hele bilhassa kemiklerin sıkı ve kompakt olduğu yerlerde kalın ve dayanıklı havers sütunlu ünitelerin varlığı da söz konusu olup,   bu söz konusu sütunların 3-10 kadar lamelden teşekkül ettiği belirlenmiştir. Ve her bir havers sütunu ortasında ise havers kanalı mevcuttur. Ayrıca haversian kanal sisteminin yan yana ve üst üste sıralanması suretiyle sıkı kompakt doku oluşur. Bu arada havers kanallarını enine birleştiren noktada walkman kanalları mevcut olup, bu kanallar havers kanalıyla bağlantı kurabiliyor. Dahası walkman kanalları bir taraftan havers kanallarına açılıp geçiş sağlarken, diğer taraftan Cavum medullare denen ilik kanayla da bağlantı kurmayı ihmal etmez.  olur. Anlaşılan o ki; gerek havers kanalları ve gerekse walkman kanalları, kan damarları ve sinirlerin gelip geçtiği yer olarak görev yapmaktalar.
        Lameller ve lamelleri oluşturan kollagen liflerin araları kalsiyum tuzu ve ossein (esas madde) ile donatılmıştır. Esas madde (substantia ossea) içerisinde ise osteosit'in (kemik dokuyu oluşturan kemik hücreler) bulunduğu lakünler vardır.
       Lamellerin birkaç tanesi kemik yüzeyleriyle birleşerek kiriş, mertek ve bölme şeklinde uzantılar meydana getirirler. Osteonlardan başka lamel içeren kemikler bulunduğu yer veya konuma göre; dış esaslı lameller (general lameller), iç esaslı lameller (bazik lameller), ara lameller (interstisyel lameller) ve özel lameller (havers lameller) olarak diye isimlendirilirler.
      Dış lameller
      Kemiklerin dış yüzüne paralel konumda olan ve periosteum'un (kemik zarın) altında bulunan lamellerdir. Bunlarla periosteum arasında birbirinden diğerine uzanan Sharpey lifleri vardır.
      İç lameller
      Kemiklerin içerisinde bulunup, Cavum medullare (ilik boşluğu) denilen boşluğun duvarlarına paralel konumda olan lamellerdir.
     Ara lameller
      Havers kanalları arasında kalan üç köşeli boşluklar halinde görülen lamellerdir.
      Özel lameller
      Bilindiği üzere havers kanallarında konumlanan lameller;  havers veya özel lameller sistemi olarak ifade edilir. Dolayısıyla herhangi bir kemikten kesit yapıp incelediğimizde dış yüzeyin daha kompakt sıkı bir yapı gösterdiği, kemiğin iç kısmı ise gözenekli ve boşluklu bir görünümde olduğunu görürüz.
     Kemiğin dış yüzeyi kompakt yapmış ya da dayanıklı hal almış kısım ise Substantia ossea compacta (kompakt kemik) olarak ifade edilir. Dahası kompakt kemik lamelli kemik olup havers sütunlarından (osteon) meydana gelmiştir. Ayrıca bir kemik ne kadar kuvvet altında kalıyorsa kompakt doku o nisbette kalın ve dayanıklılık kazanır.  Şayet kemik iç kısımları gözenekli ve boşluklu olursa bu kemik yapısı süngerimsi demektir. İşte kemiğin süngerimsi görünümlü bu kısmına Substantia ossea Spongiosa (süngerimsi kemik) ismi denmesi bu yüzdendir. Genellikle gözenekleri birbirinden ayıran duvarları birkaç lamina içeren bölmeler oluşturmaktadır. Hatta bölmeler dal ve kollara ayrılıp buluştukları noktada ağ oluştururlar. Aynı zamanda sünger görünümlü bu gözeneklerin içi kırmızı kemik iliği (Medulla ossium Rubra) ile doldurulmuş olup,  nihayetinde kan damarları bu gözeneklere açılmaktadır. Böylece süngerimsi kemik doku kısa kübik kemiklerin iç bölmelerini oluştururken uzun kemiklerin uçlarını da (epifizlerini) doldurur. Kemik bölmelerin sayısı, sıklık, yön, kalınlık,  üzerine gelen kuvvet veya ağırlığın gidiş yönünü ise trajektör denen çizgiler belirler.  Derken bu çizgiler sayesinde lameller çekme ve itme kuvvetleri yönünden sıralanmış olurlar.
       Kemik gelişim safhaları
       Kemik oluşumu henüz fibrillerin oluşmadığı dönem içerisinde önce hiyalin kıkırdak dokuyla start alır, sonra da mezenşim bağ dokusuyla yol alır. Derken bağ doku olgunlaşma öncesi iç kıkırdak dokusu, yani matriks  (osteoid doku)  yapı üzerine madeni tuzların sirayet etmesiyle birlikte Desmal ossification ve Endochondral ossification dönüşümler şeklinde kemikleşme süreci kendini gösterir.  Böylece arada kıkırdak safhası olmaksızın bağ dokunun böylesi kemiğe dönüşecek olan süreç ‘Desmal ossifikasyon’  denen kemikleşme süreci olarak anlam kazanmış olur.  Malum bağ dokusunun kemikleşme sürecinin akabinde osteoblast safhasına geçiş yapılıp bu safhada ilk evvela proteinlerden meydana gelen organik kollagen içerikli osteoid sıvı madde salgılanıp söz konusu bu kollagen sıvı maddeden kollagen lifler teşekkül eder. Ardından kemiğin ara madde olarak oluşan matriksle birlikte kemikleşme noktası (Punctum ossification-P.calcification) veya kemikleşme merkezi (Centrium ossificationis)  denen nokta şeklinde tuzlanmış bir yapı ortaya çıkar. Derken nokta şeklinde belirginleşen bu yapı git gide dalga dalga merkezden çevreye genişleyerekten osteoblast denen genç kemik hücrelerinin olgunlaşmasıyla birlikte osteosit yapıda kemikleşme süreci tamamlanmış olur.  
        Öyle anlaşılıyor ki; söz konusu sürecin başlangıcında desmal kemikleşme bir ağ biçiminde veya kemik materyalinden oluşmuş bir doku görünümünde olup zaman içerisinde bu doku yapısı lamelli kemik yapısına geçiş yapar.  Buradan da lamellerin oluşturduğu bölmelerin boşluklarına açılan kan damarlarından beslenen kırmızı kemik iliği denen bir muhtevayla süngerimsi spongioz kemik dokusu oluşumu gerçekleşir.  
       Bilindiği üzere desmal kemikleşme (İntramembranöz kemikleşme-Primer ossification) denen safha daha çok kafatası kemiklerin squama parçalarında, yüz kemikleri ve klavicikula köprücük kemiklerin oluşumunda görülen bir safhadır. Dolayısıyla kıkırdağımsı diyebileceğimiz sürecinin bu ilk safhasındaki taslağın kemikleşme hadisesi endochondral ossification  (endokondral kemikleşmei)  olarak adından söz ettirip bu süreç perichondrial ossification ve endochondral ossification şeklinde iki kategoride kendinin gösterir.  Böylece bu süreç içerisinde kıkırdağın üzerini örten bağ doku yapı perikonral kemikleşme olarak anlam kazanırken kıkırdağın içerisinde başlayan kemikleşmiş yapı ise endokondral kemikleşme olarak anlam kazanır. Kelimenin tam anlamıyla bu süreçte perikondriumun bağ dokusu hücreleri gelişimini osteoblast haline dönüşerek tamamlarken bu süreçte osteoblast kemik hücreleri de osteoid ve kollagen lifleri üretip, üretilen yapıların üzerine madeni tuzların sirayet etmesiyle de kemik dokusu meydana gelir.
                                                            KEMİK HÜCRELERİ
      Evet,  öyle anlaşılıyor ki gerek kemik hücreleri, gerekse kıkırdağımsı kemik hücreler insan vücudunun iskelet çatısını oluşturan iki ana hücreler olarak dikkat çekmekteler.  Öyle ki bağ doku hücreleri bu noktada vücutta ki tüm kemik yapıların bağlantısını sağlayan kolon ya da kiriş görevi ifa ederken adale hücreleri de eklemlerimizi hareketlendiren lif bağlarını oluşturmakla görev ifa eden hücreler olarak karşımıza çıkmakta.  Madem öyle karşımıza çıkan bu hücrelerin bir kısmının fonksiyonları neymiş bir görelim:
    Osteoblastlar
    Osteoblast; primer kemik dokusunu meydana getiren, yani kemik yapıcı ana hücre demektir (osteon: kemik, blast: yapıcı–meydana getirme). Dahası osteoblastlar bununla da yetinmez,   kemik matriksinin organik maddesini sentezlediği gibi gerektiğinde kemik ara maddesini oluşturan yan yana dizilmiş üniteler olarak da işlev görür.  Hatta osteoblastlar ana maddeyi meydana getirdikten sonra ara madde içerisinde Lacuna ossium denilen boşluklarda konumplanıp osteosit (kemik dokuyu oluşturan dinlenme hücreleri) dönüşüm kabiliyeti sergilerler.
   Osteositler
   Osteoblast denilen genç kemik hücrelerinin olgunlaşmasıyla oluşan yassı hücreler olup ince protoplazmik uzantılarıyla dikkat çeker.  Böylece protoplazmik uzantılar vasıtasıyla komşu osteositlerle birleşip aralarındaki hücre zarı kaybolacak derecede tek hücre haline gelen çok çekirdekli kütlesi denen ısyncytia yapı oluştururlar. Derken osteosiler bu yapısal dönüşüm sayesinde lakün adı verilen boşluklarda gelişim kaydederler.
     Osteoklastslar
     Kemik matriksini yok edecek derecede kemik dokusunu ortadan kaldırma özelliği ile bir çeşit kemik hücresi olarak dikkat çeker. Osteoklastlar aynı zamanda kemik hücreleri kemik iliği stromal hücreleri veya mezenkimal kök hücrelerinde gelişen yapıdadırlar Aynı zamanda kemiklerin proliferasyon (çoğalma-yenilenme) sahalarında bol miktarda görülen, kenarları girinti çıkıntılı yapıda hücrelerdir. Osteokastslar yıpranmış kemik bölümlerinde çıkardığı enzimlerle o bölgeyi eriterek gitgide büyüyen boşluklara dönüşüp kovuk oluştururlar da. Sonrasında ise kemik gözeleri taşıyan osteoplast lakünalarında yeni kemik maddesi teşekkülü gerçekleşir. Derken bu arada osteoklastların erittiği kemik bölgeleri osteoblastik aktivite ile yenilenmiş olur.                                                    
      Kollajen Lifler
      Osteoblastların meydana getirdiği bir protein olan kollajenden oluşmuş liflerdir. Kollajen lifler kaynatıldıkları zaman glutin denen kaynaştırıcı kemik tutkalı elde edilebiliyor.  Bu arada üzerine madeni tuzların ilavesiyle birlikte kollajen lifler sertlik kazanmış olur. Nitekim kollagen liflerin kendi doğal mecrasında yapıca demet teşkil etmesi, sert olması gibi özelliklerini göz önünde bulundurduğumuzda inşaat sektöründe demir bağlantılarının nasıl yapılacağını gösteren bir yapı modeline örnek bile teşkil edebiliyor.
      Substantia ossea, ossein
      Kemik dokusunda hücrelerin arasındaki sahaları dolduran ve içerisinde kollajen liflerin ve madeni tuzların bulunduğu bir ortamdır. Substantia ossea (ossein) kimyasal yapısı protein mukopolisakkarit kompleksi ve diğer organik maddelerden oluşmuştur. Substantia ossea yapı ve terkibinde bulunan madeni tuzlar dışında kollaojen lifler arasında kemiğin organik maddesine matriks (osteoid) denir. Söz konusu bu kemik yatağı (osteoid) artık madeni tuzların yerleşmesine de uygun bir yer teşkil eder. Derken madeni tuzların varlığıyla birlikte kemik teşekkül eder.
                                         KEMİK METABOLİZMASI
      İnsan vücudunda irili ufaklı ortalama 213 adet kemik belirlenmiş olup, bunlar organik ve inorganik maddelerin oluşturduğu bir sistem olarak adından söz ettirirler. Kemikler aynı zamanda vücudun kalsiyum deposudurlar. Dolayısıyla kan ve kemik dokusu arasında devamlı bir madde alışverişi yaşanmaktadır. Nitekim bu noktada kemiklerin dayanıklılık kazanmasına yönelik madeni tuzları kandan alıp beslenmesi bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yani bu demektir ki tabiatta buharlaşma sonucu açığa çıkan mineral tuzlar bir şekilde insan bedenine girdikten sonra kana aktarılıp, böylece kemik metabolizmamız bu arada hissesine düşen payı da almış olur. Tabiî ki bu olaylar pek çok faktörlerin etkisi altında olmaktadır. Aşağıda özet olarak sunmaya çalıştığımız bu faktörleri şöyle sıralayabiliriz:
         -Kan serumunda  %10 miligram kalsiyum, %3,5 miligram fosfor bulunmaktadır. Vücutta Ca ve P madde miktarı sabit olup, bu sabit sayı her ikisinin çarpımından (Ca x P veya 10x3,5=35) elde edilmektedir. Şüphesiz kalsiyum ve fosfor miktarının kanda sabit kalmasını sağlayan paratiroid hormonudur. Bu hormon direk fosfor üzerine etki edip fosforun böbrek tubuluslarından (borucuklarından)  kana geri emilmesine engel olarak gerçekleştirir. Dolayısıyla bunun sonucunda kanda fosfor seviyesi düşer, Kalsiyum ise kemiklerden kana mobilize olarak geçer. Şayet çeşitli nedenlerle kanda fosfor miktarı düşerse Ca x P çarpımı sabit olduğundan kalsiyum miktarı artacak demektir, ya da kanda kalsiyum azalırsa bu sefer tam aksine fosfor çoğalacaktır.  Dolayısıyla bu durumda kalsiyum miktarının çoğalması için kemikler üzerinden kana kalsiyumun transferi gerekecektir.        
        - Kalsiyum ve fosfor metabolizmasında D12 vitamini etken faktör olup kalsiyumun sindirim kanalından kana karışmasını artırdığı gibi böbrek vasıtasıyla da fosforun dışarı atılma işlemini hızlandırır. Ayrıca kalsiyumun kemik matriksine oturmasını sağlar.
        - Genital bez hormonları anabolizan etki gösterip protein yapımını artırdıkları gibi kemik matriksin aktivitesini artırırlar.  Derken kemik yapımının oluşumunu hızlandırmış olurlar.
       - Tiroid bezi bazal metabolizmayı artırarak kemiklerin gelişip büyümelerine yardımcı olur. Fakat tiroit hormonu fazla salgılandığında negatif etki yapar.
         -Hipofiz hormonu gelişip büyümeyi sağlar. Dolayısıyla hormon eksikliği endokondral kemikleşmeyi ve epifiz kıkırdağının olgunlaşmasını geciktirir. Hormonun fazlalığı ise kemiklerin fazla uzamasına ve irileşmesine neden olur.
           -Pankreas hormonu (insülin) kemiklerin gelişip büyümelerine ve karbonhidratlardan protein yapımına yardımcı olur.
        Kemiklerin kalınlaşması perikondriumda  (kıkırdak zarı) oluşan yeni kemik tabakalarının üst üste eklenmesi ile olur. Kemik taslağının dış yüzünde kabuklaşma meydana gelir ki buna perikondral kemikleşme denmektedir.  Şöyle ki; kemiğin gelişmesi ile birlikte perikondrium periosteuma (kemik zarına) dönüşür. Aslında perikondral doku kemikte ilk zaman spongioz (kemik cipsi) bir manzara gösterir. Derken ileri ki aşamalarda dokunun içerisinde boşluklar,  havers ve wolkman kanallar oluştuktan sonra mezenkimal bağ dokusunda havers sütunlarının oluşmasıyla birlikte kompakt kemiği oluşturur.
         Hiyalin en çok görünen kıkırdak tip olup Yunanca cam manasına gelen hyalos’tan türemiş bir sözcüktür.  Belli ki ışığı hafif geçirme matrisi özelliğinden bu ismi almıştır. Bu arada hiyalin kıkırdağın farklılaşmasıyla teşekkül eden kemikleşme faaliyeti son bulmaz, bundan sonraki aşamada adından endokondral kemikleşme (Enchondral ossification) olarak söz ettirir. Yani kısa ve kübik kemiklerin iç kısmı veya uzun kemiklerin diafiz ve epifiz (kemikleşme noktaları üzerinde)  kısımların kemikleşmesi endochondral ossification (kıkırdak kemik taslağı) hadisenin gerçeklemesiyle mümkün hale gelir. Kelimenin tam anlamıyla hiyalin kıkırdak hücrelerinin çoğalması proliferasyon ismini alıp hipofiz ve genital bezlerin kontrolünde kemiğin uzunlamasına büyümesi gerçekleşmiş olur. Böylece proliferasyonla birlikte kıkırdak vaktinden evvel kemikleşirse boy kısalığı (pluitary dwarfısım-cücelik) nükseder, geciktiğinde ise aşırı büyümeye (gigantism-dev cüsselilik) neden bir durum nükseder.  
       Chondroclast kıkırdak dokusunu tahrip eden bir hücre olup,  kemiğin içerisinde boşluk oluşturur. Derken oluşan boşluk kemik spikülü (Trabekula) ağıyla donatılır.      
       Hâsıl-ı kelam insan kemiklerinin kemikleşmesi intrauterin hayatta başlar,  24-25 yaşında son bulmaktadır.
                       KEMİKLERDE ANATOMİK VE FİZYOLOJİK OLAYLAR
       Vücudumuz öyle anlaşılıyor ki;  kemikler üzerine inşa edilmiş durumdadır. Bu yüzden kemiksi yapıya iskelet denip, kemik üyelerinin her biri vücuda bir bambaşka güzellik kattığı gibi organlarımızın koruyuculuğunu da üstlenmiş olurlar. Genel itibariyle iskelet sistemimiz baş, gövde, kol ve bacak olmak üzere üç ana eksen üzerine kurulmuştur. Şüphesiz bu iskeletin kolon ve kirişlerini kemikler oluşturup, içi kadar dış kısımda inceleme konusudur. Zira bir yandan osteoblastik aktiviteyle kemik oluşumu gerçekleşirken,  öte yandan şekil yönünden de interstisyel lameller haline dönüşürler. Derken osteonlarda yıpranmış olanlar eski osteonların yerini alırlar. Bu arada osteoklast hücreler ise yeni kemik dokusu oluştururlar.
       Kemiklerin görev ve fonksiyonları:
       -Vücudumuzun şeklini ve biçimini tayin ederler.
       -Destek dokusu görevi yaparlar.
       -Kaldıraç kolu görevi yaparlar.
       -Hayati organlarımız için kapalı kutu muhafaza görevi yapar. Örnek olarak göğüs kafesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder.  
        -Alt ve üst ekstremiteler için dayanak sistemleri meydana getirirler. Örnek olarak üst extremiteler için omuz, alt extremiteler içinse pelvis iskeleti bunun tipik örneğini teşkil eder.
        -Kalsiyum ve fosfor mineralleri için depo görevi yaparlar.
        -Adına kırmızı kemik iliği denen Medulla ossium rubra’nın gelişme, barınma ve görev yapmasını sağlar.
        Vücudumuzun iskeletini oluşturan kemikler genel itibariyle şu 4 başlıkta tasnif edilir:
       -Ossa longa (uzun kemikler)
       -Ossa breve (Kısa ve kübik kemik)
       -Ossa plana (Yassı kemikler)
       -Ossa pneumatica (Havalı kemikler)
       1-Ossa Longa (uzun kemikler)
      Bunlar ekstremitelerin esasını teşkil eden kemiklerdir. Hatta ekstremitelerin hareket kazanmasında kaldıraç kolu görevi yaparlar. Ayrıca uzun kemikler iki uç ve bir gövdeden ibarettir. Bilindiği üzere omurga, göğüs kafesi, kaburga kemiği ve kalça kemikleri gövdeyi oluşturan ekstremitelerdir. Nitekim omurga 33 omur kemiğin ardışık sayıda bir matematiksel plan dâhilinde dizilmesiyle oluşan yapıdır bu.  Hatta bu kemikler kıkırdak disklerle birbirlerinden ayrılmış vaziyette sıralanmışlardır. İşte bu kıkırdak yapılar sayesinde hem omurgamızı hareket ettirebiliyoruz hem de vücudumuzun en hassas organı sayılan omurun her hangi bir travmaya karşı korumaya alındığına şahit olmaktayız. Hakeza omurganın en sonundaki omur kuyruk sokumu kemiği olarak bilinir ki, özellikle oturmamızda en büyük rol oynayan bir vazifesi söz konusudur.
     Uzun kemiklerin gövde kısma diafiz, uç kısmına epifiz denmekte. Epifiz ve diafiz arasında kalan genişleme gösteren kısma da metafiz denir. Metafiz ile epifiz arasında daha henüz kemikleşmemiş, yani kıkırdaktan ibaret olan çizgiye ise epifiz çizgisi denir. Şayet epifiz çizgisi kemikleşirse kemiklerin boyca büyümeleri sona ermiş olur. Bu arada uzun kemiklerin bir kısmında kondrositlerin aktivitesi ile hâsıl olan boşluğun devamı uzun bir boşluk bulunur. Bu boşluk başlangıçta gayrı muntazam olup daha sonra kanal şeklinde kavum medullare isimli boşluğa dönüşür. Tabii bu boşluk boşuna değildir. Zira cavum medullare, medulla ossium flavanın (sarı kemik iliğinin) geçmesi için ayarlanmıştır.
       2-Ossa Breve (kısa kemikler)
       Kısa kemikler el, ayak bileği bölgelerinde ve columna vertabralis (omurga) kısımlarında bulunan kemiklerdir. Zira el ayası parmaklarımızı beş parçaya ayrılırken bu paylaşımda başparmak bir yöne doğru, diğer dört parmakta başka bir yöne doğru en elverişli konumda dizilmişlerdir. Belli ki bu parmakları amir konumunda başparmak idare etmektedir. İşte bu baş parmak (lider) sayesinde kısa kemikler bulundukları konumlarda daha ince ve elastiki bir şekilde hareket edip bir maksada yönelik misyon üstlenmiş olurlar. Örnek mi? Mesela bacak kemikleri bu noktada ayak parmağı ile ilişkilendirilip yürümeye veya koşmaya yönelik bir eylem ifa etmesi bu durumun tipik bir örneğini teşkil eder.  
       Kısa kemikler küçük olması veya çok sayıda eklemlerle birleşmişliği onlara elastiki yay, kenar ve kubbe tarzında görünüm kazandırır.  İşte bu kubbemsi yapı sayesinde gerektiğinde omurga eksenimiz statik halde kalmakta,  gerektiğinde ise yük taşımada dinamik  (hareket hali)   hale gelebiliyor.
      3-Ossa Plana (yassı kemikler)
      Yassı kemikler kapalı boşlukların donatılmasına yararlar. Bu yüzden kafatası boşluğunu (cavum cranii) çevreleyen kemikler squama olarak ifade edilip, bunlar içerisinde squama occipitalis ve squama frontalis tipik örneklerini teşkil eder.
      Yassı kemikler, biri dışta diğeri iç tarafta olmak üzere kompakt yapılı iki kemik lamina ila bu iki lamina arasında bulunan spongioz kemik tabakalarından oluşurlar.
   Mesela kafatası kemiğinin Lamina externa ve Lamina interna’nın arasında bulunan süngerimsi spongioz tabakaya diploe denmektedir. Böylece bunların varlığı sayesinde beynin ihtiyacı olan ısı derecesi sağlanmış olur.
       4-Ossa Pneumatica (havalı kemikler)
       Ossa pneumaticum denen havalı gözeleri olan kemik kafatası ve yüz kemiklerde olduğu gibi iç duvarları mukoza dokusuyla döşelidir.  Dolayısıyla bu sümüksü doku sayesinde geniş veya dar bir kanalla sinus boşluğuna açılan kemiklerin (cavum nasi’ye) daha hafif olması ve konuşma esnasında sesin rezonansı (tınlaşım) ayarlanmış olur.  Bu arada boyun kemiklerin iç kısmı da omurilikle takviye edilip, dairevi girinti ve çıkıntılarıyla dikkat çekmektedir.  Öyle ki bu kemikler 7 omurdan meydana gelecek şekilde tanzim edilmiştir. Boynun alt bölümü ise sırt kısmında yer alan 14 omurilik son omur ile birleştirilmiştir. Son omur malum olduğu üzere 12 omurdan ibaret olup,  kuyruk kemiği ile birleşik hale getirilmiştir. Belli ki söz konusu bu omurlar gerek kaburga, gerek omuz, gerek bacak, gerek sağrı, gerekse uyruk kemiklerini tutmak için inşa edilmiştir.  
                        KEMİKLERİ SARIP SARMALAYAN BAĞ DOKU YAPILAR
      Periosteum
      Kemiklerin üzerini dıştan sarıp sarmalayan bağ dokusu tabakasına periosteum denip stratum fibrosum ve kambiyum denen iki zar tabakadan oluşmuştur.
     Genellikle eklem kapsülü olarak bilinen membrana fibrosa  kollogen lif demetlerinden ve bunları birbirine bağlayan elastik liflerden teşekkül eden bir tabaka olmanın yanı sıra   ayrıca hem damar, hem de sinir bakımdan zenginlerdir. Kemik ve periost arasında bulunan lifler ise Sharpey lifleri olarak bilinir.
     Kambiyum tabakası daha çok mezenkimal kök ve endotelyal kök hücrelerin bulunduğu bir tabaka olarak dikkat çekmektedir. Hatta bu tabaka içerisine paralel dizilmiş osteoblast denilen hücrelerin yanı sıra kollogen yapılı demetler, elastik fibriller ve damar ağlarıyla da göze çarpmaktadır.  İşte içerisinde osteoblast hücrelerin bulunduğu bu göze çarpan kısım osteogen tabaka diye isim almakla birlikte, ama şu bir gerçek gelişmesini tamamlamamış olan kemikler de osteogen tabaka (kemik yapıcı tabaka) bulunmaz.
       Hâsılı; periostem tabakası kemiğin yapım ve yıkımında, kalınlaşmasında,  beslenmesinde ve duyu yönünden hassasiyetini sağlamada rol üstlenen çok önemli bir tabaka olarak dikkat çeken bir yapıdır.
        Endosteum
        Kemiklerin iç boşluklarını saran ince bağ doku yapılı bir zar olup,  aynı zamanda kemik iliğinde mevcut olan fibrillerin boşluk duvarlarına kadar uzanabilen ince bir zar tabakadır. Ayrıca endosteum kemik duvarı cavum medullare ve spongioz duvarına nispeten çok ince bir yapı gösterirler. Keza endosteum’un, tıpkı periosteum’de (elyaf doku) olduğu gibi kemik duvarlarıyla temas eden yüzeylerinde osteoblastlar da vardır.
                                                         KEMİK İLİĞİ
       Moleküler biyolojinin ortaya koyduğu genetik bilgilere baktığımızda genetik şifreleri adeta bilgi cihazı dediğimiz bar koddan geçirerek yazgıya çeviren tek hücrenin kemik iliği hücresi olduğu görülecektir. Nitekim genetik laboratuarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Hatta asıl şifreler açılabilse, belki de bir insan yazgısı kayda geçirilebilir pekâlâ.  Nitekim eğe kemiği kaburga kemiklerini oluşturan uzun kemikler olarak bilinir.  r. Nasıl ki; karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) olup, eksi (-)değerdeyken de bir anda toprak canlılık kazanıyorsa, hakeza genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri de ‘ol’ emri olmaksızın cansız halde pasif konumdadır. O halde Âdemin kaburga kemiğinden hayat bulan Havva neden yaratılmasın ki. Allah her şeye kadirdir çünkü. Amenna ve saddakna demekten başka çaremiz yok zaten. İşte bu gerçeklerden hareketle yazgı hükmünde kemik iliğimiz kemik iç boşluklarında damar ve sinirlerle donatılmış yumuşak yapıda olup vücudumuzda medulla ossium flava ve medulla ossium rubra diye iki türlü yapı göstermektedir.
     Medulla ossium flava (sarı kemik iliği)
     Medulla ossium uzun kemiklerin içerisinde cavum medullare denilen boşluklara yerleşmiş sarı sıvı renkteki kemik iliği olup, yapı veya terkip bakımdan bağ dokusu iskeletine oturmuş yağ dokusu veya yağ dokusu içerisine gömülmüş damar ve sinirlerden teşekkül eder. Böylece bu konumuyla kemiğin beslenmesine destek olmuş olurlar.
    Medulla ossium rubra (kırmızı kemik iliği)
    Medulla ossium rubra spongioz yapıda kemiklerin gözlerinde bulunan kırmızı kemik iliğidir. Renginin kırmızı olması kan ve kan yapıcı organlarla yakından alakalı bir durumdur.
Bu arada kapiller damarlar gözeneklere açılır. Gözeneklerin içerisi yüksek bağ dokusu elemanlarıyla donatılıp, ayrıca eritrositleri oluşturacak eritrosit seriler veya miyelositer seriler oluşturacak miyeloid elemanlara ait kan hücreleri bulunur.
                                               KAFATASI KEMİKLERİ
       Kafa iskeletinin bütünü
       Kafa iskeleti neurocranium (kafatası) ve Splanchnocranium (yüz) kemiklerinin birleşip bir bütün oluşturmasıyla ortaya çıkmaktadır.
        Neurocranium kemikleri birbirine ekli 22 farklı kemik grubundan meydana gelmiş olup,  adından bağrında cerebellum(beyincik), cerebrum(beyin) ve cavum cranii'yi (kafa boşluğunu)  barındıran kemikler olarak söz ettirir. Düşünebiliyor musunuz beyin, göz, kulak, burun ve ağız gibi çok mühim organları muhafaza etmek kafatası kemiklerinin sorumluluğuna verilmiş.  Biz kafatası kemiklerini tek tek anlatmaya kalkışsak belki de bu konu çok su götürüp ciltler dolusu esere ihtiyaç olacaktır. Dolayısıyla şimdilik kafatası kemiklerini genel itibariyle iki kısımdan oluştuğunu belirtmekle yetinip kısaca şöyle bahsedebiliriz. Şöyle ki bu kısımlar:
        Basis Cranii
        Kitle bakımdan daha kalınca olup,  bu kısım kafatası kaidesinin  (Basic cranii) yapısını oluşturmaktadır. .
         Os frontal kemik (alın kemik)
        Frontal kemik; kafatası boşluğunu sağlı sollu çevreleyen parieatal (yan) ve kauk şeklinde yassılaşmış plakanın adıdır. Bu yüzden foramen ovalenin arkasındaki bu geniş kavisli plakaya squama occipitalis denmektedir. Yani bir anlamda kafatası boşluğunun ön duvarını yapan ve yüz kemikleri ile yakın ilişkisi olan bir kemiktir. Frontal kemiğin öne bakan dış yüzü hafif konveks, iç yüzü konkav, üst kısmı yukarıya ve arkaya doğru yönelmiş squama frontalis kafatasının yapısına uygun varyasyonlar gösterir. Bazı dazlak insanlarda dış yüzün (Facies externa) orta kısmı, sağlı sollu geniş kabartı gösterir(Tuber frontale). Aslında bu kabartılar alnın en çıkıntılı yerleridir. Squama frontalisin arka tarafı ise dişli olup burada bulunan parietal kemiklerin ön kenarları ile eklem yaparlar. Bu nedenle eklem yapılan kısma sutura coronalis denmektedir.
     Squama frontalisin dış yüzü (facies externa)  ise konkav, girintili ve çıkıntılı olup, iç yüzün tam ortasında ise arka kısma doğru (sagittal suturun lambdoid bölgesine yakın) uzanan bir oluk vardır. Hatta oluk öne ve aşağıya doğru kör delik ihtiva eder. İşte söz konusu kör delik ileri yaşlarda beyin sıvısı ile dolar veya dış mekanik etki sonucunda beyin zarının zedelenmesine neden olur.
       Os Parietal (çeper kemik)
       Parietal kemik, 4 kenarlı, 4 köşeli olup kafatası boşluğunu yanlardan kapatan bir özellik taşıyıp, aynı zamanda kafatasının genişliğini tayin eder. Bazı insanlarda bu kemik 4 kenar yerine 3 kenarlı olabiliyor. Parietal kemiğin arkaya doğru uzanan kısmın içerisinde ise beyin sinirlerin geçtiği ışınsal oluklar görülür. Dolayısıyla bu oluklar kazada zedelenirse felç yapabiliyor.
     Os occipitale (artkafa kemiği-ense)
     Oksipital kemik, kafatası iskeletinin arka ve alt kısmında bulunur. Kafatası oksipital kemik sayesinde omurga üzerine oturur. Oksipital kemik 4 parçadan oluşmuştur. Bu parçaların birleştiği yerde foramen magnum denen boyun deliğinin yanı sıra buraya açılan yutak (farinks) vardır. Farinks omurganın pürtüklü bir doku parçasıdır.
       Os Temporale (şakak kemiği)
       Kafatası boşluğunu yandan ve alttan kapatan bir kemiktir. Aynı zamanda çift kemikler diye de bilinen temporal kemik yukarıda parietal kemikle(duvar kemiği) birleşir de. Hatta Sphenoid kemikle(temel kemik) komşuluk yaptığı gibi bunun özel bir çıkıntısı sayılan zygomaticum(elmacık) ve temporomandibularis denilen eklemle de komşudur. Bu yüzden Temporal kemik 3 ayrı parçadan oluşup birçok bakımlardan diğer kemiklerden daha komplikedir. Şöyle ki;
      -Temporal kemiğin içerisinde işitme ve denge sağlayan organların bulunması,
      -Beyni besleyen en mühim arterin bu kemiğin içerisinden geçmesi,
      -Çeşitli sinir ganglionlarına zemin teşkil etmesi gibi unsurlar temporal kemiğe komplike özellik katmaktadır.
     Os Sphenoidale (kelebek kemik)
    Sphenoid kemik basis cranii’in ortasında bulunan en karizmatik kemiklerdin biridir. Zaten karizmatik oluşu şundan besbellidir ki etrafındaki kemiklere bir kama gibi sokulmuş kelebek bir yapıdadır.  Aynı zamanda çoğu yüz kemikleri ile birleşip hem eklem yapan, hem de ön çukurların (fossaların) oluşumuna katkı veren özellikte bir yapıdır.
                                               YÜZ KEMİKLERİ  (Splanchnocranium)  
      Splanchnocranium solunum ve sindirim sisteminin başlangıcında yer alan organların boşluk kısımlarını çevreleyen, aynı zamanda bazı kanal, çukurluk ve boşlukları oluşturan kemiklerdir. Dolayısıyla yüz iskeleti şekil itibariyle üçgen prizmaya benzeyip, ön, yan ve arka yüzü vardır. Bu yüzden yüz iskeleti bütünü ile neurocranium’un (merkezi sinir sistemin oturduğu kemikler) ön-alt kısmın arasında boşluk ve kanallar meydana getirmiştir. Bugünkü bilgilere göre iskeletimizin en tepe noktası diyebileceğimiz alanı kapsayan kemiklerin 8 tanesi kafa, 12 tanesi yüz, geri kalan 32 tanesi diş tarzında konumlandırılmış olup, söz konusu kemiklerin oluşturdukları bu yapıya yüz iskeleti (splanchnocranium) denmektedir. Bu arada yüz iskeleti tek ve çift olmak üzere 16 kemikten teşekkül etmiştir. Bunlar Os ethmoidale (kalbur kemik), Os maxilla, mandibula, Os palatinum, Os lacrimale, Os nasale, Vomer (sapan kemiği), Concha nasalis inferior (alt nazal konka), Os zygomaticum, Os hiyoideum diye sıralanırlar. Mesela bu kemiklerden maxilla ve Os ethmoidale (kalbursu kemik), içerisinde boşluk veya odacıkların bulunduğu havalı kemiklerdendir. Diğerlerinin içlerinde ise alveolit şeklinde çukurluklar görülür.
        Maxilla (üst çene kemiği)
        Mandibuladan sonra en büyük kemik olup yüz iskeletinin orta kısmında bulunur. Burun boşluğu, ağız boşluğu ve ortada iki yatay lamina kemik ile birlikte sert bir damak meydana getirir. Maxilla kemik aynı zamanda aşağıya doğru kavisler yapıp, bu kavisin alt kısmında diş köklerinin oturmasına özgü çukurluklar (alveolit dentalis) vardır.
        Mandibula kemik (alt çene kemiği)
        Tek kemiklerden olup yüz iskeletinin alt yapısını teşkil ederler. Adı üzerinde alt çene yapıda bir kemik, bu yüzden sağlam temelli, aynı zamanda baş iskeletinin yegâne tek hareketli kemiğidir dersek de yeridir. Malum diğer bütün kafa ve yüz kemikleri sabittir, yani manevra dışıdırlar. Ancak yine de eklemler vasıtasıyla veya splanchnocranium’un (yüz iskeletinin) birer üyeleri olarak işlevlik gösterebiliyorlar.
       Bu arada Mandibula iki bölümden (Corpus mandibula ve Famous mandibula) oluşup, bu iki kısım birbirleriyle açı yaparak birleşmişlerdir. Mandibula kemiğin üst kenarlarında diş köklerinin yerleşmesi için çukurluklar görülür.
        Os palatinum (damak kemiği)
         Burun boşluğu tabanı ve yan duvarlarının arka kısmını oluşturan os palatinnum çift kemiklerden olmanın yanı sıra esas itibariyle 2 lamina’lıdır. Hatta bu laminalar “L” harfi şeklinde birleşmiş durumdadır. Laminanın üst yüzü ise burun boşluğuna bakar. Genellikle L şeklindeki laminanın ön kenarları dişli olup, arka kenarları ise konkav haldedir. Fakat bazı insanlarda kartal burunluluk (L harfi) deforme olmuş olabiliyor.
        Os lacrimale (gözyaşı kemiği)
         Lâkrimal kemik küçük ince çift kemiklerden olup iki yüzü ve dörtkenarı vardır. Dış yüzün göz çukuruna (orbita) bakan tarafın ön yarısında bir oluk vardır. Dolayısıyla bu kanal sayesinde gözyaşın fazlası burun boşluğuna akabiliyor.
         Os nasale (Nazal kemik)
         Os nasale yassı ve dörtgenimsi iki küçük burun kemiklerdendir. Kemik şekil bakımdan daha çok trapeze benzer. Üst kenarlar kalın dişli olup,  bu dişler alın kemiği ile birleşmeyi kolaylaştırmaktadır. Alt kenarlar ise aynen üst gibi olup, bunlar burun kıkırdakları ile birleşir.  Böylece ön yüz kemiğin içerisinden aşağıya doğru veya foramen nasale denilen deliklere açılan bir oluk oluştururlar. Oluğun içerisinde ise sinir uzantısı vardır.
        Vomer Kemik (sapan kemiği)
        Yüzün iki tek kemiğinden biri olan vomer; düz, geniş ve dörtgen lam görünümünde bir kemiktir. Yani vomerin ön, alt ve arka olmak üzere dörtkenarı vardır.  Dolayısıyla vomer kenar boyunca uzanan bir olukla iki dudağa (Os palatinum kemik-dudak kemik) ayrılmıştır.  Bu arada vomer’in ön kenarı dar olup, bu kısım burun boşluğunun kıkırdak bölmesi ile birleşir. Hatta buralardan sinirler de geçer.
        Os zigomatikum (elmacık kemiği)
        Zygomatik kemik yüzde bulunduğu konum itibariyle diğer kemiklerle bağlantı şeklinde yer almıştır. Zygomatik kemik, kemer ve boyunduruk anlamına gelip,  yassı yanaklarda çıkıntı yapan bir tali bir özelliği vardır. Aynı zamanda kemiğin 3 çıkıntısı var olup yukarıya doğru uzanan frontalis kemiğinin (alın kemiği) zigomatik çıkıntısıyla birleştiği yerde orbita (göz çukuru) duvarın ön kısmını oluşturur.
       Os hiyoideum (dil kemiği)
      Os hiyoideum kemik ağız döşemesinin altında ve gırtlak denen larynx’in üst tarafında yer alıp ve burası doğrudan yüz kemikleri ile ilgisi olmasa da ancak köken bakımdan onlarla ilişkili bir kemiktir. Bir başka ifadeyle alt çenenin alt kısmında bulunan küçük bir kemik olup yutak kavislerin taslak kısımlarından ve kafatasında oynar ekleme sahip iki kemik haldedir.      
        Velhasıl-ı kelam; kemiklerimizi bir damla nutfeden şekillendiren Allah’a sonsuz Hamd senalar olsun ki ömür boyu yıkılmadan ayakta kalabilmekteyiz. Bir gün ecel kapımızı çalıp toprağa karışsak bile çürümüş bedenimiz elbet dirilecektir. Çünkü Yüce Allah (c.c); “İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz.  Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir… (Kıyame 1-15)” diye beyan buyurmaktadır.
         Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

5 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz