Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-2

Aşağa gitmek

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-2 Empty HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-2

Mesaj tarafından Selim Çarş. Tem. 26, 2023 8:35 pm

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-2
SELİM GüRBüZER
      SAFRA KESESİ
      Malumunuz Safra kesesi;
       -Korpus.
       -Fundus,
       -Boyun olmak üzere üç kısımdan meydana gelir.
    Safra kesesi karaciğerin alt kısmında içi boş bir organ olmanın yanı sıra armut şeklinde, ya da ampule benzer bir görünümdedir. Fakat patolojik durumlarda ister istemez şekli,  büyüklüğü ve doku biçimi değişebiliyor. Bu arada safra kesesinin oluşturan safra hücreleri safra ifraz etmek için vardır. Zaten safra kesesi şayet salgısını ifraz etmezse o vücut besinini hazmedemez duruma gelecektir.
       PANKREAS
       Karaciğerden sonra sindirim kanalına bağlı en büyük bezimiz pankreastır. Bulunduğu konum itibariyle de midemizin sol alt tarafında,  duodenumun hemen yanı başında ve dalağa çapraz konumda yer alır. Görünüm bakımdan ise yaprağı andıran, 15-20 cm boyunda, ortalama 100 gr ağırlığında 12 parmak bağırsağına açılan beyaz pembe renkli ekzokrin (dış salgı) ve endokrin (iç salgı)  bez olarak dikkat çeker. Pankreas organımız bir yandan ekzokrin bez olarak sindirim enzimleri salgı rolü üstlenirken diğer yandan endokrin bez olarak da vücudun karbonhidrat metabolizmasını düzenleyen iç salgı rolü üstlenip böylece karma bir bez olarak adından söz ettirir. Pankreasın bir başka dikkat çeken yanı ise insülin ve glukagonu doğrudan kana karıştırma da rol üstlenmesidir. Diğer tripsin, steapsin ve amilopsin gibi hormonlar da malumunuz Wirsung kanalı (anapankreas kanalı)  yoluyla on iki parmak bağırsağına dökülürler.  Peki, onca işlerde rol üstlenen bu denli hayati öneme haiz pankreasın oluşumu nasıl vücut bulmuştur derseniz,  insan anatomisi ile ilgili kitaplarını karıştırdığımızda cevaben asinüs adı verilen ve sayıları milyonları bulan keseciklerden teşekkül ettiğini görürüz. Yemeğe başladığımız zaman asinuslar (hücresel salgı birimleri) sinir sisteminden aldıkları sinyaller eşliğinde sindirimi kolaylaştırıcı salgılar çıkarıp böylece tripsin,  kimotripsin, karboksi polipeptidaz, ribonükleaz, dezoksirisonükleaz, amilaz ve lipaz gibi sindirim enzimlerin katalizörlüğünde yediğimiz besinlerin vücuda yarayışlı hale gelmesinde mühim rol oynamış olurlar. Hatta söz konusu enzimler bununla kalmayıp besinler içerisindeki proteinleri amino asitlere çevirirler. İşte bu tür değişim veya dönüşümlerin neticesinde amilaz karbonhidrat grubundan nişastanın şeker haline gelmesinde etken rol oynarken, lipaz ise safra salgısıyla birlikte yağ ve yağ asitlerin gliserole çevrilme işlemini gerçekleştirir. Bu demektir ki, hiçbir dönüşüm tesadüfen meydana gelmiş değil, her bir dönüşüm kendi yüklenmiş olduğu misyonunun gereğini yapmakla ortaya çıkan bir dönüşüm söz konusudur. Tabiî ki pankreasın yüklendiği misyon bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet.   Mesela kanımız hemen hemen her gün yüzü aşkın sayıda glikozu bünyesinde taşımasına rağmen kandaki glikoz değerleri 100ml/100 miligramı geçmemektedir. Keza kalsiyumda öyledir. Belli ki pankreas kendisini oluşturan pankreas hücreleri tarafından insülin hormonu salgılayaraktan kan şeker ayarı dengelenmiş olmakta. Ancak şu da var ki; aşırı derecede insülin salgılandığında hipoglisemi hastalığı nüksederken bunun tam aksine az salgıladığında ise yüksek seviyelerde hiperglisemi denen şeker hastalığı nüksetmekte. Anlaşılan kan şekerinin düşmesi ya da artış kaydetmesi durumunda hormon denge ayarımız kayba uğrayabiliyor. Her şeye rağmen yine de vücudumuzda öyle mükemmel biyolojik nizam tesis edilmiş durumda ki denge kaybına uğrayan vücudun herhangi bir bölümü vücudun bir başka denge unsurunca onarılaraktan yeniden fabrika ayarlarına dönüş mümkün olabiliyor. Nitekim haberleşme sisteminin önemli sacayaklarından sinir ağımızın her bir elemanı bu denge sistemi içerisinde icabında denge unsuru olarak aktif rol oynayabiliyor.
      İnsülin
      Aslında dışarıdan aldığımız her türlü protein, yağ ve şeker türü besinler vücut iklimimizde sindirilip yakıldıktan sonra bir bakıyorsun vücudun bir başka negatif geri tepme bağlantılar eşliğinde kan içerisinde normal seviyelerde tutulabiliyor.  Bir noktada tutmaya yapmaya mecburlar da.  Zira kan şeker düzeyinin belirli seviyelerde tutma işlemleri homeostasis denge sistemiyle sabit tutulabilmekte. Hakeza ısı dengesi de öyledir. Şayet homeostasis dengemiz normal olması gereken hedeflerden sapma gösterdiğinde bir takım sağlık problemleriyle karşı karşıya kalacağımız muhakkak.  Örnek mi? İşte şekerli besinlerin yeterli derecede yakılamamasından dolayı diyabet hastalığı (şeker hastalığı) vuku bulması bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten. Nitekim kandaki glikozu yakan esas faktör insülin hormonudur. Kaldı ki insülin yapı bakımdan bir protein hormon olup kan şekerinin düşürülmesinde etken bir faktördür.  Bu nedenledir ki insülinin azlığı veya üretilememişiyle ortaya çıkan komplikasyonlara bağlı olarak nükseden hastalıklar diabetes mellitus (şeker hastalığı)  olarak addedilirler. Şöyle ki; insülin bir protein yapıda bir molekül olduğundan hazım kanalında proteolitik enzim etkisiyle özelliğini her an yitirebiliyorr. Bu bakımdan glikoz artışında hastalara ağız yoluyla insülin verilmemesi gerekir, uygun olan damardan verilmesidir.
       Bilindiği üzere insülin hormonu pankreas dokusunun langerhans adacıkları tarafından salgılanır. Özellikle salgılanma esnasında granüllü endoplazmik retikulum faktörü çok önem arz eder. Öyle ki pankreas, sırf insülin hormonu salgılamakla kalmaz aynı zamanda kandaki glikoz ayarını dengelemek için de yine elindeki en önemli silahlarından insülin ve adrenal hormonlarını kullanmayı da ihmal etmez. Böylece insülin ve adrenalin hormonlarının karşılıklı negatif geri tepme bağlantılarının etkileşimleri eşliğinde normal kan şeker oranı  %90 - %110 arasında eşik değerlere çekilerekten sabitlenmiş olur.  Belli ki insülin bir yandan kan şekerini yakarak hipoglisemik görev üstlenirken diğer yandan da böbrek üstü bezi adrenal ise boş durmayıp dokularda depo halde bulunan glikojeni serbest halde kana aktarıp böylece kandaki şeker oranını artırmış olmakta. Derken adrenal ve insülin hormonları adeta kafa kafaya verip biri düşürücü, diğeri de yükseltici etki yaparaktan kandaki şekeri normal seviyelerde dengede tutmuş olurlar.  
       Bu arada yeri gelmişken şunu belirtmekte fayda var; kan protein ve lipitleri yakan mekanizmaların nasıl işlerlik kazandığı daha henüz tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuş değildir. Aydınlatılamaması da gayet tabiidir. Çünkü vücut sarayı nice sırlarına ermediğimiz kompleks mükemmel sistemlerle donatılmıştır.
         Glukagon
         Glukagon bir proteohormon olması hasebiyle pankreasın Vangerhans odacıklarından salgılanır.  Kan şeker seviyesinin eşik değerin altına düştüğünde ise karaciğerin glikojen sentezleme fonksiyonunu hızlandırıp hipoglisemi şokun önüne geçmiş olur. Nitekim bu özelliğinden dolayı glukagona hiperglisemik faktör gözüyle bakılır.
        Malumunuz insülin azlığı veya yokluğunda normal kan şeker oranı alarm verip hiperglisemik bir tabloyla karşı karşıya kalınırken glukagon azlığında da tam aksine hipoglisemik bir tabloyla karşı karşıya kalınır. Böylece her iki hormonun karbonhidrat metabolizması üzerinde zıt yönlü karşılıklı etkileşimlerinin neticesinde vücudumuzun tüm protein balansı dengelenmiş olur. Dolayısıyla insülinsiz hormonlar (growth hormonları) büyüme ve gelişmeye yönelik hormonlar olarak addedilmezler. Zira insülinin protein metabolizması üzerine doğrudan tek başına etken unsur değildir. Hakeza pankreas bezleri de tüm faaliyetlerini tek başlarına yürüten tek etken unsur olmayıp hipofiz bezinin önderliğinde tripsin, amilaz ve lipaz türü enzimlerin katalizörlüğünde insülin hormonu salgılanmakta.   Derken kan şekerinin normal seviyelere çekilmesinde aktif rol alaraktan böylece vücut dengemiz sağlanmış olur.  Hatta tripsin, steapsin ve amilopsin üç grup parçalayıcılar olarak da adından söz ettirirler.  Madem öyle kendilerinden kısaca bahsetmekte fayda vardır elbet.
                                                              Tripsin
    Tripsin proteinleri parçalayan hormon olup;
     -Kimotripsin,
     -Karboksipeptidaz,  
     -Deoksiribonükleaz ve ribonükleaz olarak kategorize edilir.
    Tripsin bilhassa pH 7,9 şartlarında midede etkisini gösterirken karboksipeptidaz enzimi de pH 5,2-6 şartlarında bağırsakta etkisini gösterir. Hakeza kimotripsin ise pH 8 ve kimotripsinojenin bulunduğu ortam şartlarında etkisini gösterip hele bilhassa çocuklarda son derece daha aktif haldedir.
    Tripsin pankreasın salgı hücreleri tarafından üretilir üretilmez ilk elden bağırsak kanalına ulaştırılıp buradan ince bağırsak hücrelerinin inaktif halde ifraz ettiği enterokinaz enziminin etkisine girerekten aktif hale gelir. Derken pankreastan salgılanan diğer kimotripsin, karboksipeptidaz deoksiribonükleaz ve ribonükleaz türünden proenzimler tripsin inhibitör madde sayesinde bağırsağa kadar inaktif bir şekilde yol kat etmiş olurlar. Şayet böyle bir inhibitör baskılanması olmasa bu durumda pankreas dokusu sindirilip parçalanması kaçınılmazdır.  Nitekim Akut pankreatit hastalığı halinde aktif tripsin salgılanması bu durumu teyit ediyor zaten. Neyse ki bu hastalığın tedavisinde tripsin salgılayan kısım cerrahi müdahaleyle kesilip alındığında pankreas kendisini yenileyebiliyor.
                                                                Pankreozimin
       Pankreozimin kimüs asit etkisiyle duodenumda (12 parmak bağırsağı)  parathormonun salınmasında etkin unsur olduğu gibi pankreastan salgılanan tripsin,  kimotripsin, karboksipeptidaz, amilaz ve lipaz gibi diğer enzimlerde sindirimde etkindirler.
                                                                        Secretin
       Secretin 27 amino asitten oluşmuş bir polipeptit dizisi olup duodenum mukozasında ve ince bağırsak mukozasında asit timus uyarıcılarının etkisiyle kanda pepsin salınmasını hızlandırır. Peki, sadece pepsin salınımını hızlandırmakta,  elbette ki hayır,  bunun yanı sıra pankreas öz suyunun ince bağırsağa salınmasında da etken unsurdur. Ancak şu da var ki secretin öz suyunun salınması duodenum gastriti olanlarda tıpkı hidroklorik asit  etkisi gibi yan etki yapıp mukozada bir takım yanmalara neden olabiliyor.
                                                                       Steapsin
        Steapsin pankreas lipaz enzimi olarak bilinip lipitleri parçalayıcı özelliğinin yanı sıra aktif haldeki yağları gliserin ve yağ asitlerine çevirecek şekilde de etki yapar. Ancak steapsin etkisi inaktif olduğunda pankreasta yağ birikimine paralel olarak bir takım sindirim bozuklukları baş gösterebiliyor. Bu durumdan hastaların mutlaka özel diyete tabii tutulup yağlı ve şekerli gıdalardan uzak kalmaları öğütlenir.  Zaten uzak kalınması da gerekir ki steapsin lipaz enzimi, lipitleri pH 8’de parçalayıcı etkisin gösterebilsin.  Ta ki parçalama işlemleri sona erer ancak o zaman pH değerleri normal seviyelerine çekilmiş olduğu görülür.
                                                                      Amilopsin
       Amilopsinin en temel özelliği;  
       -Karbonhidratların sindirimini temin eden pankreatik amilaz olması,
       -Selüloz dışında bütün karbonhidratları parçalama özelliğine sahip olması,
       -Nişasta, glikojen ve diğer polisakkaritleri disakkarite çevirme işlemini gerçekleştiriyor olması,
        -pH 7,1 de etkili olmasıdır.
                                                                    Apandisit
       Apandisit kese şeklinde sekum denen bir bölgenin divertikülüdür. Öyle ki bu söz konusu kese tüp biçiminde kör bir uzantıyı andırır.  Apandisitin en dikkat çeken yanı üçgenimsi bir lümen, dışta kalın bir tabaka içerisinde düzensiz asit salan lieberkühn hücrelerden (bezlerinin) oluşan bir yapıda lenfatik dokunun içine girerekten lenf nodüllerini oluşturuyor olmasıdır.  Bu arada bir takım besin artıklarının bir kapsül biçiminde dışı yağla kaplanıp lieberkühn’ü tıkaması neticesinde barsak paraziti veya özel bir bakteri aracılığıyla apandiks nüksedebiliyor.  Derken kör bağırsak bölgesinde çürüme şeklinde doku harabiyeti oluşur da.
        Hâsılı salgı sisteminin meydana getiren bezler hakkında en son vücut dengesinin muhafazasında hayati önem haiz bezler dersek yeridir.
                                                                     Böbrek
       Böbreğin birçok biyokimyasal işlevi olmakla beraber asıl fonksiyonu süzüm işlemlerinin neticesinde idrar oluşturmasıdır. İşte bu süzüm özelliğinden dolayıdır ki plazma ve doku aralarında değişik yoğunluklarda sıvılar birtakım filtre işlemlerinin akabinde idrar haznesinde toplanıp hem su sıcaklığı (ısı hidril) hem de sabit iyon dengesi sağlanmış olur. Zaten böbrekte çok sayıda zengin lenf damar ağının korteksle bağlantısının varlığı bunu teyit ediyor. Ayrıca medulla ve papillada lenf dolaşımı olmadığından sıvının atılımından arta kalan üre kana geçmektedir. Şayet üre kana karışmamış olsa böbreğe yakın doku lenfasının pıhtılaşmasına paralel junction meduller kan dolaşımın devre dışı kalmasına yol açıp böylece böbrek taşı oluşumuyla birlikte idrarda yanma olarak yansıyacaktır.      
       ADRENAL
       Böbreğin üzerinde üçgen şekildeki parmak ucu uzunluğunda bezler fiziki görünümüyle adrenal bez olarak addedilirken, soyut yönüyle de korku, kaçış veya tepki hormonu olarak addedilir. Öyle ki herhangi bir tehlike anında kanda adrenalin yükselmesiyle birlikte alında boncuk boncuk ter damlacıkları döker hale gelindiği gibi ağızda kuruluk oluşma hali de belirir.  Derken bu durumda kalp ritminin hızla çarpmasıyla birlikte gayri ihtiyari anlık refleks hali ya da durum vaziyetten kaçış eğilimi görülür. Hayvanlarda ise malum tüy kabarması görülür. Belli ki her iki böbreğimizin üst kısmında üçgen şeklinde kabuk (korteks) ve öz (medulla) kısımdan oluşan adrenal bezlerimiz konu mankeni olarak konuşlanmış değillerdir. Bilakis medullayı oluşturan hücreler noradrenalin hormonu salgılayaraktan tansiyonun yükselmesine, hızlı kalp atışına ve kan şekerinin artış kaydetmesinde etken unsur olunurken korteks bölgesinde kortizon hormonu ve aldosteron hormonu salgılayaraktan vücutta karbonhidrat metabolizmasını düzenleyici rol üstlenmenin yanı sıra amino grup asit ve yağları glikoza dönüştürüp karaciğerde depolanmasında da etken unsurdurlar.  Kaldı ki son yapılan araştırmalarda elde edilen verilerden hareketle artık kortizonun insanı birçok hastalıktan koruma kalkanı hormon görevi ifa ettiği anlaşılmıştır. Nitekim bir insanda sol böbrek alınsa bile kortizon hormonunu bu durumda boşluğu giderecek bir rol üstlenecektir.  İşte bilim adamları kortizon hormonun bu özelliğinden hareketle laboratuvarlarda yapay kortizon ilaç üretmeyi nihayetinde başarabilmişlerdir. Buna mecburdular zaten,  zira kortizon salgısının azalmasında veya durması halinde Addison hastalığı denen böbrek yetmezliği nüksetmekte. Tunç hastalığı olarak da bilinen bu hastalık vücutta zayıflama, yorgunluk belirtileri,  saç dökülmesi, vücutta yer yer koyu kırmızı renk döküntüler ve tansiyon düşüklüğü amereler eşliğinde iyiden iyiye kendi özgül ağırlığını gösterir.  
      Tabii aldosteron hormonunun işlevleri bunlarla sınırlı değil dahası var elbet,  vücuttaki kanı temizleyip su ve tuz dengesini ayarlayıcı steroid hormonu olarak da işlev görmekte. Fakat aşırı aldosteron salgılanması halinde böbrekte sodyum tutulumunun artmasına neden olabiliyor. Ezcümle,  böbrek üstü bezleri alınan bir insanın takriben iki gün içerisinde ölmekte olduğu gerçeği adrenal bezlerin hayati önemini tek başına anlatmaya yeter, artar da.
        Üreter (üretra)-üst idrar kanalı
        Üreter erkek ve kadında birçok bakımdan farklıdır. Kadında kısa bir pasaj görünümde olup varlık nedeni boşaltım işlevi üstlenmesi içindir. Kadın vajinal bölgesi yüksek konsantrasyonda asidik (pH 4) sıvı içermekte olup bu sayede dışarıdan gelebilecek herhangi bir patojen etkene karşı rahim korunmaya alınmış olur. Üstelik böyle asidik sıvı ortamın oluşmasına yine bir başka mikroorganizma aracılık etmektedir. Nitekim laktobasil cinsinden mikroorganizmalar vajinal bölgenin salgıladığı glikojeni parçalamasıyla birlikte mevcut ortam süt aside çevirip pH değerini yükseltmiş olur. Ayrıca kadında yumurta hücresinin döllendiği kanal fallop tüp diye tanımlanır. Özellikle fallop tüpün döllenme noktası olarak seçilmesi belli bir plan ve programın varlığını ortaya koyar. Zaten böyle bir programlanma olmasa döllenme karın boşluğu, yumurtalık, ya da rahim içerisi bir yerde olacaktı. Nitekim fallop tüp dışı bir döllenme dış gebelik sebebidir. Ki; bu tip istisnai durum çoğunlukla anne ve bebek için ölümcül tehdit unsuru oluşturabiliyor. Belli ki fallop tüpünün tercih edilmesinin arka planında, fallopun döllenen yumurta hücrenin rahime geçiş için ön hazırlık işlemlerinin gerçekleştirileceği en ideal mekân olması yatmaktadır.  Hatta bu mekân yeni bir yumurta oluşumuna geçit vermeyen bir özellik taşır. Demek oluyor ki ne yumurtalık gebeliği, ne de dış gebelik derde çare olabiliyor. Meğer çare “ol” emrin gereğini yapan programın şifrelerinde gizliymiş.
       Üretra erkekte uzun bir tüp olup, idrar ve genital boşaltım yollarından gelen salgı ve semeni sevk etmekle görevlidir. Yani ürogenital bir kanal işlevi görür. Bu arada sıkça duyduğumuz böbrek enfeksiyonu rahatsızlıklar bu kanalda erkeğe göre kadında çok daha sık rastlanır.        
       Yardımcı erkek genital organ bezleri
       Yardımcı erkek genital organ bezler testisin boşaltım kanalına açıldığı bez grubu olup;
       -Vesicula seminalis,
       -Prostat,
       -Bulboüretral bez olarak bilinirler.
      Gerek seminifer tüplerin oluşturduğu ampulümsü bezler, gerekse Leydig salgı hücreler çift yapraklı bir zarla (tunica vaginalis)  çepeçevre kuşatılaraktan ambalaj haline getirilip böylece testis arkasında yer alan 10-15 adet civarı ductus deferens (kanalcıklar) vasıtasıyla tek kanallı ductus epididimis’e doğru geçiş yaparlar. Ve geçiş yapılan yer spermler için yumurta hücresiyle vuslatın gerçekleşeceği güne dek hareket kabiliyetini artırmaya yönelik yüzme eğitim tesisi olur da. Keza bu mekânda bir yandan vuslat öncesi normal vücut sıcaklığın 2 santigrat derece aşağısında (34,5 santigrat derecede) tutulurken, öte yandan Leydig hücrelerin salgıladığı früktoz şekerinden enerjik durum kazanmış olur.  Spermlerin enerjisini boşa harcamamak içinde, yani boş yere hareket etmelerinin önüne geçmek adına ortamın asidik değeri ise pH 6,7’de tutulur. Bu arada her ne kadar birçok canlılık faaliyetleri için 36,5 santigrat derece ideal bir sıcaklık değer olsa sperm için bu ideal değer değer sadece döllenme anında gereklidir. Çünkü döllenme öncesi 34,5 santigrat derecelik sıcaklık vesikula seminalis (kese şeklinde tüp) ve ampul bezlerin karışık bulunduğu bolca salgı yapan küçük epitel hücreler has kılınmış bir sabit sıcaklıktır bu. Belli ki bu sabit sıcaklık spermin muhafazası için gerekli ortam sıcaklığı olup, bu söz konusu sıcaklık derecesi testislerin barındığı torba içerisinde sabit tutulur.  Öyle ki birçok ateşli hastalıklara bağlı olarak vücut sıcaklığı 39 santigrat dereceye çıksa bile 34,5 santigrat derece bu bölge için yine her daim sabit tutulmakta. Böylece ortamın hem buharlaşmasına, hem de büzüşmesine geçit verilmemiş olunur.  Bilindiği üzere vesicula seminalis bezler mukoza, epitel ve dış lamina denen elastik lif bakımdan zengin üç tabaka yapı üzerine kurulu olup testisler tunica vaginalis zarı ambalajı içerisinde epididimis’le beraber ortak çift yataklı bir oda (skrotum) içinde muhafaza edilmiş haldedir.  Böylece korunaklı bu yapının septum bölmesi sayesinde skrotum içerisindeki iki testisin birbirine teması önlenmiş olur. Hatta oda içerisindeki salgı hücrelerince salgılanan lipokrin pigmentler ilk defa puberta döneminde sakal ve bıyık çıkmayla birlikte çocukluktan erişkinliğe geçiş safhası cinsel olgunluğu gösteren bir işaret taşı olarak kendini gösterir. Hatta delikanlılık çağı ilerledikçe lipokrom pigment sayısı da o oranda artmaktadır. Şu da var ki bir şekilde erkeğin testisleri alındığında zaman içerisinde vesicula seminalis fonksiyonunu yitirmiş olacaktır. Ancak testesteroh hormonu enjekte edilirse erkeklik fonksiyonu tekrar yeniden kazanılabiliyor.
        Bulboüretral bezler
        Bulboüretral salgısı berrak akıcı olması hasebiyle proteince zengin mukoz bez olarak bilinir.  Hatta bu bezin salgısı spermlerin beslenmesine ve sıvı yoğunluğunun azalmasına yarayıp, böylece spermlerin hareketini kolaylaştırır. Bu arada sperm sayısı kişiden kişiye göre değişip yaşlandıkça azalmaktadır.  Bulboüretral bez elips ve bezelye biçiminde olup normal ağırlığı 24 saatte 10 –15 gram olabileceği gibi 184 -200 gram ağırlığı kadar da çıkıp bu miktara ulaşan bez kronik atılım denen immunoglobulin aracılığı ile atılmaya çalışılsa da her halükarda kişi üzerinde hipertansiyona bağlı ani komalar görülebiliyor.
        Prostat
        Prostat atkestanesi büyüklüğünde, aynı zamanda mesaneden (idrar kesesi) çıkan ve üretrayı çepeçevre saran glandula bir bezdir. Ayrıca bu bez çok kanallı ve sitoplâzması bol salgı salan granüllü epitel hücrelerinden teşekkül eder. Fakat yaşlılıkta prostat büyümesi esnasında bu salgılar mesaneye baskı yapıp, sık sık idrara çıkmanın yanı sıra idrar sırasında yanmaya da (sızlama) neden olur. Bu durumda kastrasyon (hadımlık) sonrası epitel hücreleri küçülmesiyle birlikte salgı granülleri kaybolmaya yüz tutar. Böylece prostat salgısı sırasında protein miktarının azalış kayd etmesiyle birlikte proteolitik enzimi fazla açık vermiş olur. Öyle anlaşılıyor ki prostat salgı çok karmaşık bir yapı olup, kireçleşince mesane kalküli (mesane taşı) oluşumu vuku bulur. Öyle ki kireçleşmiş taşların büyük olanları bez içerisinde kalıp kistik oluşumuna da yol açmakta.  Bu durumda ister istemez prostat bezinin alınması kaçınılmaz hal alır. Hatta fazla sayıda asit fosfataz enziminin salgılanması da prostat hastalarında sık görülen bir illettir. Nitekim kandaki asit fosfataz yükselmesiyle birlikte prostat karsinomu vuku bulur da.
        Şurası muhakkak; akut miyokard enfarktüsü, konjestif kalp yetmezliği, hepatitis (sarılık), lösemi (kan kanseri), neoplastik hastalıklar ve diğer enfeksiyöz mononükleoz (öpücük hastalığı) gibi arızi durumlarda serum laktik dehidrogenaz (LDH) enzim miktarı artmaktadır. Akut koroner yetmezliği, angina pektoris (göğüs hastalığı), gut hastalığı, akut kolesistitte, Llupus eritematozus (sle), kronik viral hepatitis,  kaloderma, laennec sirozu gibi hallerde ise kolinesteraz enzimi miktarında artış gözlemlenmiştir.
        OVER VE TESTİS
       İnsanda en büyük hücre nedir sorulduğunda verilecek cevap elbette ki ovum hücresinden başkası değildir.  Nitekim bu hücre nihai olgunluğa ulaştığında çıplak gözle bile görülebiliyor. Ovum hücresi morfolojik olarak da malum yumurtalığın sağlı-sollu fallop tüplerin saçaklı kutuplarında konaklayan yumağımsın bir top görünümündedir.  Yumağın iç kısmında ise medulla ve korteks tabakaları vardır.  Peki, bu tabakalar ne işe yarar derseniz, korteks yumurta ve folikül hücrelerin etrafında koruyuculuk görev üstlenirken medulla tabakası da dal budak salmış durumda kan damarlarını oluşturup yumurta hücrelerin beslenmesini sağlar. Ovum hücresini bütünüyle işlevliğini göz önüne aldığımızda adına uygun davranıp over hormonu salgılayan hormon olarak dikkat çeker.
       Oogonnium denen ana yumurta hücrenin mitoz bölünmeye uğraması esnasında oluşacak olan oosit’in dış kısmı yassı epitelyum hücre ile sarılı olması hasebiyle mevcut yapı primer folikül (birinci folikül) olarak addedilir. Derken bölünmenin ilk aşamasının tamamlanmasıyla birlikte tek folikül hücre içeren yumurta hücresi (oosit) oluşur. Ancak yumurta bazı istisnai durumlarda iki veya üç folikül olabiliyor. Ki; bunlar zaten daha olgunlaşmasını tamamlamadan ömrü tükenmiş olur. Vadesi dolmamış folikül hücreler ise bulunduğu konum itibariyle gelişim kayd edip birden fazla hücre dizilimi meydana getirecek şekilde çoğalırlar. Söz konusu çoğalan hücre dizilimi yumurta hücre etrafında glikoprotein içeren zona pellusida jelimsi bir örtü oluşturup ilişiğindeki kanalcıklar vasıtasıyla beslenmeye alınırlar. Böylece folikülün bu safhaya erişmiş görünümü ikinci folikül keseciği (sekonder folikül)  şeklinde tezahür eder. Akabinde ise antral follikül denen büyük boşluk oluşup içerisi liquor folliculi sıvıyla çevreli bir yapı oluşur. Kuşkusuz bu oluşan sıvının en önemli yanı protein, hyalüronik asit ve östrojen hormonu bakımdan zenginlik içerip yumurtanın yumurtalıktan dışarı atılması bu özel sıvı sayesinde gerçekleşir. Böylece yumurtalıktan atılan yumurtayla birlikte cinsiyet hücreleri kendini yenilemiş olur. Bir başka ifadeyle rahim iç duvar cidarlarının dökülme işlemlerini takiben yenilenme olayı gerçekleşip bu sayede menstrüasyon (aybaşı hali) vuku bulmuş olur.  Derken bu olayla birlikte   “Her dem canlar yeniden tazelenir” misali rahim iç yüzey hücrelerin  %75’i yenilenmiş halde adeta yeni bir hayata göz kırpmış olur. Kelimenin tam anlamıyla lutein hücrelerinin yıkımıyla birlikte progesteron hormon salınımı azalıp adet kanamasının akabinde yeniden diriliş vuku bulur.
      Peki,  ikinci follikül aşamasından sonra ne var derseniz, bizatihi ikinci folikül hücrelerin oluşturdukları boşluk içerisinde yumurta hücresinin folikül tekası (thea folliculi)  kılıfı ile kuşatılmışlığı şekliyle ortaya çıkan üçüncü folikül veya graff folikülü denen bir yapı vardır Yumurta hücresi ta ki ileride (buluğ çağında) döllenene kadar graff folikülü (sanduka) yapı içerisinde muhafaza edilir de. Yumurta hücresi döllendiğinde ise bu hücreler salgı bezine dönüşüp adından korpus luteum (sarı cisim)  olarak söz ettirir hep. Malum olduğu üzere korpus luteum’un en tipik özelliği progesteron hormon salgılamasıdır. Söz konusu hormon sayesinde hem bir sonraki döllenme aşamasına hazırlık yapılır, hem de yeni kanamalara mahal bırakmayacak şekilde embriyonun ana rahme tutunma işlemlerinin ön hazırlık şartları sağlanır. Ve ön hazırlık bu süreç ceninin dördüncü aya eriştiği safhada anne ile plasenta aracılığıyla bağlantısını kuracağı güne kadar devam eder de. Derken günü geldiğinde korpus luteum’un üstlendiği beslenme ve bakım işini plasenta devr almış olur. Plasenta emaneti devr aldığında ise hormonal salgı görevi üstlenip, bir anlamda endokrin hormonal faaliyet yürütmüş olur. Şayet luteum hücrelerinin hazırlık aşama faaliyetlerinde her hangi bir aksaklık olsaydı cenin dört aya kalmaz anne karnında gelişmesini tamamlayamayacaktı.
     Yumurtalıklarda tüm gelişim aşamalarını tamamlayan yumurta hücresi, artık bu noktadan sonra sperm hücre ile buluşacak an için karın boşluğuna uğurlanmış olur. Yani karın boşluğunda serseri mayın misali ne halin varsa gör misali abla kendi haline garip bırakılmaz. Bilakis yardımcı ekipmanlar diyebileceğimiz fallopian tüp ve tuba uterina adında iki adet tüp yardım elini uzatıp spermle buluşacağı büyük gün için misafir edilir. Böylece konaklanan mekan büyük bir buluşmanın gerçekleşeceği, yani gelin güvey olacağı adres olur.  Derken rahim (uterus) içerisinde canlının ilk temeli atılmasıyla birlikte anne karnında tüm embriyonik gelişme safhalarının tamamlanmasından maksat hâsıl olup beraberinde kutlu doğum gerçekleşir.  Madem tüm bu gelişim safhalarının ardından kutlu doğum gerçekleşivermekte, o halde anne rahmi de neymiş deyip es geçmemeli,  belli ki anne rahmi kutlu doğum için doğurgan topraktır.  Hani topraktan geldik deriz ya hep, bu doğurgan toprağın morfolojik yönden incelendiğinde armut şeklinde içten dışa doğru endometrium, myometrium ve premetrium tabaklarından müteşekkil olduğu görülür. Bundan da öte doğacak olan nur topu bebeğin barınacağı ilk mekânı olarak dikkat çeker. Nasıl ki toprağın bağrına atılan bir tohum tanesi belirli aşamalardan sonra filizlenip bitki oluşturuyorsa, aynen öyle de anne rahmi de filizlenecek nur topu canlının oluşumunu sağlayacak şartları sağlayan bir mekân özelliğini bağrında taşır. Nasıl mı?  Mesela ana rahmin katmanlarından endometrium tabakası (iç tabaka) yumurta hücresinin spermle birleşme ihtimaline binaen kendi yıkımını gerçekleştirip hem kendini yenilemiş olur hem de rahimin arındırılmasına vesile olur. İlginçtir bu arada rahmin yenilenmesi esnasında nükseden kanın bir işaret taşı hükmünde aybaşı kanı olarak dikkat çekmenin yanı sıra normal kandan farkını göstermesi açısından da pıhtılaşmayan kan şeklinde ayırt edici özellik olarak dikkat çeker.   Şayet aybaşı kanın da pıhtılaşma nüksetmiş olsaydı hiç kuşku yoktur ki anne sağlığı açısından çok büyük ciddi bir tehdit oluşturacaktı. Belli ki aybaşı hali 3-4 güne ayarlanmış menstrual safhası yumurta hücrenin döllenmesiyle oluşacak olan cenine hazırlık diyebileceğimiz bir işaret fişeği özelliği taşımakta. Derken tüm bu hazırlık süreci aşamaları takriben 10 günü bulan yumurtlama dönemiyle birlikte son bulup akabinde folikül ve sekrasyon safhalarına geçişin önü açılmış olur.  Yüce Allah (c.c)  bu hususta bakın ne buyuruyor: “Sizler analarınızın karınlarında ceninler iken, sizin hallerinizi çok iyi bilendir.” (Necm, 32)
        Evet, anne rahmi doğurgan toprak olarak bir anlam ifade ederken erkek cinsiyet organı da zürriyetin çoğalmasında ata tohum tesisi olarak bir anlam ifade eder. Nitekim erkek üreme organlarından testislerin işlevselliğine baktığımızda testosteron hormonu salgılayan bir misyon üstlendiğini görürüz. Erkek cenin testisleri anne karnındayken ilk anda alt karın boşlukta (lumbal bölgede) belirgin hale gelir.  Ne zamanki cenin yedi aylık olur ay gelinir ancak o zaman olgunlaşmış halde kendi iniş pisti diyebileceğimiz torbasına geçiş yapmış olur.  Şayet kendi iniş pistine geçiş yapamayıp pelviste beklemede kala kalırsa bu durumda kısırlık denen kriptorşizm (cryptorchism) denen maraz bir durum ortaya çıkacaktır. Ki, kriptorşizm erkekte kısırlaşmaya yol açan hastalık bir durumdur. Dolayısıyla hastalık erken teşhis edildiğinde basit bir ameliyatla testislerin torbaya alınıp kısırlığın önüne geçmek mümkün olabiliyor.
        Her neyse cinsiyet yönünden erkek ya da kadın olsun hiç fark etmez sonuçta dünyaya gelen bebek kız ise üreme organında konumlanan ovaryum; over vasıtasıyla progesteron ve östrojen hormonu salgılayan bir misyon üstlenirken, erkek cinsiyet bezleri de testosteron hormon salgılayan bir misyon üstlenir. Böylece üstlenilen bu misyon doğrultusunda dişilik ve erkeklik davranışları cinsiyet hormonları sayesinde belirlenmiş olup adından. cinsiyet ayıracı hormonlar olarak söz ettirirler. Bilindiği üzere testisin salgıladığı testosteron hormonu ses kalınlaşması, sakal ve bıyıkların çıkması gibi erkeklik belirtilerin ortaya çıkmasını sağlar. Bu yüzden testisler sperm hücrelerinin depolandığı üretim hane olarak bilinirler. İmalathane incelendiğinde içerisinde sayıları 1000’i aşan seminifer tüplerin (rubuli seminifer)  varlığının yanı sıra ayrıca her bir tüpün (kanalcıkların) içerisi sperm ana hücrelerince dizayn edildiği görülür.  Belli ki bunlar basit sıradan dizayn edilmiş tüp değillerdir,   bikere basit sıradan tüpler olsaydı seminifer tüplerin duvarları sertoli destek hücrelerince korunaklı bir şekilde dayalı döşeli olarak korunmaya alınmazdı. Yetmedi seminifer tubüllerin oluşturduğu ampul bezlerin arasını dolduran bağ doku içerisinde dikkat çeken bir başka hücrelerde vardır ki; bunlar hepimizin bildiği Leydig hücreler olup bakım ve beslenme işini üstlenmek için vardır. Nitekim buluğ çağından itibaren sperm hücreleri sürekli hareket halinde eforsarf ettiği içindir harcadığı enerjiyi ancak Leydig hücrelerin salgıladığı testosteron hormonu sayesinde karşılayabilmekte.  
       Malumunuz kadınlığa ait belirtiler over tarafından salgılanan östrojen ve progesteron hormonu tarafından idare edilir. Bu salgıların azlığı cinsiyet yetersizliğine ve vücutta yağ toplanmasına yol açar.
        Hâsılı kelam erkek ve dişilik hormonları vasıtasıyla bir insanın erkek veya dişi mi olduğunu fiziki olarak anlarız. Bu yüzden erkeğin kas yapısı kadına nispeten çok daha iri olduğundan her daim ağır işler erkeğe verilir.
       Plasenta
       Plasenta (eş) görünürde saçaklı, dallı ve ağaçsı bir et parçası gibi bir duruş sergilese de aslında onun duruşu bir büyük köprü vazifesi görmek içindir. Üstelik yapısında ne hipofiz benzeri bir bez yapısı var ne de hormon üreten salgı bezi yapısı. Bu tür yapılanmadan yoksun olmasına rağmen bir bakıyorsun plasenta tarafından hormonal sistemin dışında kendine özgü hormon imal edilebiliyor.  Plasenta (eş)  sadece bununla kalmayıp anne tarafından gelebilecek mikrop ve zehirli maddelere karşı adeta etten duvar örüp sızmasının önüne geçip böylece bu noktada trafik polisi rolü üstlenmiş durumdadır. Nitekim göbek kordonu aracılığıyla bir yandan faydalı olan maddeleri geçirip faydasız olanlara dur denirken, bir taraftan da zehirli maddelere karşı panzehir kordon olmakta. Derken rahim duvarında yer alan kılcal damarlar plasentaya kordon halde açılaraktan kanın emilimin sağlayıp bu sayede ceninin anne karnında zehirlenmeksizin beslenme olayı gerçekleşir.  Ne diyelim, her ne kadar görünüşte sıradan bir epitel hücresi gibi duruş sergilese de meğer kazın ayağı hiçte öyle değilmiş, tam aksine maharetleriyle bilim dünyasını bile hayretler içerisinde bırakabiliyor. Madem öyle, siz siz olun epitelyum yapısı görünümüne aldanmayın,  baksanıza öyle harika bir donatımla programlanmış ki anneden gelen viral hastalıklar hariç her türlü mikrobu öldürebildiği gibi, gerektiğinde hormon salgılayıp zehirli maddeyi bertaraf edebiliyor da. Bu yüzden Tıp dünyası plasentaya apayrı yönde mercek altına almış durumda.  Öyle ki birçok ilaç yapımında plasenta kullanılması bunu teyit ediyor.
       Ceninin her aşaması birbirinden ilginç estetik manzaralara sahnedir.  Şöyle ki; 4,5 günlük cenin 107 adet hücre içeren taşlı bir yüzük bir manzarası içerip, ortaya çıkan bu manzara blastula evresi olarak damgasını vurur. Blastulanın dış kısmı trofoblast, içi ise embriyoblast denen iki tabakadan ibarettir.  Trofoblast parmak yüzüğün taş kısmına benzeyip daha çok rahime tutunma görevi ifa eder. Dahası besleyicilik fonksiyonu da icra eder. Öyle ki; bunlar rahim duvarına saçak kökleri ile kanca attıktan sonra gömülerek gelişimini tamamlayıp plasentaya dönüşürler. Cenin 14‘üncü evreye geldiğinde hücre tabakasıyla ayrılan iki boşluktan ibaret bir alan hüviyetine bürünür. Malum 15 günlük olduğunda rahim duvarına etten örülü sap ile bağlanıp endoderm ve ektoderm tabakalarının belirginleştiğine şahit oluruz. Derken akabinde alt kısımda villus boşluğunun küçülmesine paralel amnion boşluğunun yavaş yavaş tüm cenini çepeçevre sarmasıyla birlikte tüm organların simetrik yaratıldığı küçücük dünya ile karşılaşırız. Ceninin on altıncı (16.) güne gelindiğinde balon görünümünde boşlukta duran küçücük bir nesneyi andırıp, artık bu noktadan sonra rahim duvarına iyice gömülmesinin ardından endoderm ve ektoderm arasında mezoderm (orta tabaka)  tabakası doğuverir. Böylece insan vücudu bu üç tabaka üzerine şekilleniverir. Zira her tabaka ayrı ayrı organların birer küçük nüvesi olma misyonu yüklenmiştir. Dahası beyin ve beyincik ektoderm, mide ve bağırsaklar endoderm, kıkırdak, kemik ve kan damarların çoğu mezoderm kökenlidir. Mesela 19 günlük ceninde en öncelikli olarak kalp ve sinirlerin varlığı sezilip, akabinde tüm insan bedenini oluşturacak diğer organlar devreye girer. Zira 28 güne gelindiğinde 3–5 mm ebadında baş ve kuyruk kısımların belirginleştiği, hatta göz ve kulakların filizlenmeye start aldığı bir süreç başlar. Yani 30 günlük ceninde iç organların hızlı bir şekilde gelişme sürecine girdiği, bunlardan özellikle böbreğin kabartmalı bir görünüme kavuştuğu belirlenmiştir.  Dördüncü hafta sonunda cenin bilhassa baş ve boyun bölgeleri neredeyse tüm vücut boyunun yarısını oluşturacak şekle girip, bu arada yemek borusu, mide ve bağırsakların ilk hallerinin oluştuğu gözlemlenir. İkinci ayın başından itibaren ise cenin artık gelişmekte olan göbek kordonu vasıtasıyla plasentaya bağlanacak konuma gelir. Kelimenin tam anlamıyla ilk dört hafta dünyaya gelecek insan bedeninin temellerinin atıldığı hazırlık döneminin göstergesidir. Cenin beşinci haftaya girdiğinde kol ve bacaklar nüve halinde olup, 1cm seviyesinde başını eğmiş sanki ilahi huzurdaymış gibi adap üzeri bir hal alır. Demek ki adapla başlayan yolculuğun mükâfatı lütufla dünyaya dönüş biçiminde karşılık bulmakta. O halde göbek bağı deyip geçmemek gerekir. Kaldı ki bu göbek kordonu bir yandan cenine temiz kan taşırken diğer yandan da kirli kanı atar damar vasıtasıyla plasentaya tahliye eder. Böylece kan deryasından oksijen, glikoz, amino asit ve vitaminler vs. cenin tarafından absorbe edilmiş olur. Bundan sonraki 8 ay içerisinde insan embriyosu (cenin) deniz kirpisi görünümüne büründüğü ve aynı zamanda embriyonun kendi iç âleminde kendine özgü şartların sağlandığı bir nizam-ı âlem söz konusudur. Tabir caizse bir cenin için ilk 40 gün ekser organların belirip toparlanma dönemidir. İkinci 40 gün adeta pıhtı evresinin yaşandığı bir dönem söz konusudur. Üçüncü 40 gün dediğimiz toplamda 120 günlük maratonun sonunda ise artık cenin Yunusun; “Ete kemiğe bürünürdüm, Yunus diye görünürdüm” dediği et parçası safhasını alır. Derken bu duraktan sonra vazifeli melek tarafından ruhun üflendiği aşamaya geçilir. Bu yüzden Allah Resulü (s.a.v); “Her birinizin yaratılış mayası ana rahminde nutfe olarak 40 gün derlenip toplanır. Sonra aynen öyle  (40 gün daha) kan pıhtısı (aleka) olur. Sonra yine öyle (40 gün daha)  et parçası (mudga) halinde kalır. Ondan sonra melek gönderilir. Ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar: rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said olacağını” beyan buyurmuştur. Belki de Yunus’un “hamdım, yandım, piştim” dediği şey bu olsa gerektir. Belli ki halk arasında üçler yediler kırklar diye sıkça konuşulan sözler boşuna değilmiş. Görüyorsunuz başlangıçta daha ortada hiçbir şey yokken, yani bir zamanlar babanın cinsiyet hücrelerinde sperm halde, annenin yumurtalıklarında yumurta hücresiyken vuslatla birlikte biranda tüm zerreler mükemmel bir bebeğe dönüşüyor.
      Doku hormonları
      Bunlar mide, barsak parahormonlarından daha basit yapılı hormonlardır. Doku hormonların teşekkül ettiği yer ile etkili olduğu yer aynıdır.  Mesela bu noktada metabolizmaya ara ürün olarak minimum seviyede etki ederler. Keza doku hormonları bulundukları ortamın kan basıncı vb. faaliyetleri de kontrol eder. Ayrıca doku içi sıvı basıncı ile kan basıncı arasında denge kurup, besin, su ve gaz alışverişini düzenler. Özellikle doku hormonları kompleks ve çok yönlü reaksiyonlara iştirak edip, Relaksin, Angıotensin ve Eritropoetin olmak üzere üç ana başlıkta incelenir.  
      Relaksin
      Relaksin özellikle doğumu kolaylaştırıcı etki yapıp, ayrıca vücutta yer alan bağ dokunun elastiki hale gelmesini sağlayan bir hormondur. Dolayısıyla söz konusu hormonun sentez edemediği durumlarda tedavi için ilaç verilmesi icap eder.
      Eritropoetin (EPO)
      Eritropoetin böbrekten eritrosit yapımını uyarmak için salgılanır.  İşte bu amaçla salgılanan salgıya ESH hormonu denir. Aynı zamanda eritropoetin demirin (Fe) eritrosite girmesini sağlar.
      Hormon etkisi gösteren maddeler (Parahormonlar)
      Uyardıkları dokularda sentez edilip kan yoluyla taşınmaya gerek kalmadan aynı dokuda görevlerini yürüten hormon benzeri salgılara parahormon denip, bunların çoğu protein kalıbında amino asit dizilerinden yapılmıştır. Yani bunlar çoğunlukla küçük moleküler yapıda olmayıp kısa zincirli polipeptit ve protein diziliminden ibaret yapılardır. Keza parahormonlar iç salgı bezlerinden salgılanmadıkları için kan yoluyla ilgili dokulara gidip hacimsel olarak integrasyon etki gösteremezler. Bu yüzden bunların hormon olup olmadığı kesinlik kazanmış değil. Ancak örnek olarak birkaç parahormandan söz edebiliriz. Mesela iltihap dokusunda teşekkül eden Leukotoxin, pyridoxin(vitamin B6) ile epifizden çıkan melatonin ve Trotropinler tipik parahormonlardır.  
       Şurası muhakkak sindirim mukozalarında meydana gelen bir kısım hormonlar sindirim sistemi üzerinde etkisini gösterip, bu tip parahormonlar intestinal dış salgıları çoğaltan sekretogog olarak bilinir. Diğer bir grup ise ilgili dokularda etkisini gösterip, bunlar serotomin, histamin ve tiramin maddeleri olarak adından söz ettirirler. Nitekim bu maddeler birçok yaptırıcı etkilere sahiplerdir.    
      Mide bağırsak parahormanları
      Gastrin
      Gastrin tek zincir polipeptit bir yapıda olup daha çok midenin pilor mukozasında üretilen bir salgıdır. Belli ki gastrin yüklenmiş olduğu misyon gereği kan yoluyla mide salgısı yapan hücrelere taşınıp, taşındığı alanda derhal hidroklorik asit salınmasına yönelik uyarımın gerçekleşmesine vesile olur. Derken bu uyarımın neticesinde vagus siniri mide salgısını artırmış olur. Şayet gastrin salgısı aşırı salgılanırsa pepsinde o oranda artış kaydedecektir.
      Pepsin
      Mide öz suyundan salgılanan Hidroklorik asidin yetersiz kaldığı durumlarda pepsin salgısının devreye girdiği malum. Böylece ağız yoluyla mideye inen gıdalar sindirilecek besin cinsine göre; ya gastrin-pepsin ya da sadece gastrin veya sadece pepsin salgı formatında ayrıştırma işlemine tabii tutulurlar. Mesela bunlar arasından pepsin salgısı doğrudan proteinleri etkileyip hem peptonları parçalar, hem de besinler lime lime edip küçülme işlemi gerçekleşir. Bilindiği üzere mide boş haldeyken sindirme özelliği olmayan pepsinojen konumda bulunur. Dolayısıyla pepsinojen refleks stimulasyon ve gastrinin kimyasal etki alanına girmiş olur. İcabında pepsinojen bir başka öğütücü özellikte hidroklorik asit etki alanına dâhil olup aktif pepsin (parçalayıcı enzim) hale çevrilir. Derken besinlerin mideye girişiyle ilgili işlemler kendiliğinden yürüyen oto katalitik nitelik kazanır. Fakat mide aşırı doygun olduğunda otomatik sistem alarm verip, bu durumda ister istemez sindirim güçleşecektir. O halde mide ne yapmalı? Elbette ki bu defa pepsinojenin pepsine dönüşme işleminin tam tersi bir uygulama cihetine gidilmesi icap eder, gereği yapılır da. Derken mevcut sistemin aksi yönde pepsin pepsinojen dönüşümüyle birlikte hidroklorik asit salınmasının önüne geçilmiş olunur. Anlaşılan pepsin sindirimle ilgili proteinleri ayrıştırma işlemini proteaz ve peptonlar vasıtasıyla gerçekleştirir, ancak aminoasitlere kadar parçalayamaz. İşte bu yüzden bu tür ayrıştırmaya eksik sindirme denilir. Tabii mutlaka eksikliği giderecek tedaviler olabilir. Nitekim pratikte (tedavide) pepsin ihtiva eden bazı haplar verilerek pepton sindirim faaliyetlerine yardım edilir. Zira pek az pepsin içerikli haplar parahormon olarak yerini alır.
          Kolesistokinin
          Kolesistokinin, duodenum içerisinde sentez edilen bir sindirim parahormanıdır. Esas görevi safra kesesinin büzüşmesini sağlamak, aynı zamanda safra ifrazatının dışarıya çıkmasını temin etmektir. Ayrıca kolesistokinin mide veya gastron parahomon salgısını da artırır. Böylece bağırsağa giren yağ miktarının çoğalmasıyla birlikte mide hararetinin yükselmesine neden olur.
     Velhasıl; insanoğlu yediği yemeğin tuzunu bile ayarlamakta zorluk çekerken vücudumuzda kurulu hormon donanımı bizim haberimiz olmadan ince bir ustalıkla biyolojik dengemizi ayarlamaktadır. Bu yüzden Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
      Vesselam.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz