Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Doktor Yazıları

Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 22, 2009 5:11 pm

Bir toplum Hastalığı

Dr. Halis DEMİR



"Resulullah (sav) buyurdular ki:

-Gıybetin ne olduğunu biliyor musunuz?"

-Allah ve Resulü daha iyi bilir!"

-Birinizin, kardeşini hoşlanmayacağı şeyle anmasıdır!" Orada bulunan bir adam:

-Ya benim söylediğim onda varsa, bu da mı gıybettir?" Aleyhissalatu vesselam:

-"Eğer söylediğin onda varsa gıybetini yapmış oldun. Eğer söylediğin onda yoksa bir de bühtanda (iftirada) bulundun demektir." (Ebu Davud, "edeb", 40; Tirmizi, "birr", 23; Müslim, "birr", 70.

Gıybet, burada olmayan bir şahıstan hakkında konuşmaktır… Söz konusu olay geçmişte olmuştuyr.Zaman ise geri getirilmesi, ya da yeniden inşası mümkün olmayan bir şeydir. Ya da gıybet, bizim bir şekilde müdahil olduğumuz olaya karışan üçüncü kişilerin yaptıklarını kendi penceremizden ya da bizi temize çıkaracak bir şekilde anlatmaktır. Herhalde gıybetin çeşitleri var. Moda tabirle sormalı: Hangi gıybet, kimin gıybeti? Kime gıybet? Elbette gıybetten beklenen bir netice var. Rakibin, daha da acısı bir dostun gıybetini yaparak bir kazanç, bir itibar ve bir mevki elde edilmesi bekleniyor. Dostu satmak, onun etini yemek pahasına yapılır. İnsan eti yemektir gıybet bir anlamıyla.

Gıybet nefis muhasebesi, istişare ve danışmadan farklı bir kavramdır. Kavramlar istikbale matuf, hareket, davranış ve heyecan ifade ederler. Gıybet ise geçmişe dönük yapılan çeşitli davranışlara kılıf bulma maksadı veya işlevi de taşıyan; her halükarda yıkıcı bir eylemdir.

Gıybet iki ucu keskin bir bıçak gibidir. Gıybet edene de zarar vermektedir. Kişi gıybet ettiği, fakat bir şekilde gündeminde olan, ilişkisini kesmediği kişiye karşı samimiyetini kaybedecektir. Buna rağmen irtibatının devam etmesi riyakârca, ikiyüzlü ve gösteri amaçlı davranışların sürmesine yarayacaktır.

Gıybet toplumu parçalayan bir hastalıktır. Evet, gıybet bir hastalıktır. Bağımlıların eğitimi gibi, gıybet hastalığının ihtimamlı bir şekilde da tedavisi gerekir.... Bu hastalığın tedavi süreci geçiştirilebildiğinde önü alınamaz zararları ortaya çıkabilir.

Hakkında konuşulan burada olmayan kişidir. Yani cevap hakkını şimdi, bu mekânda, bu insanların yanında kullanamaz. Dolayısıyla yalan haber için kullanılan bir sözün bunun için de geçerliliği mümkündür. Yalan haberin tekzibi yalan haber kadar etkili olmaz. Hiçbir gıybetin tashihi gıybetin yıkıcı etkisini ortadan kaldıramaz. Bu durum bazı mekânlarda yapılan nüktelerin naklinde yaşanmaktadır. Hiçbir nükte nakledildiği zaman ilk icadındaki keyfi ve tabiliği vermez. Çünkü gıybetçi yaşanan bir olaydaki bir kareyi keyfine göre, muhatapların beklemediği, planlamadığı bir durumda sanatkârane bir tarzda anlatmıştır… Konuyla ilgili bir ön kabul oluşmamıştır. Bu anlamda gıybete kamu hakkı da terettüp etmektedir.

Şu durumda belirtilmeli; Gıybet kimi durumlarda iftiraya ve yalana dönüşüyor. Burada, yanımızda olmayan birisini konuşuyor, onu değerlendiriyoruz. Ne değeri, bir malzeme, bir meta yapıyoruz… Muhataplarımızı neşelendiren, keyiflendiren, onlara hoş vakitler geçiren. Yâda onun bir kusurunu söylemek suretiyle konuşana değer kazandıran. Savunmasız bir insana kurşun atmak gibi bir durum bu... Acı, zalimce ve insanın gururunu kıran…

Gıybeti alışkanlık haline getiren insanlar var. Bir türlü açıkca konuşmaya tartışmaya veya hesaplaşmaya cesaret edemezler. Oysa bir iddiaya sahip olmanın gereği onu farklı mekân ve ortamlarda savunabilmektir. Gıybetçi hep kaçak güreşmektedir. Ne güreşmesi arkadan hançerlemektedir… Diliyle, jest ve mimikleriyle…

Gıybet birlik ve beraberlik ruhunu ve duygusunu bozan bir alışkanlıktır. Gıybet ile çevreye bir nahoş koku yayılır. Konuşan, dinleyen, destekleyen ve sağlıklı bir tavır göstermeyen herkes kıymet kaybeder. Herkese zararı vardır.

Gıybette ben vurgusu vardır. Başkasının benini teşhir ederek kendini yüceltmek…"Bakın ondaki kusurlar bende yoktur". Bahsi geçen kişinin eksikleriyle bir gelir elde etmek. Onu tenkit üslubuyla, beni taltif... Burada gıybeti yapılan kadar yapan da değer kaybetmektedir.

Gıybet eden bir sorunu çözmenin, bir yanlışı düzeltmenin değil anı kurtarmanın peşi sıra sürüklenmektedir. Hani masallarda kırk satır, kırk katır tercihinde kalan zavallı suçlular var ya. Nefsinin yedeğinde bir esirdir o. Zira çözüm insanı, ulu orta sorunları dile getirmez. Uygun zaman ve mekân kollar. Çözüm için en uygun zaman,ilgili şahsın olduğu yerdir.

Kimi insanlar da gıybeti bir tedavi/terapi olarak uygularlar. Belirli seanslarla gıybet yapar ve rahatlarlar. Oysa her seans onların hayatlarından nice güzellikleri çalar götürür.

Bir de insanı gıybete mecbur ve muhtaç bırakan durumlar var. Bir atasözünü hatırladım: “ Doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar. ” Maalesef yüzümüze abartılı iltifatların söylenmesi, arkamızdan ne söylenirse söylensin hoşumuza gidiyor.

Toplum olarak, açık sözlü, net olmaktan pek hoşlanmıyoruz, hemen kırılıveriyoruz. Kapalı bir toplum olmanın etkilerini zaaflarını bir türlü atamıyoruz. Bu da gıybet kültürünü geliştiriyor.

Bir fıkra vardır. Çocuk babasına seslenmiş;

-Bir hırsız tuttum!

-Getir!

-Gelmiyor!

-Sen gel !

-Bırakmıyor!

Galiba gıybette böylesi bir durum... Ne gıybetten vazgeçiliyor, ne de ilişkiler arasında makul bir seviye konuluyor.

Gıybetin bir kültür haline geldiğini görmek ahlak, eğitim, kültür ve kişiliklerimiz adına üzüntü vericidir. İnsanların özel hayatlarını deşifre etmek, elde bir kamera adım adım takip edip teşhir etmek bir sanat dalı olacak neredeyse.


En son Eyüp Coşkun tarafından Çarş. Eyl. 30, 2009 10:05 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Geri: Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Paz Şub. 08, 2009 4:24 pm

Öğretmenim!


Benim de bir hikâyem var. Ben de uzayda bir yer kaplıyorum. Ben de
bululduğum yeri merkez kabul ederek yönleri, ara yönler ve ana yönler diye
tarif ediyorum.



Öğretmenim!


Beni tanımlamak adına kullandığınız kimi uzun terkipler bana
karşılık gelmiyor. Hangisini hatırlatayım ki? “orta sıranın en
arkasının sağında oturan çocuk!“ Yâda“ aslında zeki fakat
içine kapanık çocuk“ veya“ sessiz sakin kendi halinde
çocuk!“ kimlik
bilgilerini sorgulamak için google bu kelimeleri yazdığım da T.C kimlik
numaram çıkmıyor. Benim iki heceyle ifade edilen bir adım, ve yine iki
heceyle ifade edilen bir soyadım var. Bunu siz maalesef bilmiyorsunuz.
Sizinde bilmediğiniz şeyler elbette var…



Öğretmenim!


Ben sizin hikâyenizi dinledim. Bir başkasınız. Her şeyin en
iyisini yapmışsınız. Başarılısınız. Harikasınız. En iyi siz biliyorsunuz.
Bu uzatılabilecek liste ne kadar objektif acaba? Sizi ne kadar ifade
edebilir. Haddimi aşmak adına sorayım, siz kendinizi ne kadar
tanıyorsunuz. Sizi hangi özelliğinizle tanıyacağım?


Öğretmenim!



Kullandığımız kelimeler, mekân, zaman ve ifadeler aynı olsa bile
ayrı dünyaların insanlarıyız. Bundan daha doğal ne olabilir ki? Her insan
bir dünyadır. Her dünya keşfedilmeyi bekliyor. Benim dünyamda ne kadar bir
yer işgal ettiğinizi hiç merak ettiniz mi? Ya da benim heves, heyecan,
arzu ve hüzün sebeplerimi?


Öğretmenim!


Sukutumu hep hayra yormayınız lütfen. Sustum, çünkü bana susmamın
kimi zaman hayrıma olacağını öğrettiler. Menfaatim icabı bu gerekliymiş.
Sivrilme, öne çıkma, muhalif olma. Oysa bu resmi siz farklı
okuyorsunuz. “sükût
ikrardan gelir.” Sizin neslin sözü... O, içine kapanık çocuk var ya… Beyefendi, hanımefendi, başı
önünde, kendi halinde... Patlamak üzere bir yanardağ gibi… Şimdilik
etkili değil o kadar…



Öğretmenim!



“Her öğrenci bir hazinedir“ demiştiniz.
Kabiliyetlerim, yeteneklerim, gençlik heyecanlarımla evet, ben bir
hazineyim. Bir define avcısı
olmaya hazır mısınız? Beni ne kadar keşfettiniz. Ne kadar? Bu öğrencinizi
tanımak adına diğer mesai arkadaşlarınızdan farklı ne yaptınız. Benim
kendimi tanımama yardımcı olur musunuz? Yanımda olur
musunuz?


Öğretmenim!


Adımı biliyor musunuz?




Öğretmenim…
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Geri: Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Ptsi Şub. 23, 2009 5:07 pm

SİZ KENDİNİZE BAKIN

Dr. Halis DEMİR

Maide 5/105“… Kendiniz için üzerinize düşene bakın…“ Bu meali okuduğum zaman yıllardır okumama rağmen ilk defa fark ettim. Arapçasıyla mukayese ettiğim zaman fazla anlaşılır bulamadım:“aleyküm enfüseküm“ “… Siz kendinize bakın” (ihsan Eliaçık) “…kendinizi, kendi bulduğunuz yolda nasıl yürüdüğünüzü kontrol edin…(Ali Ünal) Maksat hâsıl oldu. Tercümelerin sayısını çoğaltmanın bir anlamı yok herhalde. Kendime, yoluma ve görevlerime dikkat etmeliyim.

Sürekli bir nefis muhasebesi, sürekli bir diri zihin ve sevgi dolu gönül… Sürekli hareket. Yaşamak, hareket etmektir zaten. Lakin bereketli olmalı, verimli olmalı, faydalı olmalı.

İnsan sosyal bir canlı olduğuna göre, bulunduğu her mekânda bir vazifesi, bir görevi vardır. Zorunlu veya gönüllü… Hatta insan odur ki, güzel hasletleriyle gittiği her mekâna bir neşe, heyecan ve mutluluk katsın. Mevcut mutluluk dalgası varsa katlansın…

“Kendini bilen Rabbini bilir.“ Kulluğun temelinde de bilmektir. Kendi üzerine düşeni yapmak için önce bilgi gereklidir. Hani felsefenin klasik soruları vardır ya: Ben kimim, niçin buradayım, nereden geldim, nereye gidiyorum! Her daim düşünülmesi gerekli konulardır bunlar. Ne yazık ki, teknolojiyle bir ahtapot gibi kuşatılmış olan günümüzün insanının soru sormaya, düşünmeye mecali, fırsatımı desem, kalmıyor. Haberler, trafik, müzik,telefon… Kendisiyle baş başa kalma fırsatını kaldırıyor.

Yaptıklarımızla yapmamız gerekenleri karşılaştırırsak… Ne yapıyorum? Ne yapmalıyım? Ve başkaları, ötekiler… Önce benim, bizim yerimizi belirlemeli…

Şeytanı bir kötü örnek olarak hatırladım: Âdeme secde emriyle muhatap olduğunda” ... Ben ondan hayırlıyım. Beni ateşten yarattın onu ise çamurdan yarattın.” Dedi.(Araf,7/14) Şeytan kendi üzerine düşeni yapmamıştı. Varlığın değerlerini ve önem derecelerini ve yapılarını aralarındaki mahiyet farkını açıklamak değil. Sadece secde edecek, mazeret adına söyledikleri yeni şeyler değil. Ukalalığın bir anlamı yok. Hem bu gerekçeler onu haklı çıkaramaz. Doğru, ateş ve toprak farklı… Yanlış, hayır ve şerrin kendi varlıklarından kaynaklanması. Eşya bizatihi değil, bizim
onlara verdiğimiz anlamla değer kazanıyor. Bu anlamın kaynağı akıl veya vahiy olmasına göre değişmektedir. Bu tarihi buluşmada akıl ile vahyin çatışmasına Kuran sayesinde haberdar oluyoruz. Hayatın merkezine Vahiy bilincini
yerleştirenlere göre akıl vahye ters düşmediği müddetçe meşru, serbest ve makbuldür. O sahnede üzerine düşeni yapmayan birileri daha var. Âdem ve Havva…Ben “ sizin bu ağaçtan (meyve) yemeniziYasaklamadım mı? Şeytan
muhakkak ki apaçık bir düşmandır, demedim mi? ” (Araf, 7/22) Her şey ortada. Herkes kendi işine bakmalı. Kendi önüne…””(İkisi de ) “Ey Rabbimiz biz kendimize yazık ettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan muhakkak biz
ziyana uğrayanlardan oluruz , “dediler. “(Araf, 7/23)

İşte iki yol, iki yolcu.Herkes sürçebilir, kayabilir, hata yapabilir. Kendisine bakan kişi hatalarını fark eder, tashih eder ve tekrar yola çıkar.

Acaba başkalarıyla ilgili cesur, isabetli ve cüretkâr olarak kurduğumuz cümleleri kendimiz için de kurabilir miyiz? Y a da bir kendimiz diyebileceğimiz her bir parçasına emek verdiğimiz bir kişiliğimiz var mı? Evet, araba aklıma geldi. Şu piyasada saltığa çıkarıldığı zaman kusur bulunan, her parçası değiştirilmiş, tamir görmüş. Bu durumda eğitim beşikten mezara kadar sürmeli. Öğrenmek eğitmek bir meslek değil, bir hayat tarzı olmalı.

Bu konuda gözlerimiz bize nasıl yardımcı olabilir? Elbette başkalarının eş, dost, düşman vs… bakış açılarına da ihtiyacımız olacak… Nasıl göründüğümüz de önemli. Tashih edici bir gözle, ıslah edici bir gözle… Kimisi de başkasının gözündeki çöpü görüyor, kendi gözündeki merteği göremiyor. Bizim gözümüz deki merteği bize gösterecek bir
göz.

Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Geri: Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Mart 12, 2009 8:09 pm

Çocuklar nereye koşuyor?
Dr. Halis DEMİR
Önde çocuklar, arkada bazı adamlar, en arkada ebeveynler bir stadda koşuyorlar. Bu zaman zaman hızlanan fakat hiç bitmeyen bir koşu… Birinci, ikinci, üçüncü tur… Derken bayağı zaman alıyor. Her kes koşmak zorunda mı? Evet. Y a yetenek? O önemli değil. Ya istek? Kim soracak! Ya başarı? O da ne ki! Uzaktan kim önde kim arkada seçilemiyor. Malum şu gerici esprisini hatırlatan bir durum ortaya çıkıyor. Önde olan bazıları aslında daha birinci turdalar. Birkaç adım önde olanlar aslında birkaç tur geride.

Bu bizim, öğretmenlerin ve öğrencilerin yarışı. Stad hayatımız, turlar ilk orta ve üniversite sınavları. Sonu “s” ile biten insanın birikimini kısa bir anda değerlendiren baş belası, henüz daha iyisini keşif ve icat edemediğimiz eleme sistemi. Sınırlı, okul, iş ve eğitim imkânlarıyla ve bu hâkim yeniliklere/ icatlara kapalı kafa yapılarımızla ne yapabiliriz ki?
Bir seviye tespit sınavının bitmesini eli yüreğinde kapıda bekleyen velilerden biriyim. Daha yoluna yürümeyi öğrenememiş çarşı pazarın yolunu bilmeyen öğrenciler çoktan seçmeli testleri çözüyorlar. Kapıda bir hesaplaşma başlıyor. Ne kadar net çıkarabilirsin? Sınav iyi geçti mi? İndirim kazanabilir miyiz?

Kazanmalı. Geçmeli. Başarmalı. Kimi? Niçin? Nasıl? Ya sonuç? Çoktan seçmeli bir hayat mı bekliyor onu? Acaba karşısında bir tercihler silsilesi olacak mı? Ya başarmalı ya başarmalı. Daha ismini bilmediği, hiç karşılaşmadığı rakiplerini geçmesi gerekiyor. Daha iyi imkânlarda okuması, disiplin sorunları daha az, daha sağlıklı eğitimin verildiği ortamda okuması için. Her şey onun bir net daha fazla çıkarmasına bağlı. Bir kuyudan çıkarır gibi, aslanın ağzından alır gibi, ateşten yavrusunu kurtarmak için atlayan ebeveyn gibi.

Ya rakipleri? Ne rakip ne rakip… Aynen boks karşılaşmalarındaki boksörlere benziyorlar. Vuracaklar, vuracaklar, vuracaklar. Vur Allah aşkına, vur vatan aşkına, vur başarı aşkına. Bileğine kuvvet. Karşılarında, rakipleri aynı sırada oturan kardeşleri var.

Sırtlarında çantalar sabahın erken saatlerinde çocuklar yollarda. Dershanelerin mukaddes yollarında... Başarı için daha çok etüt, daha çok ders, daha çok kitap. Daha çok… Daha çok soru. Hedefe kilitlenmelisiniz. Daha çok soru çözmelisiniz? Daha çok çalışmalısınız! Başarının altın anahtarı sizde… Ya sınavdaki başarıyı belirleyen ölçü? İşte o belli değil. Başarıyı, rakibin performansı, zaafı, o andaki durumu belirleyecek. Başarımız rakibin başarısızlığıyla doğru orantılı oluyor.
Çocuklar yatıp kalkıp soru çözecek konu çalışacaklar. Zihinlerinin bir köşesinde bir karabasan gibi çok çalışmamanın ezikliği duracak. Çalışsalar da yorulacak, çalışmalarda yorulacaklar… Kırk katır ya da kırk satır. İkisi de beter. Ne zaman ergen, ne zaman çocuk ne zaman genç olacaklar? Hayata ne zaman başlayacaklar? Genç olmanın gereklerini ne zaman yaşayacaklar? Sürekli yarış, sürekli telaş, sürekli bir rekabet.

Çocuklar babalarının çoluk çocuğa karıştıkları yaşlarda daha hayata başlamamış olacaklar. Bu arada fiziki gelişimleri ne olacak? Onları kim anlayacak? Olası davranış bozukluluklarının bedelini kim ödeyecek? Ya olayın topluma yansımaları? Acaba sınav maratonu çocukların psikolojilerini nasıl etkiliyor, nasıl bozuyor. Genç nüfusumuzla seviniyoruz ya, bu genç nüfusun heyecan, heves ve arzuları ne olacak? Düşünüyorum da, madem çocuklarımız hayata geç başlıyorlar, gençlik yaşı yeniden belirlensin. Ne değişecek? İş olsun. Zaten Türkiye’de çocuklar, bilinçaltına dikkat gençler dememişim tashihte fark ettim bunu, evleninceye kadar ebeveynlerinin gözetim ve denetimleri altında değil mi?

Artık ilköğretim çocukları dershanelere kayıt oluyorlar. Erken kayıt avantajları, indirimli kayıt imkânları sunuluyor onlara. Altın kapla sunulan zehir gibi. Arkasından üzüntü, sıkıntı, hayal kırıklığı... Bu yarışa yetkililerimiz bir çözüm bulmalı. Yarın daha geç olacak. Çocuklarımızın gözlerindeki yaşama heyecanlarını gösteren parıltı her geçen gün kayboluyor.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Geri: Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Salı Mart 24, 2009 11:38 am

MAVİ KUŞUN PEŞİNDE

Dr Halis DEMİR

Dinlediğim bir radyo
tiyatrosunda “İnsanların birbirinden farkı” demişti kadın kızına,
“hayatlarının ayrıntılarında gizlidir.” Her insanın ayrı bir hikâyesi
vardır. Her insan doğar, büyür ve sonra ölür. Sadece teferruat
farklıdır. Her tespih ayrı bir kayadan kopmuştur. Lakin bir düzenin
parçasıdır. Her hikâyenin peşine takıldığında
hayaller uzar da uzar.

O
söz ustasıdır. Geçen bin yıldan kalmış bir gönül adamıdır. Hayır, gönül
mimarıdır. Kıssa anlatma geleneğinin mütevazı bir temsilcisidir. Ne ki,
Yokuşa akan sular, ortaya çerçöple Hüzün ve tesadüf yığmıştı. Ne yazık
ki kimilerine göre, Yoksulluk içimizdeydi. Birinin Arka kapak
yazılarında kalmış bu Sırlı hayatlara
Ya tahammül ya sefer diyerek tercüman olması gerekiyordu. Bu böyledir derken Tufandan
önceydi. Rüzgârlı pazarda bir işportacının tezgâhında Beyhude ömrümden bir parça koparıldığında, Mavi kuşun
uçuştuğu Uzun hikâye çıktı ortaya. Oysa Menekşeli mektuplar hangi Kapıları açmak adına zarflara itina ile
yerleştirilmişti? Artık Chef hazır etlerinin hikâyesine girmiyorum.

Mavi kuş’u okurken kapılır giderim hikâyenin akışına. Ben de binerim Deli Kenan’ın o hurda otobüsüne. Çocukluğumda bindiğim otobüslerden birini hatırlarım. Öğle vakti heyecanla bindiğimiz, on dakika sonra sanayiye giren ve sabah namazı sıralarında bizi köye ulaştıran emektar minibüs. Mesafe mi? Sivas Gazi köyü hattı 36 km. Yazılanlarda yazılmayanlara yönelirim. Hüzünlü hikâyelere acımam, kendi hayatımdan kareler taşır çoğu. Ya da öteberide sağda solda tanıdıklarımın…

Kutlu bizi anlatıyor
hikâyelerinde, bize anlatıyor. Çünkü o bizi tanıyan, bizden biri.
Ne çok, ne kadar çok biz... Utanmıyor, gizlemiyor bir tür gurur
da taşıyor. Az söz çok ayrıntı. Lakin sadelikte var.

Diğer yukarıda adını
bir vesile andığım diğer kitaplarında olduğu gibi, Yine tiren
var. Kara tren… Herhangi insanların hikâyeleri… İçlerinde nehirler
çağlayan sıradan zannettiğimiz Bir yerden, belki orta yerden başlayan
hikâye yine orta yerden bitiveriyor. Biz tamamlayacağız galiba. Hayatta
böyledir, değil mi? Enginlerden çağlayan hayat ırmağının bir
yerinden gireriz suya. Sonra yer ve tarih düşeriz. Bu bizim için
bir milat olur. Her gün dünya yeniden kurulur. Her olay bir başlangıçtır.
Bu sürer gider.

Yokuşu çıkan “mavi
kuşu“ “çırpınıyor“ ifadesi otobüsün zorlanmasını, sıkıntısını
gözümün önüne getiriyor.

Mavi Kuş’taki adamım
doktordu. Hani karısı kendisine “ya kitaplar ya ben?” tercihini
teklif eden… Kitap ve kadın iki güzel ve kıskanç şey nasıl bir
arada olur, tercih edilir? Tercih ne zor.. Şıklar birbirine oldukça
yakın… Burada hayat biter, her neyi tercih ederse, kayıptır. Bu
bir teklif değil, son sözdür, ültimatomdur. Sevdanın nihayetidir.
Cana tak eden andır. Fakat bu da bir başka hikâyedir. Bir başkasının
hikâyesi… Aynı hikâyenin kahramanı olan er kişi veya hatun kişiler
bize, hariçten gazel okuyan birilerine göre eften püften sebeplerle
birden bire(mi acaba?) ayrı hikâyelerin kahramanı oluverirler. Basit
sebepler… Hekimlere sorduğumuzda kafamıza takmayacağımız şeyler(
Takke, başörtüsü gibi mi? Bunlar örtü düşmanı mı yoksa? Eyvah
irtica!) Ya hekimlerin kafalarına taktıkları, dert edindikleri şeyler?
Uzun olan bir hikâye değil, insanlığın hikâyesidir aslında. Neşe
ve onun çaresiz sevgilisi ideal öğretmen Murada da bir çift laf
söylemeli. Koçum flört ayrı, aşk ayrı, cafe ayrı, köy
ayrı, muhabbet ayrı, hayat ayrı. Ve acı son uzun bir flört dönemi
geçiren Neşe boğazın mavi sularında içeceklerini yudumlarken verdiği
sözlerin arkasında duramadı sevgilisini yüce bir dağın dibindeki
bir köyde öğrencileriyle baş başa bıraktı hayatına döndü.
İdealler, Neşeler ve Muradlar… Allah ne muradın var ise versin…
Ya murad’ı olmayanlar? Allah Neşelerimizi pür neşe eylesin…
Ben de bu kelimeyi arıyordum: “gurbet“ Neşe gurbete çıkmıştı.
Her insan gurbettedir. Kimi bastırır acısını, kimi de düşer yollara…
Yani üzgünüm ama iki gönül ne kadar zor bir oluyor bu dünyada.
Bir mi? Ne kutsi bir kelime bu… Kâinatta tek bir insan... Döndü
zevkü sefaya, boğaza nazır kafeye…

Bizim kadınımız,
sessiz yaşar ve kimsesiz ölür. Gürültü patırtıdan uzak bir hayattır
bu... Gönül dünyasını demiyorum ben. Orada depremler, fırtınalar,
şimşekler vardır… Hepsi kadının kefeniyle gömülür. Sahnenin
gerisindedir kadın. Bizim kadınımızın hikâyesidir bu. Erkek sever
kavuşamaz, yedi düvele duyulur, kadın sever, kavuşamaz sessizce,
süzülerek çekilir hayattan parantez kapanır. Başka kadınlar da
vardır. Elizabeth, Gül, Neşe! Seslerini mi buldular, yoksa kaybettiler
mi? Bu hal “hal ehline“malumdur. Yıllar önce üstadımız İsmail
Kara, bu konuya kadınların, yanlış hatırlamıyorsam, biraz erkekleştiği,
şeklinde teşhis koymuş idi. Ara cinsiyet çıktı orta yere. Kadından
kabaca erkekten nazikçe… Yoksa kadından biraz fazla erekten biraz
az mı demeliydim? Erkekle kadın arasında çeşitli renk, ton ve desenler
mevcut artık… Her bir kişinin rengi kendisine de…

Üstadın, başka hikâyelerde
de vurguladığı bir gerçek; alıp başını diyar diyar göçen/kaçan
insanlar. Sayıları azdır belki, lakin etkileri pek çoktur. Oysa
zavallı insan “kaçış nereye?” Kimden kaçıyorsun?

_______________________________

Mavi Kuş, Mustafa
Kutlu, Dergâh yayınları,


En son Eyüp Coşkun tarafından Perş. Ekim 01, 2009 9:39 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Geri: Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Paz Nis. 12, 2009 3:29 pm

Evet, Kitap Okumak Zor Bir Faaliyet

Aslında hepimiz kitap okuyoruz. Hepimiz kitap seviyoruz. Hepimiz kitap dostuyuz. Kimimiz kitap kurdu. Gazetelerin yazdığına göre, nasılsa, ülkemizde kitap okuma oranı oldukça düşükmüş. Peki, bu istatistik nasıl çıkarılıyor. Satışlar mı, kütüphane kayıtları mı, hangi ölçüye göre kitap okuma oranı tespit ediliyor. Açıkçası aklıma geleni söyleyivereyim. Bu oranın daha da, sayının ne ehemmiyeti var meraklı okuyucu, aşağı düşmesinden korkuyorum.

Dikkate değer olan Bakan Ertuğrul Günay’ın yaptığı açıklamaydı: “Biz kitap ehli bir toplumuz. Kitabı severiz. Kitap bizde önemlidir.” Aklımda kaldığı kadarıyla... Kitap ehli kavramıyla Yahudi ve Hıristiyan toplulukları kastediliyor. Bir kuran kavramına vurgu yapılması dikkate değer. Her halükarda durum vahim…

Bir arkadaşımın çıkardığı sinema konulu kitabını okumak üzere geçen haftalardan birinde masanın başına oturdum. Başladım okumaya. Kavramlar, ifadeler, olaylar, kişiler filmlerin esas oğlanları… Okuyorum, okuyorum, okuyorum. Birkaç sayfa ilerleyebilmişim. Hayret… Masadan kalkıp mindere oturuyorum. Kendime teneffüs veriyorum. Bir daha başlıyorum… Heyecanla, hızla, iştahla... Her bir satırı benim için farklı. Okumalıyım çünkü dostuma söz verdim. Okumalıyım çünkü başladığım bir işi bitirmeliyim. Sözümü tutuyorum, okuyorum, okuyorum, okuyorum… Dönüp bir bakıyorum aynen masallardaki gibi az gitmişim uz gitmişim bir arpa boyu kadar yol gitmişim. Kalkıyorum gazete karıştırıyorum. Daha önce okumak üzere ayırdığım yazılardan birini okuyorum, önce okuduğum kitaplardan birisini karıştırıyorum. Tekrar oturuyorum kitabın başına. Kitap okumak ne zormuş… Ne meşakkatli bir şeymiş... Ne çok sabır istiyormuş… Yaklaşık iki yüz sayfa bu kitabı iki gün içinde bitirebildim. Bu süre içerisinde ne kadar sabırlı davrandığımı anlatamam. Kitap okumamın ne sıkıntılı bir alışkanlık olduğunu yaşadım. Artık kitap okuma alışkanlığı olmayanlara, nasihat etmiyorum. Hem kitap okuma alışkanlığı nasihatle kazanılabilir mi? Bu alışkanlığı kazanmak birebir eğitimle olacak bir şey. Sonra kitap okumanın mahiyetine? Kitabı seyretmekle, okumak arasındaki farkı kavrayabilmiş miyiz? Bir kullanımlık kitaplarımız var. Okudun mu okudum, o kadar. Yazarın kullandığı kelimeler, ifadeler, olaylar. Okuduğu kitapta zaten birkaç tane olan kahramanın adını bile kitabın kapağını kapatır kapatmaz unutuveren kitap kurtlarını bilirim. Daha ötesi, bir kitabı birden çok okuyanı kınayan, onu espri konusu yapan üniversite mezunları bilirim.

Bu günlerde ders kitaplarını inceliyorum. Bu ince elemeye öğrencilerim de katılıyorlar. Bunlar bir komisyondan geçen, her biri yüz binlerin yetişmesi için hazırlanmış kitaplar. Bu kitapların yapacağı hizmet ne kadar önemli... Çocuklarımıza, doğru, düzenli, kurallı, zengin cümle kurma alışkanlığı kazandırmaları gerekir? İstenen bu. Daha lise çağındaki gençler, açıkça ifade edeyim, çoğunun düzenli bir okuma alışkanlığı bile yok, ne kadar çok hatalı, yanlış, eksik, itinasız cümleler buluyorlar. Bu kadar hata içeren kitaplar çocuklarımıza nasıl bir okuma, yazma, ifade alışkanlığı kazandıracak? Hiç.

Arkadaşımın kitabını okurken niçin zorlandığımı da anlatayım birkaç cümleyle. Cümle kuruluşlarında daha yazarla yollarımız ayrılıyordu. Özne, tümleç, yüklem gibi cümlenin öğelerini tespitte zorlanıyordum. Bazen bir cümle içerisinden birden çok cümle çıkıyordu. Hangisi esas, hangisi yardımcı cümle seçmekte zorlanıyordum. Kitabı okuma mücadelemi sabır, azim ve ısrarla sürdürürken aklıma çocukluğum geldi. İşte görüyorsun aziz okuyucu. Yazar zaten sıkıldığı bir durumu açıklarken bile tekrar sıkılıyor. Konudan dışarı çıkıyor. Belki sen de sıkıldın. Bu bir teneffüs olsun. Çocukluğumun en zevkli ve temel daha doğrusu itiraf etmeliyim bu gerçeği artık, bilmeyen kalmasın şu gök kubbe altında, en yaygın bulabildiğimiz yiyeceği bulgur pilavı idi. Annelerimizi öyle hamaratlı elleri, zengin yemek menüleri, moda tabirle bir yemek listeleri bile yoktu. İki üç günde bir bulgur pilavı soframızda arzı endam ederdi. Tabi pilavın yanında yenen turşu gibi yardımcı menüler var. Soğan, maydanoz, tere vs. İştahla otururduk tepsinin başına. Çünkü ara öğün henüz icat edilmemişti. Yemek sadece sofrada yenirdi. Acıkmadım, sonra yerim, başka bir şey yerim tercihlerinin hiç biri geçerli değildi. Mutlaka yerdik… Yarı aç yarı tok. Diyetisyen hazretlerinin buyurdukları gibi... Tuhaf bir durum kendimize acındıracağım derken aslında doğru beslenmenin bu olduğunu fark ediyorum. Babalarımız bunun farkındalar mıydı yoksa. Pilavdan bir kaşık alınır, sonra ayran, sonra pilav, turşu, soğan. Sonra tekrar pilav ve bir çat sesi. Pilavın içinden çıkan bir taş. İşte annelerin mahcup olduğu andır bu. Demek ki bulguru iyi ayıklayamamışlar… Suçlamalar, sitemler, acımalar. Sofradaki yaşlılar bir denge unsuruydu. Olayın ileri gitmesine fırsat vermezlerdi. Daha talihli olanların pilavından taş yemeğin sonlarına doğru çıkardı. Artık pilav yemenin, bulgurları çiğnemenin bir keyfi kalmaz. Bazı nasibi bol olanların kaşığına arka arkaya taşlar gelir. Bir silahtan atılan kurşun sesleri gibi çat çat sesleri. Pilav yemenin tadı kalmaz. Bir korku bütün sofraya yayılır. Pilav yerken dişi kırılanlar bile olurdu. Yeni nesil en son ne zamana pilav yemişti. O zarif çikolata yiyerek çürümüş dişleri kaç taşa dayanabilir ki? Pilavdan dönenin kaşığı kırılsın deyimi bu endişeye karşı mı söylenmişti yoksa.

İşte kitabı okurken bir ritim bulamadığım için de okumakta zorlandım. O zevkten mahrum olmayı ne bilsin? Şöyle ifade edeyim hadi yine ben yorulayım: Kelimelerin ritmi, bir biriyle uyumu, denemelerde bulunması gereken akıcılık yoktu. Kitap benim canıma okuyordu. Bir an önce bitirebilmek için gündüz uyumayı bile denedim. Kitaptan aklımda ne kaldı. Uzun cümleler… Karışık ifadeler, bulamadığım yüklemler. Adını da hatırlamıyorum. Kitap okumak zorunda kalanlara Allah yardım etsin.

Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Doktor Yazıları Empty Geri: Doktor Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Ptsi Nis. 20, 2009 12:28 pm

Bugün 20 Nisan 2009 Efendimizin 1438 doğum yıldönümü. Bir şekilde efendimizi yâd etmeli... Onun hatırasını gündeme getirmeli. Aslında her vesileyle o sürekli gündemde. Aciz dilimiz onu hatırlamakla bir kıymet kazanacak. Bu niyetle hadis bir hadise yorum yazmak üzere oturmuşken hadisin birkaç farklı tercümesine bakayım dedim. Söz konusu hadisimizi Abdullah İbni Ömer rivayet etmiştir:

“Rasulullah sallallahu aleyhi ve selem şöyle buyurmuştur: “Hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mes’üldür. İnsanlara hükmeden emir bir çobandır. O da onlardan mes’üldür. Kadın kocasının evine ve çocuklarına çobandır; o da onlardan mes’üldür. Köle, sahibinin malına çobandır; o da ondan mes’üldür. Dikkat!.. İmdi hepiniz çobansınız ve hepiniz sürüsünden mes’üldür.” (Müslim, İmare, 20)

Hadisin bir başka tercümesini okuyalım:

“Her birerleriniz râî ( yani elinin altında ne varsa onu layıkıyla muhafaza ve sıyanetle mükellef)dir ve her birerleriniz elinin altındakinden mes’uldür. Devlet adamları birer râîdir ve raiyyesinden mes’uldür. İnsan ehl’u ayal) inin râîsidir ve raiyyesinden mes’uldür. Kadın, kocasının evinin raisi (yani muhafızı)dır. Hizmetkâr efendisine aid malın râîsidir ve elinin altındakinden mes’uldür. –Ravi ki, İbn-i Ömer, yahud ondan rivayet eden oğlu Salim İbn-i Abdillah’tır- Resulullah sallallahu aleyhi ve sellem’in bir de: “İnsan babasına aid malın râîsidir ve elinin altındakinden mes’uldür.” buyurduklarını zannediyorum, der. ( El- hâsıl) her bireriniz râî ve her birerleriniz raiyyesinden mes’uldür.” ( Tecrid, III, 40–41)

Aynı müellife ait bir başka yerdeki tercümeler ise hadis üzerine yapılabilecek başka bir yoruma ihtiyaç bırakmıyordu:

“Zevc, râîdir, aile halkının nafakasından ve terbiye-i fikriyyesinden, bedeni neşv ü nemasından mes’uldür. Zevce de, zevcin yed-i emanetine teslim ettiği aile yuvasının hüsnü muhafazasından mes’uldür, kem nazardan sıyanetle mükelleftir.” (Tecrid, IV, 591)

Gönlümden bir hadis birkaç cümleyle bu kadar güzel tercüme edilebilir ancak diye geçirirken hadisin aynı müellif tarafından bir baka tercümesine daha hem de aynı sayfa da rastladım:

“ Ey Ümmetim! Sizin hepiniz çobansınız, ailenizin her ferdi öbürlerine karşı bir takım vazifelerin ifasıyle mükelleftir. Ve bu vazifelerden dolayı Allah’a karşı mes’uldür.” (Tecrid, IV, 591) Hadisin bir başka atfına rastladım. Oradaki bir bölüm şu şekildeydi. “Her kişi, ailesi halkının rızk u maişetinden ve tahsil ü terbiyesinden mes’uldür.” (Tecrid, IV, 378).


Sonra bir türlü okumak suretiyle hakkını veremediğimi düşündüğüm bu eseri kısaca tanıtmaya karar verdim. Bu kitap, adeta insan içtikçe rahatlatan ve daha çok içme hissi veren, midesine de dokunmayan bir tatlı, şifalı ve bereketli bir kaynak gibi… Bu kıymetli eseri Babanzade Ahmed Naim Efendi ve Kamil Miras bizim istifademize sunmuşlar.

Babanzade Ahmed Naim Efendi ( 1872–1934) Bağdat’ta doğmuş, Galatasaray Sultanisi ve Mülkiye Mektebi’nde okumuş. 1915–1933 yıllarında Darul fünun Edebiyat Fakültesi’nde felsefe, mantık, ruhiyat ve ahlak dersleri müderrisliği yapmış. 1933 tarihinde üniversite yeniden kurulurken açıkta bırakılmış. Mehmed Akif arkadaşıyla ilgili şu tabirleri kullanıyormuş: “sormazsanız malumatını söylemeyen”, “dinlemesini bilen”, “sözü senet teşkil eden”, ashaptan sonra en sevdiğim kişi” Tercümesini verdiğimiz hadisin bulunduğu Tecrid’in ilk üç cildinin tercümesini yapmış. Bu kitap İstanbul’da 1346 yılında her halde tercüme ettiği ciltler basılmış olacak. Daha sonra Bu Sahih-i Buhari Muhtasar-ı Tecrid-i Sarih tercemesi Kamil Miras tarafından tercemeye devam edilerek on cilt halinde yayınlanmış. (Çakan, DİA, IV, 375–376) Derken kitabın 402. Sayfasında bir nota yolumuz düşüyor: “Mütercim merhumun müsveddesi burada hitam buluyor. Bu hadisin tercümesi tarafımızdan ikmal ve izah edilmiştir. Bir seneden fazla bir zamandan beri hasta bulunan merhum, 1934 senesi Ağustosunun (14) üncü Pazartesi günü öğle namazı kılarken ikinci rek’atte secdede teslim-i ruh etmişti… Cenab-ı Hak ilahi rahmetine müstağrak buyursun! Âmin.” K. M. ( Bu yazıyı yazarken bilgisayarla cedelleşiyorum. Benim aslına uygun olarak yazdığım her kelimenin altını çiziyor, yazım öneriler getiriyor. Bugünün karakterleriyle birçoğunu yazamadığım kelimelere mi yanayım, dedelerinin yazdıklarını anlayamayan kuşağımıza mı, dedelerinin ne dediklerini hiç duymamış yeni kuşağa mı yanayım. “Ben yandım eller yanmasın” )

Kamil Miras (1875–1957) Son Dönem Türk âlimi ve siyaset adamı. Afyon Karahisar doğumlu. İlmi faaliyetlerinin yanında, nasıl olsa okuduğu ve ders verdiği yerleri ne kadar yazsam da ayrıca sadeleştirme sorunu olacak, siyasi bir kişiliği varmış. Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Cumhuriyet Halk Fırkası’ndan seçilmiş. Bir süre sonra kurulan Terakki Perver Cumhuriyet Fırkası’na katılmış… 21 Şubat 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne Diyanet İşleri Riyaseti bütçesinin görüşülmesi sırasında onun da aralarında bulunduğu elli üç mebusun verdiği bir önergeyle yeni bir Kur’an tercüme ve tefsirinin hazırlatılması, ayrıca uygun bir hadis kitabının Türkçeye çevrilmesi kararlaştırılmış. Tefsir işi Elmalı’lı Muhammed Hamdi’ye, hadis kitabı olarak seçilen Buhari’nin el- Camiu’s- Sahih’inin Muhtasarı et-Tecridü’s- Sarih Tercüme ve Şerhi görevi de Babanzade Ahmed Naim’e verildi. Ahmed Naim’ in vefatı üzerine müsvedde halindeki III. Cildin basıma hazırlanması ve kalan kısmın tamamlanması işini devralan Kamil Miras on yıl içinde bu çalışmayı bitirmiş. (Yazıcı, DİA, XXX, 145–146)

Bu kitap Diyanet İşleri Başkanlığı’nca 1928’den itibaren başlanarak 1948 yılına kadar geçen zaman içinde on iki cilt halinde yayınlanmış. (Uğur ve Sofuğlu, Tecrid Kılavuzu,3)
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz