Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

HAYVANLAR ÂLEMİ-1

Aşağa gitmek

 HAYVANLAR ÂLEMİ-1 Empty HAYVANLAR ÂLEMİ-1

Mesaj tarafından Selim Paz Tem. 30, 2023 3:09 pm

HAYVANLAR ÂLEMİ-1
SELİM GÜRBÜZER


PİRE
Adı: Pire
Konakladığı mekân: Canlıların üzeri, yer döşemelerin çatlak araları, ev ve iş yerlerinin birçok alanları.
Yiyecekleri: Hayvani artık, deri pulları ve kan.
Üremeleri: Dişiler hangi optimal şartlarda olursa olsun hemen hemen her yere yumurtalarını bırakabildiklerinden neslin devamı bakımdan pek sıkıntı çekmezler.
Pire konuk olacağı avının kokusunu hissetmeye dursun ansızın bir sıçrama hareketiyle derhal o canlı üzerine çöküp, deri döküntüleriyle birlikte kanını emip beslenmenin zevkini çıkartabilen bir hayvan. Yani en biricik işi kan emmektir. Hele bir sıçrayışı var ki kendi fiziki boyunun elli katı mesafe kat etmekle kalmayıp takla bile atabiliyor. Öyle ki; takla atarken es kaza düşse, hiç önemi yok. Çünkü elastiki yapıya sahip olma özelliği sayesinde zerre miskal incinmezler. Zaten yan böğrünün yassı oluşu konakladığı canlının kılları üzerinde kızak misali kayıp gezinmesine büyük bir avantaj sağlamakta. Her ne kadar dıştan baktığımızda fiziki yapısı pek ayırt edilmese de mikroskop altında tüm azaları görülebiliyor. Nitekim mikroskobik inceleme sonucunda; ön ve orta bacak eşlerinin kısa, arka bacaklarının ise uzun olduğu, her şeyden öte kanatsız grimsi kahverengi bir küçücük canlı olduğunu fark ederiz.
Dişi pirelerin bıraktıkları beyaz yumurtalar o kadar küçük ki siyah bir kumaş üzerinde bile fark etmek zordur. Malum larvalar düştükleri yerde biriken tozlarla beslenirler. Tabii bu arada daha henüz yavru oldukları için ilk etapta kan emici özelliği taşımazlar. Olsun Rabbül âlemin onu bu haliyle bile rızklandırmakta. Şöyle ki; onu yaratan güç yassı bir ipek kozasının içerisinde pupa halde büyütüp belli bir müddet saklı tuttuktan sonra olgunlaşma dönemine doğru “Enginlere sığmam taşarım” misali kozayı yırtacak ilhamı veriyor. Böylece kendini kozadan dışarı atabiliyor. Artık hayata sıçrama zamanının geldiğini fark eden pire bu noktadan sonra rahatlıkla kan emecek düzeye gelmiş olur. O halde bu durumda bize yolun açık olsun demek düşer. Madem Allah insana yürü kulum diyor, kulda gereğini yapıp yürümeli. Baksanıza pire yürümek bir yana, sıçrıyor da.
Demek ki, pireler omurgasız ve kan emerek beslenen kanatsız böceklerdir. Çıplak gözle görülmese de vücudunun alt kısmında toplam altı adet ayak olup, bu sayede kendi vücut uzunluğunun 200 katı zıplayabiliyorlar. Keza söz konusu böceklerin tüm fiziki unsurları çıplak gözle görülmese de mikroskop altında iyi incelendiğinde baş kısmında 2 adet keskin göz, kendi aralarında iletişimi sağlayacak anten, ayakuçlarında çengel ve vantuzların varlığı görülecektir.
İnsanların zaman zaman pirelenip kaşındıklarına şahit oluruz. Çünkü gerek büyük baş hayvanlar ve gerekse bizler kaşınırken onlar afiyetle kanımızı emdikleri gibi işi bittikten sonra yumurtasını bırakıp çekilmekteler. Böylece bulaşıcı bir hayvan olarak onları her an ensemizde hissederiz. Dolayısıyla mümkün mertebe pireli ortamlardan uzak kalmakta fayda var. Gerçi günümüzde pireye karşı birtakım kimyasal dezenfektan ve birtakım ilaçlamalardan olsa gerek artık etrafımızda pirelenen insan pek göremez olduk. Şurası muhakkak onlar daha çok evcil hayvanlar vasıtasıyla bize bulaşmakta. Derken birçok hastalıklar onlar vasıtasıyla vücudumuza sirayet ediyor. Hatta hiç tahmin edemeyeceğimiz bir şekilde hemen hemen her yere zıplayıp yatak yorgan dâhil evimizin her alanına veya kuytu yerlere bıraktığı yumurtalar yoluyla neslini devamını sağlıyorlar.
Dünyanın her tarafında 1500 kadar pire türünün olduğundan dem vurulmakta. Bu türler arasında kan emenler olduğu gibi farklı bir şekilde beslenenler de var. Nitekim su piresi ve pamuk piresi bunların tipik bir misalidir. Anlaşılan birçok tür hem bitkisel, hem de su da yaşayan organik maddelerle beslenmekteler. Bizler onları kan emen bir böcek olduğuna odaklanırken bu arada bilmem farkında mıyız pirelerin karnının altında bulunan deliklerden ses dalgaları yaymalarının yanı sıra, yüksek frekansa hassas sesleri işittiklerini gözden kaçırmış oluyoruz. Oysa asıl üzerinde durulması gereken mucizevî olay bu olsa gerektir. Her ne kadar insanlar kendi aralarında tartıştıklarında; “Pireyi deve yapma” deseler de meğer onlar en az deve kadar birçok özelliklere sahip yaratıklarmış.
GÜVE
Bir tür böcek ve kurtçumsu minicik kelebek hayvanlardır. Dıştan bakıldığında kanatların donuk olduğunu sanırız. Fakat mikroskop altında incelendiğinde harika bir sanat eseri karşısında olduğumuzu fark ederiz.
Genelde odun, kumaş ve kürk üzerinde beslenirler. Bu yüzden tırtıllar mağaza ve ambarlarda büyük zarara yol açan canlılar olarak dikkat çeker. Olur ya bir gün elbise dolabınızı açtığınızda raflara katlayıp özene özene dizdiğiniz birçok yünlü elbiselerinizin deforme olduğunu gördüğünüzde eve hırsız mı girdi diye sakın şaşmayın. Biliniz ki bu başınıza gelen durum büyük bir ustalıkla kemirip kendisine ziyafet çeken güvenin açtığı işten başkası değildir. Hatta elbiselerinizi silkelediğinizde uçuştuklarını bile görmek mümkün. Sadece elbiseleri kemirseler yine iyi, yünlü halılarımıza bile musallat olabiliyorlar. Dolayısıyla kürklerinizi, kumaşlarınızı sık sık fırçalamanın yanı sıra gerektiğinde her mevsim havalandırmakta fayda var. Ayrıca dolap veya sandığa kâfurun, naftalin gibi tozları da koymayı ihmal etmemek gerekir.
Güveler aynı zamanda tarla ve ambarlarda stoklanan buğday ve mısıra da zarar vermekteler. Özellikle yazın dişi kelebeklerin başaklar üzerine bıraktıkları yumurtalar bulaşmanın ilk adımını teşkil eder. İkinci adım yumurtadan çıkan tırtıl evresi olup, bu evre de besleneceği gıdayı içinden çıktıkları yumurta kabuğundan sağladıkları gözlemlenmiştir. Derken beslenme sırası başaklara gelip, malum başak tanelerinde gıdalanma içten içe kemirmek şeklinde gerçekleşir. Üçüncü adım ise tahılların hasat edildiği dönemde tırtılların verdiği ikinci dölün ambarda stok halde bulunan danelere yerleşmesiyle vuku bulur. Şayet ambarlar yerleştirilen buğdaylar birtakım kimyasal dezenfektanlarla muamele edilmezse yediğimiz her ekmek sağlığımız için tehdit unsuru oluşturması ihtimal dâhilindedir. Demek ki güveyi yaratan Allah, önce güveyi yumurta, sonra tırtıl, daha sonra kanatlı bir kelebek halinde elbise, un, makarna, erişte ve kuru üzüm gibi gıdalar üzerine salıverip rızklandırmakta. Niye salınıyor demeyin. Zira yaratan böyle murad etmiş, dolayısıyla kula düşen hikmetinden sual eylememesidir.
Tüm bunlara ilaveten dikkat çeken bir ipek böceği güvesi var ki minicik boyuna rağmen koku alma konusunda onun emsali böcek yoktur diyebiliriz. Nitekim Rabbül âlemin onu iki duyarlı antenle donatmasıyla birlikte bu rekor ona has kılmıştır. Öyle ki bu donanım sayesinde dişisinin kokusunu 12 kilometre uzaklıktan bile hissedebiliyor.
PEYGAMBER DEVESİ (Mantidae)
Böcek familyasından bir hayvan olup, onu hep peygamberdevesi olarak biliriz. Genellikle yaşadıkları yerler tropikal ve subtropikal bölgelerdir. Tip itibariyle kafası üçgenimsi, antenleri kıl gibi ince ve uzun, bacakları birbirine eklemlerle ekli olup biri dikenli, diğer ikisi uzun parçalı, vücudu ise uzun ve ince yapı görünümdedir. Anlaşılan o ki, bu donanım boşa dizayn edilmemiş, bilakis avını yakalayacağı sırada ayaklarındaki iki uzun parçasını kıskaç hale getirip kıskıvrak avlamak için tanzim edilmiş. Tabii daha başka maharetleri de var. Şöyle ki; kamuflaj olma özelliği sayesinde gezindiği yerlerdeki doğal renginden ziyade kendini daha çok çiçeğe benzetip hem düşmanından korunur, hem de gerektiğinde renkten renge girip avını tuzağa düşürebiliyor. Bazen öyle oluyor ki avını liken ve parlak çiçek renginin dışında karınca kılığına girerek bile avlayabiliyor. Nasıl derseniz, önce kıskaçlarını kullanmadan pür dikkat hareketsiz bir vaziyette avını gözetleyip, daha sonra avını avlayabileceğinden emin olduğunda ön kısmı kalkık vaziyet alıp bacaklarını kıskıvrak bir şekilde avı üzerine yapıştırmak suretiyle gerçekleşir. Bu arada gözlerden kaçmayan dikkat çeken bir husus var ki, avını avlayacağı sırada kalkık vaziyette pozisyon aldığı durum hep dua eder gibi algılanmış olup, insanlar ona peygamberdevesi gözüyle bakmışlardır. Olsun avı için dua edermiş gibi görünse de doğru olan bir şey var ki, o da fiiliyatıyla gıdasına kavuşmasıdır. Derken daha çok karınca, hamam böceği, sinek vs. böceklerle kendine ziyafet çekmektedir. Ayrıca peygamber devesinin yamyamlık özelliği de var. Şöyle ki; çiftleşme anında dişiler erkekleri bile yiyebiliyor. Neyse ki erkeğin kafası koparılsa da her halükarda çiftleşme gerçekleşebiliyor. Yumurtlama ise ya ağaç kabuğu, ya da çalılar üzeri olmaktadır. İlginçtir bunlar aşırı obur hayvanlar olarak ta dikkat çekerler. Dolayısıyla yediği besinler zehirli de olsa midesi kaldırabiliyor. İşte çiftçiler söz konusu tüketici yönlerini çok iyi bildiklerinden tarlalarda zararlı haşerelere karşı yumurta keselerinden faydalanırlar. Böylece haşerelerin bertaraf edilmesiyle birlikte çiftçilerin yüzü aydınlanıverir. Keza bu hayvanlar yumurtalarını titizlikle muhafaza etmek içinde kuyruk üzerinde ipeğe benzer bir köpükle sert bir duvar örerler. İşte bu sert duvarlar arası dizili olan ceviz büyüklüğünde ki yumurtadan çıkan 350 civarı yavru, yaz mevsimiyle birlikte hayata merhaba deyip işe koyulurlar.
AĞUSTOS BÖCEĞİ
Özellikle bunlar sıcak bölgelerin tombulsu gözde çalgıcı böcek hayvanlarıdır. Belki inanmayacaksınız, ama gerçek. Türkiye’de 4 yıl, Amerika’da ise 17 yıl toprak altında uyuduktan sonra hayata göz kırpan bir tür var. Dile kolay 17 yıl. Bu olay Hz. İsa (a.s)’ın havarilerini hatırlatır bize. Zira havariler 300 yılı aşkın bir süre mağarada uyuduktan sonra mucizevî bir olayla hayata dönmüşlerdi. Ağustos böceği 17 yıl sonra gözünü açsa bile beş haftaya kalmaz, her fani gibi o da yaz sonu çiftleştikten sonra hayata veda edecektir elbet. İşte o beş haftalık kısa bir zaman dilimi neslinin devamına yetiyor artıyor da. Şöyle ki; dişi ağustos böceği keskin uçlu uzantılı borusuyla ağaçların genç sürgünleri üzerine sondaj yapıp yumurtalarını oyduğu kısma yerleştiriverir. Hatta Yüce Allah hortumlarını keskin donanımlı yaratmış ki gagalarıyla tırpanladığı ağaç filizleri yeniden filizlenmesin. Aksi takdirde filizlenen ağaç dalları yavruların oyuktan çıkmasına mani olacaktı. Böylece bu donanım sayesinde altı hafta sonra larvaların çıkması sağlanır. Larvalar da tıpkı annelerinin bir zamanlar yaptığı gibi önce kendisine uygun ağaç kök bulur, sonra köke yapışıp kök öz suyunu emerler. Daha sonra kazıcı ön ayaklarıyla toprağı kazıp 17 yıllık bir hayat evresini geçireceği yerde erginleşene kadar uykuya dalarlar. En nihayetinde topraktan haşir misali diriliş gerçekleşir. Nitekim dirilişin akabinde ağaç gövdesine tırmanıp kabuk değiştirmesiyle birlikte içerisinden zayıf yapıda çift kanatlı rengârenk ağustos böcekleriyle karşılaşırız. İyi ki de varlar. Çünkü onlar havadan uçuşurken inleyen nağmeler ruhumuzu dinlendirmekte. Belli ki Yüce Allah biz aciz kullara larvanın ağustos böceğine dönüşmesi dâhil tüm 17 yıllık bir safahatın karşılığı zikre dalış ötüşlerini dinletme lütuf’unda bulunup, ömre bedel bir olay yaşatıyor. Derken 5 haftalık zikir senfoni sonrası annesi gibi bir ağaç dalına yumurtlamanın ardından ömrünü tamamlayıp “Ya baki entel baki” dercesine ötelere göç eyler.
İPEK BÖCEĞİ
Adı üzerinde ipek böceği, ama aslında o narin bir kelebek. Şöyle ki kendisini savunmak adına ördüğü ipek kozası sayesinde bu adı almış. Belli ki koza kendisinin salgıladığı sıvı sayesinde oluşmakta. Bu durumun farkında olan üreticiler her bir kelebekten önceden hazırladıkları beyaz kâğıtlar üzerine 450–500 civarı yumurta yumurtlamasını sağlarlar. Derken yumurtalar kuluçka makinesine alınıp 20 gün içerisinde belirli ısı şartlarında larvaya dönüşürler. Artık bu noktadan sonra larva yumurta kabuğunu kırıp beslenme devresine geçiş yapar. İşte bu devrede dışarı çıkan larvalar her iki üç saatte bir dut yaprağı ile besiye alınırlar. Böylece 1,5 ayın sonunda büyüme ve gelişim devresini tamamlamış olan larvalar yaklaşık 7,5 santim boyunda pupa evresine terfi ederler. Fakat pupa konumdayken ayakları olmadığından hareketsizdirler. Olsun, onu bu halde bile koruyan bir donanım olacaktır elbet. Nasıl donanım derseniz, gayet kolay. Zira pupa, koza örüp kendisini korumayı bilecektir. Tabiî o bu işi koruma adına yaparken ördüğü ipeklerin tekstil sanayinde paha biçilmez bir iplik olacağını bilemeyecektir. Varsın bilmesin, kendisi bilmese de Halik biliyor ya. Keza kulda bildiğinden bu aşamada özel itinayla hazırladığı bir çöp veya ağaç filizine tutunacak tertibatı ihmal etmez de. Niye etsin ki insanoğlu çok iyi biliyor ki pupanın üst dudak deliğinden çıkan salgının havayla teması sonucunda zamklaşmasıyla birlikte tutunduğu dalın etrafını tel tel dolamaya başlayacak, derken üç gün içerisinde pupa kozasını sonlandırmış olacaktır. Hani derler ya her çilenin sonunda bir aydınlık var diye. Aynen öyle de koza aşamasından sonra sıra artık kelebek olma zamanıdır. Ancak ne var ki çiftçiler buna geçit vermezler. Çünkü kozadan çıktıkları andan itibaren ördüğü ipekleri parçalayıp koparacaklardır. Dolayısıyla bu aşamada koza halde fırına verilirler. Kelebek olmasına müsaade verilen pupaların çok az bir kısmı ise çiftçilerce yumurtlasın diye alıkonulurlar. Bunun dışındakiler fırın veya sıcak su buharında öldürülürler. Böylece fırınlamaya verilen kozalar açıldığında makaralara sarılan bir kozadan takriben 1000 metre uzunluğunda iplik elde edilir. Meğer Çinlilerin yıllarca sır olarak sakladıkları ipek kumaşı, ipek böceğinin kozasında gizliymiş. Fakat gün geldi sır zır olunca tekstil dünyasının yüzü aydınlanıverdi. Onlar sevine dursunlar biz onun önce yumurta halinden larva haline geçişine, dut yaprağından nasıl beslendiğine, bundan öte insanların hayrına ipek yapmayı nasıl öğrendiğine, sonra da kanatlanıp nasıl kelebek olduğuna hayranız. Dahası tüm bu başkalaşım evrelerini ilham eden Allah’a hayranız.
KELEBEK
Tırtılın bir gün kelebek haline dönüşeceğini çoğu kimse kestiremez. Çünkü ikisi arasında bayağı fark vardır. Biri kanatsız solucanı andırır, diğeri ise rengârenk kanata sahip uçuşan bir küçücük böcek pozisyonundadır. Dişi kelebek sanki bir yerden emir almışçasına erkek kelebek tarafından döllenmiş yüz veya birkaç bin arasında yumurtasını yaprağın yanına bırakır. Bırakması da gerekir. Çünkü neslin devamı için buna mecburdur. Düşünsenize daha henüz tırtıl larva aşamasındayken vaktaki güç kazanır o gün geldiğinde yumurta kabuğunu kırıp kurtçuk halde dışarı çıkmasını bilecektir. Peki, dışarı çıkınca ne olacak. Tabii ki ilk iş hemen yanı başında bulunan yaprakları yeyip kendini beslemeye almak olacak. Özellikle dut yaprağı birinci derece gıda kaynağı olup, yeteri kadar bu kaynaktan beslendikten sonra zaman içerisinde alt dudağının altında dökülen salgı bezinden çıkan sıvı iplik şekline dönüşecektir. Peki sonrası? Sonrası malum ipek ipliği ile yaprağa tutunup vücudu etrafında kendine bir ağ örecektir. Ki; bu ördüğü ağ ona koza olur. Derken koza içerisinde geçirdiği bir takım değişimler sonucu pupa (krizalit) devresine adım atılır. En nihayet aylar süren bir süreç tamamlandığında izleyenleri mest eden renkli kanatlı kelebeğin kırlar veya bayırlarda çiçekten çiçeğe dolaşıp uçuştuğuna şahit oluruz. Anlaşılan tırtıl, bir zamanlar yaprağın üzerinde sürünürken gün gelip kuş misali uçacağını kendisinin bile inanmayacağı bir uçuşa geçmektedir. Şimdi o bu durum karşısında; “Bir zaman yumurtaydım, sonra tırtıl, daha sonra koza ve en nihayet herkesin gıpta ile seyrettiği ve etrafa neşe katan bir kelebeğim” diye övünse yeridir. Bir başka en ilginç yönü de ince hortumu vasıtasıyla bitki sularını içmesidir. Ki, buna mecburdur. Çünkü onu yaratan çene ve gagadan mahrum yaratmış. Neyse ki hortumuyla önce konduğu çiçeği kontrol etmekte, ardından gereken besini alıp Yaratana şükretmekte.
ATEŞ BÖCEĞİ
Geceleyin kırda bayırda dolaştıysanız bir anda etrafınızda yansıyan ve boşlukta dalga dalga bir ışığın parladığını görmüşsünüzdür. İşte o ışık saçan fener ateş böceğinden başkası değildir. İlginçtir böceğin vücuduna giren oksijenin sinir ağıyla reaksiyona girip, daha önceden var olan karnında ki beş çeşit kimyasal maddeyle sentezlenince etrafa ışık saçabiliyor. Bu ışık sadece etrafı aydınlatmakla kalmayıp, aynı zamanda erkek ve dişi ateş böceklerin kendi aralarında irtibatı sağlayan bir iletişim şebekesi işlevi de görür. Böylece bu işaretleşmeler sayesinde izdivaç gerçekleşmiş olur.
ELMA KURDU(Sinek)
Yuvasız hayvan olmaz elbet. Çoğu hayvan kendini korumak adına kendi çapında yuva yapma için uğraşıp dururken, öylesi var ki; hiçbir zahmete katlanmadan kendini tatlandırılmış bir ortamda bulmanın zevkini yaşar. Sözünü ettiğimiz şey sineğin oluşum evresiyle ilgili elma kurdundan başkası değildir. Belki yazın elma ağaçların etrafında uçuşan sinekler dikkatinizi çekmiş olabilir. Belli ki iş olsun diye uçuşmuyorlar. Dişi sinek olgunlaşmış elmanın üzerine konduğunda hemen vücudunun altında yer alan keskin tüpüyle delik açıp tüp içerisinde ki yumurtalarını elmanın içerisine şırınga edebiliyor. Böylece enjekte edilen yumurtalar bir süre sonra tıpkı bir çocuğun anne karnında dokuz aylık geçirdiği embriyolojik gelişmenin bir başka benzer aşamalarını tamamlamasıyla birlikte kurda dönüşecektir. Ta ki bu durum elma karnında zevki sefa içerisinde beslenip sonbaharla birlikte elmalar olgunlaşıp ağaç dibine düşene kadar devam eder. Derken sonbahar onun için bir doğum günü olup, tıpkı anne karnında doğan çıplak çocuk misali elma rahminden dışarı çıktığında toprağı için için oymaya başladığında yazlık hayatından kışlık hayatına sürünerek göç eyler. Toprak bu noktada elma kurdu için ikinci bir ana rahimdir. Tabii bu ikinci ana rahminde başkalaşım evreleri var olup, söz konusu aşamaları geçirdikten sonra yaz mevsimi kabuğundan çıkıp karşımıza sinek olarak çıkar. İşte sinek dediğimiz, aslında önce yumurta, sonra elma içerisinde kurt ve en nihayet toprak ana rahminden dışarı çıkıp havada uçuşan çift kanatlı bir canlı demektir.
SİVRİ SİNEKLER
Sivrisinekler tıpkı tırtıllar gibi başkalaşım geçiren böcekler olup, başkalaşım evreleri dört safhada gerçekleşir. Nitekim yaz kış demeden hangi başkalaşım evresinde olursa olsun fark etmez gerek su içerisinde geçireceği yumurta, larva ve pup evreleri, gerekse karada geçireceği olgunlaşma dönemleri başarıyla tamamlanır. Geçirmiş olduğu evrelerden anlaşıldığı üzere az bir su gölcüğü onun bu aşamaları geçirmesine yetiyor, artıyor da. Fakat yinede her aşamasında bir takım şartların oluşması gerekir. Mesela yumurtadan çıkacak olan yavrular için optimal sıcaklığa sahip bir ortam olması gerekir ki gelişebilsinler. Aksi takdirde aşırı sıcak veya kuraklık yumurtaların oluşumunu sekteye uğratabiliyor.
Sivrisineklerin en belirgin özelliği insan veya hayvan kanı emmesidir. Sineğe kan emme ilhamını veren Allah, parmağımızdan çıkan harareti hissetme yeteneği de verecektir elbet. Öyle de zaten. Nitekim parmaktan çıkan hararet havada dalga oluşturduğundan duyargası vasıtasıyla hemen fark eder de. Bu arada sivrisinek kan emer emmez, kanın pıhtılaşmasını önleyecek sıvı çıkarmayı da ihmal etmez. Demek ki etrafımızda vızıldayarak uçuşmalarının sebebi hep bu kan içinmiş. Aynı zamanda bu sesler erkek ve dişi sivrisinekler arasında çiftleşme melodileri olarak değerlendirilir. Şurası muhakkak sivrisineklerin bitki ve meyve sularını emerek beslenen türleri de mevcut.
Bu arada sivrisineklerden hoşlanmamız gayet tabii bir olay olarak karşılamak gerekir. Çünkü sarıhumma, fil hastalığı ve sıtma gibi hastalıklar onun vasıtasıyla bulaşmakta. Neyse ki virüs kaynaklı hastalıklar bunlar tarafından taşınamamaktadır. Bu yüzden bu kadarına şükr etmek en doğrusu.
Birde karasinekler var ki; Yüce Allah onları üç bacaklı, ayaklarını iki tırnak olacak şekilde yaratmış. Böylece bu ayak yapısı sayesinde tavanda bile gezinebiliyorlar. Belli ki minicik ayak tırnaklarına yerleştirilen yapışkanımsı madde her tür zeminde yürümesini kolaylaştırabiliyor. Onlar gezine dursun, şu da bir gerçek bunlarda tıpkı sivrisinekler gibi mikropların barındığı yerlere konması dolayısıyla birtakım hastalıkları tetikleyecek şekilde gezinip duran hayvanlardır. Bu yüzden onların bulunduğu ortamlarda açıkta yiyecek bırakmamakta sayısız faydalar var elbet. Neyse ki onlarla iç içe yaşamamıza rağmen yine de pek sık hastalanmayız. Allah-ü Teala söz konusu sinek kanatların birini panzehirli yaratması hasebiyle diğer kanadıyla taşıdığı zehir etkisiz hale gelebiliyor. Bu yüzden Peygamberimiz (s.a.v) yemeğe düşen bir sineğin tamamının batırılması noktasında tavsiye buyurup, böylece 1400 yıl öncesinden sinek kanatlarından birinin panzehir olduğuna işaret etmiştir. Ki; İbnu Mace’de Ebu Saidi’l Hudri (r.anh)’tan rivayet bir hadisi şerifte; “Sineğin iki kanadının birinde zehir, diğerinde şifa vardır. Eğer bir tarafı yemeğe düşerse, onu içine iyici batırın (sonra çıkarıp atın). Çünkü o, önce zehri (kanadını banar), şifa(lı kanadı) geri bırakır” diye buyrulmuştur.
KARINCALAR
Sosyalleşmeden bahsederiz, ama her nedense bir türlü karınca misali sosyal olamıyoruz. Zaten karıncalardan yeteri kadar ders alınsaydı, belki de sosyal hayatımız kararıp solmayacaktı. Baksanıza karıncalar küçük varlıklar olmasına rağmen vücutlarının 50 kat üstü yük kaldırabiliyorlar. Üstelik yaptığı işi severek yapmaktalar. Keza bir insan da karınca misali işini severse birçok işi yapacak düzeye gelebiliyor. Demek ki karıncalar kemiksiz zayıf yaratıklar görünse de yaptığı işlere bakınca güçlü varlıklar olduğu ortaya çıkıyor. Bir kere kendi aralarında iş bölümü yapması onları daha da güçlü kılan bir husus... Düşünsenize dünya üzerinde 10 bin çeşit karınca türünün hemen hepsi küçücük yaratıklar, ama güçlü çene yapılarıyla sert yiyecekleri bile parçalayacak güce sahipler.
Öyle karıncalar var ki; kendi dışında bir takım hayvanlardan istifade edebiliyorlar. Nitekim Aphide ve Coccid gibi obur minicik böceklerden bile bir inekten süt sağar misali emip beslenebiliyor. Yine bir başka karınca çeşidi var ki bitki biti diye bilinen böceğin suyunu (şekerli bal özü) toplayıp en iyi şekilde yararlanabiliyor. Anlaşılan bu tipler geçimlerini hayvancılık üzerine kurup yaprak biti ve yeşil sinek yetiştirmeye adamış durumdalar. Özellikle bu iş için sonbahar mevsimi bulunmaz bir fırsat teşkil eder. Yani bu mevsim bitki bitlerinin yeraltında karınca yuvalarına taşındığı güz dönemidir. Malum ilkbahar geldiğinde ise bitki biti yumurtasından yumurtalar çıkmasıyla birlikte yavru bitler ot kök odalarına aktarılır. Tabii taşınacakları mekân mısır kökü olursa daha iyi olur. Çünkü yavru bitler en çok mısır köklerinden hoşlanırlar. Derken mısır köklerine nakledilme işlemi mısır filiz verene dek sürer. Böylece karıncalar emeklerinin karşılığı onlardan bal elde etmiş olurlar. Belli ki bahçıvanlar; karınca ve bitki bit kökleri arasında ortaklaşa işbirliğine dayalı düzenin en canlı şahidi konumunda olmaları hasebiyle bu tip bitki bit böceklere karınca ineği demişlerdir. Bahçıvanlar gayet iyi biliyorlar ki sıvı damlalarını toplayan karıncalar olmasa yapraklar damlacıklarından geçilmeyecekti. Bu yüzden bahçıvanlar karıncalara teşekkür borçlular. Hakeza karıncalarda öyledir. Yani ortada karşılıklı yardımlaşma söz konusu. Zira karıncalar bit sayesinde hem kendine, hem de diğer karıncaların beslenmesine vesile olmaktalar. Zaten karıncalar bunun gereği olarak bitleri kendi yuvalarında konuk etmekle kalmayıp onları kışın ayazında korumanın yanı sıra bahar yaklaştığında otlanmalarını veya güneşlenmelerini sağlıyorlar. Hatta güneşlenen yumurtaların çatlayıp neslinin devamına yardımcı olurlar.
Peki, bitki bitinin yumurtası olur da karıncanın olmaz mı? Elbette olur. Mesela bir kraliçe beyaz karınca var ki; günde 30.000 yumurta bırakıyor. Nasıl oluyor demeyin. Belli ki onu yaratan beyaz karıncanın profilini yumurtası içerisine kodlamış. Dile kolay 30.000 yumurta, sene hesabına vurursak rakamlar daha da büyüyecektir. Anlaşılan olaya “Doğa ana” gözüyle bakanlar bu sayı karşısında tabiat tufanında boğulmaya mahkûm kalacaklardır. Bizler ise Yaratıcının kudreti karşısında bir kez daha şükrümüz artacaktır.
Güney Amerika’nın bazı bölgelerinde öyle karıncalar var ki; meyve bahçeleri veya koruları istila etmeleriyle birlikte yaprakları bir bir kıyıp gübre haline getirirler. Bu arada yuvalarına dönüşü sırasında beraberinde şemsiye tarzı yaprak üzeri taşıdıkları minicik karıncalar dikkat çeker ki; bunlara şemsiye karıncalar denilir. Derken yolculuğun sonunda güçlü çeneleriyle taşıdıkları yaprakları iyice çiğneyip yumuşatmanın ardından mağaralara sermenin mutluluğunu yaşarlar. Böylece emeklerinin karşılığında yetişen mantarlar karıncaların beslenme kaynağı olur.
ÖRÜMCEK
Örümcekleri gören sanır ki çok uysal hayvanlar, oysa saldırgandırlar. Hatta birbirlerine bile dalaşıverirler. Bu yüzden hepsini bir arada görmek pek mümkün olmaz. Yani bizim anladığımız manada onlarda aile hayatı yoktur, aksine bireysel takılan yaratıklardır. Bu arada dışarıdan bakınca cinsiyetini belirlemekte çok güçtür. Çünkü testis karın boşluğuna gizlenmiştir. Hayat süreleri ise 15 ayla sınırlıdır. Yüce Allah örümceğin beslenmesi için vücudun arka bölümüne bez yerleştirdiği gibi kendisini saklaması içinse yuva kurma ve avını kuşatmaya elverişli sıvı madde (ipek meydana getiren sıvı) yaratmış. Bir kısım örümcek var ki; avlarını sıçrama hamle ile avlamaktalar. Keza bir kısım türler var ki; avını ördükleri ağ vasıtasıyla tuzağa düşürmekteler. Hatta av operasyonununa ara verip istirahata çekilmiş olsalar bile ördükleri ipliğin titreşimi sayesinde ağa düşen her avdan anında haberdar olabiliyorlar. Genellikle çekirge, sinek ve eşek arısı gibi böceklerin ayaklarına telin dolanması sonucu ağa düşmesiyle örümceğe yem olması bir olmaktadır. Hatta bazı türler var ki bunlar sadece böceklerle yetinmeyip yavru kuş, amfibyum ve sürüngen gibi yaratıklarda avları arasına girer. Sonuçta hangi türden olursa olsun, genel itibariyle örümcekler kıskıvrak yakaladığı avını çıkardıkları zehir salgısıyla anbean felce uğratabiliyorlar. Sadece felç etse gam yemeyiz, aynı zamanda felç haline getirdiği avını limon gibi sıkıp şiraze haline getirdiği sıvıyı emmek suretiyle yudumlayıverirler de. Afiyetle yudumlamanın ardından arta kalan içi boş kabuklar uygun bir yere (dışarı) atarlar. Örümceğe ve onun yaratılışında sırra bak ki ağız kısmı güçlü olmamasına rağmen tuzak, hile derken avını alt edebiliyor. Yani bu işi 8 bacağında zehir içeren kancalar sayesinde başarmakta. Dahası çengeller avını delmeye ve akıtmaya fazlasıyla yetip, deldiği yerden zehri sızdırmasıyla birlikte avını şaşkın hale getirebiliyor.
Malum böcekler genellikle altı bacaklı olup, örümcekler ise sekiz bacaklı, antensiz ve kanatsızdırlar. Neyse ki örümceklerde anten işi üstlenecek ağzın uç kısmında pedipalp denen çıkıntılar var. Pedipalp bacağa benzediğinden olsa gerek bunlara duyu bacakları denmekte. Peki, bunlar ne işe yarar derseniz, elbette ki hem iletişimi sağlar, hem de üreme zamanı biriken spermaların transferinde çiftleşme organ vazifesi görür. Bu durumda erkek örümceğin pedipalpi spermalarla dolduğunda dişi aramaya koyulacağı muhakkak. Fakat dişi örümcek arayım derken canından olmakta var. Madem öyle tedbir babından izdivacının başlangıcında dişiden uzak bir mesafede sevgi gösterileri sahnelemek gerekir. Çünkü yakın kalmakla işin sonunda yakayı ele verme riski söz konusudur. O halde bir şeyler yapmalı, yapılır da. Şöyle ki; ilk evvela sevgi şovuyla dişinin aklını çelip açlık hissi unutturulmaya çalışılır, sonrasında ise döllenme hedeflenir. Hatta yanında erzak olarak taşıdığı böceği ikram edip yaklaşmayı dener, ama sevgi dansından bitap düşen erkek örümcek sonunda avlanmaktan kurtulamaz. Tabii bu arada kaçmayı başaranlar da var. Sonuçta ister yakalansın ister yakalanmasın biriktirdiği spermalar vasıtasıyla vuslat gerçekleşir de. Derken 20–60 gün sonra döllenmiş yumurtalardan çıkan yavrular hayata adım atmış olurlar. Anne örümcek yavrularına o kadar şefkatlidir ki onları babasından mahrum bir vaziyette sırtında taşımakta bile. Solunum ise deri kıvrımı görünümdeki kitap akciğerler vasıtasıyla gerçekleşir.
İlginçtir örümcekler kılcal damarlardan yoksun canlılardır. Dolayısıyla açık dolaşım sistemine sahipler. Bu arada ördükleri ağlar üçgen, dörtgen ve trapez görünüme haiz şaheser niteliğinde. Tabiî ağ örmeyen cinslerde mevcut. Malum ağ ören örümcekler, karın altlarında üç çift ağ organa sahip olmakla dikkat çekerler. Öyle ki bu üç organın dışarıya çıkışını sağlayan minicik kapılar(gözenekler) bile var. Anlaşılan bu kapılar süs olsun diye yaratılmamış, bilakis karınlarındaki salgı bezlerden salgılanan sıvılar minik kapılardan çıktığında havayla temas sonucu sertleşip ağ iplikler oluştursun diye konulmuş. Böylece minicik deliklerden (kapılardan) çıkan sertleşmiş sıvıyı (teli) örme işi bu noktadan sonra kendilerine düşer. Bunu nasıl yapıyor derseniz, tabiî ki önce kendine uygun bir yer seçerek gerçekleştirir. Bu seçtiği yer ister bir ağacın uç noktası, ister bir odanın tavanı olsun fark etmez, her halükarda bir şekilde ağının ucunu yapıştıracak bir yer bulabiliyor. Derken konakladığı yere bağladığı ağın ucunu yapıştırıp bacaklarıyla iyice preslemenin ardından ağ akışın devamını sağlar. Sonrasında ise kendini boşluğa bırakmanın ardından her bir incecik teli toplayıp dokuma sanayine taş çıkartacak türden nakış işlemeli dairevi şekiller örmeye başlar. Böylece örme işlemi tamamlandığında ağın iskeleti ortaya çıkmış olur. Hatta ördüğü ağ üzerinde ayaklarının altındaki çengel veya vücudunun yağlı olması sayesinde yapışmadan rahatlıkla kayık misali süzülüp gezinti bile yapabiliyor.
Demek ki ağ hem bir harika sanat eseri, hem de av yakalamak için iyi bir kapan. Bir sinek düşünün ki; ağa konmaya dursun anında örgü ağına yapışık vaziyette kalıp kendisini ağın ortasında bulur. Böylece tuzağa düşmüş sineğin çırpınışları örümceğin zehirlemesiyle hayatı sonlanır.
Hazır örümcekten söz etmişken Sevr mağarası kıssasını da bu arada zikredebiliriz pekâlâ. Şöyle ki;
Müşrikler Peygamberimizin öldürülmesini göze alacak kadar ölçüyü kaçırmışlardı. Cibril Emin Rasulüllah’a durumu vahiyle haberdar ettikten sonra Allah-ü Teala İsra suresinin 80. ayetini kalbine şöyle vahy etti:
-Ey Rabbim, beni dürüst bir girişle yeni yurduma girdir. Dürüst bir çıkışla yurdumdan çıkar. Kendi canibinden bana yardımcı olan bir delil ve güç ver.
Habib-i Ekrem (s.a.v)’e gelen vahyin talimatı üzerine Hz. Ali’yi çağırdı ve ona:
-Ya Ali bu gece yatağımda benim yerime sen yatacaksın, dedi. O da öyle yaptı zaten. Fakat Kureyş Habib-i Kibriya’nın evini akşamüstü çembere almıştı. Elbet onu koruyan bir güç olacaktır. Nitekim Rasulüllah’da hane halkıyla vedalaştıktan sonra kapıyı açıp Yasin süresini okuyarak tan müşriklerin arasından geçip haneyi saadetinden ayrılabilmiştir. Zaten Allah-ü Teâla bu durumu ayeti kerime de:
-Biz onların önlerine bir set... koyduk da onların üzerini örtüverdik. Artık onlar göremezler beyan buyurmuşta.
Gerçekten de önlerinden geçtiği halde onu ne gördüler ne de bir sese şahit oldular. O Allah’ın ilahi koruması altında bir kelebek misali aralarından uçuverdi.
Şimdi Mekke onsuz öksüz. Öyle ki Medine yoluna koyulmadan önce doğup büyüdüğü topraklara son kez tutku gözlerle baktı. Ardından sadece sıla hasreti kaldı. Yani artık onun için hicret kaçınılmazdı.
Hz. Ebubekir Allah Resulünü bekliyordu ki birazdan geldiğinde birlikte Sevr’e yürümeye koyuldular. Mağaraya geldiklerinde yorgun düşmüşlerdi. Nebiyi Ekrem Ebubekir’in dizine başını koyarak uyumaya başladı, ama birazdan yüzüne düşen nazlı gözyaşı damlaları uyanmasına yetmişti bile. Rasulullah Ebubekir’e baktı:
-Ya Ebubekir neler oluyor?
Hz. Ebubekir (r.a);
-Bir yılanın deliğinden çıktığını gördüm, sana zarar vereceğini düşünerek ten ayağımla deliği kapatmaya çalışırken ayağımı ısırdı, canım yandı, bunun üzerine gözyaşımı tutamadım.
Allah Resulü tükürüğünü ayağına çalınca Ebubekir rahatlayıp, bir anda sızı diniverdi.
Mağarada bunlar olurken Ebu Cehil başta olmak üzere Peygamberimizin evine girdiklerinde yatağında bulamamışlardı, onun yerine Hz. Ali yatıyordu. Tabii Ali’yi sıkıştırmaya başladılar:
-Derhal söyle, nerede O?
Hz. Ali (k.v):
-Geceleyin çıkıp gitti deyince, tez elden iz sürmekle meşhur Müdlic’e yüz deve karşılığında teklif götürülerek Rasulullah’ın ve Ebubekir’in izlerini iz sürüp ilerlemeye başladılar. Derken mağaranın kapısına kadar dayandılar. Bu arada Hz. Ebubekir’in rengi sararmıştı. Çünkü müşrikleri yakından görüyordu. Resulü Ekrem(s.a.v):
-Ya Ebubekir korkma! Allah bizimle beraber, dedi.
Müşrikler örümcekle örülmüş mağara girişini görünce:
-Baksanıza örümcek örmüş burayı, dolayısıyla boşa vakit geçiriyoruz deyip mağaranın kapısından döndüler. Bu noktadan sonra Ebubekir rahatlamıştı. Kendisi için değil tabii, Resulü Kibriya’nın başına bir hal gelmemesi içindi. Nitekim derin bir nefes almıştı o an.
Sevr mağarasına üç gün boyunca Hz. Ebubekir’in oğlu ve hanımı tarafından yemek taşındı, iaşeleri giderildi. Ebubekir’in oğlu iman etmemesine rağmen hem oğul olarak görevini yaptı, hem de sırrını sır bilip, bu durumu saklamayı bildi de.
Mağarada geçen üç gün, aslında üç asra bedeldi. Zira o üç günün önemini Hz. Ömer’in şu sözlerinden daha iyi anlayabiliriz. Bakın Hz. Ömer diyor ki:
-Vallahi Ebubekir’in o mağarada bir gecesi Ömer’den ve Ömer ailesinden daha hayırlıdır.
Bu sözler gerçekten mağaranın mağara olmanın ötesinde bir başka anlam çağrıştıran yönü olduğunu ortaya koyuyordu.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer



Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz