Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Alperen Gürbüzer

2 posters

6 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty ÖLÜM KATILIĞI

Mesaj tarafından Selim C.tesi Nis. 08, 2023 5:55 pm

ÖLÜM KATILIĞI                                        
    SELİM GÜRBÜZER

    Sonsuzluk tutkusu anne karnında başladığı şundan besbelli ki anne adet kanından kesilebiliyor.  Ve böylece adet kanı dışa değil bu kez içe akıp bebeğe gıda olmak için vardır. Şayet aksi bir durum olsaydı anne karnında bebek tıpkı kurumuş meşe ağacı gibi kuruyup gelişemeyecekti. Hakeza anne rahmine düşen bir bebek şayet kendisine tanınan dokuz aylık bir konaklama süreç yerine kalıcı olarak konaklayıvermiş olsaydı hiç kuşkusuz kendisiyle birlikte annesinin de ölümüne sebep olacaktı. Bu demektir ki dokuz aylık süreç rast gele belirlenmiş bir zaman dilimi değildir, bilakis kökü kalu belaya dayanan yeni bir hayata göz kırpmanın hazırlığı bir süreçtir. Öyle ki anne karnındaki bu süreç Kur’an’da zikrolunan  “toprak (gametogenez), nutfe (fertilizasyon-döllenme), âlaka (yarıklama), mudga (gastrolasyon) ve rahimde organların oluşması (organogenez)”  safhaları olarak sıralanıp en nihayetinde dünya hayatına adım atmak şeklinde vuku bulur. Hakeza dünya hayatı da çocukluk, gençlik ve ihtiyarlık şeklinde safha safha gelişim kaydedip en nihayetinde ahirete göz açmak manasına ölüm vuku bulur. Şu da bir gerçek; ölüm korkusu tüm insanlığın ortak korkusudur,  amma velakin elden ne gelir ki, bikere her nefis ölümü tadacak hükmü bunu gerektirir çünkü. Öyle ya, madem doğmak var, o halde Kur’an’da zikrolunan “Sizi topraktan yarattık, (ölümünüzle) sizi oraya döndüreceğiz ve sizi bir kere daha oradan çıkaracağız” (Taha, 55) diye beyan buyurulan ölüm hükmü de vuku bulmalı ki Hayy’dan geldik Hu’ya gideriz manasına gerçek hayat sahibi Yüce Allah’ın azameti ve kudreti idrak edilebilsin.  Gönül ister ki ölmeden önce ölünüz bilinciyle hayatımıza çeki düzen vermiş olsak da istikamet üzere bu dünyadan göç etmiş olsak.  Nitekim ölüm öncesi sıratı müstakim üzere yaşanılacak olan bir hayat süreci ölümü korku olmaktan çıkarıp ölen kişi üzerinde vuslat düğün gecesi ölüm sevinci olarak tecelli ettirir de. Yeter ki yaratılış gayesine uygun yaşansın bak o zaman ölüm korkusu yerine Mevlana’nın tarif ettiği şekliyle düğün gecesine dönüşen kar beyaz gelinlik bir sevinç ölümün vuku bulması an meselesidir diyebiliriz pekâlâ. Ölüme birde biyolojik açıdan baktığımızda rigor mortis gerçeği ile karşılaşırız. Madem öyle, Tıbbi açıdan rigor mortis neymiş bir görelim.
       Malumunuz iç ve dış dünyamızın iletişimi sinir sistemi aracılığıyla yürütülmekte olup bu sistemin merkezi beyindir. Dolayısıyla beyin merkezi fonksiyon yönünden diğer organlara göre daha imtiyazlı konumdadır. Öyle ki, Yüce Allah (c.c) tarafından vücuda giren gıdalardan sadece saf oksijen ve en taze glikozla hem beslenmeye hem de korunmaya alınmış nevi şahsına münhasır tek organdır diyebiliriz de. Nitekim glikozdan ve oksijenden mahrum kalan bir sinir sistemi ister istemez ilk evvela beyin ölümünü gerçekleşip böylece beyin sapı denilen soğancık bölgesinden talamus’a kadar uzanan merkezi yapının yanı sıra beyin sapı ağı denilen nöron ağıyla olan irtibatlar da bir anda kesilivermiş olur.  Derken dış dünyadan gelen sinyaller bir taraftan beyin kabuğundaki özel merkezlere taşınamazken diğer yandan da ağ cisim ve korteksle (beyin kabuğunun) olan irtibatlar da sona erer. Bir başka ifadeyle iletişim kanallarının kesintiye uğramasıyla birlikte beş duyu organımızla alınan tüm bilgiler kortekse ulaşabilmekte, ancak bu bilgiler hasta tarafından algılanamayacaktır. Bu durumda hasta bilincini yitirmiş bir vaziyette,  etrafında olup bitenlerden haberdar olmaksızın gerçek ölüm nüksedene kadar koma halde kalacaktır.  Ta ki gerçek ölüm vuku bulur bu kez işin rengi büsbütün değişip kaskatı kesilmek gerçeği ile yüzleşilecektir. Şöyle ki; insan vücudu ölümden yedi veya on saat sonra şiddetli bir kasılma durumuna geçer ki bu durum Tıpta ‘Rigor Mortis’  kavramıyla ifade edilir.  Yani Rigor Mortis kavramından maksat ölümün vuku bulmasıyla birlikte parlaklaşmış halini kaybedip opaklaşmış (katılaşmış) hale dönüşmesidir. Öyle ki ölümden sonra kaslar belli bir tertip üzere kademe kademe katılığa uğrayıp ilk olarak kalp diyagramı, sonra yüz ve ense kasları, daha sonra ise alt ve üst taraf kasları ve en nihayetinde karın kasları katılaşır.
        Peki, ceset kas katı kesildikten sonraki ölen kişinin hali nice olur derseniz, olacak olan besbellidir, bu kez ölüm katılığı 15–20 saat sonra yavaş yavaş kompozisyonunu değiştirerek çözülmeye başlar. Nasıl ki ölüm katılığı belli bir tertip üzere kademe kademe vuku buluyorsa bunun tam tersi olarak katılığın çözülmesi de aynen belli bir tertip üzere kademe kademe gerçekleşir ki, işte böylesi bir çözünme süreci Tıpta ‘Nisten serisi’ kavramıyla ifade edilir.  Nitekim ölüm şeklinin ne zaman ve nasıl olduğu vs. gibi hususlar Nisten serisi bağlamında otopsisi yapılarak belirlenip raporlandırılmış olur da. Tabiî ki burada belirlenen tanı maktulün ölüm sebebinin teşhisidir,  ruhi yönü ise bilim dünyasının hiçbir zaman erişemeyeceği bir sır olarak kalacaktır. Öyle ya son nefeste vazifeli melek devreye girdiğine göre bu boyut tamamen Tıbbın alanının dışında inançla boyutuyla alakalı bir durum olması hasebiyle bunu gözlemleyecek ne bir ölçüm aleti keşfedilebilir, ne de bu durumu gözlemleyecek bir cihaz var edilebilir. Dolayısıyla rigor mortis hadisesine metafizik boyutuyla değil de dünya gözüyle baktığımızda biz sadece kalp kasının gevşeme sırasında kan alarak kasılma durumuna hazırlık yaptığı ve böylece kasılmayla birlikte kasların glikojen tükettiğini gözlemlemiş oluruz. Öyle anlaşılıyor ki kalp ve solunum kasları bu glikojen depoları sayesinde bir ömür boyu çalışır halde işlerlik kazanmışlar, ta ki sekerat anı yaklaşıp elden ayaktan düşer hale gelinir işte o zaman önce kol kasları, sonra yüz,  daha sonra ayak ve karın kasları aktif halden pasif konumuna geçmekte olduğu görülür.  Hayvanlarda malum bud kasları daha aktif haldedir hep. Onun için et kalitesi en düşük olan kısım olarak addedilir.  Bir hayvan avcı tarafından uzun müddet kovalandıktan sonra vurulursa hemen katılaşır. Fakat deney hayvanları bundan istisnadır hemen katılaşmaz. Bu yüzden fare, kobay, tavşan gibi deney hayvanları bilimsel çalışmalar için daha çok tercih sebebidir. Nitekim bu hayvanların ölüm sonrası kas içerisine yerleştirilmiş uyarıcı elektro şok ve benzeri aletlerle üzerlerinde yapılan denemelerde en ufak uyartı da bile sinir uçlarının tepki verdikleri gözlemlenmiştir. Tabii söz konusu deney hayvanı değil de insan olduğun da ise ölüm sonrası elektro şokla uzun süre uyarılsa da kaskatı kesilen kasların tepki vermeyeceği görülecektir. Buradan hareketle ölüm sırasında maktulün cinayetle mi öldürülmüş, zehirlenerek mi ölmüş, uykuda kendi kendine mi ölmüş,  kalp krizinden mi ölmüş,  intihar ederek mi ölmüş vs. gibi ölüm nedenini bulmaya yönelik soruların cevabı yapılacak olan otopsiyle belirlenecek bir durumdur. Dahası Adli Tıp’ın konusuna giren bu durum otopsi sonrası gerek toksikoloji,  gerek patolojik, gerekse DNA analiz vs. çalışmalarıyla da aydınlanacak bir husustur bu.
        Bilindiği üzere insan ölüm öncesi yediği potansiyel enerjik içeren gıdaları her nefeste aldığı soluduğu oksijenle yakmak suretiyle kimyasal enerjiye dönüştürüp bu sayede hayatını ancak iri ve diri tutabiliyordu.  Derken hayat enerjisi diyebileceğimiz bu adenozin trifosfat (ATP) molekülleri eşliğinde vücudumuzun tüm organları hayat bulup böylece bir ömür boyu işlerlik kazanmış olurlar. Ta ki ne zaman ecel kapıyı çalar, işte o gün vücut kimyası entropisinin artış kayd etmesiyle birlikte hayat enerjisinde geri tepme denen ölümün habercisi birtakım maraz durumlar nüksedecektir.  Negatif geri tepme de malum Tıp dilinde daha çok hayata tutunmanın denge durumunu ifade eden bir kavramdır.  Hele bir insanın hayat dengesi sarsılmaya bir görsün o an artık geri dönüşü olmayan bir sürecin içerisinde kendisini bulması an meselesidir diyebiliriz.  Bu bazen maksimum bazende sıfır noktasında negatif tepme denge ayarından hızla uzaklaşmayla kendini gösterip sistemin tüm bilgi ağlarına olan giriş (input)  ve çıkışların alarm vermesiyle hayatı sonlanmış olur. Tıpkı bu elektrik kontağının kesilmesi hadisesinde olduğu gibi pozitif geri tepme (ölümle)  diyebileceğimiz nefesin kesilmesi şeklinde vuku bulan hayata veda ediş anıdır bu.  Öyle ki ölümü müteakip kaslarda anaerobik metabolik olaylar alarm vermesiyle birlikte ATP depoları hızla tükenmeye yüz tutup böylece oksijenden mahrum kalan dokularda entropinin artmasına yol açan hazin bir sonun ardından katılaşma hadisesi baş gösterir de. Değim yerindeyse ATP gibi hayat kaynağı birçok enerji ocaklarının tütmemesiyle birlikte önce tedrici olarak ölüm katılığı (Rigor motris) vuku bulmakta akabinde mikrobik kokuşmaya paralel olarak yine tedrici olarak katılığın çözülmesi eşliğinde kas proteinlerinin bozunumu denen çürüme olayı vuku bulmakta.  Dahası topraktan geldik toprağa dönüşümüz vuku bulmuş olur.
      Velhasıl-ı kelam, her nefis ölümü tadacaktır,  bundan asla kaçış yoktur,  zira Baki olan sadece Allah’tır.
        Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty DERİ MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Paz Nis. 16, 2023 7:44 pm

                          DERİ MUCİZESİ
      SELİM GÜRBÜZER

      Elbette canlı olan her şeyin dışarıda ne var ne yok olup bitenden bir şekilde haberdar edilmesi gerekir, ama nasıl? Şöyle ki; yaratılan her canlı ışık, basınç, ses, ısı gibi uyarıcılar karşısında birçok reseptörlere (alıcılara) ihtiyaç duyar. Öyle ki hafif ve hassas dokunma hissi meisser cisimciğiyle aracılığıyla algılanırken, son derece derunu diyebileceğimiz daha güçlü basınç hissi pacinian cisimciği aracılığıyla, sıcaklık ruffini cisimciği aracılığıyla, soğuk krause cisimciği aracılığıyla, ağrı hissi ise serbest sinir uçları aracılığıyla algılanmakta. Dolayısıyla reseptör hücreler hakkında canlıların imdadına yetişen Hızır elemanlarıdır dersek yeridir. İşte vücut iklimimizde yer alan Hızır addettiğimiz bu söz konusu cisimcikler kendilerine gelen mesaj yüklü uyarıları derhal elektrik akımına dönüştürüp sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarırlar. Böylece aktarılan mesaj yüklü bilgiler merkezde değerlendirmenin akabinde dış dünyadan haberdar edilmiş oluruz. Nitekim derimiz dış dünyaya ait dokunma, ısı, titreşim ve ağrı gibi uyarıcı faktörleri ilk elden alıcı konumunda zırhımız olup alt ve üst deri olmak üzere iki katlı tabakadan meydana gelmiştir. Ayrıca her iki katman birçok tabakadan oluşup en dıştakine epidermis, içtekine dermis denmektedir. Üstelik bu söz konusu tabakalar içerisinde birçok fonksiyon üstlenmiş hücreleri de bağrında taşıyıp bilhassa bunlar arasından kıl, saç, ter ve yağ bezleri gibi birçok elemanlar üst deri hücrelerinden kök salmışlardır. Hakeza dermiş (alt deri) tabakasında yer alan ince kan damarlar ve ağ gibi yayılmış sinir hücreleri de öyledir. Tırnaklara gelince, bunlar da malum olduğu üzere üst deri hücrelerinden teşekkül etmişlerdir.
       İlginçtir, kıl ve tüylerin bulunmadığı tek alan avuç içi ve ayaklarımızın taban kısımlarıdır. Bu iki kısım hariç iç derimizde filizlenen kıllar vücudun değişik yerlerinde saç, sakal, kaş, bıyık gibi dekoratif çeşitlenmelere bürünebiliyor. Bundan daha da ilginç olan vücudumuzda yer alan kılların bulundukları bölgeler itibariyle kendileri için tayin edilmiş belli bir hız limiti ve uzama miktarınca kendini dekore etmekte. Nitekim bıyık, sakal, kaş ve saç aynı keratin dokusundan kök salmasına rağmen bir bakıyorsun kaşlar belli bir uzunluktan öteye geçememekte, belli bir dekoratif uzunlukta kala kalmakta.  Ayrıca Yüce Allah (c.c) sınırı tayin edilmiş her bir kıl için ayrı kılcal damar ve sinir uçları da halk eylemiştir. İyi ki de halk eylemiş bu sayede herhangi bir uyarıcı etki karşısında dokunmayla ilgili mekanoreseptörler çoğalaraktan tüylerimizin diken diken olması sağlanıp böylece olayın vuku buluş şekline göre refleksimizi ortaya koymuş oluruz. Hakeza saçlarda bu noktada hem başımıza estetik bir görünüm sağlamakta hem de soğuğu önleyici ve vücut sıcaklığını dengede tutmaya yönelik koruyucu zırhımız olmakta. Nitekim saçların arasında muhafaza edilen hava sirkülâsyonu vücudu sıcak tutmaya yaradığı gibi bilhassa bir takım hayvanlar için elbise görevi de yapmakta. Göz bebeğimiz ise malum tozdan topraktan korunsun diye kirpiklerle donatılmıştır.
        Alt deride yer alan ve aynı zamanda üst deri hücreleri tarafından imal edilen ter bezleri gözenekli kanallar eşliğinde dışarı açılıp, daha çok deri solunumu ve boşaltım işlemi gerçekleştirirler. Bu arada ter bezlerinin dışında ayrıca birde yağ tabakası vardır ki,  hem alt deriyi hem de üst deriyi besler konumdadırlar. Derken lipitler yağ doku hücrelerinin içerisinde nötral yağlar olarak depo edilirler.
       Şurası muhakkak üst derinin en dış tabakası ölü hücrelerden meydana gelmiştir. Hatta keselendiğimiz zaman vücudumuzdan çıkan kir diye tanımladığımız kalıntılar aslında kirlenmiş ölü hücrelerinden başkası değildir. Deri hücrelerimiz aynı zamanda dış dünya ile bağlantımızı kuran elçilerimizdir.
      Her doğan ölür yerine başkaları gelir ya, aynen öyle de cildimizin tamamını oluşturan hücrelerin ömrü de 19 günlüktür. Varsın 19 günlük bir ömür sürsünler,  sonuçta ardından yenileri geliyor ya, bu bizim için çok büyük yenilenmemizi sağlayan bir nimet olmakta zaten. Öyle ya, madem zaman zaman elbiselerimizi yenileme ihtiyacı hissederiz, o halde cildimizin de böylesine kısa bir ömür zaman diliminde yenilenmesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu demektir ki yenileme ihtiyacı sadece bize has bir durum değil, derimizin de yenilenmeye muhtaçlığı söz konusudur.  Keza üst derinin de kendine has yenileme kabiliyeti olup,  her insanın sekiz günde bir dış derisi yenilenir de. Anlaşılan tamircilik mesleği sadece ayakkabı tamircilerine has bir sanat değilmiş, hatta ayakkabı tamircisinden daha da maharetli iğne ve ipliksiz olarak bu işi daha iyi yapan usta hücrelerin varlığı da söz konusudur. Düşünsenize parmak izlerimiz bir şekilde yaralandığında derhal tamirci rejeenerasyon misyonu üstlenmiş hücreler harekete geçip yara bere halinde derimiz yenilenip eski haline dönüşebiliyor. Hem nasıl yenilenmesin ki. Besbelli ki derinin yaratılış kodları kendi kendini yenileyecek (rejenerasyon)  donanımlarla donatılmıştır. Peki deri sadece kendi kendini yenilemek için mi vardır,  hiç kuşkusuz daha birçok görevleri ifa etmek içinde var olup genel itibariyle derinin daha başka icra ettiği görevlere baktığımızda;
      -Vücudu dış tesirlerden korumak,
      -Dokunma, ısı, ağrı ve basınç tesirlerini almak,
      -Vücut sıcaklığını korumak,
      -Bir ölçüde solunum ve boşaltım gibi görevleri üstlendiğini görürüz.
     Cilt derimiz iç organlarımızın elbisesidir adeta. Nitekim cilt elbisesi sayesinde hem iç organların ulu orta görünmesi önlenmiş olunur, hem de iç organların dış etkenlerden korunması sağlanır. Zaten deri tabakası olmasaydı ister istemez insan dış görünüş itibariyle ortaya ürpertici bir durum çıkacaktı. Düşünebiliyor musunuz böyle bir durumda ortada ne sinir sistemi, ne sindirim sistemi,  ne dolaşım sistemi ne de boşaltım sistemi kalırdı, hemen her şey darmadağın olacaktı.
      Şu bir gerçek dünyada her canlının vücudunu sıkmayacak şekilde en rahat giyinilebilecek tek mükemmel donanımlı elbise deri olsa gerektir. Hem kaldı ki deri canlı varlıklara elbise olmanın ötesinde savunma zırhıdır da.  Öyle bir savunma zırhıdır ki, gerektiğinde tıpkı bukalemun canlısında olduğu gibi bulunduğu ortamın rengine ve şekline bürünebiliyor. Böylece bu kamuflaj olma özelliği sayesinde dış tesirlere karşı korunaklı kılınmış olunur. Örnek mi? Mesela Tırtıl kelebeğin kanatlarının zehirli yılanın gözlerine benzemesi düşmanına ürperti ve gözdağı vermesi bakımdan bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Keza tırtıl türlerin bir kısmı da vücudundan nahoş kokular salarak kendini korumuş olur.
                                                    Dış Deri- İç deri
      İnsanoğlu renk bakımdan genellikle siyah ve beyaz ırk olarak kategorize edilir hep. Ancak evrimciler bu kategorik ayırımından kendilerine hemen bir vazife çıkarıp güya zencilerin tropik iklim ortamında yoğun ultraviyole ışınlarına maruz kaldıkları için siyahlaştıklarını ileri sürerler. Oysaki güney ve kuzey Amerika'da aynı dozda ışınlara maruz kalan insanların siyahlaşmadığı görülmüştür. Bikere deri üstü rengi belirleyen etken unsur melanin pigmentidir. Deri üstü melanin pigmenti aynı zamanda endogen özellik içerip kahverengi, siyah granüller halinde bulundukları hücrelerde melanosit olarak addedilirler. Malum olduğu üzere bir takım insanların derisinde aşırı derecede çillenmenin nüksetmesi melanin birikmesinden kaynaklanan bir durumdur. Ancak açık tenli insanlarda melanin pigment birikmesi daha az iken zencilerde ise daha fazladır. Bu demektir ki deri elbisesinin rengi yaratılışta belirlenmiş bir program dâhilinde tayin edilmiş ten rengidir. Aynı zamanda melanin hücreleri korunma sisteminin de en önemli dinamo taşlarından olup bu hücreleri öyle kolay kolay etkisiz hale getirecek normal dalga boyunda herhangi bir ışın yoktur diyebiliriz. Her neyse öyle anlaşılıyor ki balığa pullu elbise modeli takdir eyleyen Yüce Allah (c.c), bir bakıyorsun keçiye yünlü elbise, kuşa tüylü elbise, ayıya kıllı elbise, meyveye kabuksu elbise modeli takdir eylemiştir. Hakeza insana da 36,5 Cº ila 37 Cº aralığına ayarlı termostatlı incecik bir elbise takdir kılmıştır. Allah’a çok şükürler olsun ki sıcak ve soğukta nasıl hareket edeceğimizi anında algılayabilen bir incecik deri bir elbisemiz var. Deri elbisemizin terlemesi bile başlı başına vücut ısısının belli bir ayarda olması gerektiğini bildiren bir işaret fişeği özelliği taşımakta.  İyi ki de zaman zaman ter dökmekteyiz,  bu sayede ısı dengemiz sağlanıp serinlemiş olmaktayız,
         Bir diğer korunma zırhımız ise deri altında bulunan retiküloendotelyal sistemdir. Bu sistem sayesinde bir takım hastalık yapan mikroplar ilk etapta vücudun savunma koridoru diyebileceğimiz immün bağışıklık duvarına toslayıp deri altında çökertilmesi hedeflenir. Öyle ki bu amaç doğrultusunda deri içerisinde konumlanmış fagositoz, pinositoz olayında olduğu gibi niteliklere kendine has bir takım savunma hücreleri mikropları yutacak şekilde mevzi almış olurlar. Derken mikroplarla kıyasıya yapılan çetin mücadelelerin neticesinde bir bakıyorsun mesela çiçek ve kızamık geçirenlerde benek benek deride döküntüler nüksedebiliyor.  Dolayısıyla bu demektir ki deri üstüne ne kadar çok döküntü oluşumu gerçekleşirse o kadar çok döküntüden halas olup hastalıktan halas olunacak demektir.    
                                              Parmak izi mucizesi  
      Dokunma hissi bilhassa ellerimizin parmak uçlarında çok daha kuvvetlice hissettirir. Bu durum sıcaklık, soğukluk algılaması şeklinde vuku bulur. Öyle ki derimiz sıcaklık ya da soğukluk uyarısını reseptörler aracılığıyla hissettiği anda derhal durum vaziyeti beyine bildirir,  gereği yapılır da. Parmak uçlarımızın marifeti bunla sınırlı değil elbet. Mesela yeryüzünde hiçbir insanın parmak izi diğerinkiyle aynı değildir. Hem kaldı ki parmak uçlarına öylesine mükemmel dairesel nakışlar işlenmiş ki bu durum Yüce Yaratıcı Allah’ın her bir kuluna mühür lütfettiğinin bir delilini göstermektedir. O halde deri deyip es geçmemeli, görüyorsunuz parmak izleri yaratılan her bir kulun kimliğini de ortaya koymakta, değim yerindeyse dünyaya gelen her bir bebek kendi fıtri imzasıyla adım atmış olmakta. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta;  “İnsan zannetmesin ki biz onun kemiklerini toplayıp bir araya getiremeyiz. Doğrusu biz onun parmak uçlarını bile tesviye etmeye hazırız.. Dönüp dolaşıp varılacak, durulacak yer Rabbinedir…” (Kıyame 1-15)  diye beyan buyurmak suretiyle bu gerçeğe işaret eder. Gerçekten de dünyaya yeni adım atan her bir insanın kimlik edinmesi açısından parmak izlerinin birbiriyle örtüşmemesi son derece gayet tabii bir durumdur. Bu demektir ki ilk insan Hz. Adem (a.s) ve Havva anamızın zürriyetinden kıyamete kadar dünyaya ne kadar insan teşrif edecekse, biliniz ki bir o kadar da insan sayısınca birbirinden farklı parmak izi modelleri var olacak demektir. İşte bu mucizevî ayeti celile, günümüzde çağımızın bilgi teknolojik gelişmelerin doruk noktaya çıkmasıyla birlikte daha da açığa kavuşup netlik kazanmış durumda. Zira Edward Henry'in yaptığı kimlik analiz çalışmaları neticesinde İngiltere’de 1884 yılı itibariyle parmak izi resmen delil olarak kabul görmüştür. Böylece tüm dünya güvenlik teşkilatlarında suçluları teşhis etmek için kullanılan parmak izi metodu uygulamaya girmiş olur. Bu uygulanan metot milyarlarca insanın parmak çizgilerini birbirinden farklı desenlerle donatıldığının bir göstergesi olarak bizi hayretler içerisinde bırakmaya ziyadesiyle yetiyor.  Nitekim bu harikulade birbirinden farklı desenler sayesinde faili meçhul cinayetlerin failleri ortaya çıkarılabiliyor.  Burada kelimenin tam anlamıyla otomobil lastiklerine işlenen kıvrımsı işlenen modellerden amaç ne ise, Yüce Allah tarafından parmak uçlarına işlenen her bir kıvrımsı çizgilerden amaçta hiç şüphesiz kişinin kimliğini ortaya koyan nişanelerdir. Anlaşılan parmaklar mühür görevi yapmakta, hatta ıslak imza tartışmalarına son verecek nihai karar mekanizması da olmakta. Karar mekanizmasının koruyucu şemsiyeleri ise tırnaklarımızdır. Malum tırnaklar gelişi güzel dokunmalara karşı koruyuculuk görevi üstlenebiliyor. Tırnaklarımız ne kemik gibi sert ne de deri gibi yumuşak bir maddedir, ikisi arası bir yapıdır. Yani ikisi arası bir kıvamda yaratılmasının hikmeti zaman zaman insana musallat olan kaşıntıları gidermek ya da daha nice bilmediğimiz fonksiyonları icra etmekte olabilir.  Bizler bu noktada şimdilik tırnaklarımızı hem koruyucu bir kalkanımız hem de parmak uçlarını cazibeli kılan nakkaşımız bilmemiz kâfidir. Keza yüz simalarımızda öyledir,   Hani yüzler kalbin aynası derler ya, tam da yerinde söylenilmiş bir sözdür. Zira dünyada tıpatıp birbirine benzemeyecek derecede yüz simalarıyla yüzleşiyor olmamız bize  “Amenna ve saddakna” dedirttirir de. Hem nasıl dedirttirmesin ki baksanıza ikiz kardeşlerin kendi aralarında bile fiziki bakımdan mutlaka birbirlerinden ayırt edici özelliklerin varlığı söz konusudur. Ayrıca her yaratılan insanın yüz simalarının farklı nakkaşlarla işlenmiş oluşu seccadeye değecek olan her bir alnın kıymetini de ortaya koyacak bir nişane olacaktır.
                                             Vücut termometrelerimiz
          Malumunuz deri tabakası sayesinde vücut sıcaklık dengemiz sağlanıp bilhassa cildimiz bu iş için adeta termometre görevi yapmakta dersek yeridir. Hatta normal vücut ısı dengemiz doğuştan 36,5 Cº ye (ortalama sıcaklık 37 Cº) ayarlanmış durumdadır. Dolayısıyla normal sıcaklığın üzerindeki bir sıcaklık eğrisi ateşlendiğimizin bir göstergesi olup, aynı zamanda olası herhangi bir hastalıkla karşı karşıya kaldığımızın bir habercisidir de. Allah korusun ateşimiz 42 derecenin üstüne çıkması demek beyin fonksiyonlarının işlemez hale gelip en nihayetinde beyin hücrelerinin ölmesi demektir. Nitekim cildimiz bu noktada ateşli bir hastalığın ilk elden habercisi olabildiği gibi serinleyeceğimizin de habercisidir.  Her ne kadar cildimiz solunum işlevi görmese de sonuçta deri içi gözenekleriyle oksijen geçişi görevi üstlendiği gibi terleyerekten de vücuttaki birikmiş toksinlerin dışarı atılmasında görev üstleniyor ya bu tür fonksiyonlar bize ziyadesiyle can suyu olmaya yeter artar da.    Nitekim soğuk bir havada koştuğumuzda bile nefesimizin sıcak bir nemle yoğunlaştığını fark etmenin yanı sıra koşuşumuza paralel soluk soluğa kalıp terlediğimizi hissederiz. Neyse ki kalbimiz vücudun aşırı sıcaklığa bağlı olarak bunaldığından haberdar olmuşçasına hemen alelacele bedenimizi saran kılcal damarlarımızın en uçlarına kadar kan pompalamak suretiyle bedenimizin bir anda kıpkırmızı kesilmesine vesile olmakta. Niye kıpkırmızı kesiliyoruz derseniz? Elbette ki kılcal damarlar aracılığıyla deriye her halükarda kan gönderilmeli ki deri altı bezleri açılaraktan deri üstü gözeneklerin üzerindeki ter bezleri buharlaşıp serinlemiş olalım diyedir.  Hem kaldı ki bu sayede vücut termostatımız aşırı sıcak ortamlarda da ter bezleri sayesinde 37 Cº lik sıcaklıkta muhafaza edilmeye çalışılır da. Belli ki hemen her şey ta yaratılış başlangıcımızda bu iş için bedenin yüzeyine 2.000.000 adet ter bezleri konuşlandırılmıştır.  Ta ki sıcaklık derecesi normalin üstüne çıkar işte o zaman bu ter bezleri faaliyete geçerek serinlenmemiz sağlanmış olacaktır.  Madem öyle, siz siz olun ter deyip işi hafife almayın, çünkü bu işin birde derin manevi yönü vardır. Hani yeri geldiğinde ikide bir alın terinden söz ederiz ya, işte sözü edilen o terleme hadisesi bize aynı zamanda helal lokma yemenin önemini de hatırlatır hep. Hele bilhassa ağır işlerde bedenen çalışanlar günde ortalama 20 litre ter çıkarmaktalar ki helal lokmanın önemine binaen buna buna değer de. Nitekim alın teri hem dinimizce hem de insanlık vicdanında kutsidir.
         Terlemenin zıddı ise hiç kuşkusuz üşümedir. Malumunuz vücudumuz ısınınca oturmak isteği ağır basar, üşüyünce de hareket etmemiz gerektiğinin duygusu tüm bedenimizi sarmasıyla birlikte hemen oturduğumuz yerden kalkıveririz de.  Bizi ayağa kaldıran hissiyat vücut ısımızın 36,5 Cº’nin altına düştüğünün hissiyatıdır. Bu derecenin daha da altlarına düştüğünde artık belli noktadan sonra ne yaparsak yapalım hissiyatımız yenik düşüp iş işten geçmiş olacaktır. Örnek mi? İşte kışın donarak can veren insanlar bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten. Bu durumun tam zıddı örneği ise bir bakıyorsun güney kutbunda yaşayan balıkların donmaması şeklinde karşımıza çıkar. Merak bu ya, bu noktada merakımızı giderecek olan bilim adamı Kaliforniya Oşinografi Enstitüsünden Deniz biyologu Dr. Arthur Vries olacaktır. Nitekim onun bizatihi yerinde kutuplarda yaşanan bu gerçeği balıkların vücutlarında var olan antifriz özelliğine sahip bir proteini keşfetmesiyle birlikte merak edilen konu bir anda aydınlığa kavuşmuş olur. İşte balıkların donmamasında ki sır meğer kanın donma noktasını otomatik olarak düşüren bu proteinmiş.  Hiç şüphe yoktur ki kutupları soğuk kılan Yüce Allah (c.c), elbette ki orada yaşayan balıkları da bumbuz olmaktan koruyacak donanımda halk eylemesi yaratılış mucizesinin bir göstergesidir.
                                              Abdest mucizesi ve temizlik
       Sıcaklık deri tabakasında genleşme, soğukluk ise büzüşme yapar. Bundan dolayı su ile temas eden derimiz vasıtasıyla vücut dinamizm kazanır. Nasıl mı? Bilindiği üzere sıcak su damarları genişletir, soğuk su ise daraltır. Bundan daha da öte genel dolaşımımıza adeta jimnastik etki yapan su, özellikle kalbimizden uzak damarlara direnç kazandırıp vücudumuzun statik enerjisini de alır. Ki, statik enerji vücudumuzda ki kasları gererek zaman içerisinde aktivitesini yitirmesine neden olduğu gibi derimizin kırışmasına da yol açmakta. Bu yüzden insanlar akupunktur ya da fizik tedavileri ile istenmeyen kırışlılıkları gidermek için adeta birbirleriyle yarışırcasına seferber olmaktalar. Oysaki Yüce Allah’ın kullarına öğütleyip bahşettiği abdest olayı sayesinde her vakit diliminde vücudumuza soğuk ve sıcak etkileşim yaptırılarak istenmeyen kırışıklıkların önüne doğal olarak geçilmenin yanı sıra nur yüzlü olmamız da sağlanır. Mademki Yüce Allah (c.c) bize abdest almayı lütfetmiş o halde vücudumuzu temiz tutmakta hem fiziki hem de manevi sayısız faydaları vardır elbet. Aksi takdirde fiziken düşündüğümüzde mesela sivilce oluşumların nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz. Aslında en güzel cilt kremi vücudumuzca temin edilir. Nasıl mı?  Şöyle ki deri altındaki yağ bezleri bu iş için seferber olması sayesinde sebum denen bir koruyucu madde memur edilmiştir. Ancak nasıl olsa vücudumuzda koruyucu sebum maddesi var diye sakın ola ki bakım yapmaya gerek yoktur dememeli, tam aksine cildimizi kirlerden arındırmakla destek vermiş oluruz. Çünkü kir zamanla derimizde tabakalaşıp yağ bezlerin dışarı çıkmasını önleyip tıkayacaktır. Bu durumda deri gözeneklerinde arıza teşekkül edecektir. Kaldı ki Peygamberimiz (s.a.v); “Temizlik imandandır” diye beyan buyurmakta.  Hatta bu hadisi şerifin kapsamına dağların, taşların,  havanın yani kısaca çevrenin temiz kılınması da dâhildir. Zira dünyamız çarpık sanayileşmeyle birlikte adeta pislik içerisinde yüzmektedir. Dolayısıyla temizliğe önce kendi iç âlemimizde başlatıp, sonra bizim dışımızdaki canlıları da düşünerek çevremizde büyük bir temizlik seferberliğine koyulmalı.
        Şayet kullandığımız su sıcaksa derimize genleşme etkisi yapacaktır, soğuksa daralma etkisi yapıp uyuşuk olan vücut uyarılmış olacaktır. Derken derimiz sıcak soğuk etkileşimleriyle birlikte refleksimizin zinde tutulması sağlanacaktır. Buna bedavadan kendi kendimize fizik tedavi rehabilitasyonu uygulaması dersek yeridir. Keza yine soğuktan titrediğimizde derimizin hemen altında sıcakkan taşıyan kılcal damarlar kapanışa geçerek kanı vücudun iç kısımlarına sevk ederler. Böylece kalp, karaciğer ve diğer önemli organların ısınması sağlanır. Her ne kadar görünürde derimizin titremesi (üşümesi) pek arzu edilmeyen bir durum gibi gözükse de hiç olmazsa içimiz ısınmaktadır. Dolayısıyla bu noktada titreme için de büyük bir nimettir dersek yeridir.  
      Bazen kazaen maruz kaldığımız sıyrıklarda renksiz sıvının varlığını gözlemleriz. O gördüğümüz renksiz sıvı aslında lenf dediğimiz sıvıdan başkası değildir elbet. Kaldı ki basit gibi görünen bu sıvı mikroplara karşı savunma mekanizmamızın en önemli öğesini oluşturmaktadır. Şöyle ki; insan üşütünce lenf damarlarımız ister istemez büzüşme pozisyonuna geçmektedir. Dolayısıyla büzüşen damarlar mikroplara karşı mücadele edebilecek türden hücrelerini gönderememe durumu söz konusu olabiliyor. İşte bu noktada abdestin soğuk sıcak etkileşimi sonucu ortaya çıkan ısı farklılıkların uyarımları sayesinde, mikropların istilasını önleyici etki yaptığı gerçeği ile yüzleşiyoruz. Değim yerindeyse bu uygulama bir nevi mikropların hevesini kursağında bırakmaktadır.
        Kuran da: “Ey inananlar! Namaza kalktığınızda yüzlerinizi, dirseklere kadar ellerinizi yıkayın. Eğer cünup iseniz yıkanıp temizlenin..” ( Maide suresi ayet 6) emri ile abdest gerçeğinin sadece namaz için ön hazırlığın yanı sıra bedenimiz üzerinde yaptığı esneklik ve zindelik açısından da düşünmekte fayda var. Sadece abdest mi, şüphesiz teyemmüm de vücudumuzdaki statik elektriği alan işlev üstlenmektedir. Kim bilir abdestin daha nice faydaları var, biz bilmiyoruz. Fakat şurası muhakkak estetik için bunca harcanan masraflara gerek kalmadan pratik çözüm abdest sırrında gizli.
     Yeryüzünde değişik renklerde insanlar var, kimi beyaz kimi de siyah vesairedir. Belli ki koyu renk insanı sıcaktan koruyor, o halde ekvatora yakın insanlar için koyu tenlilik bulunmaz bir nimet olsa gerektir. Peki, ekvatordan uzak olanlar ne yapacaklar derseniz onlar için de Yüce Allah güneşin D vitaminini absorbe edebilecek genetik karakterde beyaz tenlilik koduyla yaratılmak vardır.
                                                     Irkların oluşumu
       Peki ya ırkların oluşumu nasıl vuku buldu derseniz,  bakın bu konuda aynı zamanda benim Erzurum da Atatürk Üniversitesinde okurken 1982–1986 yıllarında Botanik Hocam Prof. Dr. Adem Tatlı’nın bize evrim derslerinde öğretip kaleme aldığı aşağıda detayını sunduğum tespitine bakmanız meseleyi açıklığa kavuşturmaya yeter artar da. Bakın Adem Hocam bu hususta ne diyor:
        Tek atadan, farklı renk ve ırkların ortaya çıkmasına engel nedir? Hem tek atadan gelinir, hem de farklı renk ve ırklar ortaya çıkamaz mı? Aslında bu tip sorular, daha ziyade biyolojiyle alâkası olmayanlardan gelmektedir. Çünkü bir biyolog bilir ki; her anne, baba, büyük anne ve büyük babaların karakterleri, belli oranlarda yavrularına geçer. Bu oranlar, "Mendel Kanunları" adı altında meşhurdur. Cenâb-ı Hakk'ın koyduğu bu kanunlara göre; meselâ bir fert, soy bakımından yüzde 50 ihtimalle annesine, yüzde 50 ihtimalle de babasına benzeyecektir.
     Ferdin hemen hemen bütün özelliklerinde bu veya buna yakın oranları görmek mümkündür. Fakat bazı karakterler vardır ki, ortaya çıkmaları, yani bir fertte tesir göstermeleri, bazı şartlara bağlıdır. Nasıl ki, yıldızların görünmesi, gecenin gelmesine bağlıdır. Güneş onların görünmelerine mâni olur. Bazı çekinik (resesif) karakterlerde, baskın (dominant) karakterlerin tesiri altındadır. Çekinik karakterler ancak bu tesirlerden kurtulduğu zaman, ağırlığını hissettirecektir. Fakat bu, belki de nesiller sonra mümkün olur.       Günümüzdeki ırkların hepsi ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Ya da bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir. Günümüzdeki ırkların hepsi, ortak bir atadan gelir. Saf ırk mevcut değildir. Meselâ beyaz ırkın bir ferdinden, bir zenci gibi koyu deri rengine sahip fert hâsıl olabilir. Veya bir Çinli'den, bir Kafkaslı kadar beyaz deriye sahip yavru meydana gelebilir. Bazıları, zenci ırkın tropik bölgelerdeki yoğun ültraviyole ışınlarına uyum sağlayarak meydana geldiğini iddia ederler. Hâlbuki bu görüş, Kuzey ve Güney Amerika'da aynı ışınlara maruz kalanların niçin siyahlaşmadıkları sorusunu izah edememektedir. Son yapılan çalışmalar, deri rengindeki bu farklılığın irsî olduğunu ortaya koymuştur. Dolayısıyla, ırkların teşekkülüyle ortaya çıkan siyahlar, kendileri için zararlı olmayan ışınların bulunduğu sahaya göç etmiştir. Diğer taraftan açık renkli ve mavi gözlü İskandinav ırkı ise, ekvator yakınındaki yoğun ültraviyole ışığından kurtulmak için kuzeye gitmiştir.
        Dışarıya kapalı bir kabile düşünün. Çevredeki diğer kabilelerle hiçbir irtibatı olmayan bir grup. Buradaki genetik özellikler, kabile fertlerinin sahip olduğu irsî karakterlerin toplamına eşittir. Belli sınırlar içinde yer alan böyle bir bölge "gen havuzu" olarak da adlandırılabilir. Bu gen havuzundaki çekinik karakterler, zamanla melezleme sonucu birbiriyle karışarak yeni ve değişik karakterler hâsıl eder. Değişik renk ve ırk karakterlerine bu açıdan bakmak gerekir.
        İşte ilk insan Hz. Adem (a.s.)'ın genetik yapısında da çok farklı renk ve ırk özellikleri vardır. Tıpkı bu gen havuzu gibi, muhtelif karakterleri ihtiva ediyordu. Bütün bu karakterlerin bir anda ortaya çıkması elbette mümkün değildi. Zamanla bazı genetik açılmalar sonucu, değişik karakterler meydana geldi. Neticede, günümüzdeki farklı fertler hâsıl oldu. (Bkz. Prof. Dr. Adem Tatlı, Gerçeğe Doğru Serisi, Cilt 2, Sayı:17, İstanbul, 2000, ss. 22–24.)”
        Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR

Mesaj tarafından Selim Paz Nis. 30, 2023 8:26 pm

GÖZ AYDINLIK PENCEREMİZDİR
        SELİM GÜRBÜZER
        Görme hücreleri görme kabiliyetini nasıl kazandı sorusu insanoğlunu hep meşgul ede gelmiştir. Meşgul etmesi de son derce gayet tabii bir durum. Zira göz bir yandan ruhumuzun dünyaya açılan ilk penceresi olurken fiziki olarak da erik büyüklüğünde etten örülü optik bir aygıtımızdır.
         Hiç şüphe yoktur ki göz görmek için vardır. Dolayısıyla gözün mercek düzeneği sayesinde gördüğümüz her şeyin Yüce Allah’ın yaratılış mucizesi olduğunu idrak etmiş oluruz. Bu yüzden bu noktada Allah için ne kadar şükür secdesine kapanıp hamd-ü sena etsek azdır.  Hem nasıl hamd-ü sena etmeyelim ki, baksanıza insan anne rahminde 53-55 günlük ve 15-19 mm ebadında ceninken daha yeni belirmeye yüz tutmuş gözlerinin secde mahalline baka kalmışlığı zaten şükür secdesine kapanmamızı gerektirir. Böylece secde anına o tutku gözlerle baka kalan bebeklik halimiz zamanı geldiğinde 9 aylığına konakladığımız mekândan yeni bir secde mekânına kapanmak için dünyaya konuk oluruz da.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  meleklere “Ben çamurdan bir beşer yaratmaktayım” (Sâd 38/71), “Onu tesviye edip ruhundan üflediğim zaman secdeye kapanın” (Sâd 38/72) diye beyan buyurduğu ayetleriyle zaten bu gerçeğe işaret etmekte. İşte bu noktada anne karnında ruh üflenmiş halde halk edilmiş aydınlık pencere gözümüzün Yüce Yaratıcı Allah (c.c)  tarafından en mükemmel bir şekilde ön kısmın kornea tabakasıyla (saydam tabaka) donatırken, hemen arka kısmını ise göz rengini belirleyen aynı zamanda ışık şiddetini perdeleyerekten ayarlayan iris tabakasıyla donatmıştır. Derken irisin arka kısmında mercek sistemi, en arka kısmında ise ışığa hassas reseptör (alıcı) hücrelerden oluşmuş retina tabakasıyla (ağ tabakasıyla)  donattığı kulunu anne karnından dünyaya kutlu doğumla birlikte gözünü açaraktan adım atmış olur. Böylece konuk olduğumuz dünyada gözümüzü açtığımızda bir yandan beş duyu organlarımız aracılığıyla etrafımızdaki ne olup bittiğinden haberdar olunurken diğer yandansa beş duyumuzun dışa açılan göz penceresiyle de olan biteni gözlemlemiş oluruz.  
        Evet, şu da var ki,  anne karnında 9 aylık sürecin akabinde gözünü dünyada açan insanoğlu konuk olduğu yeni mekânda her türden manzaraları seyretmenin keyfini her şeyden önce ışığa duyarlı reseptör vazifesi görecek görme aygıtına borçludur. Öyle ya, dünyaya konuk olduğumuzda şayet etrafımızda üşüşen renk cümbüşlerini algılayacak göz reseptörleri donanımız yoksa dünyaya adım atmanın hiçbir anlamı kalmayacaktır. Hakeza konuk olduğumuz dünyada ışık yoksa hiçbir madde veya nesnenin de anlamı yoktur demektir. Yani yaşadığımız dünyada ışık varsa ancak o zaman madde ve eşya bir anlam ifade etmekte,  aksi halde bizim için madde veya nesne yok hükmündedir. Neyse ki yaratılışta görme aygıtımız tam teşekküllü donanımlı halde kodlanmış da bu sayede etrafımızda mor ve kızıl ötesi türü hafif ışınlar hariç, diğer tüm dış kaynaklı ışınlar öncelikle görme reseptörlerince algılanıp işleme alınabiliyor. Nitekim reseptörlerce algılanan eşya işleme alındığında eşyanın elektronlarından yayılan foton enerjisi elektrik akımına dönüştürülerekten sinir lifleri güzergâhı boyunca merkezi sinir sistemine aktarılıp böylece dış dünyadan gelen ışık dalgaları görüntü olarak sahnelenmiş olur. Yani bu demektir ki; dış dünyada gördüğümüz renkler ve şekiller çevrenin marifetiyle değil beynimizin marifetiyle algılanmakta. Şayet işleme alınan bitki ise hemen beyin tarafından bitkinin cinsine göre yeşilse yeşil,  kırmızıysa kırmızı olarak algılanıp beyin dağarcığında öyle biçim almakta. Mesela gözümüzü gökyüzüne çevirdiysek beynimiz bu durumda gökyüzünün o an ki fotoğraf karesi rengine göre hava açıksa mavi renk olarak, hava kapalıysa gri ya da karanlık tonlarda algılayıp öyle görüntülenecektir. Kelimenin tam anlamıyla beyin dağarcığında algılanan renkler ister yeşil ister kırmızı, ister mavi hiç fark etmez sonuçta tüm renk skalaları ve boyutlar beynin merkezinde değerlendirildikten sonra nesnel halde biçimlenmiş olacaktır. Hatta beynin bu noktada fonksiyonel olduğu şundan besbellidir ki dış dünyadan gelen verilere aracılık yapan göz retinasında en ufak bir arızanın nüksetmesi durumunda renk körü olunabiliyor.  Renk körü olunca da malum yeşili kırmızı, kırmızıyı yeşil görme gibi bir yanılgıya kapı aralanmış olur.
        Bu arda unutmayalım ki beyinde algılanan her nesnenin karşılığı yüzde yüz tam kendisi değildir, bu yüzden algılanan nesne için tam budur diyemeyiz. Çünkü bizler ancak algılayabildiğimiz boyutlar ölçüsünce nesnel olanı tanımlayıp hakkında şudur budur diyebiliyoruz. Hem kaldı ki birçok gerçek sandığımız olgular her an sanal yansımalar cinsinden görüntü olarak da tezahür edebiliyor. Öyle ki eşyanın hakikatini tam olarak idrak etmek bizim algıladığımız boyutların çok çok üstünde bir boyutta olması hasebiyle o hakikate ulaşmak her baba yiğidin harcı değildir zaten.
                                                           Göz tabakaları
       Şurası muhakkak günümüzde keşfedilen mercek sistemleri gözden ilham alınarak icat edilmişlerdir. İnsanoğlu mercek sistemlerini keşfede dursun gözün yapısına baktığımızda içten dışa doğru üç tabakadan oluştuğunu ve bunlar sırasıyla sert tabaka, damar tabaka ve ağ (retina) tabaka olarak addedilirler. Gözümüzü daha çok dış etkenlerden koruyan sert tabaka olup bu tabakanın ışığa karşı gelen gözün ön bölümünde görünen kısım ise saydam tabaka (kornea) olarak addedilir. Malumunuz gelen ışık ilk önce gözün saydam tabaka üzerinde kırılmasıyla birlikte yol kat etmiş olur. Saydam tabakanın arka yüzü giderek saydamlığı kaybolmaya yüz tuttuğundan bu kısım  “Sklera”  olarak addedilir. Bu arada sert tabaka ile ağ tabaka arasında yer alan damar tabaka içerisinde gözümüzü besleyen kılcal damarların varlığının yanı sıra ağ tabakanın (retinanın) arkasına konumlanan bölgede sinir hücrelerinden meydana gelmiş boya hücrelerin varlığı da söz konusudur. Boya hücrelerinin bulunduğu alan aynı zamanda sarı noktanın konumlandığı bir alan olup burası ışığın beyne yansıması için gerekli fotokimyasal olayların başlayacağı alan olarak da dikkat çeker. Ayrıca göz bebeği merceğinin etrafını halka şeklinde saran renkli tabaka ise adından iris tabakası olarak söz ettirir.  İrisin arkasında konumlanmış halde ince kenarlı göz merceği (lens) de malum lensin etrafını saran kasların kasılıp gevşemesiyle birlikte açılıp kapama refleksi gösterebiliyor. Derken dışarda ki ışığın cisme çarpıp yansımasıyla göz lensine aktarılan ışınlar kas hareketleriyle sarı nokta üzerine düştüğünde ters görüntüye dönüşmüş olurlar.
       Damar tabakanın altında bir üçüncü tabaka daha vardır ki;  bu tabakanın üst katı gözün içerisini karanlık oda haline getiren boya hücreleri oluştururken alt katını da ışığa karşı hassasiyet gösteren hücreler oluşturur. Ve bu iki katlı tabaka hepimizin bildiği retina tabakasından başkası değildir elbet. Şimdi bu bilgilerden hareketle tabakalarla kuşatılmış olan gözün iç kısmı nasıldır doğrusu hepimizin merak ettiği bir konudur. Hiç kuşkusuz bu tabakaları yaratan Allah, elbet iç kısmı da en mükemmel bir şekilde donatılı yaratmıştır.  Nitekim gözün iç kısmına doğru ilerledikçe yapışkan ve saydam bir sıvıyla dolu olduğu gözükecektir. Üstelik bu saydam sıvı kan dolaşımı ile birlikte kendini de yenileyebiliyor.
       Göz genel itibariyle yedi tabaka üzerine kurulu bir penceredir. Bu tabakaların herhangi bir tanesi bertaraf olduğunda göz göremez hale gelebiliyor. Belli ki bu tabakalar sıradan basit mercek sistemlerinden oluşmuş tabakalar değildir, tam aksine her biri senkronize işlevi görevi ifa edecek türden donatılmış tabakalardır. Göz aynı zamanda görünüm olarak dışa açılan iki küçük pencereyi andırmakta. Her iki pencerede şekil olarak çapı küçük ama üç boyutu tüm yönleriyle görebilecek açıdan konumlandırılmışlardır. Öyle ki dünyanın en gelişmiş otomatik fotoğraf makinelerine taş çıkartırcasına neredeyse tüm cihanı küçücük haznede resimleyecek ölçüde çok yönlü bir optik penceremizdir. Doğrusu böylesi mükemmel donanımlı göz bebeğimize kim hizmet etmek istemez ki. Baksanıza gözün yardımcı organları diyebileceğimiz göz kapakları, kirpikler, kaşlar, gözyaşı ve çapak salgı bezleri adeta hizmette sınır yoktur dercesine kendilerini bu iş için seferber etmiş durumdalardır. Üstelik tüm bu yardımcı unsurlar göze estetik katmaktalar da. Hani halk arasında ikide bir söylenen “ela gözlüm, kalem kaşlım, kirpiklerin beni mest etti” şeklinde dile getirilen deyişler vardır ya, aynen öyle de bu estetikliyi anlamlı kılan da bu söz konusu yardımcı elamanların görenleri kendine mest edecek derecede konumlanmış olmalarıdır. Örnek mi? Mesela göz kapağının açılıp kapanmasında gözyaşlarının damla damla akması bile göz bebeğimize başlı başına duygu yüklü bir görünüm ve estetik bir hava katabiliyor. Biyolojik yönden gözyaşı bezlerinin fonksiyonuna baktığımızda ise bir yandan toz ve yabancı maddeler gözün içerisine sirayet etmeksizin derhal dışarı atılırken, diğer yandansa küçücük kanallar vasıtasıyla toplanan gözyaşları dışarı tahliye edilmekte olduğunu görürüz. Belli ki duygu yüklü durumlarda 'Ağlarsa anam ağlar gerisi yalan ağlar’   misali sübjektif olarak gözyaşı dökerken, meseleye birde biyolojik açıdan bakıldığında gözün kimi zaman da kendi fiziki bakımı içinde gözyaşı döktüğü görülmekte.  
                                                                Göz çukuru
        Gözün etrafı kemiklerle donatılıp yaklaşık 2,5 cm’lik bir çukurdan ibarettir. Yine de siz siz olun gözü çukur deyip hafife almayın, Bikere güneşten dünyaya gelen yüz milyarlarca nötrinolar çukurcuğun her santimetre karesini adeta delip geçerekten olan bitenden bizim haberimiz olmazken ne ilginçtir ki göz çukurumuz her şeyden haberdar olabiliyor. Öyle ki gözümüzü bir an güneşe çevirdiğimizde milyarlarca sayıda nötrinoların göz çukurunda saydam hale dönüşme muamelesine tabii tutulmanın akabinde gözün diğer katmanlarına doğru yol aldıkları gözlemlenmiştir. Bir bakıyorsun göz çukurları sayesinde gözümüzü sağa sola aşağı ve yukarıya çok rahatlıkla çevirebilmekteyiz. Nitekim bu iş için 6 adet kas görevlendirilmiş durumda.  Es kaza bu söz konusu düzenli çalışmaması halinde şaşılık ve diğer birçok göz kusurları nüksedebiliyor. Neyse ki gözün açılıp kapanmasını kolaylaştırmak adına gözü devamlı nemli tutmaya yönelik gözün içinde göze has bir yıkama yağlama tertibatının varlığı sayesinde birçok göz kusurlarından korunabiliyoruz. Hele bilhassa alın kemiği içerisinde depolanmış halde gözyaşı bezlerinin salgıladıkları sıvılar gözümüzü adeta duş aldırırcasına yıkıyor olmaları gözü ziyadesiyle bir takım viral ve bakteriyel enfeksiyonlara karşı da korunaklı kılabiliyor. Hakeza göz kapakların iç kısımlarında konumlanmış yağ bezleri vardır ki; bunlarda hem göz kaslarının aşınmaksızın hareketine işlerlik kazandırmakta, hem de gerektiğinde gözyaşlarının tane tane yüzümüze doğru akmasını sağlamakta. İlginçtir göz yuvarlaklarımız zarar görmemesi içinde bir bakıyorsun etrafının özel bir zarla konuma altına alındığı gibi sert tabakanın da büyük bir kısmı göz akıyla korunmaya alınmıştır. Hatta bu noktada bir bakıyorsun kalem kaşlarımız bile koruyucu şemsiye olarak hem alından gelen terlerin göze ulaşmasına mani olmakta hem de dışarıdan gelen fazla ışığı emerekten gözün rahatsız olmasına mani olmakta. Tüm bunlara ilaveten otomatik halde kendi isteğimiz dışında çalışan göz kapaklarımız ve onların üzerinde konumlanan kirpiklerde boş durmayıp gözümüzü toz vs. zararlı maddelerden korumuş olmakta.
        Bu arada adına kornea denen saydam tabaka da malum olduğu üzere tıpkı cam gibi sert ve şeffaf yapıda bir göz billurumuz olarak dikkat çeker. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, son derece narin şeffaf cam (mercek) billur tabakamız sayesinde göze gelen ışığın yardımıyla etrafımızı seyri âlem eyleriz de. Ayrıca saydam tabakadan damar ağının geçmemesi de dikkat çeken bir durumdur. Öyle ya, şeffaflığına binaen madem bu tabakadan damar ağı geçmiyor, o halde bu cam tabaka nasıl besleniyor doğrusu şaşmamak elde değil.  Belli ki Yüce Allah (c.c) bu iş için özel bir sıvı halk eyleyip saydam tabaka ile mercek arasında bir mekânda onun beslenmeye almıştır.
                                     Albert Einstein’ın çalışmaları
         Okullarda ışık deneyleri gösterilirken en basitinde görme olayı;
“-Gözün görme sinirleri ve beyindeki görme merkezi,
-Işık kaynağı.
          -Cisim”  gibi aracılar sayesinde gerçekleştiği öğretilir hep. Yani bu demektir ki gözün mercek düzeneği,  güneş ışığının eşyadan yansıyan enerji formu biçimine göre görme olayının gerçekleşmesi için bu tür aracılara ihtiyaç vardır. Öyle ya, madem her bir eşya enerji ve ışınım yayıyor, o halde buradan hareketle Albert Einstein’ın ortaya koyduğu E= m.c² formülüyle kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğu, yani enerji ve kütlenin birbirini tamamlayan unsurlar olduğunu öğrenmiş olduk. Öyle ki ortaya konan bu formülden hareketle ışığın herhangi bir maddeye ait atomun etrafında dönen bir elektronunu indirgenmesiyle birlikte maddenin kuantum (foton)  kanunları çerçevesinde ters orantılı bir şekilde ışık enerjisi neşretme şeklinde radyasyon yayılım gösterdiğini öğrenmiş olduk. Nitekim ışığın elektronun çekirdeğe yakın bir yörünge ekseninde dalga dalga yayılıp bir enerji taşıyıcı veya maddenin mümkün olan en küçük birimi olarak (kuantum) rol üstlenmesiyle birlikte radyasyon parçacığına dönüşmesi vuku bulur ki, bu olay foton hadisesi olarak anlam kazanır.  Elektromanyetik yüklü fotonların saldığı enerjiyle bulunduğu dalga boyu ters orantılı olup bu noktada dalga boyu arttıkça ışı enerjisi de o oranda azalış kaydetmekte. Dolayısıyla gözümüze yansıyan fotonların (ışın parçacıkları) saydam tabakanın uzayıp kısalabilen özelliği sayesinde saldığı ışınların belirli noktalara odaklanması sağlanıp bir sonraki aşamalarda cisimler ters görüntü olarak değil düzgün görüntü olarak konumlandırılmış olunur. Şayet bu saydam tabaka normal halinin dışında biraz daha fazlaca kavisli olsaydı göze gelen ışık ışınlarının yanlış bir şekilde kırılmasına yol açıp görüntülerin tam retina (ağ tabaka) üzerine değil de retina önünde odaklanır olsaydı yakınımızdaki cisimleri net, ancak uzaktaki cisimlerin bulanık görüleceği miyop denen görme kusuru bir durum nüksedecekti. Şayet göze yansıyan ışınların tam tamına ağ tabaka üzerine değil de bu tabakanın arka tarafına odaklanıvermiş olsaydı, bu kez uzağın görülebileceği ancak yakınındaki cisimleri net görememe denen hipermetrop bir durum nüksedecektir. Oldu ya kornea veya göz merceği kavisinin normal şeklinin dışında saydam tabakanın bir yanı diğer yanından daha kavisli bir hal aldığını bir düşünün,  ister istemez bu anormal kavislenmeye paralel olarak göze gelen ışık retinada doğrudan odaklanamayacağından bu kez hem uzağı hem de yakını görememe denen astigmat bir durum nüksedecektir. Örnek mi? İşte astigmat hastalarının okuma problemleri, dikey ve yatay çizgileri ayırt etmede yaşadıkları zorluklar,  3 ve 1 sayılarını sıkça karıştırmaları ve mevcut cisimleri her daim bulanık görme gibi daha birçok göz kusurlarının görülmesi bunun tipik örneklerini teşkil eder.  
        Bilindiği üzere göz bebeklerimizin açılıp kapanır pencere olmasında en önemli etken unsur görme duyumlarına haiz olmasıdır.  Dahası her iki göz bebeğimizde duyumlar aracılığıyla görüntü alınacak olan her nesnenin mekânını ve uzaklığını belirleyen bir konumda konuşlanmışlardır. Öyle ki konuşlandıkları konumlarına baktığımızda milimetrik sapma göstermeksizin sağ göz nesnenin biraz sağını ve sol gözün ise nesnenin biraz solunu görebilecek konumda yerleştirilmişlerdir. Yani bu demektir ki sağ ve sol gözün kafa üzerinde farklı konumda yer almaları hasebiyle ister istemez mekân veya boyut belirlemesi de farklı boyutta olacaktır. Belli ki cismin yerini ve uzaklığını ölçen Stereoskopik aleti sağ ve sol göz beklerimizden ilham alınarak keşfedilmiştir. Sadece bu alet mi? Elbette ki,  fotoğraf makinesi, televizyon ve kamera gibi aletlerde buna dâhildirler. Göz reseptöründen görüntüyle ilgili mesajların biri gidip biri gelirken diğer yandan göz bebeği herhangi bir kazaya kurban gitmeksizin saydam tabaka tarafından korunur da. Zaten korunması da gerekir. Göz bebeği kiminde ela, kiminde mavi, kiminde kahve vs. renkte olup bir fotoğraf makinesinin objektifi gibi açılır kapanır da. O halde bu objektif öyle ayarlanmalı ki ışık arttıkça küçülmeli, azaldıkça da büyümeli. Ama nasıl?  Şöyle ki; göz bebeğimizin kenarında konuşlanmış kıldan ince diyebileceğimiz iris tabakası tüm yapacakları faaliyetlerde yalnız değildir. Özellikle kendisinin büyüyüp küçülmesi için kaslar yardımcı kılınmıştır. Zira bu kasların gevşeyip ve kasılması sayesinde alaca karanlıkta göz bebeği büyür, parlak ışıkta ise küçülmekte. Bu demektir ki irisin arkasında yer alan merceğin bir adale ağı ile göz cidarına asılı durması ışık miktarını ayarlamaya yetiyor artıyor da. Böylece bu metotla göz kamaşmasının önüne geçildiği gibi mercek kalınlığının değişmesiyle birlikte ışığın bir şekilde retina tabakasına düzgün aksettirilmesi sağlanmış olur. Dahası göze gelen ışığın hem uzaklığı hem şiddeti ayarlanarak dış âlemin retina üzerinde net görüntüsü elde edilir. Hatta bu iş için retina üzerinde gayet muntazam bir şekilde koniler ve çomağımsı basil hücreler vardır. Zira 10 tabaka (6–7 milyon civarında) halinde koniler görüntüyü netleştirmekle ilgili fonksiyon icra ederler. Takriben 110 -120 milyon sayıda basil hücreleri ise alaca karanlıkta görme işlevi üstlenirler. Aslında her ikisi de ışık enerjisini kimyasal enerjiye çevirip akabinde oluşan elektrik akımını beynin görme fonksiyonuyla alakalı sinir merkezlerine iletirler. İşte iletilen mesajlar bu merkezlerde etüt edildikten sonra görme denen hadise gerçekleşiverir.
                                                Kenan illerinde akan gözyaşı
          Göze ak perde inmesi Tıp dilinde katarak olarak isim alır.  Nitekim çeşitli nedenlere bağlı olarak gözün şeffaf olan kısmın tamamen veya kısmen donuklaşması sonucunda görme bozukluğu meydana geldiği gibi kör olma ihtimalini de güçlendirmektedir. Allah-ü Teâla:  “Yakup, oğullarından yüzünü çevirdi de; ‘El Yusuf’un ayrılığı ile bana gelen hüzün!’  dedi ve üzüntüsünden gözlerine ak düştü. Artık derdini gizleyip duruyordu” (Yusuf, 84)  diye beyan buyurarak günümüzde adından sıkça söz edilen katarak ve katarak ameliyatlarını hatırlamış oluruz.  Yine Yüce Allah (c.c)  bu hususta “ …Şimdi siz, benim şu gömleğimi götürün de babamın yüzüne koyun,  gözü görür hale gelir. Bütün ailenizle toplanıp bana gelin” (Yusuf, 93), “Fakat hakikaten müjdeci gelip de gömleği yüzüne bırakınca, gözü açılıverdi: Ben size, Allah katında vahiy ile sizin bilemeyeceklerinizi bilirim demedim mi? dedi” (Yusuf, 96)  ayetleriyle göz bebeğimize çok  büyük bir nimet olarak bakmamıza işaret eylemenin yanı sıra gelecekte gerek katarakt, gerekse diğer gözle ilgili her tür tedavi tekniklerinin geliştirilmesi noktasında ışık tutmakta da. Her ne kadar görme engelliler günümüz tedavi tekniklerinden tam manasıyla istifade edemeseler de onlar içinde bir düzlem üzerine işlenen kabartılarla belirlenen Braille alfabesi veya çizgi noktalara dayalı Mors alfabe tekniklerinin geliştirilmesi sayesinde bir nebze olsun âmâları karanlık dünyalarından uyandırıp iç gözlerinin açılmasına ziyadesiyle yetmiştir. Böylece âmâlar kısa ve uzun işaretler ile bunlara karşılık gelen ışık ya da sesleri kullanarak bilgi naklini sağlayan kâğıda veya bilgisayar klavyesine geçirilen mesajlar sinir impulslarının titreşimleri eşliğinde optik okuyucu haline dönüşmesi neticesinde etrafında olan bitenden haberdar edilmiş olurlar. Aslında geliştirilmiş informatik mesaj (bilgi değeri olan haber)  teknikler sadece amalar için değil görenler içinde bir tür informatik yazılım tekniği geliştirmesine pratik kolaylıklar imkânı ve fırsat sunmakta. Derken bu pratik yöntemler sayesinde bilgi bir şekilde hem görenler için hem görmeyenler için software çalışma alanı olur bile.
                                                             Görme mucizesi
          Göz içerisinde ışığın geçirdiği safhalar hayrete şayandır. Şöyle ki; ışınlar önce saydam tabakaya aks eder, buradan göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçer. Akabinde gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam eder. Derken gözün arka kısmında ışığa karşı hassas sarı benek hücrelerine ulaşan ışınlar önce kimyasal, sonra elektrik akımına çevrilirler. En nihayet elektrik akımına çevrilen ışınlar sarı benekte görüntülü yansıyıp ters bir şekilde beyne ulaşırlar. Tabiî ki burada haklı olarak madem beyne görüntü ters yansıyor, o halde niye görüntüleri ters görmüyoruz denilebilir. Olsun önemi yok, nasıl olsa gözün içinde düzeltilecek sistem sayesinde görüntü derhal beyinle koordineli sinir hücrelerince düzeltilip cisim en nihayetine düz olarak görüntülenecektir. Dolayısıyla başlangıçta bize mantıksız gelip çelişik sandığımız birtakım olguların aslında ince matematiksel hesapların devreye girmesiyle birlikte çok muazzam kanunların işletildiğini fark etmiş oluruz. . Hatta bizim renk seçimi dediğimiz olgunun aslında gözün retina tabakasında yer alan sinirlerin fotosel algılanmasından başkası olmadığını anlarız. Nitekim gözümüz başlangıçta yedi tayf rengi aynı frekans aralığında alıp beyne farklı frekanslarda (0,4–0,7 mikron arasındaki dalga boyları)  yansıtmaktadır. Bu arada yedi tayf kapsamı dışında ışınlarda göz içerisine gelmekteler ama retina tabakası üzerindeki sinir hücrelerince bu tip dalga boylarındaki ışınlar tanımlanmazlar. Yani göz gördüğü nesneleri gruplara ayırdıktan sonra nöronlara adeta sibernetik dilinde 0 veya I (evet veya hayır) ikili sistem mesaj şeklinde ileterek pozisyon almakta. Zaten aksi durum olsaydı görüntüleri tıpkı siyah beyaz televizyonunda olduğu gibi renksiz görecektik. Demek ki gerek televizyon, gerekse radyo dalgalarını göremeyişimiz bizim görebileceğimiz dalga boylarının dışında olmasından dolayıdır.  Hakeza radar, röntgen ışınları da öyledir. Başka ne diyelim, belli ki senkronize sistem denilen mucizevi olay gözün içinde her an her salise işlev halde zaten.
                                          Darwin'i şaşkına çeviren mucize
          Öyle anlaşılıyor ki görme mucizesi; gözümüze gelen ışık saydam tabaka ve mercek işbirliği ile görüntünün ağ tabakasına toplanması sonucunda pek çok sinir ağı vasıtasıyla beyne transferi ile gerçekleşen bir mucizevi hadise olarak vuku bulmakta.  Vuku bulan bu hadisede dikkat çeken bir diğer göz hücrelerine dışarıdan gelen ışığın elektrik sinyalizasyona dönüştürüp beyne iletme becerisidir. Derken bu gelen sinyallerin beyinde yorumlanmasıyla birlikte görme olayı gerçekleşmiş olur. Fakat burada zihnimize takılan birtakım akıl almaz hadiseler cereyan etmekte ki mutlaka izaha muhtaç aydınlatılması gereken cinsten hadiseler diyebiliriz.  Mesela gözün içinde cereyan eden olaylardan nasıl oluyor da gelen ışınların retinaya (ağ tabaka) ters bir şekilde yansıyıp elektrik sinyallerine dönüşüp ters görüntü olarak sahne almakta. .Hem yine nasıl oluyor da ters sinyaller beynin arka kısmında görme merkezinin bulunduğu minik bir noktaya ulaştığında karanlık alanda bu kez düz görüntü hale dönüşmekte doğrusu bu tür hadiseler beynimizi zonklamakta dersek yeridir.  Öyle ya insanlar üç boyutlu bir televizyonu gözlük takmadan izleyemezken küçücük et parçası içerisinde beynin zifiri karanlık arka kısmında pırıl pırıl dünya ekranı şeklinde düzgün bir görüntü sahnelenebiliyor. Belli ki sarı noktada gerek ışığın şiddetini, gerek renkleri algılayan farklı hücreler bu iş için seferber olmaktalar.  Hatta bu hücrelerin içerisi A vitamini bakımdan zengin olması belli bir planın icrasını ortaya koymaktadır. Ki; tüm bunlara görme mucizesi demekten başka söylenecek söz bulamıyoruz.  Baksanıza Darwin bile göz mucizesi karşısında Asa Gray’a yazdığı 3 Nisan 1860 tarihli mektubunda;  “Bütün gün göz organını düşünmek beni bu teoriden soğuttu” yazısıyla şaşkınlığını gizleyememiş. Niye şaşa kalmasın ki, baksanıza gözümüzün saydam tabakası kornea, evrimcilerin birçok olayı ayıklayıcı araç olarak tanımladıkları doğal seleksiyon kuramına adeta meydan okumakta. Bir kere adı üzerinde kornea, yani saydam tabaka, ya görürsünüz ya da hiç görmezsiniz. Dolayısıyla görme olayının ilk anda belirmesi gerekir. Şimdi evrimcilere soruyoruz; kör insanların doğal seleksiyon denen ayıklayıcı araçla gözlerinin ışığa kavuştuğu hiç vuku bulmuş mudur? İşte Darwin’in beynin de kaynar sular fışkırmasına neden olan bu soru,  gözün doğal seleksiyona hiçbir şekilde geçit vermeyen bu mükemmel donanımlı yapısıdır.  Darwin,  normal göz yapısı karşısında bir anda şaşkına dönüyorsa, kim bilir kedinin karanlıkta parlayan gözleri karşısında ne halde olacaktı. Gerçekten de kedinin gözünden yansıyan ışığın etrafa pembe, saman alevi rengi,  mavi ve yeşil olarak yansıması izleyenleri mest etmektedir.  Bilindiği üzere kedinin gözleri kendine özgü özel hücreler sayesinde ışığı ayna gibi yansıtabiliyor. Nitekim az bir ışık kedigözünün ayna gibi parlamasına yettiği gibi bu özelliğiyle etrafı insandan yedi kat daha fazla keskin görebilmekte. Böylece yedi kat ışık gücüne denk düşen görme sayesinde fare bir anda aklanıverir de.
      Aslında etrafımız çok değişik dalga boylara sahip binlerce ışınların kuşatılmışlığıyla iç içe birlikte yaşamamıza rağmen, onları çıplak gözle bir türlü göremiyoruz. Tabii ki göremememiz yok olma manasına değil elbet. Mesela bir radyonun düğmesini açtığımızda ses olayının bir dalga boyu olduğunun farkına varmış oluruz. Dahası bizler tüm olayları üç boyutlu fotoğraftan bakarak değerlendirmeye çalışırız. Hatta bir mekânda görünen dalga boyu sınırları içerisinde ışık varsa onu filme alıp izleriz de. Madem kamera içerisinde kayıtlı film var, o halde gözün içerisinde canlı hücrelerden yapılmış mutlaka bir film olmalı. Nitekim koni adı verilen hücreler film görevi yapıp renkleri seyretmemizi sağlamaktalar. Peki, bizim dışımızdaki canlılarda durum böyle mi acaba? İsterseniz bu hususu da bir iki örnek vererek meseleyi açıklığa kavuşturmaya çalışmış olalım. Şöyle ki;  yılan, kertenkele gibi canlılar incelendiğinde derinlik boyutundan mahrum oldukları anlaşılır. Dolayısıyla bu tür canlılar etrafı derinlik boyutundan yoksun gördüklerinden, eşyaya bakışları da tıpkı fotoğraf makinesiyle çekilen nesnenin film şeridine düşen görüntüyü izlemeleri şeklinde tezahür edecektir. Yine bir başka boyut cephesinden şahin, kartal, akbaba gibi yırtıcı kuşlar da teleskopik cihazlara taş çıkartacak donanımla çevreyi tarayabilme özellikleriyle dikkat çekmekteler. Mesela baykuş gecenin karanlığına aldırış etmeksizin sıcakkanlı fareyi avlayabilirken, keza binek atı ise karanlıkta tam net olmasa da görebilmenin avantajıyla yoluna devam etmektedir.
                                                         Gözler ruhun aynası
         Göz ilginçtir hemen her şeyi görür,  ancak kendisini görmez. Buna rağmen kendini göremeyen göz;    dış göz ve iç göz diye kategorize edilir. Tasavvuf ehli iç göze kalp gözü ya da iç aydınlık olarak niteler. Dış gözle görünen âlemle ilişkileri tanzim ederken iç gözle de Allah’a yakinlik ölçüsünce ötelere seyri âlem eylenir.
         İnsanoğlu çevresine her daim üç boyut penceresinden bakar durur hep. Bu üç boyut; fizik kitaplarımızda en, boy ve derinlik olarak tanımlanır tanımlamasına ama bu arada bu üç boyuttan başka boyutlar var mı sorunun cevabı da bayağı düşünen insanların zihnini meşgul edecek gibi gözüküyor.  Öyle ya,  hem nasıl ki dış gözün kendine özgü sert tabaka, damar tabaka ve ağ tabaka olarak adlandırılan boyut katmanlar varsa görünen fiziki boyutların dışında da elbette ki sırlarına vakıf olmayacağımız fizik ötesi kendine özgü boyutların varlığı söz konusudur.  Her ne kadar fizik ötesi âlemi müşahede edemesek de böyle bir âlemi yok farz edemeyiz.  Zira konumlandığımız boyut sadece üç boyutu algılamaya izin veriyor. Üç boyutu aşacak hamle ancak Allah’ın dostum diye övdüğü veli kullarına has bir durumdur. Kaldı ki Miraç Mucizesi fizik ötesi âlemin varlığına delalet eden bir işaret taşıdır. Bu mucizevi hadisenin dışında insanoğlunun dış gözü ancak üç boyutu algılayabiliyor. Öyle ki bu boyutta konumlanmış cisimleri algılayacak göz penceremiz görünen ışığın elektromanyetik spektrumunda yer alan 0,4 - 0,7 mikron (400 - 700 milimikron) arasındaki kırmızıdan mora kadar değişen renk değerlere göre endekslenmiş olduğundan, bu bant aralığı dışındakileri çıplak gözle göremeyiz. Belli ki Yüce Yaradan (c.c)  yarattığı kullarını görmesi gereken nesneleri görebileceği boyutlarda göze ayar çekmiştir.  Nitekim göz ayarı sayesinde retina tarafından yakalanabilen cisimleri görülebilen cinsten, yakalanamayanları ise görememek (yok) şeklinde algılamış oluruz. Şayet göz penceremize ayar çekilmeseydi gerekli gereksiz, alakalı alakasız göreceğimiz hemen her şey nevrimizi döndürüp çıldırmamıza neden olacaktı. Hem nasıl çıldırmış olmayalım ki, baksanıza 0,4 mikron altındakiler yakıcı veya öldürücü nitelikte enerjice yüksek mor ötesi ışınlar olarak konumlanırken 0,7 mikron üzerindekiler ise uzun dalga boyunda kızıl ötesi ışınlar (infraed veya infraruj) olarak konumlanmışlardır.  Bu demektir ki gökle yeryüzü arasında çıplak gözle bizim daha nice bilmediğimiz nice b dalga boylarının ve boyutların varlığı söz konusudur. Yani çıplak gözle gözlemleyemediğimiz her ne varsa biliniz ki boyut farklılığından dolayı olan bitenden bihaberizdir.  Ama şu da var ki şaş kaza başımızı bir yere çarptığımızda boyut farkını bir nebze olsun algılar gibi oluruz da. Nitekim bir boksör eldiveniyle yumruk yediğimizde sanki bir başka boyut âleminde yıldızları görür gibi hale girebiliyor. Derken yaşanan bu hadise göz sinirleri aracılığıyla gönderilen sinyallerin beyne yıldız şekilde yansımasının bir tezahürü olarak ortaya çıkar.  Böylece hayalen de olsa yumruk yiyen boksörümüz yıldız görmüş gibi olur.  
       Bilindiği üzere Melekler çok hızlı hareket ettiklerinden dolayı görünmezler. Yine hızlarına vakıf olamadığımız evreni kaplayan daha nice meleğimsi görülmeyen ışınlar varda elbet. Ama onları göremememiz, yok oldukları anlamına gelmiyor. Bilakis enerji türünden diyebileceğimiz bu ışınlar fizik kitaplarında da belirtildiği üzere kuantum veya foton denen küçük enerji paketlerinin varlığını ortaya koyan birer doneler olup bu söz konusu fotonlar boşlukta bir anda ışık hızıyla da yayılabiliyorlar.  Biz sadece algılayabildiğimiz foton enerji alanında âlemi seyredebiliyoruz, onun ötesi bizi aşıp bu boyutları ancak peygamberler ve veliler aşabiliyor. Zaten gerçek manada ruh dünyasının güzelliği fizik ötesi bir boyutta karşılık bulduğundan dolayıdır ki göremediğimiz güzellikler için gözler ruhun aynası deriz.  Unutmayalım ki beş duyu algımızın sınırları içerisinde kala kalmakta çok büyük bir nimettir.  Zira bizim dışımızdaki boyutları her babayiğidin kaldıracağı bir harç değildir.   Nitekim Yüce Allah bu hususta  “O semaların ve arzın arasındakilerin Rabbidir. Ve doğuların Rabbidir” (Saffat, 5)  diye beyan buyurmak suretiyle boyutların biz aciz kullara üç boyuttan başka boyutların varlığına işaret ederekten nimetlerinin idrakine varmamızı diliyor.  Hatta beyan buyrulan ayet-i kerimede üç boyutun dışında dört, beş, altı vs. boyutların da ayrı ayrı mekânlarda konumlandığını düşündürmekte. Derken bu düşünceler eşliğinde dördüncü boyutun  ‘zaman’  olabileceği aklımız da yer etmiş olur.  Dahası zaman kavramını sanılanın aksine bir saat algısı olarak değil, üç boyutun ötesinde bir boyut olduğunu idrak etmiş oluruz. Hatta zaman kavramı için mekânlarla beraber usul usul akıp giden bir dalga boyutudur dersek de yeridir.
     Velhasıl-ı kelam; görme hadisesi tıpkı ötelere kelebek misali kanatlanan zaman gibi saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayarak yoluna devam etmektedir. Bu durum karşısında ruh penceremiz olan göze yolun açık veya gözün aydın olsun demekten başka ne diyebiliriz ki.
          Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Yazar Selim Gürbüzer'in üçüncü kitabı: Ölürüm Türkiye'm

Mesaj tarafından Selim Salı Mayıs 02, 2023 10:30 pm

Yazar Selim Gürbüzer'in üçüncü kitabı: Ölürüm Türkiye'm

Bayburt Postası - Uzun yıllardır hem Bayburt Postası, hem En Politik adlı internet sitesinde yazıları yayınlanan Selim Gürbüzer, 2023 yılında peş peşe eserlerini okuyucu ile buluşturdu. 2023 yılı şubat ayında ilk eseri 'Güneş Doğudan Doğar' ve hemen ardından “Medine'den Buhara'ya” adlı eserleri yayımlanan Selim Gürbüzer’in “Ölürüm Türkiye’m” adlı kitabı da Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık'tan çıktı.  612 sayfa hacimli kitap 10 bölüm altında 100’e yakında makaleden oluşuyor.  Hayat Öykümden Ölürüm Türkiye’m Sevda Kareleri, Ölürüm Türkiye’m Sevdama Ruh Katan Şahsiyetler, Ölürüm Türkiye’m Sevdasını Tehdit Eden İç ve Dış Mihraklar, Fitne Katilden Beterdir, Hepimiz Aynı Kilimin Desenleriyiz, Ölürüm Türkiye’m Sevdasından Yeni Türkiye Yüzyılına Doğru, Kimlik Bunalımı, Kültür Buhranı ve Medeniyet Ruhu, Rol Model Arayışları, Sivil Toplum – Sivil Katılım – Sivil İnisiyatif adlı bölümlerden oluşan kitapta, yazar Gürbüzer gazetemiz kurucusu Osman Okutmuş’u da “Kop Tipisi Işığı: Osman Okutmuş” başlıklı yazısı ile anıyor, anlatıyor.  Yazar Gürbüzer tarafından kaleme alınan kitabın önsözünde şu ifadeler yer alıyor: “Ölürüm Türkiye'm ölümüne bir sevdadır. Çocukluğumdan gençliğe, gençliğimizden ihtiyarlığımıza ve ölene dek heyecanı hiç dinmeyecek sevda yüklü bir tutkudur bu. Hatta sevda yüklü bu tutku seli öyle derinlemesine ruh iklimimize işlemiş ki, geriye dönüp şöyle baktığımda hayat hikâyemin hemen her karesinde bunu görebiliyorum. Nitekim kaleme aldığım eser incelendiğinde Dede Korkut hikâyeleriyle doğup büyüdüğüm Bayburt'tan tutun da Dadaşlar diyarı Erzurum’da üniversite yıllarıma uzanan öğrencilik anlanımda, mezuniyet sonrası meslek hayatına başladığım Aziz İstanbul'un manevi ikliminde ve Kuvayı Milliye ruhunun merkezi Ankara’da meslek hayatımın devamında bir kısım  kurumlarda yaşadığım, gördüğüm bir dizi hadiseler zincirinde de bunu görebiliyorum. Derken hayatımın hemen her karesinde "Ölürüm Türkiye'm' heyecanı hiçbir şartta sönmeyen Kızıl  Elma meşalesi bir sevda seli olduğunu idrak etmiş oldum. Hiç kuşkusuz iç dünyamda sönmeyen bu Kızıl Elma tutku selinin oluşmasında gençlik çağlarımda Kop Tipisi abidesi  Osman Okutmuş'un, MHP ve Ülkü Yolu Eğitimcilerinden Yılmaz Saka’nın, Ölürüm Mihriban Türkiye aşkını şiirleriyle harmanlayan Abdurrahim Karakoç'un, sonsuzluğa ulaşmak aşkıyla yanıp tutuşan ve Ölürüm Türkiye'm sevdasını kar beyaz bir ölümle ötelere  kanatlandıran Muhsin Yazıcıoğlu gibi daha nice mümtaz şahsiyetlerin benim ruh iklimimde tesirlerinin çok büyük payı vardır. Ayrıca bu duygu yüklü düşünceler eşliğinde yıllar öncesinden çeşitli gazete ve dergiler ve internet sitelerinde yazdığım makalelerimi bile Ölürüm Türkiye'm ruhu doğrultusunda yazıp şuan kitap haline gelmiş durumdayım da. Madem öyle, kitap haline getirmiş durumdayız, o halde kaleme aldığım bu eserde Ölürüm Türkiye'm sevdası nasıl duygu yüklü tutku seliymiş hep birlikte satır satır görmüş olalım.” Kitap tanıtım bülteni ise Selim Gürbüzer’in bir başka yazısından bir bölümden oluşuyor: “Mondros'un ağır şartlarını kanıyla ve canıyla bir çırpıda silip atan Necip Türk Milleti bundan böyle de önüne çıkacak daha nice zor şartların üstesinden gelebilecek güçtedir elbet. Tarihe şöyle bir göz attığımızda I. ve II. Dünya Savaşları tüm olumsuz şartlarının bize olan etkisi 'yol vergisi', 'ekmek karnesi' ve 'gaz kuyruğu' olarak yansımıştı. Neyse ki Necip Türk Milleti o söz konusu ağır ekonomik şartların altından kalkamayan şeflik idaresine karşı sandıkta “Yeter artık söz milletindir” fermanıyla iradesini ortaya koydu da bir nebze olsun nefes alabildik. Ama baktılar ki, halkın büyük teveccühüyle seçilen Adnan Menderes'in Başbakanlığında yönetilen Cennet Vatan Türkiye ayağa kalkacak, hemen alelacele içte ve dışta zinde güçler düğmeye basıp 27 Mayıs darbesiyle birlikte idam ederekten bedel ödettireceklerdir. Derken her on yılda bir yapılan darbelerle halkın iradesi kesintiye uğratılıp Türkiye'nin çağ atlama azminin önüne set çekmiş oldular. En son geldiğimiz noktada ise 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişimiyle önümüz kesilmeye çalışılsa da bu kez umduklarının tam aksine hevesleri kursaklarında kalakalıp hain darbe girişimi akamete uğratılabilmiştir. Ancak bu demek değildir ki, zinde güçler bu işten vazgeçip bir daha milletimizin yakasına yapışmayacaklardır. Baksanıza hiç de milletimizin yakasından düşecek gibi gözükmüyorlar. Hani atalarımızın “Yenilen pehlivan güreşe doymaz” diye söylediği bir söz var ya, aynen öyle de dün olduğu gibi bugün de yine milletimize ince ayar çekme planı peşindelerdir. Hele necip milletimizin 'Yeni Türkiye Yüzyılı'na giden yoldaki heyecanının bir türlü bitip tükenmediğini gördükçe bu kez kültürel kodlarımızla oynayacak kadar da gözü dönmüş halde oyun içinde oyun kurmak peşindelerdir. Tarih bilincinde olanlar çok iyi bilir ki Tanzimat'la başlayan Batı hayranlığı, mankurtluğu içimizi içten içe kemirip kültürel kodlarımızda öyle derin yaralar açmıştı ki, en nihayetinde Osmanlı'yı hasta yatağına düşürüp çöküşümüze neden olmuştu. Hatta bu dönemle başlayan Batı hayranlığı sevdası halkın kültürel dokusunu tahrip etmekle kalmamış aynı zamanda halkla devlet arasında güven kaybına da yol açmıştı. Her neyse olanlar olmuştu bir kere, bugün de halktan kopuk mankurt havariler kirli emellerinin peşinde koşadursunlar, asıl bizim için önemli olan 15 Temmuz 2016 darbe girişimine karşı kazandığımız diriliş ruhunu ve kültürel kodlarımızı her şartta ve ahvalde iri ve diri tutma beceresini gösterebilmek çok mühimdir. Şu çok iyi bilinsin ki, Yeni Yüzyıl Türkiye yolunda diriliş ruhumuzdan ve kültürel değerlerimizden taviz vermediğimiz sürece aydınlık yarınlar bizim olacak demektir. İri ve diri olmaya mecburuz da. Çünkü şöyle geriye dönüp baktığımızda dünden bugüne Ölürüm Türkiye'm yolunda nice bedeller ödendi, bunu kâh 27 Mayıs darbesinde, kâh 12 Mart muhtırasında, kâh 12 Eylül darbesinde, kâh 28 Şubat postmodern darbesinde, kâh 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişiminde hep birlikte görüp yaşadık. Neyse ki bu tür bedel ödemelerle canı yanan insanımız, artık bir daha canı yanmaması için havadan, karadan atılan bomba ve mermilere, hatta üzerine gelen tanklara karşı göğsünü siper ederekten, Yeni Yüzyıl Türkiye Kızılelma'sına ışık yakmış oldu da. Ve en nihayetinde onca yaşanmışlıkların ardından artık millet ve devletin el ele verdiği büyük bir sıçrayışla çağ atlayacak Yeni Yüzyıl Türkiye'nin eşiğine gelmiş olduk. Öyle ki geldiğimiz noktada vesayet odaklarının cirit atamadığı bu kutlu yürüyüş bize Allah Resulü'nün Mekke ve Medine halkı ile beraber yürüdüğü çağı da hatırlatmakta. Hele şükür Türkiye'yi artık sırça köşklerde yaşayan Simonlar yönetmiyor, tam aksine bu milletin bağrından çıkmış Anadolu çocukları yönetmekte. Üstüne üstlük Türk tipi Cumhurbaşkanlık modeliyle yönetiliyoruz. Baksanıza Osman Gazi ve Şeyh Edebali ikilisinin Söğüt otağında Osmanlı'nın kuruluş mayasını çalıp akabinde oluşturulan Toy meclisinin kararları doğrultusunda ortaya konulan adil yönetim anlayışının zenginleştirilmiş benzer uygulama örnekleri Yeni Yüzyıl Türkiye'sinde tesis edilmek üzere de. Dün nasıl ki Horasan erenleri, müftüler, müderrisler, kılıç kabzası kuşanan alperenler Söğüt Beyliği'ne sevk edilerekten Türk'ün nabzı Osmanlı Beyliği'nde atıp Nizam-ı âlem olmuşsak, bugün de Yeni Yüzyıl Türkiye koşusunda millet devlet el ele gönül gönüle verip yeniden diriliş hamlesiyle âleme nizam olabiliriz pekâlâ. Nitekim necip milletimizin 15 Temmuz Paralel İhanet Çetesi darbe girişimine karşı tankların altına yataraktan darbe girişimini önleyip akabinde tutulan vatan nöbetleri eşliğinde 7 Ağustos günü Yenikapı'da “Hep Birlikte Türkiye olacağız” fermanıyla Yeni Yüzyıl Türkiye'nin doğuşuna ışık yakması, bu muştuyu doğrulayan bir diriliş ruhudur bu.” Selim Gürbüzer’in son kitabı “Ölürüm Türkiye’m” kitapyurdu.com  adresinden temin edilebilir.

DEVAMI İÇİN TIKLAYIN ►►►https://www.bayburtpostasi.com.tr/edebiyat/bayburtlu-yazar-selim-gurbuzer-in-ucuncu-kitabi-olurum-h22339.html

Bayburt Postası
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Mesaj tarafından Selim Salı Mayıs 09, 2023 12:19 pm

Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Türkiye’de gün olmuyor ki birbiri ardı sıra bunalımlar hiç eksik olmasın. Baksanıza tüm dünyanın gözü kulağı hep bizim üzerimizdedir. Hiç kuşkusuz ülkemizde zaman zaman yaşadığımız bunalım-ların arka planında ekonomik, sosyal ve siyasi çıkmazların üstesinden gelememenin yanı sıra bir de bunun üstüne üstük küresel güçlerin ‘Yeni Dünya Düzeni’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları kirli oyunların etkisi söz konusudur. Yine de bunalıma yol açan her ne etken olursa olsun hiç bir bahanenin arkasına sığınmaksızın tez elden maddi ve manevi kalkınmamızı gerçekleştirmemiz gerekir ki, yeniden dünyaya nizam veren adalet güneşi olabilelim.
Şu bir gerçek yaşanan bunalımlara ne komünizm, ne faşizm ne de kapitalizm çare olabilir. Bizim asıl yapmamız gereken Yahya Kemal’in deyişiyle “Kökü mâzide olan âti” olup çağlar üzerinden sıçramak çok mühimdir. Köksüzlük asla kabul edilemez. Mutlaka ruh köklerimizden beslenip Türkiye sevdası aşkıyla yanıp tutuşup dertli olmak gerekir ki Ferhat’ça dağları delip tüneller açabilelim, hakeza Fatih’in gemileri karadan yürüttüğü azim ve kararlılığı günümüzde de sürdürmek gerekir ki denizin altından Marmaray gibi daha nice raylı sistemler inşa edip her türden deniz altı taşıtları yürütebilelim.
Evet, tüm beşeri ideolojilerin ortak paydası insanı temel değer görmemeleridir. Yani insana bakışları kölece olmasıdır. Asıl sıkıntı kaynakları bu noktada düğümlü. Oysa insanı merkeze almayan ideolojiler er geç yıkılmaya mahkumdurlar. Şu iyi bilinmeli ki; insan her ne kadar ete kemiğe bürünse de onu maddi varlık olarak görmek akla ziyan bakış açısıdır. Dahası evrimcilerin tam da arzuladıkları tüm insanlığı hayvan mertebesine indirgeyen bir bakış açısıdır bu. Bizim bakışımız da insanı Eşref-i mahlûkat gören Müberra dinimizin öğretileri esastır. Nitekim Müslümanlar olarak inancımız gereği ilk insan Âdem (a.s)’den bu güne insanı hep Allah’ın mukaddes emaneti olarak görmüşüzdür. Evrimciler gibi insanı maymun bir mahlûkat olarak görmedik, görmeyiz de.
Hiç şüphe yoktur ki bizim medeniyetimizde insan ne köle ne meta ne de makinedir. Bizim dışımızdaki köksüz akımlarda ne yazık ki insan bir meta, bir ırgat, bir makine ya da makineleştirilmiş bir proletarya olarak muamele görmekte. Nitekim Bolşevikler ihtilalle iktidara geldiklerinde, gelen gideni aratır misali çarlığa da rahmet okutturacak derecede kitleleri canından bezdirir hale getirdiler. Peki, kitleleri totaliter uygulamalarla canından bezdirdiler de ne oldu, totaliter rejimlerini ancak yetmiş yıl sürdürebildiler. Kapitalistle ise malumunuz “bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” mantığından hareketle kitleleri tüketim çılgınlığına sürükleyen akımın öncüleri olmuşlardır hep. Oysaki yürütülen ekonomik politikalar serbest piyasa ekonomisi kuralları çerçevesinde yürütüldüğünde şayet ortada devletin hakemliği yoksa haksız rekabetin oluşacağı bir sömürü düzen içerisinde kitlelerin patronların insafına terk edileceği muhakkak. İşte bu noktada illaki haksız rekabet ve tekelci oluşumlara geçit vermemek için devletin babacan hakemliğine ihtiyaç vardır. Dikkat edin devlete 'hakem' rolü biçtik, 'hâkim' rol değil. Çünkü bizim cihanşümul devlet kodlarımızda 'hâkim devlet değil, hakem ve hadim devlet' anlayışı egemendir. Ve bu egemen anlayış hem devletçi, hem bireyin haklarını gözeten, hem toplumcu, hem de girişimci yönü olan bir yönetim anlayışıdır. Nitekim Milli-İslami ve katılımcı modelimizde her türlü ayırımcılığa körükleyecek belli bir zümrenin çıkarlarını gözeten modellere asla yer yoktur. Bilakis savunduğumuz modelde işçi, memur, köylü, bürokrat, teknokrat ve işveren ayırımı yapmaksızın hepsinin çıkarların bir bütün olarak gözeten anlayışa yer vardır. Üstelik İslam’da ekonomik faaliyetler 'gaye' değil vasıtadır. Bu nedenledir ki bizim için ekmeğimizi kardeşçe bölüşebilecek bir manevi iklim oluşturup Ensar’ca bütünleşmek esastır. Madem öyle, neydik edip komünizm, kapitalizm, faşizm gibi tüm ideolojilerin dışında çözümler üretmek derdimiz olmalıdır. Unutmayalım ki insanı dışlayan kökü dışarıda ideolojiler ne zaman yaralarımıza merhem oldular ki şimdi de merhem olabilsinler.
Yayın Tarihi: 05.05.2023
ISBN: 9789754491937
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 490
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/masonlar-marksistler-kapitalistler-ve-biz/648527.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Güneş Doğudan Doğar Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Mesaj tarafından Selim Paz Mayıs 28, 2023 5:20 am

Güneş Doğudan Doğar​
Selim Gürbüzer

KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Yayın Tarihi:28.12.2022ISBN:9786254209062Dil:TÜRKÇESayfa Sayısı:454Cilt Tipi:Karton KapakKağıt Cinsi:Kitap KağıdıBoyut:15.5 x 23.5 cm
Teknolojik gelişmeler eşliğinde dünya adeta küçük bir köye dönüşmüştür. Şüphesiz teknolojinin bu noktaya gelmesinde insanlık büyük bir uğraşı vermiştir. Belli ki insanlık önce kültürle yüzleşiyor, sonra kültürün olgunlaşmasıyla medeniyet oluyor.
Unutmayalım ki Osmanlı, Roma ve Bizans'tan sonra İslam'la mecz olmuş üçüncü Roma medeniyetidir. Elbette ki insanlığın iç içe daireler halinde evrilmesi birbirini inkâr veya düşman ilan etmek manasına değil, birbirlerinin tecrübelerinden yararlanıp medeniyet olmak içindir. Her ne kadar batı ve doğu ayırımı yapsak bile aslında her iki kutup beynin iki yarım küresi gibidirler. Batı'da daha çok mekanizm, Doğu’da ise maneviyat hâkimdir. Bir an bu iki baskın unsurun bir araya getirildiğini düşünün, büyük bir aksiyon doğacağı muhakkak. Ki, bunun insanlığa getirisi büyük olacaktır. Dahası ruh ve bedenin kaynaşması gibi bir durum ortaya çıkacaktır.
Nasıl ki İslamiyet'in bir güneş misali doğmasıyla birlikte çöl insanı hayat bulup bedeviyetten medeniyete geçiş yapmışlarsa, pekâlâ bugün de Batı’nın tekniği Doğu’nun sevgisi bir araya geldiğinde erdemli bir medeniyetin doğması mümkün. Görüyorsunuz maddeci Batı’nın maneviyattan yoksun medeniyet hamlesine girişmesi kan, gözyaşı ve sosyal huzursuzluk doğurmuştur. Şu an dünyanın dörtte üçü uygarlık kılıfı altında kirletilmiştir. İşte bu noktada Doğu’nun sevgi hamuruna ihtiyaç vardır. Tabii Doğu’nun da teknolojik donanıma ihtiyacı var. Her ne kadar müminler “İlim Müslümanın yitik malıdır, onu nerede bulursanız alın” ilahi hükmün bilincinde olsalar da hala teknolojik bir hamle başlatmış değiller. Gerçekten de ilim yitik malımızdır. Bir zaman medeniyet nedir, ilim nedir tüm insanlığa öğretmişiz de, şimdilerde ise o ilimden artık eser yoktur, kayıp durumdayız. Batı bugün teknolojinin keyfini çıkarıyorsa bunu büyük ölçüde İslam medeniyetine borçludur. Yani İslam medeniyetinden aldığı aşılar sayesinde bugünkü konuma gelmişlerdir. Ancak bu demek değildir ki Doğu yeniden medeniyet olamaz. Biz biliyoruz ki Allah nurunu tamamlayacaktır. Buna inancımız tam da.
O halde bir büyük medeniyetle buluşmak bugün değilse, peki ya ne zaman? Bakınız zaman bir su misali çok çabuk geçiyor, tez elden haremiler bize ait olan her şeyi çalmadan çabuk davranmakta fayda var. İnsanlığın yeniden bizim nefesimizle soluklanmasına ihtiyacı olduğunu görür gibiyiz. O halde gün yeniden diriliş günü, titreyip kendimize dönme zamanıdır.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+g%C3%BCrb%C3%BCzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty SELİM GÜRBÜZER'DEN MÜTHİŞ BİR ESER DAHA

Mesaj tarafından Selim Ptsi Haz. 26, 2023 5:35 pm

Medine'den Buhara'ya
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)
Yayın Tarihi: 13.02.2023
ISBN: 9786254209864
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 512
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Mesaj tarafından Selim Ptsi Haz. 26, 2023 5:37 pm

Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)
Yayın Tarihi: 05.05.2023
ISBN: 9789754491937
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 490
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/masonlar-marksistler-kapitalistler-ve-biz/648527.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Ölürüm Türkiye'm Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Mesaj tarafından Selim Ptsi Haz. 26, 2023 5:38 pm

Ölürüm Türkiye'm
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Yayın Tarihi: 04.04.2023
ISBN: 9789754490886
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 612
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/olurum-turkiyem/645701.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Güneş Doğudan Doğar Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Mesaj tarafından Selim Ptsi Haz. 26, 2023 5:40 pm

Güneş Doğudan Doğar
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)
Yayın Tarihi: 28.12.2022
ISBN: 9786254209062
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 454
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/gunes-dogudan-dogar/636405.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Medine'den Buhara'ya Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)

Mesaj tarafından Selim Ptsi Haz. 26, 2023 5:42 pm

Medine'den Buhara'ya
Selim Gürbüzer KİTAPYURDU DOĞRUDAN YAYINCILIK (KDY)
Hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.v)'in Nebevi nuru yüzü suyu hürmetine tüm âlemler yaratılmıştır. İşte Rasulullah (s.a.v)'in Gül kokulu nübüvvet nuru, Hz. İsmail'in evlendiği Hale'den oğlu Kaydar'a geçer. Ancak, Kaydar bir sene içerisinde yüz kadar kadını nikâhladığı halde hiçbirinden çocuk olmaz. Allah Teâlâ melek vasıtasıyla buyurdu ki: “Ey Kaydar! Eğer nezr edip kurban kesersen bu iş sana bildirilir.” Bunun üzerine Kaydar emrin gereğini yerine getirip çok sayıda koç kurban eder. Kurban mükellefiyetinden maksat hâsıl olunca bu kez gaipten bir nida daha işitir: “Ey Kaydar! Filan ağaç altında uyuyuver, rüyada ne görürsen onu yap.” O da denileni yapıp rüyasında Arap asıllı Gadire Hanım gösterilip onu nikâhına al emri talimatı verilir. Böylece nur Gadire'ye intikal etmiş olur.
Kaydar bir yolculuğun ardında Kenan iline vardığında Yakup (a.s) ile karşılaşır. Ve o Yüce Peygamber der ki; “Sana müjdeler olsun ki dün gece Gadire oğlunu doğurdu, zira gördüm ki, gök kapıları açılmış. Bu durum alından alına konaklayan Habibin nurun bir alametidir...” Bu sözleri işittikten sonra hanımının yanına vardığında, ilk işi oğlunu kucaklamak olur. Oğlunun adı Haml idi. Haml'de Saide isminde birini nikâh eyler. Derken o nikâhtan Nebt doğar. Ve Habib-i Ekrem (s.a.v)'in nuru Nebt'ten Adnan'a devr olunur.
Adnan'ın alnından parlayan nuru şerif ise Maad'a geçer, Maad'dan Nizar'a devr olunur. Nizar'dan da Nebevi nur sırasıyla Mudar'a, İlyas'a, Müdrike'ye devr olunur. Derken Müdrike'den de sırasıyla Huzeyme'ye, Huzeyme'den Kinane'ye, Kinane'den Nadr'a geçer.
Nadr'dan sonra ise nur sırasıyla:
Malik. Fihr (Kureyş) . Galib . Lüeyy .Ka'b . Mürre . Kilab . Kusay .Abd-i Menaf (Muğire)' e geçerek devrolunur.
Bu arada Mugire'nin iki oğlu daha olur. Ki; bu oğullardan biri Haşim'dir. Zira Nevfel ve Muttalib Resulullah (s.a.v)'in soy şeceresinde yer alan Haşim oğullarından gelmiştir.
Haşim herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Hem nasıl sevilmesin ki, bikere her şeyden önce Habibin nuru her daim alnında parlıyordu. Nitekim Rum Kayseri bu parlak yüzden dolayı kızını Haşim'e teklif eder, fakat kabul etmez. Nasip bu ya, bir gün rüyasında kendisine bildirilen Selma Binti Ömer'le evlenmesi emr olununca, onunla nikâh kıyacaktır. Derken, Haşim ticaret maksadıyla Şam'a gidip, akabinde Gazze'de vefat eder etmesine ama sonuçta Selma'dan doğacak olan, yani ilerisinde Nübüvet Nur'un dedesi olacak Abdülmuttalib'i arkasında bırakması böylesi bir ölüme can kurban dersek yeridir. Evet, O; Rasulullah (s.a.v)'in dedesidir. Haşim'in vefatından sonra Mekke halkı Abdülmuttalibi (asıl adı Şeybe) şehre reis seçip, Mekke'nin anahtarlarını ona teslim eder de. Sıra teslim sırası ona gelmişti ki, teslim edilecek elbette anahtar değildi, teslim olunacak Habibin nurudur. Nitekim o nur Abdullah'a devr olunur da. O'ndan da malum O nur asıl sahibine devr olunur. Şu da var ki Peygamberimiz (s.a.v) bu dünyadan göç etti etmesine ama o nur'a layık olanların alınlarında kıyamete kadar devam edecektir, buna inancımız tamdır. Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye tabii oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey, tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin de beyan buyurduğu veçhiyle “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır” (Mişkat) şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi hiç tükenmeyecektir. Hatta kıyamet sonrası da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde yaşanacaktır. Bakınız, Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ'ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika). İşte bu sözlerden de anlaşılan o ki; Allah'ın hazinesi boldur. Öyle ya, peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor, hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed'in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah'a yönlendirmek içindir. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ'ya nasıl kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata ermelerine vesile olmak için vardır.

Yayın Tarihi: 13.02.2023
ISBN: 9786254209864
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 512
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty KOKU ALMA MUCİZESİ

Mesaj tarafından Selim Çarş. Haz. 28, 2023 11:31 am

KOKU ALMA MUCİZESİ
         SELİM GÜRBÜZER

         Burnumuz takriben elli bin çeşit kimyasal bileşikten çevreye yayılan molekülleri kemoreseptörler aracığıyla kendine bağlayıp gaz ya da sıvı haldeki maddelerin yoğunluğunda (konsantrasyonlarında) teşekkül eden değişmeleri koku olarak algılayabilecek donanıma haiz bir duyu organımızdır. Nitekim koku duyusunun ortaya çıkmasında önemli rol oynayan kemoreseptörler burnumuza gelen gaz moleküllerini kendine bağlar bağlamaz sinirler aracılığıyla hemen beynin koku merkezlerine göndermek suretiyle belleğimizde koku olarak algılarız. Dikkat edin algılarız dedik,  zira bu noktada Tıp dünyası bugün olmuş halen koku alma duyumların sırrını tam manasıyla çözmüş değildir. Kaldı ki duyumlar pek akılla anlaşılmayan bir şeylerin varlığını gösteriyor.
        Peki, kemoreseptörler sadece buruna özgü bağlayıcı duyusal hücreler midir?  Hiç şüphe yoktur ki yaratılan her canlı türün yaratılış kodlarına göre ağızda, dilde, antende, ekstremitelerde, ağız aygıtında, deride, solungaçlarda, yüzgeçlerde, tendonlarda, hatta ovipozitörlerde de (yumurta koyma borusunda) bulunan duyu hücreleridir. Örnek mi? İşte böceklerde koku alma reseptör hücreleri kahır ekseriyetle antende konumlanırken, tat alma reseptörlerinin de ağız parçaları ve ekstremiteler üzerinde bulunuyor olması bunun en tipik örneğini teşkil eder. Bu yüzden bilim adamları pul kanatlı bir erkek böceğin dişisinin kokusunu ta 2 km’lik  uzaklıktan almasını büyük bir şaşkınlıkla hayretler içerisinde gözlemlemekteler. Yine bir bakıyorsun kimi omurgalı hayvanlarda burun aygıtının hem koku hem de solunum organı olarak işlev görmesi gibi pek çok örnekler burun aygıtının mucizevî bir laboratuvar alanı olduğunu gösteriyor. Tabii buna kemoreseptör hücrelerin konumlandığı diğer alanlarda dâhildir. Ki, kemoreseptörlerin konumlandığı her bir alanın kendine özgü donatılmışlığı da söz konusudur. Örnek mi? Mesela burun deliklerimizin kıllarla donatılmışlığı bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Belli ki burun kılları süs olsun babından boşa donatılmamış,  bilakis burun içerisine giren yabancı maddeleri veya tozları tutmak gibi görevler üstlenmişlerdir. Tabii toza karşı barikat olmak hususunda kıllar büsbütün yalnız değildir, ayrıca burun boşluğunun üst tarafında burun mukozasının özelleşmiş bir bölgesi olarak bilinen koku soğancığıyla bağlantılı sümüksü koku mukoz zarıyla da desteklenmiş durumdadır. Böylece bu sayede burnun deliklerinden giriş yapan gaz halindeki moleküller burun boşluğunun üst yüzeyinde konumlanmış duyu hücrelerinin (kemoreseptörler) ayırt etme yeteneğine bağlı olarak burun içi mukusta eriyip koku reseptörlerini uyarmış olur. Derken gaz moleküllerinin mukus içerisindeki sıvıyla girmiş olduğu tepkimenin neticesinde açığa çıkan kimyasal madde koku olarak algılanır. Yani bir başka ifadeyle burun reseptörlerine gelen uyarıların koku sinirler aracılığıyla ön beynin temporal lobunda yer alan koku merkezlerine iletilmek suretiyle koku olarak algılanır. Bu arada unutmayalım ki koku ve tat duyusu birbirinden bağımsız duyargalar değildir, birbiriyle ilişkili olduğu şundan besbellidir ki, şayet burun tıkalıysa besinlerin tadının algılanması ister istemez tıkalı oranında azalmakta, dolayısıyla bu durumda yediğimizden içtiğimizden bir tat lezzet alamayız.
       İlginçtir hayvanlar âleminde bir takım canlıların besinin bulması, besini didik didik edip çeşitlere ayırması, zehirli olup olmadığını belirlemesi, eşlerini bulması, bir arada bulunacakları yerleri belirlenmesi, kendi türleri içerisinde iletişim ağının kurulması gibi hayati öneme haiz tüm faaliyetler belli ki kemoreseptörlerin marifeti olarak sahne almakta. Hani arayan bulur denir ya hep, aynen öylede uzaklık ya da yakınlık hiç fark etmez hayvanlar âleminde yaşanan bir takım olağan üstü gördüğümüz oluşumlar beşeri hayatta da vuku bulabiliyor. Ve bunun beşeri boyutunu Yakup (a.s)’ın kıssasıyla örneklendirebiliriz de pekâlâ.  Malumunuz o meşhur Peygamber kıssasında geçen ifadede yerini alan “Kenan illerinden gelen bu koku; Yusuf’un kokusudur” cümlesini okuduğumuzda Yakup (a.s)'ı hatırlarız hep. Derken kıssadan hisse misali Allah-ü Teâlâ’nın biz aciz kullar için sanki  “Yakup (a.s)'ın mucizevî kıssasına bakta kilometrelerce uzaklıkta bu koku nasıl hissedilmiştir, var üzerinde araştır,  ona göre bilgi ve becerilerini ortaya koy”  tarzında ders niteliği taşıyan bir kıssa olduğunu idrak ederiz. Yine sanki bu peygamber kıssasında dünyanın bir ucunda olsanız bile şayet çalışır çabalarsanız, Mescidi Nebevi’nin gül kokusunu bile evinizin bahçesine kadar konuk edebilirsiniz gibi daha nice ders niteliğinde anlam yüklü mesajların alınması gerektiği murad edilmiştir. Ve bu mesajlar bilim dünyası açısından da yerini bulmuş olsa gerek ki elektro manyetik dalga boylarıyla kilometrelerce uzaklardan yansıyan sesleri ya da görüntüleri insanların evlerinin içine girecek kadar sunabilmişlerdir.
      Her neyse bilim dünyası daha nice buluşlar keşfede dursun şu bir gerçek burun aynı zamanda solunum olaylarının bir bölümünün gerçekleştiği alan olarak da dikkat çekmektedir. Öyle ki bu iş uğruna solunum yollarını döşeyen epitelyum hücrelerinin üst yüzeylerinde yer alan kinosilyumlar (titrek tüyler) sürekli dalgalanma hareketleri ile içeri giren toz taneciklerini dışarı atmak için pozisyon almış haldedirler. Tüm alınan bu önlemlere rağmen yine de nezle türü soğuk algınlığı viral hastalıklara karşı tam manasıyla korunaklı sayılmayız. Çünkü grip genelde solunum yoluyla aldığımız bir virüs aracılığıyla gerçekleşen bir hastalık olarak karşımıza çıkmakta. Hatta soluduğumuz minicik rutubet damlaları bile soğuk algınlığına yol açan virüslerin binek taşları olabiliyor. Şayet vücudumuz direncini yitirmişse bu binek taşları her soluk alıp verişimizde derhal harekete geçip soğuk algınlığı grip kaynaklı bir hastalığa yol açabiliyor. Böylece mikron seviyelerden daha milimikron olarak küçük gördüğümüz virüsler bizlere acziyetimizi hatırlatır. Derken hapşırırken (aksırırken)  Elhamdulillah (Allah'a şükürler olsun) deyip Allah’a şükrederiz,  karşımızdakinin ise buna cevaben Yerhamukellah (Allah size rahmet ve merhamet eylesin) demesine karşılık Yehdina ve yehdikumullah diyerek böylece karşılıklı birbirimize sıhhat ve afiyet dilemiş oluruz. Hatta aksırırken aynı zamanda burnumuzun hava giren kısmında biriken bakterileri de dışarı atmış oluruz. Dolayısıyla bu durumda daha çok şükretmemiz gerekiyor. Hatta sadece şükretmekle kalmayıp, bu arada hapşırırken adap-usul gereği ağzımızı kapatmalı ki etrafa zarar vermemiş olalım.
         Öyle hastalıklar vardır ki koku sayesinde teşhis edilebiliyor. Tabii ki teşhis önemli, fakat teşhisten daha da mühimi tedavidir. Maalesef Tıp dünyası gelinen nokta itibariyle kulak burun boğaz enfeksiyonlara neden olan virüs kaynaklı hastalıklar karşısında çoğu kez çaresiz bir durumdadır. Neyse ki Rabbü’l âlemin vücut şehrimizde bağışıklık sistemi halk eylemesinin nimeti sayesinde, hastalansak bile yeniden toparlanıp sıhhatimize kavuşabiliyoruz. Şayet vücudumuzun immün sistemi (bağışıklık sistemi)  çökmüşse ölüm kaçınılmaz olacaktır elbet.  Zira virüslerin proteinlerden oluşan dışta bir zarı var ki,  söz konusu zararlı proteinler kana karışıp bir anda bizi yatak döşek hasta edebiliyor. Neyse ki akyuvarlar duruma seyirci kalmamaktalar, onlar da bu taarruz karşısında zararlı proteinlere karşı alternatif proteinler diyebileceğimiz “bağışıklık cisimleri” üreterek bize destek olmaktalar. Böylece yeniden vücudumuz sıhhat kazanmış olur. İşte akyuvarlar sayesinde bir başka zaman diliminde bir kez daha aynı tip virüsün vücudumuza girip kana karışsa da artık bağışıklık sistemimizce tanınmış olacağından istediği gibi at oynatamayacaktır. Çünkü düşman önceden teşhis edilmiş veya tanınmış durumdadır. Dolayısıyla önceden tanıdık bilinmesinden dolayı derhal imha edilirler.  Bu yüzden Tıp dünyası vücudumuzdaki immün bağışıklık sisteminden yola çıkarak zayıflatılmış grip ve nezle türü mikroplar üretip birtakım aşı uygulamalarıyla tedavi yöntemleri geliştirebilmiştir. Böylece aşılanma yöntemi denen enjekte edilen zayıflatılmış mikrop sayesinde bağışıklık kazanıp geçici de olsa süreli birçok hastalıkların önüne geçilmiş olunur.
         Bakınız Yüce Allah (c.c) Kur’an’da ne buyuruyor: “İnsanı fehhar gibi bir salsaldan yarattık” (Rahman 55/14). İşte bu ayette geçen salsal ibaresinin ses veren kuru çamur olarak tefsir edildiği gibi Ragıp el İsfehani’nin Müfredatta ikinci anlam olarak ise sallellahm ibaresine istinaden kokuşan çamur” olarak da tefsir edilmekte.  Dolayısıyla ikinci anlamdan hareketle kokuşan etten ilk insanın yaratılış mayası diyebileceğimiz embriyosuna gıda takviyesi olarak protein, yağ, mineraller ve su gibi inorganik besleyici maddelerin tümünü kapsayan bir anlamının da olduğunu düşünebiliriz pekâlâ.  Nitekim Yüce Allah (c.c) “Arzda hiçbir canlı (dabbe) yoktur ki rızkı Allah’a ait olmasın. O, onun müstekar (stabil kararlı, potansiyel enerji, yani durağan) ve müstevdaini (emaneten kinetik enerjik, yani hareketli) bilir. Hepsi kitabı mübindedir” (Hud 11/6) diye beyan buyurmakla kararı mekinde ki ilk Âdemin yaratılış mayası toprak ve çamurdaki elementlerden embriyosunun gıdalanacağı inorganik besin maddeleri kapsayan bileşenlerin kokuşan et manasına ‘salsal’ olarak karşılık bulurken,  salsaldan yaratılan hamurun ise zigot hücresi manasına  ‘hamei mesnun’ olarak karşılık bulmakta. Zira yaratılış kodumuzu temsil eden DNA molekülünün sitozin nükleotinin içerisinde metil gruplarından oluşan bir bileşen olması hasebiyle DNA’nın hem fiziki hem de kimyevi kötü kokulu bir molekül olduğu anlamına gelir. Dahası ayette ifade edilen çamurdan maksat, aslında yaratılış kodumuza kodlanan metillenmiş kötü kokulu manasına gelebilecek DNA molekülüdür dersek yeridir.          
             Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty KANSER VE KANSEROJEN MADDELER

Mesaj tarafından Selim Perş. Haz. 29, 2023 11:47 am

KANSER VE KANSEROJEN MADDELER
         SELİM GÜRBÜZER
        Hücre muazzam bir şekilde matematiksel programla donatılmış biyolojik bir enformasyon fabrikasıdır. Nitekim kazaen bir parmağımız ya da vücudumuzun herhangi bir yeri kanadığında o bölgede hızla bölünüp çoğalabilen hücreler arızalı olan kısmı onarabiliyor. Ne zaman ki iyileşme sağlanır, işte o zaman görevlerinin bittiğine dair talimat gelmesiyle birlikte çoğalmaları durdurulur. Böylece eski ve yeni hücreler arasında denge sağlanmış olur. Hücre âleminde ayrıca istisnai bir durum vardır ki, o da kanser hücre gerçeğidir.  Malum bu hücreler talimat şu bu filan dinlemezler, bölünmeye ve çoğalmaya ara vermeksizin sürekli çoğalaraktan metastaz yapıp organlara zarar verirler habire.  Malumunuz daha düne kadar hücreyi kompleks bir moleküler yığınından ibaret bir donanım sanıyorduk. Ta ki çağımızın baş ağrısı amansız kanser hastalığı çıkana kadar bu bilgilerle oyalandık durduk da hep. Derken bu amansız hastalığı yenme adına hücreyle ilgili çalışmalar hız kazanıp söz konusu mikro âlemin sıradan bir moleküler yığınlardan ibaret olmadığını anlamış olduk. Yetmedi hücrenin içerisine daldıkça matematiksel bir kod dünyasının varlığını fark ediverdik. Öyle ki; DNA molekülünün keşfiyle birlikte hiçbir hücrenin kendi diriliş şifresini değiştirmediği, genetik kodlarına itaatkâr kaldığı gerçeği ile yüzleşiverdik. Zira doku hiyerarşisi gereği hücreler arasında mükemmel bir işbirliği esastır. Ancak bu düzene uymayan bir tek hücre tipi vardır ki, o da hepimizin bildiği kanser hücreleridir. Bu yüzden iyi huylu olanlar hariç kanser hücrelerine isyankâr ve anarşist gözüyle bakılır hep. İşte kanser hücrelerinin bağımsız olarak sergilediği bu isyankâr ve anarşist tavrı yine de tam manasıyla kendisini başıboş özgür kılamamakta, sadece yaptığı tahribat bulunduğu dokuya zarar vermekle sınırlı kalmaktadır.  Şayet  bu da  bir kazanç sayılırsa. Oysa doku hayatı ortak yaşamayı gerektirir. Dolayısıyla bu birlikteliğin dışında bir eylem hoş karşılanmaz. Neyse ki T- lenfositler kurulu bir sistemin tamamını kanser hücresinin keyfi çıkarları uğruna terk ettirmez, dahası onun alikıran baş kesilmesine var gücüyle sonuna kadar direnmeyi ihmal etmez de. Böylece T-Lenfositler sayesinde birçok insan bilmediği nice kanser cinsini bertaraf etmiş olur.
        Evet, acı ama gerçek,  kanser organizma içerisinde bir takım hücrelerin anormal büyümesi, hücre sitoplâzmasının azalması, hücre çekirdeğinde birden fazla çekirdeğin türemesi, hücre zarının seçicilik özelliğinin yitirmesi ve genetik şifreler üzerinde bozulma hallerinin görülmesi gibi birtakım genel sapmalarla kendi damgasını vurabiliyor. Bu nedenle de yukarıda kendileri için hücre anarşisti olarak nitelendirdik. Ancak şu da var ki, bir hücrenin normal şartlarda bölünmesi sonucu gerçekleştirdiği çoğalmayla kanserli dokuların (tümörlü dokular) çoğalması aynı şeyler değildir.  Çünkü birinde normal şartlarda bölünerek çoğalan hücrelere ait dokularda nizami hayat söz konusu iken ikincisinde kanserli hücrelerin istila ettiği dokularda oluşturacağı gayri nizami bozulmaya yönelik bir çoğalma söz konusudur. Dolayısıyla sapla samanı karıştırmamak babından sıhhatli dokularla anormal dokularda cereyan eden çoğalma ve yenilenmeleri birbirine karıştırmamak gerekir. Hele bu noktada kanser hücresi herhangi bir organa sıçramaya bir görsün, bir anda vücudun kontrol mekanizmalarına aldırış etmeksizin durdurulması imkânsız habis denen azılı bir ur’a dönüşebiliyor. Hatta bu azılı urun yayılmayla birlikte hücrenin ortak kompüter programı altüst olabiliyor. Dolayısıyla kanser hücresinin başıboş bir şekilde büyümesinin matematik programla ilgisinin olduğu ihtimalini hesaba katmakta yarar vardır. Belli ki bir anormal plan ve hesabın devreye girmesinin bir sonucu olarak kanser hücreleri hızını alamayıp sapkın bölünmeler eşliğinde süratle metastaz yapıp diğer dokulara yayılabiliyor. Nitekim kanser hücrelerini patolojik yönden incelendiğinde DNA ve RNA’ların anormal fonksiyon icra ettikleri gözlenir. Bir başka ifadeyle kanser hücreleri bazı genlerin çalışmalarını durdurarak hatalı genlerin çalışmalarına fırsat verebiliyor.  Ayrıca  yapılan patolojik  incelemeler neticesinde  kromozomlar iki kutupta toplanması gerekirken üç kutuplu halde toplandıkları gözlemlenmiştir. Dahası çekirdekler anormal derecede bir yandan büyürken çekirdekçik ise tam tersi eriyip genetik kodları işlemez hale getirebiliyor. Aslında normal bir hücre bölünmesinde olduğu gibi kanser hücrelerinin de mitoz bölünmeyle iki eşit hücre meydana getirmesi beklenir. Tabii bu boşa bir bekleyiştir. Çünkü kanser hücresi normal hücrenin tam aksine hareket edip arızalı diyebileceğimiz biri büyük, diğeri küçük ölü hücre olarak sahne alır. O halde T-Lenfositlerin saldığı toksinler karaciğerde imal edildiğinden özellikle bu organın sıhhatli bir şekilde korunmasında sayısız faydalar vardır elbet. Ancak kanser hücresi bir şekilde kemik iliğinden start alıp kan vasıtasıyla metastaz yapıp akciğere ya da karaciğere yerleştiyse artık bu noktadan sonra vücut hızla bölünüp çoğalabilen veya bölünmeksizin hızla çoğalabilen hücrelerin istilasına uğrayacaktır. Derken kanser hücreleri itaat etmeyip kendi başına buyruk hareket edeceklerdir. Kelimenin tam anlamıyla isyankâr bir grup olarak etrafa dehşet saçacaklardır.
    Bu arada kansere neden olan hususlarda kimileri bir takım arızalı kromozomların bölünürken kanser hücresine dönüştüğünden dem vururken, kimileri hücre zarı ya da endoplazmik retikulumda cereyan eden bir takım arızalar veya DNA ve RNA’ya kadar sirayet etmiş bir takım denge bozukluğuna bağlamaktadır. Kimileri mitokondrilerin bünyesinde teşekkül etmiş bir anomalinin ribozomlara taşınmasıyla birlikte protein zincirlerinde yanlış eşleşmelerin yol açtığı bozulmalara, kimileri ise dış kaynaklı virüsler, kronik iltihaplar ve bazı fiziki ajanların (röntgen, ultraviyole ve x ışınları) neden olabileceğini ileri sürmektedir. Kansere neden olan tartışmalar bugünlere dek devam ede gelsin, gelinen noktada oluşan genel kanaat en çok kimyasal ajanların kanser oluşumunda birinci etken kaynak olduğu yönündedir. O halde kansere neden olan birkaç kanserojen maddeleri şöyle sıralayabiliriz:
       Karbon tetraklorür- Kuru temizlemede kullanılan bir kanserojen maddedir.
       Dioksan- Kozmetik deodorant sektöründe kullanılan kanserojen madde.
       Benzidin- Boya yapımı ve plastik sanayinde kullanılıp mesane kanseri yaptığı düşünülmektedir. Ayrıca plastik petrokimya sanayinde eritici olarak kullanılan vinil klorür ve anilin boyaları da kanserojen maddelerden sayılmaktadır.
      Naftilamin-Cam sanayisi ve ağartıcılıkta kullanılır. Ayrıca gözlük camı kesiminde kullanılıp deri yoluyla geçebiliyor. Yine nükleer sanayinde önemli madde olan benzolde kanserojen risk teşkil edip bazı cins camlarda mevcuttur.
      Floranilasetilamin- Yem depolamada kullanılır. Özellikle otçul formları yok edici bir maddedir.
      Dimetil fenil izo anilin- Gıda renklendirici olarak kullanılır.
      Nitrozaminler- Insectısıt maddeler (böcek öldürücü ilaçlar) ve yağlayıcı bileşiklerde kullanılır.
     Benzo(a)piren- Katran, is, sigara ve kömür dumanında bulunur. Zaten karsinojenik ajanlar genellikle sigara ziftine benzer yapıda olup hidrokarbonlar olarak sahne almaktadır. İlk defa İngiltere’de baca temizleyici çalışanlarında cilt kanserine rastlanması katranı ilgi odağı haline getirmiştir. Hakeza sigara zifiri de katran içermektedir. Dolayısıyla nikotin maddesinin tek başına kansere yol açtığı söylenemez. Ama şu da bir gerçek hala kamuoyunda sigara kanserin tek müsebbibi lider gözüyle bakılıp günah keçisi ilan edilmiş durumda. Oysa sigara kanser üreten faktör olmayıp, sadece kanser eğilimini tetikleyici rol oynamaktadır.
      Kansere kanserojen maddelerin yanı sıra kromozomal defektler (bozulmalar), genler üzerindeki birtakım arızalar, genetik şifrelerin silinmesi, kromozom sayısı değişmeleri gibi anormalliklerin neden olabileceğini de hesaba katmak gerekir.
     DDT-Böcek öldürücü diye bilinen bu ilacın hücre içerisinde DNA ve RNA spiral merdiven basamaklarına olumsuz etki sonucu genetik kartların bozulmasına neden olduğundan kanser yapabileceği düşünülmektedir.
       Tiner-Boyacılıkta inceltici madde olarak kullanılıp hücre içi erime ve lenfosit yapımını durdurucu etkisinden dolayı kanser nedeni olarak sayılmaktadır.
       Tıpta kullanılan bir takım ilaçlar-Kanser tedavisinde kullanılan ilaçların büyük çoğunluğu kanserojendir. Çünkü kemoterapi (kimyasal tedavi) ilaçlar hücreyi doğrudan tahrip etmektedir.  Bu tahrip edici özelliğinden dolayı kanser hücrelerinin tamamının öldürülmesi hedeflenmektedir. Ancak kaş yapayım derken bu arada vücudun normal hücreleri telef olabiliyor.
       Sakarin-Şeker yerine tatlandırıcı olarak kullanılan sakarinin karaciğere toksik etkisi yaptığı ileri sürülmektedir.
       Asbest (Asbestos)- Bu tozun akciğer kanserine yol açtığı tahmin edilmektedir.
       Alkol-Özellikle alkollü içecekler karaciğerin zehir gücünü azaltıcı etken olup zehirli artık maddelerin vücutta birikmesi ihtimalini güçlendirmektedir.  Aynı zamanda alkolün yağları eritmesinden dolayı bilhassa yemek borusu ve yutakta kansere neden olduğu tahmin ediliyor. O halde alkolün karaciğer ve diğer organlar üzerinde kanserojen etki yaptığını asla göz ardı etmemek gerekir.
       Radyoaktif maddeler-Bilim adamları karanlıkta resim çekip, aynı zamanda hummalı ve görünmeyen bir şey keşfettiklerinde doğrusu çok heyecanlanmışlardı. Belli ki yüz ifadelerinden bir takım kaya ve kimyasal madde filizlerinden bin bir güçlükle elde ettikleri malum gizemli maddeyi bulduklarına pişman olmamışlardı. Hatta bu maddenin sadece kaya ve kimyasal madde içeren filizlere has bir ürün olmayıp, daha sonra elektrik ampulünde gördüklerinde öylesine es geçilebilecek bir madde olmadığına iyice kanaat getirmişlerdir.  Dahası söz konusu ürünün elektro manyetik dalga tarzı ışık yayıp, maddenin hareket eden görünmez partikülleri şeklinde sahne alan radyasyon olduğu anlaşılmış oldu.  Keza bu gizemli maddenin bir kısmı elektro manyetik moleküllere dönüşebildiği gibi küçük enerji paketleri olarak da yer almakta. Üstelik farkına varmadan vücudumuza da sinmekteler. Yani bu demektir ki radyoaktivite olayı ile birlikte etrafa neşredilen alfa parçacıklarının (atom parçacıkları) insan vücuduna girmesiyle çıkması bir olup biyokimya dengemiz bir anda altüst olabiliyor. Bundan daha da öte hücrelerimizin baş yöneticisi konumunda olan DNA molekülleri halkasında bir takım değişikliklere neden olmasıyla birlikte vücudun savunma sistemini çökertip kansere yol açılabiliyor. Kelimenin tam anlamıyla radyasyonun en küçük dozu vücutta hasara yol açıp ardından kansere neden olduğu artık bir sır değil.  Bu bir anlamda DNA bünyesinde anlık değişikliklerin vuku bulması gen veya gen grubunun gereği gibi çalışamaması anlamına gelmektedir. Hakeza bu durum radyoaktif maddelerden sızan radyasyonların DNA üzerinde bozulmalara yelken açıp ciddi bir kanser riski doğurduğunu ortaya koymaktadır.  Örnek mi? Mesela güneşten gelen ultraviyole ışınlarının cilt üzerinde mutagenik etki yapması bunun en örneğini teşkil eder.
         Şu bir gerçek işin ehli bir doktor radyasyon ışınların zararlarına rağmen vücudun hasar görmüş dokulara hedefleyerek kanserli hücreleri kurutup bir anda faydalı bir hale dönüştürebiliyor. Ki; Tıpta bu tür uygulamaya ışın tedavisi denmektedir. Hakeza kırılan kemikler veya bir takım klinik vakalarda röntgen filmi çekilerek bir noktada radyasyon faktörü teşhiste avantaj sağlamaktadır.
        Stres-Stresin hormonal dengeyi bozduğunu, dolayısıyla ruhsal bozuklukların kanseri tetiklediği de bilinen bir gerçekliktir.  Bu yüzden moral değerlerin ve inanç faktörünün çok önemli bir sermaye olduğunu fark ederiz. Zaten kendi kendine iyileşen kanser vakaları duyduğunuzda anlayın ki o hasta sağlığını kazandığı maneviyatına ve moral çekim alanına borçludur. Çünkü hormonal denge moral ve motivasyonla hayat bulur. Kanser genetik olup olmadığı kesin bilinmese de,  hormonal ve lenfatik yapının genetik olduğu şüphe götürmez bir sistem.  Dolayısıyla genetik yapının moral değerlerle güçlendirilmesi şarttır.
     Görüldüğü üzere kanser hücresine neden olan etken unsurlar kanser riski doğurmaktadır. Bilhassa kanser hücrelerinin lenfositler tarafından imha edilmesi ister istemez dikkatleri hücre yapılar üzerine çekmektedir. Dolayısıyla kemik iliğinde yeteri kadar lenfosit üretilmemesi veya dayanıksız zayıf lenfositlerin imal edilmesi kanserle mücadeleyi başarısız kılmaktadır.  O halde kemik iliğine doğrudan etki yapan ışın, benzol, benzo(a)piren vs. gibi kanserojen maddelerden uzak kalmakta fayda vardır. Nitekim kemik iliğinin sağlıklı lenfosit üretebilmesi için sanayileşmeyle birlikte kirlenmiş ortamlardan uzak, yani oksijen üreten bitki ağırlıklı doğa ortamlarda yaşamaya ihtiyaç gösterir. Hatta sadece kemik iliği değil, vücut kimyası karaciğer organımıza da göz bebeğimiz gibi bakmalı. Çünkü karaciğerimiz ne kadar sağlıklı ise kanserojen zehirli maddeleri bertaraf edecek güç var demektir. Bir insan düşünün ki kansere yakalansa bile ecza deposu karaciğer organı sağlamsa fazla telaşa gerek yok.  Zira sağlam olan karaciğer dış kaynaklı zehri temizlemesini bilecektir.
      Madem lenfositler kansere karşı savaşan hücreler olarak adından söz ettiriyor, o halde lenf damarların geçtiği bölgeleri korumaya almamız gerekiyor.  Zira birtakım kazaen oluşmuş büyük yanıklar kapansa da deri altında lenf kanallarının işlevsiz hale gelmesi kanser riskini tetikleyebiliyor. Çünkü bu yanık nedbelerde  (yanık izleri)  kanserle savaşacak lenfositlerin ortamda bulunmaması o bölgeyi kanser hücrenin insafına terk etmek anlamına gelecektir. Dolayısıyla deri deyip es geçmemeli. Keza herhangi bir darbenin yol açtığı travmalardan ötürü meydana gelen kemik kanserleri de öyledir. Belli ki travma sonucu lenf damarlarının tahrip olmasıyla birlikte o bölgeler savunmasız kalacaktır.
        Bu arada lenf bezi merkezlerimizi de unutmamak gerekir. Çünkü isminden belli lenf merkezi. Yani buralar kanser hücrelerinin baş düşmanı lenfositlerin konakladığı mekânlar olması hasebiyle bu merkezlerin problem yaşamaması icap eder.  Mesela herhangi bir iltihabı durumda rastgele antibiyotik kullanımı lenf merkezlerini savunmasız hale getirebiliyor. Bu yüzden bademcik, apandisit gibi savunma misyonu yüklenmiş lenf merkezleri sağlam veya yarı sağlam olduğu halde hemen cerrahi müdahaleyle aldırmak gerektir. Aksi halde o bölgeyi iş göremez hale getireceğinden kanser hücrelerine davetiye çıkarmak demek olacaktır. Anlaşılan sadece mecburi durum veya kronik vaka hale geldiğinde söz konusu lenf merkezleri alınmalıdır.
         Her kanser için risk faktörü aynı değildir. Mesela sigara rahim kanseri için risk faktörü değil, ama akciğer için risk faktörüdür. Hakeza kirli hava, kronik bronşit ve bronşektazi hastalığı da öyledir.
         Bir anneni çocuğuna süt emzirmemesi meme kanseri için risk faktörüdür. Keza yine prolaktin hormonunun uzun süre salgılanması, hormonal siklusların (hormonal döngülerin) bozuk olması ve kiste yol açacak kronik iltihaplanmalar gibi etkenler de risk faktörüdür. Ayrıca sık sık kürtaj yaptırmak,  kadınlık hormonların bozuk olması, rahim içi kronik iltihaplar ve o bölgenin devamlı tahriş edilmesi gibi etkenlerin her biri rahim kanseri için risk faktörüdür.
     Lenf kanseri için kimyasal üretimin gerçekleştiği alanlar, marangozlukta kullanılan benzol, Tıp alanında veya başka alanlarda sürekli ışına maruz kalmak, hormonal dengesizlikler ve immun bağışıklık sisteminin yetersizliği gibi etkenler risk faktörüdür. Özellikle kanserin yaşlılarda daha sık görülmesi ister istemez bağışıklık sisteminin zayıflamasıyla ilgili bir durum olma ihtimalini güçlendirmektedir. Böylece çoğalan kanser hücreleri karşısında savunma sistemi bozulup vücudu bir noktada korunaksız kılabiliyor.
     Çocuk yaştan beri sürekli ilaç almak, özellikle sık sık ateş düşürücü ilaçlara başvurmak bağışıklı sistemini güçsüz kılacağından tüm bu etkenler kan kanseri için risk teşkil etmektedir. Hakeza radyoaktif ışınlar, röntgen ışınları ve çevre kirliliği gibi faktörlerde öyledir.  Dolayısıyla bağışıklık sistemini güçlendirmek adına kırsal alanlarda bolca yürüyüş yapmak, mümkünse o bölgelerde ikamet etmek ve doğal yiyeceklerle beslenmek sağlıklı hayat için en doğru yöntem olsa gerektir.
      Vücudumuzun çalışkan, itaatkâr ve vefakâr akyuvar hücreleri bile bir gün gelip başımıza bela olabiliyor. Yani bilinmeyen bir nedenle alyuvarlar ansızın huy değiştirip kendi başına buyruk bir vaziyette çoğalıp gereksiz yere nizami hücrelerin yerini işgal edebiliyor. Böyle bir durumda şekil yapıları anormalleşip miskinleşmiş halde rehavete bürünürler. Artık bu noktadan sonra savaşmak yerine çoğalmayı yeğlerler. Tabii bu arada olan insana oluyor, derken hastanın savunma sisteminin zayıflaması, kan pıhtılaşması, oksijen faaliyetleri gibi birçok vücut fonksiyonlarının hezimete uğramasıyla birlikte lösemi  (kan kanseri) tehlikesi kaçınılmaz bir alın yazısına dönüşür.  
        Malum olduğu üzere fazla güneşte kalmak, yukarıda belirttiğimiz yanık nedbeleri veya darbe sonucu meydana gelen birtakım ezilmeler, xeroderma pigmentosum ve seboreik keratoz türü cilt rahatsızlıkları, röntgen ışınına maruz kalmak gibi etkenlerin her biri cilt kanseri için risk faktörüdür.
        Mide ve bağırsak kanseri için mide nezlesi (hipertrofik gastrit), bağırsak nezlesi, spazmlar, dengesiz beslenmeler, safra kesesi iltihapları, bayatlamış yiyecek ve içecekler gibi etkenler birer risk faktörüdür.
        Anlaşılan kanserde erken teşhis çok önemli bir husus. Her ne kadar insanoğlu kanında taşıdığı lenfositler kadar kanseri anında teşhis edemese de Tıp dünyasının önümüze koyduğu biyopsi metodu ve patolojik teşhis gibi daha nice metotları ihmal etmemek gerekir.  Çünkü kanser hastalığı konum itibariyle bulunduğu yere göre gizlenebiliyor. Bu yüzden hemen kendini ele vermekten kurtarabiliyor.
       Kanser teşhisinde aşırı kanamalar akciğer, rahim, bağırsak ve deri kanseri için bir gösterge olabiliyor.
       Ağrısız yumrular veya şişlikler ciddi bir kanser emaresi teşkil edebiliyor. Zira birçok hastalıklar ağrılı geçtiği halde kanser genel itibariyle başlangıçta ağrısız ilerleyen bir hastalıktır.
       Yorgunluk, bitkinlik, ateş gibi haller lenf ve kan kanseri belirtisi olarak düşünülüp erken teşhis tanı testlerini ihmal etmemelidir.  Zayıflama ise halk arasında kanser belirtisi olarak addedilse de aslında en son aşamada oluşan bir belirtidir.
       Hematolojik incelemeler sonucunda belirlenen sedimantasyonun (kanın çökme hızının) yüksek olması da kanser emaresi sayılabiliyor.
       Basit bir öksürük bile solunum yolu, akciğer ve hançere türü kanserlerin habercisi niteliğindedir.
       Kusma, çift görme, görme bozukluğu veya körlük, baş ağrısı, denge bozukluğu beyin tümörü için birer işaret taşları olabiliyor.
       İdrar yollarında sürekli kan gelmesi böbrek ve mesane kanserini düşündürebilecek belirti sayılabiliyor.
       Bu arada terleme deyip geçmemeli, bilhassa lenf kanserlerinde sıkça rastlanılan bir durum olduğundan ihmale gelmez risk olgusu olarak bakmakta yarar var. Anlaşılan bu sıraladığımız etken unsurlar kanser belirtileri olmakla birlikte illa kanser oldu manasına da gelmemelidir. Mesela öksürük, üst solunum yolları enfeksiyonlarına bağlı nükseden bir hastalık türüdür. Dolayısıyla her türlü belirtiyi göz ardı ederek bir check-up yaptırayım demekle işi geçiştiremeyiz. Çünkü kanser sırf check-up yaptırmakla teşhis edilemez. O halde kanseri teşhisinde kullanılan bazı metotları şöyle sıralayabiliriz:
      -Kan kanseri kemik iliği analizleriyle teşhis edilebiliyor.
      -Lenf kanseri (Lymphoma ve Hodgkin hastalığı) Hemogram (kan sayımı), lam üzerine periferik yayma ile mikroskop altında kan formülü sayımı, sedimantasyon,  karaciğer ve dalak sintigrafisi, akciğer röntgeni, elektroforez incelemesi ve biyopsi ile teşhis edilebiliyor.
     -Solunum yolu kanseri (Hançere) için röntgen, tomografi, akciğer sintografisi ve bronkoskobi teşhiste önemli muayene metotları olarak kabul edilir.
    -Meme kanserinde monografi filmi, sonografi (ultrason) ve biyopsi önemli teşhis metotlarıdır.
    -Rahim kanserinde smear testi, patolojik hücre muayenesi, jinekolojik ve biyopsi muayenesi yöntemi uygulanır.
     -Mide kanseri için röntgen, endoskopi muayenesi, kanda CEA testi,  anüsten endoskopi veya rektoskopi muayeneleri teşhis için büyük bir önem arz etmektedir.
     -Yumurtalık ve prostat tümörleri için biyopsi, plasenta tümörü içinse kanda hormon testi yapılarak teşhis edilebiliyor.
      -Böbrek tümörleri için röntgen ve böbrek sintigrafisi iyi bir teşhis araçlarıdır.
      -Beyin tümörleri için kompüter tomografi, anjiyografi, elektroensefalografi, göç kökü muayenesi teşhiste yardımcı metotlardır.
       Demek oluyor ki CEA ve prolaktin, alfa-fetoprotein (AFP), bilgisayarlı tomografi,  sintigrafi ve sonografi (ultrason) muayeneleri her ne kadar pahalı muayene metotları olsa da sağlık için başvurulması gereken ve özellikle erken tanı araçları olması bakımdan hayati önem arz etmektedir. O halde önce erken teşhis, sonra tedavi derken, “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat için yola devam” demeli.
        Anlaşılan o ki kanser tedavisinde kanserli dokunun kontrolünün yanı sıra metastazın durdurulması veya yok edilmesi hedeflenir. Bu yüzden kanser tedavisi dört ana başlıkta toplanır:
       Birincisi cerrahi tedavi olup halk arasında her ne kadar “Yaraya neşter atılmaz, yara daha da azar” denilse de bu söz cerrahi yöntemlerin gelişmediği çağlara has söylenilmiş bir söz olduğundan bugünkü kriterler itibarı ile havada kalmaktadır. Belki gereksiz yere biyopsi aldırmalardan kaynaklı birtakım kronik iltihapların gözlemlenmesi bu söylemi haklı kılar gibi gözükse de, bu anlayış genele şamil değildir. Zira cerrahi müdahale son derece titizlikle kanserin yerleştiği alana neşter atılması ile gerçekleşen can simidi bir yöntemdir.  Operasyon yapılan bölgeden alınan parçaların patolojik inceleme sonucunda elde edilen değerler normal çıkarsa tedaviye cevap verdiği anlaşılır. Aksi takdirde diğer yöntemlere geçilir.
     İkinci tedavi yöntemi ise röntgen ışınlarıyla yapılan özellikle kan kanseri, kemik kanseri ve beyin tümörlerinde uygulanan radyoterapi (ışın tedavisi) tedavisidir. Bu ışınların en meşhuru kobalt–60 olup, bundan başka elektron ve nötron tedavi yöntemlerde söz konusudur. Hakeza radyum elementinin saldığı radyoaktif ışınlar da kanser hücrelerinin yok edilmesinde önemli bir etken kaynağıdır. Bilhassa bu yöntemle radyo frekans radyasyonların oluşturduğu ısıyla kanser hücrelerinin zayıflatılması hedeflenmektedir. Böylece ışın tedavisi metodunda normal hücrelerin dayanabileceği, kanser hücrelerinin ise bu ısıya dayanamayacakları noktaya kadar ısı uygulaması yapılmaktadır. Üstelik bu metotla hastanın kemik iliği etkilenmediği gibi saç kaybı da olmamaktadır. Dahası yan etkileri diğerlerine göre çok daha hafif seyretmektedir.
       Üçüncü tedavi şekli kemoterapi (kimyasal ilaç tedavisi) olup uygulanan yöntemlerin en yaygınıdır. Bu yöntem özellikle kan kanseri, lenf kanseri, plasenta kanseri, Ewing sarkomu gibi kanserlerde başarılı sonuçlar vermektedir.
      Dördüncü tedavi yöntem ise özellikle lösemi(kemik iliği kanseri), lenf kanseri (BCG-F), cilt kanseri, meme kanseri, kemik kanseri ve mide kanserinde kullanılan immunoterapi tedavi (bağışıklık tedavisi) yöntemidir. Ki;  bu yöntemle kanser hücrelerini verem aşısı örneğinde olduğu gibi vücudun bağışıklık sistemini güçlendirmeye yönelik kanserin (lenfositlere takviye edici kuvvet olarak) mağlup edilmesi hedeflenir.
        İşte yukarıda sözü edilen ana dörtlü tedavi uygulamalarının yanı sıra birtakım yardımcı tedavi metotlarda var elbet. Mesela ağrı tedavisi ağrısı geçmeyen hastalar için kullanılan bir yöntem. Aslında kanser illa da ağrı yapar diye bir kural yok. Bu tür ağrılar daha çok hastanın son demlerine yakın birtakım zehirlerin hatta tedavide kullanılan kemoterapi ilaçların vücut içerisinde birikmesiyle oluşan toksik tesirinden kaynaklanan ağrılar olarak sahne almaktadır.
      Velhasıl-ı kelam; kanserden korunmak adına doğal beslenmeye yönelmek, temizliğe ihtimam göstermek, bol oksijenli doğal çevreleri mesken tutmak, sıcaklık değişmelerine paralel uygun giysi giyinmek (soğukta yün, sıcakta pamuk tercih edilmeli), her türlü toksik maddelerden kaçınmak, moral tempomuzu artırmaya yönelik maneviyatı güçlendirmek gerekir.  Hatta her şeyden öte Yüce Allah'tan gelebilecek; “Kahrında hoş lütfunda hoş” diyebilecek inanca ve yüreğe sahip olmakla sağlıklı hayata kavuşabiliriz pekâlâ.  
           Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty HALLÜSİNOJENLER

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 02, 2023 12:23 pm

HALLÜSİNOJENLER
        SELİM GÜRBÜZER

       Hallüsinojen bizatihi obje olarak var olmayan ancak kişi tarafından algılandığı düşünülen objelerin, örneğin bastonu yılan gibi görmek gibi bir durumun ortaya çıkmasını sağlayan nesne demektir. Malum halüsinasyon görenlere yönelik tedavi maksatlı hallüsinojen etken maddeler herhangi bir tavsiye ve kontrol dışı kullanıldıklarında kişide geçici bilinç kaybı ve zihni bozukluk oluşturabiliyor. Bunlardan birkaçını sıralayacak olursak, en göze çarpan hülüsinojen maddeler şunlardır:
       LSD (Liserjik asit dietilamid)
       LSD;  uyuşturucu ve uyku ilaçları kategorisine giren bir üründür. Hatta LSD gerek kromozom, gerek beyin fonksiyonu, gerek sinir sistemi, gerekse doku üzerinde uyuşturucu fizyolojik ve psikolojik tesir bırakan bir maddedir. Özellikle 7 günlük gebe bir fareye  % 5 (0,05) ila 1,0 mg arası bir dozda LSD verildiğinde bir takım embriyo bozuklukları görülebiliyor. Nitekim embriyonun kuyruk ucunda göz teşekkülü, ön ayağı ucunda ise ağız gibi oluşumların nüksetmesi bunun tipik bir örneğini teşkil eder. Ancak 300 mg civarı bir dozda verilen LSD’nin 14 - 15 günlük gebe fareler üzerinde zararlı etkisi görülmemiştir. Her şeye rağmen yine de LSD'nin beyin fonksiyonlarını ve duyu merkezlerini olumsuz yönde etkilediği bilinen bir gerçekliktir.
       Bu arada serotonin ve noroepinefrin (adrenal) asetilkoline benzer görev yaparken, LSD daha çok orta beyin ve beyin kökündeki duyuları heyecana çevirmekte etken maddelerdir. Hatta insanı tahrik eden bir madde salgılayıp serotonin ve noroepinefrin gibi sinir uçlarının bağlantı noktalarında gelen mesajların alınmasını bloke eder.
      Meskalin
      Güney ve orta Amerika kaktüslerinden elde edilen hallüsinojenik bir alkoloid bir maddedir.
      Marijuana (Esrar)
      Lophophora williamsi (peyote)  bitkisinden Cannabis sativa (Hint keneviri)/Cannabis indica türlerin yaprak ve çiçeklerinden elde edilip, narkotik ve kuvvetli kokulu sarhoş edici özellik içeren bir maddedir. Aslında şu da bir gerçek yerde biten bir bitki hem şifa kaynağı hem de zehir içerebiliyor.  Dolayısıyla zehir olandan değil şifa olandan nimetlenmek gerekir.  Nitekim kuru üzümden her gün 20 adet yediğimizde yorgunluğumuzun giderilmesinden tutunda sinirlerin kuvvetlenmesine ve öfkemizin dindirilmesine kadar vücudumuzda pek çok birikmiş negatif enerjimizden eser kalmayacaktır.  
     Amfetamin
     Meskalinden 18 defa daha aktif trimetilamin bileşiğinden elde edilir. Bu tür maddelerin tipik özelliği zihni allak bullak etmesidir. Aynı zamanda insanı renkli hayal alemlere daldırıp ütopik bir duruma (hayale) sebep olmasıdır. Öyle ki; 1896 yılında Güney Amerika’da meskalinden bir grup insana uygulanmış, derken o söz konusu bir grup insan tozpembe hayaller uğruna her biri bir taraflara kendilerini atmışlardır. Peki, o insanları uçsuz bucaksız hayallere sürüklediler de ne oldu en nihayetinde bu ilacı kullananlarda aptallık, aksırma, hantallık ve yüz çehrelerinde aguduk buguduk birtakım değişmelerin nüksettiği gözlemlenmiştir.
      Alkol
     Aslında alkolün kaynağı da bitkidir.  Öyle ki bu kaynaktan pek çok alkol çeşidi üretilebiliyor.  Madem öyle bunlardan bir kaçına kısaca değinebiliriz:
      Metil Alkol
      Metil alkol; alkoller arasında en ileri derecede zehirli olanıdır. Öyle ki insana büyük dozlar halinde verildiğinde optik sinirler üzerinde kalıcı körlükler bırakabiliyor. Vücuda sirayet ettiğinde öncelikle metil alkol formaldehide çevrilir. Sonra formaldehit formik aside dönüşür ve en nihayetinde formik asit ise üre tarafından absorbe edilir. Ancak şu da var ki formik asit formaldehit kadar toksik değildir. Üstelik üre tarafından elimine edilebiliyor da.  Hatta etken seyrine göre bu durum metil alkol → formaldehit→ formik asit→ üre şeklinde formüle edilir de.
      Etil alkol
      Sindirim yoluyla alındığında toksik etkisi diğer alkoller kadar olup, fakat bağırsak tarafından kolayca emile edilebilen bir alkol türüdür. Ancak ilk dakikada emilimin  %58 kadarı kana geçtiği için kan susuzluğu, eritrositlerin yapışması veya koagülasyonu gibi geçici birtakım zararlı etkiler bırakabiliyor. Hatta bu arada beyine kan ulaşması yavaşlayacağından değim yerindeyse otonom sinir sisteminin tersyüz çalışmasına neden olacaktır. Zira alkolün ilk birinci saatte  %88’i, ikinci saatte ise %99'u kadarı kana geçmektedir. Etil alkol özellikle karaciğer üzerinde olağan üstü bir faaliyete girip sırasıyla Asetik asit +  CO2 + H2O’ya okside olmaktadır. Şurası muhakkak alkol alan insanlarda asetaldehit mevcudiyetinden dolayı kusma, görme bulanıklığı, yalpalama gibi arazlar görülebilmekte. Bununla beraber alkolün vücut metabolizması üzerinde oluşturduğu birtakım kimyasal reaksiyonların ne şekilde cereyan ettiği hususu hala tam manasıyla aydınlatılmış değildir. Özellikle bu hususta çalışan araştırmacılar kronik alkolikleri tedavi etmek için hastalara verilen antabus ilacın asetaldehitten sonraki basamakları nasıl bloke ettiği konusunda bayağı kafa yormaktadırlar. Yani antabusun alkolün etkisini nasıl inhibe ettiğini incelemektedirler. Bu incelemeler sonucunda karaciğer içerisinde yer alan toksik maddelerin başta alkol olmak üzere birçok sıvıları detoks edici  (toksik madde giderici) özelliğe haiz etken unsurlar olduğu belirlenmiştir. Bu yüzden elimine şeklinde vuku bulan bu tür kimyasal reaksiyonlu dönüşümlere detoksifikasyon denilmektedir. Neyse ki bir noktada vücut metabolizması da boş durmayıp bu arada çok düşük dozlarda alınan toksik maddeleri etkisiz hale getirerek en basit yoldan dışarı atabiliyor. Fakat sık sık alkol alındığı zaman alkolün geçtiği kanallarda bir takım kalıcı hasarlar bırakmasıyla birlikte tedavisi zor duruma yol açabiliyor.
        Ezcümle anlaşılan o ki; birçok usullerle çeşitli toksik maddeler (içki vs.)  küçük dozlar halinde vücutta detoksifiye edilebiliyor. Fakat vücut toksik maddeleri doğrudan dışarı atmayı (eksprasyon) çok az tercih etmektedir. Daha çok vücudun ürettiği bir takım özel enzimlerle toksik maddeleri etkileyip, böylece alınan kimyasal maddeler üzerinde değişiklik yaparak depolamayı yeğlerler. Mesela fenol, tahliye edilmek suretiyle fenol sülfata çevrilip sonrasında dışarı atılır. Böylece fenol sülfat, fenol glukuronik asite çevrilmekle fenol bertaraf edilmiş olur.
      Meseleye birde dini yönden baktığımızda Peygamberimiz (s.a.v)’inde beyan buyurduğu veçhiyle alkol bütün kötülüklerin anasıdır. Hakeza Allah dostu Gönül Sultanları da alkol bataklığında yüzen insanları topluma kazandırmak için tüm gayretlerini esirgememektedirler. Nitekim bu konuda Namık Kemal Zeybek Adıyaman Kâhta İlçesinde kaymakamlık yaparken gördüğü bir hatırayı şöyle anlatır:
       “Bendeniz 1974 yılında Seyda Hz.lerinin oturduğu Menzil Köyü’nün bağlı olduğu Kâhta’da kaymakamlık yaptım.
     Babamdan ve babamın kütüphanesinden aldığım bilgi birikimi ile tasavvuf hakkında biraz bilgim vardı. Hz. Mevlana’nın kitaplarını, Muhyiddin Arabî’nin kitaplarını ve bulduğum diğer kitapları elimden geldiği kadar okumaya çalışıyordum. Ama şöyle düşünüyordum:
“Bu büyüklerimiz tasavvuf tarihi içerisinde görev yapmıştır ama, bu asırda yoktur onlar gibi... Yani bu yüzyılda bir Mevlana, bir Yunus Emre, bir İmam-ı Rabban-i, bir Şah-ı Nakşibend-i, bir Abdülkadir Geylani gibi tasavvufi anlamda bir mürşid artık mümkün değildir” diye. Ne zamana kadar? Kâhta’da Seyda Hz.lerini tanıyıncaya kadar, bu kanaatim devam etti. Kâhta’ya kaymakam olarak geldikten sonra tabii olarak Menzil köyünde oturan Seyda Hz.lerini çokça duyar oldum. Aleyhinde konuşanlar oluyordu, lehinde konuşanlar oluyordu. Kendisine bağlı insanlar yanıma geliyordu. Kendisine şiddetle karşı olanlar da yanıma gelip anlatıyorlardı. Tabii bir nokta vardı, kendisine bağlı olan insanlar Seyda’ya bağlı olan insanlar ve aynı zamanda vatana millete, vatanın birlik ve bütünlüğüne, ahlaki değerlere bağlı insanlardı. Buna mukabil vatanın birliğine, milli ve manevi değerlere husumet içinde olan insanlar da onun aleyhinde konuşuyorlardı. Bu benim için bir ölçü oldu. Fakat hepte o yılların biriktirdiği artık bu asırda böyle şeyler yoktur düşüncesinden doğrusu kendisiyle tanışmak istemiyordum. Köye bir kaymakam olarak gittiğim zaman okula gidiyordum. Hemen okula yakın bir evi vardı. Takriben bir ay sonra benim zihnimde bir mesele anlatıldı. Mesela, şu yakın vilayetlerden bir şeyh demiş ki (Gavs Hz.lerine demiş.):
   “Gelsin ateş üzerinde duralım bakalım, kim daha çok durabilecek.”
    Bunun üzerine Gavs Hz.leri de demiş ki:
    “Ben ateşten korkuyorum, ateşten korkmasam zaten bu işlerle uğraşmam.”
    Bu söz bana çok latif geldi ve bir tanışmak istedim. Gittim, gidiş o gidiş... Yani kendisini tanıdıktan sonra (Seyda Hz.lerini tanıdıktan sonra) kafamda birçok sırlar çözüldü. Tabii birçok sırlarda oluştu, sonra o sırlar çözüldü.
     İşin ilginç yanı Seyda Hz.lerinin etrafında yüzlerce, binlerce belki de milyonları aşan insan var ama, kendisi çok fazla konuşmuyor, insanlara hitab ederek kazanmak diye bir şey yoktur. Sohbetleri vardı. Benim hayatımda bir olayla kıyasladım bu hali. Kaymakam olduğum yıllarda, her bulunduğum yerde, elimden geldiğince içkiyle, kumarla ve topluma zararlı olan kötü alışkanlıklarla mücadele ediyordum. Hatta bu yüzden Dünya Yeşilaycılardan bir madalya aldım Türkiye’de... Gün içinde içki çok fazla tüketiliyor ve halkı muzdarip ediyordu. Doktoru, müftüyü ve diğer halka hitap edebilecek kişileri topladım. Ben konuşuyordum ve içkinin zararlarını anlatıyordum, doktor, avukat anlatıyor her yönden içkinin insanlara ne kadar zararlı olduğunu anlatmaya çalışıyoruz. Böyle bir toplantı yaptım. Toplantı bittikten sonra, lokantaya misafirlerim vardı yemeğe gittim, baktım en önde oturan ve ben ne dersem başını doğru doğru diye sallayan bir muhtar rakı içiyor. Şimdi bu bir unutmadığım olay. Çok uzun uzun saatlerce anlattım: İçki zararlı, sağlığına zarar verir, ailene, kesene ve topluma zarar verir falan... Güzelde nutuklar söylüyorduk, tasdik ediliyordu, başlar da sallanıyordu ama, sonunda o muhtarı içki içerken gördük, rakıyı koymuş içiyordu.
       Bir başka olay daha gördüm Menzil’de. Seyda Hz.lerinin yanına gelen birçok alkolik, içki içen demiyorum alkolik... Yani alkol hastalığına yakalanmış da bundan kurtulamayan insan onun çok küçük bir telkiniyle “bir tövbe” bir de “içme senden Allah razı olsun” sözüyle birdenbire içkiden kurtuluyor, hali değişiyor ve yüzü değişiyor. Yani bir insanda iki tane rengin olduğunu ben gördüm. Dün gelmiş yüzü simsiyah, bugün tövbesini almış ertesi gün, güzelleşmeye başlamış ve bir müddet sonra bakıyorum bu insan bambaşka bir insan olmuş. Seyda Hz.lerinin yanında çok söz söylemeye yahut onun söz söylemesine gerek kalmıyordu. Sadece onun yanında oturmak insana öyle huzur veriyordu ki, o anda sanki çok uzun vaizler dinlemiş, çok kitaplar okumuşçasına insanın içinin yumuşadığını, içinin insanlara sevgiyle dolduğunu, insan içinin hoşgörüyle dolduğunu ve insanın İslâm’a doğru yöneldiğini hissediyordu.
      Bir defa tanımayanların peşin hükümleri var. Türkiye’de tasavvuf nedir? Mutasavvıflar kimlerdir? Tarihte ne yapmışlardır? Bugün ne yapmaktadırlar? Bunlar yeteri kadar bilinmediği için, bir kara propagandanın tesiriyle ne yazık ki peşin hükümle iyi bakılmıyor. Ama ben şunu gördüm; Kâhta’ya gittiğim zaman benim de görevim bulunduğum yerdeki insanlarla ilgili rapor yazmaktır. Eski raporlara baktım, yani benden önceki kaymakamların tamamı Seyda Hz.leri ve Menzille ilgili müspet rapor yazmıştır. Burası ve buradaki insanlar siyasetle uğraşmazlar, devletin ve milletin birliğine bağlıdırlar. Şunu da ilave etmeliyim ki:
      Gavs Hz.lerinin o köye yerleşmesi, Seyda Hz.lerinin o köyde bulunması ve sonra dergahın orda da devam etmesi, anlayanlar için devletimiz ve milletimiz bakımından büyük bir nimettir . Seyda Hz.lerinin bağlıları ve öğrencileri arasında hem doğudan, hem kuzeyden , hem batıdan ve Türkiye’nin her yerinden gelen insanlar var. Orda ideal kardeşlik bilinci ve kardeşlik hali gerçekleşir. Menzil’de devlete ve millete sadık , işini iyi yapan insanlar ortaya çıkar. Doktorsa daha başarılı , daha diyergam, daha başkalarını düşünen , daha iyi bakan doktor haline gelir. Tasavvufun maksadı da zaten budur. Bütün insanlara , herkese hoşlukla bakmaktır. Fakat ne yazık ki zaman zaman anlamaz insanlarda o bölgede görev yaptılar ve bir dönem hem de Seyda Hz.lerinin orada bulunmasının gerekli olduğu dönemde  bir takım anlamaz, bilmez sığ görüşlü insanlar, onun bulunduğu yerden koparılmasına ve Çanakkale’de oturmasına sebep oldular. O bir tarihi yanlıştı, sonra o yanlış anlaşıldı ve kaldırıldı.”
       Evet, içki kullanmak yanlış, içkiyi terkettirmeye vesile olan Gönül Sultanlarını incitmekte bir bambaşka yanlış uygulama olsa gerektir.
               Sigara ve Sağlık
       Tütün tüm dünyada 16. yüzyıldan buyana kullanıla gelmiş bir maddedir. Avrupa'ya tütünün girişi I. Dünya Harbinde,  Türkiye’ye ise savaş sonunda girmiştir. Nitekim 1945’te yaşlı kesim Türkiye’de gelecek kuşağa çok kötü örnek olmuştur. Ki; akciğer kanseri, müzminleşmiş solunum yolu hastalıkları, metabolizma bozuklukları ve tedavi edici ilaçların vücutta etkisini gösterememesi gibi farmakolojik noksanlıklar daha çok sigara kaynaklı kötü sonuçlardır. Maalesef tüm dünya bunca uğraşa rağmen sigara içmenin önüne geçmeyi başaramamıştır. Dolayısıyla bugün gelinen noktada radikal ve keskin bir şekilde sigara karşıtlığı üzerine kurulu metotlar uygulamalar ortaya koymak yerine sigara içme usulünü değiştirmek veya tedrici bırakma seansları uygulama metotlarını ortaya koymak daha akıllıca bir yöntem ve yol izlemek olsa gerektir.  
        İstatistik verilere göre sigara tüketimi arttıkça akciğer kanseri artmaktadır. Zira 1976 yılında Amerika’da yapılan bir çalışmayla hastane kayıtları incelendiğinde akciğer kanserinden ameliyat olanların neredeyse tamamı sigara içenlerin olduğu tespit edilmiştir. Sigara dumanı kalıntı halinde burun boşluğunda, gırtlakta, soluk borusunda kanserlere sebep olmuştur. Sigaranın sebep olduğu yaygın hastalıklar özellikle akciğer, ağız ve yutak, gırtlak ve pankreas gibi organlarda kanseri tetikleyen bir illet olarak sahne almaktadır. Yine sigara içenlerde kalp ve dolaşım hastalıkları, koroner kalp hastalığı, hipertansiyon ve birtakım şoklar daha fazladır. Keza akciğerde anfizem olarak tanınan solunum yetersizliği sigara içenlerde bir hayli çoktur. Hatta gastrit ülseri, duodenum ülseri, karaciğer sirozu da buna dâhildir. Bu arada sigara içmenin zararı kadınlardan çok erkekler üzerinde daha etkili olduğu varsayılmakla birlikte, mesela erkeklerde amfizem ve karaciğer sirozu ve akciğer solunum yetersizliği kadınlara göre çok daha azdır.  Anlaşılan ister erkek olsun ister kadın fark etmez, sonuçta sigara kullanmak her halükarda risk teşkil etmektedir. O halde sigara illetini içmemek en doğru akıllıca yol olsa gerektir.  Yetmedi sigara içilen ortamlardan bile uzak kalmakta fayda vardır. Zira sigara dumanı sigara içenler üzerinde yaptığı etki kadar sigara içmeyenler üzerinde de aynı etkiye sahiptir.
       Sigarayı bırakan insanlar da şu durumlar göze çarpar;
       -Yediği gıdanın gerçek tadını fark etmesi.
       -Koku duyusu gelişir.
       -Sindirim kabiliyeti artar.
             -Kilo alır.
       Sigarayı bırakmanın sevinci bir bambaşka duygudur. Şimdilik sadece sigarayı bırakmakla kilo alınması şikâyet söz konusudur. Olsun tek dert kilo almaksa çaresi var elbet. Şöyle ki;  sigaranın verdiği zararı aerobik uygulamalarla telafi etmekle mümkün değilken, kilo almayı birtakım idmanlarla bertaraf edilebilmektedir.
      Mental Bozukluklar
      Çeşitli mental hastalıkları sinir sisteminin bozuk olmasından kaynaklanmaktadır. Mesela diyabet gibi metabolik hastalıklar sinir sistemi ile yakından ilgilidir. Doktorlar bu tip hastaları sükûnete davet edip uzun süre dinlenmelerini tavsiye ederler. Ayrıca sinir sistemini teskin edici ve çevre ile ilgisini çok alt düzeye indirici ilaçlar verilir. Bunlardan belki de en mühim olanı mental bozuklukların insan davranışı üzerinde yaptığı dengesizlik,  düzensiz görünüm ve birtakım arızı hasarlar içerisinde yaşadığı cemiyetin toplumdan dışlamaksızın ikna edici hoşgörü anlayışıyla bir anda bertaraf edilebilir olmasıdır. Yeter ki toplum insancıl merhamet kolların açıversin bak o zaman ortada ruhsal problem kalır mı?  Nitekim kucaklayıcı sevgi ve merhametle kötü huyların tedavi edilebildiği örnekler vardır. Şöyle ki; yardım duygusu, hastayla dost ve arkadaş olma, hastaya beşer şaşar düşüncesine dayalı yaklaşım tarzı sergilemek gibi tavırlar birçok anormal diyebileceğimiz psikopat insanı iyileştirdiği artık bir sır değil. Bu yüzden gelişmişlik düzeyi ileri memleketlerde 300 mevcutlu iş yerinden okuldan vb. kuruluşlarda bir psikoterapisin (psikologun) görevlendirilmesi istenir. Tüm bu önlemler alınmadığı takdirde gençlik çağında verilen aşırı sorumluluklar ruhi bunalım veya mental bozukluklara yol açmaktadır. Hatta bu tür gençlerle ilgilenilmediğinde kendilerini toplumdan soyutlayıp akabinde hem mental bozukluklara yakalanıyorlar hem de birtakım fiziki hastalığın pençesine düşebiliyorlar.
        Mental bozuklukların diğer sebeplerinden biri de çevre güzelliğinin ve tabiat bozukluklarının insan doğasıyla (seciyesi) uyum sağlamamasıdır. Bu gerçeklerden hareketle koruyucu sağlık hizmetleri ve çevre korunmasına yönelik düzenleme yapan kuruluşlarda mental bozukluğu olan birçok insanın işçi olarak çalıştırılmış (görevlendirilmiş) ve bunun sonucunda hastaların tabiatta uzun süre baş başa meşgul edilmelerinden olsa gerek 210 kişiden sadece 8 kişi hariç diğerleri sağlıklı veya dengeli bir duruma kavuştuğu gözlemlenmiştir.  Mesela İsviçre ve İngiltere’de mental bozuklukları olanların iş gücünden faydalanmak,  insanlara muhtaç durumdan kurtarma, sosyal ve ekonomik durumlarını düzeltmeye yönelik kanunlar yer alıp uygulanır da. Elbette ki kanunların gayesi insan mutlu çevreyi insanın yaşaması için en uygun bir şekilde muhafaza ve geliştirmek olmalıdır. Bunun için ileri memleketlerde bu işler için sivil toplum dernekler hızla yaygınlaşmıştır diyebiliriz. Hatta son zamanlarda bizim ülkemizde de bu yönde ciddi adımlar atıldığı da bir gerçeklik durumdur.
        1-Neurosis (Nevroz) Bozukluklar
        Neurosis mental bozuklukların en yaygınıdır. Bu hastalığın en karakteristik özelliği konuşma bozukluğunun yanı sıra (ataksi) hastanın ne söylediğini bilemiyor olmasıdır. Bazı hastalarda ise her türlü nevrotik bozukluğun mevcut olabileceği belirlenmiştir. Amerikalılar bu tip hastaları akut kompartman sendromu olarak tanımlarlar.  İşte bu tip sendrom hastayı son derece duyarlı yapar. Bir şeye dokunduktan sonra hemen elleri yıkama hastalığı baş göstermektedir ki bu durum insanı zamanla şizofrenliğe kadar sürükleyebiliyor.
      Nevroz bozuklukların da kendi içinde çeşitli tipleri vardır:
       Obsesyonlar
       Şaşkın bir insanın (kompartman-şaşkın) davranışlarına benzer tavır sergilerler. Hatta birçok şeyi abartarak başkasına takdim ederler. Ayrıca bunlar tipik koleksiyon meraklılarıdır.
       Fobik bozukluk
       Bunlar akut ataksa hastalarıdır.  Mesela günlük hayatta sık sık karşılaşabileceği insan ilişkilerine karşı sosyal fobiktirler. Mesela buna selam vermeme gibi durumlar tipik misal gösterilebilir. Bunlar daha çok özel ilgi bekleyen tip özelliği sergilerler. Hatta özel besin isterler,  özel yer isterler. Ayrıca yapmak zorunda olduğu işler karşısında hemen paniğe kapılırlar. Yani hayvanlara karşı fobik olan bir kişinin sinek karşısında yılan görmüşçesine ürkmesi gibi bir tavır takınırlar.
      Hipokondriyak hastalık
      Bunlar bir olay karşısında aşırı derecede etkilenmeleri sonucunda kendini olayın içinde bulan tiplerdir.  Mesela hipokondriyak bir hasta sıtmaya yakalanan bir kişiyi gördüğünde sanki kendisi sıtmaya yakalanmış gibi bir hale girmektedir. Kelimenin tam anlamıyla bunlar hastalık hastası tiplerdir.
      Nörasteni
     Hipokondryiakın bir çeşidi sinirsel yorgunluktur.  Bunlar için hastalığın adını duymak bile yetiyor. Tıpkı sıtmada olduğu gibi tavır içerisine bürünür. Gerek hipokondriyak tip, gerekse nörasteni tipler yalnızlıktan, reddedilmişlikten ve yetersiz oluşlarından şikâyetçidirler.  Nörastemi aynı zamanda nevrozun bir başka psikosomatik düzensizlik durumudur. Dolayısıyla bu tip insanlar ülsere karşı yakalanma riski taşırlar hep. Nörastenin bir diğer çeşidi ise çevresinde olup bitenlere kayıtsız kalıp bihaber olmalarıdır. Nitekim kendini bekleyen tehlikelere karşı duyarsız olmaları ya da çok aç olduğu durumlarda kendisine uzatılan besini vermekten sevinç duyan insanların hislerine alakasız olmaları bunun en tipik misalidir.  
       2-Psikoz Bozukluklar
       Bunları neurosislerden ayırt etmek güçtür. Psikozlar genellikle başkalarını kendinde büyüterek örnek aldığı kişinin hal ve hareketlerini kendinde tatbik etmeye çalışır. Yaptığından emin olmayan devamlı hazır bekleyen karaktere sahiptirler. Bu tip hastalarda şizofreni (gerçeklere kayıtsızlık, içe kapanma, zihin bölünmesi), paranoid kişilik bozukluğu (başkalarına karşı güven duymamaları, aşırı kuşkuculuk), ruhi depresyon ve bir takım patolojik arızalar gibi çeşitleri vardır.
       Şizofreni hastalık
       Mental hastalıkların en yaygın olanıdır. Şizofren hastalar çok heyecanlı olup hemen tahrik edilebilir tiplerdir. Öyle ki; kimi kendisinden alay edilmesinden hoşlanır. Kimi başkaları kendisiyle eğlenip gülerken kendisinin eğlendiğini zanneder. Kimi gezip tozduğu yerlerde gündüzün rüya görüyormuş gibi hisse kapılır. Kimileri ise özlediğini elde edemeyince dolaşmayı sever. Mesela kendisi ticaretçi ise tüccarın yanında dolaşmayı yeğler.  
      Depresyon
      Bunlar hafta içerisinde kendileri için belirledikleri bir günü ya uğurlu ya da uğursuz sayan tiplerdir.  Bazıları ayın belli bir gününde etyemezler. Bazıları kendinden çok küçük yaştakilerle veya çocuklarla arkadaşlık eder. Bazıları çok övünmeyi sever. Bazıları ise kendi yaptığını başkası yapmış gibi zanneder.
        Diğer kişisel patolojik bozukluklar
        Eksojenik tip depresyonlar aniden gelip, kaybolan ruhi düzensizliklerdir. Mesela sara nöbeti bunun tipik misalidir. Diğer patolojik bozuklukların bir kısmı ise kalıtsal olarak karşımıza çıkmaktadır.
        Mental Bozuklukların Tedavisi
        Mental bozuklukların tipine ve derecesine bağlı olarak Tıbbi tedavi usulleri değişkenlik göstermektedir. Çoğunlukla tedaviden önce psiko analiz yapmak gerekir. Bu tip hastaları gruplayıp kendileri ile baş başa bırakmak (deli deli bir araya gelmesi gibi) en doğru yöntem olsa gerektir. Bu uygulama aynı zamanda halk dilinde “Deli deliyi görünce sazını saklarmış” sözünün teyididir. Hatta bu yöntem uygulandığında ikili arkadaş grupları oluşturularak grubun başına içlerinden en akıllısı seçilir. Gerekirse gruplar birbirinden ayrılmasın diye bağlanıp aralarında sıcak sempati geliştirilebilmektedir. Böylece bu tipler yalnızlık hissinden kurtarılmış olurlar. Şayet böyle yapılmazsa psikoz bir kişi, kendisini tedavi etmeye gelen doktoru bu kez kendisi tedavi etmeye kalkışmakta.
      a-Şok Tedavisi
      Elektrikle uyarılma tedavisi olup, mental bozukluğun seviyesine uygun düşecek doz uygulanır. Şayet yanlış uygulanabilecek bir şok tedavi uygulamaya kalkışılırsa mental bozuklukları gideriyim derken bir takım vahim sonuçlara neden olunabilir. Dolayısıyla şok tedavisi işin uzmanları tarafından uygulanmalı.  Zaten uzmanınca uygulandığında en dikkate değer tedavi elbette şok yöntemi olacaktır.
      b-Kemoterapik Tedavi (ilaç tedavisi)
     Yaygınlaşan tedavi usulü olup ancak ilaçların yan tesirleri artmaktadır. Onun için ilaç kullanmaya meyilli hastaları kemoterapiye almalıdır. Fakat mental bozukluklarda ilaç hastayı tahrik edebiliyor.
      c-Test uygulamaları
      Kemoterapinin bir çeşit şekli olup beyin bozukluklarını daha açık ortaya çıkaran bir tür uygulamalardır. Fakat bunlar mental bozukluk dışındaki hastalıklara uygulamamak gerekir.
     d-Grup tedavisi
     İnsan gücüne dayalı bir tedavidir. Burada çeşitli gruplar, duygu, deneme grupları, konuşma grupları, iş grupları ve uyku grupları vs. oluşturulur. Böylece oluşturulan gruplar sayesinde kişiye has bozukluklar bu yolla giderilebiliyor.  Böylece hastanın ruh dünyası üzerinde olumlu yönde etki yapmaktadır. Özellikle bu yöntemin ana ekseni doktorlar olup bu gruplara katılmakla adeta hepimiz insanız mesajı verilmiş olunur. Bunun sonucu olarak hastalar ana şefkatine benzer bir sıcaklığı ruh dünyasında hissetmiş olurlar.
    e-Çapraz etki analizi (Cross impact analysis)
   Çapraz etki analiz daha ziyade ağır hüküm giymiş mahkûmlar arasında görülen hafıza kayıplarının giderilmesinde kullanıldığı gibi kişilerin hangi meslek gruplarına karşı kabiliyetli olduğunu ortaya çıkarmak ya da okuma yazma bilmeyenlerin hangi kur kademelerinde öğrenebileceklerini belirlemek için kullanılan bir metottur. Keza toplu yeme esnasında herkes hünerini toplulukta göstermesi de bir tür çapraz analiz yöntemi sayılmaktadır.
        Çapraz etki analiz sayesinde zekâ gerililiğinden tutunda konuşma kaybına uğramış birçok hastanın kendi soyundan olmayan hastalarla bir araya getirilerek kısa zamanda tedavi edildiği gözlenmiştir. Nitekim bu yönde 8 Amerikan hastası dörtlü gruplara ayrılarak grubun birisi Amerika'da, diğeri İran hastanesinde tedavi edilmeye gönderilmiş. Gerçekten de ikinci grup 2 sene içerisinde,  Amerika'da kalan grup ise ancak 6 senede tedavi edilebilmiştir.
       Çapraz etki analizin diğer bir şekli ise tıpkı evlat edinen ailelerde ki gibi hastayı kendi evi dışında başkalarının evinde değişik insanlarla uzun süre bir arada tutmaya yönelik bir uygulamadır.
      Ayrıca yukarıda tedavi metotların dışında manevi moral motivasyonu güçlendirecek ilahi müzik ve bir takım manevi tedavi yöntemleri de vardır.  Her ne kadar insanın ruh dünyasına önem vermeyen Allah’ı inkâr edenler manevi yönden tedavi edici metotlara da inkâr gözüyle baksalar da bikere insanın yaratılışında ruh üflenme gerçeği vardır. Zira bu ruh üflenmesi sayesinde akıl ve şuur melekesi kazanılmıştır. O halde Kur’an’ın mana ve ruhunu yabana atmamak gerekir.    Kur’an hem ışık kaynağımız, hem de tilavetiyle ruhumuzu terennüm eden rehber kutsal kitabımızdır.
      Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty KÂİNAT LABORATUVARINDA ALLAH’I HİSSETMEK

Mesaj tarafından Selim Çarş. Tem. 19, 2023 7:27 pm

KÂİNAT LABORATUVARINDA ALLAH’I HİSSETMEK
    SELİM GÜRBÜZER
      Bir kısım bilim adamları ateizmin etkisi altında kalarak yaratılan her varlığı tesadüfi bir eser olarak görüp iki yüzyılı aşkındır pozitivist felsefi davası gütmekteler maalesef. Güya ellerine tutuşturulmuş içi boş pozitivist felsefi reçetelerle insanların yaratılış mucizesine olan inancını sarsıp inkâr noktasına getireceklerini sanıyorlar. Oysaki her şeyden önce sınırlarına hayallerin bile yetişemeyeceği uçsuz bucaksız bir âlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi uçsuz bucaksız bir âlem içerisinde yaratılış mucizesini insanların nazari dikkatinden göz ardı edilip inkâr etme noktasına nasıl getirilebilir ki? Düşünsenize içinde konumlandığımız samanyolu galaksisi bile yüz milyar rakamlı gibi bir sayıya tekabül ederken en az bunun iki misli kadarda galaksi âlemin hudutları içerisinde aydınlık güneşimiz gibi iki yüz milyar rakamlı bir sayıda yıldızlar topluluğunun varlığı söz konusudur. Şimdi gel de sınırlarına insan hayallerinin yetişemeyeceği böylesi mükemmel varoluş ve yaratılış mucizesi karşısında ne mümkün ki görmezden gelinip inkâr ediniversin. Bir kere her şeyden önce insan olarak bizatihi kendi ruhi ve bedeni varlığımız küçük bir âlemdir, hatta bu noktada insan için büyük âlem diyen âlimlerde var. Her ne kadar pozitivist felsefi akımlara kapılan bir kısım aklı evvel bilim adamları yoktan varoluşu inkâr etseler de bu hususta Elmalı Hamdi Yazır’ın “Ma’dûmun kendi kendine vücuda gelmesi, zâtî yok olanın bizatihi var olması imkânsızdır”  anlamında dile getirdiği; olmayan bir şey kendiliğinden var olamayacağı gibi hiçbir şeyde kendi kendine ademden vücut (yokluktan varlığa) bulamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
      Evet, dile getirilen bu ifadede yokluk ademi temsil eden bir kavram olarak anlam kazanırken, varlıkta vücudu temsil eden bir kavram olarak anlam kazanmakta. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un “Yoktan da vardan da öte bir vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” şiirinde yerini bulan ilahi mucizenin üzerine söz söyleme cüretinde bulunmaya yeltenen bir takım pozitivist, felsefi ve materyalist akımların ileri sürdükleri afaki hipotezler bilimsel çalışmalara asla kaynak teşkil edecek tezler olmayacaktır. Baksanıza adamlar yüzlerine taktıkları ‘Pozitivist Bilim’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları yaratılışı inkâr eden içi boş suni reçetelerle insanları ruh köklerinden uzaklaştırıp maddenin kölesi yapma peşindelerdir. Her ne kadar etiketleri ve rozetleri cüsselerinden büyük bu tip sözde bilim adamlarının ikide bir ruh köklerimizle oynamaları canımızı sıksa da yine de oturup başımıza karalar bağlamak yerine asıl bu noktada bize düşen onların kirli emellerini boşa çıkartacak kendi varoluş kaynağımız yaratılış mucizesi tezlerimizi ortaya koymak olmalıdır. Hem kaldı ki bilimsel çalışmalara dayanak teşkil edecek tezler ortaya koyalım ki; bizden sonraki kuşaklar içi boş teorik suni hipotezlere kurban edilmesin.  Hele ki günümüzde adından sıkça sözü edilen uzay ve fen bilimleriyle iştigal eden teknofest gençlik adına bunu yapmaya mecburuz da. Zira böylesi teknolojik donanıma haiz gençliğe ne pozitivist bir akım ne evrimci bir akım ne de materyalist bir akım rehber olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki; insanın ete kemiğe bürünmesinden hareketle onu sırf maddi varlık olarak görmek evrimcilerin tamda arzuladıkları hayvan mertebesine indirgeyici akla ziyan bir bakış açısıdır. Bu yüzden bizim bakış açımızda yer alan Yüce Allah’ın yarattığı her varlıkta tecelli eden mucize-i rabbaniyeler doğrudan bizim için yaratılış mucizesine olan inancımızı pekiştirmeye yettiği gibi inancımız gereği Âdem (a.s)’den bugüne insanı hep “Allah’ın mukaddes emaneti Eşref-i mahlûkat bir varlık”  olarak görmemize de yetmiştir.  Evrimciler gibi biz asla ve kat’a insanı maymun gören bir mahlûkat olarak görmedik görmeyiz de
       Unutmayalım ki insanı hayvan mertebesine ve maddi bir varlığa indirgeyen Darwinizm, Pozitivizm, Materyalizm ve Ateizm taraftarı akımlar Fen bilgisi derslerinde Yaratılış mucizesinden bahsedilmesinin bilime aykırı olduğundan dem vurmaktalar habire. Oysaki bilimin uğraşı alanı olan cemadat,  nebatat, hayvanat ve insanat kendi içinde başlı başına birer laboratuvar âlemler olup, bu söz konusu laboratuvar âlemlerinden neye elimizi atsak her bir fiil failine, eser ustasına, sanat sanatkârına nisbetle Yüce Allah’ın Yaratılış mucizesine işaret etmekte. İşte Fen bilgisi derslerine bu yönden bakıldığında Yaratılış mucizesi dediğimizde bilimle hiçbir şekilde tezat teşkil etmeyip tam aksine Allah’ın ilim sıfatının tecellisi bir bilim dalı olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fen bilgisi derslerinde işlenen her bir konunun Allah’ın yaratılış mucizesine ayna teşkil etmesi hasebiyle Hayy’dan Hu’ya Allah demekten kendimizi alamayız da. Düşünsenize 30 yıl öncesinde kendisi ateist olup ancak 56 yaşına geldiğinde insan DNA’sının şifrelerini çözüp bilim dünyasına adını yazdıran Dr. Francis Collins’in “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim” haykırışıyla ateizmden yaratılış mucizesi çizgisine gelmesi Allah’ın ilim sıfatının bilim üzerinde tecellisinden maksadımızın ne olduğu noktasında meramımızı açıklık getirmeye yetmiştir. Her ne kadar yaratılış mucizesinin ilk anlarına şahit olmasak da ilk insanın topraktan vücuda geldiğini, kâinatta her var oluşun tesadüfi oluşuma geçit vermeyecek şekilde yaradılış gayesine uygun olarak yaratıldığını biliyor olmamız ve Yüce Allah’ın sıfatlarının yarattıkları üzerinde tecelli ettiğini görüyor olmamız bizim için iman etmemize kâfi sebeptir zaten. Zira Yüce Allah (c.c)  “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecektir. O (Allah ki) her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir” (Yasin, 79) ayeti celilesi mucibince tıpkı yeryüzü sathını yağmurlarla diriltip envaı türlü bitkilerle Hayy kıldığı (diri, canlı tutup)  gibi ilk insanı da topraktan yaratıp ruh üfleyerek hayy kılmıştır. Madem öyle, bize bu noktada Yüce Yaradan’a hamdü senâ eyleyip yaradılış gayemize uygun Hu nefesimizle zikir eyleyerekten anmak düşer.
Bir kısım bilim adamları ateizmin etkisi altında kalarak yaratılan her varlığı tesadüfi bir eser olarak görüp iki yüzyılı aşkındır pozitivist felsefi davası gütmekteler maalesef. Güya ellerine tutuşturulmuş içi boş pozitivist felsefi reçetelerle insanların yaratılış mucizesine olan inancını sarsıp inkâr noktasına getireceklerini sanıyorlar. Oysaki her şeyden önce sınırlarına hayallerin bile yetişemeyeceği uçsuz bucaksız bir âlemde yaşıyoruz. Dolayısıyla böylesi uçsuz bucaksız bir âlem içerisinde yaratılış mucizesini insanların nazari dikkatinden göz ardı edilip inkâr etme noktasına nasıl getirilebilir ki? Düşünsenize içinde konumlandığımız samanyolu galaksisi bile yüz milyar rakamlı gibi bir sayıya tekabül ederken en az bunun iki misli kadarda galaksi âlemin hudutları içerisinde aydınlık güneşimiz gibi iki yüz milyar rakamlı bir sayıda yıldızlar topluluğunun varlığı söz konusudur. Şimdi gel de sınırlarına insan hayallerinin yetişemeyeceği böylesi mükemmel varoluş ve yaratılış mucizesi karşısında ne mümkün ki görmezden gelinip inkâr ediniversin. Bir kere her şeyden önce insan olarak bizatihi kendi ruhi ve bedeni varlığımız küçük bir âlemdir, hatta bu noktada insan için büyük âlem diyen âlimlerde var. Her ne kadar pozitivist felsefi akımlara kapılan bir kısım aklı evvel bilim adamları yoktan varoluşu inkâr etseler de bu hususta Elmalı Hamdi Yazır’ın “Ma’dûmun kendi kendine vücuda gelmesi, zâtî yok olanın bizatihi var olması imkânsızdır”  anlamında dile getirdiği; olmayan bir şey kendiliğinden var olamayacağı gibi hiçbir şeyde kendi kendine ademden vücut (yokluktan varlığa) bulamaz gerçeğini değiştiremeyecektir.
      Evet, dile getirilen bu ifadede yokluk ademi temsil eden bir kavram olarak anlam kazanırken, varlıkta vücudu temsil eden bir kavram olarak anlam kazanmakta. Dolayısıyla Sezai Karakoç’un “Yoktan da vardan da öte bir vardır, Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır” şiirinde yerini bulan ilahi mucizenin üzerine söz söyleme cüretinde bulunmaya yeltenen bir takım pozitivist, felsefi ve materyalist akımların ileri sürdükleri afaki hipotezler bilimsel çalışmalara asla kaynak teşkil edecek tezler olmayacaktır. Baksanıza adamlar yüzlerine taktıkları ‘Pozitivist Bilim’ maskesi altında sinsice önümüze koydukları yaratılışı inkâr eden içi boş suni reçetelerle insanları ruh köklerinden uzaklaştırıp maddenin kölesi yapma peşindelerdir. Her ne kadar etiketleri ve rozetleri cüsselerinden büyük bu tip sözde bilim adamlarının ikide bir ruh köklerimizle oynamaları canımızı sıksa da yine de oturup başımıza karalar bağlamak yerine asıl bu noktada bize düşen onların kirli emellerini boşa çıkartacak kendi varoluş kaynağımız yaratılış mucizesi tezlerimizi ortaya koymak olmalıdır. Hem kaldı ki bilimsel çalışmalara dayanak teşkil edecek tezler ortaya koyalım ki; bizden sonraki kuşaklar içi boş teorik suni hipotezlere kurban edilmesin.  Hele ki günümüzde adından sıkça sözü edilen uzay ve fen bilimleriyle iştigal eden teknofest gençlik adına bunu yapmaya mecburuz da. Zira böylesi teknolojik donanıma haiz gençliğe ne pozitivist bir akım ne evrimci bir akım ne de materyalist bir akım rehber olabilir. Şu iyi bilinmelidir ki; insanın ete kemiğe bürünmesinden hareketle onu sırf maddi varlık olarak görmek evrimcilerin tamda arzuladıkları hayvan mertebesine indirgeyici akla ziyan bir bakış açısıdır. Bu yüzden bizim bakış açımızda yer alan Yüce Allah’ın yarattığı her varlıkta tecelli eden mucize-i rabbaniyeler doğrudan bizim için yaratılış mucizesine olan inancımızı pekiştirmeye yettiği gibi inancımız gereği Âdem (a.s)’den bugüne insanı hep “Allah’ın mukaddes emaneti Eşref-i mahlûkat bir varlık”  olarak görmemize de yetmiştir.  Evrimciler gibi biz asla ve kat’a insanı maymun gören bir mahlûkat olarak görmedik görmeyiz de
       Unutmayalım ki insanı hayvan mertebesine ve maddi bir varlığa indirgeyen Darwinizm, Pozitivizm, Materyalizm ve Ateizm taraftarı akımlar Fen bilgisi derslerinde Yaratılış mucizesinden bahsedilmesinin bilime aykırı olduğundan dem vurmaktalar habire. Oysaki bilimin uğraşı alanı olan cemadat,  nebatat, hayvanat ve insanat kendi içinde başlı başına birer laboratuvar âlemler olup, bu söz konusu laboratuvar âlemlerinden neye elimizi atsak her bir fiil failine, eser ustasına, sanat sanatkârına nisbetle Yüce Allah’ın Yaratılış mucizesine işaret etmekte. İşte Fen bilgisi derslerine bu yönden bakıldığında Yaratılış mucizesi dediğimizde bilimle hiçbir şekilde tezat teşkil etmeyip tam aksine Allah’ın ilim sıfatının tecellisi bir bilim dalı olduğu görülecektir. Bu nedenledir ki Fen bilgisi derslerinde işlenen her bir konunun Allah’ın yaratılış mucizesine ayna teşkil etmesi hasebiyle Hayy’dan Hu’ya Allah demekten kendimizi alamayız da. Düşünsenize 30 yıl öncesinde kendisi ateist olup ancak 56 yaşına geldiğinde insan DNA’sının şifrelerini çözüp bilim dünyasına adını yazdıran Dr. Francis Collins’in “Laboratuvarda çalışırken Allah’ın varlığını hissettim” haykırışıyla ateizmden yaratılış mucizesi çizgisine gelmesi Allah’ın ilim sıfatının bilim üzerinde tecellisinden maksadımızın ne olduğu noktasında meramımızı açıklık getirmeye yetmiştir. Her ne kadar yaratılış mucizesinin ilk anlarına şahit olmasak da ilk insanın topraktan vücuda geldiğini, kâinatta her var oluşun tesadüfi oluşuma geçit vermeyecek şekilde yaradılış gayesine uygun olarak yaratıldığını biliyor olmamız ve Yüce Allah’ın sıfatlarının yarattıkları üzerinde tecelli ettiğini görüyor olmamız bizim için iman etmemize kâfi sebeptir zaten. Zira Yüce Allah (c.c)  “Onları, ilk defa yaratıp inşa eden diriltecektir. O (Allah ki) her türlü yaratmayı hakkıyla bilendir” (Yasin, 79) ayeti celilesi mucibince tıpkı yeryüzü sathını yağmurlarla diriltip envaı türlü bitkilerle Hayy kıldığı (diri, canlı tutup)  gibi ilk insanı da topraktan yaratıp ruh üfleyerek hayy kılmıştır. Madem öyle, bize bu noktada Yüce Yaradan’a hamdü senâ eyleyip yaradılış gayemize uygun Hu nefesimizle zikir eyleyerekten anmak düşer.
Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty ÇEVREMİZDEKİ TOKSİK MADDELER

Mesaj tarafından Selim Ptsi Tem. 24, 2023 8:25 pm

ÇEVREMİZDEKİ TOKSİK MADDELER
      SELİM GÜRBÜZER
      Toksik maddelerin gıda, solunum ve suyla temas yoluyla vücuda alınabileceği gibi son derece kapalı bir sistem içerisinde karmaşık kimyasal bileşikler şeklinde kendi içinde de zehirlenme oluşabilmekte. Şu bir gerçek pirinç hariç yerden biten hemen her bitkide az çok toksik maddenin varlığı bilinen bir gerçekliktir. Hakeza toksik maddeyi etkisiz kılacak antitoksik maddeleri bünyelerinde barındırması da öyledir. Zaten hayati faaliyet denen iksir kapalı bir sistem içerisinde yer alan karmaşık bileşiklerin kimyasal tepkimelerin neticesinde cereyan etmekte.  Nitekim bir bitki yeri geldiğinde zehir olabileceği gibi yeri geldiğinde panzehirde olabiliyor. Yani bu demektir ki vücuda alacağımız gıdanın dozuna bağlı olarak yediğimiz besin kaynağı şifada olabileceği gibi zehir de.
       Anlaşılan o ki herhangi bir maddenin normal dozlarda vücuda alınması zararlı değil, ancak lüzumundan fazla alınması zararlıdır. Nitekim çocuklar gereğinden fazla şeker veya çikolata yedikleri zaman ya vücutta birtakım döküntüler baş göstermekte ya da mide ağrılarına yol açtığı gözlenmiştir. Hatta bazen çok az miktarda alınan bir kimyasal madde bile bir anda vücudun biyokimyasal dengesini alt üst edebiliyor. Dolayısıyla öldürücü doz denen etken madde kilogram başına miligram olarak ifade edilir. Mesela siyanürün iyon halinde insan üzerinde öldürücü etkisi vücut ağırlığının kg başına 1 mg doz olarak tespit edilmiştir. Nitekim 91 kg ağırlığındaki bir insan içi mesela 91 miligramlık siyanür dünya sağlık teşkilatı tarafından öldürücü doz olarak belirlenmiştir.
     Çevreden ilaç yoluyla yahut diğer çeşitli yollarla alınan fakat sık rastlanan düşük seviyede ki toksik maddelerin muhtemel öldürücü doz miktarı aşağıda yer alan tablodaki gibi elde edilmiştir.
   
Morfin 1–50 mg/kg
Aspirin 50–500 mg/kg
Metil alkol 0,5–5 gr/kg
Etil alkol 5–15 gr/kg


     Toksik maddeler fareler üzerinde denenmek suretiyle yukarı tabloda gösterilen öldürücü doz oranları gibi tespit edilmekte. Mesela hayvanlar üzerinde %50’den fazlası öldürücü etki yapan madde LD 50 (Latel doz %50)  şeklinde sembolize edilir. Şurası muhakkak kimyasal dozların canlı üzerinde öldürücü etkisi canlılar arasında ki tür farklılığıyla da doğrudan bir ilişkisi vardır.
       Genellikle toksik maddeler vücuttaki işleyiş şekilleri bakımdan korrosifr ve metabolitik toksik maddeler olarak kategorize edilirler:
      Korrosif (korozif) zehirler  
      Korrosif zehirler doku üzerinde lokal olarak işleyen toksik maddelerdir. Kuvvetli asit ve alkalilerle dokuyu tahriş eden çamaşırhanelerde bulunan birçok oksidatlar, otomobil akülerinde bulunan H2O4 (sülfürik asit) ve temizlemede kullanılan tuz asidi korrosif zehirlerdendir. Bir insana 28 gr sülfürik asit enjekte edildiğinde o insanda hemen ölüme neden olabiliyor. Hatta az miktardaki dozu bile vücut metabolizmasında birtakım zararlara ve ağrılara kapı aralamaktadır.
                                              Korozif zehirlerin etki şekli
      Genelde korozif zehirler etkisini hücrenin suyunu alarak veya asit protonların artması şeklinde göstermektedir. Nitekim bu olayla hücre ölümü gerçekleşip akabinde ister istemez protein yapısının bozulmasına yol açmaktadır.
      Bazı zehirler ise özel yollardan geçmek suretiyle etkili olmaktadır. Mesela I. Dünya savaşında kullanılan fosgen gazı atmosfere yayılmak suretiyle akciğer alveollerinde hidroklorik asit (HCl) şeklinde hidrolize edilerek akciğer ödemine (akciğerde sıvı toplanmasına) neden olmuştur. Ayrıca bu durum solunum yetersizliğine ve ölüme de yol açmış.
      Sodyum hidroksit de (NaOH) kuvvetli bir korozif zehirli maddedir. Öyle anlaşılıyor ki sodyum hidroksit koroziflik bakımdan ister asit, isterse baz olsun fark etmez, herhangi bir kimyasal reaksiyon içerisinde tükeninceye kadar etkisini sürdürebilmektedir. O halde toksik iş yapan korozif madde ile tepkimeye giren madde arasında doğru orantı bir ilişki olduğunu söyleyebiliriz.  
        Başta zehirli sarmaşık ve sumak olmak üzere birçok bitki zehirli özellikleriyle dikkat çekmektedir. Bu tip bitkileri diğerlerinden n en önemli ayırt edici özelliği, hiç kuşkusuz bünyelerin de yer alan karbolik asit (Fenol-C6H5OH) içeren toksik madde içermesidir. Dolayısıyla zehirli bitkilere maruz kalanların kesin tedavisi yapılamamakla beraber, neyse ki zehrin deriye nüfuzu ancak 15 dakika içerisinde gerçekleştiğinden çabucak yıkamakla veya deri trisodyum fosfatla (sabunla) ovuşturularak derhal uzaklaştırılabiliyor.
      Bilindiği üzere oksijen atomu ile oksijen moleküllerinin birleşmesinden ozon meydana gelmektedir. Ozon (O3),  NH2  formunda ki azot amonyum (NH4)  formuna (yaprak üresi-amonyum) dönüşerekten  ya da I (iyot) enzimlerin reaksiyonlarını inhibe ederekten zehir etkisini göstermektedir. Ayrıca ozonun biyolojik işlemler arasında ilişkisi artık bir sır değil.    
     Bu arada günümüzde çok yaygın olarak adından söz ettiren korozif zehirlerin toksik etkilerini ve temas şekillerini şöyle tanımlayabiliriz:    
      (Hidroklorik asit): Asit hidrolizi şeklinde etki yapar. Aynı zamanda ev dezenfektanı olarak kullanılır.
     Sülfürik asit (H2O4): Özellikle otomobil ve akü sanayinde kullanılır.
     Fosgen: Doku suyunu alarak okside eder.
     Klor (Cl2) yanması: Özellikle plastik sanayinde kullanılır.
     Sodyum hidroksit (NaOH): Baz hidrolizi yapar. Aynı zamanda lağım temizlemede kullanılır.
     Trisodyum fosfat- Özellikle Deterjanlar ve el temizleyiciler olarak kullanılır.
     Sodyum perborat (NaH2BO4): Baz hidrolizi olup çamaşır deterjanları, bozuk temizleyiciler ve petrol istasyonlarında satılan motor yıkayıcıları olarak kullanılır.
     Azot dioksit (NO2): Okside edici olup temas ettiği doku azot dioksitle birlikte yükseltgenmektedir.
   İyot (I) : Yüksek hayvanların çoğunda bulunan bir okside edici maddedir. Ayrıca I (iyot)  troit hormonunun önemli bir bileşiği olup, aynı zamanda hayati fonksiyon icra eden elementlerin en ağır olanı olarak dikkat çekmektedir. Hatta birçok ağır maddeler toksik tesir yapıp iyotta bu ağır olanlardan sadece bir tanesidir. Nitekim iyotun vücutta fazlalık vermesi guatr zehirlenmesine yol açabiliyor.
   Hipoklorit: Özellikle okside edici madde olarak ağartıcılıkta kullanılmaktadır.
   Peroksit iyonu: Özellikle ağartıcılıkta kullanılır.
   Oksalik asit: Özellikle okside edici kalsiyum (Ca) çökelticisi,  çay işleminde, boya sanayinde ve ağartıcılıkta kullanılır.
                                                         Metabolik Zehirler
     Bunlar doku bozucu olan korozif zehirlerden daha şiddetli ve daha sindirici iş gören zehirlerdir. Telafisi zor olan,  aynı zamanda büyük zararlar veren, hatta vital olarak tepkime veren biyokimyasal mekanizmalar içerisinde reaksiyona girerek ölümcül ve kurtarılma şansı olabilecek hastalıklara uygulanan maddelerdir. Metabolitik zehirler çok çeşitlidir. Bunlardan birkaçı CO, CN-, Flora asetik asit, Ağır metaller ve Nörotoksinlerdir.
     CO (karbon monoksit)
     Daha önceleri karbon monoksitin dokuları oksijensiz bırakmak suretiyle etkili olduğu düşünülüyordu. Hatta daha sonraları CO + Hb birleşmesinin oksihemoglobin  (O2 + Hb) birleşmesinden daha kararlı ve uzun ömürlü olduğu deneylerle ispatlanmıştır. Kanda normal olarak oksijen taşıyıcı olarak bilinen oksihemoglobin, oksijeni serbest bıraktıktan sonra karbondioksiti bağlayaraktan karboksihemoglobin kompleksi konumuna geçer. Hatta bu kompleks bozularak aralarında ki bağ çözülmekte, derken oksijen temin etmesi gereken Hb (hemoglobin) serbest kalamama nedeniyle karbon monoksit tarafından bloke edilmektedir.
      Hemoglobin “hem”  olarak ifade edilen demirli bir bileşik ile globülin olarak ifade edilen proteinden teşekkül eden bir maddedir. Böylece karbon monoksit bu sözkonusu “Hem”e doğrudan sıkıca bağlanmaktadır. Otomobil ve kamyon egzozları, gaz motorları, foil yakan fırın ve kalorifer bacaları, kömür ocakları, maltozlar ve diğer çürüyen yapraklar karbon monoksitin esas kaynaklarıdır. Dolayısıyla tam manasıyla yanmayan maddelerin organik kısmında bulunan karbon monoksit bileşiğini tütsü eşliğinde dışarıya serbest halde bırakılmış olur.
      Havada 1/100 karbon monoksit) bulunduğu takdirde 4 saat içerisinde yaşlı bir insan kanının  % 60 kadarını hemoglobinden mahrum bırakacak şekilde bağlanmakta. Yani insan kanındaki hemoglobin ile karbon monoksit kompleksi 4 saat zarfında solunum hızına bağlı olarak karbon monoksit) tarafından bağlanmaktadır. Hatta atmosferdeki karbon monoksit konsantrasyonu ile yaşlı bir insandaki hemoglobin bağlama oranı aşağıdaki tabloda yüzde olarak şöyle elde edilmiştir.
   
CO havadaki yüzde miktarı
%0001 %0002 %0010 %1
CO ile doymuş hemoglobin yüzde miktarı %17 %20 %60 %90
       Havada 1/1000 karbon monoksit) bulunduğu zaman oksijen molekülleri 200 kadar olup, eğer bu nispet daha da artarsa oksijen o oranda azalacak demektir. Yani 1 mol karbon monoksite karşın oksijen miktarı ters orantılı bir seyir izlemekte. Fakat burada oluşan dengesizlik bir şekilde O-CO2 bağlanması ile giderildiği düşünülmektedir. Mesela O→Hb reaksiyonu ile rekabet olan COHb (karbohemoglobin) reaksiyonu reverbsibl olduğundan zehirlenme halinde hasta derhal temiz havaya çıkarılarak ansızın teşekkül eden COHb + O2 → HbO2 + CO denklemi sayesinde yeniden yaşaması için gereken oksijene kavuşabiliyor. Bu durumda karbon monoksit bir kümülatif (katlanmış, birikmiş) bir zehir değildir elbet, ancak beyin hücreleri gibi hassas bölgede kalıcı zararlar verebilmektedir. Yani söz konusu reaksiyona oksijen bağlanmadığı hallerde kan içerisinde ki COHb beyin hücrelerinde birtakım arızalar bırakabilmektedir. Çünkü karbon monoksit ile temasa geçen beyin hücreleri bir noktada oksijenden mahrum kalabiliyor.
      2-CN (Siyanür)
     Siyanür iyonu NaCN- gibi tuzlarda toksik bir ajan olarak siyanik bileşikleri yapmaktadır. Siyanür aynı zamanda kuvvetli baz olduğu için bir çok asitle reaksiyona girmesiyle birlikte kolayca buharlaşan hidrosiyanik asite (HCN) dönüşebilmektedir.
     Örnek- Asetik asitle siyanür tuzu birleşince HCN uçucu olması dolayısıyla gemilerde CH3 + NaCN →  CH COONa + HCN şeklinde reaksiyon vermektedir.
      Bu arada Hidrosiyanik asit 26 santigrat derecede buharlaştırıldığında böceklerin stigmalarına girip haşaratları kolayca öldürdüğü için dezenfektan olarak bile kullanılabiliyor.
       Siyanür iyonu tabii olarak kiraz, erik, şeftali, elma ve kaysı çekirdeklerinde de bulunur. Nitekim HCN (Hidrosiyanik asit) bu tohumların hidrolizi ile elde edilmektedir ki;
       Amigdalin + H2O → HCN Glikoz + benzaldehit şeklinde formüle edilir.
       Siyanür iyonu amigdaline bağlandığı müddetçe zehirli değildir. Muhtemelen elma ve şeftali tohumunun sıcak asitte hidroliz edildiğinde HCN oluşmakta olup, ancak bu noktadan sonra tehlike teşkil etmektedir. Hatta fazla miktarda elma çekirdeği yemek suretiyle zehirlenen insanların kitle halinde hastanelik oldukları bilinmektedir. Amigdalin sadece tohumlara has bir özellik olmayıp şeftali yapraklarında da bulunur. Fakat elma çekirdeği 0,012 gr yendiğinde vücut için zararlı olmadığı tespit edilmiştir. Elma kabukla yendiğinde ise zehir etkisi %36’dan %25’e düşebiliyor.
       Öyle anlaşılıyor ki Siyanür en fazla zehir etkisi gösteren toksik maddelerden biri olarak yerini almaktadır. Mesela siyanür ağızdan doğrudan alındığında veya latel doz sınırına dayandığında 1 dakika içerisinde öldürücü olduğu gözlemlenmiştir.
      Siyanür zehirlenmeleri tıpkı karbon monoksit zehirlenmesinde olduğu gibi solunum yetersizliğine neden olup fakat zehirlenme mekanizması karbonmonoksitten biraz farklılık arz etmektedir. Malum olduğu üzere ADP (Fe+2__Fe+3) →  ATP şeklinde ifade edilen denklem Stokrom-c’de normal dönüşüm olarak kabul edilmekte. Şayet stokrom içerisinde yer alan Fe2 (demir), CN tarafından bağlanırsa Stokrom-c görev yapamayacaktır. Hatta hücrenin ETS (Elektron taşıma sistemi)’de Stokrom-b’den sonra inhibasyon görülecektir. Ki; bu durum:
      ADP →  ATP(Fe+2__ CN_) şeklinde denklemde yerini alacaktır.
      Hücrede bulunan oksidaz enzimleri metalloprotein yapılı enzimler olup Fe ve Cu (bakır) ihtiva ederler. Siyanür oksidaz enzimleri siyanür grupları ile kompleksler teşkil ederek bu grupları redüksiyon ve oksidasyon olaylarından mahrum bırakırlar. Böylece bu mekanizma ile hücreye girmesi gereken veya biyokimyasal hayat için kullanılan oksijenin engellenmesiyle birlikte tedavisi mümkün olmayan hastalıklara ve ölümlere yol açabilmektedir.
     Vücutta siyanürün öldürücü etkisini yok etmek için bazı özel mekanizmalar bulunmaktadır. Hemen hemen bütün hücrelerde bulunan siyanürün tiyosülfat (S2O3) ile reaksiyona girmesiyle birlikte bir takım enzimler siyanürü zararsız olan tyosiyanat'a (SCN)  dönüştürürler. Çünkü siyanürün oksidatif enzim reaksiyonu reversibl olup CN- + S2O3 → SCN denklemiyle ifade edilmektedir.
      3-Flora asetik asit
     Flora asetik asit karbon-flor (C-F) bağı ihtiva eder. Tabiatta bu molekül bitkiler tarafından korunma mekanizması olarak türü öldürücü miktarda hidroflorik asit ihtiva ettiğinden sığırlar bu bitkinin yapraklarını yediğinde felç olup, akabinde ölmektedirler. Ayrıca korunga yapraklarında zehir bulunup sığırlarda şişme yapmaktadır.
       Sodyum flora asetik asidin sodyum tuzu sodyum flora asetattır. Özellikle asetat içeren birtakım Rodentisit marka zehirli maddeler kemirici hayvanlara karşı zirai mücadelede kullanılmakta olup, gelişmiş ülkelerde bu tip pestisit maddelerin satışı izinledir. Bu maddeler zehirli fakat kokusuz ve tatsız olduğu için fareler ürkmeksizin büyük zevkle yemektedirler. Sonu malum; ölüm olmaktadır.
       Sodyum flora asetat vücutta sentez edilerek hemen krebs çemberinde inhibe edilmektedir. C-F bağı afinitesi ile tutulur. Eğer enzim zehir birbirleriyle kaynaşabilirse zehir derhal enzimin aktif bölgelerini işgal eder. Böylece enzim zehir maddesi ile inaktive edilerek bir miktarı bloke edilmek suretiyle ölüme sebep olmaktadır. Krebsin flora sitrat ile bloke edilmesi bunun tipik örneğidir. Nitekim akonitaz enzimi flor sitrat tarafından inhibe edilerek krebs devri bloke edilir. Bu iş iki basamakta olmaktadır. Şöyle ki;
        a- Flora asetik asit → Asetil Co-enzim-A → Flor sitrat → Oksaloasetat
        b- Asetik asit → Asetil Co-enzim-A →  Sitrat → Akonitaz → İzositrat → Oksalo asetat şeklinde sahne alıp son reaksiyonlarda flor sitrat teşekkül etmektedir.
        4-Ağır metaller- Metabolik zehirlerin en yaygın olanı ağır metallerdir. Bunlar; Pb (kurşun), Hg (Cıva), Cd (kadmiyum), Th (Toryum) ve Cr (krom) olanları içine alır.
       Arsenik
       Arsenik bu grup içerisinde metal benzeri madde olmakla beraber, aslında gerçek metal olmayan, şiddetli zehirleyici olan ve bir o kadar da toksik tesire sahip bir bileşiktir.
       Arsenik birçok besin bitkileri  (bahçe bitkileri) ile toprakta bulunan öldürücü kimyasal madde olan pestisitle’den arsenik insektisitler (böcek öldürücü), herbisitler (yabani ot öldürücü), fungusitler (küf öldürücü) ve rodentisitlerin (kemirgen öldürücü) birkaçı ile Pb3(AsO4)2 (kurşun arsenat), kalsiyum arsenat, Cu3(As2O4)24H2O (bakır arseto arsenit-Paris yeşili) bileşiklerini oluşturmaktadır. Bugün arseniğin yukarıda sözünü ettiğimiz bileşikleri birçok besinler için dezenfektan olarak kullanıldığı gibi bitki, sebze ve meyvelere yönelikte arsenik veya arsenik bileşik içeren spreyler kullanılmaktadır.  Nitekim kilogram başına 0,30 mg arseniğin depolarda meyvelerin saklanması için kullanılan spreyin sağlık yönünden zararı yoktur. Ancak sıkılan sprey belli bir sınırı aştığında zararlı olacağını da unutmamak gerekir.
       Arsfenamin gibi bazı tedavi edici ilaçlar da arsenik ihtiva edip frengi hastalığı tedavisinde kullanılmaktadır. Arsfenamin metal artıkları sülfidrili inhibe ederek hücre enerjisinin enzim sistemleri üzerine olumsuz etki yapmaktadır.
       I. Dünya harbinde arsenik ihtiva eden burun ve boğazı tahriş eden Levizit gazı kullanılmış, bu gaza karşı askerlere toksik tesiri giderici Anti Lewisit ilaçlar verilmiştir. Ayrıca Anti-Lewisit ilaçlar piyasada (BAL) rumuzu ile tanınmaktadır. Hatta klinikte gıda zehirlenmelerinde bile BAL verilmektedir. BAL sadece arsenik için değil diğer birçok metal içinde zehir giderici veya zehir bağlayıcı olarak kullanılmaktadır. Nitekim BAL, arsenik veya diğer ağır metallerde ki sülfidril gruplarıyla bağlanarak onları faaliyetlerinden uzaklaştırır. BAL aynı zamanda Hg (cıva) ve arsenik zehirlenmelerine karşı acil servis hastaları için veya rutin (günlük) tedavide kullanılmak üzere standart bir şekilde hazırlanmış bir etken maddedir.    
       Hg (NO3)2 (Cıva Nitrat)
       Kaplamada kullanılan toksik maddelerdir. Cıva (Hg) kaplanmış paralar ve diğer elden ele kullanılan maddelerde cıva mevcut olup her an zehirlenmelere yol açabiliyor. Hatta Hg (cıva) diğer metallere göre reaktif ve uçucu olduğundan deri tarafından kolayca absorbe edilebiliyor.  
      Cıva aynı zamanda çeşitli kaynaklardan etrafa salınan ve çevre kirliliğine yol açan en büyük faktörler arasındadır. Ancak hava içerisinde 0,02 mg/m3 miktarda bulunursa zararı yoktur. Bilakis bu miktar 0,05 mg/m3’ü aştığı zaman asıl o zaman canlılarda akut ve kronik zehirlenme başlayacak demektir.
       Pb3 (Kurşun)
       Kurşun maddesi tıpkı cıva (Hg) ve arsenikte olduğu gibi merkezi sinir sistemini de (beyin) etkilemektedir. Kaldı ki canlı dokular kurşun zehirlenmesine maruz kaldıklarında bu ağır elementi bünyeleri dışına atamamaktadırlar. Hakeza cıvada öyledir.
        Yapılan analiz çalışmaları sonucunda bir takım gıda maddelerinde 100–300 mg, meşrubatlarda 20–30 mg, su borularında, kurşun borularından yapılan su kanallarında 100 mg/m3 oranında kurşun bulunduğu belirlenmiştir. Bunların her biri günlük iç içe girdiğimiz kirli kaynaklardır. Bu demektir ki hemen her gün vücudumuza az miktarda aldığımız kurşun gitgide kronik zehirlenmelere yol açabiliyor. Takriben bir insan günde deri yolu, sindirim sistemi yolu ve böbrek sayesinde 2 mg kurşunu dışarı atmaktadır.  Zira günlük alınan kurşun miktarı atılanın altında kalmaktadır. Fakat kesif kurşunla çalışılan yerlerde vücuda fazla sinmesi halinde yumuşak dokuların haricindeki kemik ve kemik iliği merkezlerinde depolanarak zehrin etkisi bertaraf edilmektedir. Şayet yumuşak dokularda depolansaydı zehrin çok düşük dozu bile kronik zehirlenmelere yol açması an meselesidir diyebiliriz.            Kurşun tuzları ise tuzun çeşidine ve çözünürlük derecesine bağlı olarak etki yapar.
      Kurşun Tetraetil denilen (C2H5)4Pb deri tarafından kolayca absorbe edilen maddedir.  Keza metal kurşunda deri tarafından kolayca absorbe edilen bir madde olup daha çok mermi uç kısımları, kurşun kaplama kâğıtların kullanıldığı ambalaj dallarında görülür. Ama ne yazık ki bir zamanlar kurşun metal boya sanayinde çalışan işçilerin kronik zehirlenmeden öldüğü anlaşılamamıştı.
      Maalesef her yıl 225 bin çocuğun kurşun zehirlenmesinden hastaneye yatışı gerçekleşmektedir. Nitekim 1969’da Amerika'da 1 günde 200 kadar çocuk kurşundan zehirlenmiştir. Kurşun kullanılan sanayi sektöründe çalışmayan binlerce kişide bile etrafa salınan kurşunsu toksik zehirler vasıtasıyla geçici veya kalıcı olarak bünyeye sirayet edebilmekte.
        Bazı fakir bölgeler pica (kurşunca zengin) maddelere özel iştahlarından dolayı bu tür yiyeceklerle beslenenlerde ister istemez kalp hastalığı ve anemi yaygın halde görülebilmektedir. Hatta kurşun kemiğe depolanırken kemiğin sünger yapısını tahrip ederek anoksi anemiye (oksijen yokluğuna bağlı kansızlık) neden olmaktadır. Zehirlenen insanda fazla olan kurşunu almak için etilen diamin tetra asetik asit (EDTA) kullanılır. Yani EDTA bal gibi iş görüp tedavi olarak EDTA’nın kalsiyum sodyum tuzu kullanılmaktadır.
        Ca EDTA + Pb → PbEDTA + Ca
        Radyum
        Son derece parlak, beyaz aynı zamanda radyoaktif bir madendir. Sakın ola ki onun öyle parlaklığına bakıp da cazibesine kapılmayın.  Zira onu kullanırken çok dikkatli olmak icap eder. Çünkü “Dışı seni yakar içi beni yakar” misali kendine özgü bir tuhaf radyoaktif ışınların ışık geçirmez kâğıdın altında bile fotoğraf filmlerini bozabilecek özelliği vardır.  Şöyle ki; radyum elementi bünyesinde tuttuğu alfa, beta ve gamma ışınlarını sürekli dışarı neşrederek insanın içine işleyebilmektedir. Zaten radyum atomu yapısı gereği kendi iç dünyasında dönüşümler yaşayıp, bu dönüşümler esnasında helyum ve radon gibi radyoaktif gazlar açığa çıkarmaktadır.  Anlaşılan o ki bu değişmeler uzun yıllar alabilmekte ve en nihayet yüzyıllar sonra radyum kurşuna dönüşebilmekte. Bugün gelinen noktada ise radyum atomun yaydığı radyoaktif ışınlar Tıpta kanser hastaların hücrelerini yok etmeye yönelik kullanılmaktadır.
         3-Nörotoksinler
        Bazı metabolik zehirler sinir sistemi ile sinirin işleyişini sınırlandıracak şekilde etkili olmaktalar.  Bunlara örnek olarak kürar, striknin’in ve koku veren sinir gazları gibi kimyasal harp için geliştirilmiş zehirleri verebiliriz. Nasıl iş gördükleri kesinlikle bilinmemekle beraber Nörotoksinler çoğu kere iki sinir hücresinin birleştiği snapslarda iş görürler. Dolayısıyla nörotoksinler impulsun sinir ucuna erişmesinden sonra müteakip siniri uyararak asetilkolin salgılanmasına mani oldukları gibi impulsun (uyartıların) geçmesinide engelleyerek öncelikle kalp atışları, çarpıntı ve birtakım metabolik bozukluklara yol açmaktadır.
        Insectisid (böcek öldürücü) olarak kullanılan organik fosfatların çoğu vücutta antikolinesteraz zehir etkisi gösterip metabolizmanın çalışmasını güçleştirirler. Hakeza I. Dünya harbinde bir sinir gazı olarak kullanılan Serin aminoasidin grubundan Sarın 9, Tabun ve Parathion da birer nörotoksindir.        
        Asetilkolinin fazlası kalp atışlarını yavaşlatıp kan basıncının düşmesine sebep olmaktadır. Aynı zamanda bu madde fazla tükürükte yapar.
        Kürar ve atropin ise malum ağız ve iltihapta kurumaya, susuzluğa,  kalbin hızlı atmasına ve kan basıncının yükselmesine sebep olan alkoloidlerdir. Keza atropin ve kürar gibi alkoloid nörotoksinler sinir uçlarında felce yol açabiliyor.  Böylece felçle birlikte sinir uçlarına gelen uyartılar organlara iletilemeyecektir.
       Atropin sulandırılmış olarak Tıpta göz muayenesini kolaylaştırmak için göz bebeğine tatbik edilmektedir. Zaten atropin sülfat ve diğer atropin tuzlar deriye tatbik edildiklerinde deride sinir uçlarını duyarsız hale getirmektedir. Böylece diş çekimlerinde büyük kolaylık sağlamaktadır.
       Atropin aynı zamanda antikolinesteraz zehirler için bir panzehir olarak kullanılmaktadır.   Güney Amerika yerlilerinin dokuları ucunda ki kürar zehri 7-8 asır öncesinden saflaştırılarak elde edilmiş, derken 1935 yılında ise Tıp alanında uygulamaya konulmuştur. Nitekim kürar halen şok tedavisinde kasların gevşetilmesinde kullanılmaktadır.
       Reseptörleri duyarsız hale (vole) getirici kürar ve atropinin benzeri olan bir başka nörotoksin ise nikotindir. Nitekim nikotin merkezi sinir sisteminde bozukluklara sebep olan kuvvetli zehir niteliğinde bir maddedir. Mesela 70 kilogramlık bir insan için nikotinin 0,3 gramdan azı bile öldürücü doz sayılabiliyor. Saf nikotin ilk defa tütünden ekstrakte edilmiş. Derken Tıpta bir zamanlar narkoz olarak kullanılmış. Fakat nikotinle anestezi edilen hastaların nikotine karşı bir alışkanlık kazandıkları tespit edilmiştir. Esasen sigara tiryakiliğinin kazanılması bu şekilde gerçekleşmiştir.

 
Bazı nörotoksinlerin temas şekli ve 70 kg insan için (öldürücü) latel dozu şöyledir
Atropin 0,1 gr Tedavi yoluyla göz bebeğine uygulanır
Kürar(zehir) 0,02 gr İnsandan insana değişir
Nikotin 0,03 Çay, tütün ve insektisit
Kafein - Çay, kahve ve meşrubatta bulunur
Morfin -
Afyon -
Ağrı kesici maddeler -
Kodein 0,3 gr. Afyon ve anerjist(ağrı giderici) maddelerde bulunur.
Kokain 1 gr. Erythroxylon coca yapraklarında bulunur.

        Kükürt dioksit (SO3)
        Kükürt elementinin okside olması ile açığa çıkan renksiz bir gaz olup çevre kirliliğinde en yaygın konumda yer almaktadır.  Bu gaz üstelik su ile birleştiği zaman sülfürik asit (H2SO4) meydana getirerek zaman zaman rastladığımız asit yağmurlarına neden olmaktadır. Hatta sis içerisinde su damlacıklarıyla birlikte asılı kalarak da risk oluşturmakta.
       Karbondioksit gazı (CO2)
       Atmosferde tabii halde bulunan karbondioksit gazı güneşten gelen kısa dalga boylu ışınları absorbe ettiği gibi yeryüzünden atmosfere geri dönen uzun dalga boylu ışınları da absorbe etmektedir. Böylece bu absorbe işlemi sayesinde arz üzerinde düşük seviyelerde ısı dengesi sağlanmış olur. Ancak kömür, fueloil gibi yakıtların aşırı tüketiminden kaynaklanan karbondioksitin atmosferde birikmesi sonucunda ister istemez gelecekte yeryüzü sıcaklığının 1 ila 2 arası bir derecede artması kaçınılmaz hal alacaktır. İşte beklenen bu durum buzulların erimesi anlamına gelip aynı zamanda dünya üzerinde yer alan kıtaların sel felaketlerine maruz kalması demektir.
       Azot oksitler (NO3, NO2)
       Azot atmosferde saf halde bulunmasına rağmen gelişmiş bitkiler ve hayvanlar bu elementi doğrudan bünyelerine alamamaktalar.  Ancak saf azotun (N)  kullanılabilmesi için azot elementini nitrat veya organik azot şekline dönüştürecek bir bakteriye ihtiyaç vardır. Nitekim bu iş için toprak içerisinde azotu bağlayan bakteriler azotu tespit ederek canlılara geçişi sağlamaktadır. Belki de bu bakteriler olmasaydı azotsuzluktan yüksek canlılar ölümle baş başa kalacaklardı. Bu arada unutmayalım ki bazı durumlarda tohum numuneleri sıvı azotla – 196 santigrat derecede dondurularak saklanabiliyor. Ayrıca azot dioksit stratosferde kozmik ışınların ozon tabakasında iyonize olmasıyla açığa çıkan bir kaynak olarak dikkat çekmektedir. Dolayısıyla azot oksitler ozon tabakası için harikulade bir katalizör bileşiği olma özelliği taşırlar. Hakeza klor bileşiklerde (ClO2 ve ClO) öyledir. Zira atmosferde atomik azotun kat ettiği serüven şöyle formüle edilir:
      N + O2 (Oksijenle reaksiyona geçerek) → NO + O meydana gelmektedir.
      Hakeza azot oksit (NO) + ozonu parçalayarak (O3) → NO2 + O2 hale gelir.
      Bu arada Klor elementi de tıpkı azot gibi katalizör etkisini kullanıp ozonu ayrıştırmak için;  önce Cl + O3 → ClO + O2 reaksiyon oluşturup, sonra ClO + O → Cl + O2 hale gelmektedir. Anlaşılan o ki Sydney Chapman tarafından Ozon (O3)’un nasıl oluştuğunu bir formülle ispatlanması yabana atılır cinsten bir buluş değildir. Hatta bu buluş kadar ozonun tekrar parçalanarak erimeye yüz tutması da bir o kadar önem arz etmektedir. Dünyamız aslında ultraviyole, X ve gama denen kısa dalga boy ışınların zehir etkisi yapan radyasyonların etkisi altındadır, ama tamamen de korunaksız değildir.  Şöyle ki oksijenin radyasyon etkisiyle ozona dönüşmesiyle birlikte zehirli radyasyonun daha ilk baştan dünyamıza gönderilmemesi mühim bir hadisedir. Nitekim radyasyon yayan ışınların atmosferin üst katmanlarında yer alan ozon tabakası tarafından önünün kesilmesi canlı âleme büyük bir hizmet olarak yansımaktadır. Ozon aynı zamanda yüksek oranda zehirleyici bir gazdır.  İlginçtir bu gazın yeryüzüne değil de atmosferde tabaka halinde konuşlandırılması, belli ki bitki ve hayvan âlemini zehirle direk temas etmemesi adına önceden alınmış bir tedbir planı akla getirmektedir. Fakat insanoğlunun gerek nükleer bombaları bilinçsizce kullanması gerekse zaman zaman nükseden volkanik patlamalar eşliğinde yükselen toksik dumanların atmosfer de birikmesiyle birlikte ozon tabakasının git gide tedricen inceldiği gözlemlenmiştir.
       Zehirli deniz yılan balıkları
       Zehir içeren 50 çeşit deniz yılanı bilinmekte olup,  bunlar özellikle Asya kıyılarında, İran denizinde ve Filipinler civarında sürüler halinde yaşadıkları gözlemlenmiştir. Hatta zehirli yılan balıklarının zehri kobranınkine göre çok daha tesirlidir. Dalgıçlar şayet bu balıkları tahrik etmezlerse insana asla zarar vermemektedir. Bu tür balıklar diğerlerinden ayıran en önemli dikkat çeken yönü ileri ve geriye doğru hareket manevrası yapabilmelerinin yanı sıra su altında 2,5 saat nefeslerini tutabilecek kabiliyet sergileyebilmeleridir. Hakeza köpek balıkları da insanoğlunun dikkatini çeken balıklardan olmuştur. Bu balığın şuan itibariyle 250 ayrı cinsin varlığı belirlenmiştir. Hatta bu balıkların 10 yıl içerisinde 24.000 adet diş yenilediğinden söz edilmektedir. Nasıl ki yılan balıkları için zehir ne kadar mühimse köpek balıkları için de dişler o kadar kıymet ifade etmektedir.  Yine de siz siz olun köpek balıkların öyle dehşet saçmasına aldanmayın, onlar o kadar merhametli hayvanlardır ki yavrularını karınlarında hiç üşenmeden 2 yıl taşıyabilmekteler. Derken yavrularını iki yıl bir anne şefkatiyle besledikten sonra engin suların kollarına salıverirler. Aynı zamanda bu balıklar düşük frekanslı sesleri işitmenin yanı sıra su içerisine karışan yabancı maddelere karşı da anında duyarlı olmaktalar. Hatta 1/1000.000 konsantrasyonunda ki kimyasal bir maddeyi hissedebilecek donanıma sahiptirler. Hakeza mürekkep balıkları her ne kadar zehir püskürtmese de ismi üzerinde mürekkep salmakla ünlü balıklardır. Genelde bunların da yiyecek kaynağı diatomlardır. Yine bir başka ünlümüzde deniz ahtapotu olup, bunlarında her ne kadar zehri olmasa da güçlü kollarıyla hayata meydan okuyabiliyorlar.  Belki de denizlerin en sakinleri kimlerdir sorusu sorulsa verilecek cevap; yeşil deniz kaplumbağalar olsa gerektir.  Çünkü bunların ne püskürtme donanımı, ne güçlü kolları, ne de zehri var.
         Velhasıl-ı kelam; onlar usul usul denizlerin bitkilerini yiyerek beslenirler.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-1

Mesaj tarafından Selim Çarş. Tem. 26, 2023 8:31 pm

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-1
         SELİM GÜRBÜZER

         Bilindiği üzere canlı organizmalarda oluşan, büyüme ile buna bağlı diğer fizyolojik olayları kontrol eden ve oluştukları yerden organizmanın başka bölgelerine taşınabilen, taşındığı alanlarda da etkili olabilen, çok az miktarlarda da olsa etkisini gösteren organik maddeler hormon olarak tarif edilir. İşte bu tariften hareketle belli başlı hormonların işlevleri hakkında genel şöyle bahsedebiliriz:
        HİPOFİZ
        Hipofiz bezi beynin hemen altında ön, orta ve arka lop olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Ön lop 6 hormon salgılamakta olup bunlardan bir tanesi hem vücut hücrelerinin büyüme ve çoğalmasında etken olmakta hem de doğrudan büyümeyle alakalı işlevler yürütmekte. Büyüme hormonu daha çok çocukluk ve gençlik dönemlerinde salgılanır, fakat yaşlandıkça salgı miktarı azalmaya yüz tutar. Arka lop ise ince bir sapla beyne bağlanmış olup bu loptan salgılanan hormonlar damar, ince bağırsak ve rahim kaslarının çalışmasını düzenler. Derken söz konusu loptan salgılanan hormonlar diğer kasların çalışmasını düzenleyip, ayrıca kas kaybını önleyici faaliyette de bulunurlar.
      Hipofiz bezi göz bebeğimiz büyüklükte, beyin zarı uzantılarından kurulu, aynı zamanda bir sapla beyne bağlı bir salgı bezimizdir. Bu arada unutmayalım ki beyin sadece salgı bezlerinin faaliyet alanı değildir,  aklında beyinle doğrudan ilişkisi vardır. Zira akıl, beynin hipofiz bez kısmın salgıladığı hipotalamusun elektriksi sinyalizasyon eşliğinde beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayıp bir sonuca varan bir akletme melekemizdir.  İşte bu nedenledir ki akıl melekesi hakkında bir tür kanaat önderi dersek yeridir.  Hem niye öyle demiş olmayalım ki, baksanıza beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla has bir meleke olup,  beyin ise bu noktada beş duyumuzun saldığı bilgileri kayıt altına alıp ekran görevi yapmak için var olan bir organımızdır.  Öyle ki beyin, değim yerindeyse bir tür bilgisayarın hard diskinde  (hafızasındaki) kayıtlı yazılımı akıl melekesi aracılığıyla ekrana taşıyan konumda görev üstlenmiş durumdadır. Malum beynin içindeki konumlanmış hormonlar ise organlarımıza sürekli bilgi sağınımı salmak için vardır. İyi ki sürekli olarak bilgi sağınımı salınmakta,   bu sayede iletilen sağınımların geri dönüşümünde yeniden beyin üzerinde gerçekleşecek akli yoruma dayalı bilgiler kuvveden fiile dönüşür de. Belli ki beyin içerisinde cereyan eden tüm olup bitenler önceden tasarlanmış usta bir el tarafından ince ve ayarlanmış bir program sayesinde işlerlik kazanmakta.
      Anlaşılan hipofiz bezi hormonal dengenin lideri konumunda kendi içinde ön, orta ve arka loplara ayrılan önemli bir salgı merkezimizdir. Bu loplardan ön lop altı hormon salgılar. Mesela bunlardan büyüme hormonu gelişmeyi sağlayan hormon olarak dikkat çekip şayet bu hormon aşırı salgılanması durumunda dev cüsseli olunurken az salgılandığında ise tam aksine cüceleşme riskiyle karşı karşıya kalınacak demektir.
      Dahası öyle anlaşılıyor ki hipofiz bezi yetmedi emri altındaki tiroit, adrenal ve cinsiyet gibi salgı bezi faaliyetlerini salgıladığı hormonlarla da salgı bezlerinin faaliyetlerini kontrol altında tutarak vücudumuzdaki bir takım organların işleyişinde dengeleyici rolde oynamakta.  
       Peki, tüm bunlar iyi hoşta, salgı sistemimizin kumandası hükmünde misyon üstlenen hipofiz bezi,  nasıl oluyor da bizim birçok sırrına akıl erdiremediğimiz vücudun topyekûn işleyişi hakkında haberdar olabiliyor? Ya da hipofiz bezi vücut sisteminin çalışmasını düzenlerken aynı anda kas kaybını nasıl önleyebiliyor?   Tabii tüm bu sorulara cevap vermek öyle zannedildiği kadarıyla hiçte kolay değil,  bikere ortada insan aklının ötesinde yaratılış mucizesi denen bir hadise söz konusudur, elbette ki bu durumda cevaplanması zordur diyoruz. Her ne kadar yaratılış mucizesini biyoloji yönden açıklık getirmeye çalışsak da bu demek değildir ki tüm hormonal faaliyetlerin sırrını çözmüş olacağız. Sonuçta hipofiz bezi, Yaratıcı güç tarafından nasıl kodlanmışsa o doğrultuda hipotalamus aracılığıyla üstlendiği misyonunun gereğini yapmak için işlev görecektir. Nitekim hormonal hiyerarşik düzen hipotalamus önderliğinde hipofize aktarılıp oradan da böbrek üstü bezlerine anında etkisini gösteren bir mucizevi hadise olarak karşımıza çıkmakta. Hele ki beyin ve bağırsak arasında uzaklık mesafesine batığımızda;  beynimizin tepebaşımızda konumlandığın, böbreklerimizin de kaburga kafesimizin altında sırtımıza yaslanmış bir şekilde konumlandığını, dolayısıyla bu durumda beyin arka lobunun ince bağırsak ve rahim kaslarıyla nasıl iletişime geçtiğini bugünkü biyoteknolojik araçlar eşliğinde hayretler içerisinde izlemekten kendimizi alamayız da. Her neyse insanoğlu son derece gelişmiş Tıbbi cihazlarla yaratılış mucizesini daha yeni keşfede dursun,  şu bir gerçek Yüce Allah (c.c) bize ilham olacak keşifleri kendi vücut iklimimize yaratılışımızda kodlayıp yüklemiş zaten. Öyle ki kendi beyin dağarcığımızın hipofiz bezi başkanlığında kodlanan uzaktan kumandalı ön, orta ve arka lob hormonların işlevlerine bir bakıyoruz, hemen hepsine ayrı ayrı misyonlar yüklendiğini müşahede edebiliyoruz. Örnek mi? Mesela hipofizin arka lob kısmının yüklendiği işlevlerine baktığımızda ince bağırsak ve rahim kaslarının ihtiyaçlarını anında karşılayabiliyorlar. Hatta hipofiz bezi tüm bu yüklendiği işlevsel özellikleriyle de yetinmeyip ADH (Anti diüretik hormon) hormonu aracılığıyla da vücut su dengesin ayarlamakta. Öyle ki vücuttaki su miktarı belirli bir seviyenin altına düştüğü anda hipofiz bezi, ADH (Anti diüretik hormon) salgılanması start almış olur. Derken bu hormonun devreye girmesiyle birlikte böbreklerin idrar yapma faaliyeti ve tükürük bezlerin tükürük salgılama işlevleri yavaşlayaraktan hissettiğimiz susuzluk ihtiyacını bir iki bardak su içerekten su dengemiz normale dönmesi sağlanmış olur. Şayet ADH hormonunu hiç salgılanmamış olsa ya da az salgılanmış olsaydı şekersiz diyabet hastalığı nüksetmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla sakın ola ki hormonal dengede neymiş deyip işi hafife almayalım. Hem nasıl hafife alabiliriz ki, bir an hormonal faaliyetlerimizin aksayıp denge ayarlarımızın rayından çıktığını düşünün,   bu durumda vücut sağlığımızın sarsılacağı muhakkak.  
        Bu arada bilmem hiç düşündünüz mü bir kısım insanlar neden solaktır diye?  Belli ki bu da doğrudan beyin kumanda merkezlerinin işlevselliği ile ilgili bir durumdur. Nitekim beynimiz iki yarım küreden ibaret olup sağ yarım küre sağdaki kasları kontrol ederken sol yarım küre ise soldaki kasları kontrol eder. Bu demektir ki eğer bir insanın beyin sağ yarım küresi daha çok gelişip işlevlik kazanmışsa sağ elini, yok eğer sol yan küre daha gelişmişse sol elini kullanacak demektir. Ancak şu da var ki, şayet bir insanın her iki beyin yarım küresi de eşit bir şekilde işlevlik kazanmışsa bu durumda kontrol mekanizmaları her iki ele birden etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla bunun anlamı her iki elin rahatlıkla kullanılabilir hale gelmesi demektir. Fakat yine de yemek yerken sağ elle yemek, tuvalette temizlenirken sol elle necaseti giderme sünnetine uymakta yarar vardır. Dolayısıyla doğuştan solak olsak bile irademizi ortaya koyaraktan elimizi sağa alıştırıp yemek adabını muhakkak yerine getirmek gerekir.
        Hâsılı kelam hipofiz bezi diğer salgı bezlerin salgıladığı hormonlara kumandanlık edip salgı sistemini kontrol eden bir üst makam olarak dikkat çeker.
       Nörohormonlar sinirlerin uyarılmasını sağlayan salgı molekülleridir. Mesela mide ve bağırsakları ile beynimiz arasında iletişimimizi sağlayan 10. kafa sinirinin (vagus) uyarılmasıyla kolin ve asetil koenzim-A (Asetil-coA) birlikteliği ile asetilkolin oluşur. Derken bu noktada asetil kolin kendini takip eden diğer bir nöronun uyarılması için bir impuls vazifesi görüp,  asetilkolinesteraz tarafından parçalanarak kolin ve asetata çevrilir. Malum asetil kolinin buradaki rolü sinir ve kaslarda oluşturduğu düşük potansiyelli biyoelektrik mekanizmayla nöradrenalinin kontrol ettiği sinir telleri boyunca bir dizi oluşabilecek kimyasal değişiklerde sinir aksonlarının içinde depolanan impuls aracılığıyla tetikleyici ve uyarıcı etki yapmaktır. Eğer gönderilen uyarılar sinir hattı boyunca karşılık bulmazsa daha kaslar gevşemeye fırsat bulmadan adeta kaskatı kesilip fizyolojik tetanos denen kas kasılması hali vuku bulacaktır.
      Şurası muhakkak vücuda dışardan gelen mesajlar beş duyu organımızın reseptörlerine bağlı sinir sisteminin dendritinden gangliyona aktarılmak suretiyle gerçekleşmekte. Böylece gangliyona gelen mesajlar ilgili sinir hücresinin aksonundan geçip, ordan da merkezi sinir sisteme (beyne) ulaştırılmış olurlar. Bu arada beş duyu reseptörlerin dışında kalan ağrı, sızı, refleks, titreşim, basınç, dokunma ve hareket gibi uyarıcı ve uyandırıcı nitelikte mesajlar ise omuriliğe havale edilirler.  Hele bilhassa dıştan gelen uyarımlara karşı istem dışı ansızın gelişen ani refleks oluşumlar omurilik merkezince yürütülür. Vücudun alt kademelerinden gelen bir takım uyarıcı mesajlar ise talamusta değerlendirildikten sonra korteks denen beyin kabuğuna iletilir. Böylece alt kademelerden kortekse gelen bilgiler harmanlanıp bu kez mesajlar yukarıdan aşağıya değil de omuriliğin ön boynuzunda ki motor hücre gövdesinden geçerekten yukarılara doğru iletilmiş olunur.
       Serotonin
       Beyin mitokondriumda bulunan serotonin, korteks faaliyetlerini düzenlediği gibi krebs döngüsünün kontrol edilmesini de sağlar. Mesela proteinleri oluşturan 20 amino asitten biri glutaminler ve amitleri çoğu kez krebs ile birlikte kısa devre yapması sonucu süksinik asite dönüşür. Dolayısıyla bu tip döngüye üre döngüsü anlamında Krebs- Henseleit siklusu denir.        
     TİROİD BEZİ
     Kelebeği hepimiz severiz, ona baktıkça sanki kelebek misali ötelere kanatlanır gibi de oluruz zaten. Kaldı ki gırtlağımızda kelebeğe benzer yapıda salgı bezimizde var. Nitekim kelebek benzeri salgı bezimiz nefes borumuzun üstünde yer alıp, T3 ve T4 tiroit hormonu salgılayan bir görev üstlenmesiyle dikkat çekmekte. Ve bu söz konusu salgı bezi vücuttaki tüm iyodun neredeyse 2/3’sini kendi bünyesinde toplamakta olup bu sayede iyot içeren T3 ve T4 hormonu salgılanmış olur. Üstelik iyot salarken de kendi başlarına buyruk kesilmezler,   illa ki bağlı bulunduğu üst mercilerden gelen direktifler doğrultusunda salınımını yapmakta.  Nitekim üst merci konumunda hipofiz bezinin ön kısmında bulunan TSH (tirioit stimülan hormonu)  hormonunu trioid bezini uyararaktan tiroksin hormonunun salgılanmasını sağlayıp böylece büyüme, gelişme ve metabolik faaliyetleri gibi düzenlemelerin kontrolünde aktör bir rol oynamış olur.  Şayet yürütülmekte olan faaliyetler esnasında tiroksin hormonu fazlaca salgılanırsa bu kez salgılama faaliyeti ikinci bir emir doğrultusunda durdurulacak demektir.   Nasıl mı? Mesela Tip iki deiyodinaz enzimi katalizörlüğünde Tiroksin (T4) bir atom eksilmeyle triiyodotironin’e (T3) dönüşüp böylece vücut sirkülâsyonunu,  dışardan sindirim yoluyla alınan iyodun düzenli kullanımı ve bazal metabolizmanın hızının artırılmasının sağlanıyor olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder.   Tiroksin az veya çok salınmış hiç fark etmez normal ölçülerin dışında salgılandığında vücudumuzda birtakım rahatsızlıklara yol açacağı muhakkak. Nitekim vücuda yeterli miktarda iyot salınamaması neticesinde tiroit bezinin anormal derecede büyümesi guatr hastalığı olarak karşımıza çıkması bunu teyit eden bir durumdur.  Bu demektir ki vücudun günlük iyot ihtiyaç oranı bir gramın beş binde biri (1/5000) olup, iyot dengesi bu oranın ne altında ne de üstü üzerinde olmalı, aksi takdirde tiroit hastalığının nüksetmesi an mesesidir diyebiliriz.  
      Timus ‘H’ harfi şeklinde lenfoepitelyal bir bez olup bademciklerin yapısıyla hemen hemen aynı gibidir. Timus bezi halk tabiriyle iman tahtasının hemen arkasında kalbin önünde, yani ön tiroid bezin altında bulunur. Bir kesit alınıp mikroskobik inceleme yapıldığında ortada hassal korpuskülü (timus), hemen yanı başında genç lenfositler ve bunların arasını dolduran endotelyal retiküler dokularla karşılaşırız.  Dolayısıyla bu yapıda timüs bezinin bilhassa erken yaşlarda X ışınlarına karşı bile dayanıklı olduğu gözlemlenmiştir. Sadece dayanıklı yapısıyla mı?  Hiç kuşkusuz timusun perikard kaide kısmına ven (toplardamar) irtibatıyla bağlanıp kalp çalışmasını düzenlemesiyle dikkat çeken salgı bezimizdir. Hatta timusun bizatihi hormon olmasına binaen doğrudan lenfosit üreten bir bez olarak görev ifa ettiği de ihtimal dâhilindedir.  Nitekim lenfositlerin olgunlaşmamış haldeki timositin ileriki aşamalarda gençlik dönemlerinden daha dayanıklı ve olgunlaşmış lenfosit hale dönüştüğünde adından T-lenfositleri olarak söz ettirmesi bu ihtimali güçlendirir niteliktedir.  Nasıl mı?   Mesela sıtma gibi ateşli hastalıklarda lenfositler istilacı mikropları önce fagositize edip, sonrasında ise toksin salıp imha edecek güce erişmesi bu gerçeği teyit eden bir durumdur. Ancak kıran kırana geçen bu savaştan kurtulan mikroplardan bir kısmı belli bir süre içerisinde lenfosidin saldığı zehri tanıma avantajını yakaladıklarında bir sonraki süreçlerde yenik düşüp humma hastalığının pençesine düşme riski söz konusu olabiliyor.  
      Timusun lenfosit yapma özelliği yanı sıra az miktarda da olsa plazma hücre ve miyelositte üretebildiği,  hatta ve hatta bunlara ilaveten endokrin faaliyeti de yürüttüğü bilinen bir durumdur.  Hem nasıl yürütmüş olmasın ki,  hani aslan yattığı yerden belli olur denilir ya hep, zaten fetal ve erken doğum sonrası evresinde küçük lenfositlerin yapıldığı mekânın adı bizatihi timusun ta kendisidir. Tabii lenf organlarımızdan biri olan timusun yamadıkları da var. Malum timosit antikor üretemediği içindir koruyuculuk veya bağışıklık görevi yürütememekte, öyle ki timusu çıkarılan bir insanın zayıfladığı gözlemlenmiştir. Belli ki immünolojik yetersizlik ve antikor yapamama durumu kronik zayıflama hastalığı denen Wasting Disease neden olabiliyor.  Hakeza erken doğum esnasında birkaç hayvanın timusu çıkarıldığında ani ölüme yol açan timektomi görülebildiği gibi testisi çıkarılmış olan sıçan veya tavşanlarda ise lenfosit yapımının durduğu gözlemlenmiştir. Derken timusun küçülmesiyle birlikte yüksek dozda verilen narkozun bile etki etmediği belirlenmiştir. Neyse ki fetal evrede kemik iliği ve karaciğerde azda olsa küçük lenfositler üretilebilmekte. Hatta doğum sonrası karaciğer içerisindeki ana hücrelerden bir kısmı kan yoluyla timusa geçtiklerinde timosit yapımı gerçekleşebilmekte.
       PARATHORMON
       Paratiroid bezi sayıca dört olup, trioid bezinin arka kısmında yer alan küçücük bir bezden ibarettir. Bu bezin salgıladığı hormon bilindiği üzere parathormondur. Şurası muhakkak hormon sisteminde olduğu gibi parathormun içinde denge ayarı çok mühimdir. Nitekim parathormon normalden fazla salgılandığında kandaki kalsiyum miktarı artış kaydedip kas gevşemesi görülebiliyor.  Bir diğer parathormunun en belirgin görülebilen özelliği vücutta fosfor ve kalsiyum dengesini ayarlamasıdır. Denge ayarları alt üst olduğunda ise malum bu hormonun az salgılanması halinde tetani hastalığı vuku bulup bu tip hastalarda el ve ayak parmaklarda kıvrılmalar, büyüme çağındaki çocuklarda diş ve kemik yapısında çarpıklıklar,  deride kuruma, kan basıncının düşmesi vakalar görülebileceği gibi zekâ geriliği de nüksedebiliyor.  
      SALGI BEZLERİ
      Salgı taneciklerinin başlangıç yapımı hücre içerisinde var olan granüllü endoplazmik retikulum yoluyla golgi aygıtına taşınıp burada özel bir paketleme işleminin akabinde sitoplâzmaya geçiş yaparaktan salgı bezi olarak konumlanırlar. Böylece salgı bezleri iç ve dış salgı bezleri iki kanaldan birden işlemlerini yürütmüş olurlar.  Nitekim midenin hemen alt kısmında bulunan karaciğer ve pankreas organları salgı bezlerinin konumlandığı mekânlar olarak adından söz ettirirler. Öyle ki; beslenme, kan dolaşımı, vücut ısı ayarı, büyüme fonksiyonu, protein, şeker, tuz gibi pek çok denge ayarına yönelik bir dizi faaliyetler bu tür kaynak alanlardan start almakta. Derken kaynağında üretilen bir dizi faaliyetler neticesinde yağ, ter ve tükürük bezleri dış salgı bezi faaliyetleri cinsinden adından söz ettirirken hipofiz, adrenal, tiroit, paratiroit, epifiz, testis,  over (yumurtalık), duodenum ve böbrek üstü (adrenal bez) vs. salgı bezleri iç salgı bezi faaliyetleri cinsinden adından söz ettirmiş olurlar. Hakeza dış salgı bezleri salgılarını yağ,  ter ağızdaki tükürük bezleri yoluyla ya da geçici bir organ aracılığıyla boşaltırken karaciğer safrasını 12 parmak bağırsağına, pankreas da salgısını ince bağırsaklara göndermek suretiyle iç ve dış boşaltımını gerçekleştirmiş olurlar.  Nitekim bu noktada iç salgı bezleri salgıladıkları sıvıları doğrudan kana intikal ettirmekle çok hayati öneme haiz faaliyet yürüttükleri belirlenmiştir. Besbelli ki;  Yüce Allah (c.c), vücudumuzun dengesi için salgı bezleri halk etmenin ötesinde ayrıca bu bezleri bir takım negatif geri tepme ve kontrol mekanizmalarıyla donatmıştır. Öyle ki kontrol mekanizmalarının nasıl işleyeceği, nerede konuşlanacağı yaratılış mayamıza kodlanmış durumda olup kurulu bir saat misali kurulmuş olan her iki salgı sistemi her an ve her dem hizmet etmek için halk edilmişlerdir. Öyle ya, madem her bir düzenleyici hormonlar yaratılış mayamıza kodlanmış durumda, o halde bu noktada bizlere emanet edilen naçiz bedenimizin işleyişinde etkin rol oynayan düzenleyici ve kontrol mekanizmalarımızdan olan hormonal sistemimizi her türlü iç ve dış olumsuz etken unsurlardan korumak düşer. Zira vücudumuzun sıhhati açısından bunu yapamaya mecburuz zaten. Hiç kuşkusuz koruma kalkanlarımızın en başında oruç gelmektedir.  Nitekim insan aç kalınca mide asit birikimi baş gösterir. Ancak bir insanın oruca niyet etmesiyle birlikte asit birikimi bir anda kesilivermekte. Çünkü niyet etmekle beyine gelen sinyaller doğrultusunda derhal alarma geçilip başta sinir sistemimiz olmak üzere diğer hipofiz, tiroit, pankreas gibi salgı bezleri fırsattan istifade soluklama imkânına kavuşup böylece tüm hormonal faaliyetler dinlenme moduna geçmiş olurlar. Belli ki oruç ve açlık birbirinin aynısı işlevler değildir, birinde niyetin uyarıcı etkisi vardır, diğerinde ise biyolojik açlığın vermiş olduğu fiziki etki vardır.  Biyolojik açlığın tetiklediği metabolizmal açlıkla birlikte kanın öz gıda miktarı düşüp bunun neticesinde kemik iliği uyarılmış olur.  Derken bu türden fiziki uyarılmayla açlık giderilmeye çalışılır. Oruçta ise tam tersi bir durum söz konusu olup niyetin tetikleyici manevi doping etkisi sayesinde doğrudan kan hacmini daraltaraktan doğrudan kalbe hafifletici ve huzura erdirici ferahlık sağlar. Hem nasıl feraha erdirmesin ki,  Yüce Allah (c.c) “Ben kâinata yere göğe sığmadım, fakat mümin kulumun kalbine sığdım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutside geçen hükmün gereği niyetin kalpte yankı bulması feraha erdirildiğinin bariz göstergesidir zaten. Sadece manevi olarak mı feraha erilir, hiç kuşkusuz zahirende kalp dolaşımı hafifleyip küçük tansiyon normal seyrine geçişle birlikte kalp ritmi düzenli bir şekilde atar hale gelerekten biyolojik olarak feraha erilmiş olunur. Peki ya anemisi olanlar?  Hiç fark etmez, anemisi olanlar da oruç tuttuklarında kan üretimi daha da artış kaydedeceğinden kansızlık başlarına asla dert olmayacaktır. Derken Ramazan’da oruç tutmakla birlikte zayıfların kilo aldığı, şişmanların kilo verdiği, damar içerisinde ki yağların hızla erimeye yüz tutup kolesterol ve trigliserid değerlerinin normal düzeylere çekilmesi damar sertliğinin giderildiği gibi bir dizi metabolizma faaliyetlere olumlu etki yaptığı gözlemlenmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.v) “Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür”  hadis-i şerifi bu gerçeği teyit ediyor zaten.  
    Tabiî ki orucun faydaları sırf bunlarla sınırlı değil dahası var elbet. Şöyle ki;  oruç sayesinde bağırsak salgılarımızız yanı sıra istemli ve istemsiz çalışan kas dokularımızda istirahate kavuşmuş olurlar. Bilindiği üzere mide haznemize indirilen besinlerin sindirilmesine yönelik karışma ve kasılma hareketleri esnasında HCl (Hidroklorik asit) asit salgılanıp Yüce Allah’ın (c.c) inayetiyle mukus adlı bir sistem tam takır çalışır bir şekilde işlevini yürütmüş olur. Ve bu sayede mide içerisinde değirmen misali özümlenen besinlerin hazım işleri gerçekleşmesinin akabinde midede pepsin enziminin parçalayıcı ve özümleyici etkisiyle ayrılan bulamaç hale gelen besinler ince bağırsak laboratuvarına gönderilip burada protein, yağ, nişasta ve şekere ayrışaraktan vücut için yararlı bileşenlere dönüşmüş olurlar. Ayrıca bağırsaklarımız venöz kan, vena porta hariç diğer absorbe edilmiş halde ki besinleri karaciğere bırakaraktan bu işlemi yürütmüş olur. Ancak yürütülen bu işlemler esnasında çok az miktarda da olsa arteriyel kandan birazcık karaciğere sızabiliyor.  Hele şükür ki karaciğer, daha çok vücutta işe yarayacak olan ürünleri metabolik faaliyetlerde kullanmak üzere deposunda muhafaza etmekte.  Böylece başlangıçta cansız gibi görünen gıdalar karaciğer fabrikasında rafine edilip işlenerekten lüzumu halinde vücudumuz için ab-ı hayat kaynak üretimi fabrikası konuma gelmiş olurlar.
      İnce bağırsağın iç yüzeyi ince uzantılar diye bilinen villuslarla kaplıdır. İşte bu söz konusu villuslar sayesinde mideden ayrışan protein ve vitaminlerin emilimi sağlanır. Bu arada protein, yağ, nişasta ve şeker gibi hayati öneme haiz girdi çıktı diyebileceğimiz tüm ürünler ince bağırsak laboratuvarında işleme alındığında hangi ünitelere ayrılır derseniz,  o da malum:            
       -Proteinlerin; aminoasitlere,
       -Yağların yağ asitlerine ve gliserine,
       -Nişastanın ise glikoza ayrıştırılıyor olacak olmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki sindirim sisteminde görev alan tüm organel bileşenleri hayatında hiçbir şekilde tanışmadığı ekmeği, hiç bilmediği nişastayı şekere dönüştürüp vücudun diğer hücrelere nasıl gönderilmesi gerektiği hususunda gerekli olan eğitimi dünyaya gelmeden önce zaten anne karnındayken alınmış gözüküyor. Dolayısıyla bu noktada Nasreddin Hocanın hanımına; “Un var, şeker var, yağ var, o zaman hani helva”  diye suale eylediği sorunun cevabı, hiç kuşkusuz Yüce Mevla’nın ayrıştırma işlemleri ince bağırsakta rafineri sisteminin ve ayrıştırılan ürünlerin üretimine yönelik faaliyet yürütecek olan karaciğer kimya fabrikasının varoluş kodlarında gizlidir.  Öyle ki karaciğerin bu noktada varoluş kodlarının biyolojik yönden incelemeye alındığında gerçekten de yaratılış gayesinin gereği olarak kendisine ulaştırılan ürünleri ayrıştırdıktan sonra vücut için bin bir derde deva olabilecek türden diyebileceğimiz bir takım ilaçlar üretme görevi üstlenmiş bir ecza deposu olarak karşımıza çıkmakta.  Bu yüzden karaciğer organımız hakkında ilâç üretim tesisimiz ya da ecza depomuz dersek yeridir.  Hem nasıl öyle demeyelim ki, görünen köy kılavuz istemez misali, gerçekten de karaciğer denilince ister istemez aklımıza vücudumuzun ihtiyacı olan globülinleri hazırlayan bir kimya fabrikası olarak düşmekte. İşte bu yüzden vücudumuzda kimya fabrikası halk eyleyen Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize böylesi mükemmel donanımlı ecza fabrikamız olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Belli ki karaciğerin dolaşımdaki yeri bağırsaktan süzülerekten kendisine gelen besin özlerini tüm vücudun ihtiyacını karşılayacak şekilde gerekli yerlere ulaştırma misyon üstlenmiş olmasıdır. Öyle ki varlık nedeni yağ, et, süt yumurta gibi özümlenmiş ürünleri protein ve glikojene çevirecek hamleyi gerçekleştirmek içindir.  Karaciğerin bir diğer varlık nedeni ise glikozu enzimatik reaksiyonla glikojen halde polimerize edip böylece basit bileşikler diye bilinen laktik asit, gliserol ve pürivik asit karaciğer içerisinde önce glikoza, sonrasın da glikojene çevirme işlemini gerçekleştiriyor olmasıdır. Hatta tüm bu çevrilme işlemlerine dokular için gerekli olan glikoza dönüştürülme işlemi de buna dâhil olup glikozun glikojene çevrilmesi veya glikojenin parçalanması gibi bir dizi işlemler karaciğerde fosforilaz enzimi serisince düzenlenir de.  Öyle anlaşılıyor ki her şey bir çırpı da olmuyor belli ki tüm bu işlemler için önceden kanda depo formu şeklinde aktif galaktoz-1-P veya glikoz–6-P gibi kan şekeri oluşumlarını aşama süreçleri söz konusudur.  Derken ilk basamakta glikoz reaksiyonları fosforilaz enzimi, aminoasit türevi epinefrin ve glukagon hormonu tarafından fosfat bağlanıp karaciğerin uyarılmasıyla birlikte imal edilen tüm glikoz ürünleri kana karışmış olur. Tabii kana karışınca bir takım dengelerinde gözetilmesi gerekir. Nitekim pankreasın iç salgı bezlerinde üretilen glukagon hormonu glikojen yıkımını artıraraktan kan şekerini yükseltirken, yine pankreastan üretilen insülin hormonu da kandaki şeker miktarını düşürmüş olur.  Belli ki karaciğer şeker üretse de üretilen ürün başıboş salınmamakta, diğer bileşenlerin devreye girip katkı sunmasıyla da glikozun doz miktarı gerektiği kadarıyla ayarlanmış olur. Herhangi bir nedenle doz ayarları bozulduğunda şeker hastalığının nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz.
       Karaciğerin maharetleri burada bitmiyor, dahası var elbet. Şöyle ki; lipidin taşınması ve kan içerisinde lipit miktarının belli bir seviyelerde tutma gibi yetenekleri de söz konusudur. Oldu ya, lipit seviyesi düşüverdi, karaciğerin bu durumda ilk işi endoplazmik retikulum içerisindeki glikojeni yağ asitlerine (yağlara) çevirip kandaki lipit ve kolesterol miktarını artırmak olacaktır.  İlginçtir karaciğer kendisine gönderilen her ne bileşen varsa ayırt edip vitamine dönüştürebiliyor. Hele beslenme sistemimizde karoten içeren bir takım yiyecekleri sindirdiğimizde buna paralele olarak karaciğerimizde bu sindirilmiş gıda özünü karotinaz halde A vitaminine dönüştürebiliyor. Yetmedi bu arada alınan zehirli maddeleri de işleyerekten zehirsiz hale getirip böylece böbrekler tarafından süzülerekten üre ve ürik asit halinde tahliye edilmiş olunur.
         Karaciğer bundan başka plazma proteinlerinin sentez edildiği alan olarak da dikkatleri üzerine çeker. Dolayısıyla cilt üzerinde uygulanan ilaçların yan etkisinden kaynaklanan bir takım arızi durumlar karaciğer özel enzimlerin salgılanmasıyla önlenebiliyor. Özellikle bu yan etkilere karşı kolesterol sentezinin yanı sıra çoğalan endoplazmik retikulum sayısı çok önem arz eder. Ayrıca böyle olumsuz durumlara karşı karaciğerde normal dolaşımın dışında %80 civarında safra tuzu dolaştırılarak enterohepatik denilen karaciğer iç dolaşımı geliştirilir. Şayet karaciğerle ilişik safra yolları (kanallarının) tıkanmışsa safra asidinin salgılanması gerekecektir. Nitekim karaciğer bu durumda tıkanmaya yüz tutmuş kanalları açmaya yönelik daha fazla safra asitleri salgılamak için devreye girer de. Derken bu arada salınan safra asidinin bir yandan lenf içerisine, diğer yandan da kana aktarılmak suretiyle sarılık hastalığının önüne de geçilmiş olunur.
         Karaciğer bez yapıda bir organ olduğu için hücre yapıları iri çekirdekli bir şekilde bölünüp kendini yenileyebilen bir organ olarak da adından söz ettirir. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, baksanıza vücudumuzun en büyük bezi olma özelliği ona has kılınmıştır. Öyle ki karaciğer bezlerimiz icabında salgılarını safra kanalı yoluyla duodenuma (12 parmak bağırsağına) boşalttığı durumlarda ekzokrin tip bez (dış salgı bezi) olarak görev ifa ederken. Kendisi tarafından sentez edilen maddelerin birçoğunu kana aktardığı durumlarda da endokrin tip bez olarak görev ifa etmiş olur. Hatta karaciğer bezlerince çok miktarda lenf sıvısı üretilmenin yanı sıra özel savunma hattı, yani immunite sistemin oluşumunu sağlayan fagositik hücrelerde üretilir. Malum fagositik hücreler aynı zamanda pigment granülleri, eritrosit parçalanma ürünleri, Fe granülleri gibi parçalanma ürünlerini fagosite eden kupffer hücreleri olarak bilinir hep. Şu da var ki kupffer hücrelerinin azalmasıyla birlikte karaciğer yetmezliği (siroz hastalığı) nüksedebiliyor. Neyse ki karaciğerin bir kısmı ameliyatla çıkarıldıktan sonra tez elden hemen kendini yenileme sürecine girip, zaman içerisinde normal konumuna kavuşabiliyor.  Bu arada unutmayalım ki omurgalılar içerisinde en fazla yenileme kabiliyeti gösterebilen canlı varlık hiç kuşkusuz farelerdir. Dolayısıyla diğer omurgalıların büyüklüğü arasında yenilenme ters orantılı seyretmektedir. Omurgalı canlıların hemen hepsinin karaciğerinde rejenerasyon için konuşlandırılmış lobüller bulunur. Lobüller üçgen şekilli bağ doku içerikli yapıda olup karaciğerin fonksiyonel birimleri olarak addedilirler. Bazen bu dokular altıgende olabiliyor. Söz konusu karaciğer lobüllere karbon tetraklorür verilmesi durumunda doku bozulmasına (çürüme-nekröz) neden olabiliyor. Böylece nekrotik hücreler bir yandan otoliz yöntemiyle yok edilirken diğer yandan karaciğer lobüllerin uç kısımlarında yer alan hücreler mitoz bölünmeyle çoğalaraktan takriben 5-6 gün içerisinde karaciğerde lokal urlar belirebiliyor. Neyse ki bunlar zararlı olmayan hücre hasarların tamir edildiği bölgeler olarak konumlanmaktalar. Ancak doku hasarına bağlı olarak nükseden aşırı nekroz durumlarında eğer karbon tetraklorür düzenli aralıklarla verilirse normal dokunun yerini fibröz doku alacaktır.  Yok, eğer bunda da sonuç alınamıyorsa bu noktadan sonra artık siroz hastalığı kaçınılmaz hal alacaktır.
        Her ne kadar karaciğer epitel hücreleri çok ileri düzeyde mitoz bölünmelerle kendini yenileseler de sonuçta her faninin başına gelen alın yazısında olduğu gibi safra kanallarının çevresindeki hücreler duktusu dolduran kanal hücrelerine dönüşmesiyle birlikte ölüm onlar için de kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Bu arada safra sıvısı da kendine bir yol (kanal) belirleyip şayet nekroz olmuş sirozit haliyle, şayet mitoz bölünmelerle yeniden safra kanalı epitelyum hücrelerine dönüştüğünde karaciğer fonksiyon testleri normal düzeylerde seyretmiş olacak demektir. Hatta karaciğerin daha da normal seviyelerde fonksiyon kazanması için çok özel yapıcıların da devreye girmesi gerekir. Ki, bu noktada karaciğeri yeniden aktive edici epinefrin ve glukagon olarak, yani antisiyotik etken hormon olarak devreye girerler de. Bu arada reaksiyona girip parçalanma sonucu açığa çıkan bazı zararlı ürünler ise safra içerisinde dışarıya atılmış olunur. Bu bakımdan safra hazım olayında önemli bir fonksiyon üstlenmiş bir boşaltım salgısı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca kan plazmasının yapımı için karaciğerde birçok protein sentezi yapımı gerçekleşip kana verilir. Dolayısıyla karaciğer karbonhidratların hem depo edildiği, hem de boşaltıldığı bir mekân olarak vazife görür.
      Karaciğer içerisinde safra yolları diye bilinen kanalcıklar da bulunur. Zaten öd denilen zehirli sıvı karaciğer tarafından üretilir. İlginçtir bu zehir herhangi bir deney hayvanına enjekte edilse o hayvanı anında öldürebilirken kendi bünyemizde üretilmesi hasebiyle bize herhangi bir zararı dokunmaz,    tam aksine bu zehir sayesinde yağların sabunlaşmasının yanı sıra sindirilmesi gerçekleşir. Derken bağırsaklardaki pis kokulardan bu sayede kurtulmuş oluruz da.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-2

Mesaj tarafından Selim Çarş. Tem. 26, 2023 8:33 pm

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-2
SELİM GüRBüZER
      SAFRA KESESİ
      Malumunuz Safra kesesi;
       -Korpus.
       -Fundus,
       -Boyun olmak üzere üç kısımdan meydana gelir.
    Safra kesesi karaciğerin alt kısmında içi boş bir organ olmanın yanı sıra armut şeklinde, ya da ampule benzer bir görünümdedir. Fakat patolojik durumlarda ister istemez şekli,  büyüklüğü ve doku biçimi değişebiliyor. Bu arada safra kesesinin oluşturan safra hücreleri safra ifraz etmek için vardır. Zaten safra kesesi şayet salgısını ifraz etmezse o vücut besinini hazmedemez duruma gelecektir.
       PANKREAS
       Karaciğerden sonra sindirim kanalına bağlı en büyük bezimiz pankreastır. Bulunduğu konum itibariyle de midemizin sol alt tarafında,  duodenumun hemen yanı başında ve dalağa çapraz konumda yer alır. Görünüm bakımdan ise yaprağı andıran, 15-20 cm boyunda, ortalama 100 gr ağırlığında 12 parmak bağırsağına açılan beyaz pembe renkli ekzokrin (dış salgı) ve endokrin (iç salgı)  bez olarak dikkat çeker. Pankreas organımız bir yandan ekzokrin bez olarak sindirim enzimleri salgı rolü üstlenirken diğer yandan endokrin bez olarak da vücudun karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen iç salgı rolü üstlenip böylece karma bir bez olarak adından söz ettirir. Pankreasın bir başka dikkat çeken yanı ise insülin ve glukagonu doğrudan kana karıştırma da rol üstlenmesidir. Diğer tripsin, steapsin ve amilopsin gibi hormonlar da malumunuz Wirsung kanalı (anapankreas kanalı)  yoluyla on iki parmak bağırsağına dökülürler.  Peki, onca işlerde rol üstlenen bu denli hayati öneme haiz pankreasın oluşumu nasıl vücut bulmuştur derseniz,  insan anatomisi ile ilgili kitaplarını karıştırdığımızda cevaben asinüs adı verilen ve sayıları milyonları bulan keseciklerden teşekkül ettiğini görürüz. Yemeğe başladığımız zaman asinuslar (hücresel salgı birimleri) sinir sisteminden aldıkları sinyaller eşliğinde sindirimi kolaylaştırıcı salgılar çıkarıp böylece tripsin,  kimotripsin, karboksi polipeptidaz, ribonükleaz, dezoksirisonükleaz, amilaz ve lipaz gibi sindirim enzimlerin katalizörlüğünde yediğimiz besinlerin vücuda yarayışlı hale gelmesinde mühim rol oynamış olurlar. Hatta söz konusu enzimler bununla kalmayıp besinler içerisindeki proteinleri amino asitlere çevirirler. İşte bu tür değişim veya dönüşümlerin neticesinde amilaz karbonhidrat grubundan nişastanın şeker haline gelmesinde etken rol oynarken, lipaz ise safra salgısıyla birlikte yağ ve yağ asitlerin gliserole çevrilme işlemini gerçekleştirir. Bu demektir ki, hiçbir dönüşüm tesadüfen meydana gelmiş değil, her bir dönüşüm kendi yüklenmiş olduğu misyonunun gereğini yapmakla ortaya çıkan bir dönüşüm söz konusudur. Tabiî ki pankreasın yüklendiği misyon bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet.   Mesela kanımız hemen hemen her gün yüzü aşkın sayıda glikozu bünyesinde taşımasına rağmen kandaki glikoz değerleri 100ml/100 miligramı geçmemektedir. Keza kalsiyumda öyledir. Belli ki pankreas kendisini oluşturan pankreas hücreleri tarafından insülin hormonu salgılayaraktan kan şeker ayarı dengelenmiş olmakta. Ancak şu da var ki; aşırı derecede insülin salgılandığında hipoglisemi hastalığı nüksederken bunun tam aksine az salgıladığında ise yüksek seviyelerde hiperglisemi denen şeker hastalığı nüksetmekte. Anlaşılan kan şekerinin düşmesi ya da artış kaydetmesi durumunda hormon denge ayarımız kayba uğrayabiliyor. Her şeye rağmen yine de vücudumuzda öyle mükemmel biyolojik nizam tesis edilmiş durumda ki denge kaybına uğrayan vücudun herhangi bir bölümü vücudun bir başka denge unsurunca onarılaraktan yeniden fabrika ayarlarına dönüş mümkün olabiliyor. Nitekim haberleşme sisteminin önemli sacayaklarından sinir ağımızın her bir elemanı bu denge sistemi içerisinde icabında denge unsuru olarak aktif rol oynayabiliyor.
      İnsülin
      Aslında dışarıdan aldığımız her türlü protein, yağ ve şeker türü besinler vücut iklimimizde sindirilip yakıldıktan sonra bir bakıyorsun vücudun bir başka negatif geri tepme bağlantılar eşliğinde kan içerisinde normal seviyelerde tutulabiliyor.  Bir noktada tutmaya yapmaya mecburlar da.  Zira kan şeker düzeyinin belirli seviyelerde tutma işlemleri homeostasis denge sistemiyle sabit tutulabilmekte. Hakeza ısı dengesi de öyledir. Şayet homeostasis dengemiz normal olması gereken hedeflerden sapma gösterdiğinde bir takım sağlık problemleriyle karşı karşıya kalacağımız muhakkak.  Örnek mi? İşte şekerli besinlerin yeterli derecede yakılamamasından dolayı diyabet hastalığı (şeker hastalığı) vuku bulması bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim kandaki glikozu yakan esas faktör insülin hormonudur. Kaldı ki insülin yapı bakımdan bir protein hormon olup kan şekerinin düşürülmesinde etken bir faktördür.  Bu nedenledir ki insülinin azlığı veya üretilememişiyle ortaya çıkan komplikasyonlara bağlı olarak nükseden hastalıklar diabetes mellitus (şeker hastalığı)  olarak addedilirler. Şöyle ki; insülin bir protein yapıda bir molekül olduğundan hazım kanalında proteolitik enzim etkisiyle özelliğini her an yitirebiliyorr. Bu bakımdan glikoz artışında hastalara ağız yoluyla insülin verilmemesi gerekir, uygun olan damardan verilmesidir.
       Bilindiği üzere insülin hormonu pankreas dokusunun langerhans adacıkları tarafından salgılanır. Özellikle salgılanma esnasında granüllü endoplazmik retikulum faktörü çok önem arz eder. Öyle ki pankreas, sırf insülin hormonu salgılamakla kalmaz aynı zamanda kandaki glikoz ayarını dengelemek için de yine elindeki en önemli silahlarından insülin ve adrenal hormonlarını kullanmayı da ihmal etmez. Böylece insülin ve adrenalin hormonlarının karşılıklı negatif geri tepme bağlantılarının etkileşimleri eşliğinde normal kan şeker oranı  %90 - %110 arasında eşik değerlere çekilerekten sabitlenmiş olur.  Belli ki insülin bir yandan kan şekerini yakarak hipoglisemik görev üstlenirken diğer yandan da böbrek üstü bezi adrenal ise boş durmayıp dokularda depo halde bulunan glikojeni serbest halde kana aktarıp böylece kandaki şeker oranını artırmış olmakta. Derken adrenal ve insülin hormonları adeta kafa kafaya verip biri düşürücü, diğeri de yükseltici etki yaparaktan kandaki şekeri normal seviyelerde dengede tutmuş olurlar.  
       Bu arada yeri gelmişken şunu belirtmekte fayda var; kan protein ve lipitleri yakan mekanizmaların nasıl işlerlik kazandığı daha henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuş değildir. Aydınlatılamaması da gayet tabiidir. Çünkü vücut sarayı nice sırlarına ermediğimiz kompleks mükemmel sistemlerle donatılmıştır.
         Glukagon
         Glukagon bir proteohormon olması hasebiyle pankreasın Vangerhans odacıklarından salgılanır.  Kan şeker seviyesinin eşik değerin altına düştüğünde ise karaciğerin glikojen sentezleme fonksiyonunu hızlandırıp hipoglisemi şokun önüne geçmiş olur. Nitekim bu özelliğinden dolayı glukagona hiperglisemik faktör gözüyle bakılır.
        Malumunuz insülin azlığı veya yokluğunda normal kan şeker oranı alarm verip hiperglisemik bir tabloyla karşı karşıya kalınırken glukagon azlığında da tam aksine hipoglisemik bir tabloyla karşı karşıya kalınır. Böylece her iki hormonun karbonhidrat metabolizması üzerinde zıt yönlü karşılıklı etkileşimlerinin neticesinde vücudumuzun tüm protein balansı dengelenmiş olur. Dolayısıyla insülinsiz hormonlar (growth hormonları) büyüme ve gelişmeye yönelik hormonlar olarak addedilmezler. Zira insülinin protein metabolizması üzerine doğrudan tek başına etken unsur değildir. Hakeza pankreas bezleri de tüm faaliyetlerini tek başlarına yürüten tek etken unsur olmayıp hipofiz bezinin önderliğinde tripsin, amilaz ve lipaz türü enzimlerin katalizörlüğünde insülin hormonu salgılanmakta.   Derken kan şekerinin normal seviyelere çekilmesinde aktif rol alaraktan böylece vücut dengemiz sağlanmış olur.  Hatta tripsin, steapsin ve amilopsin üç grup parçalayıcılar olarak da adından söz ettirirler.  Madem öyle kendilerinden kısaca bahsetmekte fayda vardır elbet.
                                                              Tripsin
    Tripsin proteinleri parçalayan hormon olup;
     -Kimotripsin,
     -Karboksipeptidaz,  
     -Deoksiribonükleaz ve ribonükleaz olarak kategorize edilir.
    Tripsin bilhassa pH 7,9 şartlarında midede etkisini gösterirken karboksipeptidaz enzimi de pH 5,2-6 şartlarında bağırsakta etkisini gösterir. Hakeza kimotripsin ise pH 8 ve kimotripsinojenin bulunduğu ortam şartlarında etkisini gösterip hele bilhassa çocuklarda son derece daha aktif haldedir.
    Tripsin pankreasın salgı hücreleri tarafından üretilir üretilmez ilk elden bağırsak kanalına ulaştırılıp buradan ince bağırsak hücrelerinin inaktif halde ifraz ettiği enterokinaz enziminin etkisine girerekten aktif hale gelir. Derken pankreastan salgılanan diğer kimotripsin, karboksipeptidaz deoksiribonükleaz ve ribonükleaz türünden proenzimler tripsin inhibitör madde sayesinde bağırsağa kadar inaktif bir şekilde yol kat etmiş olurlar. Şayet böyle bir inhibitör baskılanması olmasa bu durumda pankreas dokusu sindirilip parçalanması kaçınılmazdır.  Nitekim Akut pankreatit hastalığı halinde aktif tripsin salgılanması bu durumu teyit ediyor zaten. Neyse ki bu hastalığın tedavisinde tripsin salgılayan kısım cerrahi müdahaleyle kesilip alındığında pankreas kendisini yenileyebiliyor.
                                                                Pankreozimin
       Pankreozimin kimüs asit etkisiyle duodenumda (12 parmak bağırsağı)  parathormonun salınmasında etkin unsur olduğu gibi pankreastan salgılanan tripsin,  kimotripsin, karboksipeptidaz, amilaz ve lipaz gibi diğer enzimlerde sindirimde etkindirler.
                                                                        Secretin
       Secretin 27 amino asitten oluşmuş bir polipeptit dizisi olup duodenum mukozasında ve ince bağırsak mukozasında asit timus uyarıcılarının etkisiyle kanda pepsin salınmasını hızlandırır. Peki, sadece pepsin salınımını hızlandırmakta,  elbette ki hayır,  bunun yanı sıra pankreas öz suyunun ince bağırsağa salınmasında da etken unsurdur. Ancak şu da var ki secretin öz suyunun salınması duodenum gastriti olanlarda tıpkı hidroklorik asit  etkisi gibi yan etki yapıp mukozada bir takım yanmalara neden olabiliyor.
                                                                       Steapsin
        Steapsin pankreas lipaz enzimi olarak bilinip lipitleri parçalayıcı özelliğinin yanı sıra aktif haldeki yağları gliserin ve yağ asitlerine çevirecek şekilde de etki yapar. Ancak steapsin etkisi inaktif olduğunda pankreasta yağ birikimine paralel olarak bir takım sindirim bozuklukları baş gösterebiliyor. Bu durumdan hastaların mutlaka özel diyete tabii tutulup yağlı ve şekerli gıdalardan uzak kalmaları öğütlenir.  Zaten uzak kalınması da gerekir ki steapsin lipaz enzimi, lipitleri pH 8’de parçalayıcı etkisin gösterebilsin.  Ta ki parçalama işlemleri sona erer ancak o zaman pH değerleri normal seviyelerine çekilmiş olduğu görülür.
                                                                      Amilopsin
       Amilopsinin en temel özelliği;  
       -Karbonhidratların sindirimini temin eden pankreatik amilaz olması,
       -Selüloz dışında bütün karbonhidratları parçalama özelliğine sahip olması,
       -Nişasta, glikojen ve diğer polisakkaritleri disakkarite çevirme işlemini gerçekleştiriyor olması,
        -pH 7,1 de etkili olmasıdır.
                                                                    Apandisit
       Apandisit kese şeklinde sekum denen bir bölgenin divertikülüdür. Öyle ki bu söz konusu kese tüp biçiminde kör bir uzantıyı andırır.  Apandisitin en dikkat çeken yanı üçgenimsi bir lümen, dışta kalın bir tabaka içerisinde düzensiz asit salan lieberkühn hücrelerden (bezlerinin) oluşan bir yapıda lenfatik dokunun içine girerekten lenf nodüllerini oluşturuyor olmasıdır.  Bu arada bir takım besin artıklarının bir kapsül biçiminde dışı yağla kaplanıp lieberkühn’ü tıkaması neticesinde barsak paraziti veya özel bir bakteri aracılığıyla apandiks nüksedebiliyor.  Derken kör bağırsak bölgesinde çürüme şeklinde doku harabiyeti oluşur da.
        Hâsılı salgı sisteminin meydana getiren bezler hakkında en son vücut dengesinin muhafazasında hayati önem haiz bezler dersek yeridir.
                                                                     Böbrek
       Böbreğin birçok biyokimyasal işlevi olmakla beraber asıl fonksiyonu süzüm işlemlerinin neticesinde idrar oluşturmasıdır. İşte bu süzüm özelliğinden dolayıdır ki plazma ve doku aralarında değişik yoğunluklarda sıvılar birtakım filtre işlemlerinin akabinde idrar haznesinde toplanıp hem su sıcaklığı (ısı hidril) hem de sabit iyon dengesi sağlanmış olur. Zaten böbrekte çok sayıda zengin lenf damar ağının korteksle bağlantısının varlığı bunu teyit ediyor. Ayrıca medulla ve papillada lenf dolaşımı olmadığından sıvının atılımından arta kalan üre kana geçmektedir. Şayet üre kana karışmamış olsa böbreğe yakın doku lenfasının pıhtılaşmasına paralel junction meduller kan dolaşımın devre dışı kalmasına yol açıp böylece böbrek taşı oluşumuyla birlikte idrarda yanma olarak yansıyacaktır.      
       ADRENAL
       Böbreğin üzerinde üçgen şekildeki parmak ucu uzunluğunda bezler fiziki görünümüyle adrenal bez olarak addedilirken, soyut yönüyle de korku, kaçış veya tepki hormonu olarak addedilir. Öyle ki herhangi bir tehlike anında kanda adrenalin yükselmesiyle birlikte alında boncuk boncuk ter damlacıkları döker hale gelindiği gibi ağızda kuruluk oluşma hali de belirir.  Derken bu durumda kalp ritminin hızla çarpmasıyla birlikte gayri ihtiyari anlık refleks hali ya da durum vaziyetten kaçış eğilimi görülür. Hayvanlarda ise malum tüy kabarması görülür. Belli ki her iki böbreğimizin üst kısmında üçgen şeklinde kabuk (korteks) ve öz (medulla) kısımdan oluşan adrenal bezlerimiz konu mankeni olarak konuşlanmış değillerdir. Bilakis medullayı oluşturan hücreler noradrenalin hormonu salgılayaraktan tansiyonun yükselmesine, hızlı kalp atışına ve kan şekerinin artış kaydetmesinde etken unsur olunurken korteks bölgesinde kortizon hormonu ve aldosteron hormonu salgılayaraktan vücutta karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici rol üstlenmenin yanı sıra amino grup asit ve yağları glikoza dönüştürüp karaciğerde depolanmasında da etken unsurdurlar.  Kaldı ki son yapılan araştırmalarda elde edilen verilerden hareketle artık kortizonun insanı birçok hastalıktan koruma kalkanı hormon görevi ifa ettiği anlaşılmıştır. Nitekim bir insanda sol böbrek alınsa bile kortizon hormonunu bu durumda boşluğu giderecek bir rol üstlenecektir.  İşte bilim adamları kortizon hormonun bu özelliğinden hareketle laboratuvarlarda yapay kortizon ilaç üretmeyi nihayetinde başarabilmişlerdir. Buna mecburdular zaten,  zira kortizon salgısının azalmasında veya durması halinde Addison hastalığı denen böbrek yetmezliği nüksetmekte. Tunç hastalığı olarak da bilinen bu hastalık vücutta zayıflama, yorgunluk belirtileri,  saç dökülmesi, vücutta yer yer koyu kırmızı renk döküntüler ve tansiyon düşüklüğü amereler eşliğinde iyiden iyiye kendi özgül ağırlığını gösterir.  
      Tabii aldosteron hormonunun işlevleri bunlarla sınırlı değil dahası var elbet,  vücuttaki kanı temizleyip su ve tuz dengesini ayarlayıcı steroid hormonu olarak da işlev görmekte. Fakat aşırı aldosteron salgılanması halinde böbrekte sodyum tutulumunun artmasına neden olabiliyor. Ezcümle,  böbrek üstü bezleri alınan bir insanın takriben iki gün içerisinde ölmekte olduğu gerçeği adrenal bezlerin hayati önemini tek başına anlatmaya yeter, artar da.
        Üreter (üretra)-üst idrar kanalı
        Üreter erkek ve kadında birçok bakımdan farklıdır. Kadında kısa bir pasaj görünümde olup varlık nedeni boşaltım işlevi üstlenmesi içindir. Kadın vajinal bölgesi yüksek konsantrasyonda asidik (pH 4) sıvı içermekte olup bu sayede dışarıdan gelebilecek herhangi bir patojen etkene karşı rahim korunmaya alınmış olur. Üstelik böyle asidik sıvı ortamın oluşmasına yine bir başka mikroorganizma aracılık etmektedir. Nitekim laktobasil cinsinden mikroorganizmalar vajinal bölgenin salgıladığı glikojeni parçalamasıyla birlikte mevcut ortam süt aside çevirip pH değerini yükseltmiş olur. Ayrıca kadında yumurta hücresinin döllendiği kanal fallop tüp diye tanımlanır. Özellikle fallop tüpün döllenme noktası olarak seçilmesi belli bir plan ve programın varlığını ortaya koyar. Zaten böyle bir programlanma olmasa döllenme karın boşluğu, yumurtalık, ya da rahim içerisi bir yerde olacaktı. Nitekim fallop tüp dışı bir döllenme dış gebelik sebebidir. Ki; bu tip istisnai durum çoğunlukla anne ve bebek için ölümcül tehdit unsuru oluşturabiliyor. Belli ki fallop tüpünün tercih edilmesinin arka planında, fallopun döllenen yumurta hücrenin rahime geçiş için ön hazırlık işlemlerinin gerçekleştirileceği en ideal mekân olması yatmaktadır.  Hatta bu mekân yeni bir yumurta oluşumuna geçit vermeyen bir özellik taşır. Demek oluyor ki ne yumurtalık gebeliği, ne de dış gebelik derde çare olabiliyor. Meğer çare “ol” emrin gereğini yapan programın şifrelerinde gizliymiş.
       Üretra erkekte uzun bir tüp olup, idrar ve genital boşaltım yollarından gelen salgı ve semeni sevk etmekle görevlidir. Yani ürogenital bir kanal işlevi görür. Bu arada sıkça duyduğumuz böbrek enfeksiyonu rahatsızlıklar bu kanalda erkeğe göre kadında çok daha sık rastlanır.        
       Yardımcı erkek genital organ bezleri
       Yardımcı erkek genital organ bezler testisin boşaltım kanalına açıldığı bez grubu olup;
       -Vesicula seminalis,
       -Prostat,
       -Bulboüretral bez olarak bilinirler.
      Gerek seminifer tüplerin oluşturduğu ampulümsü bezler, gerekse Leydig salgı hücreler çift yapraklı bir zarla (tunica vaginalis)  çepeçevre kuşatılaraktan ambalaj haline getirilip böylece testis arkasında yer alan 10-15 adet civarı ductus deferens (kanalcıklar) vasıtasıyla tek kanallı ductus epididimis’e doğru geçiş yaparlar. Ve geçiş yapılan yer spermler için yumurta hücresiyle vuslatın gerçekleşeceği güne dek hareket kabiliyetini artırmaya yönelik yüzme eğitim tesisi olur da. Keza bu mekânda bir yandan vuslat öncesi normal vücut sıcaklığın 2 santigrat derece aşağısında (34,5 santigrat derecede) tutulurken, öte yandan Leydig hücrelerin salgıladığı früktoz şekerinden enerjik durum kazanmış olur.  Spermlerin enerjisini boşa harcamamak içinde, yani boş yere hareket etmelerinin önüne geçmek adına ortamın asidik değeri ise pH 6,7’de tutulur. Bu arada her ne kadar birçok canlılık faaliyetleri için 36,5 santigrat derece ideal bir sıcaklık değer olsa sperm için bu ideal değer değer sadece döllenme anında gereklidir. Çünkü döllenme öncesi 34,5 santigrat derecelik sıcaklık vesikula seminalis (kese şeklinde tüp) ve ampul bezlerin karışık bulunduğu bolca salgı yapan küçük epitel hücreler has kılınmış bir sabit sıcaklıktır bu. Belli ki bu sabit sıcaklık spermin muhafazası için gerekli ortam sıcaklığı olup, bu söz konusu sıcaklık derecesi testislerin barındığı torba içerisinde sabit tutulur.  Öyle ki birçok ateşli hastalıklara bağlı olarak vücut sıcaklığı 39 santigrat dereceye çıksa bile 34,5 santigrat derece bu bölge için yine her daim sabit tutulmakta. Böylece ortamın hem buharlaşmasına, hem de büzüşmesine geçit verilmemiş olunur.  Bilindiği üzere vesicula seminalis bezler mukoza, epitel ve dış lamina denen elastik lif bakımdan zengin üç tabaka yapı üzerine kurulu olup testisler tunica vaginalis zarı ambalajı içerisinde epididimis’le beraber ortak çift yataklı bir oda (skrotum) içinde muhafaza edilmiş haldedir.  Böylece korunaklı bu yapının septum bölmesi sayesinde skrotum içerisindeki iki testisin birbirine teması önlenmiş olur. Hatta oda içerisindeki salgı hücrelerince salgılanan lipokrin pigmentler ilk defa puberta döneminde sakal ve bıyık çıkmayla birlikte çocukluktan erişkinliğe geçiş safhası cinsel olgunluğu gösteren bir işaret taşı olarak kendini gösterir. Hatta delikanlılık çağı ilerledikçe lipokrom pigment sayısı da o oranda artmaktadır. Şu da var ki bir şekilde erkeğin testisleri alındığında zaman içerisinde vesicula seminalis fonksiyonunu yitirmiş olacaktır. Ancak testesteroh hormonu enjekte edilirse erkeklik fonksiyonu tekrar yeniden kazanılabiliyor.
        Bulboüretral bezler
        Bulboüretral salgısı berrak akıcı olması hasebiyle proteince zengin mukoz bez olarak bilinir.  Hatta bu bezin salgısı spermlerin beslenmesine ve sıvı yoğunluğunun azalmasına yarayıp, böylece spermlerin hareketini kolaylaştırır. Bu arada sperm sayısı kişiden kişiye göre değişip yaşlandıkça azalmaktadır.  Bulboüretral bez elips ve bezelye biçiminde olup normal ağırlığı 24 saatte 10 –15 gram olabileceği gibi 184 -200 gram ağırlığı kadar da çıkıp bu miktara ulaşan bez kronik atılım denen immunoglobulin aracılığı ile atılmaya çalışılsa da her halükarda kişi üzerinde hipertansiyona bağlı ani komalar görülebiliyor.
        Prostat
        Prostat atkestanesi büyüklüğünde, aynı zamanda mesaneden (idrar kesesi) çıkan ve üretrayı çepeçevre saran glandula bir bezdir. Ayrıca bu bez çok kanallı ve sitoplâzması bol salgı salan granüllü epitel hücrelerinden teşekkül eder. Fakat yaşlılıkta prostat büyümesi esnasında bu salgılar mesaneye baskı yapıp, sık sık idrara çıkmanın yanı sıra idrar sırasında yanmaya da (sızlama) neden olur. Bu durumda kastrasyon (hadımlık) sonrası epitel hücreleri küçülmesiyle birlikte salgı granülleri kaybolmaya yüz tutar. Böylece prostat salgısı sırasında protein miktarının azalış kayd etmesiyle birlikte proteolitik enzimi fazla açık vermiş olur. Öyle anlaşılıyor ki prostat salgı çok karmaşık bir yapı olup, kireçleşince mesane kalküli (mesane taşı) oluşumu vuku bulur. Öyle ki kireçleşmiş taşların büyük olanları bez içerisinde kalıp kistik oluşumuna da yol açmakta.  Bu durumda ister istemez prostat bezinin alınması kaçınılmaz hal alır. Hatta fazla sayıda asit fosfataz enziminin salgılanması da prostat hastalarında sık görülen bir illettir. Nitekim kandaki asit fosfataz yükselmesiyle birlikte prostat karsinomu vuku bulur da.
        Şurası muhakkak; akut miyokard enfarktüsü, konjestif kalp yetmezliği, hepatitis (sarılık), lösemi (kan kanseri), neoplastik hastalıklar ve diğer enfeksiyöz mononükleoz (öpücük hastalığı) gibi arızi durumlarda serum laktik dehidrogenaz (LDH) enzim miktarı artmaktadır. Akut koroner yetmezliği, angina pektoris (göğüs hastalığı), gut hastalığı, akut kolesistitte, Llupus eritematozus (sle), kronik viral hepatitis,  kaloderma, laennec sirozu gibi hallerde ise kolinesteraz enzimi miktarında artış gözlemlenmiştir.
        OVER VE TESTİS
       İnsanda en büyük hücre nedir sorulduğunda verilecek cevap elbette ki ovum hücresinden başkası değildir.  Nitekim bu hücre nihai olgunluğa ulaştığında çıplak gözle bile görülebiliyor. Ovum hücresi morfolojik olarak da malum yumurtalığın sağlı-sollu fallop tüplerin saçaklı kutuplarında konaklayan yumağımsın bir top görünümündedir.  Yumağın iç kısmında ise medulla ve korteks tabakaları vardır.  Peki, bu tabakalar ne işe yarar derseniz, korteks yumurta ve folikül hücrelerin etrafında koruyuculuk görev üstlenirken medulla tabakası da dal budak salmış durumda kan damarlarını oluşturup yumurta hücrelerin beslenmesini sağlar. Ovum hücresini bütünüyle işlevliğini göz önüne aldığımızda adına uygun davranıp over hormonu salgılayan hormon olarak dikkat çeker.
       Oogonnium denen ana yumurta hücrenin mitoz bölünmeye uğraması esnasında oluşacak olan oosit’in dış kısmı yassı epitelyum hücre ile sarılı olması hasebiyle mevcut yapı primer folikül (birinci folikül) olarak addedilir. Derken bölünmenin ilk aşamasının tamamlanmasıyla birlikte tek folikül hücre içeren yumurta hücresi (oosit) oluşur. Ancak yumurta bazı istisnai durumlarda iki veya üç folikül olabiliyor. Ki; bunlar zaten daha olgunlaşmasını tamamlamadan ömrü tükenmiş olur. Vadesi dolmamış folikül hücreler ise bulunduğu konum itibariyle gelişim kayd edip birden fazla hücre dizilimi meydana getirecek şekilde çoğalırlar. Söz konusu çoğalan hücre dizilimi yumurta hücre etrafında glikoprotein içeren zona pellusida jelimsi bir örtü oluşturup ilişiğindeki kanalcıklar vasıtasıyla beslenmeye alınırlar. Böylece folikülün bu safhaya erişmiş görünümü ikinci folikül keseciği (sekonder folikül)  şeklinde tezahür eder. Akabinde ise antral follikül denen büyük boşluk oluşup içerisi liquor folliculi sıvıyla çevreli bir yapı oluşur. Kuşkusuz bu oluşan sıvının en önemli yanı protein, hyalüronik asit ve östrojen hormonu bakımdan zenginlik içerip yumurtanın yumurtalıktan dışarı atılması bu özel sıvı sayesinde gerçekleşir. Böylece yumurtalıktan atılan yumurtayla birlikte cinsiyet hücreleri kendini yenilemiş olur. Bir başka ifadeyle rahim iç duvar cidarlarının dökülme işlemlerini takiben yenilenme olayı gerçekleşip bu sayede menstrüasyon (aybaşı hali) vuku bulmuş olur.  Derken bu olayla birlikte   “Her dem canlar yeniden tazelenir” misali rahim iç yüzey hücrelerin  %75’i yenilenmiş halde adeta yeni bir hayata göz kırpmış olur. Kelimenin tam anlamıyla lutein hücrelerinin yıkımıyla birlikte progesteron hormon salınımı azalıp adet kanamasının akabinde yeniden diriliş vuku bulur.
      Peki,  ikinci follikül aşamasından sonra ne var derseniz, bizatihi ikinci folikül hücrelerin oluşturdukları boşluk içerisinde yumurta hücresinin folikül tekası (thea folliculi)  kılıfı ile kuşatılmışlığı şekliyle ortaya çıkan üçüncü folikül veya graff folikülü denen bir yapı vardır Yumurta hücresi ta ki ileride (buluğ çağında) döllenene kadar graff folikülü (sanduka) yapı içerisinde muhafaza edilir de. Yumurta hücresi döllendiğinde ise bu hücreler salgı bezine dönüşüp adından korpus luteum (sarı cisim)  olarak söz ettirir hep. Malum olduğu üzere korpus luteum’un en tipik özelliği progesteron hormon salgılamasıdır. Söz konusu hormon sayesinde hem bir sonraki döllenme aşamasına hazırlık yapılır, hem de yeni kanamalara mahal bırakmayacak şekilde embriyonun ana rahme tutunma işlemlerinin ön hazırlık şartları sağlanır. Ve ön hazırlık bu süreç ceninin dördüncü aya eriştiği safhada anne ile plasenta aracılığıyla bağlantısını kuracağı güne kadar devam eder de. Derken günü geldiğinde korpus luteum’un üstlendiği beslenme ve bakım işini plasenta devr almış olur. Plasenta emaneti devr aldığında ise hormonal salgı görevi üstlenip, bir anlamda endokrin hormonal faaliyet yürütmüş olur. Şayet luteum hücrelerinin hazırlık aşama faaliyetlerinde her hangi bir aksaklık olsaydı cenin dört aya kalmaz anne karnında gelişmesini tamamlayamayacaktı.
     Yumurtalıklarda tüm gelişim aşamalarını tamamlayan yumurta hücresi, artık bu noktadan sonra sperm hücre ile buluşacak an için karın boşluğuna uğurlanmış olur. Yani karın boşluğunda serseri mayın misali ne halin varsa gör misali abla kendi haline garip bırakılmaz. Bilakis yardımcı ekipmanlar diyebileceğimiz fallopian tüp ve tuba uterina adında iki adet tüp yardım elini uzatıp spermle buluşacağı büyük gün için misafir edilir. Böylece konaklanan mekan büyük bir buluşmanın gerçekleşeceği, yani gelin güvey olacağı adres olur.  Derken rahim (uterus) içerisinde canlının ilk temeli atılmasıyla birlikte anne karnında tüm embriyonik gelişme safhalarının tamamlanmasından maksat hâsıl olup beraberinde kutlu doğum gerçekleşir.  Madem tüm bu gelişim safhalarının ardından kutlu doğum gerçekleşivermekte, o halde anne rahmi de neymiş deyip es geçmemeli,  belli ki anne rahmi kutlu doğum için doğurgan topraktır.  Hani topraktan geldik deriz ya hep, bu doğurgan toprağın morfolojik yönden incelendiğinde armut şeklinde içten dışa doğru endometrium, myometrium ve premetrium tabaklarından müteşekkil olduğu görülür. Bundan da öte doğacak olan nur topu bebeğin barınacağı ilk mekânı olarak dikkat çeker. Nasıl ki toprağın bağrına atılan bir tohum tanesi belirli aşamalardan sonra filizlenip bitki oluşturuyorsa, aynen öyle de anne rahmi de filizlenecek nur topu canlının oluşumunu sağlayacak şartları sağlayan bir mekân özelliğini bağrında taşır. Nasıl mı?  Mesela ana rahmin katmanlarından endometrium tabakası (iç tabaka) yumurta hücresinin spermle birleşme ihtimaline binaen kendi yıkımını gerçekleştirip hem kendini yenilemiş olur hem de rahimin arındırılmasına vesile olur. İlginçtir bu arada rahmin yenilenmesi esnasında nükseden kanın bir işaret taşı hükmünde aybaşı kanı olarak dikkat çekmenin yanı sıra normal kandan farkını göstermesi açısından da pıhtılaşmayan kan şeklinde ayırt edici özellik olarak dikkat çeker.   Şayet aybaşı kanın da pıhtılaşma nüksetmiş olsaydı hiç kuşku yoktur ki anne sağlığı açısından çok büyük ciddi bir tehdit oluşturacaktı. Belli ki aybaşı hali 3-4 güne ayarlanmış menstrual safhası yumurta hücrenin döllenmesiyle oluşacak olan cenine hazırlık diyebileceğimiz bir işaret fişeği özelliği taşımakta. Derken tüm bu hazırlık süreci aşamaları takriben 10 günü bulan yumurtlama dönemiyle birlikte son bulup akabinde folikül ve sekrasyon safhalarına geçişin önü açılmış olur.  Yüce Allah (c.c)  bu hususta bakın ne buyuruyor: “Sizler analarınızın karınlarında ceninler iken, sizin hallerinizi çok iyi bilendir.” (Necm, 32)
        Evet, anne rahmi doğurgan toprak olarak bir anlam ifade ederken erkek cinsiyet organı da zürriyetin çoğalmasında ata tohum tesisi olarak bir anlam ifade eder. Nitekim erkek üreme organlarından testislerin işlevselliğine baktığımızda testosteron hormonu salgılayan bir misyon üstlendiğini görürüz. Erkek cenin testisleri anne karnındayken ilk anda alt karın boşlukta (lumbal bölgede) belirgin hale gelir.  Ne zamanki cenin yedi aylık olur ay gelinir ancak o zaman olgunlaşmış halde kendi iniş pisti diyebileceğimiz torbasına geçiş yapmış olur.  Şayet kendi iniş pistine geçiş yapamayıp pelviste beklemede kala kalırsa bu durumda kısırlık denen kriptorşizm (cryptorchism) denen maraz bir durum ortaya çıkacaktır. Ki, kriptorşizm erkekte kısırlaşmaya yol açan hastalık bir durumdur. Dolayısıyla hastalık erken teşhis edildiğinde basit bir ameliyatla testislerin torbaya alınıp kısırlığın önüne geçmek mümkün olabiliyor.
        Her neyse cinsiyet yönünden erkek ya da kadın olsun hiç fark etmez sonuçta dünyaya gelen bebek kız ise üreme organında konumlanan ovaryum; over vasıtasıyla progesteron ve östrojen hormonu salgılayan bir misyon üstlenirken, erkek cinsiyet bezleri de testosteron hormon salgılayan bir misyon üstlenir. Böylece üstlenilen bu misyon doğrultusunda dişilik ve erkeklik davranışları cinsiyet hormonları sayesinde belirlenmiş olup adından. cinsiyet ayıracı hormonlar olarak söz ettirirler. Bilindiği üzere testisin salgıladığı testosteron hormonu ses kalınlaşması, sakal ve bıyıkların çıkması gibi erkeklik belirtilerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu yüzden testisler sperm hücrelerinin depolandığı üretim hane olarak bilinirler. İmalathane incelendiğinde içerisinde sayıları 1000’i aşan seminifer tüplerin (rubuli seminifer)  varlığının yanı sıra ayrıca her bir tüpün (kanalcıkların) içerisi sperm ana hücrelerince dizayn edildiği görülür.  Belli ki bunlar basit sıradan dizayn edilmiş tüp değillerdir,   bikere basit sıradan tüpler olsaydı seminifer tüplerin duvarları sertoli destek hücrelerince korunaklı bir şekilde dayalı döşeli olarak korunmaya alınmazdı. Yetmedi seminifer tubüllerin oluşturduğu ampul bezlerin arasını dolduran bağ doku içerisinde dikkat çeken bir başka hücrelerde vardır ki; bunlar hepimizin bildiği Leydig hücreler olup bakım ve beslenme işini üstlenmek için vardır. Nitekim buluğ çağından itibaren sperm hücreleri sürekli hareket halinde eforsarf ettiği içindir harcadığı enerjiyi ancak Leydig hücrelerin salgıladığı testosteron hormonu sayesinde karşılayabilmekte.  
       Malumunuz kadınlığa ait belirtiler over tarafından salgılanan östrojen ve progesteron hormonu tarafından idare edilir. Bu salgıların azlığı cinsiyet yetersizliğine ve vücutta yağ toplanmasına yol açar.
        Hâsılı kelam erkek ve dişilik hormonları vasıtasıyla bir insanın erkek veya dişi mi olduğunu fiziki olarak anlarız. Bu yüzden erkeğin kas yapısı kadına nispeten çok daha iri olduğundan her daim ağır işler erkeğe verilir.
       Plasenta
       Plasenta (eş) görünürde saçaklı, dallı ve ağaçsı bir et parçası gibi bir duruş sergilese de aslında onun duruşu bir büyük köprü vazifesi görmek içindir. Üstelik yapısında ne hipofiz benzeri bir bez yapısı var ne de hormon üreten salgı bezi yapısı. Bu tür yapılanmadan yoksun olmasına rağmen bir bakıyorsun plasenta tarafından hormonal sistemin dışında kendine özgü hormon imal edilebiliyor.  Plasenta (eş)  sadece bununla kalmayıp anne tarafından gelebilecek mikrop ve zehirli maddelere karşı adeta etten duvar örüp sızmasının önüne geçip böylece bu noktada trafik polisi rolü üstlenmiş durumdadır. Nitekim göbek kordonu aracılığıyla bir yandan faydalı olan maddeleri geçirip faydasız olanlara dur denirken, bir taraftan da zehirli maddelere karşı panzehir kordon olmakta. Derken rahim duvarında yer alan kılcal damarlar plasentaya kordon halde açılaraktan kanın emilimin sağlayıp bu sayede ceninin anne karnında zehirlenmeksizin beslenme olayı gerçekleşir.  Ne diyelim, her ne kadar görünüşte sıradan bir epitel hücresi gibi duruş sergilese de meğer kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, tam aksine maharetleriyle bilim dünyasını bile hayretler içerisinde bırakabiliyor. Madem öyle, siz siz olun epitelyum yapısı görünümüne aldanmayın,  baksanıza öyle harika bir donatımla programlanmış ki anneden gelen viral hastalıklar hariç her türlü mikrobu öldürebildiği gibi, gerektiğinde hormon salgılayıp zehirli maddeyi bertaraf edebiliyor da. Bu yüzden Tıp dünyası plasentaya apayrı yönde mercek altına almış durumda.  Öyle ki birçok ilaç yapımında plasenta kullanılması bunu teyit ediyor.
       Ceninin her aşaması birbirinden ilginç estetik manzaralara sahnedir.  Şöyle ki; 4,5 günlük cenin 107 adet hücre içeren taşlı bir yüzük bir manzarası içerip, ortaya çıkan bu manzara blastula evresi olarak damgasını vurur. Blastulanın dış kısmı trofoblast, içi ise embriyoblast denen iki tabakadan ibarettir.  Trofoblast parmak yüzüğün taş kısmına benzeyip daha çok rahime tutunma görevi ifa eder. Dahası besleyicilik fonksiyonu da icra eder. Öyle ki; bunlar rahim duvarına saçak kökleri ile kanca attıktan sonra gömülerek gelişimini tamamlayıp plasentaya dönüşürler. Cenin 14‘üncü evreye geldiğinde hücre tabakasıyla ayrılan iki boşluktan ibaret bir alan hüviyetine bürünür. Malum 15 günlük olduğunda rahim duvarına etten örülü sap ile bağlanıp endoderm ve ektoderm tabakalarının belirginleştiğine şahit oluruz. Derken akabinde alt kısımda villus boşluğunun küçülmesine paralel amnion boşluğunun yavaş yavaş tüm cenini çepeçevre sarmasıyla birlikte tüm organların simetrik yaratıldığı küçücük dünya ile karşılaşırız. Ceninin on altıncı (16.) güne gelindiğinde balon görünümünde boşlukta duran küçücük bir nesneyi andırıp, artık bu noktadan sonra rahim duvarına iyice gömülmesinin ardından endoderm ve ektoderm arasında mezoderm (orta tabaka)  tabakası doğuverir. Böylece insan vücudu bu üç tabaka üzerine şekilleniverir. Zira her tabaka ayrı ayrı organların birer küçük nüvesi olma misyonu yüklenmiştir. Dahası beyin ve beyincik ektoderm, mide ve bağırsaklar endoderm, kıkırdak, kemik ve kan damarların çoğu mezoderm kökenlidir. Mesela 19 günlük ceninde en öncelikli olarak kalp ve sinirlerin varlığı sezilip, akabinde tüm insan bedenini oluşturacak diğer organlar devreye girer. Zira 28 güne gelindiğinde 3–5 mm ebadında baş ve kuyruk kısımların belirginleştiği, hatta göz ve kulakların filizlenmeye start aldığı bir süreç başlar. Yani 30 günlük ceninde iç organların hızlı bir şekilde gelişme sürecine girdiği, bunlardan özellikle böbreğin kabartmalı bir görünüme kavuştuğu belirlenmiştir.  Dördüncü hafta sonunda cenin bilhassa baş ve boyun bölgeleri neredeyse tüm vücut boyunun yarısını oluşturacak şekle girip, bu arada yemek borusu, mide ve bağırsakların ilk hallerinin oluştuğu gözlemlenir. İkinci ayın başından itibaren ise cenin artık gelişmekte olan göbek kordonu vasıtasıyla plasentaya bağlanacak konuma gelir. Kelimenin tam anlamıyla ilk dört hafta dünyaya gelecek insan bedeninin temellerinin atıldığı hazırlık döneminin göstergesidir. Cenin beşinci haftaya girdiğinde kol ve bacaklar nüve halinde olup, 1cm seviyesinde başını eğmiş sanki ilahi huzurdaymış gibi adap üzeri bir hal alır. Demek ki adapla başlayan yolculuğun mükâfatı lütufla dünyaya dönüş biçiminde karşılık bulmakta. O halde göbek bağı deyip geçmemek gerekir. Kaldı ki bu göbek kordonu bir yandan cenine temiz kan taşırken diğer yandan da kirli kanı atar damar vasıtasıyla plasentaya tahliye eder. Böylece kan deryasından oksijen, glikoz, amino asit ve vitaminler vs. cenin tarafından absorbe edilmiş olur. Bundan sonraki 8 ay içerisinde insan embriyosu (cenin) deniz kirpisi görünümüne büründüğü ve aynı zamanda embriyonun kendi iç âleminde kendine özgü şartların sağlandığı bir nizam-ı âlem söz konusudur. Tabir caizse bir cenin için ilk 40 gün ekser organların belirip toparlanma dönemidir. İkinci 40 gün adeta pıhtı evresinin yaşandığı bir dönem söz konusudur. Üçüncü 40 gün dediğimiz toplamda 120 günlük maratonun sonunda ise artık cenin Yunusun; “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus diye görünürdüm” dediği et parçası safhasını alır. Derken bu duraktan sonra vazifeli melek tarafından ruhun üflendiği aşamaya geçilir. Bu yüzden Allah Resulü (s.a.v); “Her birinizin yaratılış mayası ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toplanır. Sonra aynen öyle  (40 gün daha) kan pıhtısı (aleka) olur. Sonra yine öyle (40 gün daha)  et parçası (mudga) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar: rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını” beyan buyurmuştur. Belki de Yunus’un “hamdım, yandım, piştim” dediği şey bu olsa gerektir. Belli ki halk arasında üçler yediler kırklar diye sıkça konuşulan sözler boşuna değilmiş. Görüyorsunuz başlangıçta daha ortada hiçbir şey yokken, yani bir zamanlar babanın cinsiyet hücrelerinde sperm halde, annenin yumurtalıklarında yumurta hücresiyken vuslatla birlikte biranda tüm zerreler mükemmel bir bebeğe dönüşüyor.
      Doku hormonları
      Bunlar mide, barsak parahormonlarından daha basit yapılı hormonlardır. Doku hormonların teşekkül ettiği yer ile etkili olduğu yer aynıdır.  Mesela bu noktada metabolizmaya ara ürün olarak minimum seviyede etki ederler. Keza doku hormonları bulundukları ortamın kan basıncı vb. faaliyetleri de kontrol eder. Ayrıca doku içi sıvı basıncı ile kan basıncı arasında denge kurup, besin, su ve gaz alışverişini düzenler. Özellikle doku hormonları kompleks ve çok yönlü reaksiyonlara iştirak edip, Relaksin, Angıotensin ve Eritropoetin olmak üzere üç ana başlıkta incelenir.  
      Relaksin
      Relaksin özellikle doğumu kolaylaştırıcı etki yapıp, ayrıca vücutta yer alan bağ dokunun elastiki hale gelmesini sağlayan bir hormondur. Dolayısıyla söz konusu hormonun sentez edemediği durumlarda tedavi için ilaç verilmesi icap eder.
      Eritropoetin (EPO)
      Eritropoetin böbrekten eritrosit yapımını uyarmak için salgılanır.  İşte bu amaçla salgılanan salgıya ESH hormonu denir. Aynı zamanda eritropoetin demirin (Fe) eritrosite girmesini sağlar.
      Hormon etkisi gösteren maddeler (Parahormonlar)
      Uyardıkları dokularda sentez edilip kan yoluyla taşınmaya gerek kalmadan aynı dokuda görevlerini yürüten hormon benzeri salgılara parahormon denip, bunların çoğu protein kalıbında amino asit dizilerinden yapılmıştır. Yani bunlar çoğunlukla küçük moleküler yapıda olmayıp kısa zincirli polipeptit ve protein diziliminden ibaret yapılardır. Keza parahormonlar iç salgı bezlerinden salgılanmadıkları için kan yoluyla ilgili dokulara gidip hacimsel olarak integrasyon etki gösteremezler. Bu yüzden bunların hormon olup olmadığı kesinlik kazanmış değil. Ancak örnek olarak birkaç parahormandan söz edebiliriz. Mesela iltihap dokusunda teşekkül eden Leukotoxin, pyridoxin(vitamin B6) ile epifizden çıkan melatonin ve Trotropinler tipik parahormonlardır.  
       Şurası muhakkak sindirim mukozalarında meydana gelen bir kısım hormonlar sindirim sistemi üzerinde etkisini gösterip, bu tip parahormonlar intestinal dış salgıları çoğaltan sekretogog olarak bilinir. Diğer bir grup ise ilgili dokularda etkisini gösterip, bunlar serotomin, histamin ve tiramin maddeleri olarak adından söz ettirirler. Nitekim bu maddeler birçok yaptırıcı etkilere sahiplerdir.    
      Mide bağırsak parahormanları
      Gastrin
      Gastrin tek zincir polipeptit bir yapıda olup daha çok midenin pilor mukozasında üretilen bir salgıdır. Belli ki gastrin yüklenmiş olduğu misyon gereği kan yoluyla mide salgısı yapan hücrelere taşınıp, taşındığı alanda derhal hidroklorik asit salınmasına yönelik uyarımın gerçekleşmesine vesile olur. Derken bu uyarımın neticesinde vagus siniri mide salgısını artırmış olur. Şayet gastrin salgısı aşırı salgılanırsa pepsinde o oranda artış kaydedecektir.
      Pepsin
      Mide öz suyundan salgılanan Hidroklorik asidin yetersiz kaldığı durumlarda pepsin salgısının devreye girdiği malum. Böylece ağız yoluyla mideye inen gıdalar sindirilecek besin cinsine göre; ya gastrin-pepsin ya da sadece gastrin veya sadece pepsin salgı formatında ayrıştırma işlemine tabii tutulurlar. Mesela bunlar arasından pepsin salgısı doğrudan proteinleri etkileyip hem peptonları parçalar, hem de besinler lime lime edip küçülme işlemi gerçekleşir. Bilindiği üzere mide boş haldeyken sindirme özelliği olmayan pepsinojen konumda bulunur. Dolayısıyla pepsinojen refleks stimulasyon ve gastrinin kimyasal etki alanına girmiş olur. İcabında pepsinojen bir başka öğütücü özellikte hidroklorik asit etki alanına dâhil olup aktif pepsin (parçalayıcı enzim) hale çevrilir. Derken besinlerin mideye girişiyle ilgili işlemler kendiliğinden yürüyen oto katalitik nitelik kazanır. Fakat mide aşırı doygun olduğunda otomatik sistem alarm verip, bu durumda ister istemez sindirim güçleşecektir. O halde mide ne yapmalı? Elbette ki bu defa pepsinojenin pepsine dönüşme işleminin tam tersi bir uygulama cihetine gidilmesi icap eder, gereği yapılır da. Derken mevcut sistemin aksi yönde pepsin pepsinojen dönüşümüyle birlikte hidroklorik asit salınmasının önüne geçilmiş olunur. Anlaşılan pepsin sindirimle ilgili proteinleri ayrıştırma işlemini proteaz ve peptonlar vasıtasıyla gerçekleştirir, ancak aminoasitlere kadar parçalayamaz. İşte bu yüzden bu tür ayrıştırmaya eksik sindirme denilir. Tabii mutlaka eksikliği giderecek tedaviler olabilir. Nitekim pratikte (tedavide) pepsin ihtiva eden bazı haplar verilerek pepton sindirim faaliyetlerine yardım edilir. Zira pek az pepsin içerikli haplar parahormon olarak yerini alır.
          Kolesistokinin
          Kolesistokinin, duodenum içerisinde sentez edilen bir sindirim parahormanıdır. Esas görevi safra kesesinin büzüşmesini sağlamak, aynı zamanda safra ifrazatının dışarıya çıkmasını temin etmektir. Ayrıca kolesistokinin mide veya gastron parahomon salgısını da artırır. Böylece bağırsağa giren yağ miktarının çoğalmasıyla birlikte mide hararetinin yükselmesine neden olur.
     Velhasıl; insanoğlu yediği yemeğin tuzunu bile ayarlamakta zorluk çekerken vücudumuzda kurulu hormon donanımı bizim haberimiz olmadan ince bir ustalıkla biyolojik dengemizi ayarlamaktadır. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
      Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:04 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-1
SELİM GÜRBÜZER

PİRE
Adı: Pire
Konakladığı mekân: Canlıların üzeri, yer döşemelerin çatlak araları, ev ve iş yerlerinin birçok alanları.
Yiyecekleri: Hayvani artık, deri pulları ve kan.
Üremeleri: Dişiler hangi optimal şartlarda olursa olsun hemen hemen her yere yumurtalarını bırakabildiklerinden neslin devamı bakımdan pek sıkıntı çekmezler.
Pire konuk olacağı avının kokusunu hissetmeye dursun ansızın bir sıçrama hareketiyle derhal o canlı üzerine çöküp, deri döküntüleriyle birlikte kanını emip beslenmenin zevkini çıkartabilen bir hayvan. Yani en biricik işi kan emmektir. Hele bir sıçrayışı var ki kendi fiziki boyunun elli katı mesafe kat etmekle kalmayıp takla bile atabiliyor. Öyle ki; takla atarken es kaza düşse, hiç önemi yok. Çünkü elastiki yapıya sahip olma özelliği sayesinde zerre miskal incinmezler. Zaten yan böğrünün yassı oluşu konakladığı canlının kılları üzerinde kızak misali kayıp gezinmesine büyük bir avantaj sağlamakta. Her ne kadar dıştan baktığımızda fiziki yapısı pek ayırt edilmese de mikroskop altında tüm azaları görülebiliyor. Nitekim mikroskobik inceleme sonucunda; ön ve orta bacak eşlerinin kısa, arka bacaklarının ise uzun olduğu, her şeyden öte kanatsız grimsi kahverengi bir küçücük canlı olduğunu fark ederiz.
Dişi pirelerin bıraktıkları beyaz yumurtalar o kadar küçük ki siyah bir kumaş üzerinde bile fark etmek zordur. Malum larvalar düştükleri yerde biriken tozlarla beslenirler. Tabii bu arada daha henüz yavru oldukları için ilk etapta kan emici özelliği taşımazlar. Olsun Rabbül âlemin onu bu haliyle bile rızklandırmakta. Şöyle ki; onu yaratan güç yassı bir ipek kozasının içerisinde pupa halde büyütüp belli bir müddet saklı tuttuktan sonra olgunlaşma dönemine doğru “Enginlere sığmam taşarım” misali kozayı yırtacak ilhamı veriyor. Böylece kendini kozadan dışarı atabiliyor. Artık hayata sıçrama zamanının geldiğini fark eden pire bu noktadan sonra rahatlıkla kan emecek düzeye gelmiş olur. O halde bu durumda bize yolun açık olsun demek düşer. Madem Allah insana yürü kulum diyor, kulda gereğini yapıp yürümeli. Baksanıza pire yürümek bir yana, sıçrıyor da.
Demek ki, pireler omurgasız ve kan emerek beslenen kanatsız böceklerdir. Çıplak gözle görülmese de vücudunun alt kısmında toplam altı adet ayak olup, bu sayede kendi vücut uzunluğunun 200 katı zıplayabiliyorlar. Keza söz konusu böceklerin tüm fiziki unsurları çıplak gözle görülmese de mikroskop altında iyi incelendiğinde baş kısmında 2 adet keskin göz, kendi aralarında iletişimi sağlayacak anten, ayakuçlarında çengel ve vantuzların varlığı görülecektir.
İnsanların zaman zaman pirelenip kaşındıklarına şahit oluruz. Çünkü gerek büyük baş hayvanlar ve gerekse bizler kaşınırken onlar afiyetle kanımızı emdikleri gibi işi bittikten sonra yumurtasını bırakıp çekilmekteler. Böylece bulaşıcı bir hayvan olarak onları her an ensemizde hissederiz. Dolayısıyla mümkün mertebe pireli ortamlardan uzak kalmakta fayda var. Gerçi günümüzde pireye karşı birtakım kimyasal dezenfektan ve birtakım ilaçlamalardan olsa gerek artık etrafımızda pirelenen insan pek göremez olduk. Şurası muhakkak onlar daha çok evcil hayvanlar vasıtasıyla bize bulaşmakta. Derken birçok hastalıklar onlar vasıtasıyla vücudumuza sirayet ediyor. Hatta hiç tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde hemen hemen her yere zıplayıp yatak yorgan dâhil evimizin her alanına veya kuytu yerlere bıraktığı yumurtalar yoluyla neslini devamını sağlıyorlar.
Dünyanın her tarafında 1500 kadar pire türünün olduğundan dem vurulmakta. Bu türler arasında kan emenler olduğu gibi farklı bir şekilde beslenenler de var. Nitekim su piresi ve pamuk piresi bunların tipik bir misalidir. Anlaşılan birçok tür hem bitkisel, hem de su da yaşayan organik maddelerle beslenmekteler. Bizler onları kan emen bir böcek olduğuna odaklanırken bu arada bilmem farkında mıyız pirelerin karnının altında bulunan deliklerden ses dalgaları yaymalarının yanı sıra, yüksek frekansa hassas sesleri işittiklerini gözden kaçırmış oluyoruz. Oysa asıl üzerinde durulması gereken mucizevî olay bu olsa gerektir. Her ne kadar insanlar kendi aralarında tartıştıklarında; “Pireyi deve yapma” deseler de meğer onlar en az deve kadar birçok özelliklere sahip yaratıklarmış.
GÜVE
Bir tür böcek ve kurtçumsu minicik kelebek hayvanlardır. Dıştan bakıldığında kanatların donuk olduğunu sanırız. Fakat mikroskop altında incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzu fark ederiz.
Genelde odun, kumaş ve kürk üzerinde beslenirler. Bu yüzden tırtıllar mağaza ve ambarlarda büyük zarara yol açan canlılar olarak dikkat çeker. Olur ya bir gün elbise dolabınızı açtığınızda raflara katlayıp özene özene dizdiğiniz birçok yünlü elbiselerinizin deforme olduğunu gördüğünüzde eve hırsız mı girdi diye sakın şaşmayın. Biliniz ki bu başınıza gelen durum büyük bir ustalıkla kemirip kendisine ziyafet çeken güvenin açtığı işten başkası değildir. Hatta elbiselerinizi silkelediğinizde uçuştuklarını bile görmek mümkün. Sadece elbiseleri kemirseler yine iyi, yünlü halılarımıza bile musallat olabiliyorlar. Dolayısıyla kürklerinizi, kumaşlarınızı sık sık fırçalamanın yanı sıra gerektiğinde her mevsim havalandırmakta fayda var. Ayrıca dolap veya sandığa kâfurun, naftalin gibi tozları da koymayı ihmal etmemek gerekir.
Güveler aynı zamanda tarla ve ambarlarda stoklanan buğday ve mısıra da zarar vermekteler. Özellikle yazın dişi kelebeklerin başaklar üzerine bıraktıkları yumurtalar bulaşmanın ilk adımını teşkil eder. İkinci adım yumurtadan çıkan tırtıl evresi olup, bu evre de besleneceği gıdayı içinden çıktıkları yumurta kabuğundan sağladıkları gözlemlenmiştir. Derken beslenme sırası başaklara gelip, malum başak tanelerinde gıdalanma içten içe kemirmek şeklinde gerçekleşir. Üçüncü adım ise tahılların hasat edildiği dönemde tırtılların verdiği ikinci dölün ambarda stok halde bulunan danelere yerleşmesiyle vuku bulur. Şayet ambarlar yerleştirilen buğdaylar birtakım kimyasal dezenfektanlarla muamele edilmezse yediğimiz her ekmek sağlığımız için tehdit unsuru oluşturması ihtimal dâhilindedir. Demek ki güveyi yaratan Allah, önce güveyi yumurta, sonra tırtıl, daha sonra kanatlı bir kelebek halinde elbise, un, makarna, erişte ve kuru üzüm gibi gıdalar üzerine salıverip rızklandırmakta. Niye salınıyor demeyin. Zira yaratan böyle murad etmiş, dolayısıyla kula düşen hikmetinden sual eylememesidir.
Tüm bunlara ilaveten dikkat çeken bir ipek böceği güvesi var ki minicik boyuna rağmen koku alma konusunda onun emsali böcek yoktur diyebiliriz. Nitekim Rabbül âlemin onu iki duyarlı antenle donatmasıyla birlikte bu rekor ona has kılmıştır. Öyle ki bu donanım sayesinde dişisinin kokusunu 12 kilometre uzaklıktan bile hissedebiliyor.
PEYGAMBER DEVESİ (Mantidae)
Böcek familyasından bir hayvan olup, onu hep peygamberdevesi olarak biliriz. Genellikle yaşadıkları yerler tropikal ve subtropikal bölgelerdir. Tip itibariyle kafası üçgenimsi, antenleri kıl gibi ince ve uzun, bacakları birbirine eklemlerle ekli olup biri dikenli, diğer ikisi uzun parçalı, vücudu ise uzun ve ince yapı görünümdedir. Anlaşılan o ki, bu donanım boşa dizayn edilmemiş, bilakis avını yakalayacağı sırada ayaklarındaki iki uzun parçasını kıskaç hale getirip kıskıvrak avlamak için tanzim edilmiş. Tabii daha başka maharetleri de var. Şöyle ki; kamuflaj olma özelliği sayesinde gezindiği yerlerdeki doğal renginden ziyade kendini daha çok çiçeğe benzetip hem düşmanından korunur, hem de gerektiğinde renkten renge girip avını tuzağa düşürebiliyor. Bazen öyle oluyor ki avını liken ve parlak çiçek renginin dışında karınca kılığına girerek bile avlayabiliyor. Nasıl derseniz, önce kıskaçlarını kullanmadan pür dikkat hareketsiz bir vaziyette avını gözetleyip, daha sonra avını avlayabileceğinden emin olduğunda ön kısmı kalkık vaziyet alıp bacaklarını kıskıvrak bir şekilde avı üzerine yapıştırmak suretiyle gerçekleşir. Bu arada gözlerden kaçmayan dikkat çeken bir husus var ki, avını avlayacağı sırada kalkık vaziyette pozisyon aldığı durum hep dua eder gibi algılanmış olup, insanlar ona peygamberdevesi gözüyle bakmışlardır. Olsun avı için dua edermiş gibi görünse de doğru olan bir şey var ki, o da fiiliyatıyla gıdasına kavuşmasıdır. Derken daha çok karınca, hamam böceği, sinek vs. böceklerle kendine ziyafet çekmektedir. Ayrıca peygamber devesinin yamyamlık özelliği de var. Şöyle ki; çiftleşme anında dişiler erkekleri bile yiyebiliyor. Neyse ki erkeğin kafası koparılsa da her halükarda çiftleşme gerçekleşebiliyor. Yumurtlama ise ya ağaç kabuğu, ya da çalılar üzeri olmaktadır. İlginçtir bunlar aşırı obur hayvanlar olarak ta dikkat çekerler. Dolayısıyla yediği besinler zehirli de olsa midesi kaldırabiliyor. İşte çiftçiler söz konusu tüketici yönlerini çok iyi bildiklerinden tarlalarda zararlı haşerelere karşı yumurta keselerinden faydalanırlar. Böylece haşerelerin bertaraf edilmesiyle birlikte çiftçilerin yüzü aydınlanıverir. Keza bu hayvanlar yumurtalarını titizlikle muhafaza etmek içinde kuyruk üzerinde ipeğe benzer bir köpükle sert bir duvar örerler. İşte bu sert duvarlar arası dizili olan ceviz büyüklüğünde ki yumurtadan çıkan 350 civarı yavru, yaz mevsimiyle birlikte hayata merhaba deyip işe koyulurlar.
AĞUSTOS BÖCEĞİ
Özellikle bunlar sıcak bölgelerin tombulsu gözde çalgıcı böcek hayvanlarıdır. Belki inanmayacaksınız, ama gerçek. Türkiye’de 4 yıl, Amerika’da ise 17 yıl toprak altında uyuduktan sonra hayata göz kırpan bir tür var. Dile kolay 17 yıl. Bu olay Hz. İsa (a.s)’ın havarilerini hatırlatır bize. Zira havariler 300 yılı aşkın bir süre mağarada uyuduktan sonra mucizevî bir olayla hayata dönmüşlerdi. Ağustos böceği 17 yıl sonra gözünü açsa bile beş haftaya kalmaz, her fani gibi o da yaz sonu çiftleştikten sonra hayata veda edecektir elbet. İşte o beş haftalık kısa bir zaman dilimi neslinin devamına yetiyor artıyor da. Şöyle ki; dişi ağustos böceği keskin uçlu uzantılı borusuyla ağaçların genç sürgünleri üzerine sondaj yapıp yumurtalarını oyduğu kısma yerleştiriverir. Hatta Yüce Allah hortumlarını keskin donanımlı yaratmış ki gagalarıyla tırpanladığı ağaç filizleri yeniden filizlenmesin. Aksi takdirde filizlenen ağaç dalları yavruların oyuktan çıkmasına mani olacaktı. Böylece bu donanım sayesinde altı hafta sonra larvaların çıkması sağlanır. Larvalar da tıpkı annelerinin bir zamanlar yaptığı gibi önce kendisine uygun ağaç kök bulur, sonra köke yapışıp kök öz suyunu emerler. Daha sonra kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazıp 17 yıllık bir hayat evresini geçireceği yerde erginleşene kadar uykuya dalarlar. En nihayetinde topraktan haşir misali diriliş gerçekleşir. Nitekim dirilişin akabinde ağaç gövdesine tırmanıp kabuk değiştirmesiyle birlikte içerisinden zayıf yapıda çift kanatlı rengârenk ağustos böcekleriyle karşılaşırız. İyi ki de varlar. Çünkü onlar havadan uçuşurken inleyen nağmeler ruhumuzu dinlendirmekte. Belli ki Yüce Allah biz aciz kullara larvanın ağustos böceğine dönüşmesi dâhil tüm 17 yıllık bir safahatın karşılığı zikre dalış ötüşlerini dinletme lütuf’unda bulunup, ömre bedel bir olay yaşatıyor. Derken 5 haftalık zikir senfoni sonrası annesi gibi bir ağaç dalına yumurtlamanın ardından ömrünü tamamlayıp “Ya baki entel baki” dercesine ötelere göç eyler.
İPEK BÖCEĞİ
Adı üzerinde ipek böceği, ama aslında o narin bir kelebek. Şöyle ki kendisini savunmak adına ördüğü ipek kozası sayesinde bu adı almış. Belli ki koza kendisinin salgıladığı sıvı sayesinde oluşmakta. Bu durumun farkında olan üreticiler her bir kelebekten önceden hazırladıkları beyaz kâğıtlar üzerine 450–500 civarı yumurta yumurtlamasını sağlarlar. Derken yumurtalar kuluçka makinesine alınıp 20 gün içerisinde belirli ısı şartlarında larvaya dönüşürler. Artık bu noktadan sonra larva yumurta kabuğunu kırıp beslenme devresine geçiş yapar. İşte bu devrede dışarı çıkan larvalar her iki üç saatte bir dut yaprağı ile besiye alınırlar. Böylece 1,5 ayın sonunda büyüme ve gelişim devresini tamamlamış olan larvalar yaklaşık 7,5 santim boyunda pupa evresine terfi ederler. Fakat pupa konumdayken ayakları olmadığından hareketsizdirler. Olsun, onu bu halde bile koruyan bir donanım olacaktır elbet. Nasıl donanım derseniz, gayet kolay. Zira pupa, koza örüp kendisini korumayı bilecektir. Tabiî o bu işi koruma adına yaparken ördüğü ipeklerin tekstil sanayinde paha biçilmez bir iplik olacağını bilemeyecektir. Varsın bilmesin, kendisi bilmese de Halik biliyor ya. Keza kulda bildiğinden bu aşamada özel itinayla hazırladığı bir çöp veya ağaç filizine tutunacak tertibatı ihmal etmez de. Niye etsin ki insanoğlu çok iyi biliyor ki pupanın üst dudak deliğinden çıkan salgının havayla teması sonucunda zamklaşmasıyla birlikte tutunduğu dalın etrafını tel tel dolamaya başlayacak, derken üç gün içerisinde pupa kozasını sonlandırmış olacaktır. Hani derler ya her çilenin sonunda bir aydınlık var diye. Aynen öyle de koza aşamasından sonra sıra artık kelebek olma zamanıdır. Ancak ne var ki çiftçiler buna geçit vermezler. Çünkü kozadan çıktıkları andan itibaren ördüğü ipekleri parçalayıp koparacaklardır. Dolayısıyla bu aşamada koza halde fırına verilirler. Kelebek olmasına müsaade verilen pupaların çok az bir kısmı ise çiftçilerce yumurtlasın diye alıkonulurlar. Bunun dışındakiler fırın veya sıcak su buharında öldürülürler. Böylece fırınlamaya verilen kozalar açıldığında makaralara sarılan bir kozadan takriben 1000 metre uzunluğunda iplik elde edilir. Meğer Çinlilerin yıllarca sır olarak sakladıkları ipek kumaşı, ipek böceğinin kozasında gizliymiş. Fakat gün geldi sır zır olunca tekstil dünyasının yüzü aydınlanıverdi. Onlar sevine dursunlar biz onun önce yumurta halinden larva haline geçişine, dut yaprağından nasıl beslendiğine, bundan öte insanların hayrına ipek yapmayı nasıl öğrendiğine, sonra da kanatlanıp nasıl kelebek olduğuna hayranız. Dahası tüm bu başkalaşım evrelerini ilham eden Allah’a hayranız.
KELEBEK
Tırtılın bir gün kelebek haline dönüşeceğini çoğu kimse kestiremez. Çünkü ikisi arasında bayağı fark vardır. Biri kanatsız solucanı andırır, diğeri ise rengârenk kanata sahip uçuşan bir küçücük böcek pozisyonundadır. Dişi kelebek sanki bir yerden emir almışçasına erkek kelebek tarafından döllenmiş yüz veya birkaç bin arasında yumurtasını yaprağın yanına bırakır. Bırakması da gerekir. Çünkü neslin devamı için buna mecburdur. Düşünsenize daha henüz tırtıl larva aşamasındayken vaktaki güç kazanır o gün geldiğinde yumurta kabuğunu kırıp kurtçuk halde dışarı çıkmasını bilecektir. Peki, dışarı çıkınca ne olacak. Tabii ki ilk iş hemen yanı başında bulunan yaprakları yeyip kendini beslemeye almak olacak. Özellikle dut yaprağı birinci derece gıda kaynağı olup, yeteri kadar bu kaynaktan beslendikten sonra zaman içerisinde alt dudağının altında dökülen salgı bezinden çıkan sıvı iplik şekline dönüşecektir. Peki sonrası? Sonrası malum ipek ipliği ile yaprağa tutunup vücudu etrafında kendine bir ağ örecektir. Ki; bu ördüğü ağ ona koza olur. Derken koza içerisinde geçirdiği bir takım değişimler sonucu pupa (krizalit) devresine adım atılır. En nihayet aylar süren bir süreç tamamlandığında izleyenleri mest eden renkli kanatlı kelebeğin kırlar veya bayırlarda çiçekten çiçeğe dolaşıp uçuştuğuna şahit oluruz. Anlaşılan tırtıl, bir zamanlar yaprağın üzerinde sürünürken gün gelip kuş misali uçacağını kendisinin bile inanmayacağı bir uçuşa geçmektedir. Şimdi o bu durum karşısında; “Bir zaman yumurtaydım, sonra tırtıl, daha sonra koza ve en nihayet herkesin gıpta ile seyrettiği ve etrafa neşe katan bir kelebeğim” diye övünse yeridir. Bir başka en ilginç yönü de ince hortumu vasıtasıyla bitki sularını içmesidir. Ki, buna mecburdur. Çünkü onu yaratan çene ve gagadan mahrum yaratmış. Neyse ki hortumuyla önce konduğu çiçeği kontrol etmekte, ardından gereken besini alıp Yaratana şükretmekte.
ATEŞ BÖCEĞİ
Geceleyin kırda bayırda dolaştıysanız bir anda etrafınızda yansıyan ve boşlukta dalga dalga bir ışığın parladığını görmüşsünüzdür. İşte o ışık saçan fener ateş böceğinden başkası değildir. İlginçtir böceğin vücuduna giren oksijenin sinir ağıyla reaksiyona girip, daha önceden var olan karnında ki beş çeşit kimyasal maddeyle sentezlenince etrafa ışık saçabiliyor. Bu ışık sadece etrafı aydınlatmakla kalmayıp, aynı zamanda erkek ve dişi ateş böceklerin kendi aralarında irtibatı sağlayan bir iletişim şebekesi işlevi de görür. Böylece bu işaretleşmeler sayesinde izdivaç gerçekleşmiş olur.
ELMA KURDU(Sinek)
Yuvasız hayvan olmaz elbet. Çoğu hayvan kendini korumak adına kendi çapında yuva yapma için uğraşıp dururken, öylesi var ki; hiçbir zahmete katlanmadan kendini tatlandırılmış bir ortamda bulmanın zevkini yaşar. Sözünü ettiğimiz şey sineğin oluşum evresiyle ilgili elma kurdundan başkası değildir. Belki yazın elma ağaçların etrafında uçuşan sinekler dikkatinizi çekmiş olabilir. Belli ki iş olsun diye uçuşmuyorlar. Dişi sinek olgunlaşmış elmanın üzerine konduğunda hemen vücudunun altında yer alan keskin tüpüyle delik açıp tüp içerisinde ki yumurtalarını elmanın içerisine şırınga edebiliyor. Böylece enjekte edilen yumurtalar bir süre sonra tıpkı bir çocuğun anne karnında dokuz aylık geçirdiği embriyolojik gelişmenin bir başka benzer aşamalarını tamamlamasıyla birlikte kurda dönüşecektir. Ta ki bu durum elma karnında zevki sefa içerisinde beslenip sonbaharla birlikte elmalar olgunlaşıp ağaç dibine düşene kadar devam eder. Derken sonbahar onun için bir doğum günü olup, tıpkı anne karnında doğan çıplak çocuk misali elma rahminden dışarı çıktığında toprağı için için oymaya başladığında yazlık hayatından kışlık hayatına sürünerek göç eyler. Toprak bu noktada elma kurdu için ikinci bir ana rahimdir. Tabii bu ikinci ana rahminde başkalaşım evreleri var olup, söz konusu aşamaları geçirdikten sonra yaz mevsimi kabuğundan çıkıp karşımıza sinek olarak çıkar. İşte sinek dediğimiz, aslında önce yumurta, sonra elma içerisinde kurt ve en nihayet toprak ana rahminden dışarı çıkıp havada uçuşan çift kanatlı bir canlı demektir.
SİVRİ SİNEKLER
Sivrisinekler tıpkı tırtıllar gibi başkalaşım geçiren böcekler olup, başkalaşım evreleri dört safhada gerçekleşir. Nitekim yaz kış demeden hangi başkalaşım evresinde olursa olsun fark etmez gerek su içerisinde geçireceği yumurta, larva ve pup evreleri, gerekse karada geçireceği olgunlaşma dönemleri başarıyla tamamlanır. Geçirmiş olduğu evrelerden anlaşıldığı üzere az bir su gölcüğü onun bu aşamaları geçirmesine yetiyor, artıyor da. Fakat yinede her aşamasında bir takım şartların oluşması gerekir. Mesela yumurtadan çıkacak olan yavrular için optimal sıcaklığa sahip bir ortam olması gerekir ki gelişebilsinler. Aksi takdirde aşırı sıcak veya kuraklık yumurtaların oluşumunu sekteye uğratabiliyor.
Sivrisineklerin en belirgin özelliği insan veya hayvan kanı emmesidir. Sineğe kan emme ilhamını veren Allah, parmağımızdan çıkan harareti hissetme yeteneği de verecektir elbet. Öyle de zaten. Nitekim parmaktan çıkan hararet havada dalga oluşturduğundan duyargası vasıtasıyla hemen fark eder de. Bu arada sivrisinek kan emer emmez, kanın pıhtılaşmasını önleyecek sıvı çıkarmayı da ihmal etmez. Demek ki etrafımızda vızıldayarak uçuşmalarının sebebi hep bu kan içinmiş. Aynı zamanda bu sesler erkek ve dişi sivrisinekler arasında çiftleşme melodileri olarak değerlendirilir. Şurası muhakkak sivrisineklerin bitki ve meyve sularını emerek beslenen türleri de mevcut.
Bu arada sivrisineklerden hoşlanmamız gayet tabii bir olay olarak karşılamak gerekir. Çünkü sarıhumma, fil hastalığı ve sıtma gibi hastalıklar onun vasıtasıyla bulaşmakta. Neyse ki virüs kaynaklı hastalıklar bunlar tarafından taşınamamaktadır. Bu yüzden bu kadarına şükr etmek en doğrusu.
Birde karasinekler var ki; Yüce Allah onları üç bacaklı, ayaklarını iki tırnak olacak şekilde yaratmış. Böylece bu ayak yapısı sayesinde tavanda bile gezinebiliyorlar. Belli ki minicik ayak tırnaklarına yerleştirilen yapışkanımsı madde her tür zeminde yürümesini kolaylaştırabiliyor. Onlar gezine dursun, şu da bir gerçek bunlarda tıpkı sivrisinekler gibi mikropların barındığı yerlere konması dolayısıyla birtakım hastalıkları tetikleyecek şekilde gezinip duran hayvanlardır. Bu yüzden onların bulunduğu ortamlarda açıkta yiyecek bırakmamakta sayısız faydalar var elbet. Neyse ki onlarla iç içe yaşamamıza rağmen yine de pek sık hastalanmayız. Allah-ü Teala söz konusu sinek kanatların birini panzehirli yaratması hasebiyle diğer kanadıyla taşıdığı zehir etkisiz hale gelebiliyor. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) yemeğe düşen bir sineğin tamamının batırılması noktasında tavsiye buyurup, böylece 1400 yıl öncesinden sinek kanatlarından birinin panzehir olduğuna işaret etmiştir. Ki; İbnu Mace’de Ebu Saidi’l Hudri (r.anh)’tan rivayet bir hadisi şerifte; “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir tarafı yemeğe düşerse, onu içine iyici batırın (sonra çıkarıp atın). Çünkü o, önce zehri (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır” diye buyrulmuştur.
KARINCALAR
Sosyalleşmeden bahsederiz, ama her nedense bir türlü karınca misali sosyal olamıyoruz. Zaten karıncalardan yeteri kadar ders alınsaydı, belki de sosyal hayatımız kararıp solmayacaktı. Baksanıza karıncalar küçük varlıklar olmasına rağmen vücutlarının 50 kat üstü yük kaldırabiliyorlar. Üstelik yaptığı işi severek yapmaktalar. Keza bir insan da karınca misali işini severse birçok işi yapacak düzeye gelebiliyor. Demek ki karıncalar kemiksiz zayıf yaratıklar görünse de yaptığı işlere bakınca güçlü varlıklar olduğu ortaya çıkıyor. Bir kere kendi aralarında iş bölümü yapması onları daha da güçlü kılan bir husus... Düşünsenize dünya üzerinde 10 bin çeşit karınca türünün hemen hepsi küçücük yaratıklar, ama güçlü çene yapılarıyla sert yiyecekleri bile parçalayacak güce sahipler.
Öyle karıncalar var ki; kendi dışında bir takım hayvanlardan istifade edebiliyorlar. Nitekim Aphide ve Coccid gibi obur minicik böceklerden bile bir inekten süt sağar misali emip beslenebiliyor. Yine bir başka karınca çeşidi var ki bitki biti diye bilinen böceğin suyunu (şekerli bal özü) toplayıp en iyi şekilde yararlanabiliyor. Anlaşılan bu tipler geçimlerini hayvancılık üzerine kurup yaprak biti ve yeşil sinek yetiştirmeye adamış durumdalar. Özellikle bu iş için sonbahar mevsimi bulunmaz bir fırsat teşkil eder. Yani bu mevsim bitki bitlerinin yeraltında karınca yuvalarına taşındığı güz dönemidir. Malum ilkbahar geldiğinde ise bitki biti yumurtasından yumurtalar çıkmasıyla birlikte yavru bitler ot kök odalarına aktarılır. Tabii taşınacakları mekân mısır kökü olursa daha iyi olur. Çünkü yavru bitler en çok mısır köklerinden hoşlanırlar. Derken mısır köklerine nakledilme işlemi mısır filiz verene dek sürer. Böylece karıncalar emeklerinin karşılığı onlardan bal elde etmiş olurlar. Belli ki bahçıvanlar; karınca ve bitki bit kökleri arasında ortaklaşa işbirliğine dayalı düzenin en canlı şahidi konumunda olmaları hasebiyle bu tip bitki bit böceklere karınca ineği demişlerdir. Bahçıvanlar gayet iyi biliyorlar ki sıvı damlalarını toplayan karıncalar olmasa yapraklar damlacıklarından geçilmeyecekti. Bu yüzden bahçıvanlar karıncalara teşekkür borçlular. Hakeza karıncalarda öyledir. Yani ortada karşılıklı yardımlaşma söz konusu. Zira karıncalar bit sayesinde hem kendine, hem de diğer karıncaların beslenmesine vesile olmaktalar. Zaten karıncalar bunun gereği olarak bitleri kendi yuvalarında konuk etmekle kalmayıp onları kışın ayazında korumanın yanı sıra bahar yaklaştığında otlanmalarını veya güneşlenmelerini sağlıyorlar. Hatta güneşlenen yumurtaların çatlayıp neslinin devamına yardımcı olurlar.
Peki, bitki bitinin yumurtası olur da karıncanın olmaz mı? Elbette olur. Mesela bir kraliçe beyaz karınca var ki; günde 30.000 yumurta bırakıyor. Nasıl oluyor demeyin. Belli ki onu yaratan beyaz karıncanın profilini yumurtası içerisine kodlamış. Dile kolay 30.000 yumurta, sene hesabına vurursak rakamlar daha da büyüyecektir. Anlaşılan olaya “Doğa ana” gözüyle bakanlar bu sayı karşısında tabiat tufanında boğulmaya mahkûm kalacaklardır. Bizler ise Yaratıcının kudreti karşısında bir kez daha şükrümüz artacaktır.
Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde öyle karıncalar var ki; meyve bahçeleri veya koruları istila etmeleriyle birlikte yaprakları bir bir kıyıp gübre haline getirirler. Bu arada yuvalarına dönüşü sırasında beraberinde şemsiye tarzı yaprak üzeri taşıdıkları minicik karıncalar dikkat çeker ki; bunlara şemsiye karıncalar denilir. Derken yolculuğun sonunda güçlü çeneleriyle taşıdıkları yaprakları iyice çiğneyip yumuşatmanın ardından mağaralara sermenin mutluluğunu yaşarlar. Böylece emeklerinin karşılığında yetişen mantarlar karıncaların beslenme kaynağı olur.
ÖRÜMCEK
Örümcekleri gören sanır ki çok uysal hayvanlar, oysa saldırgandırlar. Hatta birbirlerine bile dalaşıverirler. Bu yüzden hepsini bir arada görmek pek mümkün olmaz. Yani bizim anladığımız manada onlarda aile hayatı yoktur, aksine bireysel takılan yaratıklardır. Bu arada dışarıdan bakınca cinsiyetini belirlemekte çok güçtür. Çünkü testis karın boşluğuna gizlenmiştir. Hayat süreleri ise 15 ayla sınırlıdır. Yüce Allah örümceğin beslenmesi için vücudun arka bölümüne bez yerleştirdiği gibi kendisini saklaması içinse yuva kurma ve avını kuşatmaya elverişli sıvı madde (ipek meydana getiren sıvı) yaratmış. Bir kısım örümcek var ki; avlarını sıçrama hamle ile avlamaktalar. Keza bir kısım türler var ki; avını ördükleri ağ vasıtasıyla tuzağa düşürmekteler. Hatta av operasyonununa ara verip istirahata çekilmiş olsalar bile ördükleri ipliğin titreşimi sayesinde ağa düşen her avdan anında haberdar olabiliyorlar. Genellikle çekirge, sinek ve eşek arısı gibi böceklerin ayaklarına telin dolanması sonucu ağa düşmesiyle örümceğe yem olması bir olmaktadır. Hatta bazı türler var ki bunlar sadece böceklerle yetinmeyip yavru kuş, amfibyum ve sürüngen gibi yaratıklarda avları arasına girer. Sonuçta hangi türden olursa olsun, genel itibariyle örümcekler kıskıvrak yakaladığı avını çıkardıkları zehir salgısıyla anbean felce uğratabiliyorlar. Sadece felç etse gam yemeyiz, aynı zamanda felç haline getirdiği avını limon gibi sıkıp şiraze haline getirdiği sıvıyı emmek suretiyle yudumlayıverirler de. Afiyetle yudumlamanın ardından arta kalan içi boş kabuklar uygun bir yere (dışarı) atarlar. Örümceğe ve onun yaratılışında sırra bak ki ağız kısmı güçlü olmamasına rağmen tuzak, hile derken avını alt edebiliyor. Yani bu işi 8 bacağında zehir içeren kancalar sayesinde başarmakta. Dahası çengeller avını delmeye ve akıtmaya fazlasıyla yetip, deldiği yerden zehri sızdırmasıyla birlikte avını şaşkın hale getirebiliyor.
Malum böcekler genellikle altı bacaklı olup, örümcekler ise sekiz bacaklı, antensiz ve kanatsızdırlar. Neyse ki örümceklerde anten işi üstlenecek ağzın uç kısmında pedipalp denen çıkıntılar var. Pedipalp bacağa benzediğinden olsa gerek bunlara duyu bacakları denmekte. Peki, bunlar ne işe yarar derseniz, elbette ki hem iletişimi sağlar, hem de üreme zamanı biriken spermaların transferinde çiftleşme organ vazifesi görür. Bu durumda erkek örümceğin pedipalpi spermalarla dolduğunda dişi aramaya koyulacağı muhakkak. Fakat dişi örümcek arayım derken canından olmakta var. Madem öyle tedbir babından izdivacının başlangıcında dişiden uzak bir mesafede sevgi gösterileri sahnelemek gerekir. Çünkü yakın kalmakla işin sonunda yakayı ele verme riski söz konusudur. O halde bir şeyler yapmalı, yapılır da. Şöyle ki; ilk evvela sevgi şovuyla dişinin aklını çelip açlık hissi unutturulmaya çalışılır, sonrasında ise döllenme hedeflenir. Hatta yanında erzak olarak taşıdığı böceği ikram edip yaklaşmayı dener, ama sevgi dansından bitap düşen erkek örümcek sonunda avlanmaktan kurtulamaz. Tabii bu arada kaçmayı başaranlar da var. Sonuçta ister yakalansın ister yakalanmasın biriktirdiği spermalar vasıtasıyla vuslat gerçekleşir de. Derken 20–60 gün sonra döllenmiş yumurtalardan çıkan yavrular hayata adım atmış olurlar. Anne örümcek yavrularına o kadar şefkatlidir ki onları babasından mahrum bir vaziyette sırtında taşımakta bile. Solunum ise deri kıvrımı görünümdeki kitap akciğerler vasıtasıyla gerçekleşir.
İlginçtir örümcekler kılcal damarlardan yoksun canlılardır. Dolayısıyla açık dolaşım sistemine sahipler. Bu arada ördükleri ağlar üçgen, dörtgen ve trapez görünüme haiz şaheser niteliğinde. Tabiî ağ örmeyen cinslerde mevcut. Malum ağ ören örümcekler, karın altlarında üç çift ağ organa sahip olmakla dikkat çekerler. Öyle ki bu üç organın dışarıya çıkışını sağlayan minicik kapılar(gözenekler) bile var. Anlaşılan bu kapılar süs olsun diye yaratılmamış, bilakis karınlarındaki salgı bezlerden salgılanan sıvılar minik kapılardan çıktığında havayla temas sonucu sertleşip ağ iplikler oluştursun diye konulmuş. Böylece minicik deliklerden (kapılardan) çıkan sertleşmiş sıvıyı (teli) örme işi bu noktadan sonra kendilerine düşer. Bunu nasıl yapıyor derseniz, tabiî ki önce kendine uygun bir yer seçerek gerçekleştirir. Bu seçtiği yer ister bir ağacın uç noktası, ister bir odanın tavanı olsun fark etmez, her halükarda bir şekilde ağının ucunu yapıştıracak bir yer bulabiliyor. Derken konakladığı yere bağladığı ağın ucunu yapıştırıp bacaklarıyla iyice preslemenin ardından ağ akışın devamını sağlar. Sonrasında ise kendini boşluğa bırakmanın ardından her bir incecik teli toplayıp dokuma sanayine taş çıkartacak türden nakış işlemeli dairevi şekiller örmeye başlar. Böylece örme işlemi tamamlandığında ağın iskeleti ortaya çıkmış olur. Hatta ördüğü ağ üzerinde ayaklarının altındaki çengel veya vücudunun yağlı olması sayesinde yapışmadan rahatlıkla kayık misali süzülüp gezinti bile yapabiliyor.
Demek ki ağ hem bir harika sanat eseri, hem de av yakalamak için iyi bir kapan. Bir sinek düşünün ki; ağa konmaya dursun anında örgü ağına yapışık vaziyette kalıp kendisini ağın ortasında bulur. Böylece tuzağa düşmüş sineğin çırpınışları örümceğin zehirlemesiyle hayatı sonlanır.
Hazır örümcekten söz etmişken Sevr mağarası kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki;
Müşrikler Peygamberimizin öldürülmesini göze alacak kadar ölçüyü kaçırmışlardı. Cibril Emin Rasulüllah’a durumu vahiyle haberdar ettikten sonra Allah-ü Teala İsra suresinin 80. ayetini kalbine şöyle vahy etti:
-Ey Rabbim, beni dürüst bir girişle yeni yurduma girdir. Dürüst bir çıkışla yurdumdan çıkar. Kendi canibinden bana yardımcı olan bir delil ve güç ver.
Habib-i Ekrem (s.a.v)’e gelen vahyin talimatı üzerine Hz. Ali’yi çağırdı ve ona:
-Ya Ali bu gece yatağımda benim yerime sen yatacaksın, dedi. O da öyle yaptı zaten. Fakat Kureyş Habib-i Kibriya’nın evini akşamüstü çembere almıştı. Elbet onu koruyan bir güç olacaktır. Nitekim Rasulüllah’da hane halkıyla vedalaştıktan sonra kapıyı açıp Yasin süresini okuyarak tan müşriklerin arasından geçip haneyi saadetinden ayrılabilmiştir. Zaten Allah-ü Teâla bu durumu ayeti kerime de:
-Biz onların önlerine bir set... koyduk da onların üzerini örtüverdik. Artık onlar göremezler beyan buyurmuşta.
Gerçekten de önlerinden geçtiği halde onu ne gördüler ne de bir sese şahit oldular. O Allah’ın ilahi koruması altında bir kelebek misali aralarından uçuverdi.
Şimdi Mekke onsuz öksüz. Öyle ki Medine yoluna koyulmadan önce doğup büyüdüğü topraklara son kez tutku gözlerle baktı. Ardından sadece sıla hasreti kaldı. Yani artık onun için hicret kaçınılmazdı.
Hz. Ebubekir Allah Resulünü bekliyordu ki birazdan geldiğinde birlikte Sevr’e yürümeye koyuldular. Mağaraya geldiklerinde yorgun düşmüşlerdi. Nebiyi Ekrem Ebubekir’in dizine başını koyarak uyumaya başladı, ama birazdan yüzüne düşen nazlı gözyaşı damlaları uyanmasına yetmişti bile. Rasulullah Ebubekir’e baktı:
-Ya Ebubekir neler oluyor?
Hz. Ebubekir (r.a);
-Bir yılanın deliğinden çıktığını gördüm, sana zarar vereceğini düşünerek ten ayağımla deliği kapatmaya çalışırken ayağımı ısırdı, canım yandı, bunun üzerine gözyaşımı tutamadım.
Allah Resulü tükürüğünü ayağına çalınca Ebubekir rahatlayıp, bir anda sızı diniverdi.
Mağarada bunlar olurken Ebu Cehil başta olmak üzere Peygamberimizin evine girdiklerinde yatağında bulamamışlardı, onun yerine Hz. Ali yatıyordu. Tabii Ali’yi sıkıştırmaya başladılar:
-Derhal söyle, nerede O?
Hz. Ali (k.v):
-Geceleyin çıkıp gitti deyince, tez elden iz sürmekle meşhur Müdlic’e yüz deve karşılığında teklif götürülerek Rasulullah’ın ve Ebubekir’in izlerini iz sürüp ilerlemeye başladılar. Derken mağaranın kapısına kadar dayandılar. Bu arada Hz. Ebubekir’in rengi sararmıştı. Çünkü müşrikleri yakından görüyordu. Resulü Ekrem(s.a.v):
-Ya Ebubekir korkma! Allah bizimle beraber, dedi.
Müşrikler örümcekle örülmüş mağara girişini görünce:
-Baksanıza örümcek örmüş burayı, dolayısıyla boşa vakit geçiriyoruz deyip mağaranın kapısından döndüler. Bu noktadan sonra Ebubekir rahatlamıştı. Kendisi için değil tabii, Resulü Kibriya’nın başına bir hal gelmemesi içindi. Nitekim derin bir nefes almıştı o an.
Sevr mağarasına üç gün boyunca Hz. Ebubekir’in oğlu ve hanımı tarafından yemek taşındı, iaşeleri giderildi. Ebubekir’in oğlu iman etmemesine rağmen hem oğul olarak görevini yaptı, hem de sırrını sır bilip, bu durumu saklamayı bildi de.
Mağarada geçen üç gün, aslında üç asra bedeldi. Zira o üç günün önemini Hz. Ömer’in şu sözlerinden daha iyi anlayabiliriz. Bakın Hz. Ömer diyor ki:
-Vallahi Ebubekir’in o mağarada bir gecesi Ömer’den ve Ömer ailesinden daha hayırlıdır.
Bu sözler gerçekten mağaranın mağara olmanın ötesinde bir başka anlam çağrıştıran yönü olduğunu ortaya koyuyordu.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer



Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:05 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-2
SELİM GÜRBÜZER

ARILAR
Geçim kaynakları bal olup koloni halinde yaşarlar. Öyle ki koloni de bir kraliçe, birçok erkek arı ve binlerce işçi arı vardır. Özellikle işçi arılar bütün gün topladıkları nektar ve çiçek tozlarını diğer işçi arkadaşların (arıların) yardımıyla bala çevirip hem kendileri beslenir, hem de insanlara şifa kaynağı olurlar. Tabii tüm bunlar büyük bir iş bölümü sayesinde gerçekleşir. İlginçtir arılar iğnesiyle soktukları canlının canını yakmakla birlikte akabinde kendisi de birkaç saat içerisinde mevta olur. Fakat Kraliçe arı bundan müstesnadır. Çünkü o bir iğnesini bir kullanımlık kullanmakla ölmez. Dolayısıyla müteaddit defalar kullanma lüksüne sahiptir. Malum erkek arıların iğneleri yok, zaten ihtiyaç duymazlar da. Nitekim hayat boyu asalak yaşarlar.
Adı: İşçi arı.
Cinsi: dişi.
Bunlar çiçek çiçek dolaşıp Allah tarafından yaratılmış hortumlarıyla ortalama 2000 çiçek üzerinde nektar toplamakla meşgul arılardır. Tabiî ki bal arısı önce kaynak keşfi yapıp, sonra kendine özgü danslarıyla arkadaşlarına gideceği yeri bildirecektir, bildirir de. Şayet konaklayacağı çiçek güneş yönündeyse (batı) kovanın üst kısmına doğru dikey hareket edecek demektir, yok eğer güneşin aksi istikamet (doğu) doğrultusu ve kovanın alt tarafından dans ediyorsa işe koyulacak manasınadır. Yani sabah başka, akşam başka uçuş yönü tatbik edip toplayacağı nektarları beraberinde götürdüğü heybesine doldurur. Derken yuvalarına döndüklerinde topladığı nektarlar 8 rakam görünümlü dans eşliğinde kovandaki bal kümeleri üzerine bırakılmak üzere görevli işçi arılara teslim eder. Böylece toplanan nektarların işleme alınması sağlanarak kovan içerisindeki arının salgıladığı özel bir kimyasal sıvıyla birlikte bala çevrilir. Bu arada kimi işçi arılar var ki; karınlarından sızan bal mumundan altıgen petek örmekle memurdurlar. Netice itibariyle tıpkı bal imalatında olduğu gibi bal mumu da şifa kaynağı olarak hizmete sunulur.
Adı: Erkek arı.
Cinsi: erkek.
Kovanın içerisinde asalak halde yaşamalarına rağmen en önemli vazifesi zifaf uçuşu sırasında kraliçe adayını döllemektir. Zaten zifaf sonrası misyonları sona erdiğinden dolayı işçi arılar tarafından hayatlarına son verilir.
Adı: Kraliçe arı.
Cinsi: dişi.
Asıl görevi yumurtlamak olup neslin devamını sağlamaktır. Keza yumurtladığı arılara başkanlık yapmakta görev kapsamındadır.
Bilindiği üzere “tek taşlı” yabani arılar olduğu gibi konaklayacağı mekânları kum ve çamurdan inşa eden arılar da var. Mesela özellikle yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurup, kâğıt üretiminin bitki liflerinden yapılacağı noktasında insanlığa rehber olmuşlardır. Bu yüzden Jacob Schaffer, yabani arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak ilan etmiştir. Hatta ilan etmekle kalmamış barınaklarında biriken ilkel ham kâğıt maddesini kullanarak kâğıt yapmayı düşünmüş ve başarmışta..
Bir yandan insanlar kâğıt sanayinde ilerlemenin sevincini yaşarken, öte yandan eşek arılar kâğıttan yapılmış yuvalar içerisinde hayata göz kırparlar. Bu harikulade kâğıt yuvaların inşası önce kraliçe eşek tarafından kıymık toplanmakla, sonrasında ise toplanan kıymıkların ağından saldığı tükürükle yumuşatılıp hamur haline getirilme işlemiyle gerçekleşir. Böylece kraliçe arının başlattığı bu inşaat kimi zaman ağaç, kimi zaman yerin altı olabiliyor. Derken hamur kıvamını aldıktan sonra geometrik kurallara uygun tarzda inşa edilen petek izleyenleri hayretler içerisinde bırakır. En nihayet peteklerin üzerine kâğıttan şemsiye kurup yumurtasını buraya bırakmasıyla birlikte bu faaliyet tamamlanmış olur. Yani kraliçe arı döllenmemiş yumurtaları erkeklerin odasına, döllenmiş yumurtalar ise doğacak olan işçi arıların kalacağı yer veya müstakbel kraliçe adayların koğuşuna yerleştiriverir. Zaten işçi arıların doğmasıyla birlikte kâğıt yapımı iyice hız kazanıp, yuvalar şişirilmiş bir balon büyüklüğüne ulaşır.
ARIM BALIM PETEĞİM
Bir an arı kovanına konuk olduğunuzu düşününüz, koloni içerisinde ana arı liderliğinde işçi arı ve erkek arı olmak üzere üç farklı karakterde arı böcekler olduğu görülecektir. Malumunuz Kraliçe arı, kovanı idare eden baş olmanın yansıra aynı zamanda yumurtlama görevi de üstlenmiş bir ana arıdır. Ve ana arının dakikada 2 yumurta yumurtladığı belirlenmiştir. Hele bu hesabı günlük hesaba döktüğümüzde günlük takriben 2500 adet yumurtayı yumurtladığı görülür.
Öyle anlaşılıyor ki arı ailesinin planlı ve dengeli bir şekilde üreyip çoğalması Kraliçe arının (ana arının) kendi isteği ve kontrolörlüğünde gerçekleşmektedir. Böylece Kraliçe arı dilerse dişi, dilerse erkek arı yumurtlayabiliyor. Nasıl mı? Bikere şunu unutmayalım ki Kraliçe arının vücut yapısında spermaların bulunduğu bir çanak vardır. Çanak aynı zamanda bir işaret niteliğinde bir göstergedir. Kraliçe arı yumurtlayıp eğer çanağı buruşturursa yumurtanın döllendiğine işaret teşkil edip bir süre sonra yumurtadan dişi çıkacağı anlamını taşır bu. Yok, eğer çanağı büzmezse yumurtanın döllenmediğinin anlamına gelip içerisinden erkek arı çıkacak demektir. Kelimenin tam anlamıyla erkek arılar dölsüz yumurtalardan meydana gelirken işçi arılarda döllü yumurtalardan meydana gelmekte. İlginçtir bu arada dünyaya gelen dişi arılardan hangisi önce doğarsa arı beyi (ana arı) önceliği hakkı ona tanınır. Hatta sadece Arı beyi hakkı tanınmakla kalınmaz bu arada ileride kendisine rakip olabilecek diğer kendi cinsiyetinden dişi arıları öldürme hakkı da tanınır. Anlaşılan, Yüce Allah (c.c) her bir arı kovanı için arıları idare edecek tek bir Kraliçe arı beyini baş tayin etmeyi murad etmiştir. Öyle ya, şayet bir arı kovanı topluluğunu idare edecek ikinci bir başkan daha çıkmış olsa, evliyaullahtan bir Allah dostunun da dile getirdiği “Bir kilime on derviş sığar ama iki padişah sığmaz” gerçekliliğinin arı toplulukların idaresi içinde geçerlilik arz eden hakikat payı olacaktır. Nitekim ilerisinde ikilik çıkmasın diye potansiyel lider konumunda olabilecek dişi arıların bir kısmı öldürülmek suretiyle arı topluluğunun bölünüp parçalanmasının önüne geçilmiş olunur da. Bu arada hazır liderlikten söz etmişken Peygamberimiz (s.a.v) bakın bu hususta ne buyuruyorlar: “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarında birini başkan seçsinler” (Ebu Davud, Cihad 80). İşte hadis-i şerifin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere birlik ve dirlik için başkanlık sistemi tüm canlı toplulukların kaosa sürüklenmemesi açısından ilaç gibi gelmektedir dersek yeridir. Hele bu ilaç her bir kolonide bal yapımına yönelik çalışan bir topluluksa tek bir kolonide tek bir Kraliçe arının başkanlık etmesi şarttır da.
Her neyse asıl mevzumuza döndüğümüzde oldu ya, arı kovanı nüfus bakımdan aşırı kalabalıklaştı (80-100 bin arası), bu durumda bal arılarının bazıları ister istemez Arı beyi (ana arı) başkanlığında yeni bir yuva kurmak için göç etmek zorunda kalacaktır. Zaten arı kolonilerinde kış mevsiminde sadece dişi arılar koloniyi mesken tutarken erkek arılarda ilkbaharda yeni sezonla birlikte görülerekten mesken tutmuş olurlar. Peki, bu arada koloniden göç etmeyip de yuvada kalan diğer arıların hal ve ahvalleri ne haldedir derseniz, onlarda malum Kraliçe olacak genç dişi arı beyini (kraliçe arı adayı) daha tahta oturtmadan önce ilerisinde başkanlığını hakkını verecek şekilde zifaf uçuşunun hazırlıklarına koyulacaklardır. Nitekim bu uğurda genç arı beyi peşine erkek arıları takıp (birbiri ardına dizip) gruplar halinde yükseklere doğru uçuş yapmaya koyulduklarında, icabında bu uçuşlar esnasında erkek arılardan telef olanlar çıkabileceği gibi adeta etten duvar olup da ayakta kalabilen babayiğit erkek arılarda çıkacaktır. Ta ki ayakta kalabilen bu erkek arıların çiftleşme esnasında cinsel organları ve barsakları kraliçe arının (arıbeyi) karnında asılı kala kalır ancak o zaman görevlerini yerine getirmenin gönül rahatlığıyla hayata veda etmiş olacaklardır. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, kendi arı neslinin devamına katkıda bulunma adına gerektiğinde canda feda edile biliniyormuş meğer. Onlar canlarını feda ede dursun bu arada dişi arı da malum bu durumdan istifadeyle yumurtlayacağının ilk işaretlerini vererekten yuvanın yeni kraliçesi olurken, zifaf uçuşunun akabinde bir şekilde hayatta kalmayı başaran erkek arılar ise Arı beyi eşliğinde evlerinin yolunu tutup yuvalarına dönmüş olurlar. Tabii yuvaya dönmek iyi hoşta, ancak yuvaya dönüş ortamı bir öncekinden çok farklı bir hal alacaktır. Öyle ki hayatta kalan erkek arılar dönüş sonrasında yuvalarında yeniden konakladıklarında bir köşede inzivaya çekilmiş konumda sanki hiçbir iş yapmayacakmışçasına asalakça bir hayat tarzı bir portre çizeceklerdir. Her ne olursa olsun biz yine de insafı elden bırakmayıp asalakça demek yerine daha temkinli bir dil kullanmakta fayda var. Dahası onların bu halleri ilk etapta bize asalakça bir hayat tarzı gibi gelse de aslında böylesi bir inzivaya çekiliş hali tedbir maksatlı bir uygulama olduğunu düşünmemiz icab eder. Öyle ya, hadi diyelim ki Kraliçe arı öldü, illa ki neslin devamı için atıl durumda kalan bu arıların hâlihazırda bir güç takviyesi olarak devreye sokulması an meselesi diyebiliriz. İşte biz bu gerçeği beşer idrakiyle sonradan fark etmiş olsak bile yine de yuva içerisinde onların bir köşeye çekilmiş halde oturduklarına tahammül edemeyen yuvanın aktif halde çalışan arıları meseleye bizim fark ettiğimiz şekliyle bakmayıp günü geldiğinde yeri geldiğinde tepelerine çöküp iğneleriyle öldürdükleri de bilinen bir gerçekliktir.
Hiç kuşkusuz petek arının evidir. Üstüne üstük öyle sıradan bir evde değildir, tam aksine kimi arıların çeneleri vasıtasıyla bal mumundan altıgen şeklinde ördükleri şahika eser petek evidir bu. Düşünsenize ellerinde herhangi bir ölçüm aleti olmadığı halde bir bakıyorsun tüm dünyanın mimarlarına taş çıkartırcasına bal mumu salgılayaraktan altıgen mimari görünümlü petek ev inşa edebiliyorlar. Dışarıdan baktığında işin içine sanırsın ki usta insan eli girmiştir buraya, oysa kazın ayağı hiçte öyle değil. Bu işin patentinin bizatihi arılara ait olduğu o kadar net kendini belli eder ki inşa ettikleri yuvaya dışarıdan su sızmasına yönelik her türlü önlemleri bile almayı ihmal etmediklerini görürüz. Derken önceden planlanmış böylesi ustaca yalıtımı sağlanan yuvanın izolasyonu sayesinde hem küf mantar üremesinin önüne geçilmiş olunur hem de yavrularının ölümüne meydan verilmemiş olunur. İşte arı gibi daha pek çok böceklerin gösterdikleri bu tip ustalık maharetleri sadece yuva yapımı veya ev inşaatı faaliyetleriyle sınırlı da değildir. Zira daha pek çok maharet gerektiren örneklerin tümüne baktığımızda kendileri küçücük böcek türü canlı varlıklar olmalarına rağmen büyüklere taş çıkartırcasına boyundan büyük işlere damga vurduklarını görürüz. Nitekim gerek ipek böceklerinin koza yapımında gösterdikleri maharetler gerekse arıların bal yapımında gösterdikleri maharetler bunun en bariz tipik örneklerini teşkil eder. İşte bu nedenledir ki ipek böceği ve arı gibi böcek türü hayvanların küçücük kalıbına bakaraktan sakın ola ki onları hafife almayalım, zira o küçücük kalıbın içerisinde envaı türlü maharetlerin varlığı gizlidir. Hem hafife alsak ne yazar, onlar bir şekilde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış tüm insanlığa kendi maharetlerini gösterircesine bir bakıyorsun altıgen prizma şeklinde inşa ettikleri peteğin her bölmesinin silindir şeklinde bir boşluk içerisinde son derece belli bir hesaba dayalı geometrik seçimin göstergesi diyebileceğimiz mükemmel şahika bir eser ortaya koyabiliyorlar. Gerçekten de işi hafife almayıp işin üzerine ciddiyetle eğildiğimizde neden bir başka geometrik şahika eser şeklinde değilde illa altıgen tercih nedenidir diye düşündüğümüzde, belli ki çok sayıda bölmelerin oluşumu için kendilerine alan açmak ancak böylesi bir altıgen tarzı tasarımla mümkün olabileceği gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Keza ancak böylesi bir tasarımla en az yer kaybına müsait bir ortamın oluşabileceğini idrak etmiş oluruz. Dolayısıyla arı gibi küçücük böcekleri hafife almak yerine ortaya koydukları şahika eserlerine bakaraktan ders almak daha aklı başında bir tutum olacaktır. Kaldı ki Yüce Allah (c.c) birçok Kur’an ayetlerinde beyan buyurduğu veçhiyle kullarından yerde ve gökte yarattığı küçük büyük her ne varsa tüm canlı cansız varlıklar üzerinde düşünüp ibret almamızı dilemektedir. Gerçekten de bu manada Yüce Allah (c.c) yaratılan varlıklar arasında arıları barınacakları donanım ve bal yapma kabiliyeti bakımdan yaratmakla hem biz aciz kullarının ufkunda kovan içerisinde nasıl bir geometrik işlemler yapıldığı hususunda düşünmeye sevk etmekte hem de yaratılış örneklerine tefekkür gözüyle baktığımızda yaratılış gayemize de ilham olmakta. Tabii bu arada unutmayalım ki ibretlik dersler çıkarmamız gereken hususlarda işi sadece bal mumuyla yuvalarını yapan arılarla sınırlı tutmamalı, malum ayağından bulundurduğu bal mumuyla yuvalarını yapan arılardan başka bize tabiatta ilham kaynağı ve örneklik teşkil edecek daha nice imar ustası arıların inşa faaliyetlerinden alacağımız ibretlik derslerde var elbet. Öyle ki tabiat şartlarında ağaç ve taş kovuklarını yuva olarak kullanan yabanı arılar da olduğu gibi mekânlarını kum ve çamurdan inşa eden “tek taşlı” arıları da bu kapsamda düşünmemiz gerekir. Nitekim bu tür maharet sahibi özellikleri haiz yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurmakla kâğıt yapımının bitki liflerinden imal edileceği noktasında insanlığa ufuk açıp rehber olmuşlar bile. Öyle ki bu noktada Jacob Christian Schaffer, yaptığı deneysel çalışmalara dayanak olarak gösterdiği yabani arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak tanımlamaktan kendini alamaz da. Merak bu ya, o sırasıyla;
-Önce arıların barınaklarında elde ettiği hamur kıvamı ham maddeleri ve arpa samanını parçalara ayırır,
-Akabinde hazır hale getirdiği saman hamurunu paçavra hamuruyla karıştıraraktan elde ettiği mamulleri su ile kaynatır,
-En nihayetinde kaynattığı mamulleri tokmak darbeleriyle kireç sütü içerisinde birkaç saat bekletip liflere ayırmak suretiyle kâğıt üretiminde kullanılabileceğinin mucitliğini cümle âleme göstermiş olur.
Tabii arıların ilham kaynağı oldukları maharetler bitmedi, dahası var elbet. Öyle ki; bir bakıyorsun bu söz konusu arılar kendilerine özgü özel ses sistemi donanımıyla donatılmaları sayesinde kovanını çok rahatlıkla bulma maharetini sergileyebiliyorlar. Böylece bütün gün çiçeklerden topladığı nektarları işleyerek insanlığa hem gıda ikram etmiş olurlar, hem de şifa kaynağı olurlar. Üstüne üstük tüm bu uğraşılar sadece kendi istifadeleri için değildir, üretilen balın yüzde biri bile tek bir arı için fazla gelebiliyor, geriye kalanı malum hem beslenmek hem de insanlığa şifa olsun babından bizlere sunulmuş olur. Bu yüzden tüm âlemi yoktan yaratan Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Nasıl şükretmeyim ki, baksanıza Allah-u Teâlâ kimi arılara çiçekler üzerine konup nektarlarından faydalansın diye karnındaki iki mideden birini özel bir enzimle nektarı karıştıracak ve bal imal üretecek şekilde yaratmıştır. Hiç şüphe yoktur ki arıya bal üretme ilhamını kodlayanda Yüce Rabbimizdir. Hele bir bal arısı düşünün ki kendisine hiçbir şey öğreten olmadığı halde ağaç ağaç, yaprak yaprak, çiçek çiçek dolaşıp şifa kaynağı bal üretim işine koyulabiliyor. Malumunuz nektar toplama görevini üstlenen arılar mesai sonrası zerre miskal hiç yolunu şaşırmaksızın yuvalarına kazasız belasız dönüş yapabildikleri gibi topladıkları nektarı kovanın içinde çalışan arıya nakledebilmekteler de. Petek görevlisi arı da gelen bu emaneti bal mumundan yapılmış peteğe aktarır, derken bal mumu petek dolana kadar bu döngü devam edip dururda. Tabii bunlar olması gereken faaliyetlerdir. Asıl bize bundan daha ilginç gelen husus arıların bilhassa mesai sonrasında kendilerini yolda haramilere kaptırmadan kovanlarını bulmakta son derece mahir kervan yolcusu olma özellikleridir. Doğrusu araştırmacılar bu noktada arıların gidiş ve dönüşlerinde yollarını şaşırmaksızın gün boyu önüne çıkan her bir cismi pusulasız bir şekilde çok rahatlıkla tespit edebilme kabiliyetlerini polarize ışık yardımıyla gözlerindeki yeşil alıcı hücrelerle algılamalarına bağlayarak yorumlarlar. Arılarda bir diğer dikkat çeken ayırıcı özellik ise dünyada ne kadar sayıda arı topluluğu varsa hepsinin de aynı ortak dille iletişim kuruyor olmalarıdır. İşte bu noktada kullanılan bu ortak dilin adına vızıltı dili dersek yeridir. İyi ki de her bir kafadan ayrı ayrı ses çıkmıyor, aksi halde ortada çok büyük karmaşıklık bir durum söz konusu olacaktı. Hiç kuşkusuz aynı ortak vızıltı sesiyle tabiatta seyri âlem eylemek kendi aralarında ki iletişimde çok büyük kolaylıkları beraberinde getirmesi sayesinde vuku bulmakta. Hem nasıl ki dünyada dilleri ve renkleri ayrı olan Müslümanların minarelerde okunan ezanı kendi ana dillerinde değil de orijinal dilinde okunduğunda aynı ortak dilde buluşturup namaz için hiçbir sıkıntı çekmeksizin ortak iletişim parolası olmaya yetiyorsa, aynı şekilde arılarda da vızıltı dili ortak iletişim parolası olmaya ziyadesiyle yeter artar da. Zaten biz bu gerçeği söylesek de söylemesek de arıların hemen hepsi tek bir dil çatısı altında yekvücut olup çoktan birbirleriyle anlaşabileceği dünya ölçeğinde ortak arı diline dayalı birliktelik oluşturmuşlar bile. Derken bu ortak dil birlikteliği sayesinde kovanın girişinde adeta elçilik görevi yapan ya da nöbet tutan bir bekçi arı kovanının başında giriş ve çıkışlarda güvenli bir şekilde aynı ortak dili kullanaraktan vazifesini çok rahatlıkla yürütüyor durumda olabiliyor. İşte aynı ortak dili kullanmak avantajı bu ya, bir bakıyorsun herhangi bir tehlike anında arının tek bir vızıltı sesi çıkarmasıyla birlikte kovandaki diğer arı arkadaşlarını kendilerini savunmak için acil eylem planına geçiş yapabiliyorlar da. Hatta arıların günün ilk ışık saatlerinde bir bakıyorsun çalışma esnasında vızıldamaların tonunu daha da artırdıklarını görmekteyiz. Bu arada unutmayalım ki arılar sadece peteklere bal yapmaz, buna ağaç kavukları, kayalıkların içi ve kuytu yerlerde dâhildir. Öyle ki bal yapmadan önce yuvanın her yerini polen, yani bal mumuyla sıvamayı da ihmal etmezler. Böylece bu arada sıvacılıkta da mahir olduklarını yaptıkları sıva yalıtımının gayet korunaklı bir şekilde ortaya koydukları izolasyon işlemlerinden de anlamış oluruz.
Evet, kulluk bilincinde olan müminlerin sabah ezanıyla yeni bir güne diriliş muştusu uyanışına geçmelerine vesile benzer bir hadiseyi her sabah görevli bir arının vızıldamasıyla koro halinde arıların işe koyuluşlarından da bu tip uyanışı görmek pekâlâ mümkün. Ki, kolonideki arılar arasındaki bu tip iletişim uyanışı arıların bizatihi kendi vücut dışına salgıladıkları feromon adı verilen kimyasal madde salgısıyla gerçekleşmektedir. Düşünsenize koro halinde yuvalarından rastgele çıkış olmadığı gibi bu sıradan bir yola koyuluşta değildir. Tam aksine daha önceden gideceklerin yerlerin bile yön tayininin bile tespiti yapılaraktan yuvadan çıkış ve yola koyuluş planlamasının ta kendisi bir koyuluştur bu. Peki ya dönüş planı? Hiç kuşkusuz gidişleri gibi dönüşleri de muhteşem planlamayla gerçekleşen bir dönüş projesi olur. Derken mesai sonrasında her bir arı görevlerini yerine getirmenin huzuruyla evin yolunu tutup yuvalarına döndüklerinde ilk iş kovandaki arkadaşlarına gittiklerin yerlerin adeta topoğrafık çalışmalarında edindiği bilgilerden tutunda çiçek çiçek topladıkları nektarların cinsine varana kadar hemen her bilgi paylaşımını vızıltı sesleri eşliğinde bir rapor halinde sunmak olur. İşte bu bilgi paylaşımı sayesinde nöbeti devr alan diğer arılarda ertesi günü vızıldayaraktan yola koyulduklarında tarif edilen yerlere uçuşmuş olurlar. Tabiî ki arıların planlı ve programlı bir şekilde ortaya koydukları sadece nektar toplamak ya da bal yapmaktan ibaret faaliyetlerle sınırlı değil, çok daha nice sırlarına vakıf olamadığımız ve daha nice bilmediğimiz programlı faaliyetleri de vardır elbet. Her ne kadar arı ve bal mucizesinin sırrı tam olarak çözülmüş olsa da sonuçta hani halk arasında “Aslan yattığı yerden belli olur” şeklinde sıkça dillendirdiğimiz atasözümüz, tamda bu noktada arıların daha ne gibi faaliyetlerde bulunabileceklerinin ipuçlarını akıllara düşürmeye ziyadesiyle yeter artar da. Nitekim arıların kendi çabalarıyla yaptıkları mekânları en ufak hata payı bile bulamayacağımız bir şekilde, yani mesken tutacakları yuvalarını geometri kurallara en uygun bir şekilde inşa etmeleri gerçekten de “aslan yattığı yerden belli olur” atasözünün tam da en bariz göstergedir. Hele birde bu göstergenin haricinde arıların inşa ettikleri peteklere trene bakar gibi bakmak şekliyle değil de araştırmacı gözüyle bakmaya çalıştığımızda sırlarına vakıf olmanın ötesinde büyük bir gıptayla hayretler içerisinde adeta kendimizden geçip kala kalacağımız muhakkak. Örnek mi? Mesela en basitinden işçi arıların bir durumuna bakıyorsun çiftleşme kapasitesi olan arıların peteklerinde rahatlıkla üremeleri için inşaat mühendislerine taş çıkartacak derecede değişik boyutlarda odacıklar inşa etmekte son derece hüner sahibi oldukları gözlerden kaçmaz da. Düşünsenize daha doğmamış işçi arılar için küçük odacıklar, erkek arılar içinde büyük odacıklar inşa etmeyi ihmal etmeyecek kadar işin erbabı oldukları her hallerinden kendini belli ederde zaten. Kelimenin tam anlamıyla “daha doğmamış bebeğe don biçmek” tarzında diyebileceğimiz bir ön görünün ve titizliğin neticesinde ortaya çıkan bir inşa faaliyetinin adı bir mucizedir bu.
Peki, bu titizlik sadece doğacak olan arılara özgü bir hassasiyet mi? Hiç kuşkusuz bu hassasiyet kendilerini ve yuvayı idare edecek olan Kraliçe arı için daha üst doruktadır. Bikere adı üzerinde arı beyi (Kraliçe arı), elbette ki yuvanın idaresini üstlenecek olan Kraliçe arı için hem ona hassaten özene bezene oda inşa edilmesini gerektirir hem de dişi larvalar içerisinden seçilecek olan kraliçe arının önemine binaen dişi arıların bakımlarının da tükürük bezlerince salgılanan arı sütünden beslenmelerini.
İşte arıların böylesi bir titizlik içerisinde adeta imece usulü tüm hazırlıkların garantici bir tutum içerisine girerekten işlerini hal yoluna koymaları mucizevi kayda değer bir hadisedir. Ki, işlerini hal yoluna koymaya mecburlar da. Çünkü arı sütüyle beslenen dişi larvalardan (yavruların) bir kısmının ilerisinde arı beyi olma ihtimali vardır. Öyle ya, madem bu ihtimal göz ardı edilemeyecek derecede hassasiyet gerektiriyor, o halde bu durumda dişi larvaların özel muameleye tabi tutularaktan arı sütüyle beslenmeleri son derece gayet tabii bir tutumdur. Nitekim bu bilinç doğrultusunda Kraliçe arı için şanına layık çok odanın inşasında en ufak ihmalkârlığa yer verilmez de. Böylece arıların annesi olarak seçilip yetişmiş olan Kraliçe arı da kendisine gösterilen bu ihtimam karşısında bir yandan döllenmemiş yumurtalarını erkek arılar için ayrılan odaya (petek gözüne) bırakırken diğer yandan da döllenmiş yumurtaları doğacak olan işçi arılar ve müstakbel kraliçe adaylar için ayrılmış odalara bırakaraktan sorumluluğunu gereğini yerine getirmiş olur.
Aslında arıların imece usulü çalışaraktan ortaya koydukları ilerisine yönelik hazırlıklı olunuz türünden yaptıkları inşa faaliyetlerinden çıkarmamız gereken ders şudur ki, biz aciz kullarında yaratılış gayemiz doğrultusunda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışacak bir şekilde her an hazırlıklı olmamız gerektiğidir. Hem nasıl hazırlıklı olmayalım ki? Baksanıza arılar küçücük ten kafes içerisinde Yüce Allah’ın kendilerine yüklediği yaradılış kodları doğrultusunda dağ taş bayır ova demeden cansiperane bir şekilde vazifelerini yerine getirirken, bizim haydi haydi cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş kullar olarak daha çok çalışıp yaratılış gayemizin gereğini yerine getirmemiz icab eder. Nitekim bu manada Kur’an’da geçen arı ve bal mucizesi biz aciz kullara örnek gösterilerekten kulluk vazifemizi “fikir, zikir ve şükür” üçlü sacayağı üzerine inşa etmemiz gerektiğinin doğrudan mesajı verilir de. Madem öyle, verilen bu mesajdan hareketle arı olup vızıldayalım ki biiznillah “fikir, zikir ve şükür” balı gönlümüze ve ruhumuza sirayet etmiş olsun.
Bakınız, Allah Teâlâ “Rabbin bal arısına: dağlardan, ağaçlardan ve hazırlanmış kovanlardan yuva edin, sonra her çeşit üründen(meyve ve çiçek) ye, sonrada Rabbinin işlemesi için gösterdiği yollardan yürü diye öğretti(ilham etti). Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal (şerbet) çıkar. İşte bunda da düşünenler için ibret vardır” (Nahl 68–69) diye beyan buyurmakla balın esrarını gözler önüne seriyor. Ayet-i celilenin mana ve ruhundan anlaşılan o ki; bal hem besin, hem de doğal bir ilaç deposudur. Bal o kadar şifa kaynağıdır ki arılar dışkılarını bile baldan uzak alanlarda yapmaktalar.
Bal aynı zamanda şekerler bakımdan %79 kadarı zengin besin kaynağı olup yüzde yirmiye yakın dilimlerini de madensel tuzlar, azotlu maddeler, B kompleksi vitaminler, C vitamini ve A vitamini gibi içerikler oluşturur. Zaten balın içeriği bu denli zengin maddeler içermesiydi adından asla şifa deposu olarak söz edilemezdi. Öyle ya, mesela iskorbüt hastalığına (C vitamini eksikliği) yakalanmış bir şahıs bir bakıyorsun şifa kaynağı bal sayesinde derdine deva bulabiliyor. Hakeza şifa kaynağı balı karabiberle karıştırıldığında kronik bahar nezlesine iyi geldiği bilinen bir gerçekliktir. Yine bir bakıyorsun ameliyat sonrası cerrahi yaraların kısa zamanda kapanmasında doğal merhem olabiliyor.
Bu arada arım balım peteğim gözüyle baktığımız arıya birde metafizik boyut bir gözle baktığımızda tıpkı bülbülün güle meftun olduğu gibi arının da çiçeğe meftun olduğunu görürüz. Nitekim her haliyle meftun hale bürünmüş canlılara şöyle bir bakıyorsun o meftunluk (gönül vermişlik) hali örümceğe ağ yaptırırken, ipek böceğine koza ördürmekte, arıya da bal yaptırmakta. Hele canlılar arasında bilhassa arılar vızıldayaraktan aşklarını ilan ede dursunlar, bizlerde bu arada arıların bu meftunluk ilanı aşkları karşısında;
“Arım balım peteğim
Gülüm dalım çiçeğim
Bilsem ki öleceğim
Yine seni seveceğim” nağmeleriyle candan tebrik edip tüm bu olan bitenlerden ders çıkararak aşkla şevkle madden ve manen çalışıp arı gibi vızıldamak gerekir.
TERMİTLER
Genellikle termitler otçul olup, tropikal iklimde sosyal işbirliğine dayalı bir hayat yaşarlar. Termitler sosyal olmanın yanı sıra tükürük ve diğer salgılarını toprağı yumuşatmak için kullanıp sade yuva veya köşkler inşa edebiliyorlar. Hatta şahika eser diyebileceğimiz inşa ettiği mekânlarda çocuk odasından tutunda kiler, nöbetçi odaları ve mantar yetiştirme odalarına varıncaya kadar her türden bölmeler mevcuttur. Dahası hava dolaşımını sağlayacak tünellerden oluşan aircondition sistemi bile söz konusudur. Bunlar öylesine gökdelen yapmada mahirler ki Afrikalılar zaman zaman 6 metre uzunluğu bulan yuvaları yıkıp enkazdan arta kalan malzemelerden tuğla imal edebiliyorlar. Keza termitler vücutça bir santimetreyi geçmeyecek kadar küçük, ama belki de dünyanın en savaşçı ve karıncaya benzer böceğimsi hayvanlar olarak dikkat çeker. Her ne kadar beyaz karıncalar diye anılsalar da, bilakis onlar hamam böcekleriyle akraba topluluklardır. Kaldı ki en büyük düşmanları karıncalar, nasıl akraba olabilir ki.
Hele bir onların kolonisine düşmanları yanaşmaya dursun derhal ölümü pahasına da olsa adeta bir askeri manga halinde harekete geçip heveslerini kursaklarında bırakabiliyor. Bu arada termitlerin çok değişik tipleri olmasıyla birlikte imha yöntemleri cinsine göre değişebiliyor. İlginçtir Afrika termitleri ustura tarzı dişleri sayesinde düşmanını parçalarken, Malezya termitleri de bir volkan misali patlayıp düşmanını sarı renkli bir sıvının püskürüğü altında boğmakta. Hakeza kuru tahta termitleri ise koloninin gerisinde baş kısmıyla delikleri tıkayıp, böylece düşmana geçit vermemekle dikkat çeker. Yine bir başka tür Afrika ve Güney Amerika işçi termitler var ki, bunlar da bağırsaklarından saldıkları püskürtücü salgı ile saldırganları bombardımana tutup onları alt edebiliyor, ama akabinde birkaç saat içerisinde iç organları parçalanıp kendileri de ölürler.
Adı: İşçi termit.
Bunlar yiyecek toplamakla meşgul olmanın yanı sıra ayrıca yumurtadan çıkan yavru termitlerin bakımını da üstlenmiş termitlerdir. Keza işçi termitler mühendislik alanında da yetenek sergileyip, toprak veya dışkılarından yüksekliği 7 metreyi bulan görkemli inşaatlar inşa edebiliyorlar. İşçi termitler kanatsız olup, bunlar asla yumurtlamazlar. Hiç şüphesiz en büyük yardımcıları kolonideki küçük asker termitlerdir. Büyük asker termitler ise daha çok genç larvalar, kraliyet çiftinin barındığı kovan ve diğer bütün işçi termitlerin güvenliğini sağlamak misyonunu yüklenmişlerdir. Zaten bu koruma ve kollama görevi olmasa termit kolonileri her an düşman saldırılarına hedef olacaklardı. İyi ki de varmışlar. Baksanıza bunların (Büyük askerlerin) hem kılıç gibi alt çene avantajları var, hem de kendine özgü torbada muhafaza edilmiş püskürtücü sıvıya sahip donanımda mevcut, o halde niye korunmasınlar ki.
Prof. Glen Prestwick araştırma grubu ve Andre Q. çalışmaları sonucunda termitlerin ısırma, fırçalama ve püskürtme tarzında üç temel savunma silahın varlığını tespit etmişlerdir. Anlaşılan ısırgan termitler düşmanın üzerinde yara açmakla kalmayıp, aynı zamanda yara üzerine zehirli bir madde saçma hünerine sahipler. Fırça termitler de üst dudağını fırça gibi kullanıp avının gövdesine zehir sürme mahareti sergiler. Keza püskürtme donanıma sahip bir termit ise itfaiyeci gibi davranıp düşmanının üzerine koyu bir zamk fışkırtmakla meşhurdur.
Adı: Kral ve kraliçe termit.
Asıl görevi üreme işini üstlenip neslin devamını sağlamaktır. Dahası kraliçe termit her üç saniyede yumurtlamalı ki nesli devam edebilsin. Zaten bu uğurda kral ve kraliçe termitler gözaltında tutulup, ayrıca kraliyet ailesinin önemine binaen büyük itina ile ayrı bir bölmede ağırlanırlar. Hatta onlar için özel çocuk odaları bile hazırlanır.
Bu arada şunu belirtmekte fayda var, Termitlerin en büyük düşmanı hiç kuşkusuz adından dikenli karıncayiyen diye söz ettirenidir. Nasıl olsa termitlerin sindirimi zor olmadığından bunlar için büyük bir fırsat olur. Yani ağızlarında dişleri olmasa bile kısa burunları vasıtasıyla toplayıp dilleriyle öğüttükten sonra termiti rahatça sindirebiliyorlar. Hakeza aynı akıbet karıncalar içinde söz konusudur.
TATU
Adı: Tatu
Konakladığı mekân: Tropikal Amerika.
Yiyecekleri: Bitkilerin yanı sıra, omurgalı termit gibi küçücük hayvan veya hayvan leşleridir.
En dikkat çeken yönü dişsiz (diş yerine hafif köksüz çıkıntıları var) ve deri kökenli kemik bağlardan oluşan zırha sahip olmasıdır. Zaten zırh sayesinde düşmanından rahatça korunabiliyorlar. Aslında derisinin zırhlı olmasından dolayı onu görenler hareket yapamayacağını sanır, ama işin aslı öyle değil. Tam aksine gövdelerinin belli aralıklarla kemerli olması ona sağa sola eğilir bükülür manevra imkânı sağladığı gibi açılır kapanır menteşe özelliği de katar. Üstelik üzerindeki zırha rağmen çok hızlı koşup hızlıca düşmanlarının arasından bile tüyebiliyor. Hatta yakalanacağını sezdiğinde ya toprağa kendini gömer, ya da fırsat bulamazsa baş ve ayaklarını gizleyip zırha bürünmüş halde top şekil almasıyla birlikte kurtulabiliyor.
Üremeleri ise döllenmiş yumurtayı önce farklılaştırıp yumurtayı 4–12 parçaya bölmenin ardından bir batında dört yavru doğurmak tarzında cereyan eder. Keza yavrular ya hep dişi, ya da hep erkek doğmaktadır. Ayrıca savunmaya yönelik bir hayvan olması hasebiyle esas yiyeceği termit olup, bunun yanı sıra toprağı eşeleyip böcekleri ve kurtçukları bile avlayabiliyorlar. İşte tatuların zararlı böcekleri yemelerine istinaden onlar hep çevreci faydalı canlılar gözüyle bakılmıştır.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:06 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-3
SELİM GÜRBÜZER

KUŞLAR
Yüce Allah (c.c); “Yer ile gök arasında musahhar ol(arak uçuş)an kuşlara bakmadılar mı? Bunları (orada) Allah-ü Tealadan başkası tutmuyor. Bundan da iman edecek bir kavim için nice ayetler (ibretler) vardır” (Nahl,79) diye beyan buyurmakta.
Kuşlar uçmalarına engel olmasın diye hafif ağırlıkta yaratılmışlardır. Aksi takdirde kendilerini savunamayacaklardı. Zaten azaları geniş ya da sert veya ikisi arası orta ağırlıkta yaratılmış olsalardı besinlerini almakta zorlanacaklardı. Özellikle gerek yürüme, gerek uçma, gerekse yere konmak için iki ayaklı yaratılmışlar. Hatta ayakları üzerinde ince ve deriden bir örtünün olması ona dayanıklılık sağlıyor. Keza ayaklarının tüyle kaplı olmaması tüylerine çamur türü şeylerin yapışmamasına yönelik bir planın gereği olarak karşımıza çıkıyor. Kanatlarının yarım daire şeklinde örülü kemiklerle donatılması ise kanatlarına çırpma manevrası kazandırmak içindir. Ayrıca beslenme esnasında her türlü olumsuzlukların yaşanma ihtimaline binaen pençeleri yere düşen bir şeyi tam manasıyla kavrasın diye hem geniş tutulmuş hem de güçlü kılınmıştır.
Bilindiği üzere kuşların ağzında diş yoktur, varsın olmasın, çokta önemi yok. Zaten bu iş için gagaları diş vazifesi görüyor ya, bu yetmez mi? Baksanıza tüyler ise dökülmeyecek şekilde dizayn edilmiş ki çıplak kalıp üşümesinler. Hatta tüyler hafif yaratılmış ki ötelere rahat uçabilsinler. Belli ki ortada ince bir plan var. Düşünsenize kanatları suyla temas ettiğinde bile titrek tüyler sayesinde su zerrelerini biranda salmanın yanı sıra tekrar normal hafif konumuna dönebiliyor. Bundan öte kuşun tüyleri arasına rüzgâr girip uçuşa engel olmasın diye az açılır donanımlı yaratılmıştır. Tüyler, aynı zamanda vücut sıcaklığını muhafaza eden klima görevi üstlenir. Peki bu durumda su kenarı veya suda yaşayan kuşların hali nice olur derseniz, malum onların kanatları hem soğuktan korunsunlar hem de su vücuduna nüfuz etmesin diye yağlı yaratılmıştır. İşte çözüm bu. Nitekim karabatak ve martıların kanatları böyledir. O halde karabatak su içerisinde üşür diye boşa heyecan yapmayalım. Onu yaratan Allah vücudunu su geçirmez yağ tabakadan donatıp onu fazlasıyla korumakta. Bir başka dikkat çeken husus ise fırtına ve yağmurun geleceğine işaret taşı sayılan martıların karaya vurması hadisesidir. Böylece denizciler bu işaret sayesinde tüm önlemlerini almış olurlar. Keza leylekler göç mevsimi göründüklerinde o an kar yağsa bile kış devam edecek anlamına gelmeyecektir. Zira onların gelişi baharın gelişi demektir. Yine deniz kuşların en büyüğü diye bilinen albatros ise üreme mevsimi geçtikten sonra okyanus ötesi gideceği menzile hiç şaşırmadan yol alabilen bir kuş olarak dikkat çeker. Bu arada her sene çiftleşip neslinin devamı adına bir tane yumurta yumurtlamayı da ihmal etmezler.
Ayrıca ilginç çeken bir başka kuş ise şüphesiz balıkçıl kuşudur. Şöyle ki balık, kurbağa, yengeç her ne varsa yakalayıp yeme becerisi sergileyebilen bir hayvan. Ayrıca sakın ola ki onun bacakları uzun ve kemikli olmasına bakıpta tüyle kaplı olmamasına üzülmeyin. Tabiî ki tüysüz olması onu her an ısı kaybına uğratacağı muhakkak. Fakat demokrasilerde çareler tükenmez derler ya, aynen öyle olduğu üzere zaman zaman tek ayak üzerine durup kendince çözüm bulmuş bile.
Peki, kuşlar bitip tükenmek bilmeyen bu enerjiyi neye borçlular derseniz gayet basit. Vücudunda bulunan radyatör görevi yapan soğutma sistemi sayesinde elbet. Bu sistem olmasa tıpkı bir araç motorunun ısınmasıyla birlikte patlama söz konusu olacaktı ki, kuşu yaratan hiç kuşkusuz ona has radyatör donanımı ihsan etmeyi de ihmal etmeyecektir. İşte bu iş için akciğerle irtibatı kesmeyecek hava torbaları (radyatör) bu vazifeyi fazlasıyla yerine getirmeye yetiyor artıyor da. Böylece hava torbaları bir yandan vücutta fazla ısıyla nemi atarken, diğer yandan ise karbondioksit verip yerine oksijen alımını sağlar. Bu arada kuşun kalbi motor rolü, göğüs azaları ise uçuş malzemesi görevi üstlenir. Derken bu donanıma sahip kuşlar tıpkı kuzey kutup dairesi civarında kuşlar gibi yuvalarını yaptıktan sonra güneye doğru uçarlar. Fakat konakladıkları yerlerde yaz bitimiyle birlikte tekrar dönüş yaparlar. Belli ki yapılan tüm göç uçuşları için takriben çeyrek milyon defa kanat çırpmak gerektirir ki; bu yüzden kuşlara pilotların piri dersek yeğdir.
Kuşlar tek kanaldan hem dışkısını, hem yumurtasını dışarı çıkarması bile sıradan bir olay gibi gözükmüyor. Dolayısıyla kuşlar yumurtlar, fakat doğurmazlar. Zaten bir kuş yavrusunu karnında taşıyacak nitelikte yaratılmış olsa taşıma zorluğundan uçması mümkün olmayacaktı. Bu arada Allah-ü Teala yarattığı kuşa yumurtası üzerinde kuluçkaya yatma içgüdüsü ve yavrularıyla aynı mekânı paylaşmasına yönelik otlardan yuva yapma becerisinin yanı sıra kuluçka evresinin son demlerinde gagasıyla yumurtaları parçalayıp yavrusunu besleme ilhamı da vermiştir. Böylece her yıl dünya üzerinde milyarlarca kuş hayata veda edip yerine yenileri gelmekte. Yani yumurtalar aracılığıyla her yaz gök kubbeyi hoş seda ile şenlendiren canlar uçuşmakta.
Gerçekten yumurta deyip geçmemeli. Çünkü kuş yumurtası harika bir sanat ürünü. Öyle ki yumurta gözenekler açık tutulabildiği gibi kapanıyor da. Niye derseniz, özellikle suda yüzen kuşların bu sisteme çok ihtiyaçları var. Aksi takdirde suyun gözeneklere girmesi sonucu civcivin oksijensizlikten dolayı boğulması söz konusu olacaktır. Sadece yumurta kabuğundan su sızsa gam yemeyiz, bakterilerin fırsattan istifade içeri dalmaları her an mümkün olabiliyor. Dolayısıyla tedbir babından gözenekler kapanır açılır şekilde tasarlanmıştır.
Kuşlar rızk aramak uğruna diyar diyar uçmaktan bir an olsun geri durmazlar. Kuşun yemek borusu kursak taşlığına kadardır. Bu yol boyunca kademeli bir şekilde yiyecekler usul usul geçmekte olup, topladığı danelerin doğrudan doğruya taşlığa gitmenin önü kesilir. Yani kursak bir noktada alınan gıdayı hem depo etmeye, hem de mideye indirmeye yarar. Bu alınan gıda solucanda olsa fark etmez derhal kursağa indirilir.
Yarasa, Huma gibi kuşlar yükseklerden uçarken gündüz değil geceleyin dışarı turlamaktalar. Mesela yarasa turlarken gözleriyle değil vücutlarında yer alan radar sistemiyle etrafı kolaçan etmekte. Yani radar sistemi sayesinde neşrettiği yüksek frekanslı ses dalgalarının nesnelere çarpmasıyla birlikte geri dönen ekostik yankıyla yönlerini tayin ederler. Böylece rızklarını havada uçma esnasında böcek avlayarak temin ederler. Hatta vampir yarasalar da vardır. Bunlar malum hayvanların kanlarını emerek beslenirler. Neyse ki hayvanın kanını emerken acı ve sızı vermiyorlar. Tam tersi sızıverme bir yana büyük bir ustalıkla toplardamarı bulup anestezi işlemine benzer bir metotla yarmaktadır. Yarasaların en irisi ise tilki yarasalar olup beslenme kaynakları çiçek ve meyve olmaktadır. Ayrıca bu tiplerin diğer yarasalardan farkı gözlerinin keskin olmasıdır. Fakat bunların radar sistemleri fazla gelişmemiştir.
Bütün kuşların tüyleri senede bir dökülüp yerine yenisi gelmekte. Dolayısıyla tüy deyip geçmemek gerekir, yenilenmesi önemini ortaya koyuyor zaten. Zira baykuş tüylerinin yumuşak ve uzun olması yavaşça süzülerek uçsun diyedir. Şahinin tüyleri kısa olup ona hızlı uçuş kabiliyeti sağlamak içindir. Keza karabatak kuşunun rızkı da su olması hasebiyle tüy ona yüzme ve dalgıçlık kabiliyeti verir. Bu arada dalgıçlıktan söz etmişken dalgıç kuşlarının çürüyen otlar üzerinde mesken tuttuklarını, su kuşların ise su üzerinde yüzen bir mekânda kuluçkaya yattıklarını bilmekte fayda var..
Kuşlar aynı zamanda yuva yapmakta mahir canlılardır. Hele bunlar arasında bir kuş var ki dokumacılara adeta parmak ısırtan cinsten. Şöyle ki etrafında topladığı saman çöplerini ilmikleyip halka halinde yuva örüyor. Tahmin etmişsinizdir, bu kuş adı üzerinde dokumacı kuştan başkası değildir. Ördüğü yuvanın giriş kapısı altta olup yumurta ise antrenin rafında muhafaza altına alınmıştır. Hatta düşmanlarına yem olmamak için yuvasını tersine örecek kadar emniyeti elden bırakmadıkları gözlemlenmiştir. Yuva derken elbette sadece dokumacılık akla gelmemeli. Zira Afrika ve Asya’da yaşayan gugukgiller cinsinden bir kuş var ki; yerleştiği ağaç kovuğunu erkeğin getirdiği çamuru tükürüğü ile bulamaç haline getirdikten sonra yuvasını ağzıyla rahatlıkla sıvayabiliyor. Öyle ki sıvaya sıvaya sadece başını çıkartacak kadar bir pencere (delik) bırakır. Böylece yavruları yumurtadan çıkacağı ana kadar erkeğinin getireceği gıdaları delikten başını çıkartmak suretiyle almaktadır. İşte erkeğin dış işlere bakması, eşinin ise iç işlere adaması denen olay bu olsa gerektir. Keza bir başka kırlangıca benzeyen bir kuş türü var ki; tükürüğü kaya yüzeyini yapışkan hale getirir. Derken yarım daire şeklinde tükürüğün kalınlaştığına iyice emin olduktan sonra yumurtalarını o alana (belirlediği kaya yüzeyine) bırakıp neslin devamını bu yöntemle devam ettirir. Yine bir bambaşka tümsek yapan bir kuş var ki; o da çürüyen bitki artıklarından tümsekli yuvalar inşa etmekte mahir usta bir kuş. Hatta inşa ettiği tümseğin tepesinde nöbet duran (gözetim kulesi) erkeğin gözetimi altında yumurtalarını bile muhafaza edebiliyor. Hâsılı tüm verdiğimiz örneklerden anlaşılan şu ki; kimi kuş yumurtalara bir ağaç kovuğu, kimi yumurtalara bir kaya parçası üzerine çizilen yapışkan bir daire, kimi yumurtalara da tümsekler mekân olabiliyormuş.
Güvercinler üç aylık olduklarında uzak diyarlara uçup tekrar evine dönmesini bilecek şekilde eğitilirler. Eğitimini tamamlayan güvercin sahibi tarafından özgür bırakılsa da 2400 kilometre uzaklığı bulan diyarlara uçuşun ardından evine dönebiliyor. Belli ki onu yaratan güç pusulasız evine dönmesini sağlayacak ilham kuvveti vermiş. Bu arada insanında hakkını yememek gerekir. Zira insanoğlu güvercinlerin bu özelliklerinden hareketle onları haberleşme aracı olarak kullanmayı bilmiştir. Yine güvercinin bir başka ilginç özelliği kuluçka esnasında yumurtaya tam olarak yapışık kalmamasıdır. Çünkü tam yapışık kuluçkaya yatsaydı vücut teri yumurtayı bozup, böylece yavru oluşamayacaktı. Demek ki her şey bir hesap ve plan içerisinde cereyan ediyor.
Malum kartallar güçlü pençeleriyle kaplumbağayı göklere çıkarıp bir dağın veya kayanın üzerine geldiğinde avını bırakıp parçalanmasını sağladıktan sonra kendisine ziyafet çekebiliyor. Hatta Filipinler'de bir kartal türü var ki avlama sanatının üstünlüğüne atfen maymun yiyen kartal olarak anılır. Kartalların en büyüğü ise Güney Amerika’da yaşayıp son derece kuvvetli pençeleri ve çevik hareketleriyle dikkat çekenidir. Bunlar aynı zamanda maymun yakalamakta mahir hayvanlardır. Ayrıca bir de balıkçıl kartallar var ki; bunlar bir yandan su üzerinden 30 metre yükseklikte çemberimsi daire çizip uçarken, öte yandan su altında balıkları nokta atışı maharetle radar misali yerini belirleyip avını avlamakla meşhurdurlar. Kartallar için en veciz söylenilecek bir kelam varsa, o da “Kartallar yükseklerden uçar” sözüdür.
Kargaların gıdası genellikle leş ve hayvan tersleridir. İlginçtir erkek kargalar dişi kargalarla bir arada pek bulunmazlar. Zekâ yönünden ise insansı davranış sergilerler. Nitekim Habil kabil olayında; Kabil, kardeşi Habil’i öldürdüğü zaman bir anda ortada kalan cesede ne yapacağını düşünürken birde ne görsün yanı başında bir karga toprağı eşeleyip avını gömüyor. Tabii bu durum karşısında Kabil; “Bir karga kadar bile olamadım” deyip mezar kazmayı keşfetmiştir.
Bir dölengeç kuşu düşünün ki göklerde uçuşurken aşağılarda ne var ne yok iyi görebiliyor. Nitekim insanların bıraktıkları her ne varsa ardından toplamayı da ihmal etmezler. Dikkat edin ardından diyoruz, yani kesinlikle kendisini koruma adına insan önünden yiyecek toplamazlar.
Dünyanın en büyük dağ kuşları hiç kuşkusuz And akbabasıdır. Onlar And dağlarında uçarken öte yandan keskin gözleriyle aşağıları taramayı da ihmal etmezler. Böylece aşağılarda birçok ölmüş hayvan leşleri onlar sayesinde temizlenmiş olur.
Ya cennet kuşlarına ne dersiniz. Adı üzerinde cennet. Yani hem adı güzel hem de kendisi. Vatanı ise Yeni Gine, Kuzey Amerika ve civarı adalarıdır. Bir başka özellik ise erkeğin dişisinin dikkatini çekmek adına hem süslenmesi hem de nağmeler dökmesidir. Hatta kuyruğundaki renkli sorguçlarını yelpazelendirip izdivacını ilan etmekten geri durmaz da. Onlar işte bu yönleriyle dünyanın en güzel kuşları olmayı çoktan hak ettiler bile.
Kuşların uçmayanları da var elbet. Üstelik sayıları bir hayli kalabalık ta. Mesela deve kuşu bunun tipik misali olup temel gıdası bitki olmaktadır. Keza yediği gıdaları yuttuğu taşlarla öğüterek hallederler.
Hâsılı kelam; kuşlar semada uçan mükemmel uçaklar olmanın yanı sıra bazı türleri var ki; hem iyi bir dalgıç, hem de denizde iyi yüzen bir gemidir.
PAPAĞAN
Genelde bir insan hep aynı şeyleri söylediğinde sıkılıp hemen; “Papağan gibi tekrarlama” uyarısında bulunuruz ya, nedeni gayet basit. Çünkü papağan böyle bir hayvan, ağzından taş patlasın 40–50 kelimelik bir cümle çıkartabiliyor. Hele hele evcil olarak kafesinde esir yaşadığında taklit özelliği daha da derinlik kazanır. Fakat çevrede özgürce uçuştuğu zamanlarda bu özellik yoktur. Dolayısıyla insan gibi düşünüp konuşan bir varlık değil, sadece taklit yapmak özelliği olan bir hayvan. Belli ki cümle âlemde düşünerek konuşma kabiliyeti sadece insana has kılınmış.
Papağanları dişisinden veya erkeğinden ayırmak için en pratik yol, şayet erkeğin sevgi gösterisi karşılık bulursa anlayın ki karşıtı dişidir, karşılık bulmayıp sinirlenirse erkektir. Zaten karşılık bulduğunda son derece birbirlerine bağlı ve sadakatli olurlar.
Papağanların ayakları dört parmaklı olup, aynı zamanda ağaçlara tırmanmada gagası yardımcı olmaktadır. Nitekim gagasının kalın ve kıvrık olması hem çiçek, meyve ve tohum gibi yiyecekleri kırmada tabla ödevi görmekte, hem de dokunma işlevi kazandırır. Kanatları ise kısa olup çok iyi uçuculardır. Peki ya tüyler? Malum tüylerin yeşil, kırmızı, mavi, sarı, beyaz ve siyah olması hasebiyle seyredenleri kendine cezp eder. Aman efendim seyirde ne demek, seyrine doyum olmaz da. Genellikle barındığı mekân ya ağaç kovuklarıdır, ya da kaya yarıklarıdır. Üremeleri ise yumurtlama yöntemiyle gerçekleşir. Keza bunca güzel yönlerine rağmen olumsuz bir yönü yok mu? Elbet var. Mesela bilinen psittakozu (papağan hastalığı) hastalığı papağanlar vasıtasıyla geçtiğinden bu yönüyle de zararlı olabiliyor.
AĞAÇKAKAN
Ağaç gövdeleri onun için hem bir yuva, hem barınma, hem de beslenme kaynağıdır. Üç fonksiyonu yerine getirebilmek için gereken donanım fazlasıyla kendisinde mevcut. Ağacı oymak için güçlü bir gaga, tutunmak için uzun dilinden çıkardığı yapışkan madde, tırmanmak için kuvvetli tırnak ve ağaca dolanması içinde kuyruk ihsan edilmiştir. Hele bir ağacı oymaya dursun, sanırsın ki inşaatta çalışan işçilerin keser sesleri. Oysa bu ses 800 metre uzaklıkta bile duyulabilen ağaç kakana özgü çalışma sesleridir. O aynı zamanda ağacı kakalamakla kalmayıp ağaç kabuğu içerisindeki böcek ve kurtları da avlar. Öyle ki bir saniyede 15–20 vuruş yapar. Düşünsenize normalde bir insan o vuruşları yapsa beyin kanamasından gitmesi an be an mümkünken, ağaçkakan güçlü beyin yapısı sayesinde beyin travması yaşamamaktadır. Anlaşılan boyun kasları son derece güçlü kılınmış ki beyin kanaması tehlikesiyle karşı karşıya kalmasın. Yani Rabbül âlemin onu her bakımdan korumaya çoktan almış bile.
Ağaçkakanların bir diğer dikkat çeken yönü ise üremek için ağaç gövdeleri üzerinde oydukları oyuklardır. Oyuklar içerisine 3–4 arasında bıraktıkları yumurtaları erkekler döllemenin yanı sıra, yumurtadan çıkacak yavruların bakımını daha çok erkekler alakadar olur.
PELİKAN
Adı: İri kuş türü.
Konakladığı mekân: Tropikal Amerika kıyılarında yaşarlar.
Yiyecekleri: Avladıkları balıklar.
Halk arasında gagasının kaşığa benzemesinden olsa gerek kaşıkçı kuşu diye anılır. Sadece gaga olsa iyi, gagasının altında ayrıca balık avlamaya elverişli ağ da var. Bu heybe sayesinde hem kendisi beslenir, hem de yavrusu. Pelikan gerektiğinde yediği besin cinsine göre renk bile değiştirebiliyor. Her şeyden öte onları en ilginç kılan avlama sanatıdır. Zira önce işe heybesine su almakla iş koyulur, sonra su dolu heybeye balıkların düşmesini bekler. Derken heybeye düşen balıkları gagasının her iki yanından boşalttığı suyla kıskıvrak yutup muradına ermiş olur. Belki de onun böyle bir avlama metodu sergilemesi insana ilham olmuş olsa gerekçi balıkçılar avlamada daha çok ağ kullanırlar. Üremeleri ise koloni halinde olup, ayrıca yumurtalama da söz konusudur. Nitekim ebeveynler yumurtadan çıkan yavruların tam geliştiğine kanaat getirdikten sonra onları kendi kaderleriyle baş başa bırakıp terk ederler. Böylece kendi başlarına kalan pelikanlar birkaç haftaya kalmadan uçuş bile yapacak seviyeye gelirler.
PENGUEN
Adı: Penguen
Cinsi: Kuş
Yiyecekleri: Deniz ürünleri.
Yaşadıkları bölgeler: Kutup ve soğuk bölgeler.
Penguenler kuş cinsi olmasına rağmen uçamıyorlar. Olsun önemi yok, onlarda denizde yüzüş uçuşu yapmaktalar. Hele bir ayakları var ki; sanki bir palet. Üstelik bu paletler ve kuyrukları bir dümen görevi yapıp, bu sayede balık veya karides türü deniz canlıları avlamaya yarar. Hatta rızkı uğruna denizlerde aylarca kalabildikleri gibi daha sonraları kayalık tepelere doğru tırmanıp buralarda mesken tutabiliyorlar. İlginçtir erkek penguenler dişi penguenleri kendilerine çekmek için habire taş hediye ederler. Belli ki taş hediyenin ötesinde bir anlam içeriyor. Zira taşlar sıcak havalarda karların erimesine karşılık tedbir açısından gereklidir. Bu yüzden önemine binaen yuvanın temeli için hediye olarak taş seçilmiş. Yani izdivaç için çakıl taşı bulmak bir vazife. Hatta bu izdivacın ardından yuvasında yumurtlayan penguenler yumurtaları erkeklere emanet edip rızık aramak için denize bile açılırlar. Anlaşılan o ki erkeğin görevi yumurtaların üzerinde iki ay boyunca yatmak ve yavrunun yumurtasından çıkmasına yardımcı olmaktır. Bazen erkek penguenin etrafta hava almak için dolaştığı da görülür, ama yine de ekseriyetle gününü yumurtanın başında geçirmektedir. Ta ki yumurtanın kuluçka devri yaklaşana kadar bu durum devam eder. Dişi penguen ise yuvasına döndüğünde yavrusunun dünyaya gelişini beraberinde getirdiği balıkları takdim ederek kutlar. Derken yavrusuna bakmak üzere nöbeti babasından devr alır. Böylece iki ay boyunca bitap düşen erkek penguen açlığını gidermek adına denize koyulup güç tazeler. Ardından tekrar anne penguenden emaneti teslim alır. İşte bu karşılıklı nöbetleşme sayesinde iyice yetişkin hale gelen yavru penguenin artık bir noktada tek taraflı beslenmeyle yetersizliği ortaya çıkar. Ki; bu durum karşısında baba ve anne penguen, yetişkin yavrusunu diğer penguenlerin arasına bırakıp birlikte denize açılma gereğini duyarlar. Döndüklerinde bunca penguen arasında evlatlarını karıştırmadan seçip tekrardan bağrına basmaları görenleri ister istemez hayretler içerisinde bırakır. Ne diyelim, galiba anne ve baba şefkati bu olsa gerektir.
YARASA
Bakmayın onun öyle kör gözlüm olmasına. En üst seviye diyebileceğimiz radar sistemine sahip programı sayesinde gören gözlere taş çıkartacak cinsten bir hayvan. Nitekim kanatlarıyla yaydığı dalgaların etrafındaki nesnelere çarpması sonucu yansıyan ses dalgaları hem avını yakalamaya yetiyor hem de yönünü (ekolokasyon) belirleyebiliyor. Üstelik beslenme adına çıkarttıkları sesler yirmi binin üzerinde ultrasonik ses dalgaları oluşturduğu için insanlar tarafından çoğu kez duyulmaz da. Beslenmesi genellikle sinek türü zararlı böcekler olup geceleyin ortaya çıkarak rızkını düzenli uçuşlarıyla gerçekleştirirler. Hatta bir saat içerisinde 300 civarında böcek avlayabiliyorlar. Böylece çevreye çok faydalı bir hizmette bulunmuş oluyorlar. Yarasaların bir de kan emen türleri var ki, bunlar için özellikle sıcakkanlı hayvanlardan at ve sığır kanı iyi bir gıda kaynağı olur. Öyle ki vampir yarasalar üst üste ardı sıra kan içmediği zaman ölebiliyor. Barındıkları mekânlar ise karanlık mağaralardır. Yarasalar aynı zamanda hemen hemen dünyanın her tarafında sürüler halinde göç ederek yaşayabilen doğurgan hayvan olup, yazın faal, kışın ise kış uykusuna yatarak hayatlarını geçirirler. Uyurken de baş aşağı uyurlar. Çünkü bu pozisyon beyne kan akışının gitmesini sağlar. Üremeleri çiftleşme şeklinde olup erkek ve dişi yarasalar sadece izdivaç durumlarda bir araya gelirler. İlginçtir doğurduğunda tek bir yavru doğurup, o da birkaç haftaya kalmadan uçuş kabiliyeti kazanabiliyor. Hayat süreleri ise 20 yılı bulur.
ÖRDEK GAGALI PLATİPUS (Ornitorenk)
Birisi çıkıp gelse dese ki bana bir hayvan gösterin ki; o hem memeli, hem sürüngen, hem de yüzücü özellikleri bir arada olan bir hayvan olsun. Tabii böyle bir teklif karşısında daha önceden hayvanlar âlemine ait bir ansiklopedi karıştırmadıysak, derhal bak kardeşim bizimle dalgamı geçiyorsun der, belki de o adamı tınmayız. Evet, tüm bu özellikleri bir arada bulunduran hayvan var. Olur ya bir gün onu kimi zaman kuş gibi kuluçkaya yatıp yumurtlarken, kimi zaman ördek gibi gaga ve perdeli ayakları sayesinde suya dalıp solucan veya küçük balık avlarken, kimi zamanda memeli bir hayvan gibi yavrusunu kucağına almış beslerken görürseniz sakın şaşmayın. Bu sözünü ettiğimiz kompleks hayvan Avustralya’da yaşayan ördek gagalı platipus(Ornitorenk)’dır elbet. Bir elde on marifet sözü sanki bunun için söylenilmiş. Baksanıza savunma silahı bile var. Zira ayak ektremitelerinin altında zehirli dikenleri sayesinde bir çırpıda düşmanını bertaraf edebiliyor. Ayrıca ayaklarının kuşlarda olduğu gibi tırnaklı olması hasebiyle gerek nehir tabanı, gerekse yeraltında bir köstebek misali toprağı eşeleyip kanal açabilme avantajına da sahip. Böylece kazdığı yer veya çukura yumurtalarını bırakıp kuluçka süresinin tamamlanmasıyla birlikte yavrularını dünyaya getirme imkânına kavuşurlar. Peki, bu kadar pek çok özelliği bir arada barındıran bu hayvanı sınıflandırırken hangi sınıfa dâhil edeceğiz sorusu geldiğinde, ne cevap vereceğiz derseniz, malum her şeyde olduğu gibi uzmanına başvurmak gerekir. Nitekim Zoologlar yavrusunu sütle beslediğinden hareketle memeli grubuna dâhil etmişlerdir. Böylece bu sınıflandırmayla iki arada bir derede kalmaktan kurtulmuş oluruz.
TAVUK YUMURTASI
Yumurta deyip geçmemeli, incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzun farkına varırız. Öyle ki yumurta dış kabuğu 15 bin adet mikroskobik gözeneklerle donatılmış durumda. İlk bakışta gözeneklerin varlığı mikropların girmesi için kolaylık gibi görünse de, hiçte göründüğü gibi değil. Zira gözenekler protein yumağıyla kaplıdır. Dolayısıyla her türlü enfeksiyona karşı geçit verilmediği gibi aynı gözenekler muhtemel darbeler karşısında dış kabuğa esneklik sağlayıp yumurtanın bir çırpıda kırılmasını önler. Keza yumurta uç kısmın sivri, alt kısma doğru ise yassı küremsi yapıda olması kabuk kısma dayanıklılık kazandırdığı apayrı bir gerçek olarak karşımızda durmakta. Ayrıca civciv için yumurtanın iç kısmı karanlık bir mahzen olmanın ötesinde sanki bir cennet yurdu. Baksanıza söz konusu mekân civcivin beslenmesine yönelik mineral ve vitamince zengin yaşanılabilir bir ortam olmanın yanı sıra aynı zamanda embriyolojik gelişimini tamamlayacağı iyi bir vatan hükmünde. Yani bu mekân hayat kaynağıdır. Madem dış âlem bir planın eseri yaratılmış, o halde iç âlemde yumurta akı ve sarı renkli sıvı ile dolu bir başka âlem olarak göz dolduracaktır. Ki; öyledir zaten. Yani iç ve dış birbirini tamamlamış haldedir. Peki, ya yumurta akı, malum o da civciv için adeta su kaynağıdır. Sarı renkli sıvı (vitellüs) ise protein ve vitamin içerikli olup, civcivin beslenmesi için hazırlanmıştır. Bu arada, civciv bu karanlık oda da nasıl nefes alıyor derseniz, cevabı gayet basit, başta da belirttiğimiz üzere gözenekler sayesinde hava alıp dışarı karbondioksit salıvermek suretiyle. Belli ki fiziki kurallar yumurta içinde geçerli bir kanun. Şöyle ki; adına difüzyon denilen yayılma yöntemi sayesinde yoğunluğu az oksijen molekülleri yoğunluğu daha fazla karbondioksit moleküllerin çekim etkisi altına girerek gereken işlem tamamlanır.
Tavuğun kuluçka dönemi rast gele bir sayı ile endeksli olmayıp tam tamına 21 gündür. Yani civcivin yumurtadan çıkışı 21 sayısıyla programlanmış. Hatta civcivin embriyolojik gelişimi belli bir hesabın gereği alacağı oksijen ve tüketeceği karbondioksit önceden belirlenmiş bile. İnsanoğlunun çoğu kez planladığı projeler fiyaskoyla neticelense de, bu civciv olunca iş değişiyor. Zira yumurtanın ebadında en ufak bir değişiklik olmaması bir ölçüyü ortaya koymaya yetiyor artıyor da. Dolayısıyla son derece düşündürücü bu mucizevî nizam karşısında O'nun huzurunda “Allah” demekten başka daha ne diyebiliriz ki. Ayrıca kuluçka süresince yumurtanın su kaybı % 16’dır. Belli ki söz konusu %16’lık su kaybı civcivin yumurtadan çıkacağı zaman başını bir boşluk içerisinde hareket ettirip kabuğu kırmak için düşünülmüş bir tasarımdır. Dahası Allah-ü Teala nemli ortamlarda yumurta kabuğundan su buharını atmanın zorluğunu ezeli ilmiyle bildiğinden su buharını tasfiye edecek düzenekle yumurtaya biçim vermiştir. Böylece civciv her halükarda yaratılış programın gereği delik açıp yumurtadan rahatlıkla çıkabilecek duruma gelebiliyor. Derken yumurtadan çıkar çıkmaz yürüyüp annelerinden her hangi bir eğitim almaksızın yemlemeye bile koyulabiliyor. Her şeyden öte şunu belirtmekte fayda var; tavuklarda bir anne yüreğine sahipler. Baksanıza civcivleri koruma süresince tehlike sezdiğinde gerektiğinde canı pahasına da olsa hayatını feda edebiliyorlar.
Ayrıca Avustralya’da Mallee adında bir erkek tavuk var ki neslini devam ettirmek adına mezarımsı çukur kazmayı kendine görev addeder. Dişi ise kazılan çukura yaklaşık 30–35 kadar yumurta bırakmakla erkeğin bu arzusunu yerine getirmiş olur. Fakat burada akla takılan bir soru var ki; anne tarafından yumurta bırakılması iyi hoşta bunların belli bir ısıda kalması gerekmez mi? Elbette gerekir. Şöyle ki bu noktada erkek tavuk hiç üşenmeksizin kum, toprak, bitki parçası her ne varsa gerekli lojistik malzemeleri taşımaktan geri kalmaz. Dolayısıyla içimizden gel keyfim gel diyensimiz geliyor. Zira dişi tavuklar bu konuda çok rahatlar. Niye rahat olmasınlar ki, nasıl olsa çukurların başında gece gündüz 2 aya süreli bekleyen erkek tavuklar var. Keşke her baba Mallee tavuğunun babası gibi olsa da gerçek anlamda “Cennet anaların ayağının altında” hadisi şerifi bir başka mana kazanabilse.
FLAMİNGO
Flamingolar hem uzun ve ince bacaklara sahip, hem de uzun eğri bir boyuna sahip, ördek ve kaz benzeri tüyleriyle dikkat çeken rosa renkli bir kuş cins hayvandır. Geniş perde ayakları sayesinde tek ayak üzerine durmakta, hatta uyuyabiliyor da. Kendisinin ördek ve kazlardan bariz farkı yediği gıdadan ötürü ya da karotin miktarının azlığı veya çokluğuna bağlı olarak tüylerinin renk almasıdır. Böylece onu seyre dalanların zihninde pembemsi harika renk cümbüşüyle bezenmiş kanatlı hayvan olarak yer edecektir. Demek ki işin sırrı karotin renk maddesinde gizliymiş. Yani karotin miktarı az ise kırmızı tondaki renkler beyaz olmakta, karotin çok ise doğal rengine bürünmekte. Mesela Flamingonun yediği gıda karides ise karanfil renk alır. Keza onu ilginç kılan bir başka özellik ise kıvrık gagasıdır. Nitekim kıvrık gagası sayesinde adeta sağlı sollu hareketlerle suyu vakumlayıp filtre edebiliyor. Böylece su içerisindeki minicik canlılar onun gıdası olur. En dikkat çeken yönü ise beslenme uğruna su içerisine başını suya daldırarak suyu bir radar gibi taramasıdır. Derken süzdüğü suyu dışarı tahliye etmek suretiyle kendisi için gereken rızka kavuşur. Üstelik bu işlemi çamurlu su içerisinde narin tüylerini kirletmeksizin gerçekleştirdiği gibi, söz konusu çamur yığınları üzerine yumurtlayabiliyor da.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:07 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-4
SELİM GÜRBÜZER

BALIKLAR
Bizler uykudayken üzerimize su damlasa hemen uyanıveririz. Oysa balıklar öyle değil, yaşadığı ortam tanıdık olması hasebiyle ta ki su türbülansa uğrayana dek rahat rahat uyuyabiliyorlar.
Malumunuz Afrika’nın kavurucu sıcaklarında sular çekilip yerini kuraklığa bırakabiliyor. Bu durum elbet göz ardı edilemezdi. Bu yüzden burada yaşayan balıklar akciğerli yaratılmışlardır. Öyle ki yazın sular çekilince akciğerli balıklar kendilerini derenin çamuruna gömüp koza şeklinde yuvasında yaşayabiliyor. Hatta inşa ettiği yuvanın tepesinden bir havalandırma aspiratörü açıp nefes almakta. Bu arada yağmurlu havalarda önceden vücudunda depo ettiği yağlar sayesinde yuvasında birkaç ay canlılığını nötr halde korumasını bilecektir. Ne zamanki yağmurlu mevsimler başlar o zaman tekrar dirilişe geçerler.
Bazı balıklar var ki; ne pulu var, ne çenesi, ne de yüzgeci var. Varsa yoksa sabit bir ağzı mevcut. Bu balık taş-emen balıktan başkası değil elbet. Tabiî adı taş-emen, ama gerçekte taş filan emdiği yok. Sabit ağzı sürekli açık olduğundan dili üzerindeki bıçak görevi yapan dişler avına tutunmaya yarar. Yeter ki gözüne kestirdiği bir balık olsun, hemen bu donanım sayesinde avını elde edip, öylece beslenmiş olurlar. Solunumu ise her zaman ki gibi solungaç vasıtasıyla gerçekleşir, ama solungaç yapısının diğer balıklardan farkı ağız kısmında değil vücuduna konumlandırılan keseler içerisinde olmasıdır. Belki de böyle donanıma sahip olmasaydı kanını emdiği hayvanı bırakmak mecburiyetinde kalacaktı. Bu arada keskin dişleri veya keskin dilinin yanı sıra kendini savunabilmesi içinse vücudu yapışkan kılınmıştır. Bu yapışkanımsı madde sıvı her halükarda hazır tutulur. Demek ki fiziki olarak garip gibi görünse de aslında güçlü olduğu anlaşılmaktadır. Allah garipleri sever zaten.
Bazı balıklar var ki; oltalarıyla avını avlamaktalar. Zira bu tanıma uygun baş kısmında etsi tel çıkıntılar var olup, çıkıntıların ucunda ise kanca vardır. İşte o bu donanıma sahip olmanın gereği avını yuvasının önünde pür dikkat bekleyip, tuzağa düşürmenin derdindedir. Nitekim küçük balıklar kancaları solucan zannedip ağızlarına alınca neye uğradıklarını şaşkınlığı içerisinde yutuluverirler. Bu yüzden bu tip balıklar bilim dünyasında kurbağa balık olarak anılırlar.
Balıklar yumurtlayarak üredikleri gibi köpek balığı, balina, yunus balığı ve kıkırdaklı balık gibi balıklar da doğurarak ürerler. Yumurtlayarak üreyen balıkların izdivaçları ise tam bir romantik figürler eşliğinde geçmektedir. Öyle ki su içerisinde erkek ve dişi balıklar yüzgeçleri veya vücudundan saldıkları birtakım sinyaller eşliğinde birbirlerini cezp etmekteler. Böylece dişi balıklar yumurtalarını oldukça romantik bir ortamda suya bırakmak zorunda kalırlar. Peki dişi balık bunu yapar da, erkek balık boş durur mu, elbet durmaz. Onlar da spermalarını gönderip döllenme olayına katkıda bulunurlar. Gerçekten tefekkür anlayışı doğrultusunda düşündüğümüzde minicik spermlerin engin deniz sulara veya akarsulara salıverildiğinde yumurtayı nasıl bulduğu konusu başlı başına bir mucizevî rabbaniye hadise olarak değerlendiriyoruz. Malum bazı balıklar da spermalarını su içerisine bırakmaktan ziyade dişilerin yuvalara yumurtasını bırakmasını sağlayacak yuvalar hazırlamayı tercih ederler. İlginç olan daha birkaç ayı bulmadan döllenmiş yumurta kabuğundan çıkan küçük balıkların hiçbir eğitim almadan derhal yüzmeye başlayıp avlamaya koyulmasıdır. Belli ki onun eğitimi çok önceden Yüce Allah tarafından tamamlattırılmış olsa gerek ki tereddütsüz kendilerini derin sulara daldırmaktan hiçbir güç alıkoyamıyor. Keza yine kedi balıkları denen erkek balık türleri var ki; yumurtaları ağızlarında taşımaktalar. Ta ki yavrular dünyaya teşrif edene kadar bu durum büyük bir titizle devam eder de. Bir başka ilginç balık ise oltalı balıktır. Erkek oltalı balık ergin hale geldiğinde vücudunu kendi cinsinden bir dişi balıkla birleştirip tek vücut halde bir arada hayat geçirebiliyor.
Bir insan çıka gelip erkek balık doğurur mu sorusu sorsa verilecek cevap elbette hayır olacaktır. Fakat istisnai bir durumda olsa böyle bir balık var. Şöyle ki; dişi balık erkek balığa; “Benim görevim yumurtlayacağım yumurtayı senin üreme kesene bırakmak olup, bundan sonrası sana kalmış” bir imayla 'hadi bana eyvallah' deyip uzaklaşabiliyor. Neyse ki erkek balık terk ediliş hüznünü üreme kesesinde bir müddet beklettiği yumurtalarının larvaya dönüştüğü 6–8 hafta sonunda yavrularını dünyaya getirmenin sevinciyle unutabiliyor. İşte bu sözünü ettiğimiz canlı denizatı'ndan başkası değildir. Demek ki erkeklerde doğurabiliyormuş pekâlâ.
Yıllık bitkiler olduğu gibi yıllık balıklarda vardır. Adından da anlaşıldığı üzere bunların ömürleri bir yıllıktır. Nitekim denizatları ve golyan balıkları kaya, dere ve ırmaklarda mesken tutan yıllık balıklardır. Sular kesilince ister istemez ömürleri de tükenmiş olur. Neyse ki yağmurların yağmasıyla birlikte çamur içerisinde saklı tutulan yumurtalardan çıkan yavru balıklar ebeveynlerinin neslini devam ettirecek hamleyi gösterip hayata göz kırpabiliyorlar.
Bazı balıklar var ki; denizin 450 metre derinliğinde tenha yerlerde yaşayabiliyorlar. Fakat tenha yerler olması dolayısıyla bedenleri güçsüzdür. Bu yüzden enerji kaybına uğramaksızın yiyeceklerini ilk fırsatta elde etmeleri gerekmektedir. Ki; zaten öyle de yaratılmışlardır. Rabbül âlemin sıfır ihtimalde olsa yiyeceğini garantiye alması bakımdan ağızlarını vücutlarından büyük yaratmıştır. Hatta denizin derinliklerinde yaşayan bu balıkların vücutlarının her iki yanında ışık saçan fenerler (uzuvlar) yaratmış ki kendi aralarında tanışıp kaynaşıp üreyebilsinler. Belli ki bu donanım süs olsun diye yerleştirilmemiş, belli bir maksada yönelik donatılmıştır. Bilindiği üzere okyanusun dip kısımları zifiri karanlık içerisindedir, ama bir şekilde aydınlatılması gerekir ki söz konusu balık yol alabilsin. Dahası Rabbül âlemin bu canlıya foto fosfor denen aydınlatıcı organ takmakla onu korumaya almıştır. Böylece vücuduna yerleştirilen fener maharetiyle mavi renk ışık yayıp, hem kendini korumakta, hem de rahatça dolaşabiliyor. Bizler ilk lambayı bulan Edison’la övüne duralım, meğer bu balık yaratılışından buyana ışık saçıyormuş ta bizim haberimiz yokmuş.
Avustralya’da bir balık var ki; suda yüzdüğü gibi su dışında da yürüyebiliyor. Yani karadayken solungaçlar adeta ayak görevi yapmaktadır. Hatta bizde çok söylenen bir söz var ya “Hamsi kavağa çıkar mı?” diye. Elbette çıkmaz, ama bu söz konusu balık alçak ağaçlara tırmanıp saatlerce konaklayabiliyor.
Köpek balıkları korku filmlere konu olan balıklardır. En tipik özelliği deniz dibine batmaksızın dosdoğru ilerleyebilmesidir. Nasıl oluyor da batmıyor derseniz vücutlarında bulunan hava kesecekleri sayesinde elbet. Dolayısıyla sürekli hareket etmek zorundalar. Çünkü hareket ona manevra alanı kazandırıyor. Aksi takdirde denizin dibine çökme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığında, solungaçlar arasında hava dolaşımı olmayacağından boğulma tehlikesi yaşayacaklardı. Fakat bazı köpek balıkları denizin dibine çökseler de etkilenmezler. Hatta kış uykusunu geçirip baharla birlikte uyanıp işbaşı yapanlarda var. Netice itibariyle her iki durumda köpek balıkların yüzgeç ve kuyruk kısımları su içerisinde türbülans oluşturduğundan diğer küçük balıkların arkası sırası takılmasına vesile olacaktır. Yani bilmeden de olsa onlara su içerisinde rehber olmuş olurlar. Özellikle köpek balıkların üzerine yapışarak seyahat edip keyfini çıkaran adından remora diye söz ettiren küçük balıklar bunun tipik misalini teşkil eder. Tabii köpek balıkların marifetleri bunlarla sınırlı değil, aynı zamanda keskin gözlerle uzak mesafeyi görebildikleri gibi herhangi bir canlının kokusunu çok uzaklardan alabilen güçlü duyusu var. Derken birçok yetenekleri sayesinde milyonlarca deniz altında ölmüş canlılara ait artıklar temizlenmiş olur.
Balinalar dişli ve normal balina olmak üzere iki kategoride incelenirler. Dişli olanlar dişleri gelişmediği içindir bu ad verilmiştir. Olsun önemi yok dişin vazifesini gören üst çenelerinden sarkan inci diş tabakaları yeterince elek vazifesi gördüğü için diş olsa da olur olmasa da, zaten gerekte yoktur. Çünkü suyu emdiği zaman süzgeçten sadece planktonlar geçebilmekte, diğerleri ise otomatikman tasfiye edilirler. Böylece planktonlar balinaya gıda olur. Sonuçta her iki tür balina da okyanusu beraberce turlamakta. Yine her iki türün kuyrukları kürek şeklinde olduğundan su içerisinde rahatlıkla yol kat edebiliyorlar. Hatta turladıklarında arkadaşlarından herhangi birinin başına bir şey gelse derhal yardımına koşmayı da ihmal etmezler. Bu arada balinaların her dalışlarında burun deliklerinden içeriye asla su kaçmaz. Çünkü su altındayken burun mekanizmanın içerisinde tıpkı baraj kapaklarının kapanmasını andırır açılır kapanır kapakçıklar vardır. Anlaşılan su üzerinde açılabilen kapakçık su altında beslenme moduna geçtiğinde kapanıp, böylece nefes borusuna su kaçmasının önüne geçilir. Balinalar aynı zamanda deryayı umman misali okyanus ötesine kilometrelerce seyahat edebilen mavi derin suların mavimsi dev balıkları olarak dikkat çekerler. Öyle ki pusulasız toplam 8 bin kilometreyi bulan bir seyahat gerçekleştirebiliyorlar. Keza Som balıkları da öyledir. Malum Som balıkları nehirlere yumurtalarını bıraktıktan sonra deniz yoluyla okyanuslara açılmaktan geri durmazlar. Yumurtlama dönemi gelip çattığında ise doğdukları nehirlere tekrardan pusulasız sıla-i rahim yapabiliyorlar. Belli ki onun pusulası Kenan illerinde Yakup (a.s)’ın Yusuf’un kokusunu almasına benzer bir yöntemle gerçekleşmekte. Her ne kadar seyahatleri meşakkatli olsa da yolculuk esnasında hele bir çağlayan görmeye dursunlar hemen 4–5 metreyi bulan bir sıçrayışla kendilerine ziyafet çekebiliyorlar.
Okyanusların belki de en hızlı balıkları yelken balıklardır. Baksanıza Florada yakınlarında ele geçen bir yelkenli balığın saatte 110 kilometre hızla yüzdüğü tespit edilmiştir. Belli ki ona hız kazandıran güç yüzerken yaklaşık 1 metrelik yelken kanatlarını katlayıp vücuduna yapışık kılmasından dolayıdır. Yani bir yandan yelkenler fora misali maraton hızıyla ilerlerken, diğer yandan durma esnasında yelken yüzgeçler tekrar eski konumuna geçip böylece alabora olmaktan kurtulabiliyorlar.
Bir mürekkep balığı var ki; mürekkepli kalemle yazı yazarken kendini hatırlarız. Oldu ya düşmanı bir ahtapot misali kavramayacak bir boyda ise Allah’tan ümit kesilmez dercesine adına yakışır bir tavırla mürekkep püskürtüp hızla izini kaybettirebiliyor. Hatta öyle cinsleri var ki; su içerisinden fırlamasıyla havada uçması bir olmaktadır. Böylece adını en hızlı hareket edebilen hayvanlar arasına yazdırır.
Bazı balıklar var ki; göğüs yüzgeçleri çok gelişmiş, aynı zamanda iç organlarında büyükçe hava keseleri bile mevcut. Kelimenin tam anlamıyla bu donanıma sahip balıkları uçan balıklar diye anarız. Andığımız bu uçan balıklar kendilerini savunmasız kaldıklarını hissettiklerinde derhal kuyruklarını kuvvetli bir şekilde çırptığında sudan fırlayıp yüzgeçleri havada kanat olmakta. Hatta uçuşları 200–300 metreyi bulmaktadır.
Avrupa ve Kuzey Amerika'nın nehir ve derelerinde bulunan yüzlerce türden oluşan balıklar var ki; doğup büyüdükleri vatanlarını terki diyar eyleyerek denizlere açılıp, hedef tayin ettikleri Atlas okyanusunun Sargasso denizine ulaşmaktalar. Sargasso denizinin tipik özelliği bolca yosun kaplı olmasıdır. Özellikle yumurtlamak için burası son menzil olmaktadır. Tabii sadece yumurtlamak değil kendileri içinde son menzildir. Derken görevini en iyi şekilde yapmanın huzuru içerisinde son duraklarında hayata veda ederler. Bu sözünü ettiğimiz canlı yılan balıklarından başkası değildir elbet. Ölümü pahasına gerçekleştirdiği bu seyahat belli ki ona has kılınmış.
Bazı balıklar var ki; elektrik üretmekteler. İnsanoğlu elektriği bulmakla övüne dursun bunu yaratılışın gereği yapan balıklar bu işi çoktan halletmişler bile. Zira bu tip balıklar yumuşak başının her iki tarafına yerleştirilmiş kastan yapılı aküleriyle elektrik akımı üretip avını derhal şoklayıp öldürebiliyorlar. Öyle ki 200–300 voltluk bir akımla düşmanı neye uğradığını farkına varmadan mevta olur. Mesela 650 voltluk deşarj gücüne sahip yılan balıkları bunun tipik misali sayılırlar. İlginçtir elektrik şoklarından hemcinsleri değil, kendi dışında ki avları ciddi manada zarar görür.
Balığında ayı cinsi olur mu demeyin sakın. Çünkü Antarktika da yaşayan böyle birkaç tür memeli ayı balığı var zaten. Aslında adından ayı balığı diye söz ettirmek bir kenara, bu hayvan nasıl olur da buzla kaplı bölge de biricik besin kaynağı olan balığa ulaşabiliyor, asıl irdelenmesi gereken husus bu olsa gerektir. Yani söz konusu balığın avını nasıl avlar esprisinin gizemi diş yapısında gizli. Şöyle ki; buz üzerinde dişleriyle kesip açtığı hava delikleri sayesinde suya dalış yapıp yarım saatlik turlama süresince su içerisinde avladığı avlarla beslenmesini temin ettiği gibi, ilginçtir bu zaman diliminde tekrar yolunu şaşırmadan açtığı deliklerden kendini dışarı atabiliyor. Bir başka ilginç yanı ise vücutlarında yağ deposu olmadığı halde karlar buzlar ülkesinde üşümeden hayatını devam ettirmesidir. Elbette ki onu Yaratan Allah şimdilik sırrına vakıf olmadığımız bir donanımla onu üşütmeyecektir. Bize sadece hikmetinden sual olunmaz misali amenna saddak demek düşer.
BALİNA
Yeryüzünün en iri memeli hayvanı olan balina, takriben 90 türüyle gruplar halinde okyanusun o derin soğuk sularında yüzebilen son derece zeki dev bir memeli balıktır. Bizim gibi çok sayıda kılları olmasa da belli ki onu belli bir derecede sıcakkanlı tutan üzeri kalın bir yağ tabakasıyla kaplı deriye sahip olmasıdır. Anlaşılan 30 metre boy uzunluğuna sahip 200 ton ağırlında ki bu hayvan, üzerini saran kalınca giysi sayesinde ister soğuk, ister sıcak olsun fark etmez 70–90 yıllık ömrü boyunca ısı sıcaklığı sabit kalacak şekilde yüzebiliyor. Hatta hangi şartlarda olursa olsun okyanusun o derin sularında turlarken bile yavrularına kendi bünyesinde depoladığı yağ oranı bakımdan zengin sütünü emzirebiliyor. Belli ki Allah tarafından yavru balina sütten kesildiğinde derisi kuzey denizlerin soğuğuna karşı buz kesilmesin diye anne sütü yağ yönünden zengin ayarlanmış. Balina aynı zamanda yavrularını senede bir defa doğurma özelliği ile de dikkat çeken bir hayvan. Genellikle yavrusunu doğurmak için bulunduğu konumdan uzaklara göç edip sığ suları tercih etmektedir.
Bazı balina türleri var ki; dişleri mevcuttur. Dolayısıyla bu türler beslenmek için dişlerini kullanırlar. Bazı türler var ki dişleri yoktur. Bu tür balinaların tipik özelliği ise 3 oda ağız dolusu suyu damaklarında bulunan üç yüze (300) yakın pullar vasıtasıyla süzüp mikro canlıları (planktonlar) alıkoymalarıdır. Derken çene içerisine sarkmış uzun ve sert yapılı bu sistem üzerine dizili incecik pullarla kaplı yüzgeç donanımı sayesinde planktonlar rahatlıkla sindirilebiliyor. Baksanıza Allah öyle bir donanım yaratmış ki balina vücuduna aldığı suları bir yandan çeneleri vasıtasıyla bir anda boşaltırken, diğer yandan filtre edilmiş sudan arta kalan milyarlarca planktonu midesine indirebiliyor. Tabii ki sindirilmek üzere alınan sadece küçük mikro canlılar değil, aynı zamanda güçlü çene yapılarıyla köpek balıklarını bile parçalayıp avlayabiliyorlar.
Yunus balığı ile balinalar çoğu kez diğer balıklarla karıştırılsa da her iki balıkta kuyruklarının yatay olmasıyla ayırt edilirler. Zira yüzdüklerinde tıpkı insan gibi yüzmekteler. Solunumları ise akciğerle olup, su yüzeyine çıktıklarında karbondioksit verip oksijen almaktalar. Hatta su altında uzun süre nefes alamadan kalabiliyorlar. Zaten vücutlarının 200 ton ağırlığında olması enerjisini az tüketmesine neden olmakta ve böylece solumayı geciktirmesine yaramaktadır. Tekrar solunuma ihtiyaç duyduğu zaman başının üst tarafındaki soluk delikleri vasıtasıyla oksijen depo edip besin aramak için yeniden zaman kazanabiliyor. Hatta suya girdiğinde bu delikler otomatik olarak kapatıldığından boğulma diye bir dertleri olmaksızın derinlerde seyri âlem eyleyebiliyorlar.
İlginçtir o kocaman gövdesinin yanında gözler küçücük kalmaktadır. Zaten denizin derinliklerinde göze de pek ihtiyaç yoktur. Çünkü derinliklere inildikçe ışıksızlık hâkim olmakta. Dolayısıyla görme eyleminin yerine ses dalgalarını kullanmayı tercih ederler. Hele bir nesneye dokunmaya dursunlar, anında nesneden yansıyan titreşimle yön tayin edebiliyorlar. Böylece bu ses dalgaları sayesinde etrafında her ne varsa bu dalgalara çarptıklarında anında haberdar olurlar. Anlaşılan şu ki görme duyuları çok zayıf, ama neyse ki işitme melekeleri güçlü. Her ne kadar dış kulak vazifesi yapan gözlerin arka kısmında iki delik varsa da asıl duyumu sağlayan iç kulak bölümüdür. Öyle ki kilometrelerce uzaklıkta ses dalgalarını tıpkı yarasalarda olduğu gibi algılayabilecek donanıma sahipler.
YUNUS BALIĞI
İnsanların açık denizlerde büyük bir hayranlıkla seyrettiği zararsız en zeki hayvanlardır. O da tıpkı balina gibi doğurgan memeli bir balık olarak dikkat çeker. Peki, doğurgan olmak iyi has hoşta, doğurgan memelilere has birtakım özellikler su içerisinde nasıl gerçekleşir sorusu zihnimizi meşgul edecek gibi. Neyse fazla zihnimizi meşgul etmeden bu meseleyi örneklendirmeye koyulalım. Mesela memelilere özgü soluklanmayı ele aldığımızda, Yunus balığı yavrusunun solunumunu düzenli aralıklarla sürekli su yüzüne çıkartarak gerçekleştirdiğini görüyoruz. Hatta emzirme esnasında bile yavrusunun ikide bir hava alması için nefeslendirmeyi de ihmal etmediğini gözlemliyoruz. Çünkü yunuslar akciğer solunumu yapan hayvanlar, buna mecburlar. Her şeye rağmen yine de vücut kaslarında bolca bulunan miyoglobin maddesi sayesinde derin sularda uzun süre nefes almadan yüzebiliyorlar. Malum biz insanlarda bile miyoglobin proteini var, ama sayıca az olması dolayısıyla uzun süre su altında kalamayız.
Yunus balıkları kendi aralarında ki iletişimleri kuş seslerini andırır bir sesle kurmaktalar. Hatta iyi bir eğitimden geçirildiyseler rahatlıkla insanlarla bile diyalog kurabiliyorlar. Yani birkaç kelimede olsa ağzından ses çıkarabiliyorlar. Bu yüzden insanlar onları hep uysal bir hayvan olarak bağrına basacaktır. Ömür süresi ise 25–35 yıl arasında değişebiliyor. Ayrıca burunları uzamış gaga görünümün yanı sıra, her iki çenesinde çokça dişleri olan ve sırtlarında ise tek yüzgeçleri ile dikkat çekerler. Zaten bu özelliklerinden dolayı balıklardan farklı değerlendirilirler, ama yine de insanlar onu hep balık olarak anarlar. Yine Yunuslar'ın en dikkat çeken yönü hiç şüphesiz sıçrama teknikleridir. Beslenmeleri etçil olup, en favori besin kaynağı balık veya mürekkep balıklar oluşturur.
Hazır Yunus balığından söz etmişken Yunus Peygamberimizin kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki; Hz. Yunus (a.s)’da İsrail oğulları Peygamberlerindendi. Ninova halkına Allah’ın buyruklarını iletmek için görevlendirildi, ama imana gelmedikleri gibi yine bildik putlara tapmaya devam ettiler. Bu durumda Yunus (a.s); “Eğer iman etmezseniz Allah 40 güne kadar Ninova Şehrini yerle bir ederek batıracak” diye tehditte bulundu. Ninova halkı hiç aldırış bile etmedi.
Hz. Yunus (a.s) kavmine kırılıp küstü, hatta Allah’tan izin almadan Dicle Nehri kenarına gelip bir gemiye binerek oradan uzaklaştı. Oysa Allah tarafından izin almadan kavmini terk etmesi caiz değildi. Derken gemiye bindi, epey yol kat ettikten sonra gemi bir anda duruverdi. Gemi bir türlü hareket edemiyordu, belli bir yere sabit kalmıştı çünkü.
Gemide bir Müneccim: ‘İçimizde bir suçlu var, kura çekelim kime düşerse onu denize atalım.’
Kura çektiler, kurada Yunus’a çıkmıştı.
Hz. Yunus (a.s):
-Evet! Efendisine itaat etmeyen suçlu adam benim.
Bu sözleri sarf eder etmez Yunus (a.s) kendisini suya attı. Kendisini denize atar atmaz bir balık yuttu onu. Yunus (a.s) balığın karnında pişmanlığını belirten; “Allah’ım sen her şeyden münezzehsin, ben gerçekten zalimlerden oldum! (Lailahe illa ente subhaneke inni küntü minezzalimin)” sözlerini sürekli tekrarlayıp durudu. Tabii bu sözler artık Yunus’un zikri olmuştu, Allah’ta bu zikrin hatırına tövbesini kabul etti. Balık emri ilahi gereği hemen karnından taşıdığı Peygamberi çıkarıp denizin kenarına bırakıverdi.
Hz. Yunus’un gemiye bindiği gün gökyüzü kararmaya başladı. Ninova halkı paniklemişti. Şehir zifiri karanlığa bürünmüştü adeta. Hz. Yunus’un haber verdiği musibetin geleceğini anlamışlardı. Bunun üzerine Hz. Yunus’u aramaya koyuldular fakat bulamamışlardı. Çünkü Yunus (a.s) onları terk etmişti. Ninova halkı çaresiz oracıktan derhal ayrılarak Tövbe tepesine çıkmanın akabinde feryat figan edip Allah’tan aman dilediler. Neyse ki Allah-ü Teala affedip dileklerini kabul etti. Hz. Yunus denizde ki hayat serüvenin dönüşünde kavmini tövbe etmiş bir şekilde bulunca seviniverdi. Derken ilahi hükümleri kavmine öğretiverir. Bir süre azaptan uzak kaldılar. Sonraları ise hem doğu, hem de batı da büyük olaylar vuku buldu. Ne mutlu Yunus balığına ki Yunus Peygambere hizmet etmiş.
AHTAPOT
Deniz altında yaşayan canavarımsı bir hayvan. Bakmayın siz onun öyle canavar görünümlü olmasına, çoğu küçük omurgasız hayvanlardır. Üstelik balık gibi yüzememekteler. Hareketini baş kısmına endeksli tentikül denilen 8 kol sağlamaktadır. Aslında ona dokunulmadığı müddetçe çekingen, korkak ve bir o kadar da uysal bir hayvan olduğu anlaşılıyor. Bir dokun bin işit derler ya, aynen onun gibi birisi dokunmaya dursun, bak o zaman kızılca kıyameti. Değim yerindeyse dünyanın kaç köşe bucak olduğunu gösteren bir tavır sergiliyor. Ki; bu durum karşısında onu rahatsız etmeye kalkışanı dokunaçlarıyla abluka altına alıp deniz içerisinde kendince bedel ödettirebiliyor. Yani tentiküller üzerinde bulunan vantuzlar avına hem tutunmaya yaramakta, hem de emme görevi yapmaktadır. Hatta vantuzlar sayesinde tutundukları yerde hareket manevrası kazanıp ilerleyebiliyorlar.
Ahtapotun asıl savunma silahı hiç kuşkusuz derisinin üzerinde sıralı halde bulunan sarı, kahverengi pigment hücreleridir. Kendisini güvencede hissetmediğini anladığında her türden renk değiştirme avantajını kullanıp bulunduğu alanın rengine bürünerek ten avlanmaktan kurtulabiliyorlar. Kolları kopsa bile kertenkelede olduğu gibi kopan kısmın yerine bir yenisi eklenir.
Engin deniz sularında hızla ilerlemesini sağlayan vücut üzerinde bulunan salkım saçak kollar değil, arkalarından çıkarttıkları gaz sayesinde gerçekleşip bir füze misali mesafe kat edebiliyorlar. Tabiî ki önce deniz suyunu emer ve sonra arkasından çıkarttığı gaz ve etki-tepki sistemine dayalı fizik kanunu ile bu işi başarırlar. Yani içerisine çektiği suyu püskürtüp kendisinin ileri doğru itilmesini sağlar. Ayrıca püskürtülen suyla birlikte etraf bir anda alabora olduğundan düşmanının kaçmasına vesile olup bu arada kendisini de gizlemiş olur.
SÜNGERLER
Süngerler deniz diplerine yapışık kalan nazlı gelin türünden hayvanlardır. Her ne kadar ilk başta hayvan mı, yoksa bitki mi diye tartışılsa da 1825 yılında yapılan çalışmalar sonucunda vücutlarına alınan suların değişikliğe uğrayıp dışarı çıkması onun bir hayvan olduğunu ele vermiştir. Öyle ki; dışarı çıkan suyun kokusuna yanaşamayan birçok deniz hayvanının yanına sokulamadığı fark edilmiştir. Bilhassa balıklar bu kokudan çok rahatsız olurlar. Belki de böyle olmasaydı savunmasız kalan bu hayvanın nesli kesilmiş olacaktı. Sonuçta bu hayvanın ne ağzı var, ne de dili. Keza iç organı da yoktur. Demek ki uzuvsuz hayvanda olabiliyormuş. Madem öyle, nasıl geçiniyor sorusu ister istemez aklımızı kurcalayacaktır. Onu yaratan bu özelliklerine uygun olarak hem bakterileri, hem de deniz altında canlıların vücutlarından dökülen artık veya dışkıları rızkı olarak tayin etmiştir. Anlaşılan deniz suyu su olmanın ötesinde besin deposu olarak ta süngerlerin ihtiyacını karşılayan besi kaynağıdır.
Bunların üremeleri de ilginç. Baksanıza eşeysiz ürüyorlar. Yani dişi yumurtalar ve erkek sperm hücreleri tek bir süngerden çıkmakta, fakat farklı zamanlarda sahne alırlar. Spermalar çıktığında su akıntıları eşliğinde bir başka süngerin bağrına transfer edilir. Belli ki Yüce Yaratıcı sperma hücrelerinin rotasını şaşırmamak için onu taşıyacak hücreleri de beraberinde yaratmış. Böylece taşındığı yerde yumurtalar arasında vuslat hâsıl olup yeni bir süngerin doğması gerçekleşir.
Malum süngerlerin vücutları silisyum ve kalsiyum karbonat bileşimleriyle desteklenmiş kalın kalkerli veya kireçli tabakayla donatılmıştır. İşte bu tabaka sayesinde kışın ayazından kendilerini korudukları gibi, baharın gelişiyle birlikte hücreler yeniden canlılık kazanıp süngere dönüşebiliyor. İşte denizleri temizleyen aynı zamanda mutfağımıza da konuk olup kap kaçağımızı temizleyen süngere ne kadar teşekkür etsek azdır diye düşünüyorum.
DENİZ ANALARI
Denizanaları şeffaf kubbemsi yapıda deniz suyu hayvanlarıdır. Bunlar arasında bazı türler var ki; ışın bile saçabiliyor. Genel itibariyle denizanaları kubbemsi şemsiyelerinin altında dokunaçlarıyla dikkat çekerler. Belli ki söz konusu dokunaçlar ona büyük bir avantaj sağlayıp, düşmanından kendini kurtarmasına yaramaktadır. Sakın ola ki onun şeffaf ve narin yapıda uysal olmasına bakıp zarar veremeyeceğini düşünmeyin. Oysa Yanlış hesap Bağdat’tan döner misali bir dokunmaya dursunlar bir anda dokunaçlarından saldığı zehirli sıvı avcının hevesini kursağında bırakıp felce uğratabiliyor. Zehiri olmayan türleri ise ışın saçıp kendini korumaya alıyor. Bizim deniz kıyılarımızda ki denizanaları her ne kadar büyük çapta tehlike teşkil etmese de yine de onların bulunduğu ortamlardan uzaklaşmakta fayda var. Hiçbir şeyler yapmasalar bile en azından vücutta yakınma ve kaşıntıya neden oldukları kesin. Hatta dünya üzerinde öyle yerler var ki buralarda yaklaşık 10 metre ebatı bulan denizanaları insana dokunmasıyla birlikte ölüme yol açabiliyor. Bu yüzden onlar hem tehlikeli varlıklar, hem de bir o kadar güzel görünüm türde olan canlılardır.
DENİZ POLİPLERİ
Belgesel izlemişseniz eğer deniz altında birbirinden harika ağaç ve çiçek modelleri dikkatinizi çekmiş olmalıdır. Bu modellerin arka planında asıl rol oynayan mimari mühendis dünyanın en basit yapılı hayvan diyeceğimiz poliplerdir elbet. Bunlar da Denizanaları gibi şeffaf görünümlü hayvanlardır. Demek ki görünüşlerine bakıp, bunlardan iş çıkmaz dememeli. Zira onlar bir eser meydana getirirken malzemesi deniz yosunlarından elde ettikleri oksijen ve deniz suyu içerisinden temin ettikleri kalsiyumdur. Dahası bunlar oksijeni ve kalsiyumu en iyi şekilde kullanabilen canlılardır. Tabii polip bunları alırken zaman içerisinde vücudunun etrafı kalkerleşip kabuk halini alır. Derken kendisini tabaka tabaka saran kabuk arasında sadece dışarıya sarkan dokunaçlar kalır. İyi ki de dokunaçlar var. Çünkü bu dokunaçlar sayesinde deniz içerisindeki küçük organizmaları kendi bünyesi içerisine alıp beslenebiliyor. Polipler genelde bir arada koloni halinde yaşayan canlılar olup öldüklerinde ardından sert kabuklarından inşa edilmiş insanı cezbeden ağaç ve çiçek görünümlü birbirinden güzel eserler kalır. Bu arada yaşayan polipler ölenlerin inşa ettikleri kireçleşmiş eserler üzerinde barınıp zaman içerisinde barındıkları mekânları kendilerinin kattıkları ürünlerle birlikte gökdelen tarzı eserlere dönüştürürler. Madem hücrelerin bölünmesiyle dokular çoğalıyor, dokulardan organlar, organlardan bir canlı oluşuyor, o halde ölenin ardından emaneti devr alan her bir polip kendisine tevdi edilen mirası saraya çevirmesini bilecektir. Derken bu arada dalgıçlara gün doğup, deniz dibinde devasa büyüklükte ağaç yapılı manzarayı seyri âlem eyleyeceklerdir. Mercan adaları der dururuz ama belli ki bu söz konusu adalar bir çırpıda oluşmamış. Yılların birikimi diyebileceğimiz poliplerin bir emeği olarak karşımıza çıkmaktadır. Öyle ki; mercanların yıllara meydan okumanın neticesinde kıyılarda kayalıklar bile oluşabiliyor.
SU AYGIRI
Su aygırı ismiyle müsemma, yani Afrika’nın büyük göllerinde ve nehirlerinde yaşayan toparlak vücuda sahip, 4 ton ağırlığında kısa bacaklı iri bir hayvandır. İri vücudu üzerinde kocaman kafa, kalın boyun, iri dudaklar vardır. İlginçtir burnu tepede olmakla beraber burun delikleri önde olan bir görünüm sergiler. Bacakları kısa olması dolayısıyla karnı yere değecek izlenimi verir. Ayaklarında ise dört parmak vardır. Bu görünümüyle su kıyısında hantal yürümesine rağmen su içerisinde iyi bir yüzücü örneği sergilemesi görenleri şaşkına çevirmektedir. Hatta suya her dalışlarında kafasını su yüzeyine çıkarttıklarında şarıl şarıl su sesleri eşliğinde etrafa su püskürtebiliyor. Bu arada baş tepesinde ki fırlak gözlerinin olması etrafı kolaçan etmesini kolaylaştırabiliyor. Timsahla su aygırını kıyasladığımızda; timsaha nazaran su aygırı daha güçlü olduğu gözlemlenmiştir. Nitekim beraberce bulundukları göllerde timsahlar su aygırı karşısında “burada kral sensin” dercesine son derece tazim içerisinde yüzmekteler. Çünkü su aygırının bir timsahı delip deşik edecek kadar uzunluğu 60 santimetreyi bulan köpek dişleri vardır. İşte söz konusu bu dişler sayesinde su altındaki bitkileri kökleriyle birlikte koparıp beslenebiliyorlar. Böylece nehir ve göller su aygırlarınca hem temizlenmekte, hem de su yataklarının tıkanmasının önüne geçilmektedir. Dolayısıyla onlara iyi bir çevreci hayvan gözüyle bakabiliriz. Ağız yapısı derseniz dillere destan. Zira kara hayvanları içerisinde ağız büyüklüğü bakımdan onun rekorunu kıran hayvan şimdiye kadar pek rastlanılmamıştır. Suda yaşayan memeli hayvan bakımdan ise balinadan sonra ikinci sırada yer alır. Belli ki devasa dudakları ot ve yaprakları ağzına almak için vazife görür. Hele bir su içerisinde yüzüşleri var ki usul usul ve aheste aheste ilerlemeleriyle dikkat çekerler. Karada ise bir insan kadar hız kat ederler. Yine de onlar zorunlu kalmadıkça sudan dışarıya çıkmayı pek sevmezler. Karaya daha çok geceleyin düz çimenlerde otlamak için, ya da doğum zamanı çıkmaktalar. Hatta seyahat etmekten de haz etmezler, genelde bulunduğu yerde kalmayı yeğlerler. Hele bir esnemesi var ki, gören uykusuz sanır. Oysa dişlerini diğer su aygırlarına göstererek her an kavgaya hazır olduğu mesajını verir. Döllenmesi ise su içerisinde gerçekleşip, hamilelik süresi insanda olduğu gibi dokuz aydır. İlginçtir yavrusunu karada kamış yatağının içerisinde doğurmaktadır. Derken yavru su aygırı hiçbir eğitim almadığı halde sanki daha önce öğrenmiş iyi bir yüzücü edasıyla annesiyle birlikte su altına dalabiliyor.
TİMSAHLAR
Timsah gerek su üzerinde gerekse karada hızla hareket edebilen Afrika nehirlerinin bir diğer pullu sürüngen dev hayvanı olup, aynı zamanda su aygırlarının da düşmanıdırlar. Gerçi bu hayvanlar büyük olanlarına dokunmaktan çekinirler, ama yavru olanları afiyetle yemekten geri durmazlar. Hele ceylan ve benzeri kara hayvanlar akarsu kenarına su içmek için gelmeye dursun, bir anda timsahın kuyruk darbesine maruz kalıp kendini hem suda bulmakta, hem de avlanıp yem olmaktadır. Böylece timsah avını avlayıp afiyetle beslenmenin ardından güneş altında “gel keyfim gel” dercesine güneşlenmeyi de ihmal etmez. Yani ehli keyf hayvanlardır.
Ayrıca timsahlar ekinlere zarar vermekle dikkat çekmektedir. Dolayısıyla çiftçiler ekinlerden timsahları arındırsalar bile bu sefer de bir başka kriz baş gösterip su aygırların çoğaldığı gözlemlenmiştir. Demek ki ekolojik dengeyle pek oynanmaya gelinmiyor.
Bu arada timsahların en çok muzdarıp olduğu şey diş etleri arasına dolanan sülüklerdir. Neyse ki Gergedan ve manda olayında olduğu gibi onların da imdadına yağmur kuşları koşmaktadır. Zira timsah ağzını gören dehşete kapılsa da bu kuşlar hiçbir endişeye kapılmaksızın ağzının içerisine kadar girip timsahın muzdarip olduğu sülükleri hem temizlemekte hem de kendisine ziyafet çekmektedir. Derken karşılıklı jest diyebileceğimiz bu durumdan her iki hayvanda kazançlı çıkıp, karşılıklı hoşça vedalaşırlar. İşte hayvanlar arasında karşılıklı iş bölümünün tipik misali bu olay olsa gerektir. Keza bu iş bölümü bazı balıkların üzerinde parazit yaşayan canlıları temizleyen küçük balıklar içinde geçerli bir kuraldır. Bu arada timsah üremesinin yumurta yoluyla olduğunu da unutmamak gerekir.
Bakmayın siz timsahın canavar görünümlü olmasına. Gerektiğinde onlar şike varı da olsa gözyaşı dökebiliyor. Belli ki halk arasında “Timsah gözyaşları dökmeyin” sözü boşuna söylenilmemiş.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer


Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:08 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-5
SELİM GÜRBÜZER

YILANLAR
Yılan ismi duyunca yediden yetmişe herkes ister istemez ürpermek durumunda kalır. Onların görünüşü avını korkutmaya yetiyor zaten. Tabiî o görünüşüyle değil bizzat avının üzerine yıldırımca atlayıp zehrini şırınga etmekle avlar. Öyle ki zehri avını felce uğrattığı gibi birkaç saate kalmadan zehrin etkisiyle ölümüne neden olur. Öncelikle bu işi yaparken dişlerini avının derisine saplamakta, tabii saplayınca da zehir kaslarının otomatik harekete geçip küçücük bir kanal yoluyla zehir dişe aktığında, oradan avının derisine geçmektedir. Mesela engerek yılanı bunun tipik misalidir. Şurası muhakkak zehirli yılanların tek silahı zehir bezidir. Neyse ki insanoğlu yılan zehirlenmelerine karşı özel serum imal etmeyi ihmal etmemişler.
Bazı yılanlar avının etrafına dolanmasıyla birlikte kaburgalarını abluka altına alıp boğması bir olmaktadır. Bazıları ise avını sıkıp bir bütün olarak yutma başarısı sergiler. Mesela boğa yılanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta 8 metre boyunda domuzu yutabilecek kabiliyette yılanlar olduğu gibi dev bir fili bile alt edecek yılanlar da mevcut. Nitekim bir piton düşünün; birkaç saat içerisinde domuzu yutabiliyor. Fakat böyle bir büyük lokmanın sindirimi kolay olmasa gerek ki birkaç günü bulabiliyor. Peki, üreme nasıl oluyor derseniz, malum yılanların üremesi yumurta yoluyla gerçekleşir.
Hâsılı kelam dünya üzerinde her halükarda üç bin türü bulunan yılanlarla ilgili daha çok söylenecek söz var, ama şimdilik bu kadarı yeter diye düşünüyorum.
SOLUCAN
Onları bazen bir bahçede gezinirken, bazen bir yol üzerinde, bazen kırda bayırda gezinirken her an görmek mümkün. Kimimiz gördüğümüzde dehşete kapılıp ürpeririz, kimimiz de büyük bir şefkatle yanına sokuluruz. Yani kişinin ruh haline bağlı olarak solucana karşı da tavrımız değişebiliyor. Şayet onu tehlikeli bir yaratık algılayan bir ruh halimiz varsa hiç gözümüzü kırpmadan ortadan ikiye bölmekten çekinmeyiz de. Olsun önemi yok. Onu parçalasalar bile onu yaratan irade vücut donanımını yenileyecek hücreler yerleştirdiğinden dolayı baş kısmı kuyruk olarak tamamlanmakta, derken kopan kuyruk baş eksikliğini giderebiliyor. Bu durumda solucanlar sanki bize; “Madem her şey aynı kalmamakta, o halde her daim gelişin ve kendinizi yenileyin” mesajı verirler. Bundan öte sakın ola ki statükonun kollarında hayatınızı karartmayın uyarısını yapar gibiler. Onlar sadece mesaj mı verirler, bunun ötesinde toprak altı faaliyetleriyle toprağı havalandırıp iyi bir çevre dostu olduklarını ispatlarlar. Böylece havalanan toprak tüm canlı âlemine gıda olur.
KERTENKELE (İGUANA)
Adı: Kertenkele.
Cinsi: İguana
Yiyecekleri: Çiçekler, kiraz, çilek gibi kabuksuz meyveler ile birtakım böcekler.
Yaşadıkları bölgeler: Güney ve Kuzey Amerika’nın sıcak bölgeleri.
Evet, İguanalar bir değişik tür kertenkele olup, görünüş bakımdan insan ürperse de aslında zararsız ve çekingen yaratıklardır. Belki de insanların bu hayvanın çekingen olduğunu bilselerdi ona “Cin ejderi” demeyeceklerdi. Kendisi hakkında kim ne düşünürse düşünsün, o tüm bunlara aldırış etmeksizin güneş altında güneşlenmenin mutluluğunu yaşamaktan geri durmayacaktır. Çünkü güneş onlar için hem iyi bir ısıtıcı, hem de iyi bir aydınlık kaynağıdır. İguanaların boyunlarında sarkmış derilerinden gerdanlık ve sırtlarından kuyruğuna kadar tarakları olması ona özgü bir çehre kazandırıp, aynı zamanda bukalemun gibi kendilerini korumak adına renk değiştiren türleri vardır. Her şeyden öte İbrahim (a.s)’ın kıssasına bile konu olabilmişlerdir. Şöyle ki;
Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :
“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki ;
“- Ya, zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda katkımız:
Hak ve hakikat yolunu bilip, sevmek olacaktır.
Şüphesiz bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişizdir. Zaten bizim katkımız bundan başka ne olabilir ki?
Kertenkeleler ilginçtir avcısı tarafından yakalanacağı sırada nazik kuyruğunu bırakıp kaçmaktadır. Olsun önemi yok, o kuyruksuz kısım bir zaman sonra yenilenerek yerine bir yenisi eklenecektir.
SÜLÜK
Adı: Sülük
Konakladığı mekân: Kendi tabiî sulak ortamı.
İnsanoğlu belki de sülükten esinlenerek kan aldırma tekniklerini öğrenmiş gözüküyor. Fakat sülükten bir farkı kolumuzdan kan aldırdığımızda iğnenin acısını yüreğimizde hissederiz. Ama sülük öyle değil, o damara vantuzlarıyla yapıştığında uyuşturmayı da ihmal etmez. Böylece kan emdiği canlının incinmemesini sağlayan bir teknik uygular. Ayrıca kanın pıhtılaşmamasına yönelikte hirudun adında bir madde üretmeyi de vazife bilir. Derken konakladığı canlı üzerinde yarım saat içerisinde kan emip karnı tulum gibi olduğunda yapıştığı bölgeden ayrılarak sindirim işlemine koyulur. İşte bu yarım saatlik işlem sonucu beslendiği kan gıdası onun altı ay kadar ihtiyacını gidermeye yeter artar da. Hatta bu altı ay içerisinde kanın bozulmamasına yönelik faaliyet gösteren bağırsaklarında yer alan Pseudomonas hirudinus bakterileri yardımcı olur. Böylece söz konusu bakteri sayesinde gıdasını muhafaza altına almış olur. Şayet altı ay sonunda kan kalmazsa bir süre daha yaşaması için kendi vücut dokularını parçalamayı bile göze alıp bir şekilde canlılığını koruyabiliyor. Günümüzde sülük vasıtasıyla Tıbbi tedavilerin uygulandığı artık bir sır değil. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in hacamat yaptırdığı, keza bu konuda; “ Şifa üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat aleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim” (Sahih-i Buhari;12.cilt, S. 79) diye beyan buyurup, kan almanın sıhhat açısından iyi geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kan aldırmakla hem kanımız tazelenir, hem de kan akışımız hızlanır. Dolayısıyla akışkan hale gelen kan beyne daha rahat ulaşıp, bu sayede beyin kendisine gerekli olan oksijenle buluşmuş olur.
SALYANGOZ
Görünüş itibariyle helezoni halkalardan ibaret tek kabuklu hayvan olarak dikkat çeker. Üstelik onun helezonik olması bize zikir halkalarını hatırlatır hep. Belli ki karın kısmı kaslarla kaplı olması ona hareket manevrası sağlıyor. Öyle ki kaslar sayesinde ön uçtan start alan dalga manevrası son kısımda tamamlanacak şekilde ilerleyip yolunu yol bilmektedir. Yani karın bir noktada ona ayak olur. Dahası var; ayağının ön kısmında bulunan bezlerden salgılanan sümüksü mukus sıvı madde her ortama yapışıp sürünerek ilerlemesini sağlar. Nitekim söz konusu sümüksü sıvı yardımıyla gerek toprak üstünde, gerek denizin dibinde, gerek duvar yüzeyinde, gerekse ağaca tırmandıysa ağaç yüzeyinde kayabiliyor. Hatta yolunun üzerinde tırmanıcı veya kesici bir şeyler olsa bile hiç fark etmez, mukus salgısı onu her halükarda incinmesini önleyip seyahatini huzur içerisinde geçirmesine vesile olur. Gerektiğinde söz konusu yapışkan maddeyi kurutulmuş halde barındığı yuvanın deliğini tıkamakta kullanıp kendini korumaya alabiliyor. Kabuğu böyle ise kim bilir kendisi nasıl. İşte bu güzel hayvanı gezindiğimiz yerlerde ilk anda fark etmezsek bile başını ancak kabuğundan çıkardığı zaman görme şansı yakalayabiliyoruz. Ayrıca salyangoz için talihsizlik diyebileceğimiz, kendisini çepeçevre saran kabuk kısım bir şekilde kırılmaya dursun, artık o hayvanda yaşama ümidinden eser kalmayacağı malum. Çünkü kabuk onun için bir koruyucu zırh olmaktadır.
MARMOTLAR
Marmotlar yeraltı ve kayalar arasında yaşayan en büyük sincaplar olup, Birleşik Amerika’da adına yer domuzu denir. Marmotlar kış uykusuna ilaveten geceleri de uyurlar. Onları ilginç kılan hem düşman karşısında alarm sistemine sahip olmaları, hem de kendi aralarında son derece candan dayanışma bağının olmasıdır. Öyle ki koloni halinde koyun sürüsü misali topluca gezinip bitkiler içerisinde en lezzetli olanıyla adeta piknik yapabiliyorlar. Hatta bu arada marmotlar cümbür cemaat zevki sefa içerisinde çiçek ve ot gibi gıdalarla beslenirken başlarına herhangi bir halel gelmemesi açısından içlerinden biri bir tepeye çıkıp arkadaşlarına gözetmenlik yapmayı da ihmal etmezler. Olur ya en büyük düşmanı kartal veya bir başka canlının hücumuna uğrama riski doğabilir, dolayısıyla böyle bir tedbiri ihmal etmemekte fayda var. Nitekim gözetleme kulesinde bekleyen nöbetçi marmot, havada uçuşan kartalı görür görmez ta 3 kilometre uzaklıkta duyulacak ıslığımsı bir alarm sesle arkadaşlarını haberdar etmiş olur. Böylece marmotlar bu haber sayesinde önceden kazmış oldukları yuvalara sığınıp kendilerini korumuş olurlar. Ta ki bu sığınma ikinci alarm sesi gelene kadar devam eder. Zaten ikinci alarm kartalların gittiği anlamına gelen mesajdan başkası olmayacaktır.
Keza dağ sıçanları da sincap cinsinden hayvanlar olup, bunlar da yeraltında birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin tıpkı insanların inşa ettikleri şehirleri andırır bölümler (semt, sokak, mahalle) inşa etmekle meşhurdurlar. Fakat bizler inşa edilen şehirleri ancak yeryüzünde tümseklerin varlığıyla fark ederiz. Bu tümseklerin altı ise son derece karmaşık tünellerin bulunduğu metro hatları olarak karşımıza çıkar. Ayrıca bu tümseklerin her biri düşmana karşı iyi bir gözetleme kulesi olmanın yanı sıra herhangi bir tehlike anında iyi bir siper olabiliyor. Anlaşılan Allah’ın marmot ve dağ sıçanına ilham olarak ihsan eylediği bu alarm tertibatı olmasaydı her biri avlanmaya müsait kurbanlık koyun olacaklardı.
PORCUPİNE
Çok nadirde olsa mutlaka üzeri seyrek bir şekilde iğnemsi oklarla kaplı bu hayvancağızı görmüşsünüzdür. Bu bildiğimiz porcupine adlı oklu kirpiden başkası değildir. Onların zayıf görünmesi güçsüz oldukları anlamına gelmez. Zira aç kurt veya aslan saldırdığında bu zavallı sandığımız hayvan önce dikensiz bir şekilde kabına çekilir. Tabiî bu arada kurt kolay lokma sandığı bu hayvanın başına üşüşür. Evde ki hesap çarşıya uymaz derler ya, aynen onun gibi kurt'ta oklu kirpi’nin dikenleri ağız ve boğazına batmasıyla birlikte neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde acılar içerisinde sonunu hazırlar. Diken batsa yine iyi, buna ilaveten dikenlerin üzerindeki öldürücü mikropların istilasına uğrayıp sonu ölümle sonuçlanır. Hakeza gelincikler de kirpiye yaklaştıklarında onlar da aynı akıbete uğrayacaklardır.
BUKALEMUN
Kertenkeleye benzer, ama asla kertenkele değildir. Özellikle ayak, dil ve gözlerinin renk değiştirmesi bir kere onu kertenkeleden farklı kılan bir husus. Keza vücudunun basık olması ona apayrı bir ayırıcı özellik katar. Bu arada dili boyundan 1–1,5 kat uzun olması ise bir başka avantaj sağlar. Öyle ki, uzun dil avını yakalayacak yeteneğe sahip olup, hareketli ve yapışkan yaratılmıştır. Hele bir gözleri var ki; insanın gözlerinden katbe kat üstün maharet sergiler. Nitekim insanoğlu sadece gözlerinin her ikisiyle bir yere odaklanabilirken, bukalemun ise gözün biriyle bir yere bakarken diğer gözüyle de aşağıya doğru bakabiliyor. Yani bakarken her tarafa dönecek şekilde bir taşta iki kuş vurur. Derileri deseniz, zaten dillere destan, onun sayesinde toplum içerisinden çıkabilecek bukalemun tipleri tasvir edebiliyoruz. İnsanların bir kısmı nabza göre şerbet verir ya, aynen onun gibi bu hayvanda derilerinin birkaç tabaka sıra halde dizili olması dolayısıyla tabakalar arası boya hücreleri renkten renge dönüşebiliyor. Mesela tabakalara kodlanmış sarı, yeşil, kırmızı renkler usul usul kestane veya siyah renge çevirebiliyor. Böylece sinek türü avlanacak hayvanlar onun sakince duruşunu fark edemeyeceklerdir. Derken avını şimşek hızıyla diliyle ısırıp ansızın kaptıktan sonra tekrar eski sakin haline dönüş yapacaktır. Belli ki renklerin kontrolü otomatiğe bağlanmış sinirler vasıtasıyla vuku buluyor. Hatta onun böylesine renkten renge girmesi düşmanlarına karşı iyi bir koruyucu silah olur. Üremeleri ise genellikle yumurtlayarak gerçekleşir. Neslin devamı içinse dişi bukalemunlar yumurtalarını daha önceden kazdığı çukura bırakarak sürdürür.
KAPLUMBAĞA
Kaplumbağa halk arasında tosbağa olarak tanımlansa da, aslında o dört ayaklı sert ve kemiksi kabuklu bir sürüngen hayvan olarak dikkat çeker. Dikkat edin sürüngen dedik, niye? Çünkü aheste aheste yürüyen gözde bir hayvan. Onun bu halini gören gamdan kederden tasadan azat sanır. Belki de böyle değerlendirenler haklıdırlar. Baksanıza 200 milyon yıldan beri vücut yapılarında herhangi bir değişikliğe uğramadan nesli tükenmeksizin bugünlere gelebilmiştir. Aynı zamanda bunlar rızk endişesi taşımadıkları gibi açlığa bile son derece dayanıklıdırlar. O halde siz siz olun her şeyi kafaya takmadan Allah’a tevekkül edin ki hayatınız güzel olsun. Bakın kaplumbağanın bu özelliğinden olsa gerek 100–150 yıl yaşayabiliyorlar. Zaten istatistik rakamları günümüzde 250’ye yakın kaplumbağa türünün varlığından bahsetmektedir.
Kaplumbağaların karada yaşayanları olduğu gibi denizde yaşayanları da mevcut. Karada yaşayanlar genellikle bataklıkları tercih edip, ayak tırnakları hem kıvrık, hem de oldukça sert yapılıdır. İşte bu sertlik sayesinde kuru toprakları kazıp kış uykusuna geçebiliyorlar. Keza dişleri de sert olduğundan aldıkları besinleri rahatlıkla öğütebiliyorlar. Deniz kaplumbağaları ise parmaklarının bitişik olmasıyla dikkat çekip, böylece parmak aralarında ki perdeler vasıtasıyla yüzmüş olurlar. Yani parmaklar karada yaşayanlar gibi kıvrık değildir. Peki ya ağırlıkları, malumunuz karadakiler 250 kg, sudakiler ise 50 kilogramı bulur. Keza üremeleri yumurtlamayla gerçekleşip yılda bir kez olmaktadır. İlginçtir yumurtalarını kazdığı çukura bıraktıktan sonra üzerini toprakla örtmesiyle birlikte doğacak yavrularını Allah’a havale edip oradan uzaklaşmaktadır. Kendini düşmanlarına karşı savunurken de ayaklarını ve kuyruğunu anında sert yapılı kabuğunun içerisine çekerek yapmaktadır.
KESELİ FARE (Jerboa)
Adı gibi kendisi de ilginç sahip olmasıdır. Kabiliyetsiz oluşu şuradan belli ki girdiği tavuk kümeslerinde parçaladığı tavukların kanını emdiği halde etini olduğu gibi orada bırakmasıdır. Onu kan kokusu mu sersem hale getiriyor bilinmez amma, tembel olduğu her halinden belli oluyor zaten. Ayrıca onu ilginç kılan bir hususta yılda bir kez doğum yapmakla beraber bir batında yirmi yavru dünyaya getirmesidir. Fakat yavruları öylesine minicikler ki hepsini toplasan bir opossum yapmaz, yani tümü birkaç gram ağırlığa denk düşer. Neyse ki gelişme çağında gelişimi bir kedi kadar büyüklükte olabiliyor.
CÜCE SİVRİ FARE
Bakmayın siz onun öyle cüce fare olmasına. Baksanıza ortalama 7–8 santimlik boyuna rağmen gece gündüz demeden vahşice tavır sergileyebiliyor. Genel itibariyle kemirgen olmayıp, gözleri minik, pençeli, üzeri kısa kıllarla kaplı, renk bakımdan koyu tonda bir hayvan. Keza ince bacaklı oluşuyla da dikkat çekip, aynı zamanda tırnaklı ve ayak parmaklı cüce bir memeli hayvandır. Üstelik çok oburdurlar. Fakat bir hayvan görmeye dursun karnı tok olsa bile büyük bir iştahla üzerine atılmasıyla minicik dişlerini geçirmesi bir olmaktadır. Böylece avladığı hayvan irice olsa dahi kalp atışlarını yavaşlatıp solunumunu durdurabiliyor. Bundan öte tükürüğü zehirli olduğundan etkisini anında gösterebiliyor. Hatta zehir etkisi 20 sıçanı öldürmeye yeter artar da. Neyse ki bu zehir insana o kadar tesir yapmamaktadır. Belki de tarlalarda zararlı haşereleri öldürmeseler, pekte çekilecek cinsten hayvan sayılmayacaklardı. Anlaşılan çiftçiler sadece bu yönüyle onu sevmekteler.
KIR FARELERİ
Norveç fareleri ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker.. Öyle ki iri bacaklarının üzerinde sıçrama hünerine sahip çöl gezgini bir yaratıktır. Onunda bizim gibi bıyıkları var. Genellikle Avustralya’da delikler içerisinde mesken tutarlar. Temel gıdası böcekler olsa da rakibi olan sıçanı bile avlayıp öldürebiliyor. Garip bir görünümlü bu hayvan geceleyin avcılık yapmasına rağmen bu arada güneşlenmeyi de ihmal etmez. Hele kendi aralarında kavgaları var ki görülmeye değer bir olay. Sanki ringde dövüşen iki boksör havası verirler. En önemli özellikleri ise su içmeden yaşamalarıdır. Belli ki su ihtiyacını sıçradığı ağaç dalı veya köklerin neminden temin etmekteler. Zaten suya ihtiyaç hissetseydiler çöllerde yaşayamazlardı. Kelimenin tam anlamıyla hayvanlar âleminde su içmeden yaşayabilme rekoru onlara ait bir zişan. Onların en çok iştiyak duyduğu şey cinsel birleşme eğiliminde olmalarıdır. Bu yüzden erkek keseli fareler çok sayıda dişi ile çiftleşme içerisinde bulunurlar.
OPOSSUM ( Keseli Sıçangiller)
Hem etçil, hem de otçul huysuz bir keseli hayvandır. Yurdumuzda pek rastlanmamakla beraber asıl vatanı kuzey ve güney Amerika’dır. Aynı zamanda ahmak bir hayvan olarak bilinir. Çünkü görünüş itibariyle ölü gibi durup, herhangi bir tehlike karşısında hemen paniklediğinden akıllıca tavır ortaya koyamaz. Bu yüzden hırlamakla işi geçiştirmeyi yeğler. Belki de tek mahareti maymunumsu kuyruğu sayesinde daldan dala kavrama kabiliyetine
Norveç fareleri ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker. Belli başlı geçim kaynağı ot ve yosunlar olmaktadır. Bu arada bitki kökleri arasında tüneller açmakla meşhurdurlar. Üremeleri yaz kış demeden aşırı boyutlara ulaşıp gıdalandığı alanlarda kendileri açısından kıtlık sebebi olmanın yanı sıra bu durum kır farelerinin serseri mayın misali bilinçsizce etrafa üşüşmesine neden olur. Hatta açlık başlarına vurduğunda önüne deniz çıksa bile farkına varmaksızın suya dalabiliyorlar. Tabii akıbetleri malum; topluluklar halinde boğulup ölmek olacaktır. Bu arada dağa sığınanları gıda bulamadığı için hayat süreci son bulacaktır. Arta kalanlar ise tilki ve atmaca gibi hayvanlar tarafından avlanacaklardır. Sadece hayatta kalabilen ancak bulunduğu ininden ayrılmayanlar olacaktır. Böylece bir yandan aşırı nüfus patlamasına paralel fare dengesi sağlanırken, diğer yandan yuvalarından ayrılmayan fareler sayesinde neslini devam ettirebilen bir hayvan toplulukları olarak adından söz ettirecektir.
LEMMİNGLER
Adı: Yumuşacık kürklü fare.
Konakladığı mekân: Özellikle kuzey ülkeleri, Norveç, İskandinav ülkeleri.
Yiyecekleri: Başta bitkiler olmak üzere hemen hemen bütün yiyecekler.
Bu hayvanlar bir doğumda 5–6 yavru doğurabiliyor. Özellikle nisan ve eylül ayları arka arkaya üredikleri dönemlerdir. Hızla üredikleri için nüfusları her üç veya dört yılda bir olağan üstü artış kaydedebiliyor. Bu yüzden artan nüfusunu beslemek adına göç etmek zorunda kalırlar. Tabii kolay değil yaşadığı mekândan bir anda meşakkatli yolculuğa çıkmak. Her ne kadar bu yürüyüşün adı yeni yurtlar edinmek olsa da aslında başlarına ne geleceklerini bilmeden gizli bir güç onlara nüfus dengesi yürüyüşü yaptırmaktadır. Yani bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş gibi gözükmüyor. Belli ki bu yolculuk bir takım sıkıntılara gebe olacak, ama bir kere yola çıkmaya dursunlar, hiçbir güç onları yollarından alıkoyamayıp kör kütük ilerleyebiliyorlar. Neyse ki ayakları kar ve buza karşı dayanıklı olsun diye tabanları kürkle donatılmış, yoksa yolculuk yarıda kesilecekti. Bu arada göç esnasında karşılarına deniz bile çıksa boğulmak pahasına da olsa dalabiliyorlar. Tabiî ki sayıları binleri bulan topluluk halinde göç ettikleri için önlerine çıkan martı, atmaca, tilki, gelincik gibi memeli hayvanlara ziyafet sofrası olurlar. Bundan nehir, göl ve denizlerde yaşayan balıklar da kendi hissesine düşen payı alır. Hatta buna Ren geyikleri de dâhildir. Lemmingler iyi ki de göç ediyorlar, aksi takdirde aşırı nüfus patlamasıyla birlikte kendi popülasyon dengesini yitirmekte var. Belli ki bu hayvanları yaratan Allah böyle murad etmiş.
KÖSTEBEK
Gözleri görmemesine rağmen toprağı altına üstüne getirip kendince tünel kazma becerisi sergileyen bir memeli hayvan olarak karşımıza çıkar. Hani “İnsanı gam yıkar, duvarı nem yıkar” derler ya, aynen onun gibi toprağın nemi hiçbir zaman onu etkilemez. Çünkü derisi adeta kalın bir kürkle donatılmıştır. Fakat bahçe ve tarla işleriyle uğraşanlar köstebeğin kazdığı tünellere binaen pek hoşnut olmazlar. Zira toprak yüzeyleri öbek öbek toprak yığınlarından geçilmez hale gelebiliyor. Hele bir yağmur yağmaya dursun, fırsatı ganimet bilip toprağın dışına çıkan solucanlar ve böcekler bir anda iştahını kabartacak ziyafet sofrası olur.
KOKARCA (mephitis)
Adı üzerinde kokarca. Yani etçil, sincapgillerden, siyah tüylü ve sayıca 10’dan fazla türü olan, sürüngen veya yılan, kurbağa, sıçan benzeri hayvanlardır. Belli ki onun savunması diğer benzeri hayvanlardan farklı olarak gizlenmeye gerek kalmaksızın etrafa pis koku yaymak suretiyle olmaktadır. Şöyle ki; tehlike sezdiği an önce homurdanarak ön ayaklarıyla eşelenip düşmanına uyarı mesajı gönderir, sonrasında sırtını dönüp ateşleme pozisyonu alarak savunmasını yapar. Şayet hala rahatsız edilmeye devam ediliyorsa bu sefer “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” misali genişçe kuyruğunu kaldırıp sarımtırak yakıcı ve pis koku salmak zorunda kalır. Böylece pis kokulara dayanamayan düşmanını hevesini kursağında bırakıp uzaklaştırmış olur. Öyle ki; saldığı koku 800 metre uzaklıkta bile hissedilebiliyor. Kokuyu pek umursamayan hayvan ise sadece boynuzlu baykuştur. Kokunun yakıcılığına gelince sanki göz yaşartıcı bomba gibi püsküren düşmanını şaşkına çeviren cinsten bir salgı özelliği taşır. Daha da ilginç olanı koku içeren sıvı iyi rafine edilip değişik türden koku maddelerle karıştırıldığında bayanların gözde lavanta kokulu esans haline dönüşebiliyor.
Genellikle yaşadıkları yerler Orta Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta ve Kuzey Amerika ormanlarıdır. Hatta onu bozkırlarda, çalılıklarda görmekte mümkündür.
Üreme faaliyeti evlerinde bekleyen dişi kokarcalarla buluşmak için ininden çıkan erkek kokarcaların yola koyulmasıyla başlar. Bu büyük buluşma adına erkek kokarcalar arasında kavga bile çıkabiliyor. Hatta kavga bir yana dişi kokarcanın dikkatini çekmek adına bir takım romantik davranışlar sergiledikleri gözden kaçmaz da. Derken en nihayet şubat veya martın sonlarını bulan bir çiftleşme olayı gerçekleşir. Malum, doğum sonrası ise anne kürksüz yavrularını 2 aylık bir emzirmenin ardından kendi hallerine bırakıp, böylece neslin devamını sağlar. Şurası muhakkak ekseriyetle bu hayvanları gündüzün dinlenerek geçirip, geceleri ise mesaisine devam ettiğinden onu pek sık göremeyiz. Üstelik bu hayvanın kış uykusu diye bir derdi de yoktur. Baksanıza içi oyulmuş kütük veya toprağın altında delikten oluşan sığınağı kendisine çoktan ev yapmış bile, bu durumda onu nasıl görelim ki.
TAVŞAN
Tavşanlar bir doğumda 4–12 yavru doğuran hayvanlardır. Hayata göz kırpan yavrular gözü kapalı ve tüysüz olarak dünyaya gelirler. Tabii böyle kalmayacaktır, zaman içerisinde vücudu kısa tüye bürünüp, kuyrukları ise uzun kıllı hale gelir. Bir başka dikkat çeken husus; tavşanlar doğurgan olmasına doğurganda yavrusunu ancak bir hafta himayesinde barındırıp sonra salıveren bir karaktere sahipler. Neyse ki aralarında hemen ayrılmayıp 20 gün sütle besleyenler de var. Keza bir kısım tavşanlar var ki toprak altında açtığı tünel veya yuvalarda yaşamaktalar, bir kısmı ise çalılık veya uzun otlar arasında hayatını otçul olarak geçirirler. Elbette ki yeryüzünde birçok tavşan türü var olacaktır, olması gayet tabiidir, ama birbirlerinden ayırt etmede sıkıntılar yaşayabiliriz. Zaten bu konuda tecrübe sahibi olanlar onları küçük kuyruklu, uzun kulaklı ve arka ayaklarının yapısına göre birbirinden ayırt ediyorlar veya sınıflandırıyorlar. O halde bize bilge insanların tecrübelerinden faydalanmak düşer. Tavşanların belki de en ilgi çekeni beyaz tüylü olanıdır. Bazıları ise çok iyi işitme kabiliyetine sahip olduklarından her türlü sese anormal bir şekilde tepki vermekle dikkat çeker. Böylece bu şaşkınca tepki karşısında yabani tavşanlar bile ürkebiliyor. Yine de Lepus hariç tüm tavşan cinsleri ada tavşanı kategorisinde değerlendirilir. Bilindiği üzere yabani tavşanlar olduğu gibi evcil yaşayanlar da mevcut. Dolayısıyla evcil olanlar insana yabancılık çekmezler. Bu arada soğuk bölgede yaşayan bazı tavşanlar renk değiştirip, kürkleri kürkçülükte önemli bir sektör oluşturur. Türkiye’dekilerin ise tıpkı Ankara keçisinde olduğu gibi beyaz olanı çok makbuldür.
Tavşanların ağırlıkları 1–3 kilogram olup genellikle kış uykusuna yatmazlar. Ömür süresi 5–12 yıl arasında değişebiliyor. Hemen hepsinde diş olup, dişlerinin arasında boşluk bulunması hasebiyle kemirici olarak sınıflandırılırlar. Yedikleri besinleri tek celsede değil en az iki kez sindirme yoluyla hazmederler. Hatta dışarı çıkardığı dışkısını bile yutmaktan imtina etmezler. Böylece otlandıkları besinler kalın bağırsakta bakterilerce sindirilmesi sonucunda açığa çıkan B vitamininin zayi olmasının önüne geçilir. Birilerinin çıkıp dışkılarının yemesine engel olduğunda ise hastalanıp bitap düştükleri ve zayıfladıkları görülmüştür. İlginçtir rızkı uğruna ilerledikleri yol güzergâhı yokuş bile olsa cambazlamasına çok iyi sıçrayıp 33 kilometrelik bir hızla koşabiliyorlar.
Tavşan eti iyi bir idrar söktürücü olmanın yanı sıra fazla yendiğinde uykusuzluk yapmaktadır. Tavşan beyni titremelere çare olduğu gibi çocukların diş etlerine sürülünce dişin çıkmasına büyük katkı da sağlar. Hatta tavşan eti sara hastalığına ve zehirlenmelere karşı da etkilidir. Sirke ile karıştırıldığında gebeliği önleyici durumu bile söz konusudur.
KAR KUNDURALI TAVŞAN
Adı: Kar kunduralı tavşan, diğer adı değişken tavşan.
Konakladığı mekân: Çalı ve ot aralarıdır.
Yiyecekleri: Ot ve körpe sürgünlerdir.
Düşmanları: Kokarca, yılan gibi hayvanlardır.
Onun hakkında birkaç söz edeceksek, en tipik özelliği ismi ile müsemma kışın beyaz yazın ise kahverengi renge bürünmesidir. Tıpkı yılan derisini değiştiği gibi o da mevsime uygun kürkünü değiştirebiliyor. Gerçi mevsimin değişmediği bir ortama götürülse de yine sanki renk saati kurulmuşçasına kendiliğinden altı ayda bir değişecektir. Anlaşılan renk değişimi genetik yapısıyla alakalı bir husus. Hatta kürk renkleri gezegen ve bir takım gök seyyarelerinin hareketleriyle de uyumluluk gösterir. Dolayısıyla kışın karlar içerisinde beyaz renge bürüneceğinden düşmanlarınca fark edilmeyecektir. Hakeza yazın da toprak rengine büründüğü için yine korunmayı bilecektir. İlginçtir herhangi bir tehlike karşısında kaçmaktan ziyade yere çakılı kalmayı tercih etmekte. Böylece bulunduğu yerin rengine uygun bir davranış sergileyip onu fark etmek hiç kolay olmayacaktır. Neslini devam ettirebilmek adına ise yılda ortalama 3–5 kez yavrulamaktadır. Bu arada zindeliğini sağlamak adına spor yapmayı da ihmal etmez. Baksanıza yürüyüp hoplarken nice atletik sporculara taş çıkartacak şekilde ayak parmaklarının arasını açaraktan zıplayıp adeta buzun üzerinde kaymadan rahatlıkla hedefine doğru ilerleyebiliyor. Yani o kar kunduralı tavşan olmayı çoktan hak etti bile.
KANGURU
Bunlar sıçan kangurusugilleri ile karışmasın diye artık tek çatı altında değerlendirilip, kendilerine asıl kangurugiller denilen iki ön dişli keseli hayvan olarak bakılmaktadır. Yaşadığı alanlar çalılıklar olabileceği gibi dağlık alanlarda olabiliyor, hatta ağaçlarda yaşayanlara bile rastlamak mümkün. Ön ayakları arka ayaklarından büyük yaratılmıştır. Dolayısıyla hızlı koşarken ön ayaklarını kaldırıp kuyruk havada kalacak şekilde arka bacaklarıyla zıplayarak yol alırlar. Dört ayağı üzerine yürüdüklerinde ise kuyruk havada kalmayıp aksine yerde iz bırakacak şekilde dört ayaklarını kullanarak ilerlemekteler.
Dişi kanguruların en ilginç yönü karınlarının alt kısımlarında dört memeli torba şeklinde keselerinin olmasıdır. Belli ki keseler doğacak yavrularını taşımak ve barındırmak için iç organlarıyla ilişik yaratılmıştır. Zira yavrular bir ayı geçmeden doğup buraya konuk edilir. Öyle ki; yeni doğmuş iki kanguru yavrusu ancak bir çay kaşığını doldurabilecek alan kaplamaktadır. Fakat doğduklarında direk keseye düşmezler. Geçici bir süreyle dışarıdan annesinin tüyüne yapışmak suretiyle birkaç dakika içerisinde süründükten sonra kendisini keseye atabiliyor. Dolayısıyla bundan sonraki gelişimini tamamlayacağı en iyi ortam annesinin vücuduyla özleşmiş kese olacaktır. Artık yavru kanguru için burası sığınacak en güvenli liman olmaktadır. Beslenmesi içinde süt çeşmeleri hizmetine sunulmuş durumdadır. İlk başta cılız olmaları hasebiyle emecek güçte değil, bu bakımdan annenin güçlü meme kasları sürekli yavrusuna süt pompalamak zorundadır. Derken yavru kanguru 8 ay olunca keseden ayrılarak dışarıda dolaşacak hale gelip, sadece annenin yanına ara sıra süt emmek için gelmektedir. Anne o kadar yavrusuna son derece şefkatlidir ki; mesela bir köpek sürüsü tehlikesiyle karşılaştığında hızla uzaklaşmakta. Hatta koşma esnasında kesesinde taşıdığı yavrunun ağırlığından yorulduğunu hissettiğinde yavrusunu korumak pahasına emniyetli bir yere bıraktıktan sonra başka bir yola sapıp düşmanından kurtulmayı bilecektir. Bu arada kanguru bir köşeye sıkıştırılsa bile bir değil birkaç köpeği tekmeleyip haklarından gelebilme gücü sergileyebiliyor. Kanguruların ömrü takriben 15 yıl sürmektedir.
SLOTH (Tembel hayvan)
Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan tembelliği ile meşhur bir memeli hayvan. Tembel insan olduğu gibi tembel hayvanda varmış meğer. Zaten tembelliğin özelliğidir yavaş hareket etmek ya da bolca uyuklamak. Nitekim Sloth bir tembel hayvan olarak günde 15–18 saat uyumakla gününü gün etmekte. Hatta çiğneme zahmetine katlanmamak adına ne pek fazla yemek yedikleri, ne de su içtikleri görülmüştür. Zira Sloth tembelce tutunduğu ağaç dallarının üzerinde tersine doğru asılı kalarak yaşamaktadır. Zemine zorunlu kalmadıkça ya ağaç değiştirmek için ya da boşaltım ihtiyacını gidermek için iner, bunun dışında pek faaliyette bulunduğu görülmemiştir. Bu yüzden adına uygun davranıp insanlar ona tembel hayvan diye anmışlardır. Her ne kadar Slothların vücut ısılarının düşük olması dolayısıyla hareketsiz oldukları söylense de sonuçta tabiatta nice aç hayvanlar karınlarını doyurmak için bin bir türlü gayretle sağa sola koşuşurken, o tam tersi “Yan gel yat Osman” misali tutunduğu ağaç yapraklarından gıdasını temin ederek tembelliğini adeta ilan iş durumdadır. Tembel hayvan olmanın ötesinde, aynı zamanda “Armut piş ağzıma düş” içgüdüsüyle hareket ettiğinden hepçil olup, yanı başında ne bulursa onu yemeye razı bir hali vardır hep.
DEVE
Adı: Deve
Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya.
Yiyecekleri: Değişik türden ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs.
Deveye sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat öncesi Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde yedikleri yağa çevrilip “Yolcu yolunda gerek” tarzında tavır sergileyen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf nokta hörgücüne depo ettiği yağ ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki; 34 gün hiç su içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin edebiliyorlar. Dolayısıyla beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler. Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanır. Aksi takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çeker. Bu arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez.
Onlar uçsuz bucaksız çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10 saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir. Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktalar. Bu yüzden ona “Çöl gemisi” yakıştırması yapanlar pekte haksız sayılmazlar. Bundan öte saatte 5–6 kilometre hızla ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye burun boşlukları kıllarla donatılmıştır. Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır.
İlginçtir develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız hep. Şöyle ki;
Allah Resulü (s.a.v) ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı. Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye. İşte o an gelmişti ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin:
-Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor, nidası yüreklere su serpmişti bile. Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını. Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı.
Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı Allah Resulü koymuştu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti. Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi.
Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile “İşte Allah’ın Habibi geldi” diye heyecan varı haykırıyorlardı.
Hakeza genç kızlar:
“-Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda” ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden geçmişçesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında paylaşamıyorlardı.
Ensar söz birliği yapmışçasına: Ya Rasulullah buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı.
Habib-i Ekrem (s.a.v) Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım dedi.
Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi. Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değildi elbet, tüm Medine halkıda buna dahildi.
O mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı. Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü de oluyordu.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ağus. 05, 2023 9:57 am

HAYVANLAR ÂLEMİ-6
SELİM GÜRBÜZER

LAMA
Lamalar develerle akraba topluluklar olup, dere tepe, ova bayır demeden insanların hizmetine amade olmuş binek taşı olarak dikkat çeker. Öyle ki Lamalar Güney Amerika’da yaşayıp, yaklaşık 100 kilogramağırlığında yük taşımanın yanı sıra etinden, yününden ve sütünden yararlanılan insanların gözde iri cüsseye sahip hayvanlardır. Fakat gereğinden fazla yük yüklendiğinde veya kızdırıldıklarında homurdanıp tepkisini ortaya koyabiliyor. Hatta çok bunalırsa sahibinin yüzüne bile tükürük savurmaktan geri durmazlar. Sonuçta “Bende bir canım, bu kadarı da pes doğrusu” dercesine kendince mesaj vermektedir. Bu yönüyle deve mizaçlı olduğunu göstermektedir. Dile kolay en zor coğrafi şartlarda 20–25 kilometre mesafeyi bulan bir taşımacılık görevi üstlenmişlerdir. Dolayısıyla yaptığı hizmetin karşısında kıymetini bilenlere Yunusça, aşırıya kaçanlara karşı da Yavuzca davranış sergiler.
İnsanlar bazen deve ile lamayı birbirine karıştırabiliyor. Oysa develerin hörgüçleri var, lamalar ise hörgüçsüz yaratılmışlardır.
SIĞIRLAR
Sığırlar; sütünden, derisinden ve etinden faydalandığımız hayvanlardır. Peki ya yavrusu? Elbette ki yavrusu da annesinin prolaktin (ön hipofiz bezinin salgıladığı hormon) denen hormonun ürettiği sütle beslenir. Malum sığırlar geviş getirerek sindirim yaparlar. Fakat onların sindirim işlemi bizimkinden farklıdır, yani aşama aşama gerçekleşiyor. Besbelli ki her memeli yiyecekleri bir şekilde mideye gönderebiliyor, burada bir sıkıntı yok zaten. Ancak bir istisna var ki yiyecekler arasından selüloz ihtiva eden otları hiçbir hayvan sığır gibi kolay kolay sindirememekte. Madem öyle, inek bunu midesinde nasıl sindiriyor diye düşünmekte fayda var. Sığırı yaratan elbet ona göre donanım hazırlamıştır. Şöyle ki; inek tarafından yenilen otlar ilk evvela doğrudan işkembeye gönderilir. Sonra otlar mide tarafından salgılanan kimyasal maddeler veya birtakım faydalı bir hücreli mikroorganizmalar tarafından kolayca yumuşatılır hale getirilir. Böylece sindirimin birinci ayağında yumuşayan besinlerle birlikte hayvancağız hemen geviş getirme konuma geçer. Zira otlar işkembenin kasılma hareketleriyle ağza gönderilir. Hayvancağız çiğnedikçe sindirilmiş otlar midenin ikinci bölümüne aktarılır. Midenin ikinci bölümü adeta bir meyvenin suyunun çıkarılmasına yönelik sıkma işleminin uygulandığı bölüm olarak dikkat çeker. Derken şiraze halde çıkan ürünler en nihayet üçüncü bölüm olan mideye havale edilir. Burada ayrıştırma işlemleri tamamlandıktan sonra hazmedilmek üzere bağırsaklara nakledilirler. İşte tüm bu işlemlerin ardından otlar değim yerindeyse sığır için kimya olur, altın olur, protein olur, yağ olur karbon hidrat vs. olur. Bir başka gerçek şu ki; ot yiyen hayvanlar yırtıcı hayvanlar gibi pençeli, azı dişli yaratılmamışlar. Anlaşılan böyle yaratılsalardı geviş getiremeyeceklerdi. Üstelik yaratılış hikmet gereği ne avlanılıyorlar ne de et yiyorlar. Onlar gerektiğinde insanların yaptığı ahırlarda en iyi şekilde bakıma alınıp gözde hayvanlar olarak ağırlanırlar. Niye ağırlanmasın ki, zira sütü iyi bir besleyici kaynaktır. Malum süt içerisinde diş ve kemiklerin ihtiyacı olan kalsiyum ve fosfor olduğu gibi A, C ve D vitaminler de mevcuttur. Yine sığır cinsinden bir öküz sahibi tarafından çift sürmek için boynuna boyunduruk takınca itiraz etmeksizin emrine amade olabiliyor. Belki de itaat nedir sorusunun cevabı bir çift öküzün sergilediği davranışında gizlidir.
Ayrıca dünyamızda evcil sığırların dışında yabani sığırlarda vardır. Bunlar adı üzerinde yabani olduklarından özgür hayvanlardır. İnsanlar yabani sığırları evcilleştirmek için hayvanat bahçesinde tutmaya çalışsalar da maalesef fazla yaşamaya fırsat bulmaksızın hayata veda etmekteler. Bunların evcil sığırlardan en belirgin farkı ensesinden sırtına uzanan bir hörgüç benzeri bir çıkıntılarının olmasıdır. Ağırlıkları ise 1 tonu bulabiliyor. Mesela yine dağda yaşayan Tibet sığırı var ki; adından yak diye söz ettirir. Öyle ki; kışın bile aşağılara inme ihtiyacı hissetmez de. Hele postunun tüylü olması onu soğuktan koruduğu gibi dağın tepesi karla kaplı olsa da bir şekilde toprağı eşeleyip rızkını temin edebiliyor. Bilindiği üzere yükseklere çıkıldıkça oksijende azalmaktadır. Olsun, önemi yok. Çünkü Rabbül âlemin bu tür yerlerde yaşayan hayvanların kalbini ve akciğerini normalden daha büyük yaratmıştır.
Birde yabani öküz var ki; görünüş itibariyle öküzden ziyade daha çok koyuna benzemektedir. Çünkü tıpkı koyun gibi yünleri ve boynuzları vardır. Hele kendi aralarında boynuzlarıyla tokuşmaya dursunlar sanırsınız ki inşaatlarda çalışan kalıpçıların keser seslerin yansıması. Derken bu büyük kavganın ardından artık yoruldum deyip meydanı terk eden yenilmiş sayılır. Ayrıca yünlü olması onu kışın soğuktan korur. Bu arada kış şartlarında yiyecek bulmak zordur. Bu yüzden vücudunda depo edilen yağ kışı geçirmeye yetiyor, ama bu süre zarfında zayıfladığı gözlerden kaçmaz. Neyse ki baharın gelmesiyle birlikte toparlanıp eski zinde haline kavuşabiliyor. Zira temel gıda kaynağı otlar ona güç katmaktadır.
GERGEDAN VE MANDA
Gergedan ve manda gibi hayvanlar filden sonra iri cüsseli olarak dikkat çekerler. Buna rağmen onlarda kendi dışında küçük hayvanlara muhtaçlar. Şöyle ki; üzerlerine musallat olan kene ve pireler kanlarını emmekteler. Dolayısıyla kene ve pirelerin defi için yardımcı kuvvetlere gerek vardır. Bunun için bazı küçük yapılı kuşlar adeta imdadına yetişirler. Onların bu yardımını derinden hisseden gergedan ve manda üzerine konmasından zevk alırlar. Hatta zevk almak bir yana onlara binek taşı olurlar.
Manda ve inek gibi hayvanların kolu olmadıklarından üzerlerine üşüşen sinekleri kuyruklarıyla uzaklaştırırlar. Demek ki kuyruk deyip geçmemek gerekirmiş. Aksi takdirde hayvancağız rahatsızlıktan huzursuz olacaktı.
Gergedanın bir diğer tipik özelliği serseri mayın misali bir yerlere toslamasıdır. Toslaması huysuz olduğundan değil, gözlerinin küçük olmasından dolayıdır. Öyle ki; toslarken küçük ağaçları köklerinden bile koparabiliyorlar. Tabiî bu arada olan boynuza olmaktadır. Neyse ki kırılan boynuzun yerine bir yenisi gelebiliyor. Boynuzlar aynı zamanda yırtıcı hayvanlara karşı kalkan görevi yapar. İlginçtir koca gövdelerini kısa ve kalın yapılı bacaklar sayesinde taşıyabiliyorlar. Onların en büyük zevklerinden biri de hiç kuşkusuz su içerisinde boylu boyunca uzanmalarıdır. Belli ki hem serinliyorlar, hem de korunuyorlar. Yani, üzerindeki çamurların kurumasıyla birlikte güneşin o kavurucu sıcaklığından korunmuş olurlar. Derisi deseniz seyrek kıllı, kalın ve kırışık yapıdadır. Bu arada kat be kat katmerli derisine musallat olan parazitlerden kurtulmak için de çamura yatarlar. Bu da yetmez, ikinci bir takviye güce ihtiyaç vardır. Şöyle ki; yukarıda bahsettiğimiz üzere üzerilerine konan minicik kuşlar gagalarıyla asalakları bir bir temizleyerek gereken takviye yardımını fazlasıyla yapmaktalar zaten. Hatta ağzını açıp dişlerini bile onlara temizletmekten yüksünmezler. Temizliğe öylesine önem verir ki; dışkısını bile rast gele yere bırakmaktan imtina edip, tam bir çevre bilinci edasıyla bir ağacın veya çalılığın altını eşeleyerek üzerini örtmektedir. Her şeyden öte tuvalet adabı nedir bilmeyen insanlara bu davranışıyla örnek olur. Bir başka önemli özelliği de kalabalık halde yaşamayı sevmemesidir. Daha çok yalnızlığı tercih etmektedir. Bu arada ürkek hayvan olması hasebiyle pek rahatsız edilmeye gelmez. Çünkü parladıklarında tehlikeli olabiliyorlar. Keza insanı gördüğünde ise kaçmayı yeğler.
BOĞA ANTİLOP (Taurotragus derbianus)
Boynuzgiller familyasından olup yeryüzünün en büyük antilop türü, otçul ve ceylan benzeri bir hayvandır. Ayrıca ağaçların yapraklarını kemirmeyi de ihmal etmezler. Otu keskin dişleriyle kesip ağzına aldıktan sonra çiğnemeksizin direk olarak dört bölümden oluşan midesine gönderip geviş getirmektedir. Bu arada kendi türleri arasında postunun kahverengi ve beyaz çizgili olmasıyla fark edilir. Oldukça iri ve boğa görünümlü olmasına rağmen saatte 70 kilometre hızla koşan, aynı zamanda 1,5 yüksekliğe bir atlet misali sıçrayabilme kabiliyetiyle dikkat çeker. Hatta arkadaşlarının üzerinden atlayarak adeta 'birdirbir' oyunu oynamaktalar. En büyük düşmanları ise tabiî ki aslan ve sırtlan olmaktadır. Çok darda kalırlarsa kendini en yakın nehrin sularına atmayı göze alacak kadarda cesaretlidirler. Gerektiğinde düşmanına korku salmak için havlama narası bile atar. Bir köşeye sıkıştırılsa da kesici ve sivri toynakları sayesinde düşmanı karşısında hemen pes etmez. Yani boynuzları bir noktada düşmanını saldırma fikrinden caydırabiliyor. Böylece öküz varı başlı boynuzuyla yavrularını koruma becerisi sergiler.
Antilopların bazı türleri var ki; sadece erkeklerinde boynuz vardır, bazılarında ise hem erkeğinde hem dişisinde vardır. Hatta türler arasında boynuz tasarım farklılıkları da söz konusudur. Yine de genel itibariyle boynuz ağırlıkça uzunca helezoni borazan şeklindedir. Bu yüzden Afrikalılar boynuzundan borazan yapıp müzik enstrümanı olarak kullanmaktalar. Hele bir kızmaya dursun derhal yönünü rüzgâra doğru çevirerek koşup insana bile karşı koyabiliyor.
Mesela Adaks iri cüsseli hayvan su ihtiyacının çimenlerin neminden temin edebilen bir antiloptur. Zaten böyle olmasaydı kuru olan yerlerde gezinmesi mümkün olmayacaktı. Onlar için nemli bir rüzgâr bile su ihtiyacını karşılamak demektir. Hakeza Arap ceylanı türü de öyledir. Bunlarda su ihtiyacını geceleri bitkilerin üzerinde ki çiy damlalarından giderir.
BİZON
Bunlarda boynuzgiller familyasında olup kıvırcık bir yele ve kamburumsu omuzları ile dikkat çeken otçul iri yapılı bir hayvandır. Tabir caizse bir tür yeleli yaban öküzüdür. Şu bir gerçek; Kızıl derililer bir zevk uğruna çok sayıda bizon tükettiler. Tüketmekle kalmayıp tüyünden mont yapıp güya kendilerince soğuktan korunmaya çalıştılar. Hatta etlerini kurutup gıda olarak yemeklerine katık yaptılar. Bu arada yağını da almayı ihmal etmeyip muhafaza altına aldılar. Bir anlamda bu hayvanlar bilinçsiz avlanmanın kurbanı oldular. Şöyle ki; yıllar yılı kovalarken dünyamız cihan savaşların eşiğine geldi. Böylece bizonlar ikinci dünya savaşının acımasız tahribatı sonucu bu sefer beyazların ihtirasıyla birlikte gittikçe nesli azalan canlı durumuna düşmüşlerdir. Günümüzde kala kala Amerika bizonu ile Avrupa bizonu kalmıştır. Abdurrahman Karakoç’un bu konuda öylesine mükemmel bir şiiri var ki, Hasan Sağındık bu güzel şiiri siyah ağıt klibin de;
“Önce ellerinde İncil
Sonra tüfekle geldiler,
Evleri ekinleri bizim olan topraklara
Uzak ülkelerin uğursuz insanları
Ne hakla geldiler anam, ne hakla geldiler
Misafir olmak, dost olmak dururken
Şart mıydı ellerinde silah olması.
Bizimde yüreğimiz vardı
Sevmesini bilirdik.
Suç muydu derilerimizin siyah olması.
Dövdüler, vurdular, sürdüler
Öz çocuklarımızı öpüp koklayamadık
Bize ait olan her şeyimizi
Yeni efendilerimiz aldılar
Namusumuzu bile saklayamadık.
Ve işte onlardan geriye kalan:
‘Boş bir klise,
Taş bir kule
Bronz bir çan!’
Gel bunları da götür, gideceğin yere
Adaletsiz medeniyetin babası,
Ölçüsü menfaat olan, beyaz insan” diye seslendirip bir dramı güzel sesiyle zaten yorumlamış ta.
Neyse olanlar olmuş, biz yine de beyaz adamın hışmına uğrayan bizonlar konusuna devam edebiliriz pekâlâ. Bilindiği üzere bu hayvanlar her türlü tedbiri elden bırakmayan yönüyle dikkat çekmekteler. Öyle ki; 800–1500 kilogramlık vücudunu ağaçsız düz otlak yerlerde gıdasını temin ettikten sonra bulunduğu yeri değiştirip kurak kalmasının önüne geçebiliyorlar.
Gebelik süresi 9,5 ay olup dünyaya tek yavru gelmekte. Aynı zamanda yavrusuna karşı son derece şefkat sahibidir. Üstelik yavrusu doğar doğmaz bedenini yalayarak hayata tertemiz girmesini de ihmal etmez. Ayrıca sürüler halinde yaşamaktalar. Bu arada kendi aralarında ki kavgada kim galip gelirse sürünün reisi o olur.
CEYLAN
Ceylanın iri gözü birçok insanı cezp etmiş olsa gerek ki sevenler âşık olduklarında genelde sevdiğine ceylan gözlüm derler. Sevilen sevenden kaçar ya, ceylanda hele kaçmaya dursun yakalayana aşk olsun. Öyle bir kaçışı var ki; hızı saatte yaklaşık 100 kilometreyi bulmakta. Hatta ani refleksle uzun kuyruğu sayesinde dönüş bile yapabiliyor. Şayet avcılar tarafından yakalanabilirse bir zaman sonra evcil hayvan hale gelebiliyor da. Onun hızlı koşma kabiliyetini bilen avcılar yakalamak istediği hayvanı onun vasıtasıyla abluka altına alabiliyor. Böylece ceylan abluka altına aldığı hayvanı sahipleri gelinceye kadar bekletip emaneti teslim etmeyi de ihmal etmez.
Ceylanlar çift toynaklı hayvanlar olup, Afrika ve Batı Asya’nın çöl bozkırlarında mesken tutarlar. Derisi kahverengi tonda, üzeri yer yer beyaz beneklerle serpiştirilmiş, alt karnı tamamen beyaz olup ince ve zarif görünümlü yay boynuzlu bir hayvandır. Boynuzları yaşadığı sürece bir ağaç misali boy verip adeta o boynuzlar onun tacı olur. Aynı zamanda çiftleşmeleri eylül ve kasım aylarında denk gelip altı aylık bir gebelik sonunda tek yavru doğurur. Emzirme süresi ise üç ayı bulmakta. Böylece ceylan yavrusu 1 yıl annesinin bağrında yaşadıktan sonra rüştünü ispatlayacak konuma gelir. Ceylanlar otçul olması hasebiyle çiçek ve meyve bile yiyebiliyorlar. Onların en büyük düşmanları aslan, tilki, kurt, kartal, çita ve çakallar olup, tehlikeyi sezdiklerinde kendilerine özgü kısa aralıklı sesler çıkartarak birbirlerine haber salarlar. Böylece kurda kuş yem olmadan kaçış zamanını önceden ayarlamış olurlar. Düşmanları arasında ona yetişebilecek tek memeli hayvan çıta olsa da hızlı koşmak açısından yine de bu rekor ceylana ait bir rekor olarak kalır. Her şeyden öte onların hızlı koşmalarının yanı sıra zıplamaları da bir hoştur.
GEYİK
Geyiklerin en dikkat çeken yönleri hiç kuşkusuz boynuzlarıdır. Bilindiği üzere boynuzları dal budak salmış hilal şeklindedir. Öyle ki kocaman boynuzlarından leoparlar bile çekinmekteler. İlginçtir boynuzların büyümesi bir noktadan sonra durmaktadır. Demek ki boynuz bir programın, bir hesabın veya bir ölçünün gereği; ne normalden fazlasına, ne de kısa kalmasına izin verilir. Takriben 30 kilogram ağırlığında ki boynuzları besleyen kan damarları belli bir süre sonra hizmet dışı kalıp, estetiği her halükarda muhafaza edilir. Tabiî ki boynuzsuz olanları da var. Bunlar malum dişilere has kılınmış bir durumdur. Böylece dünya üzerinde 60 çeşit geyikten sadece Karibu geyiğinin dışında kalan erkek ve dişi geyikler arasında ki farkı fark etmiş oluruz. Dolayısıyla savunma mekanizması boynuz sayesinde gerçekleşir. Yani boynuz onlar için en büyük kalkandır. Onların bir başka özelliği hiç kuşkusuz dişi geyikler uğruna hem cinsleri arasında cereyan eden amansız kavgalarıdır. Bu kavgada boynuzlarıyla rakibini alt edip, ancak galip gelebilen dişi geyiğe sahip olabiliyor. Er meydanında yenilenler ya açlıktan, ya da bu kavganın sonucunda kükremiş aslana yem olmaktadır.
Boynuzlar her kış kopmakta olup baharda yeniden boy verebiliyor. Hatta zaman zaman boynuzunun bakımını da ihmal etmezler. Ağaçlar adeta boynuzlarını parlatmak için sürttükleri bir araç olmakta.
Vücutları ise kambur görünümünde olup ayakları koşmaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Vücutlarının rengi çevreye uygun yaratıldığı için kendini düşmanlarından gizlemesine vesile olabiliyor. Onların en belirgin özelliklerinden biri de hiç kuşkusuz özgürlüğe tutkun olmasıdır. Şayet evcil olarak hayvanat bahçesine alınırlarsa bir iki yıla kalmadan hayatını yitirmektedir. Çünkü tutsak kalmak fıtratına uygun değildir. Ayrıca yavrularına karşı son derece düşkün yaratıklardır. Tıpkı bir anne gibi yavrusunu bağrına basıp koklamaktadır. En sevdiği gıdası ise göllerde ki sazlık ve su bitkisi nilüfer olmaktadır. Hakeza sarkık dudakları ağaç yapraklarını yemeye elverişli haldedir.
Geyiklerin birde yabani türü var ki; vücutları yünlüdür. Mesela Ren geyiği bunun tipik misalidir. Keza tüylü olmasının yanı sıra kalın postu onu sıcak tutmaktadır. Yine geniş tırnakları kışın otların üzerini kaplayan kar tanelerini ayıklamaya yaramaktadır. Aynı zamanda Ren geyikleri yük taşımakta da kullanılır. Öyle ki kışın kar tipi demeden pusulasız yol bulabilecek ferasete sahipler, niye kullanılmasınlar ki.
ZÜRAFA
Hayvanat bahçesine gittiğimizde aramaksızın rahatlıkla görebileceğimiz en uzun ve derilerinin üzeri yer yer siyah beneklerle süslenmiş bir memeli hayvan olarak bizleri büyülemektedir. Bu yüzden karaların en uzun hayvan rekorunu çoktan hak ettiler bile. Bu arada boylarının uzun olmasına bakarak kan dolaşımı nasıl sağlanıyor diye şaşmayın. Nasıl ki en yüksek ağaçların tepesine iletim borularıyla suyu gönderen Allah, elbet zürafanın da kalbini diğer hayvanlara göre büyük yaratarak kan pompalamasını bütün vücuduna yayılacak şekilde tanzim etmiştir. Aynı zamanda onlar sessizlikleriyle dikkat çekmektedir. Aslında onun sessiz olması ses tellerinin ve dilsiz olduğu anlamına gelmez. Ses telleri boyunlarının uzun olması hasebiyle diğer hayvanlara göre etkisiz gelişmiş olup varlığı ile yokluğu bir gibi gözükmektedir. Dilleri ağzın epey uzağında 45–50 cm uzunluğunda olmasına rağmen daha çok sükût lehçesini tercih etmektedir. Bu sükût lehçesi ile sanki bizlere mesaj vermekte. Belki de sükûtumuzdan alamayan sohbetimizden bir şey alamazsınız dercesine hareket etmekteler. Ya da “Söz gümüşse sükût altındır” atasözünü hatırlatmaktalar. Ayrıca uzun siyahımsı kirpiği ve koyu kahverengi gözleriyle bir bakışı var ki; her an insanın âşık olduğu sevgilisini hatırlatacak cinstendir. Yani gözleri yediden yetmişe herkesi kendisine hayran bırakmaktadır. Uyurken de ayakta uyumaktalar. Pek nadiren yatarak gözlerini kapayanlarda vardır. Keza bir yürüyüşleri var ki; alımlıdır, son derece zarifçe koşmaktadır. Hatta yürürken yürüyüş biçimini bile değiştirebiliyor. Hele sürüler halinde dolandıklarında sanırsın ki askeri birliklerin gösterisi. Zaman zaman ormanlarda tıpkı bir at gibi süzülerek dörtnala koştukları da görülmüştür.
Zürafalar malum ağaçlık, çalılık ve yüksek yaylalarda yaratıldığından ister istemez gıdası ağaçlar olacaktır. Hatta derisindeki benekler araziye uyumluluk sağlamak için donatılmıştır. Böylece düşmanlarınca kolayca fark edilmeyeceklerdir. Boyunları ise uzun yaratılmış olup ağaç yaprakları ve filizlerle beslensin diyedir. Dahası yediği gıdaları geviş getirerek hazmeden bir hayvan olarak bilinecektir. Hatta uzun boylu hayvan olması hasebiyle doğum yaparken yavrusu yüksekten düştüğünde ölebilir de. Olsun yine de bir daha ki doğumda “Kalan sağlar bizimdir” anlayışıyla bir şekilde neslini devam ettirebiliyor. Yavrusu ise anne karnında 14–15 ay yaşayıp doğduktan 20 dakika sonra ancak ayağa kalkabilmektedir. Genç zürafalar kendi aralarında çocuklar gibi oyun oynarken sürekli ebeveynlerince gözetlenirler.
Belki de zürafaların en zaaf noktası suya düştüklerinde yüzememeleridir. Kaldı ki su onlar için her an boğulma tehlikesi demektir. Bir su içişleri var ki; görülmeye değer. Zira esnek yaratılmış bacaklarını iki yana bükerek içmekteler. Fakat su içerken mutlaka dikkat etmelidir. Her ne kadar su içene yılan değmez denilse de aslanlar genelde onu bu durumdayken saldırmaktadır. Tabiî ki amansız kavgada bazen zürafa galip çıkmakta, bazen aslan. Aslında uysal hayvanlardır, ama tehlike anında ister istemez kendini savunmak adına saldırgan olabiliyorlar. Ömürleri ise 25–30 yıl süre ile sınırlıdır.
ZEBRA
Zebra aslan gibi yırtıcı hayvanların tehdidi altındadır. Dolayısıyla her halükarda kendini korumasını bilmeli, ama nasıl. Bir kere onu yaratan Allah düşmanından koruyacak şekilde derisini çizgili post ile donatmış ki ot ve dallar arasında kamuflaj olabilsin. Nitekim ot ve dalların arasında gölgeleriyle birlikte gizlenebiliyorlar da. Bununla da kalmayıp başlarını ağaç yapraklarıyla örterek işi garantiye almaktadır.
İlginçtir zebralar tamamen birbirlerine benzememekte. Ancak üzerindeki siyah ve beyaz çizgi desenleriyle akrabalarından ayırt edilebiliyorlar. Bunların da tıpkı atlarda olduğu gibi yeleli saçları var olup, genelde sürüler halinde Afrika’da yaşarlar. Beslenecekleri besin kaynağı ise su ve ottan ibarettir. Bu arada zebralar atla birleştiklerinde doğacak yavrusuna zebrat denmektedir.
FİL
Fil deyince ilk evvela hortumu akla gelir. Hortum onunla anlam kazanır zaten. Hortum gerektiğinde iyi bir koku ve nefes alma aracı, gerektiğinde yerden bir şey almak için ağzına götüreceği bir alet, gerektiğinde sırtına yük yüklemek için bir kol, gerektiğinde duş alma aygıtıdır. Sanılanın aksine hortum su içme borusu değildir, daha çok kap su içme vazifesi görür. Yani suyu çekip ağzına püskürtmek için kullanır. Derken hortumunda biriktirdiği suyu yutuverir. Aynı zamanda yazın o kavurucu sıcaklarda biriktirmiş olduğu o yaklaşık 6–7 litrelik suyu vücudunun serinlemesi için kendince yağmurlama sistemine dönüştürebiliyor. Demek ki hortumu sadece basit boru gibi görenler yanılmaktadır. Oysa borunun ötesinde en hassas kokulara bile duyarlı yaratılmış bir donanım olduğu otaya çıkıyor. Hatta bu mükemmel donanım sayesinde insan kokusunu bile alabiliyor. Tabiî sadece koku almak bir yana kavga sırasında avını hortumla çepeçevre sarıp avlayabiliyor da. Nitekim öylesine güçlü bir hortumu var ki; ağacı kökünden bile sökebiliyor.
Filler bir başka açıdan incelendiğinde geniş yelpaze şeklinde kepçe kulakları ve sürekli uzayan iki üst kesici dişleriyle dikkat çeker. Öyle ki; ağzında ki diş paha biçilmez değerde olduğundan fildişi uğruna gereksiz yere hayvan telef edilmektedir. Maalesef insanoğlunun tarak, baston ve şemsiye sapı, kolye, satranç taşı, bilardo topu ve tespih gibi süs eşyalarına merakı bu hayvanı avlamaya yönlendiriyor. Neyse ki avlanmaları hususunda birtakım yasaklamaların ortaya konulmasıyla birlikte hayvancağız bir nebze olsun soluk alabilir duruma gelmiştir.
Üremeleri tıpkı insanlar gibi çiftleşerek neslin devamı gerçekleşir. Hamilelik süresi ise 21 aydır. Ayrıca 3 yılda bir 90–100 kg ağırlığında bir yavru doğurmaktadır. Üstelik erkek filler dişilerden ayrı olarak sürüler halinde yaşamaktalar. Öyle ki sürü içerisindeki arkadaşlarının başına bir şey gelse hemen yardımına yetişirler. Asıl vatanı ise Asya’dır. Yazın sıcaklarda üzerine üşüşen sinekleri yelpaze şeklindeki kulaklarıyla uzaklaştırmaktadır. Bu arada fırsat buldukça göllere girip temizlenmeyi de ihmal etmeyecek kadar narin ve nazik hayvanlardır. Hatta yıkanmakla kalmayıp gövdesini ağaca da sürtmektedir. Böylece tüylerini parlatıp güzel görünmeye çalışır. Bu arada erkeklerin testisleri karın içerisine sarktığından dolayı dışarıdan bakılınca torba halinde görünmemektedir. Dişilerin üreme organı ise döllenmeye uygun bir şekilde arka kısımda yaratılmıştır. Bu arada filler yavrularına karşı son derece şefkatlidir. Hatta onları yalnız bırakıp bir yere gitmezler, gidecekse de beraberinde götürmeyi yeğlerler.
Beslenmesine gelince, gövdesinin kaba olması veya karada yaşayan memelilerin en güçlüsü olması dolayısıyla onun 225 kg ot yiyebileceğini ve 200 litre su içebileceğini tahmin etmek hiçte zor olmayacaktır. Dolayısıyla koca vücutlarını beslemek için bütün gün yiyecek peşinde koşmaktalar. Özellikle ot, meyve ve ağaç yaprakları vazgeçilmez gıdası olmaktadır. Fiziki ağırlığı ise 5–6 tonu bulur. Bu kadar ağırlıktaki yükü elbette ki geniş tabanlı şekilde yaratılan ayakları sayesinde taşımaktadır. Ayrıca görme ve işitme duyusu zayıf bir yaratıktır. Zaten görme duyusu olmasa bile güçlü koku alma duyusu sayesinde rahatlıkla yön tayini yapabiliyor.
Vücut derisi gri renkte olup, aynı zamanda sert deri ile kaplıdır. Onlar dev bir cüsseye sahip olmalarına rağmen son derece itaatkâr hayvanlardır. Zaman zaman halka tepeden bakan bazı entel tayfa için “fildişi kuleden bakan tipler” deriz ya, aslında bu tabiri kullansak ta, filler insanlara tepeden bakmazlar. Kaldı ki kundaktaki bir bebeği bile yanına koysanız kesinlikle zarar vermezler. Sirk gösterilerinde kullanılması bunu teyit ediyor zaten.
Bir zamanlar mamut isimli fil varmış. Her ne kadar nesli kesilmiş bir hayvan olsa bile Kuzey Sibirya'da, Kutup dairesi yöresinin tundra bölgesinde cesedinin bulunması onun hakkında fikir vermeye yetmiştir. Hatta bir takım bulgular ışığında boyunun 4 metre civarında, hortumunun yukarı kıvrılabilir özellikte olduğu, derisinin kalın ve kürklü olduğu, dişlerinin 4 metreyi bulduğu anlaşılmıştır.
Fili bir başka açıdan da yâd ederiz. Şöyle ki; Ebrehe bir zamanlar Arapların o taş binaya bağlayan gücün sırrını çözememenin derin düşüncesiyle meşguldü. Öyle ki; o taş bina ayakta kaldığı sürece kendi yaptırdığı kiliseyi sevdiremeyeceğini düşünüyordu. Derken Habeşistan’dan gelen takviye kuvvet niteliğindeki Mahmud adlı Fil öncülüğündeki orduya hücum emri verir de. Fakat emir vermekle iş bitmiyordu. Çünkü bütün uğraşılara rağmen fil bir türlü yerinden kalkmıyordu. Fil yere mıhlanmıştı sanki. Sonunda hayvana mızrak darbeleriyle vurmaya başladılar. Onlar acımasızca vura dursunlar, o derisinden kan fışkırmasına rağmen tınmıyordu hala. Belli ki hayvanda olsa gizli bir ilahi kaynaktan emir almış görevini yapıyordu. Aslında Fil’in kalkmaması ikinci ibret varı ihtardı, ama anlayana. En nihayet fille uğraşmaktan vazgeçip pes ettiler. Zira fil’i de orada bırakıp yola devam ettiler.
Mekke’ye tam yaklaşacakları sırada bu sefer ansızın gökte beliren kuş ordusu gözükmeye başladı. Semadaki kuş ordusu Fil vakasını hafızalardan silmişti, ama şimdi bambaşka bir tufanla karşı karşıya kalmanın heyecanı sarmıştı. Nefesler tutuldu o an, fırtınadan önce sessizliği andırıyordu etraf adeta, gözler pür dikkat kuşlarda idi, acaba ne yapacaklar diye merak sardı herkesi. Nihayet üçüncü uyarı, hatta son vuruş diyebileceğimiz son ibret varı ikaz fırtınadan önceki sessizliği bozacak türdendi. Nitekim gökten sağanak sağanak inen nohuttan küçük taşlar kocaman orduyu hezimete uğratmaya yetti arttı da. Ebreh’e Ebabil kuş sürülerinin akınıyla yenilgisinin tatmanın yanı sıra, vücuduna isabet alan ağır darbelerin yol açtığı sancıların izdirabı ile her geçen gün ölüme yaklaştığını derinden hisseder gibiydi. Niye hissetmesin ki, baksanıza çürüyen bedenin akıbetinin fiyaskoyla sonuçlandığını görmesi onun için ölümden bile beter vaziyetti. Son nefesini vermeye yakın demlerde vücudu öyle bir hale geldi ki kendisi kendisinden iğrenir hale gelmişti. Hatta etrafındaki insanların bile ondan hızla kaçtıkları gözlerden kaçmıyordu. Nihayet terk edilmiş bir adam olarak pisipisine bu dünyadan göç eyledi. Zira Allah-ü Teala; “De ki, O size üstünüzden veya altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye, ayetleri nasıl açıklıyoruz”(En’am,65) diye beyan buyurmakta.
Her şeyden öte tarihe Fil vakası olarak geçen bu olay aslında Habib-i Kibriya’nın artık yeryüzüne şeref vereceğinin bir alametiydi. Velhasıl; bu olay olduğu zaman Âmine annemizin doğumunun yaklaştığı günlerdi.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 6 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ağus. 05, 2023 10:01 am

HAYVANLAR ÂLEMİ-7
SELİM GÜRBÜZER

ARSLAN
Hiçbir hayvan onun kadar vakur değildir. Bu yüzden edebiyat konusu bile olabiliyor. Baksanıza şairin “Bedrin arslanları ancak, bu kadar şanlı idi” mısraları sanırım bu hayvan hakkında fikir vermeye yetiyor artıyor da. Yani o kükremiş coşkun bir sel gibi nice bentleri çiğneyip aşan ormanların reisi bir büyük kedi cinsi hayvandır. Korku nedir bilmeyen, rakibini tir tir titren bir vücut yapısı söz konusudur. Sadece vücudu değil elbet, ses tonu da dehşet saçmaktadır. Şu da bir gerçek avını iş olsun diye avlamamakta, yani ihtiyacı için avlar.
Aslanlar aynı zamanda gruplar halinde yaşayıp, avları genellikle zebra, antilop ve manda gibi iri cüsseli hayvanlardan oluşur. Hele iri bir hayvan onun eline düşmeyi versin, derhal güçlü pençeleriyle yediği darbe ile yere yığılmaları bir olmaktadır. Hatta güçlü dişleriyle hayvancağızı paramparça hale getirirler. Kaldı ki hem cinsleriyle izdivaç uğruna amansız kavgalara girmeyi bile göze alabiliyorlar. Özellikle çiftleşme zamanında gözüne kestirdiği eşini elde etmek için kendi aralarında kıyasıya mücadelelere girişmekten çekinmezler. Bundan da en önemlisi rakibini yenen arslanlar eşiyle tenha yerlere konaklayana kadar kilometrelerce yürüyüşe çıkarlar. Derken iki haftalık bu romantik yürüyüşün ardından vuslat gerçekleşir. Böylece kendi çaplarında neslini devam ettirmiş olurlar.
KAPLAN
Vahşi hayvanlar denilince aslan ve kaplan akla gelmektedir. Gerçekten de kaplan yırtıcı ve bir o kadar da vahşi, etçil büyük kedili bir memeli hayvan olarak biliriz. Genellikle kamuflaj olabileceği ortamı da iyi seçip orman ve otlaklarda mesken tutarlar. Zaten derilerinde kahverengiden saf siyaha kadar değişen çizgilerin bulunması avlayacağı hayvanlar nezdinde çalıların gölgesi diye algılanıp ona kamuflaj özelliği katmaktadır. Hatta onları su birikintilerinde, göllerde ve nehirlerde yıkanırken görmekte mümkün olup, iyi bir yüzücü izlenimi verirler.
Kaplanın diğer tüm kedilerde olduğu gibi sivri tırnaklara sahip olmanın yanı sıra güçlü çene yapısı ve sivri dişleriyle tüm dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki pusuda pür dikkat bekleyen kaplan, gözüne kestirdiği hayvanın üzerine atılır atılmaz bir anda omuriliğini kopartmasıyla nefes borusunu delmesi bir olmaktadır. Hatta bununla da yetinmeyip apar topar atardamarlarını paramparça yaparak avının hıncı hamurunu çıkarmaktadır. Onun eline düşmeye dur, kurtulmak ne mümkün, tek bir darbesi öldürmeye yetiyor zaten.
Çiftleşmeleri kedilerde olduğu gibi büyük gürültü eşliğinde gerçekleşmekte ve bir doğumda 3- 4 yavru yavrulamaktadır. Üstelik hayat boyunca erkek ve dişi kaplan sayısı eşit sayıda üremektedir.
Ormanların taçsız kralı diyebileceğimiz kaplanların müthiş güzellikte ki çizgi çizgi efkârımsı derisi insanoğlunun iştahını kabartmış olsa gerek ki tuzağa düşürülerek habire kurban verrler. Dolayısıyla avcıların bilinçsizce avlamaları yüzünden kaplan neslinin tükenme riski söz konusudur.
LİGER VE TİGON
Babası aslan annesi kaplansa biliniz ki; bu ligerdir, tam tersi babası kaplan annesi aslan ise bu da tigon bir melez hayvandır. Zaten İngilizce lion aslan, tiger kaplan demek. İşte İngilizce kökenli bu kelimelere istinaden bu iki hayvana liger ve tigon denilmiş. Kalıtsal olarak ta hem anneden hem de babadan aldıkları özellikleri ile fiziki görünüm kazanırlar. Dışarıdan bakıldığında genelde baş kısmı aslana, vücut kısmı da kaplana ait bir fiziki görünüm arz eder. Nasıl ki at ile eşeğin birleşmesinden katır meydana geliyorsa, aynen öylede aslan ve kaplanın çiftleşmeleri sonucunda her iki türden melez hayvanın meydana gelmesi gayet tabiidir. Fakat bunlar katırda olduğu gibi kısır kalmayıp, üreyebiliyorlar.
Bir kere bu iki melez hayvan tabiatta beraber bulunmazlar. Zira aslanla kaplanın tabiatta mesken tuttukları alanlar farklıdır. Dolayısıyla insanlar bu iki hayvanı sirklerde kullanmak üzere bir araya getirip bir şekilde çiftleşmelerini sağlayarak adına liger ve tigon demişler. Tıpkı bu olay birçok çeşit minik köpek veya kedigillerin üretilmesinde olduğu gibi bir kedi ile köpeği birleşmesi şeklinde cereyan etmektedir. Ancak birçok melez türlerin hayat evreleri belli bir sınıra kadar devam edip o noktada durabilirken liger ve tigonlar bir ömür boyu gelişmeye devam edebiliyor. Bu yüzden her ikisi de devasa yapılı ve ortalama 600–750 kg. ağırlığında, hatta bazıları 1 ton ağırlığında iri görünümlü bir melez hayvanlar olarak karşımıza çıkar.

KURT (Canis Lupus)
Kurt ismini duyduğumuzda her nedense irkiliriz. Oysa aç olduklarında tehlikelidirler. Yaşamak için elbette ki ister tavşan olsun, ister geyik fark etmez avlamak hakkıdır. Çünkü hayat yardımlaşmadır, her yaratılan bir şekilde diğerine muhtaçtır. Yavrusuna karşı da son derece şefkatlidir. Hatta doğum öncesi aç kalma ihtimalini göz önünde bulundurarak stok ettiği avlarını onun için hazırlamaktadır. Böylece doğum zamanı gelip çattığında avlamayı da bırakıp tüm gücünü yavrusunu beslemek için seferber olur. Bu arada kendince açtığı tünellerde veya mağaralarda 2 ay boyunca yavrusunu karnında taşımayı da ihmal etmez. İlginçtir yeni doğan kurt yavrusu sindirimi güç olduğundan etleri doğrudan ona uzatmaz, ancak önce kendisi etleri yedikten sonra kusmuk vaziyette ona sunmaktadır. Aralarında ki dayanışma desen dillere destan. Zira “Hepimiz birimiz için, birimiz hepimiz için” düsturundan hareketle mensup olduğu kurt ailesinin başı darda kaldığı zaman anında yardımına koşmaktadır. Genellikle sürüler halde katılımcı bir anlayışla avlarını avlamayı yeğlerler. Birlikte dolaştıklarında arka arkaya kafileler misali ilerlediklerinde öndekinin ayak izine basarak tek bir kurt izlenimi vermektedirler. Hatta “Birlikten kuvvet doğar” sözünün tatbikatını onlar üzerinde an be an görmek mümkün. Öyle ki erkek kurt istirahata çekildiğinde, ya da uyukladığı yerde aile fertleri için nöbet tutup gövdesini siper bile edebiliyor. Eşine bağlılığı ise insanın ki gibidir. Onları ancak ölüm ayırabilmektedir. Sadece eşlerden birinin ölmesi durumunda yuvasız kalmamak adına başka bir eşle izdivaç kurmak zorunda kalır.
Kurdun ayrıca Türk kültüründe ayrı bir önemi vardır. Bu yüzden dişisine Asena, erkeğine Bozkurt demişiz. Tarihte on altı Türk devleti temsil eden bayraklara baktığımızda sembol olarak yer aldığını görebiliriz pekâlâ. Dolayısıyla Orhun abidelerinde yer alan Ergenekon veya bozkurt destanımızın baş tacıdır.
KOYUN
Belki de geviş getiren hayvanların en uysalı bu hayvanlardır. Onlar uysal olmanın yanı sıra yününden, etinden ve sütünden faydalandığımız biricik dostlarımızdır. Hatta gübresinden bile faydalanmayı ihmal etmeyiz. Hatta bazı yörelerde kışın soğuğuna karşı tezek bile kullanılır. Böylece koyun sayesinde ısınmış oluruz. Bir melemeleri var ki; yürekleri yakmakta adeta. Belli ki melemeleri bile bir anlam yüklü. Seher vakti bizler yatağımızda gafletle uyurken onlar asla uyumazlar. Sanki bu vakitte Allah’ın rahmetinden gafil kalmamak için uyanık olmayı tercih etmekteler. Abdurrahman Karakoç bir şiirinde bu gerçeklerden hareketle; “Koç burcuna, yay burcuna Hak yol İslam yazacağız” demesi bu durumu teyit ediyor zaten.
Koyun yavrusuna ise kuzu deriz. Dahası kuzu demekle kalmayız çocuğunu seven bir anne bile yavrusuna kuzum diye sarılmaktadır. Böylece sevgimizi kuzuyu vesile kılarak ifade ederiz. Ayrıca ahırlarımıza renk katan bu hayvanlar ailemizin bir parçası olarak görülmektedirler. Bu arada erkek olanlarına da koç deriz. Genellikle dişilerden en belirgin ayırt edici özelliği çift boynuzlarının olmasıdır. Boynuzlar güzellik katmanın yanı sıra aynı zamanda üzerinde ki boğumlar hayvanın yaşını belirlemektedir. İstisna kabilden olsa bile bazı dişi koyunlarda boynuz vardır.
Koyunlar aynı zamanda keçilerle akraba olduklarından aynı familya içerisinde değerlendirilirler. Koyunların gebelik süresi 5–11 ay süre olup bir doğumda 1–3 yavru doğurabiliyor. Ömürleri ise 10–12 yıl arasında değişmektedir.
Koyunların yabani olanları da vardır. Öyle ki; Yabani dev cüsseli koyunlara Argali denmektedir. Bu tip koyunlar hayatının büyük bir bölümünü dağlarda tırmanmakla geçirdiğinden olsa gerek toynakları tırmanmaya uygun bir şekilde yaratılmıştır. Hatta tırmanmak yönünden yaban keçisinden hiçte altta kalmadıklarını söyleyebiliriz.
KEÇİ
Belki duymuşsunuzdur, patika yollara keçi yolu denmektedir. Çünkü keçiler coğrafi şartların en zor geçitlerinde, hatta uçurum, sarp, yamaç ve kaya demeden tırmanabildiklerinden bu ismi almışlardır. Bu yüzden yaramaz ve afacan hayvan olarak dikkat çekerler. En büyük zevkleri ise ağaç yapraklarını yemektir. Her ne kadar zürafa boyu kadar boyu olmasa da bu tür beslenmeyi bir şekilde kendince ömür boyu devam ettirebiliyorlar. Bu arada Evrimciler zürafanın boyunun ağaç yapraklarına uzanmak sayesinde uzandığını iddia ededursunlar, keçinin boyun kısmının uzamaması ileri sürdükleri fikirleri yerle bir etmeye yetiyor artıyor da. Tabiî keçilerin evcil olanları insanlar için hep kıymet ifade etmektedir. Zira onu kıymetli kılan sütü ve tiftiğinin olmasıdır. Mesela Ankara keçisi ve Hindistan’da ki Keşmir keçisi tiftik bakımdan bunun tipik misalini teşkil eder. Zaten keçi ismi Keşmir’e nispeten verilmiştir. Bu arada keçinin yavrusuna oğlak, erkeğine teke, her iki cinsine de çebiç denmiştir. Süt yönünden ise Malta keçisi ve Saanen keçisi meşhurdur. Hakeza keçilerin derisi çanta, ayakkabı, deri eldiven imalatında kullanılıp, kılları ve yapağıları ise dokuma sektörünün göz bebeği olmuştur.
Keçilerin üremesi çiftleşme yoluyla olup bir batında 1–2 yavru vermektedir. Gebelik süresi 23 haftayı bulmaktadır. Ömürleri ise 12–15 yıl süre ile sınırlıdır.
AYI
Çocukluğumuzda boynunda zincirle birlikte sokak aralarında oynatılan bir ayıyı seyretmekten çok büyük bir keyif alırdık. Fakat yinede yanına yanaşmaktan çekinirdik. Çünkü kısa bacaklı olmalarına rağmen oldukça iri hayvanlardır. Hatta erkek olanları dişilerden daha iridirler. Üstelik her ayağında beş parmak ve bu parmaklarının ucunda sivri tırnaklarının olması bizleri her zaman yanına sokulmaktan alıkoyan unsurlardır. Dolayısıyla uzağından seyretmeyi yeğlerdik.
Genellikle ayılar hem etçil, hem de otçuldurlar. Yani beslenme biçimi hangi cins ayı olduğunu belirlemeye yardımcı olur. Zira söz konusu ayı türü eğer bir kutup ayısı ise ister istemez yiyeceği foklar olacaktır. Yok, eğer söz konusu gözlüklü bir ayı ise bu sefer gıdası bitki olacağı muhakkak. Her şeyden öte tüm ayıların ortak gıda da buluşturan taam bal olsa gerektir. Çünkü baldan çok hoşlandıkları gözlemlenmiştir. Barındıkları yerler ise inler olup kış uykusunu buralarda geçirirler.
Her ne kadar halk arasında “Rus’tan dost, ayıdan post olmaz” dense de, maalesef insanlar bilinçsizce postu uğruna bu hayvanları avlamaya devam etmektedir. Hatta eti ve yağı için avlayanlarda var. Ayılar içerisinde en devasa türü hiç kuşkusuz boz ayıdır. Öyle ki; bizim bildiğimiz ayı onun yanında fare kadar küçücük kalır dersek yeğdir. Ağırlıkları ise neredeyse 800 kilogramı bulmaktadır. Fakat ayakları üzerine dikildiklerinde boyu yerden 3 metreyi bulabiliyor. Bu kadar heybetli görünüme sahip olmalarına rağmen aslında son derece uysal hayvanlardır. Yeter ki rahatsız edilmesinler, aksi takdirde saldırganlaşabiliyorlar. Yiyeceği ise genellikle kök, böcek ve sıçan olmaktadır. Tabii yiyeceğini sadece karada aramaz, aynı zamanda usta bir balık avcısıdır. Nehre girdiğinde pusuya yatmış bir kedi misali som balığını yakalar yakalamaz karaya fırlatıp kendisine ziyafet çekebiliyor. İlginçtir som balıkları nehir boylarına yumurtlamaya çıktıklarında, yumurtlamanın ardından ölmektedirler. Böylece milyonlarca som balığının leşlerinin temizliği boz ayılara düşmektedir. Ki; zaten canına minnet, gereğini yaparlar da. Bu hayvanlar aynı zamanda yavrularına da düşkündürler, öyle ki; 7 yıl anne gözetiminde yaşarlar. Dahası uyku düzenlerinin gece saat 9, sabah 6 arasına endeksli olması onları bir başka açıdan değerli kılmaktadır. Oysa bazı insanların ne gecesi belli ne gündüzü bellidir. Bu yüzden hayatına çeki düzen vermeyenlere karşı boz ayılar iyi bir örnek teşkil etmektedir. Bu hayvanların ömürleri ise 25 yıl kadardır.
Kutup ayıları malum, yeryüzünün en korku salan hayvanlarıdır. Hele tahrik edilmeye dursunlar, anında karşılık verebiliyorlar. Fakat karşılık verip de tek baş edemediği hayvan su aygırıdır. Bu arada dikkat çeken bir husus var ki; Yüce Yaratıcı kutup ayısını Kuzey Denizinin her tarafı beyazlarla kaplı olması hasebiyle çevreye uygun bir şekilde postunu beyaz yaratmış olmasıdır. Ayaklarının altında ise uzun tüyler vardır. Belli ki karlar buzlar ülkesinde üşümesin diye böyle uygun görülmüştür. Aynı zamanda iyi bir yüzücüdürler. Fakat kendisinden daha üstün yüzücü olan bir fok balığı var ki; zaten onun hızına yetişmek ne mümkün. Dolayısıyla onu avlayacağı zaman boşuna su içerisinde vakit tüketmek yerine karada pusuya yatıp öyle avlamaktadır. Bunun dışında diğer balıkları avlamak içinse ilginç bir yöntem uygulamaktadır. Şöyle ki; önce buz altında kalan balıkların nefes almak için açtığı solunum deliklerini güçlü koku alma duyusu sayesinde tespitini yapar, sonrası malum deliklerden başını çıkaran her bir balığı büyük bir ustalıkla avlayıp beslenmenin keyfini çıkarır. Kutup ayısı yazında boş durmaz. Yani, yazın daha çok kendini kara hayatına adayıp, ot, çalı her ne varsa iaşesini temin edebiliyor. Doğumları ise genellikle ikiz olarak gerçekleşmekte olup, yavru ayılar annelerinin kazdığı kar yığınları arasında inde beslenmeye alınırlar. Bu arada şunu belirtmekte fayda var. Maalesef bu hayvanın kürkü Eskimolar tarafından değerli bulunduğundan değim yerindeyse sürekli hedef tahtası olur. Böylece derisi kürk, eti de yiyecek olarak tüketilir.
PUMA(Dağ Aslanı)
Panter gibi iri vücutlarıyla dağlarda yalnız dolaşmayı tercih eden en büyük kedi cinsi olarak dikkat çeken bir dağ aslanıdır. Tabii onun dağ aslanı olması büsbütün düz ovalarlarla alakasız olması anlamına gelmez. Yani canı istediğinde aşağılara da zaman zaman inebiliyor. Hatta inmişken ağaca tırmanmayı da ihmal etmez. Bu demektir ki ağaca tırmanmakta mahir bir hayvan. Peki, madem aşağılara iniyor, gezinmek için veya öylesine mi inmiş oluyor? Elbette hayır. Baksanıza dağdan aşağıya indiğinde koruluklarda veya çayırlarda buldukları bir ölü geyiği bile sırtına yüklenmekten üşenmeyip dağa çekebiliyor. Derken asıl mekânında kemal-ı afiyetle kendine ziyafet çekmektedir. Arta kalanı da toprağa gömüp acıktığında gömdüğü yerden çıkarıp tekrar yemektedir. Aslında puma Kuzey ve Güney Amerikanın dağlarında son derece çekingen yaşayan sakin bir hayvandır. Dahası insanlara nadiren saldırmaktadır. Aynı zamanda son derece atılgan ve bir atılımda 10 metre sıçrayabilen bir özelliğe de sahiptir. Bir gözleri var ki doğduklarında mavi gözlü olup büyüdükçe göz rengi sarı-yeşile dönüşür. Ayrıca yavruları doğduklarında derileri lekeli olup zamanla bu lekeler kaybolmaktadır. Sesi ise bildiğimiz kedinin sesinden farklı olup, daha çok ağlayan bir kadının sesini andırır. Başlıca avları ise evcil kedi, köpek, böcek, fare, tavşan, yaban domuzu gibi irice hayvanlardır. Avladığı hayvanı da büyük bir ustalıkla halletmektedir. Yani sırtına atladığı avını kuvvetlice ısırmasıyla birlikte alt etmesi bir olmaktadır. İlginçtir bu hayvanlar kesinlikle leş yememektedirler.
GORİL
Maymunların en irileri olarak dikkat çekmekteler. Görünüşlerine bakıp ta çekinmeye gerek yoktur. Yeter ki rahatsız edilmesinler. Zira onlar son derece nazik ve bir o kadar da centilmen Afrika hayvanlarıdır. Aynı zamanda grup halinde yaşarlar. Üstelik gruplar halinde dolaşırken kendi başına buyruk değildirler. Nitekim erkek goriller arasından biri onlara başkanlık yapmaktadır. Başkana kesinlikle en ufak itaatsizlik yapılmamaktadır. Zaten yapan olsa derhal uyarılıp dışlanır da. Dolayısıyla yönetim anlayışı son derece üst seviyededir. Malum olduğu üzere en temel yiyecekleri yaprak ve meyvelerden oluşur. Anlaşılan düzenli bir hayatları söz konusudur. Hakeza uyku düzeni de öyledir. Nerede konaklarsa konaklasınlar geceleri uyumayı ihmal etmezler. Yatakları ise kıvırdıkları çalı altı veya ağaç dallarıdır.
BÜYÜK GALADO (Çalı Bebeği)
Büyük Galado gözü baş kısmına göre çok daha büyük bir Afrika hayvanıdır. Belli ki karanlıkta ormanda hızlı hareket etmesi için böyle yaratılmış. Üstelik iri gözleri sayesinde 5 metreye varan çalı ve ağaçlar arasında sıçrayabildiği gibi atlayacağı alanların mesafesini de belirleyebiliyor. Bu arada kuyruğu da dümen vazifesi görür. Akrabası sayılan Potto da gözleriyle etrafı bir radar gibi taramanın ardından çalılara sıkıca tutunup, göz bu noktada mesafe kat etmesine yaramaktadır. Başlıca gıdası ise meyve ve kuş yumurtasıdır.
Her ikisinin de sadece gözleri değil, kulakları da iridir. Kulaklarının iri olması etrafında uçuşan böceklerden haberdar olmalarını sağlamak içindir. Hakeza mis kedileri de öyledir. Fakat bunların gözleri çalı bebeğininkinden küçüktür. Küçük olması aslında bir avantajdır. Çünkü en zayıf bir ışık kaynağını topladığından ona karanlığı delebilen bir özellik katmaktadır.
-SON-
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

6 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz