Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Canfeza'nın Yazıları

Aşağa gitmek

Canfeza'nın Yazıları Empty Canfeza'nın Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Ocak 10, 2009 6:41 pm

Önceden, bir ağacın dibinin köşe sayılıp sayılamayacağını tartışırdık.
Biz önceden köşe kapmaca oynardık ve her oyunda köşesi olanlar ve olmayan(lar) olurdu.
Bükümlü bir şey köşe sayılabilir mi? Ya da dönüş kısımları oval olan zikzaklar köşe görevi görebilir mi bu oyunda? Bir şeye köşe diyebilmek için ayakucunun yerleşebilmesi ya da en azından dokunabilmesi yetiyordu aslında. Aslında tüm tartışmalar gereksizdi. Ve böyle olduğu için tarifler bizim elimizde, insaf ve hayal gücümüzün inisiyatifindeydi. Ya da bu güçten kaynaklanan feci bir özgürlük doğurdu bu kuralları. Kuralları ‘biz’ koyar, ‘biz’ değiştirir ve ‘biz’ yaşardık, neyi gerektiriyorsa. En yukarıda muhteşem bir ‘biz’ vardı her şeye hükmedebilen. O kadar özgür ve dengeliydik. Bu arada şimdi olduğumuzdan daha mütevazıydık. Özgürlüğümüzün çok geniş hudutlarından ve dengemizin ‘has’lığından söz etmediğimiz için…
Köşe kapmaca oyununa mantıksal dayanaklar aramaz ve onun alıp götürdüğü ‘boş’ veya ‘dolu dolu’ saatlerin hesabını tutmazdık. Hesap yoktu önceden. Köşe kapamayan ya da düz bir şeyi köşe yapamayan ebenin ruh haline aldırmaz, hatta ebenin ayaklarından köşe olup olmayacağını bile düşünmeyerek sıfırlardık onu. Ebe, köşe kapamadığı, köşeli olmadığı ve köşe bulmanın ‘hesab’ını yaptığı için dibe vururdu. Ebe dibe vurduğu için kimse ona aldırmazdı ya da kimse ona aldırmadığı için ‘dibe vur’urdu ebe. Ebe, ne kelime oyununu, ne dibe vurmanın usulünü bilirdi. Şöyle ki ebe olmayanların bildikleri tek şey buydu: dibe vurmak. Bir şeyin yerle birleşen kısmına (dibine) ayakucunu dokundurabilmek ebelikten kurtarıyordu onları.
Oyunun ebesi en yavaş hareket eden, en dalgın ve dikkatsiz olan değil, en az yaratıcı olandı. Evet, ebe icat edemiyordu.
Ebe en az icat eden olsaydı, oyunun en başındaki ebeyle biterdi oyun. Hâlbuki ebe sürekli değişen biriydi. Oyundaki herkes her an ebe olabilme ihtimalinin çarpıntısıyla hareket ediyordu. Demek ki her birimizin üretebilen ve üretemeyen zamanları oluyordu ve ebe olmak; eksik yanını gizleyememekti. Birimizin eksik yanının açığa çıkması eğlendiriyordu bizi. Herkesin ‘eşit’ derecede icat yeteneği olsaydı ya da her an icat edebilseydik, köşe kapmaca oyununu oynayamayacaktık. Ebe olma riskimiz olmasaydı heyecanlanamayacak, hareket kazanamayacak ve belki anlamsızlaşacaktık.
Belki tüm bu ihtimaller ve sebep sonuç ilişkileri yaşatıyor bizi. Yaşatıyor mu demeliydim, oyalıyor mu?
Aslına bakarsanız her birimiz her an bir köşe kapmaca oyununun hengâmesinde bir sağa bir sola koşup duruyoruz. Nefes almanın gereği; bir köşe kapmak ya da yapmak. Değişim dediğimiz ya da devreden her şey ebelerin değişen yüzlerinden başka bir şey değil.
Köşe kapmaca oyununda üretemeyen halimizle, bir başka oyunda başka eksikliklerimizle eğlenmeyi beceren, -belki de- oyunun asıl amacından bihaber, telaşlı, nefes nefese kalmış ve her an ebe olma ihtimaliyle oyalanan çocuklarız hepimiz.
Sahi, sormayı unuttum, hiç ebe olmayan var mı içinizde?


‘Canset’
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Canfeza'nın Yazıları Empty Geri: Canfeza'nın Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Salı Mart 17, 2009 9:22 pm

“Zıp!..”

Diye zıpladım yatağımdan.

Makine. Motor. Araba. Traktör. Bilgisayar hatta. Yoksa bir askeri tank mı Allah’ım bu ses de ne? Eğilip. Yatağımın altına bile baktım o sersemlikle. Gülmeyin, bozuluyorum. Hâlâ tarif edemediğim, tanımlayamadığım bir ses dönüyordu beynimde. Çalar saatim bile daha nazik davranırdı. Uzanıp, saatime teşekkür ettim bir şeylerden daha nazik olduğu için. Saat? Sabahın kör vakti. Günlerden geçen hafta bu gün.

“Kalk, koş salona!...” dedi içimden bir ses. İçimden gelen bu tür yersiz ve saçma sesleri dinlememe kararı almıştım ama huyum kurusun işte. Sesi salonda arayacağım. Ev sobalı, yerler taş, dondu benim çorapsızlar. Üşüme hissiyle, gerisin geri… Neredeyse sobanın içine girecektim.

“Kızım, ne yapıyorsun?”

“Bilmiyorum.”

Babama fısıldıyor: “ Yine uyurgezerliği başlamış. Vah yavrum, yurtlara bıraktık, bin bir korku içinde tabi. “

Annem her günkü haliyle başlamıştı güne. Normal bir şey yapmak istedim:

“Anne, hayırlı sabahlar!...”

Ses yok. Biri kalkıyor. Annemi beklerken babam çıktı odadan. Hep böyle olur, sabahları annemin sesi babamın bedeniyle birleşiyor zihnimde. Gülmeyin, bozuluyorum.

Babamın yaptığı en iyi şey: çay. Ha bir de pirinç pilavı. Un helvasını da güzel karıştırır. Erkek olmasına nazaran ziyadesiyle hamarat anlayacağınız. Kaşıkla vuruyor bardağa. Bardak sesleniyor: “Çay hazıııır!...”

Çayın benden önce hazır olmasından hoşlanmıyorum. Hırkamın tek kolunu mutfakta giyindim. İki çay, şeker ve babam. Daha ne olsun! Bunların üstünü kaplayan ve ikimizi de saran bir sessizlik oluyor bir de. Babamla konuşacak pek bir şey bulamıyorum. Başım önde, bardağı seyrediyorum, aklım sultan Süleyman’dan haber getiriyor. Babamın neye baktığını merak edip başımı çevirdim, babam yok. Acaba geldiğimden beri bu bardakla mı oturuyorum?

-Ne kadar yalnız buluyorsun beni değil mi bardakçık? Dur bakıyım, ateşin mi var senin?

Elvis Presley dinlemek istedi canım. Sebzeliğin üzerine bırakmışım müzik çaları. Annem gördü mü bilmiyorum. Kalkınca belli olur:

- Yine mutfakta unutmuşsun o kulağına sokuşturduğun şeyi.

Günün ilk kahkahasını attım… Ne yapayım?...

Kulağıma fısıldayan adamı anlamaya çalışıyorum. Sesini biraz daha kıstım daha çok merak etmek için. Presley, hâlâ Türkçe konuşamıyorsun? Çık kulağımdan, çık!

Elveda Presley! Elveda sana da…

Gülmeyin, bozuluyorum.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Canfeza'nın Yazıları Empty Geri: Canfeza'nın Yazıları

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Paz Nis. 12, 2009 10:12 pm

“Issızlaşmış Üsküdar, martılar daha sessiz,
Doğancılar’ı sorma, artık geçilmez sensiz.
Olmasaydı sırtımda, görünmez emanetin,
Bil ki adım atmazdım, bu semte rahat emin.”
Bir dostun ardından, bir dava arkadaşına duyulan özlemle yazılan, Necmettin Şahinler’in hisli şiirinin samimiyetine tutunarak başlayalım bir dostu, gönül kardeşini, bir kadri bilinmezi, ilim ve bilim adamını anmaya…
Kıymetli hocalarım, büyüklerim ve gözleri parıltılı arkadaşlarım, hepiniz hoş geldiniz kısa sohbetime, hoş bulasınız…
Ahmed Yüksel Özemre süsleyecek cümlelerimizi, bu hafta da o titretecek içimizi…
Çoğunuzun tanıdığını umduğum, kiminizin de şimdi duyup hatırlayacağı Ahmed Yüksel Özemre için ne demeliyim, bir başlık koymalıyım yazıma?...
Kandilde kandil olan bir güzel…
Nesli tükenmeye yüz tutmuş bir İstanbul beyefendisi…
Üsküdarlı bir arif…
Hatırı sayılır bir musiki âşığı…
Yaman bir atlet…
Mutasavvıf bir atom mühendisi…
mi demeliyim, onu kısa bir tarife sığdırmaya çalışmalı mıyım bilmiyorum… Sığ tariflerle tahrif etmemek adına sözü biraz uzatmalı, ardından söylenenlerden, eserlerinden, manevi âleminden bahsetmeli, dizinin dibine çömelip, sözlerine kulak vermeliyim gerekirse…
Ahmet Yüksel Özemre 3 Nisan 1935 Çarşamba sabahı, babaannesinin babası Münîb Paşa’nın satın aldığı konakta doğdu. Babası Kur’ân Tilâvet ekolünün en son şahsiyetlerinden Hâfız Mehmet Nûrullah Bey olan Özemre’nin annesi Pâkize Hanım’dır. Henüz kırk bin nüfuslu olan ve Osmanlı’dan tevarüs eden kültürel dokusunun bozulmadığı yıllarda Üsküdar’ın her biri "şahsiyet" olan insanların arasında, ağabeyi Mazhar Bey ile birlikte büyüyen Özemre, Ayazma İlkokulu’nun ardından ağabeyi gibi Galatasaray Lisesi’ne kaydoldu. Galatasaray Lisesi’nin unutulmaz öğrencilerinden biriydi Özemre. O kadar ki muhterem babasının nasihatine uyarak sınıf birincisi olmamak için gayret sarf edip, bunun üzerine öğretmeninin “Oğlum bırak bu nezaketi artık birinci ol” ikazına muhatap olunca da birinciliği kimseye bırakmayan zehir gibi bir talebeydi o…
Özemre, mesleğine küçük yaşta karar verdi ve ailesinin de teşviki ile uzun yıllar sürecek zahmetli bir eğitim maratonuna başladı. O günlerini "Ailem beni okumaya çok teşvik etti. Annem bana o zamanlar yayınlanan Yavrutürk dergisinin 64 sayfalık Edison özel sayısını okuyunca ona ‘ben mûcid olacağım’ dedim. İlkokulu bitirmeden Hayat Ansiklopedisi ile Çocuk Ansiklopedisi’ni tamamen bitirmiştim. 7. sınıfta fizikçi olmaya, 8. sınıfta teorik fizikçi olmaya karar verdim" sözleriyle anlatırdı. Hem akademik hem de bürokratik olarak üst düzey görevler alan Özemre, babasının nasihatine her zaman uymasa da hep aklında tuttu. "Rahmetli pederin bana vasiyeti vardır: ‘Evlâdım talip olma, teklifi de reddetme!’ derdi. 43 tane işe girip çıktım; fakat bunlardan sadece üniversite öğretim üyeliğine kendim talip oldum. Onun ötesinde hiçbir işe kendim talip olmadım. Daima iş gelip beni buldu. Hiçbir işe talip olmadım ama pek çok işleri de reddettim. "
…..
Özemre, lisans eğitimini İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Matematik-Fizik Dalı’nda, master öğrenimini "Fransa Nükleer Bilimler Ve Teknoloji Millî Enstitüsü Atom Mühendisliği” dalında tamamlamıştır. Fransızca’yı çok iyi, İngilizce ve İtalyanca’yı iyi, Almanca’yı orta, İspanyolca’yı az bilir.
Mühendis olması, aynı zamanda annesinin Özemre’den ricasıdır. Özemre’nin Türkiye’nin ilk atom mühendisi olması ona pek çok sorumluluk yükler. 1960’lardan sonra bu yük iyice artar. Nükleer teknolojiyle ilgili pek çok bilimsel ve idarî görevi üstlenen Özemre 1985-1987 yılları arasında 26,5 ay Türkiye Atom Enerjisi Kurumu ve Atom Enerjisi Komisyonu Başkanı olarak görev yaparken, Çernobil Kazası yaşanır ve politik basiretsizlikler yüzünden bütün çalışanlarıyla zan altına alınan kurumun başında olması, onu bir anda hedef haline getirir. O dönemde yaşanan kargaşada, tıpkı yakın tarihte herkesin deprem ve ekonomi uzmanı kesilmesi gibi "radyasyon ve nükleer enerji uzmanlarının" aniden bollaşmasının da payı vardır. O dönem hatıralarını 1993’te çıkan Türkiye’nin Çernobil Çilesi ve Ah Şu Atom’dan Neler Çektim! adlı iki kitap halinde yazan Özemre özellikle 1992-1993’te siyasi sebeplerle tekrar gündeme gelmesiyle Çernobil kazasının onu ve ailesini nasıl etkilediğini şöyle özetliyor: "Hakkımda cumhuriyet savcılıklarına 400 küsur suç duyurusunda bulunuldu. Sanki tek merkezden çıkmışçasına yazılan bu suç duyurularının her birinde hakkımda 40 yıl hapis ve 40 milyar lira para cezası öngören başvurulardı. Bunların hepsinden aklandım. Bu yetmedi, gazeteler beni defalarca vatan haini ilan etti. TBMM’de hakkımda bir araştırma komisyonu kuruldu. 9,5 ay çalıştı. Ben, TAEK çalışanları ve zamanın hükümeti ibra oldu. Gaziosmanpaşa’da 1600-1800 kişinin katıldığı bir gösteride samandan kuklamı yaktılar. Taksim ve Kadıköy meydanlarına ‘Çocuklarımızı lösemili yapan Ahmet Yüksel Özemre’ye ölüm’ diye pankart astılar. Eşim ve kızım çok ızdırap çekti. 4–5 sene sonra kızımı kaçırmak isteyen gruplar olduğunu öğrendim. Benden saklamışlar."
Kimilerine göre bir ‘İstanbul beyefendisi’ , ‘mutasavvıf bir atom mühendisi’ olarak nitelendirilen Özemre, kimilerince de ‘tonlarca radyasyonlu çayı millete içiren bir ihmalkâr ve hatta acımasız bir katil’ şeklinde adlandırıldı...
Çernobil kazasından sonra siyasetçilerin ve kamuoyunun mahkûm ettiği ve yüzlerce dava ile TBBM soruşturmasından beraat etmiş olan Ahmed Yüksel Özemre’nin hayatı, Çernobil kazasından Akkuyu Nükleer Santral projesine kadar çileli bir güzergâh hâlini alan bir ibret vesikasıdır.
. . .
Ahmed Yüksel Özemre, birçok kurum ve kuruluşta hizmet vermiş, geride çeşitli sahalarda kıymetli eserler bırakmıştır. Çalıştığı çok sayıda kurum ve kuruluştan sadece birkaçını zikretmekle yetinelim…
Türk Astronomi Derneği, Türk Fizik Derneği, Aydınlar Ocağı, Bilim ve Teknoloji Vakfı ,Türk Bilim Târihi Kurumu faaliyet çeşitli unvanlarla faaliyet gösterdiği kuruluşlardandır.
Özemre’nin İfâ Ettiği Görevlerden yine sadece birkaçını sıralayalım:
-İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsünde Asistan,
-İstanbul Üniversitesi Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsünde Eylemsiz Doçent
-Başbakanlık Atom Enerjisi Komisyonu Çekmece Nükleer Araştırma ve Eğitim Merkezinde Araştırıcı
-İ.Ü. Fen Fakültesi Teorik Fizik Kürsüsünde Eylemli Doçent
-i.T.Ü. Elektrik Fakültesinde Profesör
-İ.T.Ü. Nükleer Enerji Enstitüsü Yönetim Kurulu Üyesi
-TÜBİTAK Bilim Kurulu Üyesi
-NATO Bilim Komitesinde Türkiye Temsilci Üyesi
-İ.Ü. Fen Fakültesi Dekanı, İ.Ü. Senato Ve Yönetim Kurulu Üyesi
-TÜBİTAK Bilim Adamı Yetiştirme Grubu Yürütme Komitesi Üyesi
-Türkiye Atom Enerjisi Kurumu (TAEK) Danışma Kurulu Üyesi
-T.C. Enerji ve Tabiî Kaynaklar Bakanlığı Danışmanı ve Nükleer Santral Proje Koordinatörü…
Özemre, müspet tefekkür üslubuyla gönüllerde, bıraktığı akademik eserlerle de beyinlerde yaşıyor. Akademik, felsefî, dinî, içtimaî ve siyasî konularda 350 makalesi, Teorik Fizik ve Atom Mühendisliği dallarında (biri Fransızca olmak üzere) lisans, yüksek lisans ve doktora düzeylerinde 12 cilt ders kitabı,1532 sayfa tutarında 10 cilt çevirisi ve ayrıca hatırat, deneme, inceleme, olarak yaklaşık 6800 sayfa tutarında 22 cilt eseri bulunmaktadır.
Ahmed Yüksel Özemre’nin akademik yayınları çok fazladır; fakat onun daha çok eski İstanbul’u ve o dönemin sosyal/kültürel hayatını aktardığı eserleri bilhassa gençler tarafından çok ilgi görmüştür. Özellikle büyük bir okuyucu kitlesine hitâb etmiş bulunan kitaplarından bazıları üzerinde durmak gerekiyor. Hatırat türüne giren ve İstanbul’u ve bilhassa Üsküdar’ı dile getiren bu eserlerde okuyucu, yaşanmış güzellikleri, eski insanlarımızın eskimeyen zarifliklerini görüyor. Özemre’nin bu tarz eserleri arasında en önemlilerinden biri şüphesiz Geçmiş Zaman Olur Ki… isimli eseridir. Yazarımız bu eserinde, çocukluğunun ve gençliğinin Üsküdar’ını ve İstanbul‘unu anlatmakla, hayatına yön veren olayları çok canlı bir uslûbla dile getirmektedir.
Yazarın neredeyse ismiyle özdeşleşen bir eseri de Üsküdar’da Bir Attâr Dükkânı’dır. Özemre bu eserinde, ebru sanatının son büyük sanatkârı Mustafa Düzgünman’a ve ailesine ait attâr dükkânı ve çevresindeki şahsiyetlerle ilgili hâdiseleri kendine has tatlı bir uslûbla aktarmaktadır.
Portreler Hatıralar, hocanın yine hatıralardan ve bazı portre yazılarından meydana gelen önemli bir eseri. Yazar genellikle ilmî çevrelerde karşılaşmış olduğu birtakım kimselerle ilgili unutamadığı hatıralarını naklederek konulara rahmanî bir bakış açısından yaklaşmakta, bu zevatın ilgi çekici portrelerini de çizmektedir.
Özemre’nin son kitabı Üsküdar’ın Üç Sırlısı, Kubbealtı Neşriyatı arasında çıktı. Eski İstanbul’u bütün maddî ve manevî özellikleriyle tanıyan, Cumhuriyet’in ilk yıllarından bugüne meydana gelen değişimi gören ve gösteren Ahmed Yüksel Özemre, âdeta bir şehir fotoğrafçısıdır. Gördüğü, duyduğu, yaşadığı hayatı en ince teferruatına kadar naklederken, nesiller arasında sağlam bir köprü de olmaktadır. Bu yüzden Üsküdar’ın tanınmasında, sevilmesinde ve değerinin anlaşılmasında hocanın emekleri çok fazladır. Kitapta yazarın çocukluğu ve gençliğindeki Üsküdar’ında ahali arasında dolaşan, ama esrarına muhiblerinin ancak pek azını aşina kılan sırlı velilerinden Eşref Ede, Nafiz Uncu ve Turgut Çulpan’a ait hatıraları zevkle ve istifadeyle okunuyor. Ahmed Yüksel Özemre, eserinde, bir ömür boyu “muhabbetlerinden” istifade ettiği üç şahsiyetin dışında Seyyid Abdülkādir Belhî Hazretleri’ni de kişilikleri, eserleri ve hayatlarındaki izleriyle okuyucuya tanıtıyor. Üsküdar’ı, Üsküdar’ın manevî simalarını ve Ahmed Yüksel Özemre’yi yakından tanımak isteyenlerin mutlakā okuması gereken bir eser, Üsküdar’ın Üç Sırlısı.
Üsküdar, Üsküdar demiş ömrü boyunca, yetmemiş beni Üsküdar’a gömün demiş… Üsküdar böyle bir âşık gördü mü acaba Özemre yetişene kadar…:
Her sokakta bir câmi, bir türbe, bir zâviye;
Üsküdâr'da insânı cezbeder biteviye.
Üç "Sinan Camii"ni1 hangi ilçe hâmildir?
Bu, Üsküdâr'a mahsûs vedîa-i cemîldir.
Bunca konak ve yalı başka nerde bulunur?
Bu medeniyet ancak Üsküdâr'da korunur.
Ehl-i dilin sohbeti, beldede, hâlâ zinde;
Nice tâlib yürüyor mürşidlerin izinde!
Âdâb-ı muâşeret burdan etti intişâr,
Sohbet müntesibiydi şâir, edib, müsteşâr.
Türk, ermeni, yahudi, acem ve rum ahâli
Muhabbetle yaşardı üsküdârî bir hâli.
Bu belde kılmaktaydı beş milleti kafadâr;
Bir vahdet potasıdır bu vasfıyla Üsküdâr.

O, eserlerinde her geçen gün yitip gitmekte olan kültürümüzün temel hususiyetlerini, bir zamanlar ihtişamıyla gözleri kamaştıran yüksek medeniyetimizin can alıcı unsurlarını ve Dünya’ya örnek olan muhteşem ve zarif sanatımızın nirengi noktalarını anlatmaktadır. Bugün içinde bocaladığımız, sıkıntısını yaşadığımız temel meselelerin nasıl ve hangi projelerle aşılabileceğinin ipuçlarını vermektedir. Bizi biz yapan kıymet hükümlerimize işaret etmektedir. Özümüzü kaybetmeden, benliğimizi yitirmeden nasıl ayakta duracağımızın formülünü göstermektedir. Fikirlerinin özünde, eşref-i mahlûkat olan insanoğlunun metafizik dünyasını çerçevelemekte ve yeni nesilleri güzel hedeflere yönlendirmektedir. Bugün okuyucuları arasında daha çok gençlerin bulunuşu boşuna değil; çünkü yeni nesillerle güzel bir diyalog kurabilmiş olan Özemre, abide şahsiyetleri anlatırken onların güzel dünyalarında okuyucusunu gezdirmekte, dolayısıyla yaşanmış güzel hayatların ışıklı ortamına gençleri taşımaktadır.
Özemre bilimsel çalışma ve katkılarının yanı sıra içtimai meselelere de zihin yoran, manevi âlemi zengin bir kimse idi. Maddenin mühendisliğini yaparken manaya varabilen, bu bakımdan müspet dengeyi sağlamış bir bilim adamıydı. Bir insanın sancısı, halet-i ruhiyesi en iyi kaleminden dökülenlerden anlaşılır düşüncesiyle; Özemre’nin iç sızısını hissettiğimiz ‘Kur’an fizik kitabı değildir’ isimli şiirinde bilim insanının imanındaki o tatlı bilince ve derinliğe sizleri de şahit tutmak istiyorum…
Kur'ân'ın gāyesidir beşeri İnsân kılmak!
Hakk mehdî kılsın seni; ol bir Mürşid'e yamak!
Fizik kitabı değil, seyr-i sülûktür Kur'ân.
Fizikimsi lâfların saçma, serap, kaçamak.

Vehmini ilm mi sandın, Fizik'den echel iken?
Uydurduğun saçmalar ilmî idrâke diken.
Artık aşma çizmeyi, temkîne gel be adam!
Çeneni tut, tövbe et! Zira tavrın dilşiken. (kalpkıran)


Izdırapla yaşayıp gidenler çektikleri kadar mı bilinemez ama pek acı bir ızdırap bırakırlar arkalarında…
Bir güzel dost daha, Ahmed Yüksel Özemre hocamız da sıyrılıverdi gariplikten, gurbetten…
“Ta ezelden biz bu aşk içinde rüsvâ olmuşuz
İsmimizdir söylenen, manada ankâ olmuşuz…”
diyerek uçup gitti kendinden, kendine…
Tek avuntu hayal ve temenni edilen mekanın huzurudur, fatihalardır…
“Mekânın cennet olsun Ahmed Yüksel hocamız…”

"Benim niyâzım iki rekât namaza sığmaz" diyor İkbâl. Bizim yazımız da iki satıra, birkaç dakikaya…
….

Dinleyişi, hürmeti ve sabrı övülesi KOCAV ailesi,

Yapmış olduğum bu kısa çalışmanın sizlere ufak da olsa bir katkı sağladığı düşüncesiyle memnun olarak ayrılıyorum huzurlarınızdan…
Sabır ve nezaketiniz için teşekkür ederim…
Selametle kalınız…






Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz