Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Alperen Gürbüzer

2 posters

1 sayfadaki 7 sayfası 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:17 pm

BİLGİNİN VATANI YOK

Üniversiteler, bilgiyi topluma ulaştırma açısından birer irfan ocaklarıdır. Popülist nutukların hiçbir değeri olmadığı dünyamızda, üniversitelerin önemi daha da artmaktadır. Üniversitelerimizin özel ve vakıf üniversitelerine dönüşmesiyle bilgi toplumu olma yönünde hızlı trendi yakalayabiliriz pekâlâ. Milletlerarası düzeyde insan yetiştirmek üniversiteleşme oranımızın yüksek seyretmesiyle mümkün.

Yine de otuz-kırk yıl öncesine göre eğitim düzeyimiz çok iyi. Şimdi üzerinde durmamız gereken husus dogmatik reçete bilgilerden sıyrılıp, bilgi üretiminin gerçekleştirmek olmalı. Maalesef öğrencilere eğitim verirken, bilgiyi nasıl kullanacağını ve nasıl üreteceğinin anahtarını sunamıyoruz. Daha üniversiteye başlamadan, üniversite giriş imtihanlarında yaşanan trajedi durum bilgi üretiminden ziyade hazır bilgilere yönelmiş öğrenci topluluklarını ortaya çıkarıyor. Aynı durum öğretim görevlileri içinde söz konusu olup, araştırmaya fırsat bulamadan zamanlarının çoğunu ders vermek, okutmak ve yazmaya harcamaktadırlar. Böyle bir manzarada öğretim üyesi bilgi üretmediği gibi bilgiye de kayıtsız kalabiliyorlar da.
Fikir üretiminde bulunduğumuz konum pek içi açıcı değil, tamamen fikri sefalet ve bilgi boşluğu içindeyiz. Sadece üniversiteler kurmak ve bina yapmakla bilgi üretimi gerçekleşemiyor, oysa mana da lazım.
Mükemmel öğretim üyesi kadrosu yetiştirmemiz şart gibi. Çünkü öğretim üyeleri bilgiyi, birinci elden aktaran kadrolardır. İyi öğretim görevlisinin olmadığı yerde kaliteli eğitim beklemek hayal. İnsan kaynaklarımızın verimli olabilmesi için bilgi üretim alanlarımızı kaliteleştirmeli ve çağın gerçeklerine uygun tarzda dizayn etmeli.
Yol yapmak, baraj inşa etmek ve fabrika kurmak güzel yatırımlardır ama, bunlardan en önemlisi eğitimdir. En büyük yatırımımız eğitim olsa idi 21. Asra girdiğimiz süreçte, şimdi meyvelerini topluyor olacaktık. Üniversite hayatını bilgi üretim mekanizmasına dönüştürmeyip, sadece geçim aracı görmek anlayışı yarınlarımızı karartmaktadır. Hatta öğrenimi ve öğrenciyi bile geçim kaynağı görüyoruz. Üniversite kapılarında biriken binlerce
gencin düşünce dünyasına yerleşmiş tek olgu; “hayatını kazanma” felsefesidir. Dört yıllık
bir sürecin sonunda mezun olan üniversite öğrencisi bilgi defterini kapatıp, geçim derdine düşüyorlar maalesef.
Üniversitelerimiz değişim ocakları olmalıydı. Toplumda ekonomik, sosyal, siyasi ve kültürel alanlarda meydana gelecek farklılaşmada birinci derecede etkili üniversitelerdir. Gel gör ki şu yapımızla değişimden söz edemediğimiz gibi üniversitelerin siyasetten, toplumdan bağlarının koparılması onları statik hale getirmiş durumda. Ayrıca öğrencilerin üniversite hayatını yaşama biçimi tarzında algılayamamaları da en önemli etkenlerden sayılmalı. Mensubiyet duygusu gelişmeyince, öğrenciler bir an evvel mezun olup, başka işlerle meşgul olmak istiyorlar. İnsanlar bilgiyi üniversitelerde arama yerine dışarıda aramaya koyulunca, gündemi ister istemez paket bilgiler dolduruyor. Hele hele son gelişmeler yani bilgisayar ağları, internet bağları ve aktif televizyon bağlantıları bilginin sadece üniversitelerde olduğu düşüncesini kırmıştır. Üniversitelerimiz bir an evvel kabuğuna çekilmiş halinden sıyrılarak aktif ve toplumla karşılıklı etkileşimi sağlayacak yapılanmaya gitmelidir. Aksi takdirde kendi kendilerine yeni gelişmelerden tecrit olacaklardır...
Türkiye “bilgi toplumu” yolunda yasaklayıcı bir yaklaşımı terk ederek, üniversitelerin özel ve özerk hale gelmesini temin etmelidir. Osmanlı’ya baktığımızda vakıf üniversitelerini görebiliyoruz, Türkiye Cumhuriyetinde niçin olmasın ki. Devlet yalnız ekonomi görevi ifa etmeyi biricik ülkü edinince, asli vazifesi olan eğitim, sağlık ve savunma üçlüsü ihmal ediliyor. Devlet hakemliğini kullanarak vakıf üniversitelerin ve özel üniversite girişimlerini desteklemelidir. Bir gün tek tip modelle bir yere varamayacağımızı idrak edersek, o zaman çoğulculuk içinde bilgi toplumu olmaya hak kazanırız. Tek tip üniversite anlayışı yerine rekabete açık çoğulcu üniversite şuuru yer alacaktır, dolayısıyla tatlı rekabet ortamı sayesinde, o özlediğimiz bilgi çağına erişmek hiç de zor olmayacak kanaatindeyiz.
İrfan ocaklarımızda yapılan çalışmalar akademik seviyede itibar görüyor, ya da üretilen bilgiler dünyada da kullanılıyorsa bilgi toplumu olma yolundayız demektir. Öğretim elemanlarının öğrenciye kazandırdıkları ve topluma katkıları hep birer ölçüdür.
Eğitimde fırsat eşitliğinden söz ederiz, ama liyakatli ve kabiliyetli öğrencileri yeteneklerine göre değerlendirdiğimiz söylenemez. Bir insan eğer başarılıysa, onu teşvik etmeli ve önünü tıkamamalıdır. Adam kayırma uygulamaları eğitimde fırsat eşitliği ilkesini zedelemektedir. Osmanlı’da lonca sistemi fırsat eşitliği açısından en iyi tipik misaldir. Lonca da adam kayırma diye bir şey yok, bilakis yetenek araştırması söz konusudur. Devletin dışında üniversitelerin kurulmasına sıcak bakmama yaklaşımı toplumu yeni arayışlara itmekte ve imkânı olanlar başka ülkelerde çocuğunu okutmak zorunda kalmaktadırlar. Bugün dışarıda kırk bini aşkın öğrencimiz var. Ne zaman ki, “en iyi üniversite öğretimi şuuruna” varırsak, o zaman önümüz açık olur. Devlet imkânı olanların vakıf ve özel üniversitelere girmesinden korkmamalı. Resmi ideoloji kaygılarını fazla abartarak “asgari üniversite” anlayışında karar kılmak yarınlarımızı gölgelemektedir.
Yeterince yetişmiş insanın kıymetini bilmediğimiz için beyin göçüne yol açıyoruz. Kendi toprağın da ilgi görmeyen beyinlerimiz soluğu dışarıda alıyorlar. Kişi bazında düşünüldüğünde bilim adamlarımız mevcut. Fakat kurum bazında gerideyiz hala. Eğitime ayrılan payın öğrenci başına 30–40 dolarlarda olması dünya standartlarının çok gerisinde seyrettiğimizin delilidir Diğer ülkeler 1000 dolar’a demir atmışken, biz hala kendi kendimizi kandırıyoruz.
Üniversitelerimizi araştırma merkezleri konumuna getirmek mecburiyetindeyiz. Bilgi çağına ulaşabilmek için özel üniversitelere hız verilmeli ve akademisyenlerimize gerekli bilgi artırımını sağlayacak projeleri devreye sokmalıyız.
Özel üniversiteler bu konuda önemli fırsattırlar. Yeterli derecede öğrenim elemanımız ve hocamız yok bahanesiyle bu işi geçiştiremeyiz. Dünyada var olan üniversitelerle de bilgi bağları kurmalı ve iyi ilişkiler içerisine girerek akademisyenlerimizin batı öğretim elemanlarıyla tanışmasını gerçekleştirebiliriz pekâlâ. Böylece bilgi dinamiği ve bilgi talebi meydana gelecektir.
Üniversite içinde birden çok üniversite de eğitim görme fırsat ve imkânlarını araştırarak bir proje dâhilinde bilgi sağlamanın yollarını açmalı. Böylece hızlı hareketlilik oluşarak bilgi üretiminde umulan noktalara gelebiliriz. Bilgi alanlarını daraltmadan donandırmalı. Bilgi ağları ne kadar geniş olursa o kadar bilgi manevrası yapma imkânına kavuşabiliriz. Bilgi ağımızı sadece kendi üniversitelerimizde kurmamalı, dışarıyı da kapsayacak bilgi ağına da ihtiyacımız var. Üniversitelerimiz yerellikten evrenselliğe, bu tür bilgi kanallarını genişletmekle insanlığa ışık saçabilirler. Böylece üniversiteler bir bakıma hem millileşecek hem de globalleşecektir. Avrupa ile ilişkilerimiz iyi netice verdiğinde görülecektir ki ortak araştırma programlarına dâhil olmuş olacağız, aynı zamanda karşılıklı öğrenci alış verişi de gerçekleşmiş olacaktır. Dünyaya kapalı üniversite anlayışı, hem kendi kendi kendimize gelin güvey olmak demek, hem de kışla anlayışında kapalı kutuya mahkûm olmak demektir. Bilginin serbest dolaştığı alanlar hem kaliteyi, hem de bilgi üretimini meydana getiriyor. Çünkü bilginin vatanı, yoktur. İlim neredeyse biz orada olmalıyız.
Dahası, İlim müminin yitik malıdır. Onu nerede bulursan almalı sözü Peygamber buyruğu.
Dolayısıyla bu hadisi şeriften hareketle, irfan ocaklarımızı bir bir tüttürmeliyiz. Dün nasıl ki Osmanlı’ya medreseler (üniversiteler) medeniyet kazandırmışsa, bugün de bilgi ağlarıyla donanmış üniversitelerimizle, Türkiye’mizi çağlar üzerinden sıçratabiliriz pekâlâ.
Velhasıl; bilginin vatanı yok, ona koşmalıyız. Vesselam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:17 pm

Eğitimde Nerdeyiz

Biz mi çocuğun öğretmeni yoksa çocuk mu bizim öğretmenimiz? Sorusu hep sorula gelmiştir. Araştırıldığında gelinen nokta itibariyle çocukların öğrencisiyiz. Hele çağımızın bilgi çağı olması hasebiyle biz çocuğun kim olacağına değil, çocuk aslında kim olduğumuza karar vermektedir.

Teknolojik gelişmelere adapte olmakta büyüklere taş çıkartacak kadar hızla çoğalan yarının bu büyükleri, aramıza katılmakla otoritemizin sarsılmasını istemezsek de kabüllenmemiz gereken durum sözkonusu. Kurulu düzenimizin bu yeni üyeler tarafından benimsenmemesi veya yeni bilgilerle donatılmasını istemelerini yadırgamamalı. Çünkü dünyadaki gelişmelerin seyrine saygı duymamız aklın gereği.

Eğitim insanın dünyaya adım atmasıyla başlar ve mezar kapısına kadar devam eden bir süreç... Eğitimin içinde aileden tutunda, karşılaştığımız veya karşılaşmadığımız hertür canlı cansız varlıklar eğitici konumdadır. Eşyanın bile kendi lisanı halle dili var çünkü.

Öğretim ise daha çok sonradan kazanılan durum. Yani sonradan bilgilendirmelerle sınırlı. İkisi arasındaki fark; biri ömür boyu devam eder, diğeri ise belirli mekânla hudutları çizilmiş bir olgu olmalarıdır. Öğretim için bugüne kadar gerek düşünce okulları, gerek Manastırlar ve Sinagoglar, gerekse Medreseler seferber olmuşlar. Bilindiği gibi Antik Yunan’ın eğitmenleri filozoflar ve sofistlerdi. Ancak Romada eğitim geneli kapsamıyordu, sadece seçkin azınlığın tekelinde yürüyen bir mekanizmaydı. Konfiçyüs ve Buda Uzak Doğu’nun eğitmeni olarak karşımıza çıkıyor. Yine Yahudiler de eğitim kuruluşları hahamlar kontrolünde, İsevilerde ise papazlar eşliğinde organize olmuşlardı. İslamiyet doğduğunda ilk eğitimini Suffe ehlinin merkezinde cerayan ettiğini görüyoruz. Selçukluda Nizamül Mülk’ün kurmuş olduğu Nizamiye Medresesi günümüzün üniversite niteliğinde bir eğitim yuvası. Batıda uzun süre kilisenin kontrolünde cerayan eden eğitim içlerinde yaşadığı birtakım sıkıntılar neticesinde, özellikle Katolikliğin katı kuralları Hiristiyanlıkta reforme sebep olmuş ve böylece Martın Luther gibi reformistler elinde laik eğitim dediğimiz süreç gerçekleşerek eğitim devletin eline geçer.. İslamiyette reforme gerek yoktu, zaten tek bozulmayan din olması dolayısıyla çağın önünde, aynı zamanda bilimsel gerçeklere ters düşmeyen bir din. Yüce Peygamberimiz ilim nerede olursa olsun alın buyuruyor. Zaten bütün Peygamberler hem rehber hemde eğitmendir. Batıda Kilise bilimi horlayarak giyotine vermiştir. Bundan dolayı reforme gitmek zorunda kalmışlardır.

Bizdeki Süleymaniye, Selimiye, Fatih gibi medreseler ve Enderunlar asırlardır ışık vermiş, bu eğitim ocaklarından mezun olanlar üç kıtada cihangir devlet doğuracak tarzda idareciler yetiştirebilmiştirler. Bu arada dillere destan Ahilik ocağının önemine bir iki cümle ilave etmeden geçemeyiz, kelimenin tam anlamıyla ahilik ocağımızda mesleki yönden eğitim ifa etmiş bir mesleki okuldur. Öyle ki, ahiliğin bugün bile konuşulması etkisinin büyük olduğuna işaret eder.

Eğitimde batıya yönelişimiz 1773 tarihinde başlamış, 1856 Islahat fermanı ile Anayasa da yerini almıştır. Bugün Mekteb-i Sultan dediğimiz Galatasaray Lisesi o yıllarda Fransa’ dan örnek alınmış eğitim sistemimizin bir parçasıdır. Cumhuriyet dönemi ile çeşitli aşamalarla günümüze gelinen noktada dünya sıralamasında eğitim yönden iyi bir konumda olduğumuz söylenemez. Hala eğitim modelleri üzerinde tartışmaların devam etmesi, kalıcı bir eğitim modelinde karar kılamamız içine düştüğümüz handikap maalesef. Osmanlı’daki mahalle Sibyan Okulları Cumhuriyetle isim değiştirerek ilkokul adını almıştır. Mevcut ilkokullarımız beş yıldan 8 yıla çıkartılarak taşımalı eğitim manzaralarının yaşandığı eğitim uygulamalarına şahit olduk.

Eğitimde her defasında fırsat eşitliğinden bahsedilmesine rağmen, uygulamada daha baştan kazananların belli olduğu eğitimin yürürlükte olduğu gözlemleniyor. Türkiye de ilköğretimde okuyan yaklaşık on milyon çocuğun üç milyonu orta öğretimde okuyabilmekte ve bu üç milyon genç insanında ancak bir milyonu üniversitede okuma fırsatı bulabilmektedir. Üstelik YÖK ortada mevcut rakamları görmezden gelerek hükümetin yeni üniversitelerin açılması yolunda ki iradeyi engelleme yoluna giderek gençlerin geleceğini kararttığının farkında değil galiba. Çünkü Türkiye insanının onda biri ancak üniversitede okuma şansını yakalayabiliyor, diğerleri ise heba edilmektedir. YÖK bilimsel üs olarak fonksiyon icra etmesi gerekirken, ideolojik reflekslerle hareket etmektedir. Türkiye de her defasında YÖK’ün uygulamaları eleştirilmesine rağmen bu konuda adım atılamıyor. Kapalı toplumlarda uygulanan baskıcı sistemlere rahmet okutturacak sözde akademik kurul var karşımızda. Gençler kol kola okul kantinlerinde, bahçelerinde beraber güle eğlene gezdikleri halde YÖK gençleri ayırıma tabi tutması, özel ikna odaları kurup beyinlerini yıkama uygulamalarına başvurması çağımızda yaşadığımız trajik bir olaydır. Oysa çağdaş eğitim insanın şekli ile uğraşmaz, direk beyni ile ilgilenir. İnsanımız, yapılan bu muameleyi hak etmiyor. Zira bizim insanımız necip bir milletin neslin
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:23 pm

BİLGİ TOPLUMU
ALPEREN GÜRBÜZER Bilgi toplumu; çağın meselelerine vakıf olan ve aynı zamanda olayları kritik edebilen top¬lumdur. Bilmek kıyas etmektir zaten. Önce kendimizi tanımalı sonra başka ülkelerle nasıl yarışabiliriz diye bunun derin muhasebesini yapmalı..
Batıcılarımız, batıyı da tanımıyor aslında. Oysa batının ne var ne yok aynısını almak yerine yenilikleri kendi gerçeklerimize uydurmak daha makul olanı olsa gerek. Bu uğurda bilgi toplumu olabilmek için gereken ne varsa yapıl¬malıdır. İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin sebeplerini; ‘’Şuursuz hayranlık, psi¬kolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünün adet ve müessese¬lerinde arama’’ duygusuna bağlar. Yaşadığımız çevremiz tam tekmil objektif ve subjektif bilgilerle donatılmış ise, o cıvardaki insanlar ister istemez ‘’bilgi toplumu” olma özelliği kazanacaktır. Gele¬cek nesillere vermemiz gereken de galiba ilmi zihniyeti aşılamak olmalıdır. Mutlak Bilgi Malum olduğu üzere objektif ve subjektif varlıklar, Yaratanın birer mesajlarıdır. O halde, asıl bilginin kaynağı Allah’a ait, ana temasını da kucağında yaşadığımız çevre oluşturur.. Madem Yaratan kullarına isimlerini öğretmiş o halde bütün mesele ‘’mut¬lak’’ı, kavrayabilmek ve elesti bezminde verdiğimiz sözü hatırlayabilmekte. Dünya fani olduğuna göre, o halde madde de ölümlü. Maddeyi ne kadar makroskobik yaparsak yapalım, ya da tam tersi ne kadar minimize edersek edelim madde sınırlı olmaya mahkumdur hep. Baki olan şüphesiz ‘’Mutlak varlık’’ ve ‘’Mutlak bilgi’’dir. Hem madem, ilim Allah’ın, o halde ilim öğrenmek şart. İnsan ilim öğrenip yaşadıkça subjektifleşebiliyor veya bütün objektif dünyanın geçici aldatıcılığına kapılmadığı sürece akıl çemberini kırarak vuslata ermeyi başarabiliyor da pekala. Nasıl ki herhangi bir konu üzerinde övme-yerme-itidal tarzında üç çeşit düşünme tarzı () varsa, bilgi içinde başvuracağımız mutlak-objektif-subjektif denilen üç temel kaynak mevcut. Şurası unutulmamalıdır ki orta yol seçmek, bilgiden de kıymetlidir. Hele hele siyasi rekabetle¬rin ve hırsların çok aşındığı devirlerde itidallik hep arada kaynamıştır.. Siyasi uzlaş¬mazlıklar çok kere övme ya da yerme tarzında saf tuttukça artık itidal (uygunluk) elden çıkmış demektir. Ki, böyle bir ortamlarda ne kişilerin sultanlığı kalır ne de hain¬liği. Övgü yağdıranlar, övdüklerinin hatasını gö¬remezler, Sövgü yağdıranlar da düşmanın doğrularını bile yanlış gö¬rürler. Orta yolu şiar edinenler ise hislerinin telkinlerine kapılmayarak olaylara analiz ve kritikçi yönden yaklaşırlar hep. Şayet Bilgi toplumu olmak istiyorsak, vakıalara analitik açıdan bakmak mecburiyeti var, aksi takdirde vakıaları kritik edemeyiz.İlmi zihniyetin temeli de araştırmaktır zaten. İfrat-Tefrit Bilgi müesseselerimizden olan medreseler konusunda ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, tefrite yani normalden aşağı görmeye varan beyanlarda bulunanlar da var¬. Bütün sorumlulukları medreselere yüklemek haksızlık ol¬duğu gibi, hatalarını ve aksayan yönlerini görmemek de yanlıştır. Bu mevzuda, bir kere ön yargılı davrananların ekseriyatı statükocu kesimdir. Buna rağmen marjinal grupların hükümleri genelde afakidir. Diğer bir kesimde medreseliği herşeyin üstünde tutarlar ama, onlarda okul eğiti¬mini kabul etmezler, yine bir başka cenahda ‘’okul’’lulardır, bunlar da medreselileri hor görürler. Oysa önyargılı bazı akademisyenlerimizin, med¬reseleri, son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için hep hataya düşüyorlar. Tenkidlerinde kabul edilecek noktalar var elbette.. Fakat bütün olumsuzlukların kaynağı olarak medreseyi nitelemek de insafsızlık olsa gerek, bu durum objektif anlayışa gölge düşür¬mektedir.
Eğitim kurumlarımızda gösterilen matematik ve fen bilgisi dersle¬rinde cüzide olsa İslâm bilginlerinin adlarına ve eserlerine pekala yer verilebilinirdi. Acaba bugün meşhur Türk matematikçisi Salih Zeki’nin ‘’Asar-ı Bakiyye’’ eserini temin etmiş kaç eğitimcimiz var? Maalesef Türk tıb tarihinin olabileceğini akıllarından bile geçirmeyen bir hayli doktor¬larımız mevcut. Mesela Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye çık¬tığı devirlerde, Türk edebiyatı alanında tahlile ve analize gücü yeten kaç edebiyatçımız var? Türkçe’yi iyi bilen Cevdet Paşa gibi ender ilim adamlarımız tabiki bundan müstesna. Tabiat bilimleri ile din ilimleri bir arada yürüyemez id¬diasında bulunanlara sormak lazım. Acaba nasıl oluyor da Avrupa bunları birlikte yürütebiliyor? Bilindiği gibi Almanya’da din eğitimi ilk¬okuldan başlar. İngiltere’de eğitim papazların eşliğinde ve mecburi dini ayin ile başlar. İsrail Tevrat’ı baştacı görür. ABD’de diploma törenlerini İncil üzerine el basarak yemin eder. Tüm bu örnekler ortada iken, bunlar Albert Eınsteın’in sözlerine de mi kulak ver¬mezler; ‘’Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allahın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum’’ diyor. Medrese bugünkü manada üniversite demektir.Medrese kavramını ve medrese usullerini toptan itham, ilmen doğru değildir. Şurası bir gerçektir ki, Türkler’in, en büyük matematikçileri ve doktorları medreselerden çıkmıştır, hakeza Kur’an-ı Kerim’i tefsir edenler de medreseliler, Türkler’in tarihini en iyi yazanlar da medresililer, hukuku madde madde (Mecellede olduğu gibi) maddeleştirenler de medreseliler, yine Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dai¬relerinde muhafaza edenler de medreselilerdir. Ne olduysa Osmanlı’nın yük¬selişinden sonra Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilgi insanların çıkmaması düşündürücüdür. Muallim Cevdet, ‘’Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Hüner eski ile yeniyi te’lif edebil¬mektedir’’ diyor. Eski ve yeni konusunda ne ifrata ne de tefrite kaçmalı, itidalli olmak en iyisi.. İslâm medeniyeti selefiye deni¬len tekrarcıların elinde inşa edilmiş de değildir. Hakeza Batı medeniyeti de, Hıristiyanlık, Yunan felsefi ve Roma hukukunun tekrarlarıyla oluşmuş değildir. O halde bilgi çağında, bilgi toplumu olmanın ön şartı ne tekrarcı, ne taklitci, ne taassubcu ne de köksüzlük, ‘’Kökü mazide olan ati’’ olabilmektir. Batıda gençler hayatın zorluklarına katlanacak tarzda ye¬tiştirilir. Bizim medrese kültürümüzde talebe yemeğini kendi pişi¬rip, elbiselerini kendisi temizler ve odasının tanzimini kendisi ya¬pardı. Şimdi sormak gerekiyor; bugünün eğitim kurumları mı insanları ha¬yatın çilelerine katlanacak tarzda yetiştiriyor, yoksa hor görülen medreseler mi? Üstelik okullarımızda şu anlayış hakim: ‘’Bütün bu işler efendi harcı değil, hademe işidir’’ diye. Bakınız, Tho¬mas P.Rohlen japonlar için insan eğitiminin 4 safhada olduğunu belirtir: 1. Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları, 2. Askeri üs ziyaretleri yaptırılarak vatan sevgisi aşılanma uygulamaları, 3. İş verilinceye kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları, 4. Sabır yürüyüşü tatbikatları.. Batı pedegoji formasyonu incelendiğinde, geçmişteki medreseleri¬mizle benzerlik arzeder sanki. Şöyle ki medrese usulünde ‘’sen arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla’’ anlayışı vardı. Batı pedegoji formasyonunun te¬meli dayatmacı olmayıp, sevgiyi ön plana almak esastır. Bügün okul¬larımızda bırakın sevgiyi, sövüp-sayma, eroin kokain, suça teşvik vs. ne ararsan mevcut. Ders prog¬ramları Batı’da talebeyi nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Ayrıca Ja¬ponlar’da olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaları uygulamalarına da önem verilir. Bugün batı üniversitelerinde eğitim görenler, günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da piyasada hayatlarını kazan¬mak için geçirirler. Tarihi süreç içerisinde medreselerimizde batıdan daha da ileri bir uygulamayla dersler genellikle öğlene kadar, haftada iki gün tatil, tarım ve ticari aylarda yılın üç ayında serbest bırakan ‘’bilgi toplu¬mu’’ olma zihniyeti vardı. Bugünkü eğitimimizde senelerce, bin¬lerce genci sabahtan akşama kadar eğitime tabi tutan ve dışarıya vakit ayıracak zamanı kalmadığı için iç ve dış refleksleri zayıflamış nesil ye¬tiştirilmektedir maalesef. Bu tür yanlış uygulamalarla öğrenci adeta piyasadan kovul¬muştur. Dersler ‘’basitten karmaşığa’’ doğru bir proğrama göre ayarlanmalıydı. Maalesef ders ünitelerinde lakaydlık, şişkinlik ve gereksiz bilgi yığınları ile dolu ağır proğramlar sözkonusu. Okullarımız, güya batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu, ama geldiğimiz noktada Avrupa ile aramızda büyük tezadlar var. Böyle devam ederse hayata ‘’yenik’’, kendinden bezmiş genç nesillerler yetiştireceğiz demektir. Eğitim gören gençlerimizi halktan kopuk yetiştirmemeli. Mevcut duruma, bakıldığında ailelerden uzak, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversiteli ‘’mezun¬lar’’ı çevremizde bolca görmek mümkün. Köyü ve halkıyla bağlılığı kesilmiş bir üniversi¬telinin, kanadı kırılmış bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durum. Tarihte medreselerimiz, talebeyi hayattan ve piyasadan ayır¬mıyordu. Şimdi ise tam tersi, yani bir üniversiteli genç halkla diyaloğa gitmeyi aşağılık kabul edecektir. Oysa bilgi toplumunda halkla eğitim kurumları sürekli iletişim içerisindedir. O halde bilgi toplumu olmak istiyorsak hayatla iç içe olacak tarzda eğitim proğramları yeniden hazırlanmalı ve uygulanmalı. Batı’da toplum kademeleriyle içiçe bulunan bilgi yayan unsurlar; ‘’halkı aydınlatan gönüllüler’’ olarak addedilir. Selçuklular sırf siyasi ve askeri kuvvetin yeterli olmayacağını anlayarak hızla ‘’Nizamiye Medrese“sini , yani günümüzün en büyük üniversitesi ayarında diyebileceğimiz aydınlık ocağını kurmuşlardır. Kurulan bu aydınlık müesseseleri sayesinde Selçuklu medeniyetinde; 1. İlim, kültür, sanat ve ticaret, 2. Şehirlerde sermayedar sınıf, 3. 100,000 dinara varan havale senetleri, 4. Çek usulü tatbikatları vb. uygulamaları görülmüştür. Prof. Dr. Osman Turan; ‘’Selçuklular ve İslâmiyet’’ adlı ese¬rinde bu konularda geniş bilgi verdikten sonra, çek usulü tatbikat¬larını, bugünkü modern bankacılığın temeli olarak ilan eder. Bilgi çağında yürütülen programa şiddetle bağlılık ne kadar kötü ise, prog¬ramsızlık da bir o kadar fenadır. Ülkemizde ister istemez resmi prog¬ram tatbik edildiğinden dolayı,yürütülen eğitim öğrencinin seviyesine göre değil yürütülen programın çerçevesine göre ayar çekiyoruz. Dolayısıyla eğitime resmiyet hakim olunca araştıma ruhu yerine tekrarcılık ve hazır kalıplar sunuluyor öğrenciye. Sonra da ahü-vahlar, sızlamalar veya ‘’bizde araştırmacı yetişmiyor’’ gibi serze¬nişlerde bulunuyoruz. Oysa teorik ağırlıklı programlarla bilgi toplumu olmak havanda su dövmek gibidir, boşuna zaman kaybetmektir. Uygulanan eğitim proğramlarında laboratuvar, deney ve göz¬lemler teorinin gerisinde olduğu sürece bilgi tıkanıklığı devam edecek, böylece gerekli sıçramayı bir türlü gerçekleştiremiyeceğiz demektir. İslâm’da tecrübenin (deneyim) adı ‘’hakkel yakin’’dır. Gözlem ‘’Aynel yakin’’, teorik bilgi ise ‘’İlmel yakin’’ olarak nitelenir. Yine kitaplar aracılığı ile elde edilen bilgilere de ilmel yakin denilir. İslâmiyet deney ve gözleme çok önem verir çünkü. Bir gün İmam-ı Azam atıyla giderken, birisi ordan atın kaç ayağı ol¬duğunu sorar. Ebu Hanife atından iner ve atın ayaklarına baka¬rak şu cevabı verir; ‘’Atın ayağı dörttür’’ der,adam şaşırsa da İmam-ı Azam büyük bir alim, böylece ‘’hakkel yakin’’ örneği mesajını vermiştir insanlığa. Osmanlı ilk kuruluşunda ilmin gücünü bildiği için hemen bilgi toplumu anlayışıyla hareket edip ilk iş olarak, İznik ve onun peşi sıra Bursa Med¬reselerini açmak olmuştur. Fatih Sultan Mehmet sadece gözünü İstanbul’un fethine dikmedi, beyinleride aydınlatmaya odaklandı ve bilgi toplumu olma yolunda ‘’Fatih Medreselerini’’ kurdu. Bu medreselerde şer’i ve akl’i ilimlerin okutulmasını şart koştuğu gibi, telif eser verecek tarzda nesiller yetişmesini de sağladı. Günümüzde yayınlanan eserlere baktığımızda teliften çok ter¬cüme niteliğinde. Yani bilgi üretmiyoruz, naklediyoruz. Bilgi toplumu oluşturmak için ‘’bilgi üretme seferberliği’’ni başlat¬mak mecburiyetindeyiz oysa. Osmanlı kurulduğunda tamamen de Selçuklu’yu kop¬ya etmeyip, Türk dilini hakim kıldılar, Türkçe nizamnameler ve Türkçe eserler yazdılar. Sadece orta öğretimde Arapça’ya yer verdiler. Fatih Sultan Mehmet müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, ta¬rihe ve edebiyata istekli bir lider, aynı zamanda Rumca, Latince’ye aşine bir padişah. O teknik bilgilerle, imani bilgileri arasındaki dengesizliği eğitimden kaldırarak adeta çağ açmıştır.
Kanuni döneminin o ihtişamlı aydınlanma ışıltısı ise hiç şüphesiz Süleymaniye üniversiteleridir. Süleymaniye Medreselerinin ağırlıklı noktası riyaziye (matematik) ve tıp ilimleriydi. Hakeza Evliya Çelebi, II. Beyazid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğinden bahseder. Kelimenin tam anlamıyla Türkler 17. asırda ‘’bilgi verici’’ durumda iken 18. asırda ‘’bilgi alıcı’’ durumuna geçmiştirler. Bugün ise insanımızı düşünmekten alı¬koymak için önüne birçok tuzaklar kurulmasına rağmen, düşünen ve inanan insan¬ların sayısı günbe gün çoğalmaya başlıyor ve yeniden ümitleniyoruz.
Birzamanlar aile yapımızda, dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi bilgisi, kızlarımızda daha evlenmeden önce mevcut idi. Bugün ise gündüzün evi boşalmış ailelerin bunları yapacak zamanı kalmamış. Ce¬mil Meriç: ‘’Feminizm, kadına pazarda iş bulma davası’’ derken ne kadar haklıymış meğer. Bu yüzden de, sosyal huzursuzluklar bitip tükenmek bil¬miyor. Bu tür meseleler çocuklar için de geçerli. Daha çocuklara yönelik hi¬kayeler, çocuk gelişimi teknik metodlarını keşfedememişiz. Acaba yüzlerce kreş bir araya gelse bir annenin çocuğuna vereceği sıcak sevgisini karşılayabilirler mi? Sadece yok olan aile, çocuklar mı, gençlerde gidişattan muzdarip bir hayli. Gençler ise, kendilerine örnek alacak şahsiyetler hep arar dururlar, ama boşuna, çünkü örnek insan tipi bin elin beş parmağını geçmez.. Siz on¬lara örnek veremezseniz, onlar kendilerine örnek kişiler bula¬caklardır.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:27 pm

Kimlik meselesi denilen problemle boğuşup duruyoruz. Körü körüne Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci tipler üretiyoruz. Oysa her ülkenin model insanları var elbette, tarihin şeref sayfalarında yer alan bunca örnek şahsiyetlerimiz varken kökü dışara örnek tip aramak niye?. Bunlar arasında ortak evrensel esaslar varsa onlardan istifade edilebilir. Fransız, Alman, İngiliz milletlerinden her hangi birinin konuları, eğitimi aynen diğerine uymaz. Elbette teknolojik gelişimleri elde etmede batı metodlarını almaya muhtacız, o metodlar ilmidir ve beynelmileldir. Resûlüllah (S.A.V.) ‘’İlim Çin’de dahi olsa alınız’’ buyuruyor çünkü.

Osmanlı’nın yükseliş devrindeki, yani 1264’ten evvelki medreseleri hem alim hem de iyi yönetici yetiştiren müesseseler olarak telakki edebiliriz. İnhitat (gerileme, çöküş) döneminde görülen dejenerasyonun medreselerde görülmesi gayet tabiidir. Bünyeye mikrop girmeye görsün, bütün azalar rahatsız olmaya mahkumdur. Yükselme devrinde Süleymaniye ve Selimiye mimarimizin yıldızları, yazıda da tuğra ve fermanlar gurur kaynaklarımız, hakeza Musiki’de Mehter ve Dede Efendiler ise mana köklerimizin ruhunu yansıtır. Fatih ilk mektep öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koymamıştır. Düşünmüş olacak ki ilk öğretmene değil, bu ders idari adli mekanizmada görev alacaklara uygundur.

Aynı zamanda Fatih Medreseleri etrafında 286 dükkan kurulması, medrese ile hayatın ayrılmaz bir bütün olarak düşünülmesindendir. Ya da bir başka ifade ile Osmanlı’da medreselerin(üniversitelerin), çarşıya, pazara yakın hatta bitişik ol medrese ile hayatın ayrılmaz bir bütün olarak düşünülmesindendir. Fatih medreseleri ilginç özelliklerinden biri de, icazet alacak durumda olan öğrencilerin aşağı sınıflardakilere ders verme zorunluluğu idi. Kademeli ilerleme ve tekrarların bu şeklini uygulayan bu eğitim sistemi ne kadar müthiş. İbn-i Haldun, ‘’Birşeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedric ve çokça tekrarlamak’’ olduğunu belirtir.

Fatih medreselerinde lise ayarında öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir verilerek pedegojik formasyonun tamamlanması sağlanır. Yüksek eğitim kısımlarında, Fizik, Astronomi, Jeoloji , Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi ve Metafizik vs. dersleri görülürdü. Fatih’in engin seviyesi, asrın seviyesinden çok yüksekti. Aristo ve Muhiddin-i Arabi’nin fikirleri Sultan Orhan zamanında Kayserili Davut Efendi sayesinde yayılmıştır. Bizde matematiğin yayılması Sultan Hüdavendigar devrinde Musa Efendi’yle gerçekleşir. Kadızade is¬miyle anılan Musa Efendi sayesindedir ki, kozmografya ve geometri dersleri edebiyat ve şer’i ilimlerin yanında yer alabilmiştir. Meşhur alimlerden İbn’i Hacer’in, ‘’Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır’’ diye övdügü Fenerli Şemseddin de Yıldırım Beyazid devrinin ışığıdır.

Kanuni devrinden sonra, edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakliyatçılar, akli ilimleri adeta bastırdılar. Böylece akli ilimler en son plana atılmış, hatta hor görülmeye başlanılmış. Dolayısıyla yükseliş devrindeki ‘’bilgi toplumu’’ yerine ‘’taassupçu toplum’’ sürecine adım atmış olduk ve metodumuz ‘’Nakilcilik akılcılıktan önce gelir’’ prensibine dayandı. Yükselişten, gerilemeye yelken açmakla batıdan akıl almaya başladık hep. İnhitatla, deney ve gözlemden uzak eğitim sürecine girdik. Medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemde, eğitimin bütün basa¬maklarından geçenler ihtisasını tamamlıyorlardı. İhtisaslaşma sayesinde ya sadece fıkıh, ya edebiyat, ya tefsir, ya da felsefe vs. dersi veriliyordu. Nitekim ders proğramları dogmatik tarzda değil, karşılıklı diyalog ve tartışma ile öğrenciye aktarılıyordu. Ne olduysa, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra çöküş başladı. Çöküş sebebini yükseliş sonrası padişahların nizam ve usulleri bozmalarından arayabiliriz. Avrupa o sıralarda gelişme evresine girdi, biz ise taassubun kucağına itildik. Katip Çelebi ders verme usulünü islaha çalışmış, zaman ve hayat israf eden medreselere itiraz etmiştir. O yabancı lisanın gavurluk sayıldığı bir devirde, korkmadan Latince tahsil edebilmiştir.

Hiçbir Avrupalı yok ki, Katip Çelebi’yi ve kamusunu tanımasın. Eserleri, Avrupa’da basılmıştır. Türklere kendi dilleriyle bahriye tarihini yazan muhteşem bir alimdir. Hatta Bizans tarihini de latinceden tercüme eden O’dur. Katip Çelebi, ‘’Bilgi toplumu’’ olmanın ancak muhakemeye önem vermek, deney ve gözlemlerinin ka¬nunlara bağlanması, ilim kanunlarının örneklerle aydınlanmasını sağlayacak eğitimle olacağını izah eden bir şahsiyet. ‘’Keşfüz zünün’’, ‘’Mizanü’l Hak’’, ve ‘’Cihannüma’’ gibi önemli eserleri vardır. Çelebi, medreselerden akli ilimlerin dışlanmasını felaket saymıştır ve coğrafya ve tabii bilimlerin resimsiz fayda vermeye¬ceğini taassub ehline haykıran zattır. Çelebi, pozitif ilimleri genelde Mustafa Efendi’den, sosyal ilimleri de Veli Efendi’den almıştır. O, hem almış hem de vermiştir. Çelebi, Avrupa’da olduğu gibi, eğitimi bölümlere ayırmıştır. Nakliyat (edebiyat ve şer’i vs.) ve akliyyat (matemetik fen vs.) şeklinde. Sosyal ve pozitif ilimlerin hepsini birden kavrayan alimler azdır, zira, o kadar ki Katip Çelebi fıkıh eğitimini alan müftülerin, matematik bilmediklerinden yakınır. Hatta Kadızade gibi parlak hatip bile, pozitif ilimlerden mahrum yetişiyor.

Neticede malum olduğu üzere minareyi bidat sayan zihniyet türüyor. Asya’nın çöküşü diye bir şey yok. Avrupa’nın uyanışı diye bir harika olay var. Batı olayı, 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Avrupa, İstanbul’un fethine kadar bizi taklit ederken, fethi müteakip, rönesansı gerçekleştirdiler. Katip Çelebi, yeni coğrafya ve atlasıyla Türkiye’de ilk ilmi uyanışı doğuran alimdir. Ne yazık ki, o’nun çabaları çöküş dönemindeki medreselerimizi ayağa kaldıra¬mamış, bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsalarda , bu defa da körü körüne batıya hayranlık hastalığına yakalanmamız buna engel olmuştur. Oysa Japonlar milli benliğinden taviz vermeden, Batıdaki ilimleri topraklarına taşımışlar, biz ise deri üstü yenilikleri kopya etmekle ‘’modernizm’’i yakalayacağımızı sanmışız. Sonuçta bugün Japonya süper devlet, biz ise geri kalmışlık çemberinden hala çıkmış sayılmayız.



En son Eyüp Coşkun tarafından Çarş. Şub. 18, 2009 8:32 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 3 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:28 pm

Katip Çelebi, Şeriat adamıdır. Ama taassuptan uzak şeriat adamı. Son derece geniş fikirlidir. Kanuni’den sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak olarak algılanmış ve Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi alimler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde Heraklit, Sokrat, Efla¬tun, Aristo, Zenon gibi düşünürler Türk medreselerinde fikirlerinin müzakere edelemesinde sakınca görülmemiştir. Ancak Aristo’nun birkaç teorisi reddolunmuş, birkaç inançsız felsefecilerin de Hakkı inkar eden görüşleri dışlanmıştır, bugün de Batı geldiği nokta itibariyle bu anlayıştadır zaten . Kültürümüzün mimarlarından olan Nesimi, Fuzili, Baki, Nefi, Nedim, Şeyh Galip vs.ler Arap ve Fars edipleriyle yürümekten çe¬kinmezler. Türkçe’yi ihmal etmezler ve eserlerini Türkçe ver¬mişlerdir çünkü.
Medreselerimiz şu son asrımıza kadar kapılarını çağın ilim¬lerine nasıl kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımız da, doğuya ait ne var ne yok hepsine kayıtsız kalmışlardır. İki tutum da yanlıştır. Bilgi toplumu iddiasındaki ülkeler hem kendi değerlerine, hem de çağdaş bilgilere açık olmak zorundadırlar. Avrupa prensiplerini, programlarını harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine ve gelişmeye olumsuz etkiler bırakacağı aşikardır. Körü körüne taklitçilik, bilgi üretme yolunda en büyük engeldir diyebiliriz. Bilgi toplumu olmanın azami ölçüsü, araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitimden geçer. İdari mekanizmada ve terbiye eğitimimizde ya askeri disiplinle hareket ederiz ya da talebeyi ‘’bırakınız ne halleri varsa görsünler, bırakınız sınıf geçsinler,’’ umursamaz boşvermişlikle davranırız. Oysa itidali olanı, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmalı. İfrat ve tefrit uy¬gulamaları buhran doğurmuştur her devirde. Geçim buhranı, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı gibi problemler eğitimisizlikten kaynaklanan marazlar aslında.. Bugünkü eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak prog¬ramlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada geçim problemi doğurmuştur. Üstelik eğitim kurumlarında eği¬tim araçları olarak resmi ders kitapları öngörüldüğünden dolayı, gazeteler, dergiler, ilmi kitaplar eğitim dışı görülmüş ve böylece bilgisizlik kök salmıştır. Tüm bunlara ilaveten dinin, terbiye eğitiminde en önemli faktör olduğu gerçeği gözlerden uzak tutulmuş, dolayısıyla muzır neşriyat genç dimağları gafil avlamıştır. Bu şekilde köklerimizden koparılarak ruhumuzu avladılar! Biz matbaayı, Avrupa’dan üçyüz sene kadar sonra alabil¬dik. Şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi’yle İbrahim Müteferrika’nın gi¬rişimleri, ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhül-İslâm Abdullah Efendi’nin desteklemeleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi daha da gecikecekti. Bu arada tabiki Matbaanın geç gelmesi¬nin, toplumun ekonomik yönüyle de ilgisi var, yani bu meselenin teknolojiye kapalılıkla yakından uzaktan alakası yok. Yerli zenginlerimizin çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. yaptırmak hususunda girişimlerinin yerine, herşeyin devlet eliyle yapılması gerektiği döneme girmekle kapalılığı tercih etmiş olduk aslında.. Düşüş dönemiyle halkın ‘’sivil insiyatifi’’nden mahrum zihniyetle, medeniyet hamlemiz körelmiştir. Halk birzamanlar her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faa¬liyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe burnunu sokmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğunca toplum aslı işini ihmal etmeye başlamıştır. Böylece kitleler teşkilatsız kalarak kahve köşelerine mahkum olmuştur.. Aslında çöküşümüzün nedenini hepten de halkın tembelliğine bağla¬mak yanlış. Milletimiz miskin değil, örgütsüzlük ve teşkilatsızlığın kurbanıdır oysa. Bilgi üretemememizin sebebi eski kanaatlar değil, bütünü görememekten kaynaklanır. Tarihimizi Cengaverlik olarak nitelemek bed¬bahlıktır. Acaba onlar, Fatih’ın Rum alimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası yapmaya görevli kılmasını, İtalyan ressamı G.Bellini’ye de elinde gülle resimlemesini ve güzel tablolar yaptırmasınıda mı görmezler? Devrin alimlerinden Kemal Paşazade atını sürerken atın ayağından sıçrayan çamurların Yavuz’un kaftanına bulaştığında Yavuz’un o kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığınıda mı bilmezler? Ebussuud Efendi’nin fet¬valarıyla, Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olarak yükselmesine renk katmasındaki inceliğide mi idrak edemezler? Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgileri sayesinde C. Colomb Hindistan’a Batıdan dolaşarak varmayı düşünmüş, böylece Amerika’nın keşfi gerçekleşebilmiştir, bu durumu kaç genç biliyordur acaba?
Allah Rasulü ev idaresi nasıl olur, ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nedir? gibi soruların cevabını bizatihi kendi hayatında yaşayarak gösterdiği gibi sosyal hayatta tatbik edilebilecek kuralları da or¬taya koyuyordu. Hz. Peygamberimiz bütün zamanını ibadete mi ayırmış dersiniz? Elbette hayır. Mali, adli, edebi, lisani ve bütün herşey O’nun hayatında var. İslâmiyet hayat dinidir çünkü. Bilhassa Avrupa bile Endülüs yoluyla müslümanlardan bilgiler alarak maddi planda ilerlediler ve İslâm alemini esir aldılar böylece. Batı haçlı seferleri sayesinde, İslâm medeniyetini tanışma fırsatı yakaladı aslında. Bu yüzden gerçekleştirdikleri rö¬nesansını müslümanlara borçludurlar. Batılılar, Yunan me¬deniyetini de müslümanlar sayesinde öğrendiler. Şu halde İslâm alemi ve bilhassa Osmanlı, bugü hala varlığını devam ettiren batı medeniyetinin doğuşuna hiz¬met etti. Ortaçağ, Batının ilimden uzak karanlık günleriydi, ama batı 12.nci ve 15.nci asırlarda İslâm’dan aldığı aşılarla güç ka¬zandılar. Piri Reis ‘’Kitab-ı Bahriye’’sinde; Avrupalıların denizcilik il¬minde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış bu¬lunduklarını söyler. İbn-i Haldun’un; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle ortaçağ karanlığına gömülmüşlerken, gerçekten biz ihtişamımızı yaşıyorduk o devirlerde. Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktıran, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptıran ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkum eden Or¬taçağ Avrupa’sının asla alnında silemiyecekleri kara bir lekedir. Ne zaman ki, Batı Kess¬ler’in ifade ettiği: ‘’Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hare¬ket ve fikir akımları da o kadar zengin olur’’ anlayışına yaklaştı, o zaman taassup bataklığından çıkarak ‘’bilgi toplumu’’ olma özel¬liğini yakalayabilmişlerdir. Avrupa kendi ortaçağında Rönesan¬sını gerçekleştirirken, biz de kendi yükselişimizde çökümüşü¬müzü hazırladık maalesef. Asrı İslâm ışığında idrak edemediğimizden ‘’bilgi toplumu’’ olamıyoruz birtürlü. Hâlâ çağın idrakinde İslâmi anlamaya çalışıyoruz. Oysa İslâm çağlar üstü ve çağların İslâm’ı anlamaya ihtiyacı var. İslâmiyet bir idare, bir ahlâk, bir duygu ve bir kalp olduğu gibi, aynı zamanda bir medeniyettir ve ilimdir. Günümüzde eksik olan yanlız din duygusu değil, modern çağın en üst seviyesine gele¬bilecek bilgi yoksunluğu meselesidir. Bir elimizde Kur’an, bir elimizde bilgisayar olmadıkça dirilişimiz hayal. Ne zaman ki atın üzerinde kılıç sallamanın destanî hüviyetinden kurtulup, bilgisayarın tuşlarına dokunup ve maki¬nayı çalıştıracak ilmi zihniyeti yakalarsak, o zaman ‘’bilgi toplu¬mu’’ olmaya hak kazandık demektir. Doğu’ya da kapalı olmayan Batı’ya da açık olan zihniyet yarınımızın güvencesidir, vesselam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:28 pm

BİLGİ ÇAĞI VE BİLGİNİN GELECEĞİ
ALPEREN GÜRBÜZER Balçık ve ilahi ruhun birleşimiyle yaratılan insana Allah (C.C.), isimlerini öğreterek bilgi sahibi kılmıştır. İşte, insanın diğer yaratıklardan üstün olan yönü bilgili olmasıdır. Yatırım yapmak, teknolojik inkişafta bulunmak, sanayii hamlesine katkıda bulunmak ve bilgi çağının gereklerini yerine getirmek güzel olgu olsa gerek. Fakat bütün bu gay¬retlere rağmen insan faktörü hiçe sayılıyorsa, bilgi bir anlam ifade etmez. Çünkü herşeyin özünde insan gerçeği var. Hareket nok¬tası olarak insanı esas almayan tüm ideolojik akımları, bilgi çağına adapte olsalarda insanlığa taze bir soluk kazandıramıyorlar. ‘’Gelecek Şoku, Üçüncü Dalga ve Yeni Güçler Yeni Şok¬lar’’ adlı eseriyle adını duyuran Alvın Toffler, insanlığın geldiği noktayı üç boyutta özetleyerek; birinci dalganın tarım, ikincisinin sanayi çağı ve üçüncüsünün de günümüzde hâkim olan bilgi dalgası olduğunu vurgulamıştır. Gerçekten de bilgi, çağımıza etkili dalga olarak konumunu koruyor. Ancak bilgi çağında, bilgi üreten elektronik ve bilgisayarlarla insanlığa katkıda bulunulurken, bu arada galiba insani değerleri de unutuyoruz. Eğer insan faktörünü ihmal ediyorsak, o zaman bilgi dediği¬miz etkili silah bir kıymet ifade etmeyeceği gibi, gelecekte ruhsuz kitleler denilen problemlerle karşılaşacağız demektir. Bilgi çağında subjektif değerler de önemli çünkü. Kültü¬rel aşılar zihinlere şırınga edilmeli ki, insanlık ab-û hayat bulabil¬sin. İdeolojilerin ömrü uzun sürmediği bir vaka. Her sistemin hâkimiyet süresi 10–15 yılı geçmiyor, geçse de eninde sonunda yıkılması kaçınılmaz oluyor. Bu durumu Daniel Bell 1960’da yayınlanan; ‘’İdeolojinin Sonu’’ adlı eserin de teyid ediyor. Yaşanan tarihi süreç de bu tespiti doğruluyor zaten. Örnek mi? İşte Faşizm, Nazizm ve Komünizmin tarihin çöplüklerine gömülmelerinde olduğu gibi. İdeolojiler saltanatlarının yıkılıp, hâkimiyet dönemlerini yitirdikten sonra, eski tü¬fekler şaşkına döndüler adeta. Çünkü tarihin harabelerine karışıyorlardı, elbette şok yaşayacaklardı. Gerçektende ideolojilerin iflası ile birlikte etkisini yitirerek yerini, bilgi unsuruna terketmeleri onlar için pek de ko¬lay olmadı. Bugün gelinen noktada bilgi çağının gereği olarak serbest piyasa mo¬delinden bahsedilmesi, sivil toplum olgusuna vurgu yapılması, katılımcı demokratik anlayışların kitlelerce kabülü hızla ideolojik kimlikten çıkılıp yerini bilgiye ter¬ketmesinden kaynaklandığının işaretleridir. K.Marx’ın hararetle öne sürdüğü; kapitalizmin son aşa¬masının komünizmi doğuracağı kehaneti bilgiyle son bulmuştur artık. Kapıtalizm de komünizmin başına gelen alınyazısından nasibini alacaktır elbet. Dedik ya hiç bir ideoloji uzun ömürlü olamıyor. Çünkü bütün izmler, Cemil Meriç’in ifadelerinden yerini bulan; ‘’idraki¬mize giydirilen deli gömlekleridir.’’ Herbir ideoliji ekonomik çağının ortaya çıkardığı ve konjonktürel şartların tetiklediği ürün¬lerdi. Eninde sonunda kapitalizm de bu akıbetten nasibini alacaktır elbet. Zaten Fukuyama, sosyalizmin çökmesiyle kapitalizmin tarihin sonu olduğu tezini ileri sürerek bu gerçeği birkez daha yeniden hatırlatmıştır. İnsanlığı nizama ulaştıran ‘izm’ler değil, bilgi ve onun şekli olarak addedilen teknolojidir artık. Materyalist öğretiler bayatlayıp yerini bilgiye ter¬ketmesi, bilgi çağının en büyük hadisesidir. Bilgiye yönelik aka¬demik çalışmaların hızla çoğalması, sanayi ve ticari alanın geniş yel¬pazede yapılanması sonucu ideolojilerin iskeletten başka bir mana taşımadığını, yani fosilleştiğinin ispatıdır. Bilgi üretimi, sanayi ve teknolojide yükseliş meydana geti¬rebileceği gibi, sosyal tabanlı militarist eğilimleri de bertaraf ede¬ceği muhakkak. Bilgi çağında düşünen, bilgisayar kullanabilen ve zihni di¬sipline ulaşabilmiş insana ihtiyaç vardır herzaman. Tarım toplumunda geleneksel değerlerle yoğrulmuş, ama bilgiden bihaber insanların bilgi çağında ülkesine verebileceği pek birşey yoktur. Aynı şekilde bil¬giyle donatılmış bir insanın, bilgi çağında mekanikleşmeden, insan ru¬hunun susuzluğunu giderecek geleneksel değerlere de ihtiyacın hergeçen gün artacağınıda unutmamak gerekiyor. Dolayısıyla bilimi üretenler bilim tanklarının içini manaviyatla beslemedikçe kimlik bunalımı gibi derin krizlerin doğmasına sebep olacaklardır. Bilimin, tabir caizse, kuluçka makinası maneviyat ve aşk olmalıdır. Romantizmini yitiren batı insanının düştüğü girdaba düşmemek için, bir elde bilgisayar, diğer elde İslam’ın engin ruhu ile çağlara ferman okumalı. Vahyin soluğu, insanı makinaya köle yapmadan, bilgiyi en güzel manada insanlığın hizmetine sunacaktır elbet. Kur’an-ı Mu’ciz’ül Beyan’dan yoksun toplumlar, maalesef bilgi çağinın araç ve gereçlerinin esiri durumuna düşerek adeta robotlaşmaktadırlar. Maneviyattan bihaber top¬lumlar yaşadıkları anla ilgileri yoktur. Soluk soluğa hayatlarını idame eden ruhsuz kitleler, stresin kucağında intihar etmekte ya da patlamaya hazır bomba misali asabi topluluklar oluşturmaktadırlar. O halde, bilgi ve bilgiyi üre¬ten elektronik ve bilgisayarların yanına geleneksel değerlerimizi de ilave etmeli ki, kitleler ‘hayırhah topluluklar’ olabilsinler. Bilim ordusunu hem madden hem de manevi bakımdan techiz etmeli. Bilgi çağında insan makinanın diliyle konuşabildiği gibi, ruhunun sesine de kulak verebilmeli. Nobel ödülü sahibi ünlü Fizikçi Pakistanlı Abdus Salam, bir konferansta şöyle der; ‘’Umarım sizi bugünün şartlarında, birinci sınıf bir bilim olmadan teknoloji olmayacağına inandırabildim. Bazılarımız sanırım teknolojinin tarafsız olduğuna bilimin ise değer yüklü olduğuna inanırız. Çağdaş bilimin akılcılığa götürdüğüne hatta dini inkâra götürdüğüne (...) inananlarımız vardır.’’ (Abdussalam, Bilim Ak¬tarımı ve Teknoloji Aktarımı, Fizik Mühendisliği, Cilt.3. Sayı 28 Mart 1984). Sözlerinden anlaşıldığı gibi, ünlü fizikçi bilimsiz teknolojinin olamayacağını aynı zamanda bilimin değer yüklü ve dini ünsiyetli olması gerektiğine işaret ederek, son noktayı şöyle bağlar: ‘’Çağdaş fiziğin hiçbir buluşu Kur’an’a ters düşmemektedir’’ (Abdus Salam, idealler ve Gerçekler, Sayfa 40,1992). Bilgi çağına giden yolu iyi keşfedip, ilmi esas alan, iyi ye¬tişmiş ‘bilim-teknokrak kadroları’ dizayn ederek, doruklara ulaşa¬biliriz pekâlâ. Sov¬yetler’in birzamanlar demirperde güç olarak ortaya çıkması Deli Petro’nun kurduğu bi¬lim akedemilerinin ve oluşturduğu bilim ordularının etkisi sayesindedir. Ancak 1957 yılında Sovyetler Sputnik’i uzaya atmasıyla birlikte ikinci dünya savaşı sonrası sanayi çağına veda etmiştir. Demek ki, bilgi çağına ulaşmada bilim akademilerinin yanısıra, bilim kadrolarının da(bilim ordusu) yetişmesi mühim bir olaydır. Türkiye diğer ülkelere kıyasla üniversite sayısı bakımdan düşük ra¬kamlarda kalması ve bilim kadrosu bakımdan da düşük seviye¬lerde tutmakla bilgi çağına ulaşması hayaldir. Pasifik kuşağı ülkelere nisbeten durumumuza baktığımızda içler acısı tabloyla karşılaşırız hep. Onun için bir an evvel bilim ordumuzu kurmalıyız. Bugün G.Kore’de 256 üniversite ve 21 araştırma enstitüsü var. Maalesef dünyaya bilgiye katkı bakımdan sıralamada 36’ıncı sırada bulunmamız talihsizliğin ötesinde ihmal edilmiş¬liğimizin hazin göstergesidir. Biz ki, bir zamanlar medeniyet aşılayan tek millettik, yani bilim dağıtan cihanşümul devlet idik. Ne oldu da bilim aşıla¬yan halden bilim alma noktasına geldik? Malum Yunan kaynak¬larını Süryani çeviriciler Arapça’ya çevirmiş ve bu çevirme sayesinde Grek kültürü ile İslâm senteze kavuşarak bilimin or¬taçağda meyve vermesi sağlanmıştır. Zaten İslâmiyet; ‘’İlim Çin’de dahi olsa alınız’’ diyordu. Onun için senteze karşı çıkma¬malı. İslâm’a ters düşmeyen her şey kabülümüzdür. Nitekim Sa¬bit İbn Kurra ve Rabbi bin Ezra gibi çeviricilerin iklimimize taşıdığı bilgi ve kültür kaynakları Arapça’dan Batı dillerine aktarılmasıyla birlikte batı, rönesansın temellerini atmıştır. Yani Rönesansını kurmada batıya doğu rehberlik etmiştir. Eğer bilim ve kültür hazinelerini batı kendi dillerine aktarmasalardı bugün batı medeniyetinden sözedemeyecektik belkide. George Sharton haklı olarak; ‘’İslâm olmasaydı Rönesans gerçekleşmezdi’’ diyerek bir gerçeği haykırmaktadır. Bilgi aktarımından korkmamalı, ilim nerede olursa olsun talib olmalı. Bilgi taşıyıcılığı için Tayvan, ABD’ye öğrenci gönder¬miş ve bugün otuzbin civarında ümit kaleleri mevcut oralarda, G.Kore’nin ise yetişmiş 250 bin bilim adamı ve mühendisi ABD’¬de araştırma çalışmalarına devam etmektedirler. Bu kadrolar hem bilgi çağına katkıda bulunuyorlar hem de ülkelerine dön¬düğünde teknolojik gelişmeyi sağlamaktadırlar. Bir zamanlar ül¬kemizde, dışarıya bilgi aktarımı için öğrenci göndermek yadır¬ganmış, hatta ‘batılılaşma’ gibi ithamlarda bulunularak tezyif edilmiştir. Oysa bilim için seferber olacak ‘bilim orduları’nın oralarda bulunmasında sayısız faydaları olacağı gibi, Türkiye’ye döndüklerinde bilgi teknolojisinin geliş¬mesinde ve diğer dallarda itici güç olacağı muhakkak. Milli Şef dönemi ve 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat gibi ihtilal dönemlerinin meydana getirdiği olumsuzluklar artık gerilerde kalsa da, bugün hâlâ bilgi entegrasyonunu sağlayacak öğrenci sayısı bakımdan yurt dışında istenilen seviyelere çıkamamıştır. Akademik formasyonunu tamamlamış ilim adamlarımıza gerekli imkân ve fırsatları temin etmede yavaş davranmamız, YÖK’ün yanlış uygulamaları bilgi çağına ulaşmada bizi sekteye uğratıyor maalesef. Mo¬dern çağın en üst seviyesine gelebilmek için mutlaka bilim or¬dusu kurmak zaruridir. Bilgi çağı için bilgi şart... Vesselam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:29 pm

ERMENİ MESELESİ

ALPEREN GÜRBÜZER


Ermeniler Osmanlı şemsiyesi altında Millet-i sadıkamızdı ne güzel. Osmanlı tarih sahnesinde çekilince batılıların truva atı rolüne bürünmüş, kimi zaman piyon, kimi zamanda dış politika kulvarında kullanılan ucuz santraç malzemesi olarak karışımıza çıkıyor.
Ermenilerde Fransız ihtilali sonrası esen Milliyetçilik rüzgârlarından etkilenerek kanayan yumuşak karnımız olmuş adeta. Birinci dünya savaşında müttefiklerle beraber Osmanlıya karşı savaşarak sadakatına sonvermişti, ama hevesleride kursaklarında kaldı, çünkü destek gördüğü müttefiklerde yenilince artık biraraya gelemiyecek şekilde dağılıp parçalandılar. Osmanlı’ya nankörlük yapmanın bedeli ağır olmuştu, vatansız birşekilde dünyanın değişik yerlerine dağıldılar. Ermeniler dünyada yanlızlık girdabına düşmüşse bunda en büyük pay kendilerinin bilinçsiz reflekslerinde aramalılar. Çözüm de kendilerinde aslında, nasıl mı? Önce kendilerini sorgulasınlar çözüm kendiliğinden doğar elbette. Tüm bunlara rağmen tarihten yeterince ibret alamamış olsalar gerek ki, birtürlü iflah olmuyorlar, huylu huyundan vazgeçmiyor maalesef. Bugün gelinen noktada sadece ABD’de ve batı ülkelerin bir kısım yerlerinde lokalize olmuş üçüncü kuşak dediğimiz Diaspora Ermenilerince her fırsatta Ermeni miti canlı tutulmaya çalışılıyor..
Ermeni soykırımı iddiaları 24 Nisan 1965 den itibaren sürekli kaşımaları yetmemiş gibi, bu uğurda özellikle 1973–1985 arası ASALA’yı kullanarak terör eylemine dönüştürmüşlerdir. 1990–2005 arası ise Diaspora merkezli faaliyetler sahne almaya başladı. Diaspora Ermenilerinin amacı uluslar arası platformda tezlerinin kabülünü sağlayarak Türkiyeyi köşeye sıkıştırmaktır.
Aslında Ermenilerle tarihi süreç içerisinde birarada acı ve tatlı hatıralarımız sözkonusu, heptende herşey güllük gülistanlık değildi tabii, ama şu gerçekleri de gözardı etmemekte yarar var, birkere Ermeniler küresel güçler tarafından politik malzeme olarak kullanıldığının kabül edilmesi gerekir, bu bir sır değil, Milleti-i sadıkamız Ermeniler Ortadoğu üzerinde birtakım hesap içerisinde olan ülkelere eğer alet olmasaydı Osmanlıyı arkadan hançerlemeyeceklerdi elbette.
Netice itibariyle yıllardır süren dostluğumuz törpülenip savaş şartları gereği Ermeniler Ortadoğuya zorla göç etmesini sağladığımız işleniyor hararetle. Tehcir hadisesinin soykırım noktasına getirecek kadar her alanda seslendirmekten geri durmuyorlar. Oysa tehcir başka, soykırım başka. İkisi aynı şeyler değil, sapla saman birbirine karıştırılıyor maalesef. Kavram kargaşalığının yolaçtığı hengâme ürkütücü boyutlara taşınıyor üstelik. Nasıl mı? İşte özellikle 12 Eylül öncesi Ermeni ASALA örgütünün döktüğü kanlar ortada, hala o yaşanan acılar sinemizde. Üstelik bu kanlı terör örgütünün dünyanın değişik yerlerindeki eylemlerine, gerek ABD, Gerek Almanya, gerek İngilter, gerek Rusya, gerekse Fransa gibi gözde devletler seyirci kalmakla yetinmedikleri gibi sözde Ermeni soykırımının amigoluğuna bile soyundular.
1990 soğuk savaşın bittiği yıllar.. Bu noktadan sonra dünya yeni bir yörüngeye girmesiyle birlikte Ermeniler yanlızlaşmışlardı, onların bu durumuna çare olarak düşünülmüş olsa gerek ki yine bu yıllarda Ermeni devletinin ilan edildiğine şahit oluyoruz.
Öyle görülüyor ki; Ermeni meselesi küresel bazda çözülmesi gereken bir konu. Çünkü Diaspora Ermenileri lobi faaliyetleri ile ün salmış, aynı zamanda Yahudilerin de desteğini de alarak diş biliyorlar. Uluslar arası lobi faaliyetlerinde Ankara’nın zorlandığı muhakkak. Ancak Tayyip Erdoğan hükümeti her konuda olduğu gibi bu meselede de statükocu çizginin aksine yaraya neşter atarak, sözde Ermeni soykırım iddialarını çürütmeye yönelik batı dünyasındaki sağduyulu aydınların görüş ve beyanlarını gündeme taşıyarak Türkiye’nin elini güçlendirme yollarını açmış, nitekim uluslararası platformda sonderece olumlu sinyaller gelmesine neden olmuştu.. Bununla da yetinmeyerek, gelin beraber bir ortak komisyon kurup ekonomik işbirliği yapalım çağrısında bulunmuşuz, Böylece Ermenilere karşı herhangi bir önyargımızın olmadığımızın izlenimini verdik tüm dünyaya, ama Koçaryan hükümetinin Türkiye’nin kapıları açma şartını ileri sürmesi red anlamına geldiği için bu yöndeki olumlu adımlar ister istemez sekteye uğradı.
Hala Ermeni meselesi uluslar arası arenada hız kesmiyor, başta Fransa olmak üzere birçok ülke parlementolarında hep onların dile getirdiği meseleler kabül görüyor, hatta muhalif fikirlerin söylenilmesinin yasak olması bile kanunla kayıt altına alınıyor.
Avrupada en büyük Ermeni nüfusu Fransada. Bugün Fransada yarı yarıya Türk ve Ermeni nüfusu var. Yani beşyüzbini Türk bir o kadar da Ermeni sözkonusu. Ermeniler buralarda lobi faaliyetleri bakımdan bize fark atsalarda iş hacmi potansiyeli bakımdan güçlü biziz, dolayısıyla lobicilik faaliyetlerinden tam manasıyla verim alamıyorlar. Yine de Fransada Ermeni yılı ilan edilmesi onlar için büyük bir başarıdır. Zaten daha önce Fransız alt parlementosunun Ermeni soykırımını yok saymanın suç sayan, hatta bir yıl hapis cezasını öngören yasayı onayladığını hatırlarsak bu durum bizi hiç de şaşırtıcı gelmedi desek daha isabetli olur.
Maalesef uluslar arası güçler bu konuda sınıfta kaldılar, üstelik hala ödün vermeye devam ediyorlar ve Türkiye’nin önüne her defasında Ermeni meselesini koz olarak kullanmaktan en ufak hicap duymuyorlar.
Batı Avrupa cenahında durum bu vaziyette iken Sam amcanında Büyük Ortadoğu projesinde Türkiye’yi kendi ekseninde tutmak adına ya da Ortadoğuda çıkarları uğruna konuyu temsilciler meclisinde görüşmeye dahil etmesi düşündürücü. Hem stratejik ortaklıktan bahsedeceksin hemde bizi yumuşak karnımızdan vuracaksın, bu ne perhiz bu ne lahana demezler mi?
İşimiz zor olsa da Ankara’nın bugüne kadar bu meseleye karşı sürekli cevap üretmekle geçiştirdiğinin farkına vararak geçerli politikalar üretme zaruri gözüküyor. Yine de Ermeni meselesini İçten dışa doğru taşıyacak manevralara yönelmesi ümidimizi tümden boşa çıkarmıyor. Umarız Ermeni iddialarını Türkiyenin lehine çevirecek politikalarla küresel oyunları bozarız. Hem çok zor hemde kolay aslında. Yeter ki uyanık olalım gerisi kolay..
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:29 pm

HALKIN SİVİL İNİSİYATİFİNE AÇIK MEDYA ŞART
ALPEREN GÜRBÜZER

Her ne kadar dördüncü kuvvet olarak takdim edilse de uygulamalarıyla ülke gündeminde birinci kuvvet gibidir medya. Bazen haber alma kaynağımız, bazen yerine göre yargıç, bazen ise savcı hükmünde hareket eden iletişim ağı.
Düşünce özgürlüğü adına zihinleri şaşkına çevirecek kadar acımasız olan medyamız halkın sesi olmayı bir türlü düşünemiyor. Yanlış yönlendirmeler, doğru yönlendirmenin önünde seyrediyor. Aldous Huxley; ‘Şimdiye kadar bunca çok, bunca azın elinde kalmamıştı’ derken medyayı (yazılı ve görsel basın) kastetmiştir.
İletişim çağında elbette medya çok büyük öneme haiz, ama asli görevini bırakıp haddini aşarak değil. İnsanlar doğru haber almanın hevesiyle medyayı takip ederken ansızın hayal kırıklığına uğrayarak iç dünyaları biranda altüst olabilmektedir. Bu durum tabi olarak güvensizlik doğuruyor. Aslında medya belirli güç odaklarının kontrolünde olması dolayısı ile özgür yayıncılık yapamıyorlar. Her şey patronun iki dudağı arasında olan yayıncılık anlayışı kitlelere doğru haber iletilmesinin önüne set çekmektedir. Katılımcı medya anlayışı yerine medyatik sultanın ikame edilmesi yarınlarımızı karartıyor. Medya denetimini evvela her yayın kuruluşu kendi içinde yapmalı ki genel manada medya denetimi gerçekleşebilsin. Medyatik sultaların cirit atması iç denetimi kendiliğinden ortadan kaldırmaktadır. Hür düşünemeyen yazar ve yayıncı okuyucusuna ne verebilir ki? Sansürün alabildiğine işlediği bir ülkede hür basından bahsedilebilir mi?
Medya bir kere bağımsız faaliyet gösterebilmeli. Belirli sermaye odaklarının istekleri doğrultusunda faaliyet gösterenlere göz mü yumacağız hep? Devlet-sermaye-medya üçgeni el ele verip kamu vicdanını sızlatmasına daha ne kadar tepkisiz kalacağız? Yanlış yönlendirmelerden kurtuluş yolu yok mu? Elbette bu soruların bir cevabı olmalı.
Madem insanız, doğup büyüdüğümüz yerlere damgamızı ya susarak ya da nefret ederek tepki gösteriyoruz. Madem tavır gösterme ihtiyacı duyuyoruz o halde düşünce ve duygularımızı başkalarının emellerine alet etmemek adına biraz da kendimiz gibi olmayı hiç düşünüyormuyuz acaba? Biraz gayretle önce evimizi, sonra sokağımızı, daha sonra iş alanlarımızı ve bir dizi mekanlar dahil her şeyi biçimlendirme gücünü kendimizde görebilmeliyiz. Yeter ki bu şuura sahip olmasını bilelim.
Medyayı birkaç patronun tekelinden kurtarmak gerekiyor. Halkın bizatihi denetimi medyanın patronu olmalı. Taban tarafından yönlendirilen medya, o zaman hem bağımsız hem de hür yayıncılık yapmanın keyfini çıkaracaktır. Masa başı haberler yerine, yerinden inceleme ve en son derece teknik imkânlarla donatılmış medya esas alınmalı. Sivil toplum kuruluşları bu konuda devreye girmelidir.
Güç merkezleri halkı koyun gibi gördükleri için, kamuoyunun düşüncelerine pranga vurmaktan hayâ duymamaktadırlar. Kendilerini toplumun üstünde akıllı üyeler takdim ederek halkın düşüncelerini denetleme hevesine giriyorlar. Kapılarını halka kapatarak onlar adına ahkâm kesmek meziyet addedilmiş. Çoğulculuğun azınlığın gerisinde seyirci kalması hazin bir tablodur. Demokrasi kılıcı birkaç patronun keyfince kitleleri şaşkına çevirmekte ve çoğunluğun bunca az elitist tabaka eline terk edildiği bir dünyada her şeye yön vermek oldukça kolay olsa gerek. Toplumun değer yargılarına yönelik propagandalar gücünü, malum çevrelere sırtını dayayarak gerçekleştirilir. Totaliter sistemlerde baskılar ne ise, demokrasilerde de propagandalarda yalan yayıncılık odur. Şaşkına çevrilen halkın sivil inisiyatifi köreldiği için sultaların hareket manevraları da geniştir. Halk ara sıra şaşkınlığını atacak gibi refleks gösterdiğinde, anında bastırılma metotları devreye girerek uyanmalarına fırsat verilmez halkın.
Fakat insanlarda sivil toplum şuuru geliştikçe yavaşta olsa eski şaşkınlıklarını atmaya başlıyorlar. Analitik düşünce toplumun bütün katmanlarına yayıldıkça medya patronlarının da keyfi kaçmakta, aba altından sopa gösterme devirleri artık bir bir dökülmeye yüz tutuyor. Sivil toplum gerçeği, insanların inisiyatifini harekete geçirerek, medyaya bağımlı kalmaktan kurtarıyor. Medya olayları çarpıtsa da sivil toplum örgütlerinin ayak sesleri onları bir gün hizaya sokacağı muştusunu veriyor.
Medya uyanan kitleleri bastırmak için aynı taktikleri üretme yoluna gidiyor, birbiri sıra hayali senaryolar üretmeye devam etmektedirler. İnsanları ekran başlarında tutmak için hayali düşmanlar icat edebiliyorlar da. Nitekim CNN gibi meşhur televizyon kanalları dünya gündemini elde tutmak için önce Saddam’ı şişirip sonra da birinci tehdit unsuruymuş gibi dünyaya lanse etmeleri yeni taktik arayışlarının bir göstergesi olsa gerektir. Hakeza Irak için seferber olanlar İsrail’e göz yummaları medyanın içerisine düştüğü çifte standart örneğidir. İşte bu noktada insanlar, olayları yansıtılış biçimine kapılmadan iyi bir gözlemci olarak medyanın yönlendirmelerinden sıyrılarak aklını çalıştırabilmeli. Üzerimizden oynanan bu oyuna gelmemek için hür düşünmeye mecburuz.
Yalan makinesinin gırla çalıştığı dünyamızı, birkaç güç odaklarının oyuncağı haline dönüştürülmesine kimsenin sessiz kalmasını tasvip etmiyoruz. Uyutulmamak için sivil inisiyatifimizi seferber ederek medyatik baskılara son verebiliriz. Her sağduyulu insan bu olup bitenlere artık dur diyecek feraseti kendi içinde başlatırsa, işte o arzuladığımız halkın denetimine tabii medya anlayışı vuku bulacağına inanıyoruz. Fakat kendi kabuğumuza çekilip boş ver mantığına sarılırsak bütün olup bitenleri seyretmekten başka yapabilecek hiçbir şeyimiz kalamaz.
Medya zihnimizde canlandırdığımız ideal medya, her türlü sultaların hâkimiyeti altından sıyrılmış, kendi hür iradesiyle halkı aydınlatan ve halkla barışık olanıdır. Bugün medyamızın birçoğu birkaç patronun inisiyatifi istikametinde faaliyet göstermektedirler. Metotları ilim olmaktan çok yalan üzerine kurulu. Aynı zamanda tümdengelimcidirler. Yani olayları kritik ederken birtakım genellemelerden hareket yaparlar. Oysa özelden genele bir yol takip eden medyamız olsaydı masa başı haberler yerine olayları yerinde inceleme dediğimiz objektif habercilik doğacaktı. Zihinlerini patronların genellemelerine endeksleyenler haberlerini ve yorumlarını da bu tarz ortaya koyması günümüzde geçer akçe olmuş. İşimden olurum kaygısı, medya mensuplarını patronların istek ve taleplerinin emrine amade kılıyor. İnisiyatifini yitirmiş medya ister istemez araştırmacı ruhunu yitirerek bütünden parçaya metodunun cenderesine düşmektedir.
Özelden genele izlenen uygulamalar gerçek haberciliği, gerçek yorumu ve gerçek medya anlayışını meydana getirecektir. Çünkü böyle bir anlayışta üstünlük medya patronunun elinde değil, bilakis hem çalışanların hür iradesi, hem de halkın istekleri doğrultusundadır. Ayrıca medyatik gücün amaç olmayıp, toplumu aydınlatma ve ona hizmet açısından bir vasıta olduğunun idrakine varmak ancak ve ancak medya sultalarının inhisarından kurtulmakla mümkün. Analitik yorum, analitik haber olayları yerinde izlemek kaynağına inmek ve hislere kapılmadan objektif biçimde değerlendirilerek yapılır. Güneydoğu meselesini Ankara’da masa başında oturarak yorumlamak mı daha sağlıklı, yoksa bizatihi oralara gidip halkın içerisine karışıp yerinde görüp meseleyi açıklığa kavuşturmak mı? Elbette ki olay mahallinde bulunarak yapılan habercilik daha gerçekçi ve doğruya daha yakındır.
Velhasıl, Türk medyası halkın sivil inisiyatifini nazarı itibara alarak yarınlarımızı aydınlığa kavuşturacak misyonu üstlenebilir.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:29 pm

MEDYATİK MANZARAMIZ

Alperen Gürbüzer


Her şeyin basite indirgendiği, magazinleştiği ve eğlence showları ile insanları ekranlara ya da gazete-dergi sahifelerine hapsetmek medyacılık sanılıyor. Değerler alt üst olmuş, özel yaşantı alanları fütursuzca çiğnenmiş, yalanın birinin bin para olduğu ortamda Avrupa Birliği, dış politika, ekonomi kimin umurunda. Böyle giderse toplumun hafızası silinerek toplumsal cinnete giden bir akibetle karşı karşıya kalcağız.
Yapılmak istenen galiba düşünemeyen toplum üretmek ve uyuşturulmuş insanları dedikodu ile oyalamak olsa gerek. Eline tutuşturulmuş ipe sapa gelmez show programları ile onarılmaz yaralar açıp azınlık dediğimiz bir eli yağda bir eli balda kesimin kaprislerine toplumu heba etmek marifet sanki.. Çoğunluğun az elitist tabakanın eline terk edildiği apaçık ortada. İşin içine ideolojik ayırımcılık da eklenince yaşadığımız manzara maalesef geleceğimizi karartıyor. Medya gücünü halktan alması gerekirken azınlık dediğimiz seçkinci zümrenin istek ve doğrultularından alıyor. Reklam pastasından pay almak uğruna toplumun değerlerini hiçe sayan yayınların pompalanması sağlıksız kuşakların doğmasına yol açıyor; hem manen hem madden.. Genç beyinlerin zihnine pranga vurulduğunun hala farkında değiliz. Medyanın dördüncü kuvvet olduğunun şişirilmiş balonuyla kitleleri kendi çıkarları doğrultusunda kullanması vahim sonuçlara yol açacağı aşikâr.
Dördüncü kuvvet dedik ama aslında birinci kuvvet. Çünkü medyamız etik anlayışdan uzak olduğu için çıkarlarına ters düşen her ne olursa olsun biranda karalama kampanya metotları ile rakiplerini diskalifiye etme şansına sahip. Bu durum yıllardır hala temizleyemediğimiz derin ilişkilerde gizli. Devlet içine sızmış çeteler –sermaye-medya üçgeni ile kurulan düzenek toplumsal aydınlanmayı baltalamak üzere kurulmuş adeta. Halkı iyi anlayan ve halkla hemhal olan anlayışlara kapalı bu sistem var oldukça medyaya yönelik hayıflanmalar bitmeyecek gibi. İdealimizde ki medya anlayışından kastımız; Analitik yorum yapabilen, analitik haber olarak kaynağından araştıran ve objektif kriterleri esas alarak halkın denetimine açık olan bir medyadır. Bakalım bu hastalıklı yapımızla nereye kadar gidecek bu gemi. Gemi şuan hızla su alıyor, ama zaten bir batarsa hepimiz batarız hassasiyeti de yok ortada.
Osmanlı’nın kendini anlatma diye derdi yoktu. Osmanlı’nın kendisini enforme etme diye bir derdi olmadı, niye olsun ki gerek yoktu çünkü. Osmanlı sistemini adalet ve özgürlükler üzerine inşa ettiği için bu tür şeylere kafa yormadı. Onlar yöneticisi ile yönetileni arasında muhabbet iklimi oluşturmuşlardı hep. İdare edenler ve idare edilenler el ele gönül gönül gönüle sadece Allah’a abd olmuşlardı. Allah’tan gayri sahte mabutlara itibar etmiyorlardı. Şu anda yaşadığımız süreçte medya toplumu sahte sanal cennete çağırmaktan başka bir görev yapmıyor diyebiliriz. Böyle olunca da toplum nezdinde git gide güven kaybına uğruyor. Osmanlı toplumuYaratana kul olmakla mutluluğun şerefini tadıyordu. Geçici dünyevi lezzetlerin cazibesine kapılmadan yaşıyorlardı. Osmanlıda çok elzem durumlarda duyuru mahiyetinde ‘duyduk duymadık demeyin..’ tarzda kulaktan kulağa yayılan dilden dile aktarılan bir kültür var. Kelimenin tam anlamıyla Osmanlı’nın enformasyonu sözlü kültür dediğimiz ağdır. Hiçbir zaman sömürgecilik anlayışı ile hareket etmemişlerdir.
Türkiye medyası bu noktada problemli .. 1950’lerden geldiğimiz süreçte kimi zaman medya alaylıların, kimi zaman mülkiyelilerin, kimi zamanda güç odaklarının sesi olmuştur. Özal’ın serbes düşünce ve serbes piyasa ekonomik politikaları ile çok sesliliğe geçiş yapmanın neticesinde insanımızın ufkunda zihni değişimler yaşandığı ortaya çıktı. Zihni değişim ister istemez kimlik değiştirmeyi de beraberinde getirdi .. Öyle ki Anadolu insanı tarlasından toprağından çıkıp şehirlere yerleşti, kabuk değişikliği yaşandı, aynı zamanda kentler sol merkezli olmaktan çıkıp hızlı bir süreç yaşandı. Fakat bu durum çok uzun sürmedi 1990’ın eşiğini geldiğimizde bildiğimiz aktörler devreye girerek zihni dönüşümün önüne engel olmak için adına ister kadife darbe denilsin, isterse postmodern denilsin, bu tür müdahelelerle toplumun hızlı bir şekilde kabuk değişimini baltalamak için ellerinden geleni yaptılar. Basın bu tür ortamlarda halktan yana tavır alamayıp zinde güçlerden yana tavır alması düşündürücü. Sadece tavır alsa bir noktada görmezlikten gelinebilir. Bilakis yangına kürekle gitme işlevini üstlenmiştir. Medya yönlendirilmek yerine yönlendirmeyi, yani toplumsal mühendisliği tercih ediyor. Kendi dünyalarında belirlemiş oldukları kalıplarla hareket eden toplum görmek istiyorlar. Toplumsal mühendislik uygulamalarında yeterince mesafe alamamaları onları zaman zaman sinirlendirerek hıncını alamayıp toplumu baskıyla, cinsellik ve dedikodu kazanıyla evcilleştirme yoluna gidiyorlar. Zaten okuma oranı düşük olan toplumuz, birde bunun üzerine içi boş yayınlarla insanımızın ruh dünyasını yıkmak ne kadar etik. Medyamız toplumun belirlediği, sempati duyduğu kişileri değil, kendisinin belirlediği birkaç isimlerle zihinleri karıştıracak proğramlar yapmakta yüksünmüyor. Evlerimizin yatak odalarına kadar bile destursuz girecek kadar ölçüyü kaçıran bir medya var karşımızda. Nezaman adam oluruz, galiba kendi özümüzde var olan dürüst, yalandandan uzak, merhametini yitirmemiş kodlarımıza döndüğümüzde galiba.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:29 pm

AH BUHARA, AH SEMERKAND, AH YESİ, AH HİVA SANA NE KADAR HASRETİZ!


ALPEREN GÜRBÜZER


Ah Buhara, Ah Semerkand, Ah Yesi, ah Hiva! Ah Taşkent! Ey sevgililer diyarı! Sana ne kadar hasretiz, bir bilseniz. Senin o nefesini, o güzel kokunu unutmak mümkün mü? İnsanlık yeniden çarpan gönülle seni arıyor, arayacakta, mecburuz sana. Sadece seni arayan insanlık mı? Medeniyetler de sana muhtaç. Her ne varsa senin ışığında mevcut. Seninle başladı her şey, narına nuruna kurban olduğumuz cananımız, her dilde senin adın var. Ey sevgi diyarı! Tacımızsın, gün be gün seni düşünürüz, canbildik candan öte. Hep seni yar bildik çünkü. Bu kütük de bize ait her şey var, senden gayrisine de yer yok zaten, aklanırsa ruhumuz ancak seninle hayat bulacak, bu sevdadan vazgeçmeyiz.
Senden bize kalan hatıralar olmasa, inan yaşamak işkence. Zira bir sır gibi girdin sinemize. İyiki de girdin iç dünyamıza, o halde al yüreğimizi yeniden yoğur, yeniden kendine bent et sil baştan. Naçiz bedenimiz sana armağan, senin yolunda gerekirse can vermeye her an hazırız, boynumuz kıldan ince kurbanız da sana. Can feda olsun yoluna, yeter ki ferman buyur. Bir işaretle biz seni bekliyoruz; Ey Semerkand! Ey Hiva! Ey Yesi! Ey Taşkent!
Gözlerimizi bağlasalar iki elimiz kanda olsa da biz seni yine buluruz, eğilmeden bükülmeden yürürüz aynı yolda izbe iz. Bu dileğimiz aynı zamanda aşk mektubudur, yeter ki içimizde kopan fırtınaya bir bak, elbette sen bizi anlamazsan başka kim anlar ki yar.
Muhammedi ışık önce Mekke de doğdu, o ışığın uzantısı olan Şah-ı Zinde (Peygamberimizin akrabası Kusam bin Abbas) Semerkand da manevi koruyucu olarak metfun hala. Seni nasıl aramam ki ey Şahı Zinde! Sen bizim her şeyimizsin, sevilmişlerin sevilmişi, seçilmişlerin seçilmişi, sılamızsın, sevdamızsın ve dilek taşımızsın. Peygamber kokusunu oraya taşıdın çünkü. Sayende Peygamber dilinde gökteki yıldızlar diye övülen Sahabeler, sahabe halkasının izleyicisi Tabiinler, İmam Maturidi, Pir-i Türkistan, Şahı Nakşibendî’nin ruhaniyeti çarpan gönüllerde oralarda atıyor hep.
Dahası var enlem hesapları yapabilecek bir meziyete sahip bir bilge insan özelliğine sahip Biruni, Tıp biliminde kendinden söz ettirecek kadar etkili olan İbni Sina, İranlı şair Rudeki, Gazne’de Şehnameyi yazan Firdevsi, ilk astronom ünlü rasathaneci Uluğ Bey, Ömer Hayyam, Doğuyu da batıyı da mest edecek fikirleriyle ünlü Farabi, modern cebir’in öncüsü Harezmî, Harizm’in gurur kaynağı Zemahşeri, Kadizade Rumi, Matematik ve astronomi alanında usta deha olan aynı zamanda Fatih Sultan Mehmet’in davetine icabet edip Maveraünnnehir’in İstanbul’a açılan kolu diyebileceğimiz Ali Kuşçu, Türkçe aşığı Ali Şir Nevai, Divani Lugati’t Türk eserinin Piri Kaşgarlı Mahmut, Yusuf Has Hacip, Hind’e İslami zenginlik katan Babürname eseri ile meşhur Babür, müzik dehası Abdülkadir Meraği ve daha niceleri bu toprakların bereket kandilleridir. Hepsinden en önemlisi Senin sayende İslam medeniyetinin hamuru olan Horasan Erenlerini tanıdık. Onların elinde yoğrulmuş buralar. Horasan Erenleri Buhara, Semerkand kilimini dokumakla kalmadılar, kıyamete kadar eksik olmayacak gönül sultanlarını da kilime nakşettiler. Şimdi o nakşettiğiniz büyük bir emanetin taşıyıcıları olarak Orta Asya’dan Anadolu’ya, oradan Balkanlara ve en nihayet dünyaya yelken açtınız. Dağlar, taşlar, bozkırlar, ırmaklar, okyanuslar, hâsılı cümle âlem sizinle hayat buldu, bulmaya da devam edeceğine inancımız tam. Doğu insanı ile batı insanını buluşturacak manevi soluk oldunuz, köprü oldunuz, aynı zamanda canlar cananında her dem oldunuz.
Batı ruhunun susuzluğunu giderecek kaynağın doğuda olduğunun farkında, ama o ışığın önünde engel olan sis perdelerini daha henüz kaldıramadılar. Şimdi onlara ait Buhara, Semerkand ve Taşkent kütüphanelerinin tozlu raflarında dizili ciltler dolusu eserlerini okuyacak bir yüreğe, ya da bu engin hazineleri sunacak bir ele ihtiyaç var. Bu meydan er meydanı, yeniden sen ortaya çıkınca meydanların sarsılacağı muhakkak, senin ne vahşetin ne de zulmün söz konusu, aşkın çilesi var sadece sende. Yeter ki seni candan çağıran yürekler an bu an çarpsın gerisi kolay, aydınlık günler bir gün elbet bizim olacak
Eb’ül Hasan Harkani, Ebu Ali Farmedi, Yusuf Hemadani, Abdülhalık Gucdüvani, Arifi Rivegari, Ali Ramiteni, Muhammed Babasemmasi, Seyyid Emir Kü’lal, Bahaeddin-i Buharı, Alaüddin-i Attar, Yakubi Çerhi, Ubeydullah-ı Ahrar, Muhammed Zahit, Derviş Muhammed gibi daha nice Hacegan Erenleri bu bereketli topraklarda saçtıkları ışıkla tüm insanlığa rehber olmaya devam ediyorlar edecekler de. Çünkü ışık doğudan doğar, nitekim tarih buna şahitlik ediyor habire.
Hâsılı hasretle bekliyoruz, zincirine bağlıyız, altın halkana pervaneyiz. Her daim kapına dayanmaya hazırız, ne olur bizi kabul et en derin sinene.
Bu bir gönül yolculuğudur. Bu yüzden Şair; Toprak basar kucağına, güneş çeker sıcağına, atar derdin ocağına demiş. Vesselam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:30 pm

Fİ’LEYLETİ’L-KADR
ALPEREN GÜRBÜZER

Rasulüllah(s.a.v) ashabına İsrailoğullarından dört kimseyi anlattı. Bunlar seksen sene ibadet etmişler ve Allah’a biran olsun asi gelmemişler. Öyle ki onları ardından Eyyub, Zekeriya, Hızkıyl, Yuşa b. Nuh Peygamberleri dahi anlatmışlardır. Rasulüllah da onları anlattıkça sahabe-i Kiramı hayrete düşürdü. Bunun ardından Cibril Emin geldi ve şöyle dedi:
—Ya Rasulüllah! Sen ve ashabın anlatılan sekiz kimsenin ibadetine hayret etmiş
durumdasınız. Oysa Allah ondan daha hayırlısını bildiren bir sure yolladı, bu sürenin adı fi’leyleti’l kadr’dır. Nitekim ayeti celile okunduktan sonra Rasulüllah(s.a.v) çok sevindi.
Yahya b. Nüceyh anlatıyor:
İsrail oğullarından biri silah kuşandı, tam bin ay Allah yolunda savaştı. Bu durumu Habibi
Kibriya ashabına anlattı, yine hayretle dinlediler. O kimsenin adı Abid Şem’un idi. Ashabı Kiram:
—Ya Rasulüllah! Demek ki geçmişte uzun ömürlü ümmetlerden bir adam Allah için bin ay (Seksen küsur sene) savaş yapabiliyormuş. Biz bütün ömrümüzü sebil etsek bu adamın sevabına erişemeyiz dediler.
Bunun üzerine Allah Rasulü gelen vahyi okudu:
Yüce Mevla’mız; Şüphesiz, Onu(Kur’anı) indirdik biz.. Kadir gecesinde.. Sana bildirecek var mı, Kadir gecesinin ne olduğunu? Kadir gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve ruh o gece Rablerinin izniyle her iş için dururlar. Selamdır, esenliktir. O gece, ta fecrin doğuşuna kadar(Kadr,1–5) mealindeki Kadir suresi nazil oldu.
Allahü Teala; İnna enzelnahü fi’leyleti’l kadr(Kur’anı kadir gecesinde indirdik) derken; Kur’anın levh-ü mahfuzdan yazıcı meleklere indirip Ümmet-i Muhammed döneminde parça parça yirmiüç senede Rasulüllah’a indirdiği manasınadır.
Ve ma edrake ma leyleti’l kadr (Kadir gecesinin nasıl olduğunu sana nasıl anlatmalı ki?) beyanıyla da Allah bu gecenin hayırlara vesile niteliğinde uğurlu bir gece olduğunu vurgulamak istiyor, yani hüküm gecesi olduğunu.
Leyletül kadr hayrün min elfi şehr (Kadir gecesi bin aydan hayırlıdır) beyanıyla kadir gecesinde yapılan bir amelin bin aylık amelden hayırlı olduğuna işaret ediliyor.
Tenezzelül meaiketü verruhu fiha (o gece melekler ve ruh iner) beyanıyla meleklerin gün batışından başlayıp tan yeri ağarıncaya kadar şereflendirdikleri belirtir.
Bi izni rabbihim minkülli emr (Rablerinin emri ile ve hertürlü hayırla) beyanıyla her türlü hayrı ve iyiliği getirirler manasınadır.
Selam-ile de melekler yeryüzündekilere selam verirler anlamınadır.
Rasulüllah(s.a.v); Allah beş gece ihsan eyledi, bunlar:
1-Mucize ve kudret gecesi,
2-Davet ve kabül gecesi,
3- Beraat gecesi,
4-Miraç gecesi,
5- Kadir gecesi diye buyurdular.
Allah(c.c) yine beş şey gizledi:
1-Rızasını taatlarda,
2- Gazabını masiyetlerde,
3- Orta namazı kılınan namazlarda,
4- Kadir gecesini.
Kadir gecesinin alametlerini ise âlimler özetle şöyle izah ederler;
—Kadir gecesi ne soğuk, ne de sıcaktır,
—Köpek uluması duyulmaz,
—Evliya-i kiramda hayret verici şeyler meydana gelir,
—Açık ve rahat gecedir.
Evet, bin aydan hayırlı bir gece. Kelimenin tam anlamıyla hakkında özel ayet inen tek ışık kandilimizdir kadir gecemiz.
Kutsal olarak addettiğimiz zatlar, mekânlar, hatta üç boyutu aşan Miraç ve zamanlar var. Ki, bunlar Allah tarafından bahşedilmiş bizatihi. Kur’anı Muciz’ül Beyan, Fahr-i Kâinat Efendimiz(s.a.v), Arafat, müzdelife, Hacer annemizin Safa ile Merve arasında say yaptığı Tepeler, Mescidi Aksa, Mescid-i Haram, Ravza-i Mutahara gibi mekânlar kutsallarımızdır. Herbiri hatıralarla yüklüdür. Kadir gecesiyle de kutsallarda olduğu gibi varlığımızı, kulluğumuzu hatırlarız. İşte Kadir gecesi, Cuma, Bayram, Haram aylar, duha ve namaz vakitleri gibi zamanlar bizatihi Yüce Mevlamızın zamanlardan ayrı tutulmuş bize bir ikramı. İkramdan da öte iç ferahlatıcı kurtuluşa vesile aydınlık kandilimiz. Hürmette kusur eylememek adına kutsiyete tapınma değil, bilakis kendimize gelmek için herbiri birer fırsat araçlarımız. Sevdiğimizi onun için istemek sünneti seniyyeden şaşmamak kaydıyla, Allah’a ulaştıran her araç mukaddestir, bu böyle biline. Vesselam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:30 pm

AH-İ EVRAN

ALPEREN GÜRBÜZER
Allah Rasulü nübüvet yönünün yanısıra, bir sosyal özelliği de ticaret insanıydı, Ticari Kervanın başına getirilen Peygamberimiz Hz. Hatice anamız’ın dikkatini çekmiş ve bu teveccüh evliliğe dönüşmüştü. Dolayısıyla İslamiyet’in doğuşunda ticaret hayatın önemli rol oynadığını söyliyebiliriz.
Kervan yolları, kervansaraylar deyip geçmeyelim medeniyetlerin oluşmasında ve fütuhatta fevkalede aksiyona sahiptirler. Aynı durum, yine ipek yolu üzerinden gelen bir medeniyet akışıyla Orta Asya bozkırlarından Anadoluya göç eden Türkler içinde geçerli. Her göç yeni bir başlangıç demekti. Bu yüzden göçmen kabilelerin gözü kulağı hep bu yollar üzerinde idi. Niye olmasın ki bu yolların kesiştiği noktalar büyük gelir kaynağı idi. Yolların ticari kervanlara kazandırdığı tecrübe ilerde ahilik’in doğmasına ilham olacaktır.
Batı medeniyetinde ahilik yoktur, lonca teşkilatları vardır. Batı medeniyeti ticari hayatını dini tavırdan soyutlamış, yani örgütlenmesini din dışında gerçekleştirmiştir.. Oysa bizde Ahi teşkilatı manevi iktisadi kurumsallaşmanın adıdır.
Onüçüncü yüzyıl Anadolusuna baktığımızda umut ve umutsuzluk iç içedir. Nitekim, Moğollarla Bizanslılar arasında kıyasıya mücadeleler umudu umutsuzluğa dönüştürmüş, gel-git (med-cezir) manzaraları sıkça görülür hal almıştır.. Bu durumda bir ruh hamlesi devreye girmeliydi, girdi de. Malumu olduğu üzere Horasan Erenlerin yetiştirdiği Mevlana, Yunus, Hacı Bektaş-i Veliler Anadolunun yeni kalp ustalarıdır. Ahiliğin kaynağı olan Aki’lik Orta Asya’dan getirilip İslamla harmanlaşarak tasavvufi mahiyete kavuşmuş, hatta musiki, sanatda tasavvufi ruhdan nasiplenmiş.
Ahiliğin kökeni Abbasi Halifesi Nasır lidinillah’ın (1180–1225) kurduğu futuvvet teşkilatına dayanır. Ahilik Horasan Erenlerinden aldığı ruhla giriştiği ticari ve ahlaki inşada başarıya ulaşır. Ahilik bir zenaat teşkilatın ötesinde bir terbiye ocağı, bir sivil meslek örgütlenmesi, aynı zamanda Erenler ocağıdır.
Halife Nasır Lidinillah önderliğinde müesseseleşen fütüvvet organizasyonu İslam dünyasına hızla yayılır.. Böylece İslam toplumunda feta, ya da fityan diye anılan organizasyonun, Irak, İran ve Horasan bölgesinden çıkması fütüvvetin sufilikle kolayca kaynaşmasına zemin hazırlamıştır.. Halife Nasır bu organizasyona girişirken Şahabeddin Es Suhreverdi’den faydalanmıştır. Fütüvvet kavramı VIII. yüzyıldan itibaren bir tasavvuf terimi olup, Fütüvvetin ilk teması Birinci Gıyaseddin Keyhüsrev zamanındadır.. Halifenin çalışmaları çerçevesinde Anadolu Selçuklu Hükümdarı, Hocası Mecdüddin Ishak’ı Bağdat’a elçi olarak görevlendirmiş, bir yandanda Muhyiddin Arabî, Evhaduddin-i Kirmani gibi büyük Evliyaları Anadolu’ya getirdi. Hatta Ahi Evran’ın Kirmani’in damadı olması Ahilikle fütüvvetin ya da tasavvufi bağlantısını ortaya koyar. Böylece Ahilikle özdeşleşen esnaf’a, mesai sonrası Tekke ve zaviyelerde şeyh mürid ilişkisiyle konumuna farklı boyut kazandırılıp, terim olarak Ahilik esnaf ve sanatkârlar birliğine dönüşür.
İran’ın Batı Azerbaycan kasabasında 1171(H.567) yılında dünyaya gelen Ah-i Evran’ın yetişmesinde Fahreddin Razi ve Hace Ahmed Yesevi’nin talebelerinin çok büyük katkıları sözkonusudur. O’nların bereketiyle yüksek makamlara ulaştı. Hatta O, Şahabeddin Es Sühreverdi gibi büyük bir âlimin sohbetlerinde de bulundu. Bir Hac yolculuğunda da Evhadüddin Hamid Kirmani (Kezmani) ile tanışıp vefatına kadar O’nun terbiyesi dairesinden hiç ayrılmadı. Bir gün Konya’da Sadreddin-i Konevi’nin babası Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine Muhyiddin Arabî ve Şeyh Evhadüddin ile birlikte Anadolu’ya gelir. Burada Şeyhi Kezmani’nin kızı olan Fatıma Bacı ile evlenir. Şeyhi ile birlikte Anadolu’yu karış karış gezerek, özellikle vaazlarını esnafa yönelik yaparak dünya ve ahiret işlerini tebliğ eder. Böylece üstün hizmetleriyle tasavvuf yolunda manevi mertebeler kat eder, öyle ki Şeyhinin vefatından sonra da irşad görevini daha da hızlandırıp, yaklaşan Moğol kasırgasına karşı halkın bilinçlenmesini sağlamayı da ihmal etmez. Bununla da yetinmeyip, esnafın gönlünü kazanarak şehir ve kasabalarda milis kuvvetleri oluşturdu. Kurduğu teşkilatlar sayesinde aç’a aş, açığ’a bez verme anlayışıyla halkın önce güvenini elde etti, ardından da Moğollara karşı kahramanca mücadele edebilecek halk milisleri doğdu. Nitekim ileriki günlerde gazi dervişler çok büyük mücadele örneği sergilediler.
Ahi Evran, ahiliğin Anadoludaki kurucusu. Kendisi dahi ustalığı ile ün salmış bir debbağ(derici) idi. Ahi Evran; esnaf sanatkârlarını cömertlik, ahlak, yardım severlik, misafirperverlik etrafında birleştirip bir sivil toplum örgütü haline getirmeyi başaracaktır. Bu yüzden, O otuz iki meslek örgütünün Pir’i olarak kabül görür.
Fütüvvet mensubu olmak, meslek için şart değildi, ama ahilikde ise önemli bir haslet. Ahiler gündüzleri esnaf, geceleri ise tabir caizse herbiri birer derviş, gerektiğinde de heran istilacılara karşı birer milis idiler.
Şeyhin siyasi gücünden korkan yöneticiler O’nu çeşitli şehirlere sürmüş, göz hapsinde tutmuşlar, derken bir bahaneyle gittikçe çoğalan nüfuzundan rahatsız olanlar ilgili yerlere şikayet ederler ve Ahi Evran, böylece beş yıl tutuklanarak hapiste yatar.. Bu sırada fırsatı ganimet bilen Moğollar Kayseri’yi kuşatma altına alırlar. Kuşatılan halkın bir kısmı şehit, bir kısma da esir düşerler, esirler arasında Ahi Evran’ın hanımı Fatıma Bacı’da vardır. Bütün bu olumsuzluklara rağmen Ahiler Moğollara karşı mücadeleden yılmadılar, zaman zaman gerilla türü savaş diyebileceğimiz taktikle karşı koyup savaştılar.
Ah-i Evran’ın beş yıl tutukluğunun ardından Denizli’ye gider ve ardından Sadreddin Konevi’nin isteği üzerine Konya’ya dönerek irşadla meşgul olur. Konya’da Şemsi Tebrizi’nin şehid edilmesi olayından sonra Kırşehir’e (Gülşehri) yerleşir. Yerleşir yerleşmez hızla çevresinde pek çok kimse toplanmaya başlar. Hatta herkesin korkarak kaçıştığı Evran isimli büyükçe bir yılanın kendisine itaat etmesini görenler Ahi şeyhine yılanın kardeşi anlamına gelen Evran, İslamiyete yaptıkları hizmetlerinden dolayıda Nasıruddin lakabı verildi, ama O Ahi Şeyhi, ya da Ahi Evran olarak anılır hep.
Moğollar, sevenlerin çığ gibi büyümesinden endişe duyup, Kırşehir Emir’ine baskı yaparak Ahi şeyhinin vücudunun ortadan kaldırılmasını isterler. Nihayet baskıların ardı sırası kesilmeyince, asıl adı Nasıruddin Mahmut olan Ahi Evran; Moğollara karşı başlattığı mücadele sonucu 1262 (H.660) yılında Kırşehir de şehid edilir.
Ahilik Anadoluda teşkilatlandı, ama Asyadaki hatıraları da unutulmadı. Anılar tazelenince ahilik insanı kardeş yapmış ve toplumsal aydınlatmayı gerçekleştirmiştir.
XIII. yüzyılda Ahi Evran’ın Hanımı Fatıma Bacı’nın yetiştirdiği bacılarda Bacıyan-ı Rum adılı örgütlenmeyle Söğüt cıvarında Kayı Boyundan gelen Ertuğrul Gazi’nin açtığı sancağın etrafında toplanan uçbeylerine dâhil olarak, Ahilerle birlikte ilerisi için ümit kaleleri oldular. Öyle ki zaman içerisinde Osman Gazi, Ahi Şeyhi Şeyh Edebali’nin kızı ile evleniyor ve bu evlilik sayesinde beyliğin ahilik ile sessizce kaynaşması gerçekleşiyor. Böylece ahiler; Ahi Şeyhi olan Şeyh Edebali ile Osman Gazi arasında oluşan akrabalık vasıtasıyla Osmanlı ile bağlarını daha da güçlendiriyorlardı. Hatta ahiler doğudan gelerek Osmanlılara katılan Türkmenleri de terbiye ederek Osmanlının gücünü artırıyorlardı. Hele hele Fatma Bacı’nın yetiştirdiği bacılarda Bacıyanı Rum teşkilat ağı ile tıpkı diğer Ahiyan-ı Rum ve Gaziyan-ı Rum örgütlenmesi gibi fonksiyonel nitelik kazandılar.
Ahi teşkilatına girebilmek için ilimle sanatla meşgul olmak gerektiği gibi, birtakım kaide ve kurullara da uymak zorunluluğu vardır. Yani alçak gönüllü, fakirleri seven, beylerin ve zenginlerin kapısına gitmememe gibi bir dizi kurallara riayet şarttır.
Bazı araştırmacılar Divani Lügatit Türk’de geçen ‘akı’ sözcüğünün, cömert, eli açık anlamına gelen ahiliğe dönüştüğünü ileri sürerler. Bir Ahi’nin üç şeyi açık olmalı; eli açık, sofrası açık ve kapısı açık (misafirperver) olmalı. Yine Bir Ahi’ni üç şeyi de kapalı olmalı; gözü kapalı, dili bağlı, beline sahip olan olmalı. Sanki Hünkâr Hacı Bektaş Veli’nin; eline, diline ve beline sahip ol düsturu esas alınmış…
Osmanlı kurulduğu dönemde göç olaylarından dolayı karmaşa içerisinde idi. Ahiler tüm bu keşmeşeye rağmen tasavvufi prensipler çerçevesinde faaliyetlerini sürdürüyorlardı. Fakat bütün bu faaliyetlerin umrandan uygarlığa dönüştürecek bir erk’e ihtiyaç duyuluyordu. Dönemin meşayihi, uleması, umerası ve onlara bağlı eli kabza tutmuş gazi alperenleri ve halkı, kartal yuvasından(selçuklu coğrafyasından) çıkarak, Söğüt burçlarında el ele, gönül gönüle verip ihtiyaç duyulan devletin Osmanlı olduğuna karar kılındı. Bundan dolayı Osmanlı’nın kuruluşunda birinci derecede rol tasavvuf erbabına aittir.
Osman Gazi etrafında Türkmen Babaları, Evliyalar daha ilk günden itibaren birbirlerine kenetlenerek gaza mahiyetini almış ve bir gaziler devleti kurulmuştur. Dolayısıyla Osmanlı, ulema ve meşayıhın görüşleri dışında adım atmamış, bu yüzden ilerde en üst düzeyde medeniyet hamlesi gerçekleştirecek güce kavuşacaktır.
Osmanlı’lar Ahi Evran’ın torunlarının hizmetlerine karşılık onların tarih sahnesinde mümtaz yerini alacak şekilde faaliyetlerinin devamını sağladı. Ahi teşkilatlarının toplumu aydınlatan ruh sayesinde, Fatih tebdili kıyafet eyleyüp esnafı denetlediğin de, esnaflardan biri; efendim ilk siftahı yaptım, diğer alışverişleride yan komşumdan yap demesi padişahı sevindirmiştir. Fatih Sultan Mehmed bu durum karşısında Allah’a şükreder, böyle halkım olduğu sürece devlet ilelebet payidar olacak der. Kelimenin tam anlamıyla Ahiler Osmanlı’nın Kuruluşunda maya oldular, zaman zaman Ahilere padişahların bir kısmı Pirlik de yapmışlar ve onların öncüsü durumuna geçmişlerdir. Ahilik böylece Osmanlıyı zirveye taşımıştır. Ahiler Osmanlının genişleme döneminde göçebe toplulukları şehirleştirerek onları yerleşik kılmıştır. Devlet gaza yapmak, bürokratik ve teknik işlerle uğraşmamıştır bu yüzden. Bu işler ahilere bırakılmıştır. Bayındırlık, sağlık, imar, yardımlaşma, şehir hizmetleri, iş güvenliği gibi faaliyetler Ahilerin kurduğu müesseselerle işletilmiştir. Yani Anadolu ile Osmanlı arasında köprü ahiler olmuştur. Osmanlı kuvvetlenip Anadolu’ya hâkim olduktan sonra Ahiler’in siyasi faaliyetlerine sonverince, esnaf loncaları şeklini alır.
Ahilik Usta çırak ilişkisine dayalı bir sistem olup, zanaat öğrenmek için ustaya teslim olmak şarttır. On yaşından küçük olanlar çıraklık ve kalfalık sürecinde geçerek mesleğin inceliklerini öğrendikten sonra peştamal kuşanarak ustalık diplomasına hak kazanırlardı. Esnaf birliklerin başında şeyh, halife veya onun tayin ettiği yardımcısı nakibler bulunuyordu.
Afrika’dan gelerek 14. yüzyıl ortalarında dolaşan İbn-i Batuta gittiği şehirlerde gördüğü ahiler ve zaviyelerden etkilenerek seyahatnamesinde: ’’Ahi; kardeş, Ahilikde kardeşlik demektir. Bunlar sanat sahibi kimseler olup dünyanın hiçbir yerinde benzerlerine rastlamak mümkün değildir’’ sözleriyle ahiliğin güçlü bir sivil toplum örgütü olduğunu vurgulamıştır. Ahilik ekolünde eşya bir nesne değil ruhidir, aynı zamanda, kar beklentisinden uzak anlayışla fakirler gözetilir, gerektiğinde yerleşim alanlarının güvenliği için seferber olunur bu ocakla. Mal ve kalite kontrolü, fiyat ayarlaması ahilik teşkilatı aracılığı ile yapılıyordu. Kaliteli ve ucuz mal imal etmekte aksi davranan esnaf kurumca cezalandırılıyordu. Halk arasında pabucu dama atılmak deyimi ahilik kayıtlarına bu şekilde geçmiştir. Meslek sahibi olmak ahiliğe girmenin olmazsa olmaz ön şartıdır.
Velhasıl, ahilik hala adından söz ettiren geleceğede ışık veren sivil bir organizasyondur.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:31 pm

ORUÇLA KAZANILAN RAHMET

ALPEREN GÜRBÜZER


Aç kalma korkusu insanoğlunun ortak duygusu. Bu ortak hisse rağmen bazen özel durumlarda bedenlerimizi gönüllü açlığa terk ederiz. Bu durum çelişki gibi görünse de asıl bizi ürperten kıtlık gibi olağan üstü durumlarda kalacağımız zorunlu açlıktır. Afrika’da açlıktan kırılan insanlar bunun en tipik örneği. Plevne de erzak yollarının kesilmesiyle zorunlu açlığa mahkûm kalan Osmanlı Ordusunun durumu da hakeza öyle.
Mecburi açlık hep ölümü hatırlatmıştır, gönüllü açlık ise bağlı bulunduğu inancın gereklerini yerine getirmek ya da yaşadığımız hayata renk katmak içindir.
Hemen hemen bütün kültürlerde gönüllü açlık vardır. Budistler Nırvana’ya ulaşmak için bedenlerini bir süreliğine, Hindular yılın belli günlerinde, Taoistlerde önem addettikleri bayramlarda, Antik Yunan ve Roma da ise kötü günlerde her türlü belayı izole etmek için vücutlarını gönüllü açlığa mahkûm ederler. İnançsızlar dediğimiz ateistler bile hümanizm adına ölüm orucu tuttukları artık bir sır değil.
Allah(c.c); “Ey İman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. Umulur ki korunursunuz.’’( Bakara- 183) beyan buyurmakta.
O halde gönüllü açlık ilahi kaynaklıdır. Aç susuz kalmak, bedeni dinlendirmekten ziyade kimi duyguları harekete geçirmek, kimi bağları çözerek metafizik tad almak ve her şeyden öte merhametini yitirmiş kalbimizi uyanık hale getirmektir.
Oruç insanlığımızı ve varoluş hikmetimize anlam yüklediği için kiymetlidir. Bedenlerimizle ilgili bilgileri en ince ayrıntılarını gerek fotoğraflarla, gerekse tıbbi cihazlarla öğrenebiliriz ama ruhi bağları ölçen alet daha henüz keşfedilmiş bugüne dek, keşif edilemez de. Görünmeyen hallere aracılık yapacak subjektif alet oruçtur. Ruhun bedenle ilişki kurmasını ancak oruç sağlar. Oruç manevi yolculuğa köprüdür bu yüzden.
Çamurdan yaratılan ten kafesimize anlam kazandıran oruçtur. İnsan oruç tutmakla acziyetini kavradığı gibi, kendi dışındaki insana öteki muamele yapmayı engelleyerek ‘hepimiz ben-i âdemiz’ şuurunu aşılar. Nerden geldiğimizi nereye gideceğimiz rotayı gösterir adeta. Ötelerin keşfini gösterecek en iyi rehberin gönüllü oruç olduğunu anlarız böylece.
İlk insan cennet vatanında yasaklı ağaca yaklaşmanın bedelini dünyaya indirilmekle ödedi. Yasaklanmış yemişin (buğday) yenmesi, dolayısıyla bozulmuş bir orucun kefaretini ödemek üzere dünyaya hapsolduk belkide. Oruç tekrar asli vatanımıza dönmenin fırsatıdır, öyleyse ‘sefer der vatan’ için Ramazan-ı Şerifi değerlendirelim ki ruhumuz terennüm eylesin.
Oruç daha çok doğu coğrafyasına ait bir kavram olsa gerektir. Tur-i Sina da Musa’nın kırkgün boyunca oruç tutması ile kelamullah şerefine kavuşabilmişti. İsrail oğulları Tur-i Sina dönüşünde kendilerini altın buzağına taptığını gören Musa’yı üzdüklerini düşünerek, o günü pişmanlık orucu olarak ihya ederler. Hakeza Hiristiyanlar Hz.İsa’nın perşembe günü çarmıha gerildiği ve cuma gününde defnedildiğine inandığı günleri oruçla geçirmeyi yeğlerler. Hiristiyanlar dünyaya günahlı olarak doğduğuna inandıkları için vaftiz edilmelerinin yanı sıra orucunda günahlarını paklayacağını algılarlar.
Hinduizim ve Budizm aslında bir din olarak lanse edilse de öğretidir. Riyazet, perhize oruca dayalı öğreti desek daha doğru olur sanırım. Buda dini ilk başlangıçta metafizik kaynaklı iken daha sonraki dönemlerde Yaratıcıyı da aradan çıkaran ölüm ötesi hayatı dışlayan bir din haline gelmiştir.
Mohandas Karamchand Gandhi, Hindu dinlerinden Caynizme intisaplı idi. Bu dinin gereği et yemek yasaktır. Gandhi, birkaç kez çocuk çağlarda bu yasağı arkadaşı uğruna çiğnemiş ve içten içe eziklik hissetmişti, fakat İngiltere’de öğrencilik yıllarında bu yasağa riayet ederek oruçlu yaşamış ve oruçlu ölmüştü.
Caynizm, her türlü canlıyı böceği bile incitmemeyi esas alan tamamen nefse birtakım karşı tatbikatlar uygulayan bir inanç. Bu yüzden Caynizm’e kendi kendine eziyet verme dini de denilir.
İslam’da oruç ne pişmanlık olgusu, ne günahlara kefaret, ne bedeni ölümsüzleştirmek, ne de yaşarken acı çektirmeyi sağlayan kalkan, bilakis oruç Kuran’ın beyan buyurduğu nefsin konrol altına alınması(islah) kadar, bir o kadar da toplumsal işlevleri de kapsayan bir ibadettir.
Oruç Muhammedileşmenin miladıdır. Ramazan’a rahmet ayı denmesinin ardındaki gerçek Kur’an’ın bu ayda inmesidir. Bu kutsal ayda vücudumuzun giriş kanallarını kapatarak Rabbimizle baş başa kalmanın adıdır oruç. Kelam-ı Kadimi özellikle bu ayda okuyarak Rabbimizle mülakat yaparız adeta. Sanki bir O konuşur bir de biz aciz kullar. Rabbul Âlemin bunu içindir ki Kelam-ı Kadimi lütfetmiş ve Rasulüllah’a Ramazanda Cebrail ile karşılıklı mukabeleye tabii tutmuş, Efendimiz (s.a.v)’de bu şuurla dinlerdi aheste aheste. Hatim evrenin döngüsüne ve ritmine renk katmaktır zaten.
Kameri takvimine göre her yıl Ramazan güneş yılına göre onbir gün kısadır, dolayısıyla yılın on iki ayı da kameri ay sayesinde Ramazan’ın rahmet bereketinden nasibini alır. Böylece hiçbir ay bu rahmetten yoksun kalmaz. Zira güneşi takvim sabitlenmeyi, kameri ay ise deverani temsil eder çünkü. Tüm insanat, hayvanat, cemadat(madde âlemi) ve tüm nebatat(bitki âlemi) bu deverandan istifade eder ve böylece Kuran’la süslenir tüm kâinat her dem her an.
Ramazan-ı Şerife aynı zamanda hatim ayıdır dersek yanlış olmaz. Allah Resulü;’’ Amellerin en hayırlısı Kur’an okumak ve hatmetmektir’’ buyuruyor. Bundan dolayı Saadat-ı Kiram hatimi Ramazanla sınırlamamış her güne yayarak Hatme-i Hacegan halkası kurmuş. Nasıl ki evrende tüm gezegenler kendi yörüngelerinde seyrederken bir an olsun akışından taviz vermiyorsa, Hatme-i Hacegan halkası da bütün kâinatta devam eden döngüye eşlik edip, bu senfoniye ortak olmuştur. Bu yol bu yüzden kıyamete kadar devam edecek inşaalah. Evrenin ritmine, zikrine uyum sağlamanın aynı zamanda ötelere seyr-ü sefer etmenin adıdır Hatme-i Hacegan.
Ramazan bu evrensel seyrin kalbi mesabesindedir. O kalp sayesinde yılda bir ayda olsa gönüller rahmet deryası ile sulanıyor. Farkında olmasak bile iftar ve sahur sofralarını ve gökten inen rahmeti besmele ile paylaşıyoruz hepberaber.
Ramazanı sadece fakir fukaraya yardım eli uzatmak olarak tanıtmak yanlış, bunun için yeterince gönüllü kuruluşlar, aşevleri, sosyal güvenlik kurumları seferber zaten. Zengin fakir ayırımı gözetmeksizin aynı sofrada buluşmanın, gönül tazelemektir aslolunan.
Ramazan poşetleri geçici şeyler, ama gönül alma kalıcıdır. Pekâlâ, gariban bir kişi de hatırı sayılı zengini sofraya çağırabilir, çağrılan zenginde garibanın davetine icabet etmekle itibarına gölge düşmeyeceği gibi, bilakis şereflenmiş olarak gönül kazanmış olacaktır. Maalesef iftar davetini, zekâtı ve kurbanı da zenginden fukaraya mal aktarımı olarak algılıyoruz, üstelik bu zihniyet yaklaşımı doğru bakış sanılıyor. Oysa iftar ve sahur sofraları bir gönül paylaşımı ve bir gönlün içine girmektir esasen.
Ramazan gelince ibadet, sonlanınca da yine eski halimize dönüşün nüksetmesi bu da apayrı içinden çıkamayacağımız başka bir mesele. Oysaki ibadet belli bir zamana, hatta belli bir mekânla sınırlı kalamaz. Her an, her nefes atışında huş-derdem(nefesi boş yere tüketmemek) olmaktır ibadet. Dinimiz belli bir zamana, belli mekâna, belli bir zaman dilimine sığacak kadar dar değil çünkü. Tüm zamanları, tüm mekânları kapsayacak sonsuz kaynağı arzu edenler her an, her nefeste Hu deyip Yaratıcı ile ünsiyet kurabilirler. İbadetlerimizi gerek üç aylar olsun, gerekse kutsal ay olarak bildiğimiz Ramazanla sınırlı tutarsak ibadeti kutsala hapsetme hastalığına dönüştürmüş oluruz.
Oruç bizlere anlatıldığı şekliyle fakirin halinden anlamak ya da açlığa sabırlık değildir, bilakis Allah’a kurbiyet (yakınlık) kurmanın aracıdır sadece, mükâfatı da Allah indinde gizlidir. Nitekim Yüce Rabbimiz Oruç benimdir, mükâfatını da ben veririm beyan buyurmuş. Dolayısıyla İslam’da oruç yiyene ceza yoktur, yani kulun cezalandıracağı bir suç değildir. Zira Allah’ın hakkı olması dolayısıyladır. İslam hukukunda sadece kul aşikâr olarak orucunu yerse toplum düzenini bozma türünden değerlendirilmeye tabi tutulur, bu kadar.
İbadet ne seccadeye, ne camii alanına, ne de belli bir ay’a bağlı. Taatle kul ötelerinde ötesine taşarak Allah’a yakınlıkduyar. Dinimiz sadece bir inanç sistemi değildir, bir yaşama biçimidir. Tuvaletten tutunda ev ve cami’ye giriş çıkışlarda nasıl adım atılacağını davranış biçimi olarak öğreten, sofraya nasıl oturalacağını, nasıl başlanılacağını ve nasıl sonlanacağı gibi bir dizi kaide kurallarla biz günahkâr kullarını hizaya sokar yüce dinimiz.
Görüldüğü gibi günlük yaşamımızda uğraşılarımız keyfimize göre değil, belli standartlarla önceden tesbit edilmiş manzumeler dizisi ile hayatımızı gül bahçesine dönüştürmeye yönelik adaplarla uyarılırız. Çünkü başıboş yaratılmadık, başıboş da davranamayız. Tıpkı tüm evrenin başıboş keyfince yörüngesinde seyretmediği gibi, bizlerde elbette ki yeryüzünde avare avare dolanamayız, böyle lüksümüz de olamaz zaten. Madem bütün mevcudat emir almış, emir yüklenmiş belli bir proğram dâhilinde görevini yapmak zorunda. O halde Eşrefi mahlûkat olan insan da yaşama biçimini ‘İnsanları ancak bana ibadet etsin diye yarattım’ fermanına göre tanzim etmekle mükellef. Allah’ın hâşâ bizim ibadetimize ihtiyacı yok ki, bizim ihtiyacımız olduğu için gönüllü oruç tutmalıyız. Hâsılı kelam orucu vesile edinip ilahi ente maksude ve rıdaike matlube( Allah’ım maksadım sen isteğim senin rızanı kazanmaktır.) çerçevesinde yaşamalı.
Kendi keyfine göre hayatlarını idame edenlerin akıbetleri malum. Madem ilim kendin bilmektir, o halde kendin bilmek şuuruyla bize emanet edilen ten kafesimizi vahyin soluğuna teslim ederek akibetimizin ebedül ebed cennete çevirebiliriz pekâlâ. Yeter ki niyet hayırlı olsun akıbet kolay, yani ahirimiz hayır olur. İnşallah.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:31 pm

Dil’in yaygınlığı hakkında farklı değerlendirmeler var. Nüfus oranın nazarı itibara alanlar Çince’nin en yaygın dil olduğunu ileri sürüyorlar. Değişik ülkelerde kullanılması ve konuşuluyor olması bakımdan ele alanlar ise İngilizcenin yaygınlığı konusunda hem fikirdirler. Aslında her iki farklı bakışın da doğru yönleri var, ama aynı dilin diğer ülkeler tarafından da kullanılmasını daha çok önemli buluyoruz.

Dil’in yerel çizgide büyüyüp, daha geniş alanlara sıçraması ona kullanılabilir açısından evrensel nitelik kazandırıyor. Coğrafi sınırlarını aşıp, ABD’den Kanada’ya, Britanya Adalarına, Afrika ülkelerine, Yeni Zelanda’ya ve Avustralya’ya kadar uzanan yelpaze de İngilizcenin konuşulur olması mühim bir hadise gözükse de, Türkçenin de İngilizceden az kullanıldığını kimse itiraz edemez. Çünkü Adriyatik’ten Çin Seddi’ne kadar seyahat eden bir kimse görecektir ki Türkçe dünya dillerinde en yaygın konuşulan dillerden biridir. Bunlara ilaveten yurt dışında çalışan Türk vatandaşlarını da işin içine katarsak Atlas okyanusundan Avustralya’ya kadar uzanan geniş bir alanda Türkçe konuşulduğu ortaya çıkar. O yüzden dilimize Avrasya nitelemesinde bulunmak yanlış olmaz.

Türkçe dünya coğrafyasına yayıldıkça saflığından uzaklaşarak farklı şivelere bürünmektedir. Bu durum sadece Türkçeye has olgu olmayıp, diğer diller içinde geçerlidir. Zaten dünyanın hiçbir yerinde saf dilden bahsedilemez. Kültür alışverişleri neticesinde ister istemez diller arasında iletişim kaçınılmazdır. Türk insanının hem milli, hem İslami, hem de Avrupa ile münasebetleri dilini çok boyutlu yapmıştır. Yerel kimliğimizin ötesinde, İslam ülkeleri ile olan ortak kültür coğrafyasında bulunmamız ve diğer yandan da Avrupa’ya açılmamız millet olarak bizi üçlü daire içinde bulunduruyor. Böylece ortaya üç sacayağı çıkıyor. Demek ki ülkelerle yakın münasebetler dilde saflığı götüren etkenler olup, karşılıklı etkilenmelerle diller arasında birbirlerine geçişler mümkün olabiliyor.

Farsçada ‘kuşe’ Türkçede köşe olmuştur. Bizim yoğurt kelimesi Avrupa lisanlarına geçerek ‘yogurt’ halini dönüşüyor veya bizim masamız Latinceye ‘mensa’ olarak geçebiliyor. Kelimeler alınır, verilir bu gayet normal, ama önemli olan kimliğimizi yitirmeden kültür alışverişinde bulunabilmektir. Üstelik dil aktarımlarında kelime olduğu gibi geçiş yapmıyor, ya Türkçeleşerek ya da karşı tarafa bizden o ülkenin lisanına uyarlı halde transfer olabiliyor. Dışardan veya içerden geçiş yapan kelimeler artık o ülkenin malı sayılıyor.

Dili saflaştırmaya kalkışmak havanda su dövmek gibi bir şey, bu konuda yersiz telaşa gerek yok. Dili saflaştırmaya yönelik girişimler hep fiyaskoyla sonuçlanmıştır çünkü. Dilin kendine özgü esnekliği bir o kadar da dışardan gelen müdahaleleri de kendiliğinden manipüle etme özelliği var. Dil kendi tabii kanunlar çerçevesinde seyreder hep, dışardan dayatmayı kabul etmezde üstelik.

Türkiye’de bir zamanlar dilde uydurmacılık akımının moda olduğu dönemlerde birtakım aklıevveller Türkçeyi Arap ve Fars kökenli kelimelerden arındırmak bahanesiyle dilimiz fakirleşmek noktasına getirmişlerdi. 12 Eylül öncesi uydurukça akımının had safhaya ulaşmasıyla kelime hazinelerimiz kısırlığa mahkûm edilerek kültür sahamızda ciddi manada gedik açmışlardı. Böylece kütüphanelerimizin o zengin hazineleri ile okuyucu kitle arasında derin uçurumlara yol açtılar. Konuşulan dili konuşulamaz hale getirenlerin vebali çok büyük bu konuda. Bu yüzden evladın dedesini hatta babasının konuştuğunu anlamadığı bir neslin doğmasına şahit olduk hep beraber. Dile gelişi güzel müdahale etmenin cinayet olduğunu fark etmiş olsak da, telafisi mümkün olmayan içi boş kamus koydular önümüze. Oysa kamus Cemil Meriç’in dediği gibi bir milletin namusudur, nitekim Fransız ihtilali ile her şeye müdahale edildi, fakat ihtilalcilerin tek dokunmadıkları Fransız kamusudur. Acı ama gerçek, içimiz sızlıyor bir o kadarda elem verici durumdayız. Zira Mehmet Akif’i ve Atatürk’ün Nutkunu anlamayacak nesil var karşımızda. Üstelik Nutkun üzerinden daha bir asır geçmediği halde...

Sovyetlerin dağılmasıyla birlikte Türk Cumhuriyetleri doğdu. Bu kardeş topluluklar arasında ve hatta Türkiye ile dil yönünden daha henüz tam birliktelik sağlayamadık. Neyse ki Türk Cumhuriyetlerinden Türkiye’ye gelen öğrenciler Türkçe eğitim görerek hem dillerini pekiştiriyorlar hem de lisans ve lisansüstü öğrenimlerini gerçekleştiriyorlar. Alacakları bu eğitim sayesinde veya zaman içerisinde dilde fikirde birliğin bir rüya olmayıp, gerçek olabileceğine ümit varız. İsmail Gaspralı’nın dilde fikirde işte birlik olarak tanımladığı olay gerçekleşebilir her an. Yeter ki kararlılığımız devam etsin gerisi kolay. Millettaşlarımızla münasebetimizi sadece ekonomik yönden değil, her türlü entegrasyon öğelerine işlerlik kazandırarak bunu başarabiliriz. Kesintisiz Türkçenin konuşulduğu coğrafyalar oluşturmak istiyorsak bir yerden başlamak gerekir
Nasıl ki Horasan Erenleri Anadolu’ya gelerek Balkanlara kadar uzanan büyük tasavvuf kültürünü aşıladıysalar, bugün de Rusya’nın çökmesiyle orta çıkan bağımsız Türk Devletleri ile birlikte anayurt-ata yurt konsensüsünü gerçekleştirerek, kıtalararası konuşulan Türk dili meydana getirebiliriz pekâlâ. Çünkü zengin ve derinliği tartışılmaz bir kültürün devamıyız. Dilimizin varlık içinde yokluk çekmesi önemini kavrayamamış olmamızdan kaynaklanıyor. Yeni Horasan ruhunu devreye sokarak hem kültürümüzü, hem de birbirimizi anlayacak ortak birikimimizi oralara götürebiliriz pekâlâ. Sivil toplum kuruluşların Orta Asya da gerçekleştirdikleri okullaşma faaliyetlerine yönelik çalışmaları ileride bu muştuyu veriyor zaten. Oralarda açılan okullar Türkiye’nin itibarını artırdığı gibi ülkemize de vizyon kazandırıyor da.

Türklerin mayasında bir arada yaşama duygusu olduğu gibi, diğer kültürlerle de her zaman iletişime kapalı olmamışlardır. Tarihten gelen yapımızın dayanışmacı ruha sahip olması ve hoşgörüyü taşıyıcılık özelliğimizin yanı sıra iyi ve güzel olanın sınır ötelerine pazarlanmasını sağlıyor da. İşte bu kültür pazarında dilin önemini daha da kıymetlendiriyor diyebiliriz. Hâsılı; ‘Dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasında hikmetler var’ ilahi buyruğu dil’in önemini ortaya koymuyor mu?
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:31 pm

ORUÇ HEM İBADET HEM SAĞLIK

ALPEREN GÜRBÜZER


Oruç büyük bir nimettir. Orucu bir mümin ibadet şuuruyla icra eder. Allahü Teala “ Ey inananlar! Oruç sizden öncekilere farz kılındığı gibi Allah’a karşı gelmekten sakınanız diye size sayılı günlerde farz kılındı... Oruç tutmanız eğer bilirseniz sizin için hayırlıdır’’ (Bakara suresi ayet183–184) buyurarak orucun bundan önceki ümmetlerde olduğu gibi son ümmete de farz kılındığını aynı zamanda ibadetin yanısıra bizim için sayısız faydaları olduğunu işaret ediyor.
Dünyada bilimsel çalışmalar ilerledikçe Orucun insan vücudunda çok büyük yararlar sağladığı ortaya çıkıyor. İnsanoğlu bütün yıl çalışıp da dinlenmek için yılın bir ayını nasil ki tatil yaparak güç tazeliyorsa, organlarımızda oruç denen olayla adeta bayram yapmaktadırlar. Hele hele karaciğer ömür boyu sindirim sebebi ile salgı salarak diğer görevlerini aksatma gibi bir dizi problemler yaşayabiliyor. Malumunuz karaciğer vücudun kimya fabrikasıdır, alınan besinlerden vücudumuz için binbir ilaçlar üreterek vücutda denge ayarı sağlamaya çalışarak vücut için gerekli globülinleri hazırlar. Oruçla karaciğer besin depolama işinde rahatladığı gibi oruç süresince istirahat fırsatı yakalayarak güç tazelerde.
Oruç sadece kalbe ya da karaciğere mi faydalı? Elbette ki hayır, mide içinde bulunmaz bir fırsat. Bir değirmen misali bitap düşen midemiz oruç sayesinde mide kasları ve salgı hücreleri dinlenir. İnsan aç kalınca mide de asit birikim olduğu halde oruca niyet etmesiyle asit birikimi durur. Çünkü niyet olayı beyin mekanizmasını harekete geçirerek hormonal olarak uyarıcı etki yapar. Oruçla sinir sistemimiz üzerindeki stresler boşalır. Hipofiz, throid, pankreas gibi salgı bezleri geçicide olsa rahat bir nefes alırlar. Bu yüzden Rasululah(s.a.v); Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür.. Buyurmuşlardır.
Oruç bağırsaklarda hem salgı hemde hareket eden kaslar istirahata kavuşur.
Kanda ki kan hacmi azalarak kalbimizi hafifletir. Kanda gıdalar en az değere düşünce kemik iliği uyarılır. Yani küçük tansiyonumuz oruç sayesinde düşer ve kalpte rahatlar. Hele anemi olanlar oruç tuttuklarında daha kolay kan üretirler. Hatta zayıfların kilo aldığını şişmanların ise kilo verdiği gözlemlenmiştir. Aynı zamanda oruç damarlarımızdaki yağların yakılmasını hızlandırarak kollesterol ve trigliseride olumlu etkiler yaparak damar sertliğini önlemeye karşı koruyucu rol oynar.
Velhasıl, Ramazan ayı vücudumuz için büyük bir tatil ve bayramıdır
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:32 pm

PİR-İ TÜRKİSTAN AHMED YESEVİ VE ALPERENLERİ

ALPEREN GÜRBÜZER


Alperen düşüncesinin ilk Fatihi Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’¬dir. İslâmiyet öncesi Türk’ün alp’ine erenlik özelliği kazandıran ve Türk’ü İslâmiyetle kaynaştıran hamur onun eseri. O yeni bir renk kazandırmış alp’ın ruhuna ve ruh ikliminde fırtınalar estirmiştir.
Hoca Ahmet Yesevi, Yunus’un da Hz. Mevlâna’nın da Hacı Bektaş Veli’nin de Ahi Evran’ında Piri’dir. Bakın Ahmet Yesevi hakkında Yahya Kemal, Fuad Köprülü’ye bakın neler söylüyor; ‘’Şu Ah¬met Yesevi kim? Bir araştırın, göreceksiniz, bizim milliyetimizin temellerini asıl onda bulacaksınız’’
Hoca Ahmet Yesevi, büyük bir Türk-İslâm mutasavvıfı ve Türkler arasında İslâmiyet’in yaygınlaşmasında emeği olan yüce bir şahsiyettir. Anadolu’nun, Rumeli’nin ve Kuzey Türklüğünün İslâmi uyanışında dergâhında yetiştirdiği alperenlerin ve ta¬kipçilerinin büyük hizmeti olmuştur. Bu büyük manevi sultan¬ların insan sevgisine dayalı din anlayışına dün olduğu gibi bugün de insanlığın ih¬tiyacı vardır. Bu düşünceyi yaymak insanlığa hizmet ola¬caktır elbette. İnsan tasavvufa adım atmakla hayat yolculuğunda karamsarlıktan kurtulabilir pekala. O halde batı ve doğu insanına Mevlana misali tasavvuf kapılarını ardına kadar açmalıyız.
Büyük bir Alperen Başbuğudur Pir-i Türkistan, yani evliya olup Yusuf Hemadani Hz.lerinin halifesi, ondan nisbet almış, feyiz almış ve sonunda kendini bulmuş. İlim de zaten kendini bulmak demek, kendini bulan Rabbini bulur çünkü. Dolayısıyla kendini bulan Yusuf Hemadani ile Ahmed Yesevi, Hacegân halkasında dizilmiş gönül sultanlarının dahil olduğu silsilenin iki altın ismi olmuşlar.. Hoca Ahmed şeyhinden aldığı nisbetle bu yol’un düsturlarını Orta Asya ve Türk illerine yayarak kol¬başı görevini yapmıştır. Allah Rasulünün başlattığı Işık önce Mekke’de doğmuş ve bu ışık Rabbani âlimlerin elinde Asya’ya sıçrayarak, ordanda Anadolu ve Balkanlara derken tüm dünyayı aydınlatmaya devam ediyor. Türk’e alpe¬ren adını veren Piri Türkistan bütün dünyayı manevi susuzluktan kur¬taracak öğretilerini ardından bırakarak kelebek misali ötelere uçtu, ama o hala gönüllerde yaşıyor.
Biz Pir-i Türkistan Ahmed Yesevi’yi kütüphanemizin tozlu raflarından çıkarıp daha yeni anlamaya çalışıyoruz. Maalesef O’nu ve alperenlerini geç tanıdık. Batı bizden öğrenmiş sevgiyi, şiiri, edebiyatı, ama biz tanımamışız kendi klasiklerimizi. Mevlâna, Yunus ve Yesevi bizim coğrafyamızdan daha çok batı da yan¬kılanıyor. Avrupa bizim klasiklerimizi vecdle, aşkla, şevkle okuyor. Hatta batı’yı yeni fetihlere kanatlandıran bir zamanlar kendilerinin unutmuş olduğu metinler olup, aynı zamanda bizden aktardıkları anlaşılan klasik eserlerdir. Eğer batı dünyası Yunan kla¬sikleri için bizim tercümelerimize başvurmasalardı, Rönesansını gerçekleştiremiyeceklerdi. Her neyse batı artık doğudan ipek ve baharat değil şiir, iman, sevgi ve felsefe iste¬mektedir adeta.
Batı biliyor ki edebiyat sarayına doğu kapısından girilir; aşk, şiir, sevgi ruha ait her ne ararsan doğuda. Belki de Said-i Nursi ‘’Osmanlı Avrupa’ya gebe, Avrupa Osman¬lı’ya gebe’’ derken bunu kast etmiştir. Doğu düşüncesinin en büyük zaferi değişmeyeni kavrayabilmesi. Batı’da teknik ne ise, doğu da aşk da odur. Buhara, Taşkent, Semerkant ve Asya’yı bir miskinler dervişler tekkesi sananlar büyük yanılgı içerisindeler. Eğer o merkezlerde alperenler, gazidervişler elini kolunu bağlayıp hayeller âleminde yaşasalardı, o büyük Türk-İslâm me¬deniyeti nasıl doğacak, ya da nasıl gelişecek nasıl ayakta durabilecekti?
Prof.Dr Osman Turan Türk Cihan Hâkimiyeti ve Mefkûresi adlı eserinde; ‘’...Türkler’in kâmları (Korkut Atası-Irkıl Hocası) yerine İslâm Şeyhleri ve evliyası geçerken, sessiz ve kaynaşma oluyor. Türklerin alp’i, Alperen şekli ile kudsiyet kazanıyor ve İslâm, Türk’ün gazileri ile birleşiyordu. Türklerin İslâmlaşması bu sûretle sayısız din ve tarikat adımlarının emeği ile kuvvetlenmiş¬tir’’ diyor.
Hakeza meseleyi Cemil Meriç Dündar Taşerin yazdıklarına atıfta bulunarak; “Tarihte tek mucize vardır: Osmanlı mucizesi; Türk kanıyla İslâm dininin kaynaşmasından doğan bir mucize” diyor ve burada alp ile erenliğin kaynaşmasından doğan mucizeye işaret ediyor. Satırlar ilerledikçe Dündar Taşer bu mucizenin nasıl gerçekleştığini şu tarihi perspektif anlayışıyla izah ediyor. Bakın ne diyor Taşer; ‘’Osmanlı Beyliği 1299’da Söğüt’de kurulduğu zaman 400 atlıya sahip bir uç beyliği iken, 1326 Bursa fethinde Orhan Bey 38000 atlıyı ku¬manda ediyordu. Bu kısa zamanda ki asker artışı nereden ge¬liyordu? Fethedilen topraklardan toplanamazdı. Bu artışın sırrı: Millî şuur, Horasan’dan İzmit’e kadar heryerdeki Türk’ü Ertuğrul oğlunun açtığı mukaddes sancağı altına çekiyordu. Moğol ordu¬larının önünden kaçarak Anadolu’ya sığınan tarikat ve tasavvuf erbabı Horasan Erenleri, devrişler, alpler, burada yepyeni bir ümit kalesi vücuda getiriyorlar... İşte bu elim vaziyette büyük mürşitlerin zuhuru başlıyor. Bunlar mağlubiyetlerin bir fitne, bir imtihan olduğunu, İslâm’ın yeniden muzaffer olacağını, onun kılıcı ve bayraktarı olacağını telkin etmeye başlıyor. Şeyhler, müftüler, müderrisler, eli kılıç kabzasına yapışan yiğitler... Söğüt Beyliği’ne sevkediliyor. Türk’ün nabzı Osmanlı Beyliğin’de at¬maya başlıyor. Bu küçük devletin fizilitesi büyük, müsamahası büyük, ideali büyük, bazılarının sandığı gibi talan ve istismar koşusu değil bu koşu. Musamaha, huzur ve adalet tesisi için göze alınan bir cihad“ ifadeleri konumuzun ruhunu yansıtır. Biraz da alperenlikten bahsedelim. Neymiş alperenlik? Nereden çıktı bu alperenlik? Demeyelim. İncelendiğinde kültürü¬müzün özünde Horasan erenlerinin ürettiği alperenlik düşüncesi yatar. Alperenlikte buram, buram aşk tüter. Bu kültürün başkahramanı Hoca Ahmat Yesevi ve onun yetiştirdiği talebeleri yani gazidervişlerdir. Alperenlik soylu bir ağaçtır, bu ağacın halkalarının herbirinde Horasan Erenleri dizilerek geleceği selamlar adeta. Her dalında binbir meyve türü bütün cazibesi ile önümüze serilir. Alperenlik, sevgilinin bakışlarındaki pırıltı, gönül¬lerdeki heyecan demek... Pir-i Türkistan’ın yetiştirdiği talebelerde iki nişân var: Biri alp, diğeri ise erenlik... Alp’e alplik katan kahramanlık olgusu, teknik ve mesleki branşlar, erenliğe ise maneviyet yani iç âlem gibi değerler renk katar.
Modern dünya belli bir insan tipi doğuruyor sürekli. Bir yüzü ile ruhsuzluk, bir yüzü ile sömürgecilik. Karmaşık bir dünyada yaşıyoruz. içinde bulunduğumuz karmaşık yapıyı çözecek Horasan erenlerinin soluğuna ihtiyaç var. Çağımızın yeni alperenleri, geleceğin diriliş nesli, ilahi aşkla dirilir, Allah aşkı varoluş sebebimiz zaten. Yüreğinde aşk ve sevgi taşımayan insanlar, yeni bir dünya kuramazlar. Kimse sevgiden söz etmiyor. Herkes bir kin kışkırıcısı rolü üstlenmiş sanki. Bu kini yıkacak tek güç sevgi olsa gerek. Horasan Erenlerinin göğsünden fışkıran sevgi er-geç birgün dirilişimiz olacaktır elbet.
Horasan Erenlerinin sırrına erenler, ‘’çok’’luktan ‘’birli’’ ğe yükselmiş, dertlerden kurtulmuş ve huzuru yakalamak arzusuyla dopdolulardır. Önce iç âleme nizam sonra dünyaya nizam; Alperenlik duygusuyla hem beden nizama kavuşur hem dünya. İlayi Kelimetullah önce kalbde diri¬lir, sonra âlem-i emirle bağlantılı letâiflerde kıpırdar ve daha sonra vücuda yayılarak iç denge gerçekleşir böylece. Kelimenin tam an¬lamıyla fethedilecek tek ülke var; önce kendi ruh dünyamız. Bakışlarımızı iç dünyamıza çevirip, vehimlerden soyunmalı ki iç ve dış âleme nizam veren Allah sevgisi bir rüya değil, hakikat olabilsin.
Alperen tip hem dünyevi, hem uhrevi yönü olan ya da hayatla barışık bir insan demektir. Başka bir deyişle Alp’lik; cesaret, secaat, karar, kuvvet ve tekniktir. Eren’lik ilim, fikir, hikmet, adalet, barış, terbiye, samimiyet ve mane¬viyat demek. Alperenlik ise bu ikiliğin, yani Alp’liğin ve Erenliğin terkibidir. İkisi biraraya gelince vahdet gerçekleşir. Osmanlı’nın zafer sırrını vahdet’te aramalı, işte bu vahdetle üç kıtada hükümdar olmuşuz. O ocak¬tan üç kıtaya uzanan Alperenler insanlığa bu ruhla nefes aldırdılar.
İşte bilgi çağının en üst seviyesine sıçratacak ruh, Horasan Erenlerin saçtığı gül kokusunda mevcut. Yeter ki o gül’e talip olalım gerisi kolay.
Kısaca alperenlik güzel bir duygu, anlatılmaz yaşanır....
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:33 pm

İSLÂM VE CUMHURİYET
MEŞVERET, ŞÜRA VE İSTİŞARE

ALPEREN GÜRBÜZER

Dört halifenin seçimle işbaşına gelmesi, İslâmiyet’in Cum¬huriyet’le bir meselesi olmadığını gösterir. Peygamberimiz (s.a.v.), ‘’Benden sonra hilafet otuz senedir. Ondan sonrası mülkdür (saltanattır)’’ beyan buyurduğu hadisi şerif gerçeği ortaya koyar. Resûlüllah (s.a.v.) kendisinden sonra toplumu kimin yö¬neteceği veya yeni yöneticinin nasıl belirleneceği konusunda bir hüküm vaaz etmemiştir. Dolayısıyla Sünni ulema, Allah elçisinin yönetimle ilgili bir vasiyetinin olmadığında müttefiktirler. Allah Rasulü bu dünyadan göç edince, ister istemez müslümanların yeni yöneticisinin kim olacağı meselesi gündeme gelmiştir. Gerçekten de Peygamberimizin (s.a.v.) yerine vekil bırak¬maması düşündürücüdür. Bazı aydınlar Rasûlüllah’ın yerine vekil bırakmamasını halktan başka gerçek temsilcinin olmadığı an¬lamını çıkarmıştır. İmam-ı Azam Ebu Hanife bu hususta: ‘’Hilâfet, o makama geçmeden önce hür bir seçimle bir baş tayin etmek¬tir.” diye görüş beyan etmiştir. Nitekim İslâm toplumun da seçim yolu ashabın icmaı (toplu kararı) ile mües¬seseleşmiştir. Çünkü toplumu yönetenlerin nasıl belirleneceği konu¬sunda Kur’an-ı Kerim’de bağlayıcı bir hüküm yoktur. Gerçi Kur’an-ı Kerim de Mü’minlerin ‘’Şûra’’ ile işlerini görmeleri emredilmiş olmakla beraber, yöneticilerin nasıl belirleneceği konusu ile ilgili açık beyanın olmamasından dolayı idareci seçiminin örfe, yani top¬lumlara bırakıldığı yorumu yapılmaktadır. İmam-ı Azam, buna istinaden İmametin seçimle olabile¬ceğini söylemiştir. Allahü Teâlâ (c.c.) Kur’an-ı Kerim’de: ‘’Ki, bunların işleri, daima aralarında müşaveredir’’ (Eş Şurâ 37)beyan buyurmaktadır. Görüldüğü gibi, âyeti kerimede geçen ‘’Şura’’ esas alın¬makla beraber idare edenlerin nasıl belirleneceğini gösteren bir kural açıklığa kavuşturulmamıştır. Asrı Saadet’i takiben yarım asırlık dönemde uygulanan tatbikatlara baktığımız za¬man, dinimizin cumhuri bir karakter içerdiği gözlerden kaçmıyor. Bugünkü anlamda çoğulcu anlayışın, dört halife devrinde yaşandığını söyleyebiliriz pekâlâ. Üstelik cumhuriyet kavramı; İslâm’ın özünde var olan meşveret, şûra ve istişare gibi unsurlarla bezenerek ‘’biat’’ müessesesiyle sağlamlaştırılmıştır. Nasıl mı? Sakife de (Çatılı avlu) Hz. Ebubekir’e biat edilmiş ve kendisine ‘’elini uzat’’ denildiğinde, o da elini uzat¬tığında ilk defa Hz. Ömer ‘’biat’’ etmiş, Onu müteakiben, Mu¬hacir ve Ensar derken ertesi gün de bütün halk iştirak ederek biat tamamlanmıştır. Hz. Ebubekir Sıddık (R.A), ashabın icmaı ile seçilmesinin akabinde şöyle dedi: ‘’Ben Allah Rasûlünün yolunda bulunduğum müddetçe bana itaat et¬meniz gerekmektedir. Aksi halde gerekmez. Biz bu şerefli ma¬kamda kaldığımız müddetçe mazlumlar haklarını alıncaya kadar güçlü, zalimlerde onların haklarını ödeyinceye kadar güçsüz ola¬caklardır...’’
Rasûlüllah (s.a.v.) ‘’Hepiniz çobansınız ve hepiniz eliniz al¬tında bulunanlardan sorumlusunuz’’ buyurmuştur. Hadisi Şerifin idare edenlere büyük mükellefiyetler yüklemesi önem¬li bir husustur. Öyle ki Hz. Ömer ağır yaralı olarak ölüm döşeğinde bulunurken arkadaşları; ‘’Senden sonra oğlunu halife olarak seçmek istiyoruz. Ne dersiniz?’’ sorusuna cevaben:
‘’-Hayır istemem. Bizzat Allah’ın elçisinden dinledim. En adil devlet adamı dahi hesabını verinceye kadar ilahi huzura ke¬lepçeli çıkacaktır. Huzura kelepçeli olarak benim çıkmam yeter’’ beyanıyla devlet adamlığının çok büyük sorumluluk gerektirdiğine işaret etmiştir. Yine Rasûlüllah (S.A.V.)’ın; ‘’Emanetin lâyık olanlara verilmediğini gördüğünüz za¬man kıyameti bekleyin’’ hadis-i şerifi de idari mekanizmanın öne¬mini ortaya koymaktadır. Hakeza ‘’Ümmetimin ittifakında (düşünce işbirliğinde) kuvvet, ih¬tilafında (farklı rey ve içtihadında) rahmet vardır’’ hadis-i şerifi ile yine Peygamberimiz (s.a.v.)’in buyurduğu: ‘’Halkın sevdiğini Hakk’da sever’’ beyan-ı şerifleri İslâm’ın cumhuri karakterini fazlasıyla ortaya koyar. Corci Zeydan da; ‘’Hilafetin babadan oğula geçişi Mua¬viyeyle başlamıştır.’’der. Elbette ki Osmanlı da idari mekanizma saltanattı, ama Osmanlı demokratik zihniyete sahipti. Bizim iklimimizde ister halkın oyu ile gelsin veya gelmesin idarecilerimizin hiçbiri tahakküme (baskı) dayalı bir sistem kurmamışlardır. Bu gerçeklerden hareketle Osmanlı, ‘’İşte bu makamda, nusret ve hâkimiyet, hak olan Allah’ındır.’’ (Eh kehf 44) ayetini temel düstur edin¬miştir. Osmanlılar da saltanat, bir baskı unsuru değil, umum-i efkâra (kamuoyuna) tabi bir mekanizmaydı. Daha doğrusu salta¬nat, amaç olmamıştır araç olmuştur hep. Şu halde idarenin başına gelenler ister seçimle gelsin, ister hanedan yoluyla gelsin veya başka türlü yollarla gelsinler, Allah ve Rasûlünün hakikatlerine tabii olmakla mükelleftirler. Aslolan hakikate ‘’abd’’ olmaktır. Bunun dışındaki her şey vasıtadır. Zaten İslâm da Allah’tan gayri her şey ma¬siva olarak değerlendirilir. Dolayısıyla Hıristiyanlarla Müslümanlar arasındaki belirgin fark; Hırıstiyanlar masivaya ulûhiyet isnat etmeleri yani ilahlaştırmaları, Müslümanlar ise masivayı vasıta kılmalarıdır. Yani, gaye ile vasıta arasındaki fark gibi.
Ebu Cehil, Hz.Peygambere (s.a.v.) şöyle der:
‘’- Senin mescidine gelmek istiyorum. Fakat orada içti¬mai ve mevkice düşük olanlarla birlikte bulunmamak için bana hu¬susi bir yer ayır’’ deyince,
Allah Rasûlü (s.a.v.):
‘’- Orada bana da hususi (özel) bir yer yok’’ karşılığını vere¬rek İslâm’ın cumhuri karakterini ortaya koymuştur. Cumhuriyet hakikatiyle Allah’ın emridir. Kur’an-ı Kerim; ‘’Müşavere ediniz İşlerinizde’’ buyurmakta çünkü.
Yine Peygamberimiz (S.A.V.); ‘’Biliniz ki Allah Rasûlü meşveret ihtiyacından münezzeh¬tir. Ne ihtiyacı var Rasûlün müşavereye? Lakin ümmetime sün¬net ve rahmet için verildi...’’ buyurarak cumhuriyetin hakiki manasını ortaya koymuştur.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:34 pm

¬ İSLÂMİYET’İN CUMHURİYET ANLAYIŞI

Hz. Ömer (r.a.) arkadaşlarına:
‘’- Ben eğilirsem (doğru yoldan saparsam) ne yaparsınız?’’ diye sorunca, aralarında bulunan bir bedevi sahabe:
‘’- Seni kılıcımızda düzeltiriz Ya Ömer!’’ cevabını vererek gerçek halk iradesinin ruhunu yansıtmışlardır. Cumhuriyet, demokrasi gibi kavramların gerçek anlamda, bütün hakikatiyle İslâmiyet’tedir. Nasıl bir toplum istiyorsunuz? Sorusuna verilecek cevap herhalde “Hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, hemen ölecekmiş gibi ahiret için çalış” prensibi olsa gerektir. Hâsılı hem manevi alan hem de dünyevi alan iki kanaldan idare ediliyor. Evet! Kur’an hem bir ibadet kitabı hem de bir Anayasa hükmünde, muhatabı bütün insanlık. Hatta Demokrasi üstü Evrensel hakikatlar olup kıyamete kadar var olacak hükümleri kapsar. Dünyevi işlerimizin devlet başkanı aslında Peygamberin devlet reisi olarak sahip bulun¬duğu fonksiyona ‘’halef’’ durumundadır. Gerçi ilk dört halifeden sonra¬kiler imamet sayılsa da sonuçta herbiri idareci idiler. Peygamberimizin yerine vekil bırakmaması, hakeza Hz. Ali (K.V.)’in ölürken, Hz. Hasan’a biat edelim mi sorusuna, ‘’Size bunu ne tavsiye ederim, ne de yapmayın’’ şeklinde cevap vermesi, halifenin seçimle işbaşına gelmesi gerektiğine işarettir. Yukarda bahsettiğmiz gibi Resûlüllah (S.A.V.)’ın devlet fonksiyonuna halef olanların mezhebimizin büyük imamı Ebu Hanife, ‘’hilâfetin hür bir seçimle olması’’ gerektiğini söylemiştir. Anlaşılan şu ki; Allah Resulüne devlet reisi olarak halef olanlar, seçimle iş başına gelmesi daha uygundur. Çünkü İslâm’da devlet başkanı, halkın vekili ve elçisi durumundadır. O, millet iradesi ile Allah’ın (c.c.) hâkimiyetini tesis için memur edilmiştir. Dolayısıyla İslâm’da bu ma¬kam ‘’siyaset-i amme’’ makamı olarak telakki edilir. Bu makama halis olan zata ise ‘Veliyyül Emr” veya “Emirül Mü’min’in” diye isimlendirilir. Ul’ul Emr İslâm’a hizmet ettiği müddetçe şeref kazanır. Efendi olmak ‘’hadim’’ olmaktan geçer. Halife olarak sırtında un çuvalı ile fakirlerin hizmetine koşan Hz. Ömer (r.a.), ‘’hadimiyet’’in zir¬vesine çıkmıştır bu yüzden. Hakim devlet değil hadim devlet anlayışının Hz. Ömer (r.a.)’ın idari hayatında olduğu gibi buna benzer daha birçok örnekleri İslam tarihinde görmek mümkün.. İslâm’da şeref ya da üstünlük, hizmeti ölçüsünde takva ile derecelendirilir. Öyle ki, bu konuda Resûlüllah (s.a.v.)’ın; ‘’Adil bir sultanın, bir günlük adaleti, altmış senelik devamlı ibadetten üstündür.” hadisi şerifi ile yine ‘’Emirlerin en iyisi sizi seven ve sizin kendisini sevdiğinizdir’’ hadisi şerifleri meşhurdur. Said-i Nursi, küçük kardeşi Mehmed’in getirdiği yemekler¬den yalnız ekmeği kendisine ayırarak karıncalara veriyor. Bu durumu merak edip soruyorlar:
‘’- Niçin böyle yapıyorsun?’’ diye.
Şöyle cevap veriyor:
‘’- Karıncalar da içtimaî hayat (sosyal hayat), işbirliği ve bölümü tam bir cumhuriyet nizamı içindedir. Bu taraflarını sev¬diğim için böyle yapıyorum’’ der.
Yine Bediüzzaman Said-i Nursi Hazretleri ileriki dönemle¬rinde, yani ikinci 35 yıllık olgunluk devresinde Eskişehir’de muha¬keme edilirken:
‘’- Cumhuriyet hakkında ne düşünüyorsunuz?’’ sualine cevaben:
‘’- Dört büyük halifeden her biri hem halife hem de Cum¬huriyet reisiydi. Onlar adalet ve gerçek hürriyet bakımından ha¬kiki cumhuriyeti temsil ederlerdi. Bu ölçü benim ne nisbette cumhuriyetçi olup olmadığımı gösterir” der ve yukarıda bahsedilen karınca örneğini mahkemede bir kez daha dile getirir böylece.
Necip Fazıl; Son Devrin Din Mazlumları adlı eserinde Bediüzzaman’ı anlatırken; ‘’Eski Said devrinde, bir an için de olsa ittihatçıların sahte hürriyetini şeriata hizmet, Abdülhamid’in disip¬linini de zulüm ve istibdat zannetmek gibi bir hataya düşmüştür. Fakat olgunluk devresinde bu tezatlar (çelişik) görülmez... Bes¬bellidir ki, Said-i Nursi’de ki ittihatçı temayülü Meşrutiyet ilanıyla, Bediüzzaman’ın gözünden ittihatçı maskesini düşürmeye kâfi gelmişti. Ve hakikate yaklaşıyor: “Meşrutiyeti herkesten ziyade şeriat namına alkışladım. Lakin yine korktum ki, başka bir istibdat tekrar o zannı tasdik eder diye...’’ şeklinde değerlendirmelerde bulunur. Yani Necip Fazıl, Said-i Nursi’nin meşrutiyet (zira İslâmiyet istişareyi emreder) fikirlerini anlamak için eski Said ve yeni Said dönemini incelemek gerektiğini vurgular. Zaten Bediüzzaman muhtelif Risale-i Nur eserlerinde kendi hayatını iki kısım olarak ayırmıştır: Eski Said ve yeni Said diye.
Said-i Nursi, şeriat adına meşrutiyeti desteklemiştir. Bunu yaparken de meşrutiyetin açıkladığı prensiplerin İslâmiyet’te de var ol¬duğunu açıklamıştır. Meşrutiyetteki hükümler şeriatla çatışma¬dığı müddetçe kabul edilebileceğini söylemiştir. Hatta İslâm’ın özünde meşveret, şura gibi değerler ‘’biat’’ müessesesiyle kurala bağlanmıştır bile.
Demek ki; Said-i Nursi, bugünkü anlamda çoğulcu demokratik an¬layışın sahabe devrinde, özellikle dört halife devrinde yaşandığını belirtmiş ve bunu delil olarak göstermiştir.
Yine Bediüzzaman, Selanik’teki hutbesinde, hürriyetin İslâm’ın gereği olduğunu irad etmişlerdir. Ayasofya da yaptığı nutkunda ise, meşrutiyetin ‘’meşruiyet’’ şeklinde telakki edilmesini söylemiştir. Yani meşrutiyetin İslâm’ın meşruiyetine uyumlu olduğunu belirtir. Said-i Nursi’nin meşrutiyet anlayışı bugünkü manada demokrasidir. Önemli olan meşrutiyetten ne anladığımızdır. Eğer meşrutiyet kanun hâkimiyetini getiriyorsa, halkın temsili söz konusuysa itiraz edilecek durum yoktur. Demek ki herşey meşrutiyetin kabulü ve içeriğine bağlı. Hakiki şeriatın yaşanması için meşrutiyetin (parlamenter rejimin) olması gerekir. İslam da meşvereti emreder. Kanun üstünlüğü olmadan adaletten söz etmek imkânsızdır. Kur’an’ın önem verdiği hükümlerden biri de adalet. Madem aklın iki unsuru hürriyet ve adalet¬, o halde gereğini yapmalı. Bakın batı hürriyete dört elle sarıldı, sonunda gelişmenin merkezi oldu. Şu halde hürriyetsizlik gelişmenin önünde en büyük engeldir denilebilir. Hür¬riyet akıl melekesinin çalışmasında ve fikir üretiminde en büyük etken, dolayısıyla asla vaz¬geçilemeyecek biricik değer olarak kabül edilip özgürlüklerden taviz verilmemeli. İncelendiğinde tembelliğin, miskinliğin, basiret¬sizliğin ve zihni reformsuzluğun temelinde tam hürriyetsizliğin yattığı görülecektir. Hukuk ile adalet içiçe, ikiz kardeş gibidirler, madem öyle adalet tez verilmeli. Hukuk karşısında anne, çocuk, baba, herkes eşit muamele görür. Hukukun dışın¬daki eşitlik eşyanın tabiatına aykırıdır. Azaların farklı olması, mut¬lak eşitliğin olmadığının delilidir zaten. Mutlak eşitliğin bir ailede dahi uygulanması imkân dışıdır. Dedik ya, eşitlik ancak hukuk da söz konusudur. Hukukun en önemli unsuru ise adalettir.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:35 pm

TEKNOLOJİ VE İSLAM

ALPEREN GÜRBÜZER

Tekniğin kelime olarak kaynağı Latince’ye dayanır. Teknik kavramı da diğer kavramlar gibi, farklı manalara gelen tarifleri vardır. Asıl bilmemiz gereken husus tekniğin Allah’ın (c.c) Sani sıfatına karşılık geldiğidir. Sani, yaratan ve sanat eseri meydana getiren demektir.
Batılı aydınlar her türlü kavrama yüklediği manayı tekniğe de yüklemişler. Spengler; “ Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir.” tarzında dile getirirken, Toynbee, “Tabiat insana ramiden hile” şeklinde izah etmiş. Hakeza Hindistan’ın Gandhi’si ise, Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir demiştir.
Demek ki, teknik deyince sadece modern hayatın kullandığı araçlar akla gelmemeli, ihtiyaç halinde kullanılan her şeyde teknoloji kapsamına giriyor. Kur’an-Muciz’ül Beyan dikkatle incelendiğinde bir takım kavimler zikredilir ve bu kavimlerin malik olduğu tekniklerden de bahsedilir. Allah’ın bahşettiği nimetlere nankörlük yapan kavimlerin bin bir türlü belalara duçar oldukları ve helake uğradıklarını Kuran’dan öğreniyoruz. Ad ve Semud kavmin başına gelenler bu durumu teyit ediyor zaten.
Hz. Nuh(a.s.)’in gemi yapması hem kurtuluşun simgesi hem de teknolojinin. Yine Hz. Süleyman’ın (a.s.) Belkıs’ın tahtını Sebe’den getirtmesi olayının izahatları geçmiş kavimlerin teknoloji ile içi içe olduğunu gösterir. Teknoloji yeni değil, her devir için geçerlidir. Farkı biçim değiştirmiş olmasıdır, şimdilerde adı modern teknolojidir sadece.
Fatih’in İstanbul’u fethetmek için kullandığı topların bizatihi kendisinin balistik muayenesini yaptığını düşünürsek, teknolojiye açık bir millet olduğumuzu anlarız. Tabii bu örnekler yükseliş dönemimize ait. Öyle devirlerimiz de var ki, minareyi bidat sayarak teknolojiyi adeta horlamışız ve ardından da düşüş kaçınılmaz olmuş. Kınalı zade Ali Efendi Resulüllah’ın (S.A.V.) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadisi şerifini ticarete fesat gireceği endişesiyle Müslümanların ticaretten uzak kalmasını telkin etmiş ve bu sayede ekonominin azınlığın eline geçmesine vesile olmuştur. Kazasker Kınalı Zade Ali Efendi Kanuni devrinde kısa sürede olsa Şeyhülislamlık yapan zattır.
Dün uzağında kaldığımız ticarete, bugün hızla koşun diyebiliyoruz. Geçte olsa ekonominin gücünü fark edebildik. Özal’ın Türkiye’ye getirdiği en büyük reform, ufkumuzu ekonomiye ve teknolojiye çevirme hadisesidir. Artık Orta Asya’da okul açma, İstanbul’da finans kurma gibi teşebbüsleri görüyor, ihracatımız rekorlar kırıyor da. İşte bütün bu atılımları sevindirici gelişmeler olarak telakki ediyoruz. Ankara’ya mahkûm kalmakla teknolojik hamle yapılamayacağını yeni yeni anlamaya başladık sanki.
Sırf Müslümanlığı ibadet planında ele alıp, teknolojiye gözlerimizi kapamak artık çok gerilerde kaldı. Minareyi yapan ruh ile fabrika bacasını tüttüren ruh birleştiğinde gerçek manada teknolojik hamleye kavuşacağımız muhakkak. Okulla camiyi birleştiren anlayışlar çoğaldıkça bu konuda ümit var kalacağımıza eminiz.
Neden geri kaldık? Sorusu her zaman zihinlerde yankılanır. Kimimiz Osmanlı’nın Viyana’dan geri çekilişine bağlar, kimi tüm kabahati Medrese’ye yükler, kimi de değerlerimizden taviz vermemizi neden gösterir. Bütün bu cevaplardan çıkacak sonuç; belki de doğruya bulmamıza bir nebze yardımcı olacaktır. Fakat Viyana’dan çekilmeyi kahramansızlık addedip Plevnedeki mücadeleyi kahramanlaştıran halet-i ruhiyemiz var. Oysa Viyana‘da ki ile Plevne’de ki kahraman aynı ruha sahip, sonuç itibariyle yenilen yine biziz. Anlaşılan mesele o kadar basit değil. Hakeza Balkanlarda mağdur olan da biziz. Demek ki; tarihi süreci incelerken, vakaya sadece kahramanlık boyutundan bakarsak objektif tarih anlayışını elde edemeyiz. Düşüşler ve yükselişlerin perde arkasındaki ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri boyutların da farkına varmalıyız. Tarih herkesin istediği türden gelişme kaydetmiyor çünkü.
Japonya örneğinden almamız gereken birçok dersler olsa gerektir. Bakın, Japonya başındaki imparatoru dışlamadı ve saygıyla tazimde bulunuyor hala. Milli kültürlerine dört elle sarıldıkları gibi içerisinde elli bir adet şekilden oluşan hiyeroglif alfabesini de bir kenara atmadılar, bilakis sahiplendiler Bunlardan da öte, muhafazakâr ve modern ikilemi oluşturmadılar. İdeolojik modernleşme tartışmalarından uzak kalarak teknolojilerini geliştirmek çabası içerisine girdiler. Madem Avrupa teknolojide hamle yapıyor, ben de yapmalıyım dediler, sonunda Uzak doğunun bu insanları süper devletlerle boy ölçüşebilmenin mutluluğuna eriştiler. Üstelik Avrupa’yla siyasi problem yaşamadan bütün hızıyla teknolojik üretimi gerçekleştiriyorlar da. Bizdeki manzara ise pek iç açıcı değil, ideolojik alışkanlıkların ortaya koyduğu olumsuz şartlar, birçok düşünen beynin kavgalara kurban verildiğini müşahede ediyoruz. Artık ideolojik kavgalara son verip, uzlaşma noktaları yakalayarak ortak iş yapmanın yollarını aramalıyız. Hatta herkesten öğrenilecek iyi bir şeyin olduğunu kabullenip, teknolojiye yönelebiliriz. Militarizm duygusu insanları teknolojiye hor bakmaya götürüyor çünkü.
Batının teknolojik ilerlemeleri karşısında paniğe düşenler, onun teknolojik metotlarını kullanma yerine, sadece kullandığı kavramları moda olarak almayı meziyet sandı. Her nedense içi boş kavramlar rehber diye takdim edildi. Hâlbuki teknolojik hamleyi ortaya koyan kavramlar değil, onlara yüklenen mana ve fiiller önemlidir. Elbette ki eşya da var olan mana kadar fiiller de önemlidir, buna itirazımız olamaz. Fakat eşyaya halife olarak tayin edilen insanın bir takım içi boş kavramlara kurban verilmesi ve modern bunalımlar karşısında çaresizliğe itilmesi bizi son derece derinden yaralamaktadır.
Batı, ortaçağda önce ilimi engizisyona boğdurmuş, sonra derlenip toparlanıp Rönesans’la birlikte bilim şuuruna erişebilmiş, ama bu seferde bilime yüklediği aşırı misyonla mana bütünlüğünü bozmuştur. Oysa bilim beş duyunun algı alanında ancak işlevseldir. Rönesans’tan sonra objektif kriterler bilimin konusu olurken, nedense sübjektif değerler göz ardı edilmiş. Teknolojik hamleler gerçekleşirken ruhun gıdası olan manevi ilimlere duyarsızlık batı insanını maalesef mekanikleştirmiştir. Batı bilimi tarif ederken “beş duyunun dairesine giren maddi ilişkileri parçadan bütüne, bütünden parçaya ya da analitik ve deneysel gibi metotlarla sistematik olarak incelenmesi” tarzında ele alır. Bu metodun bize göre eksik yanı, bir yandan insan-tabiat ilişkileri göz önüne alınırken, diğer yandan insanın insan ile olan münasebetleri dışlanmak istenmesidir. Böylece batı hareket noktasını tabiat ve madde ilan ediliyor, insan ise bu arada unutuluyor. Unutulsa yine iyi, bu arada tüm insanlık güme gidiyor da. Oysa bizim kültürümüzde insan hareket noktasıdır. İnsana küçük âlem diyen âlimlerimiz olduğu gibi, büyük âlem diyen âlimler de var. Dolayısıyla faziletten, şefkatten, adaletten mahrum teknoloji anlayışlarını doğru bulmuyoruz. Teknolojinin fizik yönünü görüp de, metafizik boyutunu görememek batının açmazı ve handikabıdır bu yüzden. Atomların ve elektronların hareketlerini seyrederken, Mevlana’nın raksını tasavvur etmemek mümkün mü? Bilimin ortaya koyduğu objektif boyutların tevhidi yönünü görmemek hangi akılla izah edilebilir ki?
Eğer bilimin metafizik boyutunu idrak edemezsek teknolojinin ve makinenin kölesi oluruz, bu durumda biz makineye değil makine bize yön verir. O halde psikolojik bunalıma düşmemek için sübjektif kriterlere de kulak vermeliyiz. Yani insan tabiat ilişkilerine göz atarken, Allah ile olan uyumuna da bakmalı. İla’yı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem’in gerçekleşmesi İslam’ın öngördüğü ilmi geliştirmeye bağlı. Bilginin İslami kaynaklarla beslenmesi ve aşkla donanması lazım... Bir başka ifadeyle bilginin İslami kaynaklarla beslenmesi veya aşkla donanmasıyla tabiatın tevhidi okuyuşunu da fark edeceğiz. Eşyanın maddi dilini anlamaya çalışan ilim adamlarımız, böylece gerçek bilim adamı kimliğine kavuşacaklardır. Tabiatın temel esprisi ilahi ilme, hikmete ve ilahi iradeye dayanmaktadır çünkü. Böyle bir bakış açısı insanı hem teknolojiye hem de tevhide kavuşturur. Ne tevhitten yoksun teknoloji, ne de ilimden yoksun iman anlayışı... Her ikisinin bir araya geldiği nokta olan; ilahi kudret, ilahi irade, ilahi hikmet ve ilahi adalet kabulümüzdür. Çünkü kâinatta gerek makro âlem, gerek mikro âlem, gerekse fizik ötesi âlem Allahın (c.c.) idaresi, kudreti ve ilmi dışında başıboş değiller. Her kıpırdanış, ilahi kudretin iradesiyle cereyan ediyor zaten.
Bilime bakış tarzımız İslami perspektife dayanmalı, modern teknolojik keşiflerin metafizik yorumunu yaparak batının düştüğü kısır döngüye düşmeden pekâlâ farkımızı ortaya koyabiliriz. Batı teknolojik nimetlerden faydalandığı gibi, bir o kadar da zararını görmektedir. Maneviyattan yoksunluk teknolojiye esir kılmaktadır batı insanını. Bunun sebebi, batının bilimi sekülerleştirmesi ve Hıristiyanlığın bir bilgi olmadığını işleyip, sadece günah çıkarma dini telakki etmesidir.
İnsanlık akıl ile kalbi birleştirdiğinde önce Allah’ı bilecek ve ardından da tabiat ilişkilerini metafizik anlamını idrak edecektir. İman bunalımına düşmemek için bunu yapmaya mecburuz. Bir elde teknoloji, bir elde Kur’an yarınlarımızın teminatı olacaktır. Vesselam.


En son Eyüp Coşkun tarafından Paz Ocak 25, 2009 9:46 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:36 pm

YÖNETİCİ SINIFI
İslâm’da adalet iki kısımdır.
1. Sünnetullah (Tabii ve zaruri adalet.)
2. İhtiyari adalet (İslâm hukuku, kanun ve uygulamalar.) İslâm’da hukuk ise:
1. Allah’ın hukuku
2. Kulun hukuku diye iki kısım da değerlendirilir. Hukuk, adalet, hürriyet ve eşitlik gibi insani ilkeler gerçek meşruiyetin veya gerçek demokrasilerin vazgeçemeyeceği kaidelerdir. Mühim olan bu güzel kavramların sloganik laflardan uzak kalıp, içerik ve muhteviyat yönünden zengin değerlerle süslenmesidir. Meşrutiyetin ismi, cismi, şemali önemli değil, demek ki önemli olan anlam yüklü olmasıdır. Yani cismi özüne, özüde cismine uyum içinde paralel seyretmesidir. Said-i Nursi’nin, kendi yaşadığı dönem itibariyle dilinden sarf ettiği meşrutiyet ifadesinin içeriğinde hukuk, adalet, istişare ve hürriyet gibi kavramlar çok zengin değerlerle yüklüdür. Bediüzzaman meşrutiyeti bugünkü cumhuriyet ve demokrasi anlamında kullanmıştır. O günkü konjonktürel şartlarda ittihatçılar meşru¬tiyet taraftarı görülseler de aslında savundukları sloganların içeriğinden yoksun idiler. Yani dile getirdikleri kavramların içi boş, aynı zamanda sloganikti. Onlar için meşrutiyet; bir kılıf, bir kavram, bir süs idi sadece. İşte Bediüzzaman meşrutiyet derken istişare, meşveret, hukuk, adalet, hürriyet gibi çok geniş değer¬lerin İslâm’la bağdaşabileceğini düşünüyordu. Bu yönden gerçekten Said-i Nursi engin bir deha, yüklü bir zekâ, insanı hayran bırakan bir remz. Her meselede okuyucuyu cezbeden, bağlayan ve doyurucu güçlü kesb-i ilim ve vehbi ilim sahibi zat diyebiliriz. O aynı zamanda meşrutiyeti, İslâmiyet adına destekleyen dehadır.
Demokrasi; adalet devletini, hukuk devleti olmayı gerçekleştirebiliyorsa bir anlam ifade eder. İslâmiyet’te adalet önünde boynum kıldan incedir anlayışının yanısıra velayet-i amme ve ulu’lemre itaat da vardır. Nitekim Osmanlı’da Şeyhülİslâmlık ma¬kamı bugünkü Anayasa Mahkemesi gibi, hatta ondanda üstün yetkilerle donatılmıştır. İslâmiyet’te adalet, velayeti amme ve ulu’l¬ emr gibi unsurlarla desteklenmesine rağmen, bazı çevreler Müslü¬manların hala demokratik olamayacağı zannına kapılıyorlar. Üstelik Müslü¬manların tutumunu ve tarih içindeki rolü göz ardı edilerek bu kanıya varıyorlar. Oysa Said-i Nursi gibi âlimler yıllardır İslâm’ın şûraya ve istişareye dayanan bir din olduğunu söylüyorlardı. Maalesef önyargılı çevreler böyle engin zatların düşüncelerinden ha¬berleri yoktur, Nasıl olsun ki, tek bildikleri ellerine tutuşturulmuş hazır reçeteleri ezberlemek ve tekraralamaktan ibaret. Onlar ezberleye dursunlar, İnsanlığın özlediği demokrasiyi Müslümanlar kura¬caktır elbette. Çünkü Allah vaad etmiş nurunu tamamlayacağım diye. İnanıyoruz ki toplum üzerindeki sis perdeleri kalktığında sivil top¬lum ağırlığını daha da ortaya koyacak, akabinde nurlu şafakların doğacağından ümitvarız. Kendi öz ülkesinde parya durumuna düşürülen geniş mazlum kitlelerin üzerindeki psikolojik baskılar tam manasıyla silindiğinde sivil demokratik etkili güç olacaklarına dair inancımız tam. Demokratikleşmenin önünde en büyük engel halkımız değil aslında halkla barışık olmayan İslâm’ı sosyal hayattan kovmak isteyenlerdir. Ah Osmanlı ah! Nerde o adalet güneşi? Gelde o adaleti ile ünlü Devleti Aliyyeyi arama. Çok özledik o kutlu çınarın altında özgürce yaşamayı. Sağır sultanın bile bildiği Osmanlı da hoşgörülü yönetim anlayışı zirvedeydi. Nitekim adaletin gereği olarak idari kademelerde baskı unsuru olmadıkları gibi kâfir müslüman ayırmadan vicdanları aydınlatan adalet sergiliyorlardı, insanlığa insanlık nasıldır, ders veriyorlardı adeta. Bizim medeniyetimiz, ölürken bile zımmilerin haklarına dikkat edilmesini vasiyet eden Hz. Ömer (R.A)’i ölçü alıp şiar edindikleri için üç kıtada ilay’ı kelimetullah adına nizam-ı âleme koştular.
İslâm’da ul’ulemr aynızamanda Allah ve Rasûlüne itaat eden yönetici demektir. Rasûlüllah (S.A.V.); ‘’Allah’a itaat etmeyene itaat edilmez’’ buyuruyor. Ul’ul-emr, Allah’ın aletidir çünkü. Ul’ul-emrin ne fıkhi ne de emr kuvveti vardır. Emr Kur’an’a ait, fıkıh ise bütün Müslümanları kapsar. Dolayısıyla Allah’ın hükmü (emri) bir aracı tarafından yürütülür. Aslına bakılırsa kâinatın idare edilme diye bir problemi yoktur. Çünkü evrende mükemmel bir işleyiş ve proğramlanmış nizam vardır. Böylece bu kurulmuş nizam Allah’ın kanunu ile yörüngesinde seyrederek idare edilmekte kendi kendine. Amma ve lakin insan için olay faklı, ruhuna hem nur hem de nar kodlanmış. İster nura talip olur isterse nara. Şairin; ‘Oluklar çift; birinden kir diğerinden nur’ akıyor dediği ikili yol ayırımında insan kendini başıboş hissedip duyarsız kalamaz. Ki; Kur’an-ı Ke¬rim’de Allah (C.C.): ‘’İnsan kendini başıboş bırakılacak mı zanneder’’ (Kıyamet süresi 36) buyuruyor zaten.
Tabiata boyun bükmek istemeyen insan, kendi kendisini idare etmesine ‘’demokrasi’’ dedi. Rasulullah (s.a.v.), ‘’Ne iseniz başınızdaki idare O’dur’’ beyanıyla Ul’ulemr’in halkla et tırnak misali irtibatının varlığını ortaya koymuş gibi.
Ülke yönetiminde ve idari mekanizma da devamlı olan hukukun üstünlüğü ilkesi esastır. Ancak bu güzel il¬kelerin rengi, biçimi ve mahiyeti ortaya konulmalıdır. İdarecinin adı, şekli ve kalıbı önemli değil; asıl olan temsil ettiği görevi hakkıyla ifa edip etmediğidir. Yani idarecinin hu¬kuk kurallarına tabi olması esasdır. Bundan dolayı sünni gelenekte yargı ve icra birbirinden ayrılmıştır. Bizde ki Şeyhülİslâmlık makamının icra ve yasama yetkisi yoktur, sadece uygunluk ve araştırma görevi vardır. Bu yüzden çıkarılan kanunnamelerle ortaya muhteşem bir hukuk külliyatı ortaya çıkmıştır. Bir başka konu da sünni siyaset doktrininde müftünün konumudur. Bizde din adamları asla ruhbanlık müessesi gibi rol oynamayıp, sadece hukuk adamı görevi ifa ettikleri inkâr edilemez. Devlet başkanı ise siya¬set adamıdır. Sünni siyaset de ulemaya rey ve ictihad için başvurulunur, bunun ötesinde onlara misyon yüklenmez. Onun için Sünni rejimler ulemaya değil hane¬dana, askere (asabiyete) dayandı sürekli. Şiâ akımı (İran’da) mollalara bel bağladı bugüne kadar. Üstelik Şiâ’da mollalar hem din adamı hem de devlet yöneticisidirler. Şiâ doktri¬ni Molla¬ların masumluğuna (günahdan arı) ve yanılmazlığı fikri anlayışıyla Sünni siyaset ekolünden ayrılır. Çünkü Şiâ’da imamlar seçimle işbaşına gelmezler. Onlar kendi meşruiyet¬lerini 12 imama dayandırdıklarından dolayı kendilerine toz kondurmazlar, hatta eleştirilmelerine de müsaade etmezler. Şiâ akımının neferleri bir kere kafaya takmışlar imamların masumiyetine ve günah işlemediklerine, böyle inanmışlar, fikirlerinden döndürülemezler de, inadım inattırlar. Sünni siyasetiyle taban tabana zıt olan bu görüş adeta imamların ka¬rizmatikliği üzerine kuruludur. Kısaca, Şiâ da imamlar, hukuk adamı olmaktan ziyade ‘’iman’’ edilmesi gereken tapınak şövalyelerine dönüştürülmüştür. Sünni siyaset doktrininde; imamet ‘’iman’’ olarak telakki edil¬meyip, imamet makamındaki insan Allah’ın ahkâmına uyduğu müddetçe ‘’itaat’’ edilmesi gereken ul’ulemr olarak görülür. Rasûlüllah (s.a.v.), ‘’Başınızda burnu halkalı zencide olsa itaat ediniz’’ buyurmaktadır çünkü. Bu yüzden İslâm’da imametin çok önemli yeri vardır.
İmamete geçen insan istişare yaparak önemli kararlara imza atar. İstişarenin şartı zaten müsteşarların fikrine riayet etmektir. İs¬lâm’da ulema, müsteşarlık görevi yaptığı gibi aynı zamanda irşâd ve tebliğ edicidirler de. Şiâ da imam kavramına aşırı olağan üstü vasıflar yüklenmesi ve bu kavram etrafında estirilen atmosfer sebebiyle ortaya bambaşka bir totaliter teokratik düşünce ortaya çıkmıştır. Oysa yukarda da zikrettiğimiz gibi Sünni doktrinde imamet, imanın bir rüknü değildir. Yani akaidle yakından uzaktan ilgisi yoktur, tamamen hukuki kaidedir. Şiâ akımı imam olayını iman konusu şeklinde algıladığı için, ister istemez toplumun da fikir, inanç, düşünce ve hukuki hayatı mollaların yönetimi altında şekillenmiştir. Dolayısıyla İmamların Allah ta¬rafından özel olarak görevlendirilmiş ve masum kimseler olduğu kanaati ağırlıklı olarak yerleşmiş, böylece toplum tarafından tüm hukuki, sosyal ve ideolojik kurumların tek otoriteri addedilmişlerdir. Öyle ki Şeyh Saduk: ‘’İmamlar, ister büyük ister küçük hiç günah işlemezler. Onların günahsız¬lıklarını inkâr eden bir kimse onları tanımamaktadır. Onları tanı¬mayan bir kimse ise kâfirdir.” diyecek kadar ileri gitmiştir. İmamlar olmuş olacak herşeyi (gaybı) bilirlermiş, üstelik yanılmazlar da. Bu ne demek? Bu iş çok su götürür, oysa olacak olması muhtemel her ha¬diseyi hükme bağlamak ve bilmek fikri, sünni fıkıh görüşlerine aykırı olması bir yana akılla mantıkla bağdaşır en küçük bir yanı yok. Zırvadan da öte tamamen mesnetsiz bir iddia olarak ortada duruyor hala. Hatta hiç kimse böyle bir görüşü; ne İmam-ı Azam, ne İmam Malik, ne İmam Şafii ne de İmam Ahmed bin Hanbel’den kaynak getiremez. Hatta bu büyük imamlar, değil ‘’olması muhtemel’’ olayları, kayıt altına alınmış hadiseler için dahi ictihad¬da bulunmaktan bile çekinmişlerdir. Görüldüğü gibi sünni İslâm’ın demokratik yapısı ile Şiâ’nın imamet teorisi ve totaliter yapısı çok farklı çizgide seyrediyor.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:36 pm

Humeyni; ‘’İmamlar, Allah’ın yeryüzünde insanlara hüccetleridir, Hüccetullah, Allah’ın işlerini sonuçlandırmak için belirlediği kimsedir. Onun bütün iş¬leri, fiilleri ve sözleri Müslümanlara hüccettir’’ diyor. Yani, Humeyni tek rehber, Humeyni alternatifsiz Führer, Humeyni hüccet, yani Ayetullah! Aman Allah’ım! Mollaların insanlara Allah’ın tek delili demek için bir insanın cinnet geçirmiş olması gerekir, bu ne cüret, bu ne büyük bir iddia: Allah’ın delili, tek kaynak; Mollalar. Gerçekten de zırva tevil götürmez derler ya onun gibi bir şey. Bununla da kalmıyor iş, teokratik devletlerde devlet başkanları, aynı zamanda dini lider hüviyetindedir. Oysa bir kimsenin devlet başkanı olması, ona dini konularda ahkâm kesmesini ya da içti¬hadda bulunma yetkisi vermez. İslâmiyet’in uhrevi dünyevi hükümlerini yorumlama ehliyeti müctehid niteliğinde imamların işi doğrudur, Fakat imama ‘’iman etmek’’ ve bağlanmak bir iman konusu (akaid) haline getiren Şia ekolünün İslam âlemine vereceği zararları düşünüldüğünde ortaya vahim bir tablo ile karşılaştığımızı pekâlâ söyleyebiliriz. Nasıl mı?
Sünni siyasette, imamet iman kategorisine girmez, fıkıh (hukuk) konusu demiştik. Temel Şiâ kitapların¬dan El-Kâfi’de (C.2, s.18) ise On iki imamdan Cafer Sadık’a atfen ‘’İs¬lâm’ın beş şartı’’ arasında imamet de sayılmaktadır. Böyle bir yol izlenilince ister istemez Şiâ akımında imamlar, hukukun üstünde bir sıfatla anılıp ‘’ruhban’’ haline gelmesi kaçınılmaz oluyor. Osmanlı ta baştan bu tür vartalara düşmemek için çıkarttıkları‘’ka¬nunnameler’’le toplum içinde uygulanabilir geniş bir tatbikat sahası bulmuşlardır. Çünkü Osmanlı’da herkes kanuna tabiidir. Padişahla sıradan birkişinin mahkemede hâkimin huzurunda birlikte yargılanması gibi örnekler biz¬deki hukukun üstünlüğünün üst düzey seviyelerde olduğunun bir göstergesidir. Şöyle ki Osmanlı’da siyasi hakları bir anda ka¬zanabilmek için tek bir kelime-i şehadet getirmek kâfidir. Bu cümleyi diliyle ikrar eden her kim olursa olsun ırk, et¬nik ve kültür farkı gözetilmeksizin hukuk önünde eşit muameleye tabi tutulurlar. Hatta Gayri Müslimler bile isterlerse kendi hukuk kurallarının dışında Osmanlı hukuk kuralları çerçevesinde hak talep edebilirler. Osmanlı hukukun üstünlüğünün kiymetini bildiği için ileri derecede Nizam-ı Âlem şuuruna, yani istikrar ve düzen fikrine sahip olabilmişlerdir. Demek ki bizim kuv¬vetimiz âlemşümul Nizam-ı Âlem esprisinde gizli, güzele ait her ne varsa kodlarımızda mevcut olan medeniyet şuurumuzda aramak gerekir. İslâm’da yöneticilerin veya yönetim sınıfının nasıl belirlene¬ceği konusu insanlara, toplumlara, sosyal şartlara, yani fıkıh deyimiyle ‘’örf’’e bırakılmıştır. Malum olduğu üzere örfler bir anda ortaya çıkmıyor, binlerce senede meydana gelip kemale eriştikten sonra, zamanla geniş kitlelerce kabül görüyor. Dolayısıyla halkın kabülünü almış kurallar talimatla, emirle, cebirle değiştirilemez. Çünkü örfün mantığı tarihi, bir o kadar da sos¬yolojiktir. Zaten kanunlar da örfün resmileşmiş yazılmış şekli değil mi? Hatta yazıl¬madan örfle hükmeden cemiyetlerin olduğu bir sır değil. Mesela İngiltere bunun en tipik örneği olarak karşımızda duruyor.
İslâm’da hüküm, sırasıyla Kur’an-ı Kerim, hadis (sünnet), icma-i ümmet, kıyası fukaha ve bunları takiben örf, içtihad üzerine bina edilmiş alt birimler gelir. Maalesef Fransız örfünün kaideleri, Türk ka¬nunu şekline dönüşünce Osmanlı da ister istemez güç kaybına uğrayarak varlığını yitirmek zorunda kaldı, yani lüzumu azaldı. Osmanlı önceleri İslam’a, kanunlara ve ahidnamelere tavizsiz bir şekilde tabii idi. Bu nedenle Osmanlı’da ruhbanlığa dayalı iktidar görülmezdi. Nitekim teokratik yapı batıya mahsus bir sistem, şimdi bu kavramla ne yazık ki müslüman toplumları vurulmaya çalışılıyor. Geçmişimiz bir annenin çocuğuna emzirdiği süt gibi ak ve hak. Gerçekten de devlet yönetimimize bakıldığında teokratik bir uygulama göremezsiniz, idari yapımız hanedandı çünkü. Tıpkı bugünkü İngiltere, Belçika, Danimarka, Hol¬landa da olduğu gibi. Avrupa ortaçağda ruhbanlar tarafından yönetilirken, biz hanedanlıkla yönetiliyorduk, ama hanedanlar tek yetkili karar mercii sahibi değillerdi. Bizdeki saltanat erkân-ı ka¬nuna tabii idi. Yani ‘’Astığım astık, kestiğim kestik, kanun benim’’ mantığı tarihi iklimimizde görülmez. Ehramın tepesinden ta aşağı kesim¬lere kadar tamamen demokratik zihniyet hâkimdi. Malum olduğu üzere eski Fransa’da nimeti alanlar soylular ve rahiplerdi. Osmanlı’da ise toplumun hemen hemen her kesimin nimette ve kül¬fette beraber olması gerekir anlayışı hâkimdi. Hakanlarımız tebayı (halkı) Allah’ın bir emaneti olarak görmüşlerdir hep. Demokraside de esas olan halkdır zaten. Hatta biz de gayri müslimlerin haklarına bile riayet edilirdi. Hakeza Osmanlı, Hz.Ömer (r.a)’ ın Kudüs’ün fethi ile gayri müslimlere verdiği Ahidnameyi hayatlarının ölçüsü olarak alıp, tüm insanlığa adalet götürmeyi ülkü edinmişlerdi. Batı’nın çok sonraları öğrenecekleri suçların şahsiliği prensibi, hukukun üstünlüğü, insan hakları ve özgürlükleri vs. gibi il¬keleri ‘’ikra’’ emrinin nüzulu ile birlikte Müslümanların bugüne kadar ana düstu¬ru olarak kalmıştır. Binaenaleyh, Resûlüllah (s.a.v.)’ın Hz. Enes’in evinde müslim ve gayri müslimlere yazdığı ilk metnin dünyada ilk anayasa olduğunda bilge insanlar müttefiktirler. İslâm, kendini tanımayanlara bile hak ve hukuk vermiştir, bu böyle biline.
Demek ki zorla kabul ettirilen yazılı belgeler asla Anayasa olamıyor¬lar. Öyle Anayasa olmalı ki, Ona iman edelim ve vicdanları aldınlatabilecek nitelikte olabilsin.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:36 pm

TEKNOLOJİ VE İSLAM

ALPEREN GÜRBÜZER

Tekniğin kelime olarak kaynağı Latince’ye dayanır. Teknik kavramı da diğer kavramlar gibi, farklı manalara gelen tarifleri vardır. Asıl bilmemiz gereken husus tekniğin Allah’ın (c.c) Sani sıfatına karşılık geldiğidir. Sani, yaratan ve sanat eseri meydana getiren demektir.
Batılı aydınlar her türlü kavrama yüklediği manayı tekniğe de yüklemişler. Spengler; “ Mekânda kıpırdamaya başlayan, her şey hayat kadar eskidir.” tarzında dile getirirken, Toynbee, “Tabiat insana ramiden hile” şeklinde izah etmiş. Hakeza Hindistan’ın Gandhi’si ise, Diş temizlemek için kullanılan kürdan bile bir teknik, bir makinedir demiştir.
Demek ki, teknik deyince sadece modern hayatın kullandığı araçlar akla gelmemeli, ihtiyaç halinde kullanılan her şeyde teknoloji kapsamına giriyor. Kur’an-Muciz’ül Beyan dikkatle incelendiğinde bir takım kavimler zikredilir ve bu kavimlerin malik olduğu tekniklerden de bahsedilir. Allah’ın bahşettiği nimetlere nankörlük yapan kavimlerin bin bir türlü belalara duçar oldukları ve helake uğradıklarını Kuran’dan öğreniyoruz. Ad ve Semud kavmin başına gelenler bu durumu teyit ediyor zaten.
Hz. Nuh(a.s.)’in gemi yapması hem kurtuluşun simgesi hem de teknolojinin. Yine Hz. Süleyman’ın (a.s.) Belkıs’ın tahtını Sebe’den getirtmesi olayının izahatları geçmiş kavimlerin teknoloji ile içi içe olduğunu gösterir. Teknoloji yeni değil, her devir için geçerlidir. Farkı biçim değiştirmiş olmasıdır, şimdilerde adı modern teknolojidir sadece.
Fatih’in İstanbul’u fethetmek için kullandığı topların bizatihi kendisinin balistik muayenesini yaptığını düşünürsek, teknolojiye açık bir millet olduğumuzu anlarız. Tabii bu örnekler yükseliş dönemimize ait. Öyle devirlerimiz de var ki, minareyi bidat sayarak teknolojiyi adeta horlamışız ve ardından da düşüş kaçınılmaz olmuş. Kınalı zade Ali Efendi Resulüllah’ın (S.A.V.) “Rızkın onda dokuzu ticarettedir” hadisi şerifini ticarete fesat gireceği endişesiyle Müslümanların ticaretten uzak kalmasını telkin etmiş ve bu sayede ekonominin azınlığın eline geçmesine vesile olmuştur. Kazasker Kınalı Zade Ali Efendi Kanuni devrinde kısa sürede olsa Şeyhülislamlık yapan zattır.
Dün uzağında kaldığımız ticarete, bugün hızla koşun diyebiliyoruz. Geçte olsa ekonominin gücünü fark edebildik. Özal’ın Türkiye’ye getirdiği en büyük reform, ufkumuzu ekonomiye ve teknolojiye çevirme hadisesidir. Artık Orta Asya’da okul açma, İstanbul’da finans kurma gibi teşebbüsleri görüyor, ihracatımız rekorlar kırıyor da. İşte bütün bu atılımları sevindirici gelişmeler olarak telakki ediyoruz. Ankara’ya mahkûm kalmakla teknolojik hamle yapılamayacağını yeni yeni anlamaya başladık sanki.
Sırf Müslümanlığı ibadet planında ele alıp, teknolojiye gözlerimizi kapamak artık çok gerilerde kaldı. Minareyi yapan ruh ile fabrika bacasını tüttüren ruh birleştiğinde gerçek manada teknolojik hamleye kavuşacağımız muhakkak. Okulla camiyi birleştiren anlayışlar çoğaldıkça bu konuda ümit var kalacağımıza eminiz.
Neden geri kaldık? Sorusu her zaman zihinlerde yankılanır. Kimimiz Osmanlı’nın Viyana’dan geri çekilişine bağlar, kimi tüm kabahati Medrese’ye yükler, kimi de değerlerimizden taviz vermemizi neden gösterir. Bütün bu cevaplardan çıkacak sonuç; belki de doğruya bulmamıza bir nebze yardımcı olacaktır. Fakat Viyana’dan çekilmeyi kahramansızlık addedip Plevnedeki mücadeleyi kahramanlaştıran halet-i ruhiyemiz var. Oysa Viyana‘da ki ile Plevne’de ki kahraman aynı ruha sahip, sonuç itibariyle yenilen yine biziz. Anlaşılan mesele o kadar basit değil. Hakeza Balkanlarda mağdur olan da biziz. Demek ki; tarihi süreci incelerken, vakaya sadece kahramanlık boyutundan bakarsak objektif tarih anlayışını elde edemeyiz. Düşüşler ve yükselişlerin perde arkasındaki ekonomik, sosyal, kültürel ve askeri boyutların da farkına varmalıyız. Tarih herkesin istediği türden gelişme kaydetmiyor çünkü.
Japonya örneğinden almamız gereken birçok dersler olsa gerektir. Bakın, Japonya başındaki imparatoru dışlamadı ve saygıyla tazimde bulunuyor hala. Milli kültürlerine dört elle sarıldıkları gibi içerisinde elli bir adet şekilden oluşan hiyeroglif alfabesini de bir kenara atmadılar, bilakis sahiplendiler Bunlardan da öte, muhafazakâr ve modern ikilemi oluşturmadılar. İdeolojik modernleşme tartışmalarından uzak kalarak teknolojilerini geliştirmek çabası içerisine girdiler. Madem Avrupa teknolojide hamle yapıyor, ben de yapmalıyım dediler, sonunda Uzak doğunun bu insanları süper devletlerle boy ölçüşebilmenin mutluluğuna eriştiler. Üstelik Avrupa’yla siyasi problem yaşamadan bütün hızıyla teknolojik üretimi gerçekleştiriyorlar da. Bizdeki manzara ise pek iç açıcı değil, ideolojik alışkanlıkların ortaya koyduğu olumsuz şartlar, birçok düşünen beynin kavgalara kurban verildiğini müşahede ediyoruz. Artık ideolojik kavgalara son verip, uzlaşma noktaları yakalayarak ortak iş yapmanın yollarını aramalıyız. Hatta herkesten öğrenilecek iyi bir şeyin olduğunu kabullenip, teknolojiye yönelebiliriz. Militarizm duygusu insanları teknolojiye hor bakmaya götürüyor çünkü.
Batının teknolojik ilerlemeleri karşısında paniğe düşenler, onun teknolojik metotlarını kullanma yerine, sadece kullandığı kavramları moda olarak almayı meziyet sandı. Her nedense içi boş kavramlar rehber diye takdim edildi. Hâlbuki teknolojik hamleyi ortaya koyan kavramlar değil, onlara yüklenen mana ve fiiller önemlidir. Elbette ki eşya da var olan mana kadar fiiller de önemlidir, buna itirazımız olamaz. Fakat eşyaya halife olarak tayin edilen insanın bir takım içi boş kavramlara kurban verilmesi ve modern bunalımlar karşısında çaresizliğe itilmesi bizi son derece derinden yaralamaktadır.
Batı, ortaçağda önce ilimi engizisyona boğdurmuş, sonra derlenip toparlanıp Rönesans’la birlikte bilim şuuruna erişebilmiş, ama bu seferde bilime yüklediği aşırı misyonla mana bütünlüğünü bozmuştur. Oysa bilim beş duyunun algı alanında ancak işlevseldir. Rönesans’tan sonra objektif kriterler bilimin konusu olurken, nedense sübjektif değerler göz ardı edilmiş. Teknolojik hamleler gerçekleşirken ruhun gıdası olan manevi ilimlere duyarsızlık batı insanını maalesef mekanikleştirmiştir. Batı bilimi tarif ederken “beş duyunun dairesine giren maddi ilişkileri parçadan bütüne, bütünden parçaya ya da analitik ve deneysel gibi metotlarla sistematik olarak incelenmesi” tarzında ele alır. Bu metodun bize göre eksik yanı, bir yandan insan-tabiat ilişkileri göz önüne alınırken, diğer yandan insanın insan ile olan münasebetleri dışlanmak istenmesidir. Böylece batı hareket noktasını tabiat ve madde ilan ediliyor, insan ise bu arada unutuluyor. Unutulsa yine iyi, bu arada tüm insanlık güme gidiyor da. Oysa bizim kültürümüzde insan hareket noktasıdır. İnsana küçük âlem diyen âlimlerimiz olduğu gibi, büyük âlem diyen âlimler de var. Dolayısıyla faziletten, şefkatten, adaletten mahrum teknoloji anlayışlarını doğru bulmuyoruz. Teknolojinin fizik yönünü görüp de, metafizik boyutunu görememek batının açmazı ve handikabıdır bu yüzden. Atomların ve elektronların hareketlerini seyrederken, Mevlana’nın raksını tasavvur etmemek mümkün mü? Bilimin ortaya koyduğu objektif boyutların tevhidi yönünü görmemek hangi akılla izah edilebilir ki?
Eğer bilimin metafizik boyutunu idrak edemezsek teknolojinin ve makinenin kölesi oluruz, bu durumda biz makineye değil makine bize yön verir. O halde psikolojik bunalıma düşmemek için sübjektif kriterlere de kulak vermeliyiz. Yani insan tabiat ilişkilerine göz atarken, Allah ile olan uyumuna da bakmalı. İla’yı Kelimetullah için Nizam-ı Âlem’in gerçekleşmesi İslam’ın öngördüğü ilmi geliştirmeye bağlı. Bilginin İslami kaynaklarla beslenmesi ve aşkla donanması lazım... Bir başka ifadeyle bilginin İslami kaynaklarla beslenmesi veya aşkla donanmasıyla tabiatın tevhidi okuyuşunu da fark edeceğiz. Eşyanın maddi dilini anlamaya çalışan ilim adamlarımız, böylece gerçek bilim adamı kimliğine kavuşacaklardır. Tabiatın temel esprisi ilahi ilme, hikmete ve ilahi iradeye dayanmaktadır çünkü. Böyle bir bakış açısı insanı hem teknolojiye hem de tevhide kavuşturur. Ne tevhitten yoksun teknoloji, ne de ilimden yoksun iman anlayışı... Her ikisinin bir araya geldiği nokta olan; ilahi kudret, ilahi irade, ilahi hikmet ve ilahi adalet kabulümüzdür. Çünkü kâinatta gerek makro âlem, gerek mikro âlem, gerekse fizik ötesi âlem Allahın (c.c.) idaresi, kudreti ve ilmi dışında başıboş değiller. Her kıpırdanış, ilahi kudretin iradesiyle cereyan ediyor zaten.
Bilime bakış tarzımız İslami perspektife dayanmalı, modern teknolojik keşiflerin metafizik yorumunu yaparak batının düştüğü kısır döngüye düşmeden pekâlâ farkımızı ortaya koyabiliriz. Batı teknolojik nimetlerden faydalandığı gibi, bir o kadar da zararını görmektedir. Maneviyattan yoksunluk teknolojiye esir kılmaktadır batı insanını. Bunun sebebi, batının bilimi sekülerleştirmesi ve Hıristiyanlığın bir bilgi olmadığını işleyip, sadece günah çıkarma dini telakki etmesidir.
İnsanlık akıl ile kalbi birleştirdiğinde önce Allah’ı bilecek ve ardından da tabiat ilişkilerini metafizik anlamını idrak edecektir. İman bunalımına düşmemek için bunu yapmaya mecburuz. Bir elde teknoloji, bir elde Kur’an yarınlarımızın teminatı olacaktır. Vesselam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:37 pm

GENETİK MUCİZE

ALPEREN GÜRBÜZER

Dört harfli şifre ile kodlanmış bütün canlılar. Böylelikle Adenin, Guanin, Sitozin, Timin denilen nütleotidlerin kendi aralarında tekrar tekrar dizilip çeşitlenmesiyle birlikte canlının biyolojik fotoğrafı ortaya çıkmakta. Nasıl ki, telgraftaki mors alfabesini oluşturan nokta veya çizgi, ya da Türk alfabesinde ki 29 harfin ortaya koyduğu açılım ne ise, canlılarda ki nükleotidleri oluşturan gen birimlerinin meydana getirdiği bilgilerde o demektir.
DNA, çift sarmal üzerine kurulan merdivenimsi yapıda olup, merdivenin basamaklarının her iki ucunda mevcut olan nükleotidlerin karşılıklı eşleşmesi ve kodlanmasıyla canlılık sağlanıyor. Malum olduğu üzere İçtiğimiz suyun yapısında artı(+) yüklü hidrojenle eksi(-) yüklü hidroksil iyonu var. Yapılan laboratuar çalışmaları sonucunda hidrojen iyonunun DNA ‘nın yapısındaki riboz şekeri ile amino asidi oluşturan nükleotidleri arasında elektriksel etki yapması(elektroforez) sayesinde canlılığın fonksiyonel hale geldiği anlaşılıyor.. Özellikle hidrojen iyonlarının; fosfor bileşiği olan ATP enzimi, amino asit ve riboz şekerini sentezlediği aşikar. Anlaşılıyor ki; cansız diye sandığımız su ve suyun yapısındaki hidrojen iyonlarının DNA’ya adeta dirlik kazandırması ister istemez Kur’an’da bahsi geçen ayeti gündeme getiriyor. Şöyle ki, Rabbül âlemin; “ İnkâr edenler, gökler ve yer yapışıkken onları ayırdığımızı ve bütün canlıları sudan meydana getirdiğimizi bilmezler mi? Yine de inanmıyorlar mı?’’ (Enbiya suresi ayet30) beyan buyurarak, yine Allahü Teala; Her diriyi (hay) sudan çıkarttık ilahi mesajını, ta 15 asrı aşkın zaman öncesinde haber veriyor tüm insanlığa. Demek ki; dirlik dediğimiz hadise, su molekülünün bir unsuru olan hidrojen iyonunun DNA’ya bir canlılık katarak yaratılışımız üzerindeki sırların bir nebzede olsa aralandığına şahit olur gibiyiz. Su deyip geçmemeli. Şöyle ki; Amerika da yapılan bir çalışmada( Vincent j. Schaefer) su zerreleri nekadar çok küçük nekadar saf ve temiz olursa eksi 40 santıgrat derecede bile donmadığını gözlemlediler. Demek ki su zerrelerini donduran gerçeklik; kirlilik ve bu zerrelerin büyük olması halinde doğrudur. Kur’anı Kerim de Yüce Allah (C.C); “ Gökten bir ölçüye göre su indiren O’dur. Biz onunla ölü bir beldeye hayat verdik, işte sizde böyle tekrar çıkarılacaksınız’’ (zuhruf suresi-ayet 11) buyuruyor çünkü.
Yağmur damlaları içerisindeki zerreler önce donma çekirdeği etrafında oluşmaya başlar ve büyüyen zerreler yeryüzüne yaklaştıkça havanın kaldırma kuvveti ile de denge kazanarak yumuşak bir iniş kazanırlar. Bu demek oluyor ki yağmurun inmesinde ince bir matematiksel hesap sözkonusu. Zira Fizikçiler tabiattaki bu olayı denge hız formülü ile izah ediyorlar. Yeryüzüne inen yağmur ölü bir belde de olsa oraya hayat veriyor ve toprak neşvünema buluyor ise o halde Rabbül âleminin bize ‘Dirilin, kalkın’ emri ilahiyesini hatırlatmasına amade olmalıyız. Nitekim kıyamet günü ‘Haydi olun (kün)’ emri ile tüm beşer bir saniye geçmeksizin dirilecektir bir su misali. Zira su ve su zerreleri ab-ı hayattır.


YARATILIŞ
Yaratılan herşey bir proğramın sonucudur. Nitekim nükleotidlerin kodlanmasıyla insanda yaklaşık yirmialtıbinlik sayfayı kapsayacak genetik bilgi içeren ansiklobedi ortaya çıkabiliyor. Bu durum şu anlama geliyor; sırf bu işte yüz bin sayıda genin rol aldığını ortaya koyuyor. Zaten protein sentezi dediğimiz olay nükleotidlerden meydana gelen genler sayesinde gerçekleşmektedir. Bilindiği gibi, yarı anneden yarı babadan mayoz bölünme sonucu gelen bilgilerle Allah’ın şah eseri diyebileceğimiz yeni bir canlı oluşabiliyor. Böylece bir çocuk yarı anneden yarı babadan gelen kromozomlarla karekter kazanıyor. Ancak genetik dünyasında ki hızlı gelişmeler döllenme olayının hiç te kolay olmadığını göstermiştir. Bir yumurta hücresinin döllenebilmesi için kendinde eksik kalan genetik şifreleri ya da kartları, toplam 250 milyon adet sperm hücreleri arasından birtanesini seçmesi gerekir ki canlılığın temeli atılabilsin. Tabi bu durum normal biyolojik kurallar çerçevesinde analiz edildiğinde mümkün gözükmüyor gibi görünse de, iki yüz elli milyon sperm hücrelerinden sadece bir tanesine kendi eksik kartlarını tamamlattıran bir gizli varlığın ‘ol’ emri doğrultusunda döllenmenin gerçekleştiğini ister istemez akla getiriyor. Ve bu noktada İlahi hitap bizlere : “ ... Hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğurmaz .....” (fussilet suresi ayet 47) ayeti kerimesini hatırlatıyor.
Ovaryum hücresi tabir caizse insanda bulunması gereken 60.000 civarında genetik karakterin yarısını taşıyan bir yapı, yani mayoz bölünmeyle ortaya çıkan bir ünite olup, insanda mevcut bulunan 46 kromozom içerisindeki karakterleri 23 kromozoma kodlayan mekanizma söz konusudur. Babanın sperm hücreleri de 30.000 tane karışık şifrelerden oluşan kartları ihtiva eder çünkü. Ancak babadan, bir ovaryum (yumurta) hücresine karşılık, yukarda da belirttiğimiz gibi 250.000 meni hücresi karşılamaktadır. Bu noktada akıllara durgunluk veren olay şu; dişi yumurta hücresinin nasıl akıl erdiripte bunca sperm hücrelerinden kendi kartlarını çözecek bir spermatozoidin seçimini nasıl gerçekleştirebildiğidir. Kur’an’ı Muciz’ül Beyanda; Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O’na aittir O’nun bilgisi dışında hiçbir şey kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: Bana koştuğunuz ortaklar nere de? Diye seslendiği gün: sana buna dair bizden hiçbir şahid olmadığını arzederiz derler” ( fussilet ayet 47) buyrularak döllenmenin basit bir olay olmadığının Rabbül Âlemin ilan ediyor insanlığa. Yani Allah(C.C); Ey insanoğlu bu akıl almaz bilmeceyi dişinin yumurta hücresinin çözümlenmesi ancak benim irademle olabileceğini dercesine ayetin esrarını ortaya koyuyor önümüze inceden inceye düşünelim diye.

ANNE VE BABA OLMAKSIZIN CANLILIK OLABİLİR Mİ?
Rabbül Âlemin dilerse arada baba olmaksızın üreme hücrelerinin şifrelerini çözerek ya da açarak insanda yaratabilir. Herşey O’nun iradesi dâhilindedir, O herşeye kadirdir çünkü.
Nasıl mı?
Bilimsel çalışmalar bize gösteriyor ki; vücut hücrelerinde bir insanın genetik kodları gizlidir, ama yalnız bu şifreleri açacak inisiyatifi yetki cinsiyet hücrelerine verilmiş. Yaratıcı güç tahminlerimizin ötesinde bu kilidi açarak Meryem anamızı manyetik ışınlamaya tabi tutmuş olabilir. Yüce Rabbimiz; “ Allah yanında İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona ol dedi, o artık olur’’ (Ali-imran suresi ayet59) buyurarak Cebrail aracılığı ile Meryem anamızı ışınlayarak ( nefh), ya da şifrelerle birleşmesini sağlayıp kilidin açılması neticesinde İsa (a.s) ‘ı babasız dünyaya getirmiş olabilir. Ki; günümüz genetik çalışmalarla gerek klonlama ve gerekse yumurta hücrelerini çözecek laboratuar ışınlama yöntemlerinin kullanıldığı bir vaka. Madem Allahü Teala “Ona ruhumdan nefh ettim’’ beyan buyuruyor. O halde ‘hiçbir canlı kendi kendine üreyemez’ deyipte laboratuarda ışınlama yöntemlerini uygulayarak yeni bir canlı yaratma çabası içerisine mi giriyorsunuz? Sorusu sorulabilir bu noktada. Bu tür sorular ışığında genetik çalışmalar daha da hız kazanmış, gelinen noktada varılacak genel kanaat; canlılarda genetik program mutlak manada kilitlenmemiş aslında, uygun şartlar bulunca açılabiliyor. Nitekim bazı virüsler ve bazı bakteriler, mesela toprakta ki bakteriler anormal şartlarda faaliyet gösteremezler ancak uygun şartlar bulunca fonksiyonel hale gelirler. Bir virüsün canlının dışındayken inaktif olup, canlı üzerinde konuk olduğunda hızla üremeye başlayarak virüsün cinsine göre hastalık doğurduğunda olduğu gibi. Hayvanlarda döllenmeden bu kilidin açılamayacağı sanılıyordu, bugünkü bioteknolojik gelişmeler bu kilidinde açılabileceğini gösterdi bile. Yine de genetik kopyalamada zor şartların varlığı inkâr edilemez bir gerçek.
Tüp bebek olayı denilen yöntem ise başlı başına alınması gereken bir konu olup, genel anlamda; döllenmiş yumurtayı rahime yerleştirilip dışardan mekanik olarak uyarılmayla tek yumurta ikizlerinin meydana gelmesinden ibaret bir olaydır diye tarif edebiliriz.
ÂDEM VE HAVVA
Topraktan geldik toprağa gideceğiz hep söyler dururuz. Cansız sandığımız toprak nasıl olurda can vermeye vesile olur? Diye kendi kendimize hayrete düşeriz. Oysaki toprakta eksi değerlerde karbon ve azot molekülleri vardır. DNA’ da da eksi azot ve karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu bir düzen var. Şimdi diyebilirsiniz ki ne alakası var toprağın DNA molekülleri ile ilgisi diye. Basbayağı ilgisi var, şöyle ki toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor ve hidrojen, eksi değerli karbon ve azotla birleşerek pekâlâ insan bedenini oluşturabiliyor. Yeter ki DNA’daki şifrelere ‘ol’ emrini veren ilahi güç olsun. Allah(c.c) şöyle buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Âdem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona ol dedi ve o da oluverdi’’(Müminun23-12) ve yine Ayeti celilede ; “..Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık’’ (saffat suresi 37 ayet11) buyurmakta Yüce Allah.
Ayetlerden de anlaşılacağı üzere Rabbül Âlemin Hz. Âdem’in yaratılışında eksi değerli azot ve karbonu taşıyan toprakla DNA arasında ki bağı gözler önüne seriyor. Ateistlerin hep ‘canlı canlıdan çıkar’ tezini çürüten bu ayetlerdir. Cansız gibi görünen şifreler bir anda ‘ol’ emri ile canlılık kazanabiliyor demek ki. Ateistler Hava annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratıldığını da anlayamazlar hala. Moleküler biyolojinin ortaya koyduğu genetik bilgilere baktığımızda anlaşılıyorki; genetik şifreleri adeta barkoddan geçirerek yazgıya çeviren tek hücre kemik iliği hücresidir. Bu yüzden genetik laboratuarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Hatta asıl şifreler açılabilse bir insan yazgısı kayda geçilebilir de. Bilindiği gibi eğe kemiği insan kaburga kemiklerini ihtiva eder. Nasıl ki; karbon ve azot artı değerli iken toprak ölü (cansız)olup, eksi değerdeyken biranda toprak canlılık kazanıyorsa, hakeza genetik şifreleri yazgıya geçirebilen kemik hücreleri de ‘ol’ emri olmaksızın cansız halde olup nötrdür. Yani kemik hücreleri Allah’ın ‘ol’ talimatı ile yazgıya geçmesi sonucu Âdemin kaburgasından Havva hayat bulabilir, neden olmasın ki. Dolayısıyla buna şaşmamak gerekir. Allah her şeye kadirdir çünkü. İşte Havva’nın yaratılış sırrı bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde gizlidir diyebiliriz.


BİOTEKNOLOJİ
Bioteknoloji kesinlikle yaratma değil, bilakis yaratma gibi güçlü fiilin karşısında acziyetimizin ifadesidir. İnsanoğlu bircanlıyı hücreyi yaratmadan aciz, o halde bir canlıyı nasıl yaratabilsin ki? Embriyoya, üreme hücrelerine müdahale fikri bazı çevreleri apar topar heyacanlandırsa da bu konu daha çok su götürür, henüz netlik bir durum yok ortada. Şu var ki; evlenecek çiftler önceden ırsi(genetik) hastalık taşıyıp taşımadıklarını DNA analiz çalışmaları ile öğrenebilmektedirler. İnsanın kopyalanması başarılamadı, ama varsayalım ki gerçekleşti, bunun toplumda meydana getireceği travma nasıl önlenebilecek? Malum olduğu üzere atom kötü ellerde Hiroşima ve Nagazika, iyi ellerde ise enerji santralı, gerektiğinde tedavi aracı. Aynen öyle de biyolojik materyaller art niyetli ellerde AIDS gibi başa bela musibet, ya da genetik şifresi değiştirilmiş bir bakteri veya virüsün her an patlamaya hazır bomba veya en iyimser tahminle kanser gibi amansız hastalığa belkide çare. Bu durum kullananın insafına ve niyetine kalmış bir şey desek daha doğru olsa gerektir.
Genetik kopyalama özetle; yumurta hücresinden çıkarılmış çekirdeği aynı canlının meme bezindeki hücreleri ile birlikte doku kültüründe çoğaltılmasının yanısıra, bu doku besiyerinden bilgi taşıyan çekirdekleri izole edip yumurta hücresine yerleştirilerek dışardan elektroforez uyarması yardımıyla döllenme neticesinde yeni bir canlının kopyalanma hadisesidir. Kelimenin tam anlamıyla sperm hücrelerinin yerine meme hücrelerinin fonksiyon üstlenmesi sonucu kilidi açabilmenin adıdır klonlama. Hz.Meryem’den babasız Hz.İsa’nın dünyaya gelmesi; klonlama olayının ya da koyunun kopyalanmasının değişik bir örneği diyebiliriz. Burada programın tamamı dişi hayvanın hücresinden alındığı için yavruda ister istemez dişi olacaktır, Hz.Meryem olayında ise erkek olmakta, aynı zamanda bu olay Allah’ın bir mucizesi diyebiliriz.
Evet, Hz. İsa (a.s) babasız dünyaya gelmiştir. Bundan hareketle materyalistler önyargıları gereği; kendi kendine üreme olmaz itirazında bulunurlar. Oysa anne ve baba çocuk için vasıtadır sadece. Nasıl ki; arada iletken madde olmadan televizyon, radyo veya telefondan yararlanabiliyorsak, vasıta olmaksızında yeni bir canlı gerçekleşebilir pekâlâ. Her şey zıddı ile bilinir. Aynı zamanda adeta yaratılan herşey çift yaratılmıştır gerçeğinide gözönünde bulundunmak kaydıyla tabi. Daha nice bilmediğimiz çiftler ilahi programın gereğini yapıyor. Nitekim Kur’an’ıl Mucizü’l Beyanda; ‘ O Allah ki, herşeyden münezzehtir. Arzın bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha nice bilmediklerinizden bütün çiftleri yaratmıştır’ (yasin suresi - ayet 36) buyurarak bütün pozitif bilimlere ta yıllar öncesinde ışık vermiştir. Malum olduğu üzere maddeler iletkenlik yönden metal ve ametal diye ikiye ayrılır. Biyolojide de gerek bitki gerek hayvan ve gerekse insan üreme yönünden incelerken karşımıza dişi ve erkek türleri çıkar. Yine fizik atomu incelerken, ya da elektriği analiz ederken artı ve eksi iyon denen çiftleri görmezden gelemeyiz.
Neyse gelelim asıl konumuza. Canlılar âleminde kopyalanma hadisesinin destekleyen daha birçok benzer örnekler var elbette. Bazı canlılar âleminde sıkça rastladığımız; ortada hiç erkek kalmasa da dişi canlılar döllenmedende üreyebiliyorlar, mesela kertenkelenin kuyruğunun kopmasıyla bir başka ifadeyle; regenerasyon dediğimiz hadise sonucu kopan parçadan yeniden bir kertenkele meydana gelebiliyor. Hakeza termitler, karıncalar, arılar da partenogetik üreyebiliyorlar.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:37 pm

Peki, insan kopyalanır mı? Henüz bu konuda bir şey söylemek erken, bir defa ruh bakımdan insan farklıdır. Bitki ve hayvani ruh gibi değil. Bitkilerde ışığa yönelmeyi tropizm ile, hayvanlardaki birtakım envai çeşit hareketleri ancak içgüdü ile açıklanmaya çalışılabiliyor. Ya insanı neyle açıklayacağız? Bu konuda bildiklerimiz cüzi de olsa nefislerimizin iki zıt karakterlerde yaratıldığını biliyoruz sadece. Çünkü Mevlana ‘insan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi telkinler, ikinci ise meleki kuvvetlerdir’ buyuruyor. Dolayısıyla meleki ilhamlara kulak veren insanoğlu iyiye yönelir, şeytani telkinlere eğilim gösterenler ise kötülük karekterler sergiler. Allahü Teala insanı en mükemmel bir şekilde yaratmış, yani insan maddi ve manevi donatılarla donatılmış mükemmel varlık, bunun böyle bilinmesinde fayda var diye düşünüyorum.

DOLLY
İskoçyada Dolly denilen koyunla başladı bu tartışma, oradan hareketle pekâlâ insanda kopyalanabilir denildi. Tabii bu durumda bu olayın Allah’a karşı bilimin meydan okuması addedenler oldu. Oysa insan küçük bir âlem, kâinatın özü mesabesinde, hatta insana büyük âlem diyen âlimlerde var. İşte eşrefi mahlûkat olan insanı değerlendirirken sıradan bir canlı veya sadece biyolojik gözüyle bakamayız. Çünkü biyolijik gerçekler farklı, değerler manzumesi başka. Hayvanda bile 277 adet genom fizyoloji elde edilmiş, yumurtada sadece bir tane koyun dünyaya getirilebildi. Hayvana papağan varı ruh verilebilir, ancak insan ruhu aynı kategori kapsamına almaya kalkışırsanız çıkmaza girersiniz. Ruh âlemi insan bilgisinin çok ötesinde, eşya gibi değil. Ne kadar hücremiz varsa herbirinde ayrı genetik bilgi mevcut. Her hücrede bu programın belli bir kısmı okunur sadece, diğer kısımları okunamaz. Döllenen yumurta zigotu meydana getiriyor çünkü. Malum olduğu üzere zigot ikiye bölünme aşamasında tabir caizse okunabilen birkaç sayfayı ihtiva eder, geriye kalan okunamayan sayfalar ile birlikte yeni bölünmeler eşliğinde katlanarak yeni bir safhaya aktarılıyor. Yani bölünme safhaları arttıkça yeni hücreler meydana geliyor, dolayısıyla her bir yeni hücre aynı zamanda yeni bir bilgi ve eklenen sahifeler demektir. Böylece sahifeler ilerledikçe canlının sureti ortaya çıkıyor. İnsan embriyosunun geçirdiği safhalarının varlığını ortaya koyan Zümer suresi ayet: 6’da Allahü Teala; “...Sizi annelerinizin karınlarında üç türlü karanlık içinde yaratılıştan yaratılışa geçirerek yaratmıştır, İşte bu Rabbiniz olan Allahtır’’ buyuruyor.
Bilindiği üzere hücrelerin birleşmesinden dokular, dokuların birleşmesinden de organlar oluşur. İşte bu değişime benzer evreler ayette geçen üç karanlık safhalarının birincisi hücre aşamasıdır. İkinci karanlık evre de doku aşamasıdır. Üçüncü karanlık safhası ise organlar safhasını oluşturur. Bu safhaların arasındaki evreler embriyonun geçirdiği ayrıntıları teşkil eder. Sperm ve yumurta hücresinin birleşmesiyle zigot oluşur. Zigotun bölünerek blastula, morula ve gastrula gibi geçirdiği birtakım değişiklikler hücre safhası ana kapsamı içinde gelişen dönüşümlerdir. Yani Kur’anın işaret ettiği üç karanlık safhası ana başlıklarının detayları bilimsel çalışmalarla tespit edilerek değişik isimler altında sınıflandırılmaktadır. Belli ki; embriyolojik gelişimde planlı ve proğramlı bir ölçünün olduğu gün gibi aşikâr.
Özetle canlının en küçük temel birimi hücre, hücrelerin birleşmesiyle dokular, dokuların biraraya gelmesiyle organlar, organların birleşmesiyle de canlı denen varlık ortaya çıkıyor. Nasıl ki; Tarihin sayfaları arttıkça tarihi külliyat meydana geliyorsa, aynen öylede canlıda her sahifedeki bilgi kompartmanlarının birikimi ile oluşan varlık ansiklopedisi ortaya çıkar adeta
Yine bazı bakterilerde olmayan bazı özelliklerin bir kısmını başka bir canlının genetik programından alıp bakteriye transfer ederek yeni bir karakter, ya da özellik kazandırmak işleminin adıdır bioteknoloji. Tıpkı insanlar yıllarca bilmeden de olsa yoğurdu, turşuyu, peyniri bakterilere yaptırdıkları gibi benzer bir durum. Şimdi aynı yöntemle insandaki ensülünü sentezleyecek genetik bilgiyi bakteriye aktarılarak ensülün elde edilebiliniyor, böylece ucuz bir şekilde şeker hastalarının kan şekeri ayarlanması sağlanmış olunuyor. Demek ki; bioteknoloji rasgele gelişi güzel genlerle oynamak değil, aksine Rabbül Âlemine ait programı yüklemekten ibarettir. İlaveler yapmak, program şifrelerinin sırrına vakıf olmak yaratılış değil, gerekli veya elde etmek istediğimiz proteini sentezleştirmeyi uygun olan canlı üzerine ekleyerek gerçekleştirilen hadisedir aslında. Mesela insan sütündeki proteinler koyunda yok. Şayet insan sütündeki proteinleri sentezleyen şifreyi çözmek mümkün olsa idi koyuna da enjekte ederek, koyun sütünden insan sütü kalitesinde süt elde etmek imkânı doğabilirdi belkide.
AHİRET PROĞRAMI

Dünyadaki genetik proğramımızı dilimizin döndüğü kadarıyla aktarmaya çalıştık, peki ahiret proğramımız nasıl acaba?
Bilim adamları dünya kabuğunun başlangıçta yekpare, yani bitişik olduğunu, konveksiyon akımları ile arz kabuğunda kırılmalar ve çatlamalar oluşarak birbirinden ayrıldığnı belirtiyorlar. Yapışık olan yeryüzü bu olayla kıtaları doğuruyor ve dünya haritamız son şeklini alıyor böylece. Yeniden incelendiğinde çatlakların izlerini görmek mümkün hala... Kur’an dünya haritamızın oluşmunuı şu ayetle işaret ediyor: “O çatlayışlı arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür’’ ( Tarık suresi ayet:12)
Galaksilerin oluşumu dünyamızın oluşumu kadar uzun sürmüyor. Dünyamızı teşkil eden kıtalar milyonlarca yılda tamamlanmasına rağmen, galaksiler altı saniye gibi kısa biran diliminde var oluyorlar. Fizik bilginleri bunu bing-bang yani büyük bir patlama ile gerçekleştiğini açıklamaya çalışıyorlar. Hatta zaman dediğimiz olguda patlama ile vücuda gelen varlık boyutu. Anlaşılıyor ki herşey Kün (ol) emriyle kodlanmış. Allah(c.c) ; ‘’ O’nun işi birşeyi istedimi ona sadece ol demektir, hemen oluverir.’’ ( Yasin suresi ayet–82) buyururak kıyamet günüde ‘kün’ emriyle dirilişe geçeceğimizi haber veriyor. Nasıl ki; Bing-bangla galaksiler ve zaman biranda yaratıldı iseler insan da aynen büyük patlama (kıyametin kopmasıyla) ile program gereği dirilecektir elbet.
Vesselam.
dedekorkut1 isimli Üye şimdilik offline konumundadır Mesajı Moderatöre bildir İP Konuyu düzenle/Sil
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Perş. Ocak 08, 2009 10:37 pm

İDEOLOJİ Mİ BİLİM Mİ?

ALPEREN GÜRBÜZER





Türkiye de insanların bir çok problemlerle uğraşması sonucu çıkış yolu olarak kimlik arayışına ya da ideoloji arayışına itti kitleleri.. Bu noktada ben ne olmalıyım?, şucu mu, bucu mu, liberal mi, sosyalist mi, miliyetçi mi, Atatürkçü mü, siyasal İslamcı mı? İşte bu tür sorular önümüze kimlik meselesi olarak ortaya çıktı karışımıza hep. Derken bu tür sorular eşliğinde arayış içerisine koyulan genç nesiller sloganların ardına düştüler. Nitekim analitik düşünceden yoksun nesiller ardına düştükleri sloganları biricik rehber olarak görüp, eline tutuşturulmuş reçeteleri gerçek sandılar.
Herşeye slogan gözlüğü ile bakılınca ister istemez fikirler hamasetvari geçerli akçe olarak rol oynamaya başladı. Böyle olunca sözde aydınların taşrada oturanı veya gecekondu halkını proletarya olarak algılamaları kolay oldu.
İdeolojilere kapılan genç kuşaklar kendilerine giydirilen deli gömleğin ne olduğunu bile bilmez oldular.. Bütün sistemlerin beş öğesi olabileceğini düşünemediler. Oysa bu beş unsur bilinmeden peşine takıldıkları yolun doğru mu, yanlış mı olduğunu anlamak imkânsızdı. Malum olduğu üzere bir sistemin temel amacını, yöntemini, uygulama proğramını, tanımını ve ispatının olabilir tarafının incelemeden ‘izm’ lerin boyunduruluğu altına girmek onarılmaz yaralar açacağı muhakkak. Çünkü sistem sadece ideolojilere has olmayıp ilim ve diğer dalları da kapsar. Bu beş unsuru kısaca ele aldığımızda;
—Amaç; sistemin erişmek istediği sonucu belirler.
—Yöntem; sistemin takip edeceği yoldur.
—Uygulama; proğramın ya da sistemin reçetesini, yani doktrinini oluşturur.
—Tanım; sistemin kullandığı argümanların kavram kargaşıklığa yol açmamak için kullandığı dilin açıklamasıdır.
—İspat ise sistemin dayandığı noktaları, güçlü kabullerinin olup olmadığını ortaya koyar.
İşte herhangi bir kişi sistemin bu beş unsuruna bakmadan, körü körüne akıntıya kendini kaptırınca tercih ettiği toplum birimi artık onun vazgeçilmez ideolojisini oluşturur. Yani kişinin tercihi ‘izm’ini, ‘cilik’ini, yani aidiyetini belirler. Bilinçli ya da bilinçsiz mensup olduğu bir toplum birimin üyesidir artık o kişi. Metedolojisi deney ve gözlem değildir, ölçüsü şuuraltısının boşalarak aidiyetinin belirlediği prensipler esasdır onun için. Yanılmaz otoriterler ne buyurmuşsa onu söyler habire. Eğer kişi Marksist kimliğe bürünmüşse dayanağı marksizmin öğretileri olacaktır elbet, düşüncesi ise Karl Marks’ın söz ve hareketlerin yorumu ve çözüm yoluda pratiği olmayan teorik ifadeleri olacaktır. Oysa marksizmin emek teorisi, bırakın deney ve ölçmeyi sadece etrafımıza bir kez analitik bakmakla da kolayca çürütülür cinstendirler. Nitekim, Karl Marks’ın bir saat yeraltında çalışan maden işçisiyle bir saat çalışarak inci çıkartanı eş değerde tutması, ya da birsaat çalışan Edison’la bir saat çalışan inşaat boyacısı ile eşit kılmak emek –değer teorisini kolayca çürütmeye yeter bile.. Hakeza onlar Kur’an’ın insanların çeşit çeşit rızıklarla donatıldığının hikmetini anlamaktan da bihaberdirler.
Bilimin metodu deney ve gözleme dayanmaktadır. Kanun bile yüzde yüz doğru demek değildir, zaman içerisinde yenilenmeye muhtaçtır. Düşünün ki kendisini Atatürkçüyüm diye tanımlayan birileri Atatürk adına kalkıpda 1920- 1930 ların şartlarında oluşan reçeteleri bugüne çözüm diye sunmaya çalışması veya bütün hayatı boyunca Atatürk’ün söz ve hareketlerinin tefsiriyle geçiren birinin dünyanın geldiği noktadan bihaber birşekilde hala hilafet gibi suni şeylerle uğraşması gülünç olmuyor mu? Oysa 1920’lerin Cumhuriyeti Osmanlı ile mücadele etmek mecburiyetindeydi ve nitekimde bu mücadeleden cumhuriyet kazandı ve başardı da. Hala bugün kendilerini Kemalist diye tanımlayanlar Osmanlı’ya karşı yapılan mücadelenin aynı hızla devam ettiği zannındalar. Acaba bugün birileri kendini halife olarak ilan etse bırakın müslüman ülkeleri, Türkiyede kaç kişi ardına takılıpda onu dinler..Olayları bugünün şartlarından değerlendirmekten yoksun aklı evveller zavallı oldukları gibi felaket tellalıdırlar da. Şu bir gerçek ki Mustafa Kemal Atatürk’ümüz bugün yaşasaydı bugünün değişik ortamında dün yaptığının değişik uygulamalarını sergilerdi. Bizlere emanet ettiği Cumhuriyeti hep 1920–1930 yıllarının doktrini ile ilelebet devam ettirin demedi ki zaten. Ekonomide hala devletçilikte inatla israr etsek acap halimiz nice olur hiç düşündünüz mü? Çünkü rekabet hayatın temel unsurudur bugünümüz dünyasında. Atatürk’ün Türkler’in esaretten hürriyete koştuğunu simgeleyen Ergenekon tablosunu çizdirmesi, paralara Bozkurt amblemini bastırmasını gözardı edip, Atatürk milliyetçiliğinden dem vurmak ne derece inandırıcı. Biz biliyoruz ki; Atatürk Türk milliyetçisi idi, hiçbir zaman bilime ters düşecek şahsa ait milliyetçilikten bahsetmemiştir. Milliyetçilik kişiye ait kavram değil, topluma veya ulusa ait kavramdır. Hakeza Atatürk hayatta en hakiki mürşit ilimdir diyerek sadece 1920-1930 yıllara hapsolunamayacığını belirterek ufkumuzu ileriye doğru yöneltmemize işaret etmiştir sürekli.. Bütün buna benzer örnekleri çoğaltabiliriz.
Ülkemizde örümcek kafa, irtica, ortaçağ beyni denilirken ister istemez zihinlerde akla din geliyor. Analitik yaklaşımdan uzak olan zihinler önyargılarla İslamiyeti incelemeden bu hükme varıyorlar. Ortaçağ kafası kavramı batıdan sıçradı toprağımıza oysa. Batılı; bırak şu ortaçağ kafasını derken engizisyon papazlarını, giyotini aklına getiriyor ve o günlere dönmek istemezler de. Aynı sözü bir Türk’e söylemekle akıllara Fatihi, İmam-ı Azam’ı, Piri Reisi, Uluğ Bey’i, İbni Sina’yı hatırlatır ki, bizim o zihniyete tekrar eriştiğimizde, bir kısım aklıevvellerin hiçte bırakma niyetinde olmadığımızı bir türlü anlıyamıyacaktırlar. Çünkü biz tarihimizde ne bir engizisyon ne de bilimi küçümseme ve horlama olmamıştır. Bilakis bilim yürütücü amil olmuştur. İmam-ı Azam’a atın üzerinde iken atın ayağının kaç olduğunu soruyor bir adam.. Bakın ne yapıyor İmam-ı Azam, O büyük bilge insan atından iniyor eliyle işaret ederek tek tek sayıyor dört diyor.. İşte, teorik olarak değil de deney ve gözleme dayanarak cevap vererek ta yıllar öncesinde analitik düşünce dersi veriyor insanlığa..
Ortaçağda yaşanmış bir hadise ibret verici, birgün papazlar meclisinde atın ağzında kaç diş olduğu tartışılıyordu. Aristo daha önce atın yirmisekiz dişi olduğunu yazmıştı.. Bir genç bütün itirazlara rağmen hemencecik atı devirip dişlerini sayınca ne görsün atın on iki dişi vardı. Sonuç ne oldu derseniz, tabiki: Aristo yanılmaz, at yanılmıştır diye karar verdiler.. İşte tipik deney ve gözlemden uzak mantık yürütme garabeti buna derler. Yine Ortaçağ zihniyetinde ağır cisimler hafif cisimlerden hızlı düşer inancı yaygındı. Çünkü Aristo öyle yazmıştı. Galile diye biri çıkar Piza kulesine bir tane hafif , bir tane de ağır taşı aynı anda boşluğa bırakınca aynı zamanda yere düştüğünü gördüler.. Netice malum: gözlerinin yanıldığına karar verdiler. Galile aynı zamanda Kelpler’in yolundan giderek ortaçağ zihniyetinin kabül ettiği güneş, yıldızlar ve bütün evrenin dünya etrafında döndüğünün aksini savunuyordu. Sen misin tersini savunan, hemen hapis cezasına çarptırdılar bu bilge şahsiyeti... Oysa Galile teleskopu astronomide kullanan ilk gözlemci idi.. Galile hapis yata dursun Batlamyus’un dünya sabit ve hareketsiz olduğu fikri Rönesansa kadar değişmeden devam etti. Oysa Kur’an ta baştan dünyanın belli bir hesaba göre hareket ettiğini beyan buyuruyordu yıllar öncesinde.
Tarih neyin mücadelesi diye bir soru sorulsa ideoloji saplantısı olanlar hep kendi penceresinden cevap vereceklerdir..
Bir ümmetçi hemen ümmetlerin, bir sosyalist sınıfların, bir liberal fertlerin, bir milliyetçi de milletler mücadelesi cevabını verecektir. Hangisini doğru olduğunu anlamak için tarihi objektif olarak analiz ettikten sonra en doğrusunu tespit etmek mümkün. Haçlı seferleri belki bir ümmetçinin fikrini destekliyecek nitelikte olsa bile bu mücadelenin geçici olduğu anlaşılır. Her ideolojini haklı tarafları olsa da tarihi iyi gözlemlediğimizde tarihin temel yürütücü biriminin en üst birime doğru gelişim seyrettiğini gözlemleriz. Ümmet ya da ittifaklar veya bloklar üst birim olamıyor, şartların getirdiği organizisasyonlar türünden oluşumlardır sadece.. Hiçbir zaman NATO’ya, AET’ye, Varşova Paktı’na ya da Avrupa Birliği’ ne sadakat yemini yaparak bu gibi ittifaklara mensup ülkelerin insanı : ‘Ben AET’ciyim, NATO‘cuyum’ demez, sadece ülkemin menfaatleri gereği destekliyor ya da desteklemiyorum der. Zaten bloklaşmalar amacına erişildikten sonra dağılmışlardır. Demek ki sınıflar da, bloklar da tarihin temel yürütücü unsuru değiller, tarihin en büyük yürütücü amilinin milletler mücadelesi olduğu ortaya çıkar böylece. Tarihin her evresi insanın doğup büyüdüğü vatanın menfaatları en büyük duygu olarak yerini almıştır. Arapların İngilizlerle beraber olmasını ümmetçilikle izah edebilir misiniz? Sonuçta gelinen noktada her ülke kendi çıkarlarını düşünüyor, Fransız ihtilalinin ardından yayılan milliyetçilik rüzgarlarını esmesiyle bağrımızda taşıdığımız Bulgar, Boşnak, Arnavut ve ötekileri birbir bağımsızlıklarını ilan ettiler ve en nihayet imparatorluk dağılmak zorunda kaldı.. Bu durum Ebeveynlerden evlatlar, evlatların çoğalmasından oymaklar, oymakların birliğinden kavimler, kavimlerin birleşmesiyle imparatorlukların ortaya çıktığını , imparatorlukların dağılmasıyla da milletleri meydana getirdiğini gösteriyor.. Yani en küçük birimden en büyük birime seyir takip ettiğini ve bize tarihin milletler mücadelisi olduğunu ortaya koyan en göze çarpan örnek olsa gerek. Bir milliyetçi de at üzerinde üç kıtada hükmetme hülyasıyla hayat refleksini şekillendirip, bir türlü at üzerinden inipte bilgi çağının gereği bilgisayarın tuşlarına dokunamıyorsa ardına düştüğü milliyetçiliğin ne önemi var ki. Her akım ve her düşünce ilim süzgecinden geçmek mecburiyetini hissetmiyorsa havanda boşuna su dövüyor demektir. Vessalam.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

1 sayfadaki 7 sayfası 1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz