Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

HAYVANLAR ÂLEMİ-5

Aşağa gitmek

HAYVANLAR ÂLEMİ-5 Empty HAYVANLAR ÂLEMİ-5

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:12 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-5
SELİM GÜRBÜZER

YILANLAR
Yılan ismi duyunca yediden yetmişe herkes ister istemez ürpermek durumunda kalır. Onların görünüşü avını korkutmaya yetiyor zaten. Tabiî o görünüşüyle değil bizzat avının üzerine yıldırımca atlayıp zehrini şırınga etmekle avlar. Öyle ki zehri avını felce uğrattığı gibi birkaç saate kalmadan zehrin etkisiyle ölümüne neden olur. Öncelikle bu işi yaparken dişlerini avının derisine saplamakta, tabii saplayınca da zehir kaslarının otomatik harekete geçip küçücük bir kanal yoluyla zehir dişe aktığında, oradan avının derisine geçmektedir. Mesela engerek yılanı bunun tipik misalidir. Şurası muhakkak zehirli yılanların tek silahı zehir bezidir. Neyse ki insanoğlu yılan zehirlenmelerine karşı özel serum imal etmeyi ihmal etmemişler.
Bazı yılanlar avının etrafına dolanmasıyla birlikte kaburgalarını abluka altına alıp boğması bir olmaktadır. Bazıları ise avını sıkıp bir bütün olarak yutma başarısı sergiler. Mesela boğa yılanı bunun tipik misalini teşkil eder. Hatta 8 metre boyunda domuzu yutabilecek kabiliyette yılanlar olduğu gibi dev bir fili bile alt edecek yılanlar da mevcut. Nitekim bir piton düşünün; birkaç saat içerisinde domuzu yutabiliyor. Fakat böyle bir büyük lokmanın sindirimi kolay olmasa gerek ki birkaç günü bulabiliyor. Peki, üreme nasıl oluyor derseniz, malum yılanların üremesi yumurta yoluyla gerçekleşir.
Hâsılı kelam dünya üzerinde her halükarda üç bin türü bulunan yılanlarla ilgili daha çok söylenecek söz var, ama şimdilik bu kadarı yeter diye düşünüyorum.
SOLUCAN
Onları bazen bir bahçede gezinirken, bazen bir yol üzerinde, bazen kırda bayırda gezinirken her an görmek mümkün. Kimimiz gördüğümüzde dehşete kapılıp ürpeririz, kimimiz de büyük bir şefkatle yanına sokuluruz. Yani kişinin ruh haline bağlı olarak solucana karşı da tavrımız değişebiliyor. Şayet onu tehlikeli bir yaratık algılayan bir ruh halimiz varsa hiç gözümüzü kırpmadan ortadan ikiye bölmekten çekinmeyiz de. Olsun önemi yok. Onu parçalasalar bile onu yaratan irade vücut donanımını yenileyecek hücreler yerleştirdiğinden dolayı baş kısmı kuyruk olarak tamamlanmakta, derken kopan kuyruk baş eksikliğini giderebiliyor. Bu durumda solucanlar sanki bize; “Madem her şey aynı kalmamakta, o halde her daim gelişin ve kendinizi yenileyin” mesajı verirler. Bundan öte sakın ola ki statükonun kollarında hayatınızı karartmayın uyarısını yapar gibiler. Onlar sadece mesaj mı verirler, bunun ötesinde toprak altı faaliyetleriyle toprağı havalandırıp iyi bir çevre dostu olduklarını ispatlarlar. Böylece havalanan toprak tüm canlı âlemine gıda olur.
KERTENKELE (İGUANA)
Adı: Kertenkele.
Cinsi: İguana
Yiyecekleri: Çiçekler, kiraz, çilek gibi kabuksuz meyveler ile birtakım böcekler.
Yaşadıkları bölgeler: Güney ve Kuzey Amerika’nın sıcak bölgeleri.
Evet, İguanalar bir değişik tür kertenkele olup, görünüş bakımdan insan ürperse de aslında zararsız ve çekingen yaratıklardır. Belki de insanların bu hayvanın çekingen olduğunu bilselerdi ona “Cin ejderi” demeyeceklerdi. Kendisi hakkında kim ne düşünürse düşünsün, o tüm bunlara aldırış etmeksizin güneş altında güneşlenmenin mutluluğunu yaşamaktan geri durmayacaktır. Çünkü güneş onlar için hem iyi bir ısıtıcı, hem de iyi bir aydınlık kaynağıdır. İguanaların boyunlarında sarkmış derilerinden gerdanlık ve sırtlarından kuyruğuna kadar tarakları olması ona özgü bir çehre kazandırıp, aynı zamanda bukalemun gibi kendilerini korumak adına renk değiştiren türleri vardır. Her şeyden öte İbrahim (a.s)’ın kıssasına bile konu olabilmişlerdir. Şöyle ki;
Hz. İbrahim (a.s.)’ı ateşe attıkları zaman kertenkelenin iki çeşidi var; birisi su döktü, birisi de üfürdü. Hz. İbrahim (a.s.) o su dökene dedi ki :
“- O koca dağ gibi ateşe senin o damlacık suyun neye yarar ki ? Fakat ben senin dostun olduğunu bileyim.”
Öbür üfürene de dedi ki ;
“- Ya, zaten ateş dağ gibi üfürsen ne olur ki ? Ben de senin düşmanın oldum.”
Bu misalden hareketle bizim burda katkımız:
Hak ve hakikat yolunu bilip, sevmek olacaktır.
Şüphesiz bu yolu seviyoruz, bu yolu biliyoruz diyebilmeyi muhakkak istemişizdir. Zaten bizim katkımız bundan başka ne olabilir ki?
Kertenkeleler ilginçtir avcısı tarafından yakalanacağı sırada nazik kuyruğunu bırakıp kaçmaktadır. Olsun önemi yok, o kuyruksuz kısım bir zaman sonra yenilenerek yerine bir yenisi eklenecektir.
SÜLÜK
Adı: Sülük
Konakladığı mekân: Kendi tabiî sulak ortamı.
İnsanoğlu belki de sülükten esinlenerek kan aldırma tekniklerini öğrenmiş gözüküyor. Fakat sülükten bir farkı kolumuzdan kan aldırdığımızda iğnenin acısını yüreğimizde hissederiz. Ama sülük öyle değil, o damara vantuzlarıyla yapıştığında uyuşturmayı da ihmal etmez. Böylece kan emdiği canlının incinmemesini sağlayan bir teknik uygular. Ayrıca kanın pıhtılaşmamasına yönelikte hirudun adında bir madde üretmeyi de vazife bilir. Derken konakladığı canlı üzerinde yarım saat içerisinde kan emip karnı tulum gibi olduğunda yapıştığı bölgeden ayrılarak sindirim işlemine koyulur. İşte bu yarım saatlik işlem sonucu beslendiği kan gıdası onun altı ay kadar ihtiyacını gidermeye yeter artar da. Hatta bu altı ay içerisinde kanın bozulmamasına yönelik faaliyet gösteren bağırsaklarında yer alan Pseudomonas hirudinus bakterileri yardımcı olur. Böylece söz konusu bakteri sayesinde gıdasını muhafaza altına almış olur. Şayet altı ay sonunda kan kalmazsa bir süre daha yaşaması için kendi vücut dokularını parçalamayı bile göze alıp bir şekilde canlılığını koruyabiliyor. Günümüzde sülük vasıtasıyla Tıbbi tedavilerin uygulandığı artık bir sır değil. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v)’in hacamat yaptırdığı, keza bu konuda; “ Şifa üç şeye münhasırdır: Bal şerbeti içmek, hacamat aleti vurmak, ateşle dağlamak. Fakat ümmetimi (başka çare kalmadıkça) ateşle dağlamaktan men ederim” (Sahih-i Buhari;12.cilt, S. 79) diye beyan buyurup, kan almanın sıhhat açısından iyi geldiğine işaret etmiştir. Çünkü kan aldırmakla hem kanımız tazelenir, hem de kan akışımız hızlanır. Dolayısıyla akışkan hale gelen kan beyne daha rahat ulaşıp, bu sayede beyin kendisine gerekli olan oksijenle buluşmuş olur.
SALYANGOZ
Görünüş itibariyle helezoni halkalardan ibaret tek kabuklu hayvan olarak dikkat çeker. Üstelik onun helezonik olması bize zikir halkalarını hatırlatır hep. Belli ki karın kısmı kaslarla kaplı olması ona hareket manevrası sağlıyor. Öyle ki kaslar sayesinde ön uçtan start alan dalga manevrası son kısımda tamamlanacak şekilde ilerleyip yolunu yol bilmektedir. Yani karın bir noktada ona ayak olur. Dahası var; ayağının ön kısmında bulunan bezlerden salgılanan sümüksü mukus sıvı madde her ortama yapışıp sürünerek ilerlemesini sağlar. Nitekim söz konusu sümüksü sıvı yardımıyla gerek toprak üstünde, gerek denizin dibinde, gerek duvar yüzeyinde, gerekse ağaca tırmandıysa ağaç yüzeyinde kayabiliyor. Hatta yolunun üzerinde tırmanıcı veya kesici bir şeyler olsa bile hiç fark etmez, mukus salgısı onu her halükarda incinmesini önleyip seyahatini huzur içerisinde geçirmesine vesile olur. Gerektiğinde söz konusu yapışkan maddeyi kurutulmuş halde barındığı yuvanın deliğini tıkamakta kullanıp kendini korumaya alabiliyor. Kabuğu böyle ise kim bilir kendisi nasıl. İşte bu güzel hayvanı gezindiğimiz yerlerde ilk anda fark etmezsek bile başını ancak kabuğundan çıkardığı zaman görme şansı yakalayabiliyoruz. Ayrıca salyangoz için talihsizlik diyebileceğimiz, kendisini çepeçevre saran kabuk kısım bir şekilde kırılmaya dursun, artık o hayvanda yaşama ümidinden eser kalmayacağı malum. Çünkü kabuk onun için bir koruyucu zırh olmaktadır.
MARMOTLAR
Marmotlar yeraltı ve kayalar arasında yaşayan en büyük sincaplar olup, Birleşik Amerika’da adına yer domuzu denir. Marmotlar kış uykusuna ilaveten geceleri de uyurlar. Onları ilginç kılan hem düşman karşısında alarm sistemine sahip olmaları, hem de kendi aralarında son derece candan dayanışma bağının olmasıdır. Öyle ki koloni halinde koyun sürüsü misali topluca gezinip bitkiler içerisinde en lezzetli olanıyla adeta piknik yapabiliyorlar. Hatta bu arada marmotlar cümbür cemaat zevki sefa içerisinde çiçek ve ot gibi gıdalarla beslenirken başlarına herhangi bir halel gelmemesi açısından içlerinden biri bir tepeye çıkıp arkadaşlarına gözetmenlik yapmayı da ihmal etmezler. Olur ya en büyük düşmanı kartal veya bir başka canlının hücumuna uğrama riski doğabilir, dolayısıyla böyle bir tedbiri ihmal etmemekte fayda var. Nitekim gözetleme kulesinde bekleyen nöbetçi marmot, havada uçuşan kartalı görür görmez ta 3 kilometre uzaklıkta duyulacak ıslığımsı bir alarm sesle arkadaşlarını haberdar etmiş olur. Böylece marmotlar bu haber sayesinde önceden kazmış oldukları yuvalara sığınıp kendilerini korumuş olurlar. Ta ki bu sığınma ikinci alarm sesi gelene kadar devam eder. Zaten ikinci alarm kartalların gittiği anlamına gelen mesajdan başkası olmayacaktır.
Keza dağ sıçanları da sincap cinsinden hayvanlar olup, bunlar da yeraltında birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin tıpkı insanların inşa ettikleri şehirleri andırır bölümler (semt, sokak, mahalle) inşa etmekle meşhurdurlar. Fakat bizler inşa edilen şehirleri ancak yeryüzünde tümseklerin varlığıyla fark ederiz. Bu tümseklerin altı ise son derece karmaşık tünellerin bulunduğu metro hatları olarak karşımıza çıkar. Ayrıca bu tümseklerin her biri düşmana karşı iyi bir gözetleme kulesi olmanın yanı sıra herhangi bir tehlike anında iyi bir siper olabiliyor. Anlaşılan Allah’ın marmot ve dağ sıçanına ilham olarak ihsan eylediği bu alarm tertibatı olmasaydı her biri avlanmaya müsait kurbanlık koyun olacaklardı.
PORCUPİNE
Çok nadirde olsa mutlaka üzeri seyrek bir şekilde iğnemsi oklarla kaplı bu hayvancağızı görmüşsünüzdür. Bu bildiğimiz porcupine adlı oklu kirpiden başkası değildir. Onların zayıf görünmesi güçsüz oldukları anlamına gelmez. Zira aç kurt veya aslan saldırdığında bu zavallı sandığımız hayvan önce dikensiz bir şekilde kabına çekilir. Tabiî bu arada kurt kolay lokma sandığı bu hayvanın başına üşüşür. Evde ki hesap çarşıya uymaz derler ya, aynen onun gibi kurt'ta oklu kirpi’nin dikenleri ağız ve boğazına batmasıyla birlikte neye uğradığının şaşkınlığı içerisinde acılar içerisinde sonunu hazırlar. Diken batsa yine iyi, buna ilaveten dikenlerin üzerindeki öldürücü mikropların istilasına uğrayıp sonu ölümle sonuçlanır. Hakeza gelincikler de kirpiye yaklaştıklarında onlar da aynı akıbete uğrayacaklardır.
BUKALEMUN
Kertenkeleye benzer, ama asla kertenkele değildir. Özellikle ayak, dil ve gözlerinin renk değiştirmesi bir kere onu kertenkeleden farklı kılan bir husus. Keza vücudunun basık olması ona apayrı bir ayırıcı özellik katar. Bu arada dili boyundan 1–1,5 kat uzun olması ise bir başka avantaj sağlar. Öyle ki, uzun dil avını yakalayacak yeteneğe sahip olup, hareketli ve yapışkan yaratılmıştır. Hele bir gözleri var ki; insanın gözlerinden katbe kat üstün maharet sergiler. Nitekim insanoğlu sadece gözlerinin her ikisiyle bir yere odaklanabilirken, bukalemun ise gözün biriyle bir yere bakarken diğer gözüyle de aşağıya doğru bakabiliyor. Yani bakarken her tarafa dönecek şekilde bir taşta iki kuş vurur. Derileri deseniz, zaten dillere destan, onun sayesinde toplum içerisinden çıkabilecek bukalemun tipleri tasvir edebiliyoruz. İnsanların bir kısmı nabza göre şerbet verir ya, aynen onun gibi bu hayvanda derilerinin birkaç tabaka sıra halde dizili olması dolayısıyla tabakalar arası boya hücreleri renkten renge dönüşebiliyor. Mesela tabakalara kodlanmış sarı, yeşil, kırmızı renkler usul usul kestane veya siyah renge çevirebiliyor. Böylece sinek türü avlanacak hayvanlar onun sakince duruşunu fark edemeyeceklerdir. Derken avını şimşek hızıyla diliyle ısırıp ansızın kaptıktan sonra tekrar eski sakin haline dönüş yapacaktır. Belli ki renklerin kontrolü otomatiğe bağlanmış sinirler vasıtasıyla vuku buluyor. Hatta onun böylesine renkten renge girmesi düşmanlarına karşı iyi bir koruyucu silah olur. Üremeleri ise genellikle yumurtlayarak gerçekleşir. Neslin devamı içinse dişi bukalemunlar yumurtalarını daha önceden kazdığı çukura bırakarak sürdürür.
KAPLUMBAĞA
Kaplumbağa halk arasında tosbağa olarak tanımlansa da, aslında o dört ayaklı sert ve kemiksi kabuklu bir sürüngen hayvan olarak dikkat çeker. Dikkat edin sürüngen dedik, niye? Çünkü aheste aheste yürüyen gözde bir hayvan. Onun bu halini gören gamdan kederden tasadan azat sanır. Belki de böyle değerlendirenler haklıdırlar. Baksanıza 200 milyon yıldan beri vücut yapılarında herhangi bir değişikliğe uğramadan nesli tükenmeksizin bugünlere gelebilmiştir. Aynı zamanda bunlar rızk endişesi taşımadıkları gibi açlığa bile son derece dayanıklıdırlar. O halde siz siz olun her şeyi kafaya takmadan Allah’a tevekkül edin ki hayatınız güzel olsun. Bakın kaplumbağanın bu özelliğinden olsa gerek 100–150 yıl yaşayabiliyorlar. Zaten istatistik rakamları günümüzde 250’ye yakın kaplumbağa türünün varlığından bahsetmektedir.
Kaplumbağaların karada yaşayanları olduğu gibi denizde yaşayanları da mevcut. Karada yaşayanlar genellikle bataklıkları tercih edip, ayak tırnakları hem kıvrık, hem de oldukça sert yapılıdır. İşte bu sertlik sayesinde kuru toprakları kazıp kış uykusuna geçebiliyorlar. Keza dişleri de sert olduğundan aldıkları besinleri rahatlıkla öğütebiliyorlar. Deniz kaplumbağaları ise parmaklarının bitişik olmasıyla dikkat çekip, böylece parmak aralarında ki perdeler vasıtasıyla yüzmüş olurlar. Yani parmaklar karada yaşayanlar gibi kıvrık değildir. Peki ya ağırlıkları, malumunuz karadakiler 250 kg, sudakiler ise 50 kilogramı bulur. Keza üremeleri yumurtlamayla gerçekleşip yılda bir kez olmaktadır. İlginçtir yumurtalarını kazdığı çukura bıraktıktan sonra üzerini toprakla örtmesiyle birlikte doğacak yavrularını Allah’a havale edip oradan uzaklaşmaktadır. Kendini düşmanlarına karşı savunurken de ayaklarını ve kuyruğunu anında sert yapılı kabuğunun içerisine çekerek yapmaktadır.
KESELİ FARE (Jerboa)
Adı gibi kendisi de ilginç sahip olmasıdır. Kabiliyetsiz oluşu şuradan belli ki girdiği tavuk kümeslerinde parçaladığı tavukların kanını emdiği halde etini olduğu gibi orada bırakmasıdır. Onu kan kokusu mu sersem hale getiriyor bilinmez amma, tembel olduğu her halinden belli oluyor zaten. Ayrıca onu ilginç kılan bir hususta yılda bir kez doğum yapmakla beraber bir batında yirmi yavru dünyaya getirmesidir. Fakat yavruları öylesine minicikler ki hepsini toplasan bir opossum yapmaz, yani tümü birkaç gram ağırlığa denk düşer. Neyse ki gelişme çağında gelişimi bir kedi kadar büyüklükte olabiliyor.
CÜCE SİVRİ FARE
Bakmayın siz onun öyle cüce fare olmasına. Baksanıza ortalama 7–8 santimlik boyuna rağmen gece gündüz demeden vahşice tavır sergileyebiliyor. Genel itibariyle kemirgen olmayıp, gözleri minik, pençeli, üzeri kısa kıllarla kaplı, renk bakımdan koyu tonda bir hayvan. Keza ince bacaklı oluşuyla da dikkat çekip, aynı zamanda tırnaklı ve ayak parmaklı cüce bir memeli hayvandır. Üstelik çok oburdurlar. Fakat bir hayvan görmeye dursun karnı tok olsa bile büyük bir iştahla üzerine atılmasıyla minicik dişlerini geçirmesi bir olmaktadır. Böylece avladığı hayvan irice olsa dahi kalp atışlarını yavaşlatıp solunumunu durdurabiliyor. Bundan öte tükürüğü zehirli olduğundan etkisini anında gösterebiliyor. Hatta zehir etkisi 20 sıçanı öldürmeye yeter artar da. Neyse ki bu zehir insana o kadar tesir yapmamaktadır. Belki de tarlalarda zararlı haşereleri öldürmeseler, pekte çekilecek cinsten hayvan sayılmayacaklardı. Anlaşılan çiftçiler sadece bu yönüyle onu sevmekteler.
KIR FARELERİ
Norveç fareleri ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker.. Öyle ki iri bacaklarının üzerinde sıçrama hünerine sahip çöl gezgini bir yaratıktır. Onunda bizim gibi bıyıkları var. Genellikle Avustralya’da delikler içerisinde mesken tutarlar. Temel gıdası böcekler olsa da rakibi olan sıçanı bile avlayıp öldürebiliyor. Garip bir görünümlü bu hayvan geceleyin avcılık yapmasına rağmen bu arada güneşlenmeyi de ihmal etmez. Hele kendi aralarında kavgaları var ki görülmeye değer bir olay. Sanki ringde dövüşen iki boksör havası verirler. En önemli özellikleri ise su içmeden yaşamalarıdır. Belli ki su ihtiyacını sıçradığı ağaç dalı veya köklerin neminden temin etmekteler. Zaten suya ihtiyaç hissetseydiler çöllerde yaşayamazlardı. Kelimenin tam anlamıyla hayvanlar âleminde su içmeden yaşayabilme rekoru onlara ait bir zişan. Onların en çok iştiyak duyduğu şey cinsel birleşme eğiliminde olmalarıdır. Bu yüzden erkek keseli fareler çok sayıda dişi ile çiftleşme içerisinde bulunurlar.
OPOSSUM ( Keseli Sıçangiller)
Hem etçil, hem de otçul huysuz bir keseli hayvandır. Yurdumuzda pek rastlanmamakla beraber asıl vatanı kuzey ve güney Amerika’dır. Aynı zamanda ahmak bir hayvan olarak bilinir. Çünkü görünüş itibariyle ölü gibi durup, herhangi bir tehlike karşısında hemen paniklediğinden akıllıca tavır ortaya koyamaz. Bu yüzden hırlamakla işi geçiştirmeyi yeğler. Belki de tek mahareti maymunumsu kuyruğu sayesinde daldan dala kavrama kabiliyetine
Norveç fareleri ile yakın akraba olup, genellikle Avrupa, Orta Doğu ve Asya’da yaşayan kahve renkli görünümlü hayvanlar olarak dikkat çeker. Belli başlı geçim kaynağı ot ve yosunlar olmaktadır. Bu arada bitki kökleri arasında tüneller açmakla meşhurdurlar. Üremeleri yaz kış demeden aşırı boyutlara ulaşıp gıdalandığı alanlarda kendileri açısından kıtlık sebebi olmanın yanı sıra bu durum kır farelerinin serseri mayın misali bilinçsizce etrafa üşüşmesine neden olur. Hatta açlık başlarına vurduğunda önüne deniz çıksa bile farkına varmaksızın suya dalabiliyorlar. Tabii akıbetleri malum; topluluklar halinde boğulup ölmek olacaktır. Bu arada dağa sığınanları gıda bulamadığı için hayat süreci son bulacaktır. Arta kalanlar ise tilki ve atmaca gibi hayvanlar tarafından avlanacaklardır. Sadece hayatta kalabilen ancak bulunduğu ininden ayrılmayanlar olacaktır. Böylece bir yandan aşırı nüfus patlamasına paralel fare dengesi sağlanırken, diğer yandan yuvalarından ayrılmayan fareler sayesinde neslini devam ettirebilen bir hayvan toplulukları olarak adından söz ettirecektir.
LEMMİNGLER
Adı: Yumuşacık kürklü fare.
Konakladığı mekân: Özellikle kuzey ülkeleri, Norveç, İskandinav ülkeleri.
Yiyecekleri: Başta bitkiler olmak üzere hemen hemen bütün yiyecekler.
Bu hayvanlar bir doğumda 5–6 yavru doğurabiliyor. Özellikle nisan ve eylül ayları arka arkaya üredikleri dönemlerdir. Hızla üredikleri için nüfusları her üç veya dört yılda bir olağan üstü artış kaydedebiliyor. Bu yüzden artan nüfusunu beslemek adına göç etmek zorunda kalırlar. Tabii kolay değil yaşadığı mekândan bir anda meşakkatli yolculuğa çıkmak. Her ne kadar bu yürüyüşün adı yeni yurtlar edinmek olsa da aslında başlarına ne geleceklerini bilmeden gizli bir güç onlara nüfus dengesi yürüyüşü yaptırmaktadır. Yani bu yürüyüş sıradan bir yürüyüş gibi gözükmüyor. Belli ki bu yolculuk bir takım sıkıntılara gebe olacak, ama bir kere yola çıkmaya dursunlar, hiçbir güç onları yollarından alıkoyamayıp kör kütük ilerleyebiliyorlar. Neyse ki ayakları kar ve buza karşı dayanıklı olsun diye tabanları kürkle donatılmış, yoksa yolculuk yarıda kesilecekti. Bu arada göç esnasında karşılarına deniz bile çıksa boğulmak pahasına da olsa dalabiliyorlar. Tabiî ki sayıları binleri bulan topluluk halinde göç ettikleri için önlerine çıkan martı, atmaca, tilki, gelincik gibi memeli hayvanlara ziyafet sofrası olurlar. Bundan nehir, göl ve denizlerde yaşayan balıklar da kendi hissesine düşen payı alır. Hatta buna Ren geyikleri de dâhildir. Lemmingler iyi ki de göç ediyorlar, aksi takdirde aşırı nüfus patlamasıyla birlikte kendi popülasyon dengesini yitirmekte var. Belli ki bu hayvanları yaratan Allah böyle murad etmiş.
KÖSTEBEK
Gözleri görmemesine rağmen toprağı altına üstüne getirip kendince tünel kazma becerisi sergileyen bir memeli hayvan olarak karşımıza çıkar. Hani “İnsanı gam yıkar, duvarı nem yıkar” derler ya, aynen onun gibi toprağın nemi hiçbir zaman onu etkilemez. Çünkü derisi adeta kalın bir kürkle donatılmıştır. Fakat bahçe ve tarla işleriyle uğraşanlar köstebeğin kazdığı tünellere binaen pek hoşnut olmazlar. Zira toprak yüzeyleri öbek öbek toprak yığınlarından geçilmez hale gelebiliyor. Hele bir yağmur yağmaya dursun, fırsatı ganimet bilip toprağın dışına çıkan solucanlar ve böcekler bir anda iştahını kabartacak ziyafet sofrası olur.
KOKARCA (mephitis)
Adı üzerinde kokarca. Yani etçil, sincapgillerden, siyah tüylü ve sayıca 10’dan fazla türü olan, sürüngen veya yılan, kurbağa, sıçan benzeri hayvanlardır. Belli ki onun savunması diğer benzeri hayvanlardan farklı olarak gizlenmeye gerek kalmaksızın etrafa pis koku yaymak suretiyle olmaktadır. Şöyle ki; tehlike sezdiği an önce homurdanarak ön ayaklarıyla eşelenip düşmanına uyarı mesajı gönderir, sonrasında sırtını dönüp ateşleme pozisyonu alarak savunmasını yapar. Şayet hala rahatsız edilmeye devam ediliyorsa bu sefer “Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir” misali genişçe kuyruğunu kaldırıp sarımtırak yakıcı ve pis koku salmak zorunda kalır. Böylece pis kokulara dayanamayan düşmanını hevesini kursağında bırakıp uzaklaştırmış olur. Öyle ki; saldığı koku 800 metre uzaklıkta bile hissedilebiliyor. Kokuyu pek umursamayan hayvan ise sadece boynuzlu baykuştur. Kokunun yakıcılığına gelince sanki göz yaşartıcı bomba gibi püsküren düşmanını şaşkına çeviren cinsten bir salgı özelliği taşır. Daha da ilginç olanı koku içeren sıvı iyi rafine edilip değişik türden koku maddelerle karıştırıldığında bayanların gözde lavanta kokulu esans haline dönüşebiliyor.
Genellikle yaşadıkları yerler Orta Asya, Avrupa, Kuzey Afrika, Orta ve Kuzey Amerika ormanlarıdır. Hatta onu bozkırlarda, çalılıklarda görmekte mümkündür.
Üreme faaliyeti evlerinde bekleyen dişi kokarcalarla buluşmak için ininden çıkan erkek kokarcaların yola koyulmasıyla başlar. Bu büyük buluşma adına erkek kokarcalar arasında kavga bile çıkabiliyor. Hatta kavga bir yana dişi kokarcanın dikkatini çekmek adına bir takım romantik davranışlar sergiledikleri gözden kaçmaz da. Derken en nihayet şubat veya martın sonlarını bulan bir çiftleşme olayı gerçekleşir. Malum, doğum sonrası ise anne kürksüz yavrularını 2 aylık bir emzirmenin ardından kendi hallerine bırakıp, böylece neslin devamını sağlar. Şurası muhakkak ekseriyetle bu hayvanları gündüzün dinlenerek geçirip, geceleri ise mesaisine devam ettiğinden onu pek sık göremeyiz. Üstelik bu hayvanın kış uykusu diye bir derdi de yoktur. Baksanıza içi oyulmuş kütük veya toprağın altında delikten oluşan sığınağı kendisine çoktan ev yapmış bile, bu durumda onu nasıl görelim ki.
TAVŞAN
Tavşanlar bir doğumda 4–12 yavru doğuran hayvanlardır. Hayata göz kırpan yavrular gözü kapalı ve tüysüz olarak dünyaya gelirler. Tabii böyle kalmayacaktır, zaman içerisinde vücudu kısa tüye bürünüp, kuyrukları ise uzun kıllı hale gelir. Bir başka dikkat çeken husus; tavşanlar doğurgan olmasına doğurganda yavrusunu ancak bir hafta himayesinde barındırıp sonra salıveren bir karaktere sahipler. Neyse ki aralarında hemen ayrılmayıp 20 gün sütle besleyenler de var. Keza bir kısım tavşanlar var ki toprak altında açtığı tünel veya yuvalarda yaşamaktalar, bir kısmı ise çalılık veya uzun otlar arasında hayatını otçul olarak geçirirler. Elbette ki yeryüzünde birçok tavşan türü var olacaktır, olması gayet tabiidir, ama birbirlerinden ayırt etmede sıkıntılar yaşayabiliriz. Zaten bu konuda tecrübe sahibi olanlar onları küçük kuyruklu, uzun kulaklı ve arka ayaklarının yapısına göre birbirinden ayırt ediyorlar veya sınıflandırıyorlar. O halde bize bilge insanların tecrübelerinden faydalanmak düşer. Tavşanların belki de en ilgi çekeni beyaz tüylü olanıdır. Bazıları ise çok iyi işitme kabiliyetine sahip olduklarından her türlü sese anormal bir şekilde tepki vermekle dikkat çeker. Böylece bu şaşkınca tepki karşısında yabani tavşanlar bile ürkebiliyor. Yine de Lepus hariç tüm tavşan cinsleri ada tavşanı kategorisinde değerlendirilir. Bilindiği üzere yabani tavşanlar olduğu gibi evcil yaşayanlar da mevcut. Dolayısıyla evcil olanlar insana yabancılık çekmezler. Bu arada soğuk bölgede yaşayan bazı tavşanlar renk değiştirip, kürkleri kürkçülükte önemli bir sektör oluşturur. Türkiye’dekilerin ise tıpkı Ankara keçisinde olduğu gibi beyaz olanı çok makbuldür.
Tavşanların ağırlıkları 1–3 kilogram olup genellikle kış uykusuna yatmazlar. Ömür süresi 5–12 yıl arasında değişebiliyor. Hemen hepsinde diş olup, dişlerinin arasında boşluk bulunması hasebiyle kemirici olarak sınıflandırılırlar. Yedikleri besinleri tek celsede değil en az iki kez sindirme yoluyla hazmederler. Hatta dışarı çıkardığı dışkısını bile yutmaktan imtina etmezler. Böylece otlandıkları besinler kalın bağırsakta bakterilerce sindirilmesi sonucunda açığa çıkan B vitamininin zayi olmasının önüne geçilir. Birilerinin çıkıp dışkılarının yemesine engel olduğunda ise hastalanıp bitap düştükleri ve zayıfladıkları görülmüştür. İlginçtir rızkı uğruna ilerledikleri yol güzergâhı yokuş bile olsa cambazlamasına çok iyi sıçrayıp 33 kilometrelik bir hızla koşabiliyorlar.
Tavşan eti iyi bir idrar söktürücü olmanın yanı sıra fazla yendiğinde uykusuzluk yapmaktadır. Tavşan beyni titremelere çare olduğu gibi çocukların diş etlerine sürülünce dişin çıkmasına büyük katkı da sağlar. Hatta tavşan eti sara hastalığına ve zehirlenmelere karşı da etkilidir. Sirke ile karıştırıldığında gebeliği önleyici durumu bile söz konusudur.
KAR KUNDURALI TAVŞAN
Adı: Kar kunduralı tavşan, diğer adı değişken tavşan.
Konakladığı mekân: Çalı ve ot aralarıdır.
Yiyecekleri: Ot ve körpe sürgünlerdir.
Düşmanları: Kokarca, yılan gibi hayvanlardır.
Onun hakkında birkaç söz edeceksek, en tipik özelliği ismi ile müsemma kışın beyaz yazın ise kahverengi renge bürünmesidir. Tıpkı yılan derisini değiştiği gibi o da mevsime uygun kürkünü değiştirebiliyor. Gerçi mevsimin değişmediği bir ortama götürülse de yine sanki renk saati kurulmuşçasına kendiliğinden altı ayda bir değişecektir. Anlaşılan renk değişimi genetik yapısıyla alakalı bir husus. Hatta kürk renkleri gezegen ve bir takım gök seyyarelerinin hareketleriyle de uyumluluk gösterir. Dolayısıyla kışın karlar içerisinde beyaz renge bürüneceğinden düşmanlarınca fark edilmeyecektir. Hakeza yazın da toprak rengine büründüğü için yine korunmayı bilecektir. İlginçtir herhangi bir tehlike karşısında kaçmaktan ziyade yere çakılı kalmayı tercih etmekte. Böylece bulunduğu yerin rengine uygun bir davranış sergileyip onu fark etmek hiç kolay olmayacaktır. Neslini devam ettirebilmek adına ise yılda ortalama 3–5 kez yavrulamaktadır. Bu arada zindeliğini sağlamak adına spor yapmayı da ihmal etmez. Baksanıza yürüyüp hoplarken nice atletik sporculara taş çıkartacak şekilde ayak parmaklarının arasını açaraktan zıplayıp adeta buzun üzerinde kaymadan rahatlıkla hedefine doğru ilerleyebiliyor. Yani o kar kunduralı tavşan olmayı çoktan hak etti bile.
KANGURU
Bunlar sıçan kangurusugilleri ile karışmasın diye artık tek çatı altında değerlendirilip, kendilerine asıl kangurugiller denilen iki ön dişli keseli hayvan olarak bakılmaktadır. Yaşadığı alanlar çalılıklar olabileceği gibi dağlık alanlarda olabiliyor, hatta ağaçlarda yaşayanlara bile rastlamak mümkün. Ön ayakları arka ayaklarından büyük yaratılmıştır. Dolayısıyla hızlı koşarken ön ayaklarını kaldırıp kuyruk havada kalacak şekilde arka bacaklarıyla zıplayarak yol alırlar. Dört ayağı üzerine yürüdüklerinde ise kuyruk havada kalmayıp aksine yerde iz bırakacak şekilde dört ayaklarını kullanarak ilerlemekteler.
Dişi kanguruların en ilginç yönü karınlarının alt kısımlarında dört memeli torba şeklinde keselerinin olmasıdır. Belli ki keseler doğacak yavrularını taşımak ve barındırmak için iç organlarıyla ilişik yaratılmıştır. Zira yavrular bir ayı geçmeden doğup buraya konuk edilir. Öyle ki; yeni doğmuş iki kanguru yavrusu ancak bir çay kaşığını doldurabilecek alan kaplamaktadır. Fakat doğduklarında direk keseye düşmezler. Geçici bir süreyle dışarıdan annesinin tüyüne yapışmak suretiyle birkaç dakika içerisinde süründükten sonra kendisini keseye atabiliyor. Dolayısıyla bundan sonraki gelişimini tamamlayacağı en iyi ortam annesinin vücuduyla özleşmiş kese olacaktır. Artık yavru kanguru için burası sığınacak en güvenli liman olmaktadır. Beslenmesi içinde süt çeşmeleri hizmetine sunulmuş durumdadır. İlk başta cılız olmaları hasebiyle emecek güçte değil, bu bakımdan annenin güçlü meme kasları sürekli yavrusuna süt pompalamak zorundadır. Derken yavru kanguru 8 ay olunca keseden ayrılarak dışarıda dolaşacak hale gelip, sadece annenin yanına ara sıra süt emmek için gelmektedir. Anne o kadar yavrusuna son derece şefkatlidir ki; mesela bir köpek sürüsü tehlikesiyle karşılaştığında hızla uzaklaşmakta. Hatta koşma esnasında kesesinde taşıdığı yavrunun ağırlığından yorulduğunu hissettiğinde yavrusunu korumak pahasına emniyetli bir yere bıraktıktan sonra başka bir yola sapıp düşmanından kurtulmayı bilecektir. Bu arada kanguru bir köşeye sıkıştırılsa bile bir değil birkaç köpeği tekmeleyip haklarından gelebilme gücü sergileyebiliyor. Kanguruların ömrü takriben 15 yıl sürmektedir.
SLOTH (Tembel hayvan)
Orta ve Güney Amerika’nın yağmur ormanlarında yaşayan tembelliği ile meşhur bir memeli hayvan. Tembel insan olduğu gibi tembel hayvanda varmış meğer. Zaten tembelliğin özelliğidir yavaş hareket etmek ya da bolca uyuklamak. Nitekim Sloth bir tembel hayvan olarak günde 15–18 saat uyumakla gününü gün etmekte. Hatta çiğneme zahmetine katlanmamak adına ne pek fazla yemek yedikleri, ne de su içtikleri görülmüştür. Zira Sloth tembelce tutunduğu ağaç dallarının üzerinde tersine doğru asılı kalarak yaşamaktadır. Zemine zorunlu kalmadıkça ya ağaç değiştirmek için ya da boşaltım ihtiyacını gidermek için iner, bunun dışında pek faaliyette bulunduğu görülmemiştir. Bu yüzden adına uygun davranıp insanlar ona tembel hayvan diye anmışlardır. Her ne kadar Slothların vücut ısılarının düşük olması dolayısıyla hareketsiz oldukları söylense de sonuçta tabiatta nice aç hayvanlar karınlarını doyurmak için bin bir türlü gayretle sağa sola koşuşurken, o tam tersi “Yan gel yat Osman” misali tutunduğu ağaç yapraklarından gıdasını temin ederek tembelliğini adeta ilan iş durumdadır. Tembel hayvan olmanın ötesinde, aynı zamanda “Armut piş ağzıma düş” içgüdüsüyle hareket ettiğinden hepçil olup, yanı başında ne bulursa onu yemeye razı bir hali vardır hep.
DEVE
Adı: Deve
Yaşadığı mekân: Arabistan, Çin ve Türkistan arası tüm Ortaasya.
Yiyecekleri: Değişik türden ot, hububat, kaktüs ve hurma yiyecekleri vs.
Deveye sormuşlar neren eğri, cevap vermiş; Nerem doğru ki. İşte biz onu bu veciz sözle anarız hep. Fakat eğri olan hörgücün yağ depo ettiğini fark ettiğimizde böylesine eğri boyna can kurban diyesi geliyor içimizden. İşte hörgücünün şişkin gözükmesindeki ince sırrı bu şekilde anlarız. Nitekim seyahate çıktığımızda her türlü erzakımızı hazırlar çıkarız. Madem öyle deve niye hazırlık yapmasın ki. Bu yüzden deve seyahat öncesi Allah ne verdiyse onu yiyip içtikten sonra kendi vücut ikliminde yedikleri yağa çevrilip “Yolcu yolunda gerek” tarzında tavır sergileyen bir hayvandır. Zaten çıktığı seyahatlerde uzun zaman su içmeden yolculuğuna devam etmesindeki ince püf nokta hörgücüne depo ettiği yağ ve midesinin bir bölümüne depo ettiği su sayesindedir. Öyle ki; 34 gün hiç su içmeden yol alabiliyor. Üstelik develer su ihtiyacını yapraklardan bile temin edebiliyorlar. Dolayısıyla beslenme gıdası ot olup geviş getirerek hazmederler. Midesi ise üç bölümden ibaret olup, burnunu su deposu olarak kullanır. Aksi takdirde uçsuz bucaksız çöllerde ötelere uzanması zor olacaktı. Oldu ya besin deposu tükendi, bu durumda sahibinin çadırını bile yemekten çekinmeyen bir hayvan olarak dikkat çeker. Bu arada kendilerine yapılan haksız muameleyi unutmadığı gibi ilk fırsatını bulduğunda intikam almayı da ihmal etmez.
Onlar uçsuz bucaksız çöllerde üşenmeden seyahat edebilecek kadar dayanıklıdırlar. Zira yorgunluğunu alacak kalın ve yastıklı tabanları ve iki adet toynaklı parmakları vardır. Hatta bu sayede aç susuz dinlenmeksizin 10 saat seyahat edebiliyorlar. Ya endamlı yürüyüşlerine ne demeli, baksanıza yürüyüşünde ki zarafet izleyenleri kendisine hayran bırakacak niteliktedir. Yani deniz dalgasını andırır vaziyette menzile varmaktalar. Bu yüzden ona “Çöl gemisi” yakıştırması yapanlar pekte haksız sayılmazlar. Bundan öte saatte 5–6 kilometre hızla ilerleyebiliyorlar. Bu arada çölde ansızın rüzgâr çıktığında savrulan kumlardan hiçbir zaman etkilenmezler. Çünkü rüzgâr tarafından savrulan kumların gözünü rahatsız etmemesi için iki sıra halde kirpikler yerleştirilmiş. Keza burun delikleri kumla tıkanmasın diye burun boşlukları kıllarla donatılmıştır. Yürümesi içinse bacakları uzun ve ayakları ise genişçe yaratılmıştır.
İlginçtir develerin görünüşleri heybetli görülmesine rağmen son derece mütevazı mübarek bir hayvan olarak karşımıza çıkmaktadır. Mübarekliğini şu kıssayla hatırlarız hep. Şöyle ki;
Allah Resulü (s.a.v) ve arkadaşları Medine sınırlarına yaklaşmışlardı. Bu arada Medine halkı pür dikkat bir şekilde ufka yönelip onu bağırlarına basacakları anı heyecanla bekliyorlardı. Dahası yürekler büyük bir iştiyakla 'Az sonra Ahmet gelecek' diye çarpıyordu. Zira Medine’ye rahmet gelecekti. Toprak bile yalvarıyordu gel diye. İşte o an gelmişti ki o heyecan içerisinde bir Yahudi’nin:
-Ey Yesrib halkı! Müjde, müjde, geliyor, nidası yüreklere su serpmişti bile. Üç yolcu yaklaştıkça aşk ve vecd içinde yolunu gözleyen beş yüze yakın insan tekbir getirerek Allah-ü Ekber eşliğinde karşıladılar konuklarını. Öyle ki; Kuba toprakları böyle bir anı şimdiye kadar hiç tatmamıştı.
Kuba’da ilk iş mescit yapımı. İlk taşı Allah Resulü koymuştu, sonra sırasıyla Ebubekir, Osman ve diğerleri takip etti. Kuba’ya konakladıktan üç gün sonra da Hz. Ali gelmişti, ama ayakları ağrıdan şişmişti. Neyse ki canı yandığını fark eden Allah Resulü ayağını mübarek elleriyle sıvazlayınca ağrısı kesiliverdi. Bu arada Kuba mescidinin yapımı da tamamlanmış oldu, ilk mescit, ilk imam ise Peygamberimizdi.
Habib-i Kibriya on dört günlük Kuba konaklamasının ardından Medine’ye Kasva adında devesiyle hareket etti. Yaşlısı, genci, çoluk çocuk hep yollara düşmüş, damlara ve ağaç dalları üzerine çıkmış onu gözlüyorlardı. Nihayet bekledikleri ‘Adı güzel kendi güzel Muhammed’ görünüverdi. Çocuklar bile “İşte Allah’ın Habibi geldi” diye heyecan varı haykırıyorlardı.
Hakeza genç kızlar:
“-Taleal bedri aleyna minseniyyetül veda” ilahisiyle şeref verdin beldemize diyerek övgü yağdırıyorlardı. Yediden yetmişe herkes sevinç naraları arasında kendinden geçmişçesine coşmuşlardı. Aynı zamanda Yüce sevgiliyi kendi aralarında paylaşamıyorlardı.
Ensar söz birliği yapmışçasına: Ya Rasulullah buyurun bizim evimize diyerekten her biri davet etmekte yarışıyorlardı.
Habib-i Ekrem (s.a.v) Kasva adlı devesiyle bu meseleyi halletmeyi tercih etti. Nitekim devenin yularını bırakıp: O nereye çökerse o evde konaklayacağım dedi.
Nihayet deve bugünkü Mescid-i Nebevi’nin bulunduğu yer olan boş arsaya çöküverdi. Çöktüğü yere en yakın ev ise Ebu Eyyub Halid b. Zeyd’in eviydi. Gözleri dolmuştu sevinçten. Sevinen sadece Ebu Eyyub El Ensari değildi elbet, tüm Medine halkıda buna dahildi.
O mübarek bir hayvan olmanın ötesinde insanlar için gerektiğinde iyi bir binek taşı, gerektiğinde etinden, sütünden, gübresinden vs. faydalanılan bir seyyah hayvandır. Tabiî ki zaman zaman sert tavırlar sergiledikleri durumlarda vardı. Mesela hoşlanmadığı bir insana küsebildiği gibi nefretle tükürdüğü de oluyordu.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz