Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Alperen Gürbüzer

2 posters

3 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:50 pm

KİMLİK BUNALIMI
SELİM GÜRBÜZER
Kabul etsek de etmesek de teknolojik gelişmelerle birlikte kimlik bunalımı denen bir kirizle karşı karşıyayız. Besbelli ki yaşanan onca sıkıntıların kaynağında tarım toplumundan sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinde geleneksel değerlerimizin vahşi kapitalizmin hışmına uğramanın yansıması vardır. Yinede her şeye rağmen kendi köklü değerlerimiz büsbütün de canlılığını pek yitirmiş sayılmaz.
Teknolojik gelişmeler insanımızı yabancılaştırmanın ötesinde kendi öz kimliğine duyarsız hale getirebiliyor. Dedik ya, yine de bizi biz yapan köklü değerlerimiz tamamen tükenmiş değil, baksanıza onca değer aşınması geçirmemize rağmen gelinen noktada bugün olmuş halen hatırı sayıda Türkiye’de işçisine zekâtını veren, hayır hasenat işlerde koşturan, hatta devletine zamanında vergisini veren fabrikatör ve zenginlerimiz olabiliyor. Bu durum bizi bir nebze olsun yüreklerimize su serptiği gibi gelecek için ümitlendiriyor da. Ancak şu da var ki, gelecekten umut varız diye buradan herhangi bir arayış içerisinde bulunmamıza gerek yoktur anlamı çıkarılmamalıdır. Nedir o arayış derseniz, elbette ki birincisi kimlik arayışı, ikincisi sistem arayışıdır. Hele bilhassa geldiğimiz noktada ruhunun susuzluğunu gideremeyen ve köklerinden bihaber gençlerimizin arayış içerisine girmesi son derece düşündürücü bir durumdur elbet. Baksanıza genç nesil sanal âlemde kendi hallerine terk edilmiş vaziyette adeta kıyım kıyım kıyılmaktadır. Elbette ki böylesi içler acısı durumda ne halleri varsa görsün deyip seyirci kalamayız. Dün nasıl ki Sakarya’da, Çanakkale’de, Dumlupınar’da yedi düvele karşı dişe diş mücadele verildiyse bugünde topyekûn içimizi içten içe kemiren kimlik bunalımına ve yabancılaşmaya karşı yeniden ruh kökümüze dönme savaşı verebiliriz pekâlâ.
Kimlik bunalımına itildiğimizin en belirgin göstergesi hiç kuşkusuz milliyetçi misin, ümmetçi misin, liberal misin, sosyalist misin vs. gibi sorularının sık sık duyuyor olmamızdır. Aynı zaman da bu tip sorular içinde bulunduğumuz kimlik arayışımızın bir göstergesi sorulardır dersek de yeridir. Keza, değil sorulan sorular verilen cevaplar bile neyin doğru, neyin yanlış olduğunu seçemez olduğumuzun göstergesidir. Gel de şimdi bu pirincin taşını ayıkla, nasıl ayıklayacaksak. Artık bizi bizden alan haramiler kültürel kodlarımıza dönüş arayışında sürekli olarak yolumuzu kesmekle pirincin taşını ayıklayamamamız son derece gayet tabiidir. Ne zaman ki yol kesen haramzadelerin telkinlerine muhatap kalmayız işte ancak o zaman neyin doğru neyin yanlış olduğunu ayıracak noktaya ulaşabiliriz. Baksanıza yol kesen zinde güçlerin adamları fildişi kulelerden gençlerimizi kandırmak adına bir takım demagojik söylemlerle güya toplumu aydınlattıklarını sanıyorlar. Oysaki ağızlarından dökülen içi boş laflar kimlik meselesini daha da koyulaştırdığı gibi ayrıca nefeslerini boşa tüketmeleri de işin cabası olarak karşımıza çıkmakta. Böylece boş laflarla hem kendilerini yoruyorlar hem de gereksiz söylemlerle bizi oyaladıkları için bizi de yormuş oluyorlar.
Onlar nefes tükete dursun, biz biliyoruz ki kendi kültür kodlarımızın temelinde İslamiyet vardır. Madem bunun bilincindeyiz, o halde daha ne duruyoruz bir an evvel gençlerimize aşı olacak kültürel kodlarımızı yeniden hayata geçirip kimlik bunalımına son vermek gerektir. Aksi halde gençlerin zihin dünyasına hangi yol kesen kültür hırsızı haramzade ne yalan yanlış telkinde bulunuyorsa, hangi yol kesen harami yalan yanlış hangi yol ve yöntem gösteriyorsa tabiat boşluk kabul etmez misali gençler böylesi bir durumda kendilerine sunulanı doğru sanıp kimlik edinmekteler. İşte hal vaziyet böyle olunca ister istemez boşluktan istifade karşımıza kökü dışarıda ideolojilerin savunuculuğuna soyunmuş aynı zamanda Türkiye’yi bölmek için konuşlanmış PKK, DHKP/C, TKP-ML, DAEŞ ve FETÖ türünden gayri milli gençlik kimliklerinin karşımıza çıkması kaçınılmaz hal alabiliyor. Nitekim bir dönem Karl Marks, Lenin, Stalin, Mao, Humeyni ve Usame bin Ladin gibi birçok kökü dışarıda liderlere özlem duyan bir takım radikal devrimci gençliğin ve ehlisünnet dışı selefi akımların etrafa korku salan eylem hareketlerine şahit olmuştuk bile. Hakeza bugünde geçmiştekine benzer gerek ideolojik, gerek din kisvesi altında ve gerekse etnik cinsten her türlü radikal oluşumlara bel bağlamış tepkici türden karakterler olarak çıkabiliyor. Mesela din kisvesi altında ortaya çıkan tiplere baktığımızda tıpkı Hz. Ali (k.v) dönemindeki Hariciler gibi bu yeni tiplerde Kuran’da geçen ayetleri kendi kafalarına göre sloganlaştıraraktan bir takım eylem hareketlerine giriştiklerini pekâlâ görebiliyoruz. Maalesef bu tür ehlisünnet dışı radikal selefi akımların tuzağına düşen gençler kurtuluşu etkici karakterde Pir-i Türkistan’da, Yunusta, Mevlana’da arayıp bulmak yerine kurtuluşu tepkici karakterdeki İbda-C, Hizbullah, El Kaide, IŞİD gibi yüreklere korku salan eylemci örgüt liderlerinde arıyorlar. Oysa Hariciliği andıran bu tür radikal oluşumlar yeni neslin seçimi olmamalıydı. Neyse ki tarihi köklerimizden ruhumuza kodlanmış o engin hoşgörü kültürümüz sayesinde toplumun büyük çoğunluğu İmamı Gazali, İmamı Rabbani, İmam-ı Azam ve Bediüzzaman gibi ehlisünnet âlimlerin izlediği yol üzerinde hareket etmekteler. İşte böylesi gönüllerde taht kurmuş ilmiyle amil dehalarımızdan bihaber olanlar bir bakıyorsun kendilerini kökü dışarıda ehl-i sünnet dışı liderlerin peşine takılarak hareket etmekteler. Böylece her biri bir yerlere savrulur hale düşmüşlerdir.
Şayet gençlerimizin bir yerlere savrulmasını istemiyorsak onlara mutlaka Gazalice, Mevlana’ca, Yunusça sevip sarıp sarmalamalı ki bu topraklarda radikal oluşumlar ve eylem hastası tipler kendine yer edinip alan bulamasın. Zira bu doğurgan topraklarda yanlış izlenen kültürel politikalar nedeniyle normsuzluk ve kimlik bunalımı had safhaya ulaşmış durumda. Zira gençleri kazanacak yerde terör örgütlerin ekmeğine yağ sürercesine her geçen gün kendimizden uzaklaştırıp kaybeder durumdayız. Oysa kimlik bunalımı denen mesele bizi biz yapan değerlerimizden uzak kültürel politikalarla, fikirlere ve vicdanlara pranga vurmakla, hele hele tepeden inme dayatmacı yaklaşımlarla asla çözülecek mesele değildir. Şu iyi bilinmeli ki, buram buram sevgi, kültür ve medeniyet beşiği olan bu doğurgan topraklarımızda gençlerimiz Yunus’un, Mevlana’nın ve daha nice Gönül sultanlarının sevgisinden yoksun halde içi boş sloganların ardına düşüyorlarsa, bunun kabahatini gençlerimizde değil, yanlış izlenen kültür politikalarında, kendimizin iyi bir örnek olamayışı ve idarecilerimizin basiretsizliğinde aramak gerekir. Bakınız neredeyse gençlerin büyük bir çoğunluğu koro halinde kökü dışarıda bir takım feylesofları, liderleri, figürleri ve tipleri kendine model alaraktan aynileşme (özdeşleşme) seline kapılmış durumdalar. Gönül isterdi ki kendi bilge şahsiyetlerimizle, kendi örnek liderlerimizle, kendi kültür kodlarımızla özdeşleşselerdi de bu duruma düşmeselerdi. Dedik ya, tabiat boşluk kabul etmez, gerçekten de boşluktan istifade talihsiz genç kuşaklar başka iklimlerin, başka coğrafyaların insanını rehber kabul edecek noktaya sürüklenmişlerdir. Maalesef yıllarca milli kültürümüzü ihmal edip ikinci planda ele alışımızın bedelini orta kuşak nesilden daha çok yeni nesil bedel ödemektedir.
Evet, kimlik bunalımı normsuzluğa yol açmakta.. Modernizmle geleneği karşı karşıya getirdiğimiz yetmezmiş gibi birde bunun üstüne üstük kabak çiçeği gibi açılmayı çağdaşlık olarak addetmişiz. Şayet geleneksel değerlerden kopukluk ve böylesi kültür kodlarımıza karşı duyarsız, vurdumduymaz ve pişkinlik hali devam ederse kimlik bunalımının topyekûn tüm toplum katmanlarını esir alması an meselesi diyebiliriz. Baksanıza daha şimdiden gençler eline tutuşturulmuş sloganların cazibesine kapılaraktan çareyi sokak hareketlerinde ve eylem gösterilerinde bulunaraktan aramaktalar. Gençlerin sosyalizm, komünizm, liberalizm, radikalizm gibi kökü dışarıda ideolojilerden medet ummaları kimliksizliğin bir neticesidir. Ki; ideolojiler hiçbir zaman toplumlara değer kazandırmadığı gibi yaramıza merhem olmaz da. Ne yazık ki değersizlik, köksüzlük ve normsuzluk her tarafımızı abluka altına almış durumda. Bu yüzden gençlerimiz neyin doğru neyin yanlış olduğunu seçemeyecek derecede şaşkın ördek haldedirler. Şayet gençlerin kimi tango, kimi raks, kimi arabesk, kimi halk müziğinden hoşlanıp bütünü yakalamıyorsa bu demektir ki her alanda çözülme söz konusudur. Yani ortada anomia denen ayarsızlık ve normsuzluk söz konusudur. Hele hele diskoteklerde, barlarda, cafelerde gününü gün eden kızlı erkekli gençlerin hayattan kopuk hallerine şahit oldukça kimlik bunalımının ne derece ciddi boyutlarda bir mesele olduğunu şimdi daha iyi anlıyoruz. Kaldı ki, gençlerimiz sadece eğlence merkezlerinde ömür törpüleseler yine gam yemeyiz, bir bakıyorsun ellerine tutuşturulmuş pankartlarla ve Molotof kokteyllerle polise katil polis diyerekten kökü dışarıda bir takım örgütlerin oyununa gelip yürüyüş ve gösteri yaptıkları alanlarda dükkân, mağaza, banka her ne varsa cam çerçeve kıraraktan yakıp yıkaraktan terör estirebiliyorlar da.
Anlaşılan o ki, yıllarca gençlerimizi ihmal etmişliğimizin bedelini ödüyoruz. Hani tabiat boşluk kabul etmez güzel bir söz var ya, aynen öylede gençlerimizi kendi köklü kültür değerlerinden mahrum bir halde kendi hallerine başıboş bir şekilde bırakırsak kökü dışarıda ideolojilerin kucağına düşmeleri kaçınılmaz bir vaka olarak karşımıza çıkmasına şaşmamak gerekir. Çünkü biz bu filmi daha önceleri çok seyretmiştik, bugün olmuş halen tekrar tekrar izlemeye devamda ediyoruz zaten. Dedik ya, yıllarca milli kültür aşımızın ihmal edilmişliğinin bedelini ödüyoruz, baksanıza habire dış güçlerin maşası olmaya yönelik sokak hareketleri ya bir ağaç bahane edilerek, ya rektör ataması bahane edilerek ya da bir başka işe yarayacak masumene öğrenci talepleri bahane edilerekten çıkartılan sokak hareketleri çok büyük kitlesel eylemlere dönüşebiliyor. Tıpkı 2013 yılı Gezi parkı olaylarında olduğu gibi şimdide 2021 daha ilk aylarını başlangıcında tamda çağın vebası Coronavirüsle kıyasıya mücadele içerisine girilmiş bir ortamda yeni bir Gezi parkı türü kalkışmasına teşebbüs edildiğine şahit oluyoruz. Hem de ABD Başkanı Joe Biden’ın başkanlık koltuğuna daha yeni oturmasının ardından bu olayların nüksetmesi hayra alamet sıradan vakalar olmasa gerektir. Üstelik ABD Dışişleri Bakanlığı, Türkiye’de birkaç gündür devam eden Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin taleplerinden rol çalmaya çalışan bölücü terör örgütlerle iltisaklı kişilerin kışkırtmalarıyla oluşan eylemlere ‘kaygılıyız’ mesajıyla destek vermeleri iç işlerimize müdahaleye yeltenme çabasıyla karşımıza çıktıklarını gözler önüne sermekte. Elbette ki daha düne kadar kendi Başkanlık Beyaz Saray binası önünde protesto eylemler karşısında tavırlarını unutmuş gözüken ABD’nin özgürlük havarisi kesilip bize ders vermeye kalkışmasına Türkiye’nin sessiz kalması beklenemezdi. Derhal Dışişleri makamlarımızca hak ettiği cevab ABD üst makamlarına ültimatom niteliğinde iletilirde.
Her neyse, ABD içişlerimize burnunu sokmaya çalışa dursun, asıl içimizde Bıden’a umut bağlamış müstemleke mihraklar ne âlemdeler ona bakmamızda fayda var elbet. Baktığımızda daha yakın bir zamanda birbirine zincirlemesine gerçekleşen Gezi parkı olaylarından, MİT Tırlarının durdurulma hadiselerinden ve 15 Temmuz darbe girişimlerinden yeterince ders almamış olsalar gerek ki, şimdilerde bir bakıyorsun yine huylu huyundan vazgeçmez misali Boğaziçi Üniversitesinde bir şeyleri kaşımanın peşinde koşturmaktalar. Daha da vahim olan Boğaziçi yerleşkesi içerisinde Kâbe fotoğrafının adeta yerlerde süründürerekten sergilenilip kutsallarımıza yönelik bir oyunun sahneleniyor olmasıdır. Hele şöyle birkaç gündür birkaç başlık altında zincirlemesine yaşanan eylemler neyin nesidir diye baktığımızda üniversite kapısının önünde öğrencilerin arasında ne işi var PKK’nın, ne işi var DHKP/C’nin, ne işi var TKP-ML’nin, ne işi var FETÖ’nün dedirtecek cinsten eylemler olduğunu görürüz. Gönül isterdi ki, cennet vatan ülkemizde yeniden hortlatılmaya çalışılan bu tür provoke manzaraları sadece polisiye tedbirlerle değil, üniversite kapısı önlerinde gençlerin ‘bir elinde Bilgisayar, bir elinde Kur’an-ı Kerimle çağa damgasını vuran gençlik görünümü manzaralarıyla da Bıden ve Bıden’a umut bağlayanların umutlarını boşa çıkartacak türden bir ders vermiş olsaydık. Maalesef geçmişte olduğu gibi bu günde dış güçlere malzeme olacak eylemlerde bulunarak onların ekmeğine yağ sürüp kendi ayağımıza kendimiz kurşun sıkar pozisyon almaktayız. Böylece yakıp yıkma türünden eylemler psikolojik deşarj aracı bir hastalık tablosu veya kanayan yara olarak karşımıza çıkmakta hep. Hele Boğaziçi gibi el üstünde tutulan bir üniversitede bu tür eylemler tezgâhlanabiliyorsa diğer üniversitelerde haydi haydi tezgâhlanması çok daha kolay olacaktır.. Düşünsenize Boğaziçi Üniversitesini kazanmak her babayiğit gencin harcı değil, buraya girmek için gecesini gündüzüne katıp çalışıp belirli puanı almak gerekir ki girebilesin. Önemine binaen bu gerçeklikten hareketle böylesi zeki öğrencilerin bulunduğu üniversitede okumak elbette ki onur verici bir durum, ancak zeki olmakta yetmez. Tahsil ettikleri eğitimden edindikleri bilgi donanımlarını tek başına değer olarak kutsallaştırmamak gerekir ki, kimlik bunalımının girdabına düşüvermesinler. Mutlaka bilgi donanımlarına ruhta katmak lazım gelir. Malum sırf kuru bilgi donanımıyla yetinmek maneviyattan yoksun diploma mezunu olmaya yol açtığı gibi kuşaklar arası kültür çatışmasını da beraberinde getirmektedir. Nasıl ki 12 Eylül öncesinde maneviyattan yoksunluk ODTÜ’de orak çekiç bayraklarıyla nümayiş yapan enternasyonal sosyalist marşı söyleyen gençliğin türemesine yol açtıysa bugünde Allah’ın beyti gözüyle baktığımız Kâbe kutsalımızın fotoğrafını yerlere serecek derecede haddini hududunu aşmış azınlık bir gurup gençlik türeyebiliyor. Belli ki her alanda olduğu gibi üniversitelerimizde de değer aşınması had safhada, bir kere yakamızı modernizmin pençesine kaptırmışız, istesek de kendi öz kültür kodlarımıza bir türlü dönüş yapamıyoruz. Baksanıza el üstünde en gözde üniversite gözüyle bakılan Boğaziçi üniversitesi artık dünya sıralamasında yüksek seviyelerden düşüşe geçmiş durumda. Öyle ya, üniversite ortamında kutsadıkları bilimde alanında bile düşüş yaşandığına göre böylesi ruhsuz bilim anlayışıyla bizi biz yapan o engin kültür hazinelerimizi kütüphanenin tozlu raflarından çıkarıp da gençlerimize kendi kültür kodlarıyla buluşturacak bir eğitim programının dâhil edilmesini beklemek hayal olur. Aslında tüm bu gördüğümüz kimliksiz manzaralar bilimle kendi kültür kodlarımızı kaynaştıramamaktan kaynaklanan ilerisinde bedelini daha da ağır ödeyeceğimiz cinsten karşımıza çıkan hazin manzaralardır. Unutmayalım ki bizi biz yapan değerlerimize sırtımızı dönmek demek şehit kanlarıyla sulanan bu topraklara nankörlük etmek olur. Ki, bunun bedeli Allah indinde ağır olacağı muhakkak. Bakmayın siz öyle nüfus cüzdanımızda uyruğumuzun T.C olarak ve dinimizin İslam yazılıyor olmasına, o etiketlenme sadece görünürde, gerçek etiketimize baktığımızda A’dan Z’ye toplumu içten içe saran kimlik bunalımı denen bir süreçten geçmekte olduğumuzu görüyoruz. Madem öyle, bu süreç daha da kangrenleşmeden ve daha derin büyük krizlere yol açmadan Bilge kağan haykırışıyla “Ey Türk titre ve kendine dön” misali neydik edip kendi öz kimlik kültür kodlarımıza dönüş yapmak zorundayız.
Peki ya batıda, Batı insanının ahval durumu nasıldır? Malum Batı insanı oldubitti hep arayış içerisinde, kendi yaşadıkları topraklarda bulamadıkları sevgiyi, hoşgörüyü ve insanlığı icabında kendi sınırlarının dışında aramaktalar. Hatta şimdilerde yüzlerini doğuya çevirip bizi biz yapan o müthiş engin klasiklerimizi ulaşma gayreti içerisindeler, bizi bizden daha iyi anlamaya çalışıyorlar. Mevlana ve Yunus'a öylesine gıptayla bakıyorlar ki bize ait kıymetlerimiz bizden daha çok dışarıda yankı buluyor. Belli ki şımarık batı gençliğine Dante, Sheakspear gibi bilgelerin klasikleri çare olamıyor, ruhun susuzluğunu giderecek kaynak doğuda gözüküyor. Batı teknolojik gelişmelerin doruğuna ulaştı ama daha henüz insan ruhunu keşfedememiş, bu konuda Pir-i Türkistan’a, Mevlana’ya, Yunus’a çok büyük ihtiyaç hissediyorlar. İşte bilge deha şahsiyetlerimizin cümle âlemde yankı bulması bu yüzdendir.
Düşünsenize bir zamanlar hem nasıl milletmişiz ki, şu içine düştüğümüz perişan halimizle bile halen insanlığın kurtuluş umudu olabiliyoruz. Nasıl umut olmayalım ki, bir zamanlar üç kıtada yediden yetmişe hemen herkesi bağrına basmış şefkat medeniyeti idik, bu sayede âlem bizimle birlikte nizam bulmuştu. Amma velâkin gel gör ki gelinen noktada vahşi kapitalizm huzur bulan o âlemi yakıp yıkmış durumda. Örnek mi? İşte Irak ve işte Suriye’de yaşananlar bunun en trajik canlı örneklerini teşkil eder. Oysa bir zamanlar bu topraklarda ne Rum, ne Rus, ne Çerkez, ne Süryani, ne Kürdü kıyılmıştı, bilakis kucak açıp Anadolu’ca ana yürek olmuştuk. Düşünsenize ittihatçıların istibdat yaftasıyla itham ettikleri Ulu Hakan Sultan Abdülhamit Han açtığı mekteplerde aşiret çocuklarının yanı sıra uzak doğudan gelen talebelere kucak açıp eğitmek suretiyle hem Türk dilini öğrenmelerini sağladığı gibi hem de Türk dilinin sıcaklığıyla ülkemizi seven topluluklar hale gelmesine de vesile olmuşlardır. İşte devletimizin şefkat kollarında yetişen toplulukların devlete olan sadakatleri icabında içte ve dışta tezgâhlanan bir takım kirli oyunları sekteye uğratıp Osmanlı’nın 33 yıl daha ayakta tutunmasına katkı sağlamıştır. Ulu Hakan Abdülhamit Han’ın yürüttüğü İttihadı İslam ve birleştirici kültür politikaları bilen biliyordu elbet. Bilmeyenlerse maalesef Ulu Hakanın akıl dolusu ekonomik, sosyal, kültürel politikalarını ve oyun bozucu hamlelerini istibdad suçlamasıyla gölgelemeye çalışmışlardır. Hele bizim topraklarımızda eğitip yetişmelerine izin verdiği insanları devlet kademelerinde görevlendirmekle güya istibdat yönetimini sağlamlaştırmak gayesi güttüğünü ileri sürmüşlerdir. Oysa bu çok büyük ön yargılı bir suçlamadır. Bakınız Ulu Hakan ön yargılı çevrelere bu konuda ne diyor: “Çeşitli rütbeler vererek subay yaptığımız aşiret ağaları yeni durumlarından memnun oldukları gibi, bu vesileyle biraz disiplin öğreneceklerdir. Uzun yıllar pek çok memuriyetlerde Hıristiyan, Ermenileri kullandık. Niçin o zaman eleştirilmedi de, kendi dinimizden olanları aynı göreve atayınca eleştiriliyor? Yazık, yazık ki ne yazık, istenildiği şekilde yorumlanıyor.”
Abdülhamit döneminden bugüne geldiğimizde ise değer meğer hak getire, artık tek geçerli değerin maddi menfaatler kapsamında şan, şöhret, mevki, makam ve para olduğu herkesin malumu. İşte tüm bu saydıklarımızdan mesela baş tacı değer olarak atfedilen para bir insanda varsa o insanda parayla birlikte baş tacıdır, o insanın parası yoksa hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur demektir. Öyle ki kimse dönüp de o adamın yüzüne bile bakmaz. Hatta fakir fukaranın yüzüne bakan olursa da o adamı da aptal yerine koyup çağdaşlığın gereği göbeğini kaşıyan adam olarak nitelenir. Hele tarım sürecinden sanayileşmiş bilgi toplumuna geçiş sürecinde metropol kentleşmenin hız kazanmasıyla birlikte kültür dejenerasyonu ve değer aşınması had safhalara ulaşmış boyuttadır. Gel de şimdi işin içinden çık çıkabilirsen, artık yaşadığımız şehirler bize yaban eller gibi gelmekte, Her birimiz çıkmaz sokaklarda kimliğimizi yitirme tehlikesiyle karşı karşıyayız. İşte böylesi kültür yoksunu çarpık kentleşmenin ruhumuzda açtığı yara hiç kapanmayacak gibi gözüküyor da. Oysa bir zamanlar bu yaşadığımız şehirlerin her karış toprağı ne izler bırakmıştı zihnimizde ve ruhumuzda. Şimdi o izler bir bir zihnimizde silindikçe kalabalıklar bize kuru yığınlar olarak, eski yollar çıkmaz sokaklar olarak, yaşama biçimiz ise tek boyutlu sosyal medya ağlarında sanal resim olarak algılamaktayız. Düşünsenize bir zamanlar Medine kavramıyla özdeşleşen erdemli şehir nabız atışımız artık toprağına taşına kovulmuş yığınların nabzında zindan şehir olarak atmakta.. Bu nasıl kentlilikse şehrin her karış toprağı eskinin hatıralarını da silip süpürerekten virane yıkık bir halde ruhumuzu esir almış durumda, varsa yoksa kentlerimizin her karış toprağında modern kölelik diyebileceğimiz bedeviyetin medeniyete galebe çaldığı maskaralığın zirve yaptığı zindan şehir hayatı söz konusudur. Bu nasıl kentlilikse insanlar kalabalıklar içerisinde selamsız sabahsız birbirinden kopuk yalnızlığa mahkûm edilmiş halde yaşamaktalar. Ah kaldırımlar bir dile gelse de kalabalıkların aslında ruhsuz yığınlar olduğunu hatırlatıverse, olur ya bu hatırlatma kendimize uyanışımıza vesile olup kimlik bunalımına tutulmayız. Baksanıza kent denince her birimizin aklına tüketim çılgınlığı içerisinde şahsiyetsiz ve kimliksiz bir şekilde kentin kaldırımlarında cadde boyu bir o AVM’den bir o Avm’ye avare avare dolaşmak geliyor. Lüks tutkunluğu ve ruhsuz yaşamak tek kriter olmuş gözüküyor. Etrafımıza şöyle bir göz gezdirdiğimiz de zaten geleneksel değerlerden söz edende yok gözüküyor, söz eden olursa da o insan hemen varoşların insanı olarak yaftalanır.
Evet, söylemesi acı ama gerçek, aynalar yalan söylemez misali çarpık kentleşmeyle birlikte geleneksel değerlerden koptuğumuz gibi kimlik bunalımının eşiğine de gelmiş durumdayız. Doğrusu kimlik bunalımının eşiğine sürükleneceğimizi hiçbirimiz bu denli beklemiyorduk. Şimdilerde varsa yoksa popüler kültür baş tacıdır. Yine de her şeye rağmen yeise kapılmamak gerekir, büsbütün de çaresiz değiliz, mutlaka kimlik bunalımının eşiğinden dönmenin bir çıkış yolu vardır elbet. Yeter ki özümüze dönmekte karar kılalım çözümde beraberinde gelecektir. Nasıl mı? Karar kıldıktan sonra idarecilerimizi yerli ve milli politikalar izlemeye zorlayaraktan elbet. Zira biz neysek idarecilerimiz de o olacaktır. Öyle ya, herkes layık olduğu idare edilir hükmünden hareketle idarecilerimizi devletle millet arasında köprü kılaraktan kimlik bunalımların ve kültürel erozyonların önüne sed çekebiliriz pekâlâ. Bunun içinde mutlaka önce kendimizden başlayıp milli ve manevi değerlerimizi toplumun hemen her kesimine nakış nakış işlemek gerekir. Aksi halde işlenmemiş çorak topraklar misali erozyona uğrayıp bizde kültür bakımdan çoraklaşmış kral çıplak toplum oluruz. Nasıl ki bir çitçi çorak toprakları ekip biçerek ya da ağaçlandırılarak arazisinin toprak kaybının önüne geçebiliyorsa aynen öylede kimlik bunalımının eşiğine gelmiş insanımızı da devlet millet işbirliği ile el ele gönül gönüle vererekten kendi öz kültür kodlarımızla buluşturmakla bu tehlikenin önüne geçebiliriz elbet.
Öyle anlaşılıyor ki, içine düştüğümüz kimlik bunalımı gibi pek çok bunalımların arka planında kentleşme, sanayileşme ve dijitalleşmeyle birlikte kendi öz kaynaklarımızı ihmal edip harekete geçirememe gerçeği yatmaktadır. Tabii kültür ihmal edilince de ister istemez kentleşme, sanayileşme ve dijitalleşme süreçleri içerisinde toplumun kendine yabancılaşması ve kimlik krizi denen bir bunalıma sürüklenmesi kaçınılmaz hal alabiliyor. Hele toplumun en önemli kesimi gençler kendi öz kimlik kaynaklarımızdan mahrum edilince her biri popüler kültürün kurbanı olarak kimlik bunalımı içerisinde adeta can çekişebiliyor. Elbette ki bu gidişata daha fazla seyirci kalmamız doğru bir tutum olmaz. O halde neydik edip gençlerimizin popüler kültürün kıskacından çıkarıp kendi öz kaynaklarımızla buluşturmak en doğru yöntem olacaktır. Bakınız şöyle geriye dönüp ülkemizde batı hayranı sürecimize, o süreçte batı kültüründen kim ne bulmuş ki şimdi gelinen noktada gençlerimiz vahşi kapitalizmin ürettiği popüler kültürden huzur bulsun. Kaldı ki bizim dışarıdan şurdan burdan bir şeyler bulmamızı gerektirecek bir durumda yoktur, bize kendi öz kaynaklarımız yeter artar da. Bize gerekli olan şu an kendi öz kültür kodlarımızı ve kaynaklarımızı hareket geçirecek kültür politikalarının tam tekmil hayata geçirilmesi elzemdir.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:51 pm

BİLGİ ÇAĞI VE BİLGİNİN GELECEĞİ
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c) balçıktan yarattığı insana ruhundan üfleyip isimlerini öğretmenin yanı sıra kullarını bilgiyle de kodlamıştır. İşte insanın diğer yarattıklarından üstün kılan yönü de bilgi donanımıyla kodlu olmasıdır. Ve insanoğlu bu bilgi donanımlı kodları sayesinde yaratılışından bu yana her asrın idrak seviyesine göre medeniyet olarak damgasını vurabiliyor. Geldiğimiz noktada ise insanoğlu bir bakıyorsun teknolojik sanayi hamleler de bulunmanın ötesinde bilgi çağının tüm enstrümanlarını kullanabilecek bilgi ve donanımına erişmiş durumdadır. Tabii tüm bu kazanımlar kayda değer hamlelerdir elbet, ancak gelinen noktada insan faktörü yok sayılıyor ya da insana eşya gözüyle bakılıyorsa böylesi bir bilgi çağı donanımı hiçbir anlam ifade etmeyecektir. Hatta bilgi çağının geleceğini değersiz kılacaktır. Oysa eşyaya ve bilgi çağını değer katanda insandır, insan olmazsa bunların hiçbir kıymeti harbiyesi yoktur. Zaten Yüce Allah’ın (c.c) yarattığı tüm mahlûkat içerisinde sadece insanı eşref-i mahlûkat olarak ilan etmesinin sırrı da bu noktada gizlidir. Zira insanı esas almayan hangi uygarlık olursa olsun buna bilgi çağı da dâhil, Akif’in ifadesiyle tek dişi kalmış canavar olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Bakınız “Gelecek Şoku”, “Üçüncü Dalga” ve “Yeni Güçler Yeni Şoklar” adlı eserleriyle meşhur Alvin Toffler; insanlığın geçirdiği evreleri tarım, sanayi ve bilgi olmak üzere üç dalga olarak tasnif etmiştir. Gerçekten de en son dalgada ki bilgi tanımlaması çağımıza siluetini ortaya koyan bir dalgadır. Ancak en son tahlilde yer verdiği bilgi dalgasında ne yazık ki insan faktörü ve manevi değerler unutmuş gözüküyor. Belli ki yeni güç dalgası tıpkı insansız hava araçları gibi ruhsuzlaşmayı öngörüyor. Dedik ya, eşyaya ve bilgi çağını değer katanda insandır, dolayısıyla insan faktörünün göz ardı edildiği yeni güç dalgasının ve ruhsuz bilginin hiçbir ehemmiyeti yoktur. Hem o bilgi neye yarar ki, bunu günümüz insanının aşırı derecede teknolojiyle hemhal olup robot hale gelmesinden anlayabiliyoruz da pekâlâ. Kaldı ki, dış yüzü cilalı boyalı bilgi çağında insani değerlerden yoksun kitlelerin ruhsal bunalımın girdabında habire debelenib durduğu artık bir sır değil, her şey gün gibi aşikâr. Madem her şey apaçık ortada, o halde bize balkondan seyretmek yaraşmaz, bilakis meselenin üzerine gidip bir hal çaresi bulmak yaraşır.
Aslında büsbütün çaresiz de değiliz, hiç kuşkusuz o çare bilgi çağını hem maddi hem de manevi değerlerle donatmaktan geçmekte. Geliniz hep birlikte bilgi çağında bilgi teknolojilerine ruh katalım ki, tüm insanlık bilgi teknolojisinin kölesi olmaktan kurtulup ab-ı hayat bulabilsin. Aksi halde bilgi çağında insanlık ruhunun susuzluğunu giderecek çareyi içi boş ideolojik reçetelerde arayacaktır. İnsanlık çareyi ideolojilerde arasa da sonuçta hiçbir şey fark etmeyecektir, çünkü her bir ideolojik akım taş patlasın insana belki 1-2 yıl merhem olabilir, gerisi gelmeyeceği muhakkak. Hani denilir ya, kel derman bulsa başına sürer diye, aynen öylede çare diye kapısı çalınan her bir ideolojinin de miadı ancak 10–15 yılı bulmakta, miadı dolunca da tedavülden kalkması kaçınılmazdır. Ve Daniel Bell 1960’ta çıkardığı “İdeolojinin Sonu” adlı eseriyle de bu durumu teyit ediyor zaten.
Evet, ideolojilerin ömrünün bir insan ömrü kadar uzun olmadığı tarihin bizatihi kendisi şahittir. Örnek mi? İşte Faşizm, İşte Nazizm, İşte Komünizm gibi tüm ideolojiler bunun en çarpıcı örneklerini teşkil eder. Mesela Karl Marx’ın komünizm ideolojisine bir bakıyorsun Rusya’da ancak 70 yıl tutunabildi. Ve akabinde tarihin çöplüklerine gömülmüştür. Öyle ki, bizim içimizde ki şu meşhur eski sol tüfeklerimizde o yıllarda bir sabahleyin uyandıklarında Rusya’da komünizmin çökmesiyle birlikte hem demir perde ülkelerinin, hem de kardeş Türk cumhuriyetlerinin dağıldığını gördüklerinde şaşkın leyleğe dönmüşlerdir. Nasıl şaşkın leylek olmasınlar ki, Karl Marx’ın dillendirdiği kapitalizmin çökeceğine dair tezinin tam aksine çöken kominizim oluyordu. Dahası bu ideolojiye gönül bağlayanların ikide bir dillendirdikleri insanlığın tarihsel gelişiminde sırasıyla; ilkel komünal toplum, köleci toplum, feodal toplum ve kapitalist toplum aşamalarını geçirdikten sonra en son varacağı noktanın komünist toplum olacağı tezlerinin fiyaskoyla sonuçlandığını görmek onları ölümden beter bir şok yaşamalarına ziyadesiyle yetmiştir. Nasıl şok yaşamasınlar ki, baksanıza ne umdular ne buldular misali kehanetlerinde umdukları pembe tablo yerine:
-Serbest piyasa ekonomik modelinin işlerlik kazanıyor olması,
-Sivil toplum olgusunun yerleşmesi ve katılımcı demokratik anlayışların kitlelerce kabul görür gibi tabloyla karşılaşıyor olmaları gelecekle ilgili tüm hesap ve planlarının bir anda alt üst olmasına ve heveslerini kursaklarında bırakmaya yetmiştir. Derken en nihayetinde Karl Marx’ın hararetle öne sürdüğü; kapitalizmin son aşamasının komünizmi doğuracağı kehaneti bilgi teknolojisinin egemen olduğu dalganın egemen güç olmasıyla birlikte son bulmuştur. Hiç kuşkusuz aynı akıbet kapitalizm içinde kaçınılmaz bir alınyazısıdır, eninde sonunda komünizmin başına gelen kapitalizminde kalbinden vuracaktır. Yukarıda dedik ya, hiç bir ideoloji uzun ömürlü olamıyor. Zira bütün izm’ler, Cemil Meriç’in ifadelerinden yerini bulan; idrakimize giydirilmiş deli gömlekler olması hasebiyle her bir ideoloji ekonomik buhranlı dönemlerin ve konjonktürel şartların tetiklediği ürünler olarak ortaya çıkmakta, bu yüzden er geç çökmeye mahkûmdurlar. Bu kez Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezi bizim açımızdan daha henüz erken, çünkü sosyalizmin çökmesiyle tarih sonlanmadı belli ki tarihin ibresi bu kez kapitalizmin çöküşü için dönmekte. Hatta tâ ki, Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu “Nurumu tamamlayacağım” vaadi vuku bulana dek tarih saatinin ibresi kıyametin en nihai vaktine dek devam edecekte. Anlaşılan o ki; İnsanlığa gelecekte soluk aldıracak olan ‘izm’ler değil, vahy’in soluğu aldıracaktır. Bir başka ifadeyle Yüce Allah’ın El-Âlim isminin tecellisi olarak vahyin nuruyla taçlanmış objektif ve sübjektif bilgiler geleceğe damgasını vuracaktır. Buna Müslümanlar olarak inancımız tamdır.
Malumunuz vahyin nuruyla taçlanmış bilginin maddi yönünü teknoloji, sübjektif yönünü mukaddes değerlerimiz oluşturur. Artık günümüzde materyalist öğretilerin bayatlayıp sırasıyla objektif bilgi, sübjektif bilgi ve en nihayetinde ilahi olan mutlak bilgiye doğru ibrenin eviriliyor olması, bilgi çağının gelecekte ki en dikkat çeken hadisesi olacaktır. Zaten işin birinci aşamasında objektif bilgiye yönelik akademik çalışmaların büyük ölçüde tamamlanıyor olması bunu teyit ediyor. Tüm bu gelişmelere ilaveten birde bunun ikinci aşaması sübjektif bilgilerde dâhil olduğunda hiç kuşkusuz üçüncü aşama olarak mutlak bilginin tecellisi de beraberinde gelecektir. Hiç kuşkusuz maneviyattan yoksun ideolojik öğretilere dayalı bilgilerde fosilleşmiş kayıtlar olarak tarihin çöplüğüne karışacaktır. Nitekim bunun ilk sinyallerini daha şimdiden Bilgi çağında bilgi üretimine hız verilmesiyle birlikte suni tabanlı militarist eğilimlerin havasının sönüp ortamın giderek yumuşamaya evirildiğinden görebiliyoruz. Malumunuz, Bilgi çağında artık sırf tarım toplumunun düşünce kalıplarıyla bir arpa boyu yol alınamayacağı muhakkak. İlla ki bilgi çağının düşünce kalıplarıyla hareket etmek durumundayız. Ama bu demek değildir ki köklerimizle bağımızı koparıp ruhsuz sırf kuru bilgi donanımıyla çağa damgamızı vurmuş olalım. Bilakis:
-Bundan muradımız o dur ki, hem bilgi donanımızla hem de geleneksel değerlerimizi yaşayarak ve yaşatarak çağa damga vurmuş olalım,
-Bundan dahası muradımız o dur ki, çağlar üzerine sıçramada sırf bilgi donanımıyla değil, işin içine köklü geleneksel değerlerimizi de katarak çağa damgamızı vurmuş olalım,
-Bundan daha ötesi muradımız o dur ki, bilgi çağında Yüce Allah’ın El-Âlim isminin tecellisine (Mutlak Bilginin tecellisine) mazhar olmak iştiyakıyla yanıp tutuşan, aynı zamanda düşünen ve düşündüğünü uygulayabilen bir elde Kur’an ve bir elde bilgisayarıyla çağa damgasını vuracak alperen tipi insan yetiştirmiş olalım.
-En nihayetinde muradımız odur ki, bilimin kaynağı Mutlak bilginin tecellisiyle yoğrulmuş balçıkla ruhun bileşkeni bilge aşkın vuslatla nihayet bulmuş olmasıdır.
İşte bu sıraladığımız tüm bu muradlarımızın aksine bilgi çağında genç beyinlerimizi maneviyattan yoksun bıraktığımızda biliniz ki kendi ellerimizle onları kimlik bunalımının eşiğine sürüklemiş oluruz. Öyle ya, şayet romantizmini yitirmiş batı insanının düştüğü girdaba düşmemek istiyorsak, mutlaka “Bir elde bilgisayar, diğer elde Kur’an’ımız”la çağlara ferman buyurmakta fayda var elbet. Zira balçıkla ruhun karışımı ‘Bilge Âdem’ olmak tüm insanlığa soluk olmayı gerektirir. Örnek mi? İşte Vahyin soluğu Osmanlıda üç kıtada medeniyet olarak mührünü vurmasına ziyadesiyle yetmiş olması bunun en bariz örneğidir. Malum, Osmanlı örneğinin tam aksine Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın mana ve ruhundan yoksun toplumların hali ise bilginin objektif ve sübjektif karışımına değil, dış kabına ve cilasına meftunlardır. Oysa bilgi çağında insan bilginin kendisine değil de kompütür aygıtına kapılmakla kendi kendini robotlaşmaya mahkûm etmekte. Baksanıza yapılan araştırmalarda teknolojiye aşırı derecede odaklanılmış ülkelerde maneviyatsızlıktan dolayı ruhi bunalımın had safhalarda olduğu gözlemlenmiştir. Öyle ki böylesi toplumların yaşadığı anla alakaları yoktur dersek yeridir, adeta kalabalıklar içerisinde yalnızdırlar. Tabii hal vaziyet böyle olunca, yalnızlaşan bireyler ya çareyi intihar etmekte bulmakta ya da terör örgütlerinin canlı kalkanı ve bombası olmaktalar. İşte böylesi durumlara meydan vermemek için bilgi çağında bilgi teknolojisinin içerisine mutlaka maneviyatta katmalı ki; kalabalıklar içerisinde insanlar yalnızlaşmasınlar. Aksi halde bilgi çağında ‘Hayır hah topluluklar’ oluşturma düşünce hedefimiz hayalden öte bir anlam ifade etmez.
Evet, Bilgi çağında insan makinenin diline vakıf olduğu kadar ruhunun sesine de kulak vermesi gerekir ki hayatta robotik bir mahlûk olarak değil eşrefi mahlûkat olarak var olduğunun farkına varabilsin. Bakınız Nobel Fizik ödülü kazanmış Pakistanlı Abdus Salam bir konferansta şöyle der; “Umarım sizi bugünün şartlarında birinci sınıf bir bilim olmadan teknoloji olmayacağına inandırabildim. Bazılarımız sanırım teknolojinin tarafsız olduğuna, bilimin ise değer yüklü olduğuna inanırız. Çağdaş bilimin akılcılığa götürdüğüne, hatta dini inkâra götürdüğüne (...) inananlarımız da vardır.” (Abdus Salam, Bilim Aktarımı ve Teknoloji Aktarımı, Fizik Mühendisliği, Cilt.3. Sayı 28 Mart 1984). İşte Pakistanlı Abdus Salam’ın sözlerinden anlaşıldığı üzere bilgi üretecek bilim adamı yetiştirmeden teknolojinin olamayacağını, icabında bu da yetmez üretilen bilimin değer yüklü olması gerektiğine işaret edip, son noktayı şöyle bağlar:
“Çağdaş fiziğin hiçbir buluşu Kur’an’a ters düşmemektedir.” (Bkz. Abdus Salam, idealler ve Gerçekler, Sayfa 40,1992).
Zaten bilgi çağında manevi değerlerimizi de yaşattığımızda biliniz ki bilge insanlarımız karşımıza birer mekanik robot ve ruhsuz akıl hocası olarak çıkmayacaktır. Şayet aksi bir manzarayla karşılaşmak istemiyorsak bilgi çağında mutlaka mekanikleşmeksizin, insan ruhunun susuzluğunu giderecek geleneksel köklü değerlerimizi de işin içine katmamız icap eder. Gerçektende Bilgi çağında son derece iyi yetişmiş bilim ordusu oluşturmakla ancak bilgi çağının en üst seviyelerine çıkmak mümkün olabiliyor, bunun dışında işin sadece edebiyatını yapmış oluruz. Düşünsenize yakın tarihte Demir Perde ülkeleri NATO karşısında bir güç olarak adından söz ettirmişse bunu büyük ölçüde ta Çarlık Rusya döneminde Deli Petro’nun kurduğu bilim akademileri ve teknokrat bilim adamlarından oluşmuş yapıya borçludur. Bu alt yapının etkisi 1957 yılında Sovyetlerin Sputnik’i uzaya attığı tarihe kadar devam edebilmiştir. Hele bilhassa sanayi çağında, yani ikinci dünya savaşı sonrası Sovyetlerin hal vaziyet durumuna baktığımızda ise bu alanda eskisi kadar pek etkili olduğunu göremiyoruz, hiç kuşkusuz bunda komünizmin çok büyük olumsuz dahli vardır.
Şurası muhakkak bilgi çağına ulaşmada bilim akademilerimizin sayısının artırılmasının yanı sıra bilim kadrolarının (bilim ordusu) yetişmesi de çok önem arz eden bir husustur. Maalesef Türkiye olarak bu noktada diğer ülkelere kıyasla üniversite sıralamasında çok gerilerdeyiz. Keza bilim kadrosu bakımdan da öyleyiz. Hatta Pasifik kuşağı ülkelere nispeten durumumuza baktığımızda ise içler acısı tabloyla karşılaşırız. Mesela gelinen noktada Güney Kore’ye bir bakıyorsun 256 üniversite ve 21 araştırma enstitüsüyle dikkatleri üzerine çekmekte. Bu demektir ki dünya ölçeğinde bizim bilgi donanım kapasitemiz 36. sırada bir yerdir. Dahası böylesi bir tablo için gaflet ve dalaletimizin hazin bir göstergesinden başka bir şey değildir dersek yeridir. Neyse ki 27 Mayıs, 12 Eylül ve 28 Şubatın gaflet ve dalaletinin üzerimizdeki açtığı derin yaraların etkisinden kurtuldukta şimdi hemen her ilde üniversite açabilecek kapasiteye erişebilmişiz. Böyle de olması gerekirdi zaten. Çünkü bir zamanlar tüm cihana medeniyet bilinci aşılayan ceddin torunlarıyız biz. Kaldı ki bilim sadece bizim coğrafyamızda bize has ürettiğimiz bir değer değil elbet, bir bakıyorsun Süryani çeviricilerin Yunan kaynaklarını Arapçaya tercüme edip Grek kültürünü bizim topraklara kazandırdıklarını görüyoruz. Böylece tarihin sayfaları bilimin doğu batı buluşmasına şahitlik etmiş olur. Zaten Müberra Dinimiz “İlim Çin’de de olsa alınız” beyan buyurmakta, böylesi bir buluşma gayet tabiidir. Zira Sabit İbn Kurra ve Rabbi Ben Ezra gibi çeviricilerin iklimimize taşıdığı bilgi ve kültür kaynaklarını Arapçadan Avrupa dillerine aktarılmasıyla birlikte, batı kendi Rönesans’ın temellerini atmıştır. Bir başka ifadeyle doğu, batı âlemine Rönesans’ını gerçekleştirmede rehberlik etmiştir. Şayet batı bilim ve kültür hazinelerini kendi dillerine aktarmasalardı bugün batı medeniyetinden söz edemeyecektik. George Sarton haklı olarak; “İslâm olmasaydı Rönesans gerçekleşmezdi” deyip bir gerçeği dile getirmiştir.
Uluslararası arenada hem bilgi almakta hem de bilgi aktarmaktan bulunmaktan durduk yere endişeye kapılmaya hiçte gerek yoktur, tam aksine bize bilim neredeyse orada olmak yaraşır. Kaldı ki küresel çapta bilgi alışverişinde bulunmak ülkemizin yararına sayısız fayda sağlayacaktır. Bakınız Tayvan bilgi toplumu olmak uğruna ABD’ye öğrenci göndermekle aslında değim yerindeyse oralarda 30 bin civarında bilim üssü oluşturduğunu görüyoruz. Hakeza G. Kore’de aynı amaç doğrultusunda 250 bini aşkın yetişmiş bilim adamını ve mühendisini ABD’de bilimsel araştırmalar için seferber ettiğini görüyoruz. Böylece gönderdikleri insanlar ülkelerine döndüklerinde edindikleri bilgileri ülkelerine kazandırmış oluyorlar.
Peki ya, bizde durum vaziyet nasıldır? Nasıl olacak, hele bilhassa 2002 öncesi zihniyet kalıplarımıza baktığımızda o yıllarda yurt dışına öğrenci göndermek sanki suçmuşçasına gidenlerin arkalarından dedikodu kazanı kaynatmışız hep. Yetmemiş birde üstüne üstük gidenleri Batıcılıkla itham etmişiz. Oysa dedikodusunu yapmak yerine genç beyinlerimizi bu işe teşvik ederekten oralara göndermiş olsaydık Türkiye’ye döndüklerinde bilgi teknolojisinin gelişmesine çok büyük katkıları olacaktı. İnşallah bundan böyle umulur ki, tüm bunlardan ders çıkartırız da bir daha o eski zihniyet alışkanlıklarımıza dönmeyiz. Her ne kadar Milli Şef dönemi ve 27 Mayıs, 12 Eylül, 28 Şubat ve 15 Temmuz dönemlerinin ağır travmaları artık çok gerilerde kalsa da, bugün de gelinen noktada bilgi çağıyla entegrasyonu sağlayacak yurt dışında öğrenci sayımız pekte arzulanan seviyelere gelmiş sayılmaz. Hiç kuşkusuz bunda YÖK’ün bir zamanlar 28 Şubat zihniyeti kalıplarından palazlanaraktan bilgi çağında bilgi toplumu olma yolunda engelleyici tutum içerisine girmelerinin çok büyük payı vardı elbet. İşte o gün bugündür o yaşadığımız ağır travmalarının yaralarını sarmakla meşgulüz hala. Şayet tam manasıyla yaralarımızı sardığımızda dirilişe geçeceğimiz muhakkak. Öyle ya, ne de olsa statükocu zihniyet tarumar olmuş durumda, şimdi tamda dirilişe geçme vaktidir. Hem nasıl ki Hezarfen Ahmed Çelebi uçuş bilgisine ulaşmak için Galata kulesinden kanatlanmışsa aynen öyle de bizimde tez elden bilgi uğruna kanatlanıp bilgi çağının en üst seviyelerine ulaşmamız gerekir.
Velhasıl-ı kelam; gün bilgi toplumu yolunda seferber olmak günüdür, gün yeni ufuklara kanatlanmak günüdür.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:52 pm

BİLGİ TOPLUMU
SELİM GÜRBÜZER
Bilgi toplumu çağın meselelerine vakıf, aynı zamanda olayları yerinde ve zamanında kritik edebilen toplum demektir. Bilmek kıyas etmektir zaten. Madem öyle, önce kendi iç dinamiklerimize vakıf olmalı sonra dış dinamiklerle nasıl baş ederiz bunun derin muhasebesini yapmak gerekir.
Şu bir gerçek bizim çağdaşlıktan dem vuran batıcılarımızın pek çoğu Batının cilalı boyalı uygarlığına göbekten bağlıdırlar, ama bu nasıl bağlılıksa Batı dünyasını da tam kavramış sayılmazlar. Şayet kavramış olsaydılar Batı’nın satıh üstü cilalı boyalı plastik yenilikleri yerine teknolojik donanımını alıp bilgi çağının gereklerini yerine getirmiş olmaları icab ederdi. Bakınız İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin temel nedenlerini sıralarken; bilhassa şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünü onların görgü kurallarında ve müesseselerinde arama duygusuna bağlar. O halde bu tespitten hareketle bir an evvel bu güzel ülkemizin ufkunu objektif ve sübjektif bilgilerle donatacak ‘Bir elde Kur’an bir elde bilgi teknoloji” donanımlı neslin yetiştirilmesi gerekir. Yetiştirilsin ki, Bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerleyip modern çağ dedikleri çağın en üst seviyelerine sıçrayabilelim. Mutlak Bilgi
Bilindiği üzere objektif ve sübjektif veriler, Yüce Yaratıcı’nın ezeli ilminden kullarına bahş ettiği bilgi yüklü mesajlardır. Hiç kuşkusuz ilk verilen mesajdan şu anlam çıkar: bilginin asıl kaynağının Allah olduğudur. Sonrasında ise bilgimizi içinde bulunduğumuz toplum oluşturur. Madem ilmin kaynağı Yüce Allah, o halde kulları üzerinde tecelli eden isimleri, yani Âdem’e kodladığı isimleri kavramak ve bezm-i eleste verdiğimiz söze sadık kalmamız icap eder. Hem madem Dünya fani ahiret baki, o halde geçici olan bilgilere değil ebediyete mal olacak bilgilere talip olmak gerektir. Ki, maddenin özünde nesnellik vardır, bu yüzden ebediyete mal olacak veri olmaktan acizdir, ölümlü olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstüne üstük maddeyi ne kadar büyültürsek büyütelim, ya da ne kadar minimize (küçültürsek) edersek edelim eninde sonunda yine sınırlı kalıp her daim yok olmaya mahkûmdur. Şüphesiz Yüce Allah’ın El-Âlim ismi hürmetine eşyanın tabiatına vakıf olabiliyoruz. Hatta El-Âlim isminin tecellisiyle fizik ötesi bilgilere de vakıf olunabiliyor. Kaldı ki bir mümin ilim öğrendikçe kulluğunun bilincine varabiliyor. Derken bu sayede dünyanın geçici olduğunu ahretin ise ebedi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Şayet Allah’ın mutlak bilgisinin tecellisinde istifade etmek diye bir derdimiz varsa ilmede yönelmemiz gerekir. Fert fert kendimizi ilme adayalım ki, Erdemli Bilgi toplumu olmak yolunda hedefimiz hayalin ötesinde hakikatin ta kendisi olsun. Ancak bunun için ilk önce azim ve gayret gerekir sonrada itidal üzere yol almak lazım gelir. Nasıl ki bir fikir ortaya koyarken 'övme-yerme-itidal' tarzında üç değişik yöntem izleniyorsa, hakikat yolunda da ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayağı üzerine itidal bir yol izlememizde fayda vardır elbet. Birincisinde fikir ortaya koymak iyi hoşta itidal yöntem dışında işin boyutu övme ve yerme şeklinde tartışmaya dönüşürse o fikrin hiçbir anlamı olmayacaktır. Hele hele televizyon ekranlarında ve meydanlarda ateşli siyasi kısır çekişmelerin tavan yaptığını gördüğümüzde itidal üzere bir orta yol takip etmenin çok doğru bir yöntem olduğunu daha da fark etmiş oluruz. Siyasi uzlaşmazlıklar malum çoğu kez ya aşırı övme şeklinde ya da tam tersi aşırı yerme şeklinde kendini ele vermektedir. Öyle ki, kurtlar sofrasında itidallik devre dışı kalınca kimi kahramanlıktan dem vurmakta kimi de hainlikle dem vurabiliyor. İşte koyu cehalet ortamları bu ya, bir bakıyorsun övgü yağdıranlar kahramanının hatalarını görmezlikten gelirken sövgü yağdıranlar da hasmının doğrularını bile görmezlikten gelip hainlikle damgalayabiliyor. Oysa bilgi toplumu olmak veya vakıalara analitik açıdan bakmak varken bu tür övgü ve eksenli metotlarla kısır çekişmelerin içerisine girmekle bir arpa boyu yol alamayacağımız muhakkak, O halde neydik edip itidalliği elden bırakmayaraktan analitik düşünce biçimi bir yol takip etmeyi kendimize düstur edinmekte fayda vardır. Zira ‘Bilgi Toplumu’ olmanın yolu ifrat ve tefritten uzak analitik düşünce tarzı bir usul geliştirmekten geçer. İkincisi için, yani ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayakları için zaten bize bu hususta kelam etmek düşmez, tamamen bu üçlü sacayak tedrici olarak basamak basamak fizik ve fizik ötesinin sırlarına ulaşma kabiliyetine haiz Ariflerin harcı bir alandır.
İfrat-Tefrit
Beşeri boyutta bilgiye ulaşmayı müessese açısından baktığımızda ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun medreseler konusunda fikir beyanında bulunanlar içerisinde ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, az olsun benim olsun düşüncesinden hareketle tefrite (normalden aşağı) sarılanlarda var. Anlaşılan ortada bütün kabahati medreselere yükleme hastalığı veya aksayan yönlerini görememek denen basiretsizlik söz konusudur. Bikere bu mevzuda ön yargılı davrananların çoğu statükocu kesimden oluşmakta. Dolayısıyla ön yargılı kesimi fazla ciddiye almamak gerekir. Aksi halde kıymetli zamanımızı boşu boşuna harcamış oluruz. Diğer bir kesimde okullu olmayı kabul etmezler. Neyse ki günümüzde bu tip düşünceye eskisi kadar pek rağbet eden kalmadı, bu yüzden okul üzerinden tartışma yapılmamakta, daha çok medrese üzerinde tartışma yapılmakta. Ancak bu tartışma medreselerimizin lehine değil, maksadını aşacak aleyhine bir tartışmadır. Belli ki bir takım akademisyenlerimiz medreseleri son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için bu hususta ifratta sınır tanımamaktalar. Elbette ki tenkit ettikleri noktalarda haklı oldukları hususlar vardır. Dahası medreseyi itibarsızlaştırmaya yönelik el insaf dedirttirecek türden bir ifrat yaklaşımdır bu. Oysaki topyekûn reddetme anlayışı objektif bakış anlayışla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Kaldı ki ortada okullu olmaya karşıt tavır sergileyende yok.
Hele ki günümüz okul sisteminde fen, matematik derslerinin ağırlıklı olarak verilmesi yerinde bir yaklaşımdır. Okullarımızda eksiklik aranacaksa, o da malum geçmişte matematik, fen, matematik astronomi vs. alanlarında beyin fırtınası yapıp ter dökmüş emek sarf etmiş İslâm bilginlerinin biyografisine ve ortaya koydukları yazılı eserlerine yeterince yer verilmemesidir. Öyle ya, doğrusu bizde merak ediyoruz, acaba bugün kaç eğitimcimiz Türk matematikçimiz Salih Zeki’nin “Asar-ı Bakiye” eserinden haberdardır. Ya da Tıp Tarihin de Müslüman Tıpçılarımızın da olabileceğinin bilincinde olan kaç doktorumuz var acaba. Hiç düşünmeye gerek yoktur, bir zamanlar Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye yaptığı dönemleri hatırladığımızda bu bilinçte okullumuzun çıkmayacağı muhakkak. Peki ya, edebiyat alanında ki kısırlığımıza ne demeli. Geldiğimiz noktada Cevdet Paşa gibi şahsiyetler durum hariç hiçte iç açıcı değil, edebiyatımızın hal ve ahvali kelime hazinemizin yerlerde sürünmesinden belli, maalesef kısırlık doruk noktadadır.
Bu arada tabiat bilimleriyle din bilimi bir arada yürümez iddiasında bulunanlara sormakta fayda var. Acaba nasıl oluyor da Avrupa her ikisini birlikte yürütebiliyor? Bakınız Almanya’da din eğitimi tâ ilkokuldan başlamakta. İngiltere’de eğitim Papazların öncülüğünde ve dini ayin eşliğinde start almakta. İsrail Tevrat’ı baş tacı görür. ABD ise İncil üzerine el basaraktan yemin edip diploma töreni gerçekleştirir. Hadi verdiğimiz bu örnekleri yoksaysak bile, peki ya şu izafiyet teorisiyle adından söz ettiren Albert Einstein’in; “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allah'ın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum” diye sarf ettiği akıl dolu sözlere de mi kulak asmazlar.
Malumunuz medrese bugünkü manada üniversite demektir. Dolayısıyla medrese kavramını ve usullerini topyekûn reddetmek doğru bir tespit değildir. Kaldı ki, en meşhur matematikçi ve doktorlar medreselerden çıkmıştır. İşte Cebir, işte İbn-i Sina gibi bilge şahsiyetlerin varlığı bunu teyit ediyor. Keza Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden âlimlerimiz tarihi belgeleri bin bir emek sarf ederekten gün yüzüne çıkaran tarihçilerimiz, tıpkı Mecellede olduğu gibi kanunları madde madde tasnifleyerekten sistematik hale getiren hukukçularımız da medreselilerdir. Hatta Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edip arşivleyenlerde medreselilerdir. Tâ ki Osmanlı’nın yükselişten gerilemeye yüz tutar, işte o gün bugündür Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilge insanları mumla arar olduk. Günümüzde böyle meşhur bilge şahsiyetlerin çıkmaması gerçekten düşündürücü, bir o kadarda hazin bir durumdur elbet.
Bakınız Muallim Cevdet ne diyor; “Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Asıl maharet eski ile yeniyi telif edebilmektedir.” İşte bu müthiş sözlerden de anlaşılan o ki, eski ve yeni konusunda ne ifrata, ne de tefrite kaçmalı, en doğrusu itidal üzere olmaktır. Çünkü İslâm medeniyeti ne selefiye ekolünden gelen tekrarcıların elinde yükselişe geçmiştir ne de Batı düşüncesinin temellerini oluşturan “Hıristiyanlık- Yunan felsefi -Roma hukuku” üçlü sacayağını kopya ederekten yükselişe geçmiştir. Besbelli ki bilgi çağında Bilgi toplumu olmanın tek yolu körü körüne kopya etmekte değil “Kökü mazide olan ati” olmaktan geçmektedir. Kaldı ki tekrarcılık, taklitçilik, taassupçuluk ve köksüzlük asla bize yaraşmaz.
Bazı aklı evveller Batının teknolojik gelişmişliğine bakaraktan sanıyor ki batı insanı güle oynaya hayata tutunmakta, oysa orada ki gençlerde hayata sıfırdan başlayıp bin bir zorluklara katlanarak hayata tutunmaktalar. Hani her çilenin sonu aydınlık denilir ya hep, bizde de malum bir zamanlar medreselerimiz de yetişen talebeler aynı durumda hayata sıfırdan başlayıp öyle ilim yoluna koyulurlardı. Öyle ki medreselerde ilim tahsil ederken bile yemeğini kendileri pişirmenin yanı sıra elbiselerinin temizliğini ve odalarının tanzimini de kendileri yapardı. İşte hor görülen medreselerin hali buydu. Okulların haline baktığımız da ise çile mile hak getire, bahse konu olan tüm bu işler efendi harcı değil, hademe işidir denilmekte. Bakın Thomas P. Rohlen, Japonların eğitim sistemini incelediğinde orda ki eğitiminin 4 aşamalı süreçten geçerekten hayata tutunduklarını şöyle tasnifleyerek izah getirir:
-Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
- Askeri üs ziyaretleri yaptırılmak suretiyle vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
- Meslek sahibi oluncaya kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
- Sabır yürüyüşü tatbikatları vs.
Hakeza Batı eğitim sisteminin pedagoji formasyonunu incelediğimizde bizim geçmişteki medreselerimizle benzer uygulamaları görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; medrese usulünde “Arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla” anlayışı hâkimdir. Yine Batı pedagoji formasyonunun temelinde sevgiyi ön plana alan bir anlayışta vardır. Bugün okullarımızda bırakın sevgiyi, ağza alınmayacak argo tabirlerden tutunda eroin kokain, vs. her ne ararsan sirayet etmiş durumda. Oysa bugünkü Batı’da eğitim sistemi öğrenciyi okuldan nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Hatta Batıda tıpkı Japonlarda olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaya yönelik uygulamalara benzer programlarda yer alır. Nitekim Batı üniversitelerinde eğitim gören öğrenciler günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da pratiklik kazanmak amaçlı birçok sektörde çalışarak geçirirler. Malumunuz bir zamanlar medreselerimizde bugünkü Batıdan daha da ileri seviyede diyebileceğimiz bir uygulamayla dersler öğlene kadar olup, haftanın iki günü ise tatildi. Yetmedi tarım ve ticari hayatın yoğun olduğu aylarda öğrenci yılın üç ayı serbest bırakılırdı. İşte bu tarz “Erdemli Bilgi toplumu” olma zihniyeti vardı. Maalesef bugünün eğitim müfredatına baktığımızda, sabahtan akşama kadar omuzlarına bindirilmiş yüklü programlar altında ezilen binlerce gencin dışarıya vakit ayıracak zamanları kalmadığı gibi iç ve dış reflekslerininse zayıflamış bir halde görürüz. Değim yerindeyse bu tür yanlış uygulamalar yüzünden öğrenci adeta piyasadan kovulmuş durumdadır. Basitten mükemmelliğe doğru bir program takip etmek varken onca yük bindirme, onca eziyet niye şaşmamak elde değil. Sadece yük bindirmeye yönelik ders programların altında ezilme söz konusu olsa belki bu denli eseflenmezdik, tüm bunların üstüne üstük birde ders ünitelerinde işlenen konuların hemen hepsinin aşırı derecede şişirilerekten bilgi kirliliğine kurban verildiğini gördükçe eseflenmemek ne mümkün. Okullarımız, güya Batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu kurulmasına ama gel gör ki geldiğimiz noktada Avrupa'yla aramızda eğitim yönünden taban tabana çok büyük tezat teşkil edecek uçurumlar söz konusudur. Şayet hal vaziyet böyle devam ederse, şimdiden hayata yenik düşmüş, kendinden bezmiş genç nesilleri karşımızda bulacağız demektir.
Neydik edip bu tabloyla karşılaşmamak için illa ki halkla iç içe gençlik yetiştirmelidir. Şöyle etrafımıza dönüp baktığımızda ailesinden kopmuş, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversite mezunu bir sürü başıboş insan görmekteyiz. Elbette ki halktan kopuk vaziyette mezun olmuş bir üniversitelinin, aramızda kanadı kırılmış garip bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durumdur. Tarihe ki medreselerimize şöyle bir bakın talebeyi ne doğup büyüdüğü topraklardan ne de sosyal ve ekonomik hayattan ruhen koparıyordu, Şimdi ise tam tersi öyle bir haldeyiz ki artık üniversiteli gençler halkla iç içe olmayı bayağılık görür hale gelmiştir. Oysa gerçek anlamda ‘Bilgi toplumu’ demek halkla eğitim kurumlarının iç içe hemhal olması demektir. Şayet bilgi toplumu olmak diye bir derdimiz varsa sosyal hayatla iç içe olacak tarzda eğitim programlarını pratiğe döküp hayatın her alanında uygulaması icap eder.
Biz ki halkla hem hal olan nice Bilge şahsiyetleri “Halkı aydınlatan kandiller” olarak Nizamiye Medresesi gibi pek çok medreselerin başında baş tacı edinmiş ecdadın torunlarıyız, o halde bu günde aynı ruhla ‘kökü mazide ati’ ilkesini düstur edinmiş bilge akademisyenlerimizle yeniden üniversitelerimizi aydınlık meşalesi olarak şaha kaldırabiliriz pekâlâ. Öyle ya, ta Selçuklu döneminde bunu başarmışız, bu günde ecdat torunları olarak neden bizde başarmayalım ki. Nitekim böylesi bir ruhla kurulan medreseler sayesinde Selçuklu medeniyeti o günkü şartlarda;
- İlim, kültür, sanat ve ticaret,
- Şehirlerde hatırı sayılır sermayedar bir sınıf,
- 100.000 dinara varan havale senetleri,
- Çek usulü tatbikatları vb. uygulamalarla damgasını vurmuş bile. Bakınız Prof. Dr. Osman Turan “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu konularda geniş bilgi vermenin yanı sıra çek usulü tatbikatların bugünkü modern bankacılığın temeli olduğunu da kitabında dile getirmiştir.
Şu bir gerçek Bilgi çağında statükocu programa şiddetle bağlılık ne kadar sıkıntı bir durum oluşturuyorsa, programsızlıkta aynı derecede sıkıntı oluşturmakta. Bilhassa 28 Şubat zihniyeti eski Türkiye’de tüm üniversitelerde malum resmi program tatbik edildiğinden dolayı, yürütülen eğitim öğrencinin araştırma ruhuna göre değil ezberci bir eğitim anlayışı çerçevesinde öğrenciye hazır kalıplar sunuluyordu. Sonrası malum; ahu vahlar, sızlamalar havada uçuşup “Bizde araştırmacı yetişmiyor” türünden serzenişine dönüşüyordu hemen her iş. Oysa araştırma ve uygulamaya yönelik bir eğitim modeli oluşturulmuş olsa deney ve gözlem esas olacağından ezberci anlayış rafa kaldırılmış olacaktı. Bakınız İslâm’da teorik bilgi ilmel yakin, gözleme dayalı bilgi aynel yakin, tecrübe bilgi (deney) ise hakkel yakin olarak karşılık bulur. Mesela kitap okumak ilmel yakin manasına teorik bilgi edinmektir, okuduğunu tatbik etmek ise hakkel yakin ilim manasına bilgi sahibi olmaktır. İşte bu tasniflemelerden de anlaşıldığı üzere İslâm sadece ibadete değil deney ve gözlemede çok önem veren Müberra bir dindir. Örnek mi? İşte İmam-ı Azam’dan vereceğimiz örnek bunun en bariz delili zaten. Şöyle ki;
Bir gün İmam-ı Azam atıyla birlikte yoldan geçerken birileri hemen oradan önüne atılıp atın ayağının kaç olduğunu sorar. Ebu Hanife atından inip ayaklarını saydıktan sonra o adama: -Atın ayağı dörttür cevabını verir. Tabii adam bu cevab karşısında şaşkın vaziyette dona kalır. Öyle ya, her ne kadar adamın koskoca İmam-ı Azam nasıl olur da atın ayağını bilmez diye aklından geçse de, haddizatında İmam-ı Azam atın üzerinden inip atın ayaklarını saymakla o adama deney ve gözleme dayalı “Hakkel yakin” bilgi mesajı vermiş olur. Hakeza Osmanlının kuruluş mayası Söğütte Şeyh Edebali ve Osman Gazi elinde ilim harcı ile yoğrulduğundan hemen akabinde ilk iş olarak İznik'te Medrese inşa etmek olmuştur. Daha ileriki aşamalarda ise Bursa Medreselerinin açılışı gerçekleşir. Derken bu sayede ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’de bilgi toplumu olma yolunda Fatih Medreselerini açmakla damgasını vuracaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Fatih Sultan Mehmed sırf İstanbul’un fethetmesinden dolayı ‘Fatih’ olmuş değildir, aynı zamanda çağ açıp çağ kapatan bilgi toplumu olma yolunda öncü olması hasebiyle de ilmin Fatihidir. Öyle ki, Bilgi toplumu olmaya yönelik ismiyle müsemma açtığı medreselerde sadece şer’i ve akli ilimler okutulmamış aynı zamanda telif eser verecek düzeyde toplumu aydınlatacak Bilge şahsiyetlerin yetişmesine yönelik programlara da hız vermiştir. İşte görüyorsunuz Fatih Sultan Mehmed'in o engin ilim anlayışı zihniyet nere, bizim geldiğiz noktadaki ilmi zihniyet nere, hiç kuşkusuz arada dağlar kadar fark vardır. Günümüz insanı çağdaşlıktan dem vura dursun gerçek şudur ki; bugünün entelektüelleri telif eserden daha çok tercüme eser ortaya koyabiliyor. Bu demektir ki bilgi üretilmiyor, daha çok bilgi naklediliyor. Oysa Bilgi Toplumu olmak ancak bilgi üretmekten geçmektedir. Malumunuz Osmanlı Selçuklunun birikimi üzerine kurulmuş bir devlet olmasına rağmen bir önceki uygulamalarla yetinmemiş üzerine de kendi birikimini katarak cihanda kök salmıştır. Nitekim Osmanlı kuruluşunun akabinde devlet olduğunda Türk dili hâkim kılınmıştır. Sadece orta öğretimde Arapçaya yer verilmiştir. İleriki aşamalarda Türkçe Nizamnameler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Derken Fatih Sultan Mehmed dönemine gelindiğinde müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata da merak salaraktan yükselişimizi ilmi faaliyetlerle taçlandırmışız. Bilhassa Fatih’in Rumca, Latinceye aşına bir padişahımız olması hasebiyle kendisinden sonra tahta oturacaklara da ışık olmuştur. Zaten kendisi böyle bir donanımla yetiştiği içindir ki Osmanlı toplumuna hem itikadı yönden hem de teknik bilgiler bakımdan ufuk açıp Kızılelma’yı Ayasofya’dan bir bakıyorsun Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konduracak hamleleri başlattığını görürüz. Kanuni dönemine geldiğimizde ise Osmanlı’nın Bilgi toplumu olma yönünde daha da ilerleme kat etmesi için aydınlık ocağı olarak bu kez Süleymaniye Medreselerinin açılışına şahit oluruz. Üstelik bu açılan bu medreselerde Fatih medreselerinde olduğu gibi fen bilimlerine de kayıtsız kalınmayacaktır. Hatta daha da iş ileri seviyelere evrilip eğitim programları ağırlıklı olarak riyaziye (matematik) ve Tıbbi ilimler üzerine bina edilir. Derken bu tür ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda gayretlerin yansıması olarak bir bakıyorsun Evliya Çelebi’nin dilinden II. Bayezid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğine şahit oluruz. Tabii bunlar hoş gelişmeler, ancak sonradan bize ne haller oluyorsa bir bakıyorsun Türkler XVII. asırda tüm cihana “Bilgi aktaran” millet iken XVIII. asırda “Bilgi alıcı” konuma geriler duruma düşen millet olur. İşte o gün bugündür ilim irfan yönünden fakir toplumuz dersek yeridir. Hele ki Türkiye’de her on yılda tekrarlanan darbe süreçleri neticesinde insanımızı düşünmekten alıkoymak için elde avuçta he ne skolâstik öğreti varsa hemen hepsi eğitim müfredatına eklenmiştir. Neyse ki bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat post modern darbe zihniyetinin açtığı yaralar 2002 yılında toplumun kodlarıyla barışık iktidarın işbaşına gelmesiyle birlikte düşünen ve düşündüğünü uygulayabilecek Bilgi toplumu olma yönünde tüm engeller ortadan kaldırılabilmiştir. Örnek mi? Yıllardır kanayan yaramız olan başörtü yasağı kaldırılarak genç kızlarımızın eğitim mağduriyetleri bir çırpıda giderilebilmiştir. Keza eğitimde katsayı adaletsizliğin giderilmesi de eğitimde bahar havası esmesine ziyadesiyle yetmiştir. Derken yeniden diriliş hamlesi yaşayacağımız günlerin muştusunu yüreğimizde hisseder olduk.
Nasıl böylesi bir hisse kapılmayalım ki, bakınız bir zamanlar aile yapımız içerisinde dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi gibi birçok bilgiler bizatihi sosyal hayatta tatbiki edildiği içindir ki kızlarımız baba ocağından daha koca evine varmadan çoktan iyi bir yuva kurabilecek donanıma sahip olabiliyorlardı. Madem öyle, bugünden tezi yok yeniden aynı niteliğe sahip yeni Saliha hatunlar yetiştirebiliriz pekâlâ. Hem neden olmasın ki. Bakınız Allah Resulü ev idaresi nasıl olur, helal ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nasıl bina edilir tüm bunların cevabını kendi hayatında tatbik ederek gösterdiği gibi ashabına da adabı usulünce tatbik ettirmiştir. Belli ki Peygamberimiz (s.a.v) tüm zamanını sadece ibadete ayırmamış hiç kuşkusuz ibadetin yanı sıra Devlet idaresinde tutunda sosyal hayatın her alanında da hep var olmuştur. Zira İslâmiyet sosyal hayatı da ibadete dönüştüren Müberra bir dindir. Yeter ki bir mümin Peygamberimizin izini iz sürerekten yaptığı her işte halis niyetle Allah’ın rızalığını gözetsin tüm sosyal hayatı ibadet olur da.
Maalesef günümüzde yuva kurmanın aynı zamanda bir okul kurmak olduğunu unutmuş gözüken bir takım aklı evveller ana yüreğinin çocuk üzerinde oluşturduğu sinerjik gücü görmezlikten geliyorlar. Cemil Meriç bakın bu hususta “Feminizm, kadına pazarda iş bulma davasıdır ” tespitinde bulunurken aslında kanayan bir başka yaraya gönderme yapar. Nedir o kanayan yara derseniz, yaşadığımız çağda ana yüreği, şefkat, sevgi gibi değerlerin yerle yeksan olduğu gerçeğidir elbet. Baksanıza tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor, aile ocağını tüttürmek hak getire. Artık ortalık öyle hazin bir hal almış durum vaziyette ki; gündüzün iş telaşıyla evleri boşalan aileler akşam geç vakitlerinde eve döndüklerinde yorgunluktan birbirleriyle daha iki kelam etmeden yatağa düşmekteler. Şimdi sormak gerekir; bu durumda gündüz iş hayatında, geceyi uykuda geçiren aile yapısından ne verim alınabilir ki. Tabii ki bu durumda aile ocağını tüttürmeye gücü yetmeyecektir. Bunun neticesi olarak da ailevi problemler ve sosyal huzursuzluklar baş gösterecektir. Düşünsenize öyle bir haldeyiz ki çocuklara artık anlatacak ne bir hikâyemiz var ne de anlatacak vaktimiz. Hadi vakit ayıramadık, çocuklarımızı kendi ellerimizle teslim ettiğimiz çocuk gelişim merkezlerinin yeterli donanımda olmadığı da apayrı bir kanayan yaramızdır. Meseleyi Batı tarzı kreşlerle halledeceğimizi düşünüyoruz hep. Oysa tüm çocuk kreşlerini bir araya toplasak acaba tek başına bir anne yüreğinin çocuğuna vereceği sıcak sevgiye denk gelir mi? Ne mümkün, kaldı ki bu durum sadece çocuklarla sınırlı değil, gençlerimizin hali de perişan durumda. Ah zavallı gençlerimiz başlarını bir arayış içerisinde taştan taşa vuraraktan koştururken birde bir bakmışsın kendilerini Marks’ın, Lenin'in, Stalin'in, Mussoli'nin, Hitler'in kollarına atıvermiş halde görürüz. İşte tamda kimlik problemi denen hadise bu verdiğimiz örnekte kendini göstermekte. Üstelik kucağına düştükleri ideolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde bilhassa gençleri zehirleyen ülkeleri de mandalaştıraraktan bölüp parçalayan bir silah olmuştur
Evet, kimlik meselesi denilen hadise tıpkı batıda olduğu gibi artık bizimde kanayan yaramızdır. Baksanıza bu meseleyle habire boğuşup duruyoruz da. Etrafımızda hızla çoğalan Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci hayran gençler gördükçe de içimiz kan ağlıyor dersek yeridir. Şimdi diyebilirsiniz ki tarihin şeref sayfalarında bize örnek olacak nitelikte onca dehalarımız varken durup dururken yabancılara hayranlık duymak da nerden çıktı? Aslında cevabı gayet net açık, bikere yaşayan toplum; Kökü mazide olan ati toplumdur. Elbette ki köksüz kafayla gençliğin varacağı hedef insafsız avcının ağında sağa sola yalpa yapıp volta atmak olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki kendi bilge dehalarımızı kendi öz kahramanlarımızı bu ülkenin gençlerine model olarak sunamayışımızın ceremesini ve sancılarını çekmekteyiz. Dolayısıyla başka sebepler aramaya hiçte gerek yoktur. Ancak bu demek değildir ki dışa açık olmayalım, bilakis Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu vechiyle “İlim Çin’de bile olsa alınız” şeklinde bir açılıma ihtiyacımız vardır. Osmanlı’nın yükselişindeki sırda zaten bu açılımda gizlidir. Ki, yükselişimizin mimari simgesi ‘Süleymaniye ve Selimiye’ teknik alanda ne anlam ifade ediyorsa, hat sanatında da ‘tuğra ve fermanlar’ aynı ölçüde kültür ve edebiyat alanımızın simge ifadesidir. Hakeza musiki alanında da Mehter ve Dede Efendiler bir başka kültür dünyamıza anlam katan nağmelerimizdir. Öyle anlaşılıyor ki medreselerimiz iki koldan hareketle hem madden hem manen ışık olmuş üniversitelerimizdir. Hele bilhassa 1264’ten evvelki medreselerimizin durumuna baktığımızda hem âlim yetiştiren hem de iyi yönetici yetiştiren üniversiteler olduğu da gözlerden kaçmaz. Sonrasında ise malum bünyeye bir virüs girmeye görsün bu virüsten medreselerimizde üzerine düşen payını alıp artık ışık veremez hale gelmiştir. Şimdi gel de bu durumda Fatih dönemini arama, ne mümkün. Düşünsenize Fatih Sultan Mehmedimiz ilkokul öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koydurmamıştır. Niye derseniz Peygamber övgüsüne mazhar olmuş o büyük kumandan gayet iyi biliyordu ki fıkıh dersleri öğretmen olacaklardan ziyade daha çok idari ve adli alanda görev alacak olanlara lazım olan bir derstir, bu yüzden koydurmamıştır. Nitekim bu maksatla Fatih Medreselerinin etrafında 286 dükkânlar inşa etmeyi ihmal etmez de. Besbelli ki bu uygulamadan maksat medrese ve ticari hayatın birbirinden ayrılmayacak derecede bir bütünlük arz etmesidir. Fatih medreselerinin keza bir başka dikkat çeken özelliklerinden biri de, icazet alacak konuma gelmiş öğrencilerin kendilerinden bir alt kademedeki medrese talebelerine ders verdiriyor olmasıdır. Böylece bu sayede mezuniyet basamaklarına ilerleme istidadı gösteren molla adayları stajlarını da yapmış oluyorlardı. Bu uygulamadan da anlaşılan o ki staj bu güne has bir uygulama değilmiş, ta o yıllardan günümüze gelen bir uygulamadır. Kaldı ki, o yıllarda ortada stajın ötesinde bilgilerin pekiştirilmesi de söz konusudur. Nitekim İbn-i Haldun bu tür uygulamaları şu ifadelerle açıklık getirir de: “Bir şeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedrici ve çokça tekrarlamaktır.”
Tabii bitmedi, dahası var elbet. Fatih medreselerinde bugünkü anlamda lise seviyesinde öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir dersi verilmesinin yanı sıra pedagojik formasyonda verilmiştir. Keza ön lisans ve lisans yüksek eğitim düzeyine yönelik ise tüm alınan derslere ilaveten Fizik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi gibi dersler de buna dâhildir. Belli ki; Fatih’in o engin ufukluluğu asrın zekâ seviyesinin çok üstünde engin seviyedir. Dahası o engin seviyenin köklerine indiğimizde alt yapısında Orta Asya birikimi, Selçuklu birikimi ve Osmanlının kuruluş tecrübî birikimi yatmaktadır. Öyle ki köklerimizde var olan bu birikim Sultan Orhan dönemine gelindiğinde Kayserili Davut Efendinin özel gayretleriyle Aristo mantığına ve Muhyiddin-i Arabî’ye uzanan geniş bir düşünce ağını beraberinde taşıyıp Osmanlının düşünce dünyasına da yansıdığını görürüz. Hele Diriliş dizisinde izlediğimiz Muhyiddin İbn’ül Arabî portesine baktığımızda şimdi bunun daha da farkına varmış durumdayız. Sadece diziyle yetinmeyip şayet İbn’ül Arabî’nin Futuhât adlı eserinin sayfalarına göz attığımızda, en mükemmel geometrik şeklin küre olduğu ifadelerine tanık olacağımız gibi dünya ve diğer yıldız kümelerinin de küre şeklinde olabileceğini öngören tespitlerini de müşahede etmiş olacağız demektir. İyi ki de böylesi bilgi dehalarımızın eserleri günümüze dek başına bir halel gelmeden elimize ulaşabilmiştir. Şayet derya çapında dehalarımızın ortaya koyduğu eserler ortada olmasaydı belki de Sultan Murat Hüdavendigar devrine gelindiğinde bilhassa Musa Efendi’nin üzerinde titizlikle durduğu matematiğin bu denli önemi pek kavranamayacaktı. Derken Kadızade ismiyle meşhur Musa Efendi’nin bu titizliği kısa zamanda meyve verip bundan böyle medreselerimizde edebiyat ve şer’i ilimlerin yanı sıra kozmografya ve geometri derslerinin de baş tacı edilmesine yetmiştir.
Peki, sadece bu durum Sultan Murat Hüdavendigar dönemine has bir titizlik midir bu? Hiç kuşkusuz meşhur ilmiyle amil âlimlerimizden İbn’i Hacer’in “Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır” diye övdüğü ismiyle müsemma Fenerli Şemseddin'in de Yıldırım Bayezid dönemine ışık feneri olacak derecede etkisi olmuştur. Ancak Kanuni devrinden sonra böylesi bir hassasiyet eskisi kadar devam etmeyecektir. Nitekim köklerimizden uzaklaştıkça edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakilciler akli ilimleri dışlayan bir rol üstlenmişlerdir. Böylece akli ilimler hor görülüp arka plana atılmıştır. Dolayısıyla yükseliş devrindeki bilgi toplumu olma yönündeki heyecanımız sönmeye yüz tutup değim yerindeyse koyu taassup içerisine sürüklenecek bir toplum modeline evrilir. Böylece eğitim müfredatımız “Nakilcilik akılcılıktan önce gelir” ekseninde yapılandırılmış olur. Hele bir cihangir devlet altın çağından düşmeye bir görsün akıl verenimiz çoğalır da. Ancak bu akıl deney ve gözlemden uzak Batı’yı bire bir kopya etmeye yönelik şeklinde etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla kendimize ait olmayan kopya akıldır bu. Orijinali Batıda saklı tutulmak kaydıyla ancak ülkeler arasında kendilerine göbekten bağlı mandacı kafalar kanalıyla dolaşımına müsaadesi vardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez düşüşümüzle birlikte deney ve gözlemden uzak taklitçi bir eğitim modeline evrilir olmamız kaçınılmaz bir hal alır. Dahası ‘Neydik ne olduk’ diyecek noktadayız. Düşünsenize medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde, eğitim ve öğretimin tüm basamaklarından geçenlerin her biri sahasında ihtisas sahibi bilge şahsiyetler olarak toplumumuza ışık oluyorlardı. O yıllarda asla kökü dışarıya dayalı kopya bilgilerle ihtisaslaşma söz konusu değildi. İşte böylesi bir ihtisaslaşma fıkıh, edebiyat, tefsir, felsefe vs. dersleri verecek düzeyde kadroların doğmasını da beraberinde getirmiştir. Kaldı ki yükseliş çağlarımızda ders programlarımız dogmatik ve kalıplaşmış bilgilerle değil, tam aksine karşılıklı diyalog ve tartışma eşliğinde öğrenciye aktarılıyordu. Dedik ya, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra o arada ne olduysa bir anda kendimizi her alanda çöküş sürecinin içerisinde bulduk. Maalesef Avrupa o sıralarda gelişme evresine girerken, biz ise taassubun kucağında kendimizi bulduk. Gerçekten de zaferlere alışmış millet olarak bizim açımızdan son derece rahatsızlık veren incitici bir durum vardı ortada. Nitekim Kâtip Çelebi bu incitici durumdan rahatsızlık duymuş olsa gerek ki ders verme usulünü ıslaha çalışmış, sosyal hayattan kopmuş medreselere itiraz etmiştir. Üstelik Kâtip Çelebimiz yabancı lisanın gâvurluk sayıldığı bir devirde Latinceye vakıfta bir bilge şahsiyettir. Bizans tarihini Latinceden tercüme eden de keza o’dur. Bu nedenle hiçbir Avrupalı yoktur ki, Kâtip Çelebi’ye ve kamusuna kayıtsız kalsın. Kayıtsız kalmadıkları şundan belli eserlerini Avrupa’da basılı halde görebiliyoruz. O sadece Avrupa’da mı ilgi odağı, hiç kuşkusuz buna Türk dünyası da dâhil olup kendi ana diliyle bahriye tarihini yazmakla ilgi odağıdır elbet.
Kâtip Çelebi
Evet, Kâtip Çelebi “Bilgi toplumu” olma yolunda muhakeme, deney ve gözlemin önemini kavrayan bilge abidemizdir. Dahası o, eğitimin teorik olarak değil deney, gözlem ve ilme dayandırılarak tedris edilmesinden yana bir karakter abidesidir. Öyle ya, madem tabiatta var olan kanunlar deney ve gözleme dayalı eğitim sistemiyle ortaya çıkıyor, o halde nakilcilikte ısrar etmenin ne anlamı var ki. İşte onun ortaya koyduğu ‘Keşfü'z-Zunun’, ‘Mizanü’l-Hak’ ve ‘Cihannüma’ adlı eserler bu tür köhnemiş alışkanlıkların terk edilmesi gerektiği noktasında bize ışık kaynağı olur da. Nasıl ışık kaynağı olmasın ki, Cihannüma eserinde Amerika’nın keşfini bahse konu etmiş, bunla yetinmemiş Keşfü’z-Zunûn’la eseriyle ilim ve edebiyatın kapılarını aralamış, daha da yetinmemiş Mizanü’l Hak eseriyle de adaletin tecellisine yönelik Hak hukuk terazisine dikkat çekmiştir. Hatta yeri geldiğinde çağdaşlarına medreselerde akli ilimlerin dışlanmasını bir felaket olacağını, aynı zamanda tabii bilimler ve coğrafya derslerinin resimsiz hiçbir fayda vermeyeceğinin öz eleştirisini de yapmış bir bilge şahsiyettir o. Dahası onun hakkında çift kanatlı bilge şahsiyet dersek yeridir. Genel itibariyle akli ilimlerde kendisine Mustafa Efendi ilham olurken nakli ve sosyal ilimlerde ise Veli Efendi ilham kaynağı olmuştur. Böylece bu çift kanatlılık sayesinde eğitime bakış açısı nakli ilimler (edebiyat ve şer’i vs. ilimler) ve akli ilimler (matematik, fen vs. ilimler) çerçevesinde olmuştur hep. İşte onun eğitime olan bu bakış açısı Gustav Leberecht Flügel’inde dikkatini çekmiş olacak ki, Keşfü'z-Zunûn’un ilk ilmi neşrini Latince tercümesiyle Batı dünyasına 7 cilt halinde aktararak hakkını teslim edecektir. Böylece asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebimiz Batı’da asırlar boyu Hacı Halife (Hacı Kalfa) lakabıyla adından söz ettirecektir hep. Söz ettirmesi de gayet tabidir. Zira kendisinin hem nakli hem de akli ilimlere vakıflığı söz konusudur. Öyle ki fıkıh eğitimini alan müftülerin matematik bilmediklerinden dert yakınmıştır. Kadızade zihniyetinde hatiplerin minareyi bidat telakki edenlerin düştüğü hale baktığımızda Kâtip Çelebiye hak vermemek haddimize mi, elbette ki akli ilimlere de açık olmamız gerekir. Bu ara da belirtmekte fayda var, matbaa üzerinde Osmanlı’yı itibarsızlaştırma kalkışanlara karşıda dikkatli olmamız icab eder. Hiç kuşkusuz matbaayı Avrupa’dan 300 sene sonra aldık diye geçmişimize karanlık dönem olarak bakamayız elbet. Bazı ard niyetli aklı evvellerin aksine şu bir gerçek şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi ve İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi’nin bu yöndeki teşvikleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi çok daha uzun zaman alacaktı. Belli ki matbaanın geç gelmesinin arka planında, toplumun ekonomik dengeleriyle ilgili bir yönü vardır. Ortada asla teknolojik yeniliğe karşıt olmakla alakalı bir tavır söz konusu değildir. Kaldı ki gelinen noktaya şöyle baktığımızda ortada Asya’nın çöküşü diye bir şey yoktu, sadece Avrupa’nın uyanışı diye bir hadise vardı. Kelimenin tam anlamıyla Batı denen hadise; 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Daha düne kadar, yani İstanbul’un fethi ve fethin müteakibinde ki gelişmiş çağlarımızda bizi taklit eden Avrupa ta ki Rönesans’la ancak yükselişe geçebilmiştir. Biz ise ne acıdır ki o sıralarda yükseliş çağlarımızda düşüşe geçmişiz. İşte bu noktada ki düşüşümüzü çok iyi analiz edebilecek zekâya sahip Kâtip Çelebi zaaf yönlerimizi ortaya koyarak önüne geçmek için büyük çaba sarf etmiştir. Hatta onun onca çabası çöküş dönemindeki medreselerimizi sanki bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsa da, bu defa da körü körüne Batıya hayranlık duyma hastalığına yakalanmamız dirilişimize engel teşkil edecektir. Oysa Japonlar kendi kültürel değerlerinden taviz vermeksizin, Batının bilimini teknolojisini alaraktan kendi coğrafyasına taşıyabilmişlerdir, biz ise satıh üstü yeniliklere hayran kalıp kopya etmekle modernliğe erişeceğimizi sanmışız. Neticede Japonlar süper güçlerle yarışır konuma erişirken biz ise daha yeni yeni kendimize gelir gibiyiz.
Kâtip Çelebi, Şeriat adamıdır, ama taassuptan uzak bir şeriat adamıdır. Kendisi son derece engin fikirlidir. Maalesef Kanuni döneminden sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak gibi algılanmış, yetmemiş bu hususlarda Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi bilge şahsiyetler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde bu türden garabet örnekleri pek göremeyiz. Zira yükseliş devrindeki medreselerimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürlere ait fikirlerin müzakere edilmesinde hiçbir beis görülmemiştir. O devirlerde sadece Aristo’nun birkaç teorisiyle birkaç inançsız felsefecilerin Hak Teâlâ’yı inkâr eden görüşleri dışlanmıştır.
Batı ve Doğu Dünyası
Aslında batı batı dedikleri dünya geldiği nokta itibariyle tıpkı bizim yükseliş döneminin medrese anlayışına yakın bir tutum izleyerek uyanışa geçen bir dünyadır. Baksanıza gelinen noktada artık geçmişine hor bakmayaraktan, yani kendi klasiklerine dönüp bugün edindiklerin bilgilerin kaynağını kendi insanına aktarabiliyorlar. Nasıl mı? Mesela bugün makine teorisi olarak bilinen sibernetik kavramını Eflatun’un idare etme sanatı manasına kullandığı Yunanca kökenli ‘kübernetes’ kavramına dayandırarak elbet. Üstelik Eflatun kübernetes (Latince Gobernare) kavramını telaffuz ederken sadece fizik ötesi ruhi bir kavram olarak düşünmemiş aynı zamanda bu kavrama adeta gömlek giydirip eşya anlamı da yüklemiştir. Böylece bu kavrama yüklenen maddi ve manevi unsurlarla birlikte kendince bir bakış açısı geliştirerekten bir şekilde insanın bir takım tehlikelerden korunabileceğine dikkatleri çekmiştir.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde, nasıl ki medreselerimiz düşüş dönemlerinde kapılarını akli ilimlere, yani bugünkü ifadelerle pozitif bilimlere kapılarını kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımızda doğuya ait her ne var ne yok hepsine birden kapısını kapalı tutmuştur. Hiç kuşkusuz her iki kapalı kapının da savunulacak bir tarafı yoktur elbet. Hele ki bu güne geldiğimizde Bilgi toplumu olmayı kendine hedef edinmiş hangi ülke olursa olsun hem kendi değerlerine hem de çağın önümüze koyduğu Fenni ve teknolojik bilgilere açık olmak zorundadır. Ancak Avrupa’nın Fenni ve Teknolojik Biliminin dışında hemen her şeyini harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine yol açacağını göz ardı etmememiz gerekir. İçimizde ki bir takım Batı hayranı sözde aydınlar fırsatını bir bulsalar kendi paha biçilmez öz klasik kaynak eserlerimizi bile okullarımızda batıya şirin görünmek adına yabancı dile çevirip öyle okutturacaklardır. Oysa kültürümüzün mimarlarından olan Nesimî, Fuzuli, Baki, Nef’î, Nedim, Şeyh Galip gibi mümtaz bilge aydınlarımız kendi dönemlerinde ki Arap ve Fars edebiyatçıların çokluğuna rağmen eserlerini Türkçe vermekten hiç yüksünmemişlerdir. Anlaşılan o ki, körü körüne taklitçilik, bilgi toplumu olma yolunda ilerlememize engel teşkil edebiliyor. O halde neydik edip hem madden hem de manen kalkınma hamlelerine hız vermek gerektir. Bunun içinde hem kültürel alanda hem de araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitime geçmemiz şarttır. Şayet ekonomik buhran, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı yaşamamak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz da. Aksi halde ya askeri disiplinle yetişmiş, ya da bırakınız ne halleri varsa görsün, bırakınız sadece sınıf geçsinler havasında bir öğrenci ordusuna ülkeyi teslim etmiş oluruz. Makul olan, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmak esastır.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada iş, aş problemi doğmuştur. Sadece mesele iş aş olsa yine gam yemeyiz, eğitim kurumlarında resmi ders programın dışında gazete, dergi, ilmi kitaplara yer verilmemesi de apayrı bir açmazımızdır. Keza yine dinin, gençleri üzerinde ahlaki yetişmesinde etken faktör olduğu görmezlikten gelinmesi de öyledir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar hem bilgisizliğin kök salmasına hem de ahlaki erozyona yol açmaktadır. Gerçekten de tabiat boşluk kabul etmez, şayet ahlak karın doyurmaz deyip maneviyata önem verilmese birilerinin bu boşluktan istifade edip muzır neşriyatla genç dimağları gafil avlaması kaçınılmazdır. İşte köklerimizden koparılan gençliğin ruhu avlanması en büyük etken unsurlardan biride hiç şüphesiz boş bulunmamızdandır.
Devir bir lokma bir hırka hayat devri değil elbet, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir artık. Madem durum vaziyet bu mecrada seyrediyor, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganlara bel bağlamakta değil, geleceğimizin teminatını ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır. Ancak şu da var ki ekonomik alanda çektiğimiz sıkıntılarımız sanıldığının aksine bir lokma bir hırka anlayışından kaynaklanmıyor, bilakis kökü dışarıda ideolojilerin ülke insanlarının ve yöneticilerini aklını çelmelerinden kaynaklanan bir durumdur. İşte asıl bu noktada ideoloji karın doyurmaz demek gerekirken tam aksine birilerince habire “Vatan-Millet Sakarya” hissiyatımız hafife alınıp karın doyurmaz denmekte. Oysa komünizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle hangi ülke abad olmuş ki bizde abad olalım. Düşünsenize bu ülkede özel sektörün çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. gibi pek çok alanda girişimlerine destek olmak varken her şeyin devlet eliyle yapılması düşüncesinde olan bir sürü statükocu kafalar vardır. İşte böylesi zihniyete sahip insanların bilhassa düşüş dönemlerinde köşe başlarında bulunması, medeniyet hamlemizi köreltmeye yetmiştir. Oysa değil birkaç özel sektör girişimci, bir zamanlar halkımız bizatihi imece usulü her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe el atmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğdu, derken imece usulü faaliyetlerden mahrum kalıp kahve köşelerinde gününü har vurup harman savurur hale gelir. Dolayısıyla hiç kimse kalkıp da kalkınamayışımızın nedenlerini halkın kahve köşelerinde günün gün etmesine bağlamasın, asıl halkımızı o hale getirenlere kabahati yüklemekte fayda vardır. Biz biliyoruz ki bu millet asla miskin değildir, sadece örgütsüzlük ve teşkilatsızlık kurbanıdır. Öyle ya, şimdi tamda bu noktada sormak gerekir bir zamanlar bize hayat veren o Ahi ocağı teşkilatımız nerede, maalesef adı var ama kendisi yok bir ocağımızdır artık.
Bilgi toplumu olma yolunda ilerleme kayd edemeyişimizin sebebi eski kanaatler değil elbet, bütünü görememekten kaynaklanan skolâstik ve statükocu kanaatlerdir. Statükocu zihniyet habire şanlı tarihimize cengâverlik yönüyle bakıp medeniyet yönünü görmezlikten gelirse bu durumda nasıl bilgi toplumu olma yolunda ilerleyebiliriz ki. Gerçektende merak bu ya, bu skolâstik kafalar hiç mi tarihimizin altın sayfalarında yer alan:
-Fatih’in Rum âlimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası çizmesi için görevlendirdiğini, İtalyan ressamı G. Bellini’ye elinde bir gül ile kendini resimlettirip güzel tablolar yaptırdığını görmezler?
-Kemal Paşazade bir bilge şahsiyetin atını sürdüğünde sıçrayan çamurun Yavuz’un kaftanına bulaştığında, hemen çamurlu kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığını da mı görmezler?
-Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarıyla Kanuni Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olmasındaki inceliği de mi görmezler?
-Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler sayesinde Kristof Kolomb’un bir anda Hindistan’a batıdan dolaşıp, Amerika’nın keşfini gerçekleştirdiğini de mi hiç görmezler?
Elbette ki tarihe not düşülmüş bir başka ilginç hadiselerden biri de, Batı’nın haçlı seferleri kanalıyla İslâm Medeniyetini tanıma fırsatını yakalıyor olmaları gerçeğidir.. İşte bu tanışıklıktır ki ilerisinde onların Rönesans’ını gerçekleştirmelerine yetecektir. Bu yüzden deriz ki; Batı bizatihi Rönesans’ını Müslümanlara borçludur. Hatta ve hatta Batı dünyası bizim İslam Bilginlerinin ortaya koyduğu tercüme eser ve öğretileri sayesinde Yunan medeniyetinin izlerine ulaştığı gibi Endülüs yoluyla Müslümanlardan edindikleri birtakım bilgilerde ortaçağ zihniyetinden kurtulmalarına kapı aralamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’ya ufuk turu açan iksir El-Bruni ve Harzemşahlar gibi daha nice bilge dehalarımızın ortaya koydukları eserlerde kodludur. Gerçektende batı dünyası elde ettikleri eserlerden edindikleri bilgi kodları sayesinde gelişmenin merkezi olmuşlardır. Dahası İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyetinin doğuşunda çok büyük katkı sağlamıştır. Malumunuz Ortaçağ denildiğinde Batının bilimi katlettiği karanlık yıllar akla gelmekte. Ta ki; Batı 12. ve 15. asırlarda İslâm dünyasıyla yüzleşti, işte o zaman bizden aldığı aşılar sayesinde güç kazanmışlardır. Nitekim Piri Reis Kitab-ı Bahriye eserinde Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış olduklarını dile getirerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Hakeza İbn-i Haldun’da; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle batı dünyasının o yıllarda Ortaçağ karanlığına gömüldüğünü, Doğuda ise İslam medeniyeti sayesinde altın çağlarımızı yaşadığımıza vurgu yapmıştır. Delil mi? İşte o yıllarda Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktırılması, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılması ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmesi vs Ortaçağ Avrupa zihniyetinin bariz delilleridir zaten. Ne zaman ki Batı dünyası Kessler’in ifade ettiği şekliyle “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur” anlayışın çizgisine geliverdi, işte o zaman taassup bataklığından çıkıp ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda aşama aşama ilerleme kayd etmişlerdir. Madem öyle, nasıl ki Batı bizim tercüme eserlerimizden istifade ederekten kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını gerçekleştirdiyse, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu ve kendi Rönesans’ımızı gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek. Hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı da.
Evet, bir kez daha belirtmekte yarar var; Avrupa kendi ortaçağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, bizse kendi yükselişimizde çöküşümüzü hazırlamışız. Dahası Batı ortaçağında dünyanın düz olduğu inancıyla oyalanıp dururken, biz ise Kur’an ayetlerinden ilham alaraktan mesela:
- Seyyid Şerif el Cürcani Şerhu’l Mevâkıf adıyla Semerkant’ta tamamladığı kitabında dünyanın top (küre) şeklinde olduğuna yer verirken, Saduddin Taftazani de Şerhu’l Mâkasıd adlı eserinde dünyayı top (küre) şeklinde tarif etmiştir.
- İmam-ı Gazali de; “Kim dünyanın küre şeklinde olduğunu, dini korumak gayesiyle red ve inkâr ederse, dine karşı cinayet işlemiş olur ki bu bir hıyanettir” beyanıyla bu husustaki kararlılığını ortaya koymuştur. Hatta İmam-ı Gazali bunla da kalmamış ay tutulması hadisesinde dünyanın ay ile güneş arasına girdiğinin izahını yaparaktan açıkça dünyanın döndüğüne dikkat çekmiştir.
-Malumunuz Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri de Marifetname adlı eserinde İmamı Gazali’nin tespitlerini doğrularcasına; “Bu mevzuda tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse dini zayıf düşürdüğü gibi ona işlenen en büyük cinayettir” beyanında bulunaraktan destek çıkmıştır.
- Reşid Rıza kaleme aldığı Menar Tefsirinde Kur’an’da zikredilen “Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne örtüyor” (Zümer 5) ayetini açıklık getirirken tekvir kökünden gelen yükevvirü kelimesinin yuvarlak manasına bir ibare olduğuna işaret ederekten dünyanın yuvarlaklığına vurgu yapmıştır.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz bizim engin kaynaklarımızda akli ilimlere ters düşen abesle iştigal hiçbir bir durumumuz söz konusu değildir. Dolayısıyla bu noktada bizim engin kaynaklarımızın asrın idrakinden beslenmeye ihtiyacı yoktur, asıl asrın idrakinin bizim engin kaynaklarımızdan beslenmeye ihtiyacı vardır dersek yeridir. Kelimenin tam anlamıyla İslâm çağlar üstü bir din ve her çağın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı vardır. Madem öyle, bize Kur’an’dan ilham alaraktan erdemli bilgi toplumu olma yolunda adım adım ilerlemek düşer bize. Zira Kur'an'ı Mucizül Beyan bir nur, bir ışık ve bir sırdır. Ve bu ışıktan ilham alaraktan doğu’ya kapalı olmayan batı’nın teknolojisine de açık olan zihniyet yarınlarımızın güvencesi olacağına inancımız tam da.
Velhasıl-ı kelam, nasıl ki ünlü pop yıldız Cat Stevens Müslüman olmasıyla birlikte 'Yusuf İslam' adını alıp kendini Kur’an’da buldu ise, pekâlâ tüm insanlıkta Kur’an’dan ilham alarak hayat bulabilir.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Eyl. 26, 2021 1:52 pm

BİLGİ TOPLUMU
SELİM GÜRBÜZER
Bilgi toplumu çağın meselelerine vakıf, aynı zamanda olayları yerinde ve zamanında kritik edebilen toplum demektir. Bilmek kıyas etmektir zaten. Madem öyle, önce kendi iç dinamiklerimize vakıf olmalı sonra dış dinamiklerle nasıl baş ederiz bunun derin muhasebesini yapmak gerekir.
Şu bir gerçek bizim çağdaşlıktan dem vuran batıcılarımızın pek çoğu Batının cilalı boyalı uygarlığına göbekten bağlıdırlar, ama bu nasıl bağlılıksa Batı dünyasını da tam kavramış sayılmazlar. Şayet kavramış olsaydılar Batı’nın satıh üstü cilalı boyalı plastik yenilikleri yerine teknolojik donanımını alıp bilgi çağının gereklerini yerine getirmiş olmaları icab ederdi. Bakınız İbn-i Haldun körü körüne taklitçiliğin temel nedenlerini sıralarken; bilhassa şuursuz hayranlık, psikolojik tatminsizlik ve galiblerin üstünlüğünü onların görgü kurallarında ve müesseselerinde arama duygusuna bağlar. O halde bu tespitten hareketle bir an evvel bu güzel ülkemizin ufkunu objektif ve sübjektif bilgilerle donatacak ‘Bir elde Kur’an bir elde bilgi teknoloji” donanımlı neslin yetiştirilmesi gerekir. Yetiştirilsin ki, Bilgi toplumu olma yolunda emin adımlarla ilerleyip modern çağ dedikleri çağın en üst seviyelerine sıçrayabilelim. Mutlak Bilgi
Bilindiği üzere objektif ve sübjektif veriler, Yüce Yaratıcı’nın ezeli ilminden kullarına bahş ettiği bilgi yüklü mesajlardır. Hiç kuşkusuz ilk verilen mesajdan şu anlam çıkar: bilginin asıl kaynağının Allah olduğudur. Sonrasında ise bilgimizi içinde bulunduğumuz toplum oluşturur. Madem ilmin kaynağı Yüce Allah, o halde kulları üzerinde tecelli eden isimleri, yani Âdem’e kodladığı isimleri kavramak ve bezm-i eleste verdiğimiz söze sadık kalmamız icap eder. Hem madem Dünya fani ahiret baki, o halde geçici olan bilgilere değil ebediyete mal olacak bilgilere talip olmak gerektir. Ki, maddenin özünde nesnellik vardır, bu yüzden ebediyete mal olacak veri olmaktan acizdir, ölümlü olması kaçınılmaz bir gerçekliktir. Üstüne üstük maddeyi ne kadar büyültürsek büyütelim, ya da ne kadar minimize (küçültürsek) edersek edelim eninde sonunda yine sınırlı kalıp her daim yok olmaya mahkûmdur. Şüphesiz Yüce Allah’ın El-Âlim ismi hürmetine eşyanın tabiatına vakıf olabiliyoruz. Hatta El-Âlim isminin tecellisiyle fizik ötesi bilgilere de vakıf olunabiliyor. Kaldı ki bir mümin ilim öğrendikçe kulluğunun bilincine varabiliyor. Derken bu sayede dünyanın geçici olduğunu ahretin ise ebedi olduğunu idrak etmiş oluruz.
Şayet Allah’ın mutlak bilgisinin tecellisinde istifade etmek diye bir derdimiz varsa ilmede yönelmemiz gerekir. Fert fert kendimizi ilme adayalım ki, Erdemli Bilgi toplumu olmak yolunda hedefimiz hayalin ötesinde hakikatin ta kendisi olsun. Ancak bunun için ilk önce azim ve gayret gerekir sonrada itidal üzere yol almak lazım gelir. Nasıl ki bir fikir ortaya koyarken 'övme-yerme-itidal' tarzında üç değişik yöntem izleniyorsa, hakikat yolunda da ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayağı üzerine itidal bir yol izlememizde fayda vardır elbet. Birincisinde fikir ortaya koymak iyi hoşta itidal yöntem dışında işin boyutu övme ve yerme şeklinde tartışmaya dönüşürse o fikrin hiçbir anlamı olmayacaktır. Hele hele televizyon ekranlarında ve meydanlarda ateşli siyasi kısır çekişmelerin tavan yaptığını gördüğümüzde itidal üzere bir orta yol takip etmenin çok doğru bir yöntem olduğunu daha da fark etmiş oluruz. Siyasi uzlaşmazlıklar malum çoğu kez ya aşırı övme şeklinde ya da tam tersi aşırı yerme şeklinde kendini ele vermektedir. Öyle ki, kurtlar sofrasında itidallik devre dışı kalınca kimi kahramanlıktan dem vurmakta kimi de hainlikle dem vurabiliyor. İşte koyu cehalet ortamları bu ya, bir bakıyorsun övgü yağdıranlar kahramanının hatalarını görmezlikten gelirken sövgü yağdıranlar da hasmının doğrularını bile görmezlikten gelip hainlikle damgalayabiliyor. Oysa bilgi toplumu olmak veya vakıalara analitik açıdan bakmak varken bu tür övgü ve eksenli metotlarla kısır çekişmelerin içerisine girmekle bir arpa boyu yol alamayacağımız muhakkak, O halde neydik edip itidalliği elden bırakmayaraktan analitik düşünce biçimi bir yol takip etmeyi kendimize düstur edinmekte fayda vardır. Zira ‘Bilgi Toplumu’ olmanın yolu ifrat ve tefritten uzak analitik düşünce tarzı bir usul geliştirmekten geçer. İkincisi için, yani ‘Objektif -Sübjektif - Mutlak ’ bilgi sacayakları için zaten bize bu hususta kelam etmek düşmez, tamamen bu üçlü sacayak tedrici olarak basamak basamak fizik ve fizik ötesinin sırlarına ulaşma kabiliyetine haiz Ariflerin harcı bir alandır.
İfrat-Tefrit
Beşeri boyutta bilgiye ulaşmayı müessese açısından baktığımızda ise bambaşka bir tabloyla karşılaşırız. Nasıl mı? Mesela bir bakıyorsun medreseler konusunda fikir beyanında bulunanlar içerisinde ifrata (aşırıya) kaçanlar olduğu gibi, az olsun benim olsun düşüncesinden hareketle tefrite (normalden aşağı) sarılanlarda var. Anlaşılan ortada bütün kabahati medreselere yükleme hastalığı veya aksayan yönlerini görememek denen basiretsizlik söz konusudur. Bikere bu mevzuda ön yargılı davrananların çoğu statükocu kesimden oluşmakta. Dolayısıyla ön yargılı kesimi fazla ciddiye almamak gerekir. Aksi halde kıymetli zamanımızı boşu boşuna harcamış oluruz. Diğer bir kesimde okullu olmayı kabul etmezler. Neyse ki günümüzde bu tip düşünceye eskisi kadar pek rağbet eden kalmadı, bu yüzden okul üzerinden tartışma yapılmamakta, daha çok medrese üzerinde tartışma yapılmakta. Ancak bu tartışma medreselerimizin lehine değil, maksadını aşacak aleyhine bir tartışmadır. Belli ki bir takım akademisyenlerimiz medreseleri son çöküntü noktasından değerlendirdikleri için bu hususta ifratta sınır tanımamaktalar. Elbette ki tenkit ettikleri noktalarda haklı oldukları hususlar vardır. Dahası medreseyi itibarsızlaştırmaya yönelik el insaf dedirttirecek türden bir ifrat yaklaşımdır bu. Oysaki topyekûn reddetme anlayışı objektif bakış anlayışla bağdaşmayacak bir yaklaşımdır. Kaldı ki ortada okullu olmaya karşıt tavır sergileyende yok.
Hele ki günümüz okul sisteminde fen, matematik derslerinin ağırlıklı olarak verilmesi yerinde bir yaklaşımdır. Okullarımızda eksiklik aranacaksa, o da malum geçmişte matematik, fen, matematik astronomi vs. alanlarında beyin fırtınası yapıp ter dökmüş emek sarf etmiş İslâm bilginlerinin biyografisine ve ortaya koydukları yazılı eserlerine yeterince yer verilmemesidir. Öyle ya, doğrusu bizde merak ediyoruz, acaba bugün kaç eğitimcimiz Türk matematikçimiz Salih Zeki’nin “Asar-ı Bakiye” eserinden haberdardır. Ya da Tıp Tarihin de Müslüman Tıpçılarımızın da olabileceğinin bilincinde olan kaç doktorumuz var acaba. Hiç düşünmeye gerek yoktur, bir zamanlar Arapça ve Farsça düşmanlığının zirveye yaptığı dönemleri hatırladığımızda bu bilinçte okullumuzun çıkmayacağı muhakkak. Peki ya, edebiyat alanında ki kısırlığımıza ne demeli. Geldiğimiz noktada Cevdet Paşa gibi şahsiyetler durum hariç hiçte iç açıcı değil, edebiyatımızın hal ve ahvali kelime hazinemizin yerlerde sürünmesinden belli, maalesef kısırlık doruk noktadadır.
Bu arada tabiat bilimleriyle din bilimi bir arada yürümez iddiasında bulunanlara sormakta fayda var. Acaba nasıl oluyor da Avrupa her ikisini birlikte yürütebiliyor? Bakınız Almanya’da din eğitimi tâ ilkokuldan başlamakta. İngiltere’de eğitim Papazların öncülüğünde ve dini ayin eşliğinde start almakta. İsrail Tevrat’ı baş tacı görür. ABD ise İncil üzerine el basaraktan yemin edip diploma töreni gerçekleştirir. Hadi verdiğimiz bu örnekleri yoksaysak bile, peki ya şu izafiyet teorisiyle adından söz ettiren Albert Einstein’in; “Dinsiz ilim topal, ilimsiz din kördür. Ben Allah'ın bizden beklediğini öğrenmek istiyorum” diye sarf ettiği akıl dolu sözlere de mi kulak asmazlar.
Malumunuz medrese bugünkü manada üniversite demektir. Dolayısıyla medrese kavramını ve usullerini topyekûn reddetmek doğru bir tespit değildir. Kaldı ki, en meşhur matematikçi ve doktorlar medreselerden çıkmıştır. İşte Cebir, işte İbn-i Sina gibi bilge şahsiyetlerin varlığı bunu teyit ediyor. Keza Kur’an-ı Kerim’i tefsir eden âlimlerimiz tarihi belgeleri bin bir emek sarf ederekten gün yüzüne çıkaran tarihçilerimiz, tıpkı Mecellede olduğu gibi kanunları madde madde tasnifleyerekten sistematik hale getiren hukukçularımız da medreselilerdir. Hatta Arap, Fars edebiyatının hüküm sürdüğü devrelerde Türk dilini en sade şekilde devlet dairelerinde muhafaza edip arşivleyenlerde medreselilerdir. Tâ ki Osmanlı’nın yükselişten gerilemeye yüz tutar, işte o gün bugündür Farabi, Razi, Biruni, İbn-i Sina, Gazali, İbn-i Rüşd ve İbn-i Haldun gibi bilge insanları mumla arar olduk. Günümüzde böyle meşhur bilge şahsiyetlerin çıkmaması gerçekten düşündürücü, bir o kadarda hazin bir durumdur elbet.
Bakınız Muallim Cevdet ne diyor; “Eskinin her parçası fena değildir. Yeninin de her parçası iyi değildir. Asıl maharet eski ile yeniyi telif edebilmektedir.” İşte bu müthiş sözlerden de anlaşılan o ki, eski ve yeni konusunda ne ifrata, ne de tefrite kaçmalı, en doğrusu itidal üzere olmaktır. Çünkü İslâm medeniyeti ne selefiye ekolünden gelen tekrarcıların elinde yükselişe geçmiştir ne de Batı düşüncesinin temellerini oluşturan “Hıristiyanlık- Yunan felsefi -Roma hukuku” üçlü sacayağını kopya ederekten yükselişe geçmiştir. Besbelli ki bilgi çağında Bilgi toplumu olmanın tek yolu körü körüne kopya etmekte değil “Kökü mazide olan ati” olmaktan geçmektedir. Kaldı ki tekrarcılık, taklitçilik, taassupçuluk ve köksüzlük asla bize yaraşmaz.
Bazı aklı evveller Batının teknolojik gelişmişliğine bakaraktan sanıyor ki batı insanı güle oynaya hayata tutunmakta, oysa orada ki gençlerde hayata sıfırdan başlayıp bin bir zorluklara katlanarak hayata tutunmaktalar. Hani her çilenin sonu aydınlık denilir ya hep, bizde de malum bir zamanlar medreselerimiz de yetişen talebeler aynı durumda hayata sıfırdan başlayıp öyle ilim yoluna koyulurlardı. Öyle ki medreselerde ilim tahsil ederken bile yemeğini kendileri pişirmenin yanı sıra elbiselerinin temizliğini ve odalarının tanzimini de kendileri yapardı. İşte hor görülen medreselerin hali buydu. Okulların haline baktığımız da ise çile mile hak getire, bahse konu olan tüm bu işler efendi harcı değil, hademe işidir denilmekte. Bakın Thomas P. Rohlen, Japonların eğitim sistemini incelediğinde orda ki eğitiminin 4 aşamalı süreçten geçerekten hayata tutunduklarını şöyle tasnifleyerek izah getirir:
-Çileye karşı dayanıklılık uygulamaları,
- Askeri üs ziyaretleri yaptırılmak suretiyle vatan sevgisi aşılanma uygulamaları,
- Meslek sahibi oluncaya kadar iş yerlerinde çalıştırma uygulamaları,
- Sabır yürüyüşü tatbikatları vs.
Hakeza Batı eğitim sisteminin pedagoji formasyonunu incelediğimizde bizim geçmişteki medreselerimizle benzer uygulamaları görmek pekâlâ mümkün. Şöyle ki; medrese usulünde “Arzu ettiğin derse gir, istemediklerini sonraya bırak. Sevdiğin derse bütün kuvvetini topla” anlayışı hâkimdir. Yine Batı pedagoji formasyonunun temelinde sevgiyi ön plana alan bir anlayışta vardır. Bugün okullarımızda bırakın sevgiyi, ağza alınmayacak argo tabirlerden tutunda eroin kokain, vs. her ne ararsan sirayet etmiş durumda. Oysa bugünkü Batı’da eğitim sistemi öğrenciyi okuldan nefret ettirmeyecek şekilde dizayn edilmiştir. Hatta Batıda tıpkı Japonlarda olduğu gibi öğrencinin alın teriyle meslek sahibi olmaya yönelik uygulamalara benzer programlarda yer alır. Nitekim Batı üniversitelerinde eğitim gören öğrenciler günün yarısını eğitimle, diğer yarısını da pratiklik kazanmak amaçlı birçok sektörde çalışarak geçirirler. Malumunuz bir zamanlar medreselerimizde bugünkü Batıdan daha da ileri seviyede diyebileceğimiz bir uygulamayla dersler öğlene kadar olup, haftanın iki günü ise tatildi. Yetmedi tarım ve ticari hayatın yoğun olduğu aylarda öğrenci yılın üç ayı serbest bırakılırdı. İşte bu tarz “Erdemli Bilgi toplumu” olma zihniyeti vardı. Maalesef bugünün eğitim müfredatına baktığımızda, sabahtan akşama kadar omuzlarına bindirilmiş yüklü programlar altında ezilen binlerce gencin dışarıya vakit ayıracak zamanları kalmadığı gibi iç ve dış reflekslerininse zayıflamış bir halde görürüz. Değim yerindeyse bu tür yanlış uygulamalar yüzünden öğrenci adeta piyasadan kovulmuş durumdadır. Basitten mükemmelliğe doğru bir program takip etmek varken onca yük bindirme, onca eziyet niye şaşmamak elde değil. Sadece yük bindirmeye yönelik ders programların altında ezilme söz konusu olsa belki bu denli eseflenmezdik, tüm bunların üstüne üstük birde ders ünitelerinde işlenen konuların hemen hepsinin aşırı derecede şişirilerekten bilgi kirliliğine kurban verildiğini gördükçe eseflenmemek ne mümkün. Okullarımız, güya Batı medeniyetinin öncü kurumları olarak kuruldu kurulmasına ama gel gör ki geldiğimiz noktada Avrupa'yla aramızda eğitim yönünden taban tabana çok büyük tezat teşkil edecek uçurumlar söz konusudur. Şayet hal vaziyet böyle devam ederse, şimdiden hayata yenik düşmüş, kendinden bezmiş genç nesilleri karşımızda bulacağız demektir.
Neydik edip bu tabloyla karşılaşmamak için illa ki halkla iç içe gençlik yetiştirmelidir. Şöyle etrafımıza dönüp baktığımızda ailesinden kopmuş, topluma tepeden bakan ve milli şuurdan yoksun üniversite mezunu bir sürü başıboş insan görmekteyiz. Elbette ki halktan kopuk vaziyette mezun olmuş bir üniversitelinin, aramızda kanadı kırılmış garip bir kuş misali avare avare dolanması içler acısı bir durumdur. Tarihe ki medreselerimize şöyle bir bakın talebeyi ne doğup büyüdüğü topraklardan ne de sosyal ve ekonomik hayattan ruhen koparıyordu, Şimdi ise tam tersi öyle bir haldeyiz ki artık üniversiteli gençler halkla iç içe olmayı bayağılık görür hale gelmiştir. Oysa gerçek anlamda ‘Bilgi toplumu’ demek halkla eğitim kurumlarının iç içe hemhal olması demektir. Şayet bilgi toplumu olmak diye bir derdimiz varsa sosyal hayatla iç içe olacak tarzda eğitim programlarını pratiğe döküp hayatın her alanında uygulaması icap eder.
Biz ki halkla hem hal olan nice Bilge şahsiyetleri “Halkı aydınlatan kandiller” olarak Nizamiye Medresesi gibi pek çok medreselerin başında baş tacı edinmiş ecdadın torunlarıyız, o halde bu günde aynı ruhla ‘kökü mazide ati’ ilkesini düstur edinmiş bilge akademisyenlerimizle yeniden üniversitelerimizi aydınlık meşalesi olarak şaha kaldırabiliriz pekâlâ. Öyle ya, ta Selçuklu döneminde bunu başarmışız, bu günde ecdat torunları olarak neden bizde başarmayalım ki. Nitekim böylesi bir ruhla kurulan medreseler sayesinde Selçuklu medeniyeti o günkü şartlarda;
- İlim, kültür, sanat ve ticaret,
- Şehirlerde hatırı sayılır sermayedar bir sınıf,
- 100.000 dinara varan havale senetleri,
- Çek usulü tatbikatları vb. uygulamalarla damgasını vurmuş bile. Bakınız Prof. Dr. Osman Turan “Selçuklular ve İslâmiyet” adlı eserinde bu konularda geniş bilgi vermenin yanı sıra çek usulü tatbikatların bugünkü modern bankacılığın temeli olduğunu da kitabında dile getirmiştir.
Şu bir gerçek Bilgi çağında statükocu programa şiddetle bağlılık ne kadar sıkıntı bir durum oluşturuyorsa, programsızlıkta aynı derecede sıkıntı oluşturmakta. Bilhassa 28 Şubat zihniyeti eski Türkiye’de tüm üniversitelerde malum resmi program tatbik edildiğinden dolayı, yürütülen eğitim öğrencinin araştırma ruhuna göre değil ezberci bir eğitim anlayışı çerçevesinde öğrenciye hazır kalıplar sunuluyordu. Sonrası malum; ahu vahlar, sızlamalar havada uçuşup “Bizde araştırmacı yetişmiyor” türünden serzenişine dönüşüyordu hemen her iş. Oysa araştırma ve uygulamaya yönelik bir eğitim modeli oluşturulmuş olsa deney ve gözlem esas olacağından ezberci anlayış rafa kaldırılmış olacaktı. Bakınız İslâm’da teorik bilgi ilmel yakin, gözleme dayalı bilgi aynel yakin, tecrübe bilgi (deney) ise hakkel yakin olarak karşılık bulur. Mesela kitap okumak ilmel yakin manasına teorik bilgi edinmektir, okuduğunu tatbik etmek ise hakkel yakin ilim manasına bilgi sahibi olmaktır. İşte bu tasniflemelerden de anlaşıldığı üzere İslâm sadece ibadete değil deney ve gözlemede çok önem veren Müberra bir dindir. Örnek mi? İşte İmam-ı Azam’dan vereceğimiz örnek bunun en bariz delili zaten. Şöyle ki;
Bir gün İmam-ı Azam atıyla birlikte yoldan geçerken birileri hemen oradan önüne atılıp atın ayağının kaç olduğunu sorar. Ebu Hanife atından inip ayaklarını saydıktan sonra o adama: -Atın ayağı dörttür cevabını verir. Tabii adam bu cevab karşısında şaşkın vaziyette dona kalır. Öyle ya, her ne kadar adamın koskoca İmam-ı Azam nasıl olur da atın ayağını bilmez diye aklından geçse de, haddizatında İmam-ı Azam atın üzerinden inip atın ayaklarını saymakla o adama deney ve gözleme dayalı “Hakkel yakin” bilgi mesajı vermiş olur. Hakeza Osmanlının kuruluş mayası Söğütte Şeyh Edebali ve Osman Gazi elinde ilim harcı ile yoğrulduğundan hemen akabinde ilk iş olarak İznik'te Medrese inşa etmek olmuştur. Daha ileriki aşamalarda ise Bursa Medreselerinin açılışı gerçekleşir. Derken bu sayede ilerisinde Fatih Sultan Mehmet’de bilgi toplumu olma yolunda Fatih Medreselerini açmakla damgasını vuracaktır. Öyle anlaşılıyor ki, Fatih Sultan Mehmed sırf İstanbul’un fethetmesinden dolayı ‘Fatih’ olmuş değildir, aynı zamanda çağ açıp çağ kapatan bilgi toplumu olma yolunda öncü olması hasebiyle de ilmin Fatihidir. Öyle ki, Bilgi toplumu olmaya yönelik ismiyle müsemma açtığı medreselerde sadece şer’i ve akli ilimler okutulmamış aynı zamanda telif eser verecek düzeyde toplumu aydınlatacak Bilge şahsiyetlerin yetişmesine yönelik programlara da hız vermiştir. İşte görüyorsunuz Fatih Sultan Mehmed'in o engin ilim anlayışı zihniyet nere, bizim geldiğiz noktadaki ilmi zihniyet nere, hiç kuşkusuz arada dağlar kadar fark vardır. Günümüz insanı çağdaşlıktan dem vura dursun gerçek şudur ki; bugünün entelektüelleri telif eserden daha çok tercüme eser ortaya koyabiliyor. Bu demektir ki bilgi üretilmiyor, daha çok bilgi naklediliyor. Oysa Bilgi Toplumu olmak ancak bilgi üretmekten geçmektedir. Malumunuz Osmanlı Selçuklunun birikimi üzerine kurulmuş bir devlet olmasına rağmen bir önceki uygulamalarla yetinmemiş üzerine de kendi birikimini katarak cihanda kök salmıştır. Nitekim Osmanlı kuruluşunun akabinde devlet olduğunda Türk dili hâkim kılınmıştır. Sadece orta öğretimde Arapçaya yer verilmiştir. İleriki aşamalarda Türkçe Nizamnameler ve Türkçe eserler yazılmıştır. Derken Fatih Sultan Mehmed dönemine gelindiğinde müziğe, resme, matematiğe, fen bilimlerine, tarihe ve edebiyata da merak salaraktan yükselişimizi ilmi faaliyetlerle taçlandırmışız. Bilhassa Fatih’in Rumca, Latinceye aşına bir padişahımız olması hasebiyle kendisinden sonra tahta oturacaklara da ışık olmuştur. Zaten kendisi böyle bir donanımla yetiştiği içindir ki Osmanlı toplumuna hem itikadı yönden hem de teknik bilgiler bakımdan ufuk açıp Kızılelma’yı Ayasofya’dan bir bakıyorsun Edirne’den Filibe, Sofya’ya ve Niş üzerinden Belgrat’a, oradan Nazlı Budin’e ve en nihayet Roma’nın Saint Pierre kubbesine konduracak hamleleri başlattığını görürüz. Kanuni dönemine geldiğimizde ise Osmanlı’nın Bilgi toplumu olma yönünde daha da ilerleme kat etmesi için aydınlık ocağı olarak bu kez Süleymaniye Medreselerinin açılışına şahit oluruz. Üstelik bu açılan bu medreselerde Fatih medreselerinde olduğu gibi fen bilimlerine de kayıtsız kalınmayacaktır. Hatta daha da iş ileri seviyelere evrilip eğitim programları ağırlıklı olarak riyaziye (matematik) ve Tıbbi ilimler üzerine bina edilir. Derken bu tür ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda gayretlerin yansıması olarak bir bakıyorsun Evliya Çelebi’nin dilinden II. Bayezid devrinde sinir ve ruh hastalarının musikiyle tedavi edildiğine şahit oluruz. Tabii bunlar hoş gelişmeler, ancak sonradan bize ne haller oluyorsa bir bakıyorsun Türkler XVII. asırda tüm cihana “Bilgi aktaran” millet iken XVIII. asırda “Bilgi alıcı” konuma geriler duruma düşen millet olur. İşte o gün bugündür ilim irfan yönünden fakir toplumuz dersek yeridir. Hele ki Türkiye’de her on yılda tekrarlanan darbe süreçleri neticesinde insanımızı düşünmekten alıkoymak için elde avuçta he ne skolâstik öğreti varsa hemen hepsi eğitim müfredatına eklenmiştir. Neyse ki bin yıl sürecek dedikleri 28 Şubat post modern darbe zihniyetinin açtığı yaralar 2002 yılında toplumun kodlarıyla barışık iktidarın işbaşına gelmesiyle birlikte düşünen ve düşündüğünü uygulayabilecek Bilgi toplumu olma yönünde tüm engeller ortadan kaldırılabilmiştir. Örnek mi? Yıllardır kanayan yaramız olan başörtü yasağı kaldırılarak genç kızlarımızın eğitim mağduriyetleri bir çırpıda giderilebilmiştir. Keza eğitimde katsayı adaletsizliğin giderilmesi de eğitimde bahar havası esmesine ziyadesiyle yetmiştir. Derken yeniden diriliş hamlesi yaşayacağımız günlerin muştusunu yüreğimizde hisseder olduk.
Nasıl böylesi bir hisse kapılmayalım ki, bakınız bir zamanlar aile yapımız içerisinde dikiş, dokuma, yemek yapma, çocuk bakımı ve ev ekonomisi gibi birçok bilgiler bizatihi sosyal hayatta tatbiki edildiği içindir ki kızlarımız baba ocağından daha koca evine varmadan çoktan iyi bir yuva kurabilecek donanıma sahip olabiliyorlardı. Madem öyle, bugünden tezi yok yeniden aynı niteliğe sahip yeni Saliha hatunlar yetiştirebiliriz pekâlâ. Hem neden olmasın ki. Bakınız Allah Resulü ev idaresi nasıl olur, helal ticaret nasıl yapılır, ordu teşkilatı nasıl kurulur, aile hukuku nasıl bina edilir tüm bunların cevabını kendi hayatında tatbik ederek gösterdiği gibi ashabına da adabı usulünce tatbik ettirmiştir. Belli ki Peygamberimiz (s.a.v) tüm zamanını sadece ibadete ayırmamış hiç kuşkusuz ibadetin yanı sıra Devlet idaresinde tutunda sosyal hayatın her alanında da hep var olmuştur. Zira İslâmiyet sosyal hayatı da ibadete dönüştüren Müberra bir dindir. Yeter ki bir mümin Peygamberimizin izini iz sürerekten yaptığı her işte halis niyetle Allah’ın rızalığını gözetsin tüm sosyal hayatı ibadet olur da.
Maalesef günümüzde yuva kurmanın aynı zamanda bir okul kurmak olduğunu unutmuş gözüken bir takım aklı evveller ana yüreğinin çocuk üzerinde oluşturduğu sinerjik gücü görmezlikten geliyorlar. Cemil Meriç bakın bu hususta “Feminizm, kadına pazarda iş bulma davasıdır ” tespitinde bulunurken aslında kanayan bir başka yaraya gönderme yapar. Nedir o kanayan yara derseniz, yaşadığımız çağda ana yüreği, şefkat, sevgi gibi değerlerin yerle yeksan olduğu gerçeğidir elbet. Baksanıza tüketim çılgınlığı almış başını gidiyor, aile ocağını tüttürmek hak getire. Artık ortalık öyle hazin bir hal almış durum vaziyette ki; gündüzün iş telaşıyla evleri boşalan aileler akşam geç vakitlerinde eve döndüklerinde yorgunluktan birbirleriyle daha iki kelam etmeden yatağa düşmekteler. Şimdi sormak gerekir; bu durumda gündüz iş hayatında, geceyi uykuda geçiren aile yapısından ne verim alınabilir ki. Tabii ki bu durumda aile ocağını tüttürmeye gücü yetmeyecektir. Bunun neticesi olarak da ailevi problemler ve sosyal huzursuzluklar baş gösterecektir. Düşünsenize öyle bir haldeyiz ki çocuklara artık anlatacak ne bir hikâyemiz var ne de anlatacak vaktimiz. Hadi vakit ayıramadık, çocuklarımızı kendi ellerimizle teslim ettiğimiz çocuk gelişim merkezlerinin yeterli donanımda olmadığı da apayrı bir kanayan yaramızdır. Meseleyi Batı tarzı kreşlerle halledeceğimizi düşünüyoruz hep. Oysa tüm çocuk kreşlerini bir araya toplasak acaba tek başına bir anne yüreğinin çocuğuna vereceği sıcak sevgiye denk gelir mi? Ne mümkün, kaldı ki bu durum sadece çocuklarla sınırlı değil, gençlerimizin hali de perişan durumda. Ah zavallı gençlerimiz başlarını bir arayış içerisinde taştan taşa vuraraktan koştururken birde bir bakmışsın kendilerini Marks’ın, Lenin'in, Stalin'in, Mussoli'nin, Hitler'in kollarına atıvermiş halde görürüz. İşte tamda kimlik problemi denen hadise bu verdiğimiz örnekte kendini göstermekte. Üstelik kucağına düştükleri ideolojiler bir vasıtalar bütünü olması gerekirken, günümüzde bilhassa gençleri zehirleyen ülkeleri de mandalaştıraraktan bölüp parçalayan bir silah olmuştur
Evet, kimlik meselesi denilen hadise tıpkı batıda olduğu gibi artık bizimde kanayan yaramızdır. Baksanıza bu meseleyle habire boğuşup duruyoruz da. Etrafımızda hızla çoğalan Darwinci, Durkheimci, Bergsoncu, Marksçı, Adam Smithci hayran gençler gördükçe de içimiz kan ağlıyor dersek yeridir. Şimdi diyebilirsiniz ki tarihin şeref sayfalarında bize örnek olacak nitelikte onca dehalarımız varken durup dururken yabancılara hayranlık duymak da nerden çıktı? Aslında cevabı gayet net açık, bikere yaşayan toplum; Kökü mazide olan ati toplumdur. Elbette ki köksüz kafayla gençliğin varacağı hedef insafsız avcının ağında sağa sola yalpa yapıp volta atmak olacaktır. Öyle anlaşılıyor ki kendi bilge dehalarımızı kendi öz kahramanlarımızı bu ülkenin gençlerine model olarak sunamayışımızın ceremesini ve sancılarını çekmekteyiz. Dolayısıyla başka sebepler aramaya hiçte gerek yoktur. Ancak bu demek değildir ki dışa açık olmayalım, bilakis Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu vechiyle “İlim Çin’de bile olsa alınız” şeklinde bir açılıma ihtiyacımız vardır. Osmanlı’nın yükselişindeki sırda zaten bu açılımda gizlidir. Ki, yükselişimizin mimari simgesi ‘Süleymaniye ve Selimiye’ teknik alanda ne anlam ifade ediyorsa, hat sanatında da ‘tuğra ve fermanlar’ aynı ölçüde kültür ve edebiyat alanımızın simge ifadesidir. Hakeza musiki alanında da Mehter ve Dede Efendiler bir başka kültür dünyamıza anlam katan nağmelerimizdir. Öyle anlaşılıyor ki medreselerimiz iki koldan hareketle hem madden hem manen ışık olmuş üniversitelerimizdir. Hele bilhassa 1264’ten evvelki medreselerimizin durumuna baktığımızda hem âlim yetiştiren hem de iyi yönetici yetiştiren üniversiteler olduğu da gözlerden kaçmaz. Sonrasında ise malum bünyeye bir virüs girmeye görsün bu virüsten medreselerimizde üzerine düşen payını alıp artık ışık veremez hale gelmiştir. Şimdi gel de bu durumda Fatih dönemini arama, ne mümkün. Düşünsenize Fatih Sultan Mehmedimiz ilkokul öğretmeni olacaklara fıkıh dersi koydurmamıştır. Niye derseniz Peygamber övgüsüne mazhar olmuş o büyük kumandan gayet iyi biliyordu ki fıkıh dersleri öğretmen olacaklardan ziyade daha çok idari ve adli alanda görev alacak olanlara lazım olan bir derstir, bu yüzden koydurmamıştır. Nitekim bu maksatla Fatih Medreselerinin etrafında 286 dükkânlar inşa etmeyi ihmal etmez de. Besbelli ki bu uygulamadan maksat medrese ve ticari hayatın birbirinden ayrılmayacak derecede bir bütünlük arz etmesidir. Fatih medreselerinin keza bir başka dikkat çeken özelliklerinden biri de, icazet alacak konuma gelmiş öğrencilerin kendilerinden bir alt kademedeki medrese talebelerine ders verdiriyor olmasıdır. Böylece bu sayede mezuniyet basamaklarına ilerleme istidadı gösteren molla adayları stajlarını da yapmış oluyorlardı. Bu uygulamadan da anlaşılan o ki staj bu güne has bir uygulama değilmiş, ta o yıllardan günümüze gelen bir uygulamadır. Kaldı ki, o yıllarda ortada stajın ötesinde bilgilerin pekiştirilmesi de söz konusudur. Nitekim İbn-i Haldun bu tür uygulamaları şu ifadelerle açıklık getirir de: “Bir şeyi öğrenmenin en iyi yolunun tedrici ve çokça tekrarlamaktır.”
Tabii bitmedi, dahası var elbet. Fatih medreselerinde bugünkü anlamda lise seviyesinde öğretmen olacaklara fıkıh, hadis ve tefsir dersi verilmesinin yanı sıra pedagojik formasyonda verilmiştir. Keza ön lisans ve lisans yüksek eğitim düzeyine yönelik ise tüm alınan derslere ilaveten Fizik, Astronomi, Jeoloji, Botanik, Zooloji, İnsan Anatomisi gibi dersler de buna dâhildir. Belli ki; Fatih’in o engin ufukluluğu asrın zekâ seviyesinin çok üstünde engin seviyedir. Dahası o engin seviyenin köklerine indiğimizde alt yapısında Orta Asya birikimi, Selçuklu birikimi ve Osmanlının kuruluş tecrübî birikimi yatmaktadır. Öyle ki köklerimizde var olan bu birikim Sultan Orhan dönemine gelindiğinde Kayserili Davut Efendinin özel gayretleriyle Aristo mantığına ve Muhyiddin-i Arabî’ye uzanan geniş bir düşünce ağını beraberinde taşıyıp Osmanlının düşünce dünyasına da yansıdığını görürüz. Hele Diriliş dizisinde izlediğimiz Muhyiddin İbn’ül Arabî portesine baktığımızda şimdi bunun daha da farkına varmış durumdayız. Sadece diziyle yetinmeyip şayet İbn’ül Arabî’nin Futuhât adlı eserinin sayfalarına göz attığımızda, en mükemmel geometrik şeklin küre olduğu ifadelerine tanık olacağımız gibi dünya ve diğer yıldız kümelerinin de küre şeklinde olabileceğini öngören tespitlerini de müşahede etmiş olacağız demektir. İyi ki de böylesi bilgi dehalarımızın eserleri günümüze dek başına bir halel gelmeden elimize ulaşabilmiştir. Şayet derya çapında dehalarımızın ortaya koyduğu eserler ortada olmasaydı belki de Sultan Murat Hüdavendigar devrine gelindiğinde bilhassa Musa Efendi’nin üzerinde titizlikle durduğu matematiğin bu denli önemi pek kavranamayacaktı. Derken Kadızade ismiyle meşhur Musa Efendi’nin bu titizliği kısa zamanda meyve verip bundan böyle medreselerimizde edebiyat ve şer’i ilimlerin yanı sıra kozmografya ve geometri derslerinin de baş tacı edilmesine yetmiştir.
Peki, sadece bu durum Sultan Murat Hüdavendigar dönemine has bir titizlik midir bu? Hiç kuşkusuz meşhur ilmiyle amil âlimlerimizden İbn’i Hacer’in “Bu zamanda geçerli olan bütün fen bilimlerine aşinadır” diye övdüğü ismiyle müsemma Fenerli Şemseddin'in de Yıldırım Bayezid dönemine ışık feneri olacak derecede etkisi olmuştur. Ancak Kanuni devrinden sonra böylesi bir hassasiyet eskisi kadar devam etmeyecektir. Nitekim köklerimizden uzaklaştıkça edebiyatçılar, fıkıhçılar ve nakilciler akli ilimleri dışlayan bir rol üstlenmişlerdir. Böylece akli ilimler hor görülüp arka plana atılmıştır. Dolayısıyla yükseliş devrindeki bilgi toplumu olma yönündeki heyecanımız sönmeye yüz tutup değim yerindeyse koyu taassup içerisine sürüklenecek bir toplum modeline evrilir. Böylece eğitim müfredatımız “Nakilcilik akılcılıktan önce gelir” ekseninde yapılandırılmış olur. Hele bir cihangir devlet altın çağından düşmeye bir görsün akıl verenimiz çoğalır da. Ancak bu akıl deney ve gözlemden uzak Batı’yı bire bir kopya etmeye yönelik şeklinde etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla kendimize ait olmayan kopya akıldır bu. Orijinali Batıda saklı tutulmak kaydıyla ancak ülkeler arasında kendilerine göbekten bağlı mandacı kafalar kanalıyla dolaşımına müsaadesi vardır. Tabii hal vaziyet böyle olunca ister istemez düşüşümüzle birlikte deney ve gözlemden uzak taklitçi bir eğitim modeline evrilir olmamız kaçınılmaz bir hal alır. Dahası ‘Neydik ne olduk’ diyecek noktadayız. Düşünsenize medeniyetin zirvesinde olduğumuz dönemlerde, eğitim ve öğretimin tüm basamaklarından geçenlerin her biri sahasında ihtisas sahibi bilge şahsiyetler olarak toplumumuza ışık oluyorlardı. O yıllarda asla kökü dışarıya dayalı kopya bilgilerle ihtisaslaşma söz konusu değildi. İşte böylesi bir ihtisaslaşma fıkıh, edebiyat, tefsir, felsefe vs. dersleri verecek düzeyde kadroların doğmasını da beraberinde getirmiştir. Kaldı ki yükseliş çağlarımızda ders programlarımız dogmatik ve kalıplaşmış bilgilerle değil, tam aksine karşılıklı diyalog ve tartışma eşliğinde öğrenciye aktarılıyordu. Dedik ya, Kanuni’nin ihtişam devrinden sonra o arada ne olduysa bir anda kendimizi her alanda çöküş sürecinin içerisinde bulduk. Maalesef Avrupa o sıralarda gelişme evresine girerken, biz ise taassubun kucağında kendimizi bulduk. Gerçekten de zaferlere alışmış millet olarak bizim açımızdan son derece rahatsızlık veren incitici bir durum vardı ortada. Nitekim Kâtip Çelebi bu incitici durumdan rahatsızlık duymuş olsa gerek ki ders verme usulünü ıslaha çalışmış, sosyal hayattan kopmuş medreselere itiraz etmiştir. Üstelik Kâtip Çelebimiz yabancı lisanın gâvurluk sayıldığı bir devirde Latinceye vakıfta bir bilge şahsiyettir. Bizans tarihini Latinceden tercüme eden de keza o’dur. Bu nedenle hiçbir Avrupalı yoktur ki, Kâtip Çelebi’ye ve kamusuna kayıtsız kalsın. Kayıtsız kalmadıkları şundan belli eserlerini Avrupa’da basılı halde görebiliyoruz. O sadece Avrupa’da mı ilgi odağı, hiç kuşkusuz buna Türk dünyası da dâhil olup kendi ana diliyle bahriye tarihini yazmakla ilgi odağıdır elbet.
Kâtip Çelebi
Evet, Kâtip Çelebi “Bilgi toplumu” olma yolunda muhakeme, deney ve gözlemin önemini kavrayan bilge abidemizdir. Dahası o, eğitimin teorik olarak değil deney, gözlem ve ilme dayandırılarak tedris edilmesinden yana bir karakter abidesidir. Öyle ya, madem tabiatta var olan kanunlar deney ve gözleme dayalı eğitim sistemiyle ortaya çıkıyor, o halde nakilcilikte ısrar etmenin ne anlamı var ki. İşte onun ortaya koyduğu ‘Keşfü'z-Zunun’, ‘Mizanü’l-Hak’ ve ‘Cihannüma’ adlı eserler bu tür köhnemiş alışkanlıkların terk edilmesi gerektiği noktasında bize ışık kaynağı olur da. Nasıl ışık kaynağı olmasın ki, Cihannüma eserinde Amerika’nın keşfini bahse konu etmiş, bunla yetinmemiş Keşfü’z-Zunûn’la eseriyle ilim ve edebiyatın kapılarını aralamış, daha da yetinmemiş Mizanü’l Hak eseriyle de adaletin tecellisine yönelik Hak hukuk terazisine dikkat çekmiştir. Hatta yeri geldiğinde çağdaşlarına medreselerde akli ilimlerin dışlanmasını bir felaket olacağını, aynı zamanda tabii bilimler ve coğrafya derslerinin resimsiz hiçbir fayda vermeyeceğinin öz eleştirisini de yapmış bir bilge şahsiyettir o. Dahası onun hakkında çift kanatlı bilge şahsiyet dersek yeridir. Genel itibariyle akli ilimlerde kendisine Mustafa Efendi ilham olurken nakli ve sosyal ilimlerde ise Veli Efendi ilham kaynağı olmuştur. Böylece bu çift kanatlılık sayesinde eğitime bakış açısı nakli ilimler (edebiyat ve şer’i vs. ilimler) ve akli ilimler (matematik, fen vs. ilimler) çerçevesinde olmuştur hep. İşte onun eğitime olan bu bakış açısı Gustav Leberecht Flügel’inde dikkatini çekmiş olacak ki, Keşfü'z-Zunûn’un ilk ilmi neşrini Latince tercümesiyle Batı dünyasına 7 cilt halinde aktararak hakkını teslim edecektir. Böylece asıl adı Mustafa olan Kâtip Çelebimiz Batı’da asırlar boyu Hacı Halife (Hacı Kalfa) lakabıyla adından söz ettirecektir hep. Söz ettirmesi de gayet tabidir. Zira kendisinin hem nakli hem de akli ilimlere vakıflığı söz konusudur. Öyle ki fıkıh eğitimini alan müftülerin matematik bilmediklerinden dert yakınmıştır. Kadızade zihniyetinde hatiplerin minareyi bidat telakki edenlerin düştüğü hale baktığımızda Kâtip Çelebiye hak vermemek haddimize mi, elbette ki akli ilimlere de açık olmamız gerekir. Bu ara da belirtmekte fayda var, matbaa üzerinde Osmanlı’yı itibarsızlaştırma kalkışanlara karşıda dikkatli olmamız icab eder. Hiç kuşkusuz matbaayı Avrupa’dan 300 sene sonra aldık diye geçmişimize karanlık dönem olarak bakamayız elbet. Bazı ard niyetli aklı evvellerin aksine şu bir gerçek şayet Yirmisekiz Mehmet Efendi ve İbrahim Müteferrika’nın girişimleri ya da Damat İbrahim Paşa ve Şeyhü'l İslâm Abdullah Efendi’nin bu yöndeki teşvikleri olmasaydı matbaanın coğrafyamıza gelmesi çok daha uzun zaman alacaktı. Belli ki matbaanın geç gelmesinin arka planında, toplumun ekonomik dengeleriyle ilgili bir yönü vardır. Ortada asla teknolojik yeniliğe karşıt olmakla alakalı bir tavır söz konusu değildir. Kaldı ki gelinen noktaya şöyle baktığımızda ortada Asya’nın çöküşü diye bir şey yoktu, sadece Avrupa’nın uyanışı diye bir hadise vardı. Kelimenin tam anlamıyla Batı denen hadise; 17. asırda kekeleyen, 18. asırda konuşan ve 19. asırda haykıran bir süreçtir. Daha düne kadar, yani İstanbul’un fethi ve fethin müteakibinde ki gelişmiş çağlarımızda bizi taklit eden Avrupa ta ki Rönesans’la ancak yükselişe geçebilmiştir. Biz ise ne acıdır ki o sıralarda yükseliş çağlarımızda düşüşe geçmişiz. İşte bu noktada ki düşüşümüzü çok iyi analiz edebilecek zekâya sahip Kâtip Çelebi zaaf yönlerimizi ortaya koyarak önüne geçmek için büyük çaba sarf etmiştir. Hatta onun onca çabası çöküş dönemindeki medreselerimizi sanki bir ara medreselerimiz belini doğrultacak gibi olsa da, bu defa da körü körüne Batıya hayranlık duyma hastalığına yakalanmamız dirilişimize engel teşkil edecektir. Oysa Japonlar kendi kültürel değerlerinden taviz vermeksizin, Batının bilimini teknolojisini alaraktan kendi coğrafyasına taşıyabilmişlerdir, biz ise satıh üstü yeniliklere hayran kalıp kopya etmekle modernliğe erişeceğimizi sanmışız. Neticede Japonlar süper güçlerle yarışır konuma erişirken biz ise daha yeni yeni kendimize gelir gibiyiz.
Kâtip Çelebi, Şeriat adamıdır, ama taassuptan uzak bir şeriat adamıdır. Kendisi son derece engin fikirlidir. Maalesef Kanuni döneminden sonra, tabiat ilimleriyle uğraşmak, Allah’ın işine karışmak gibi algılanmış, yetmemiş bu hususlarda Farabi, İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi bilge şahsiyetler dışlanmıştır. Yükseliş devrimizde bu türden garabet örnekleri pek göremeyiz. Zira yükseliş devrindeki medreselerimizde Heraklit, Sokrat, Eflatun, Aristo, Zenon gibi düşünürlere ait fikirlerin müzakere edilmesinde hiçbir beis görülmemiştir. O devirlerde sadece Aristo’nun birkaç teorisiyle birkaç inançsız felsefecilerin Hak Teâlâ’yı inkâr eden görüşleri dışlanmıştır.
Batı ve Doğu Dünyası
Aslında batı batı dedikleri dünya geldiği nokta itibariyle tıpkı bizim yükseliş döneminin medrese anlayışına yakın bir tutum izleyerek uyanışa geçen bir dünyadır. Baksanıza gelinen noktada artık geçmişine hor bakmayaraktan, yani kendi klasiklerine dönüp bugün edindiklerin bilgilerin kaynağını kendi insanına aktarabiliyorlar. Nasıl mı? Mesela bugün makine teorisi olarak bilinen sibernetik kavramını Eflatun’un idare etme sanatı manasına kullandığı Yunanca kökenli ‘kübernetes’ kavramına dayandırarak elbet. Üstelik Eflatun kübernetes (Latince Gobernare) kavramını telaffuz ederken sadece fizik ötesi ruhi bir kavram olarak düşünmemiş aynı zamanda bu kavrama adeta gömlek giydirip eşya anlamı da yüklemiştir. Böylece bu kavrama yüklenen maddi ve manevi unsurlarla birlikte kendince bir bakış açısı geliştirerekten bir şekilde insanın bir takım tehlikelerden korunabileceğine dikkatleri çekmiştir.
Her neyse asıl konumuza döndüğümüzde, nasıl ki medreselerimiz düşüş dönemlerinde kapılarını akli ilimlere, yani bugünkü ifadelerle pozitif bilimlere kapılarını kapalı tuttuysa, bugünkü okullarımızda doğuya ait her ne var ne yok hepsine birden kapısını kapalı tutmuştur. Hiç kuşkusuz her iki kapalı kapının da savunulacak bir tarafı yoktur elbet. Hele ki bu güne geldiğimizde Bilgi toplumu olmayı kendine hedef edinmiş hangi ülke olursa olsun hem kendi değerlerine hem de çağın önümüze koyduğu Fenni ve teknolojik bilgilere açık olmak zorundadır. Ancak Avrupa’nın Fenni ve Teknolojik Biliminin dışında hemen her şeyini harfi harfine kopya etmenin de kimlik krizine yol açacağını göz ardı etmememiz gerekir. İçimizde ki bir takım Batı hayranı sözde aydınlar fırsatını bir bulsalar kendi paha biçilmez öz klasik kaynak eserlerimizi bile okullarımızda batıya şirin görünmek adına yabancı dile çevirip öyle okutturacaklardır. Oysa kültürümüzün mimarlarından olan Nesimî, Fuzuli, Baki, Nef’î, Nedim, Şeyh Galip gibi mümtaz bilge aydınlarımız kendi dönemlerinde ki Arap ve Fars edebiyatçıların çokluğuna rağmen eserlerini Türkçe vermekten hiç yüksünmemişlerdir. Anlaşılan o ki, körü körüne taklitçilik, bilgi toplumu olma yolunda ilerlememize engel teşkil edebiliyor. O halde neydik edip hem madden hem de manen kalkınma hamlelerine hız vermek gerektir. Bunun içinde hem kültürel alanda hem de araştırma, deney ve gözleme dayalı eğitime geçmemiz şarttır. Şayet ekonomik buhran, sağlık buhranı, düşünce buhranı, siyaset buhranı yaşamamak istiyorsak bunu yapmaya mecburuz da. Aksi halde ya askeri disiplinle yetişmiş, ya da bırakınız ne halleri varsa görsün, bırakınız sadece sınıf geçsinler havasında bir öğrenci ordusuna ülkeyi teslim etmiş oluruz. Makul olan, öğrencinin istek ve ihtiyacına göre, ya da kabiliyeti ölçüsünde eğitime tabi tutmak esastır.
Maalesef bugün geldiğimiz noktada eğitimimiz, öğrenciye nefes aldırmayacak programlarla yüklü olduğundan, öğrenciyi piyasadan soyutlamış ve gelinen noktada iş, aş problemi doğmuştur. Sadece mesele iş aş olsa yine gam yemeyiz, eğitim kurumlarında resmi ders programın dışında gazete, dergi, ilmi kitaplara yer verilmemesi de apayrı bir açmazımızdır. Keza yine dinin, gençleri üzerinde ahlaki yetişmesinde etken faktör olduğu görmezlikten gelinmesi de öyledir. Dolayısıyla bu tür uygulamalar hem bilgisizliğin kök salmasına hem de ahlaki erozyona yol açmaktadır. Gerçekten de tabiat boşluk kabul etmez, şayet ahlak karın doyurmaz deyip maneviyata önem verilmese birilerinin bu boşluktan istifade edip muzır neşriyatla genç dimağları gafil avlaması kaçınılmazdır. İşte köklerimizden koparılan gençliğin ruhu avlanması en büyük etken unsurlardan biride hiç şüphesiz boş bulunmamızdandır.
Devir bir lokma bir hırka hayat devri değil elbet, teknolojinin doruk noktalara ulaştığı devirdir artık. Madem durum vaziyet bu mecrada seyrediyor, o halde günümüz şartlarında geleceğimizi sloganlara bel bağlamakta değil, geleceğimizin teminatını ilim ve tefekkürde aramalıdır. Hatta ilim Çin'de olsa bile arayınız düsturumuz olmalıdır. Ancak şu da var ki ekonomik alanda çektiğimiz sıkıntılarımız sanıldığının aksine bir lokma bir hırka anlayışından kaynaklanmıyor, bilakis kökü dışarıda ideolojilerin ülke insanlarının ve yöneticilerini aklını çelmelerinden kaynaklanan bir durumdur. İşte asıl bu noktada ideoloji karın doyurmaz demek gerekirken tam aksine birilerince habire “Vatan-Millet Sakarya” hissiyatımız hafife alınıp karın doyurmaz denmekte. Oysa komünizm ve sosyalizm gibi ideolojilerle hangi ülke abad olmuş ki bizde abad olalım. Düşünsenize bu ülkede özel sektörün çeşme, köprü, okul, yol, sokak, imar vs. gibi pek çok alanda girişimlerine destek olmak varken her şeyin devlet eliyle yapılması düşüncesinde olan bir sürü statükocu kafalar vardır. İşte böylesi zihniyete sahip insanların bilhassa düşüş dönemlerinde köşe başlarında bulunması, medeniyet hamlemizi köreltmeye yetmiştir. Oysa değil birkaç özel sektör girişimci, bir zamanlar halkımız bizatihi imece usulü her türlü sosyal, iktisadi ve kültürel faaliyetlerde bulunabiliyordu. Ne zaman ki, devlet her işe el atmaya başladı, en ufak mahalli temizlik işleri bile devletin üstlenmesi gerektiği anlayışı doğdu, derken imece usulü faaliyetlerden mahrum kalıp kahve köşelerinde gününü har vurup harman savurur hale gelir. Dolayısıyla hiç kimse kalkıp da kalkınamayışımızın nedenlerini halkın kahve köşelerinde günün gün etmesine bağlamasın, asıl halkımızı o hale getirenlere kabahati yüklemekte fayda vardır. Biz biliyoruz ki bu millet asla miskin değildir, sadece örgütsüzlük ve teşkilatsızlık kurbanıdır. Öyle ya, şimdi tamda bu noktada sormak gerekir bir zamanlar bize hayat veren o Ahi ocağı teşkilatımız nerede, maalesef adı var ama kendisi yok bir ocağımızdır artık.
Bilgi toplumu olma yolunda ilerleme kayd edemeyişimizin sebebi eski kanaatler değil elbet, bütünü görememekten kaynaklanan skolâstik ve statükocu kanaatlerdir. Statükocu zihniyet habire şanlı tarihimize cengâverlik yönüyle bakıp medeniyet yönünü görmezlikten gelirse bu durumda nasıl bilgi toplumu olma yolunda ilerleyebiliriz ki. Gerçektende merak bu ya, bu skolâstik kafalar hiç mi tarihimizin altın sayfalarında yer alan:
-Fatih’in Rum âlimi Yorgi Amirukisi’yi dünya haritası çizmesi için görevlendirdiğini, İtalyan ressamı G. Bellini’ye elinde bir gül ile kendini resimlettirip güzel tablolar yaptırdığını görmezler?
-Kemal Paşazade bir bilge şahsiyetin atını sürdüğünde sıçrayan çamurun Yavuz’un kaftanına bulaştığında, hemen çamurlu kaftanı ilme hürmeten muhafazaya aldırdığını da mı görmezler?
-Ebüssuûd Efendi’nin fetvalarıyla Kanuni Sultan Süleyman devrinin kanun ve nizam devri olmasındaki inceliği de mi görmezler?
-Müslümanların dünyanın yuvarlak olduğuna dair coğrafi bilgiler sayesinde Kristof Kolomb’un bir anda Hindistan’a batıdan dolaşıp, Amerika’nın keşfini gerçekleştirdiğini de mi hiç görmezler?
Elbette ki tarihe not düşülmüş bir başka ilginç hadiselerden biri de, Batı’nın haçlı seferleri kanalıyla İslâm Medeniyetini tanıma fırsatını yakalıyor olmaları gerçeğidir.. İşte bu tanışıklıktır ki ilerisinde onların Rönesans’ını gerçekleştirmelerine yetecektir. Bu yüzden deriz ki; Batı bizatihi Rönesans’ını Müslümanlara borçludur. Hatta ve hatta Batı dünyası bizim İslam Bilginlerinin ortaya koyduğu tercüme eser ve öğretileri sayesinde Yunan medeniyetinin izlerine ulaştığı gibi Endülüs yoluyla Müslümanlardan edindikleri birtakım bilgilerde ortaçağ zihniyetinden kurtulmalarına kapı aralamıştır. Öyle anlaşılıyor ki, Avrupa’ya ufuk turu açan iksir El-Bruni ve Harzemşahlar gibi daha nice bilge dehalarımızın ortaya koydukları eserlerde kodludur. Gerçektende batı dünyası elde ettikleri eserlerden edindikleri bilgi kodları sayesinde gelişmenin merkezi olmuşlardır. Dahası İslâm medeniyeti bugünkü Batı medeniyetinin doğuşunda çok büyük katkı sağlamıştır. Malumunuz Ortaçağ denildiğinde Batının bilimi katlettiği karanlık yıllar akla gelmekte. Ta ki; Batı 12. ve 15. asırlarda İslâm dünyasıyla yüzleşti, işte o zaman bizden aldığı aşılar sayesinde güç kazanmışlardır. Nitekim Piri Reis Kitab-ı Bahriye eserinde Avrupalıların denizcilik ilminde çok yazıp çok okuduklarını ve bu ilmi doğudan almış olduklarını dile getirerek bu gerçeğe işaret etmiştir. Hakeza İbn-i Haldun’da; Avrupalılar Akdeniz’de bir tahta parçası dahi yüzdüremediklerinden bahisle batı dünyasının o yıllarda Ortaçağ karanlığına gömüldüğünü, Doğuda ise İslam medeniyeti sayesinde altın çağlarımızı yaşadığımıza vurgu yapmıştır. Delil mi? İşte o yıllarda Bruno’yu engizisyon mahkemesinde yaktırılması, Galile’yi fikirlerinden dolayı hapis cezasına çarptırılması ve Sokrat’ın düşüncesinden dolayı ölüme mahkûm edilmesi vs Ortaçağ Avrupa zihniyetinin bariz delilleridir zaten. Ne zaman ki Batı dünyası Kessler’in ifade ettiği şekliyle “Bir halkın fikir hayatı ne kadar serbest ise hareket ve fikir akımları da o kadar zengin olur” anlayışın çizgisine geliverdi, işte o zaman taassup bataklığından çıkıp ‘Bilgi Toplumu’ olma yolunda aşama aşama ilerleme kayd etmişlerdir. Madem öyle, nasıl ki Batı bizim tercüme eserlerimizden istifade ederekten kendi greko-latin kültüründen güç alıp Rönesans’ını gerçekleştirdiyse, pekâlâ bizde kendi Nizam-ı Âlem kültürümüzden kuvvet bulup yeniden doğuşumuzu ve kendi Rönesans’ımızı gerçekleştirebiliriz. Neden olmasın ki? O halde gün tarihi kodlarımızda mevcut gerçek. Hürriyetin ne demek olduğunu cümle âleme ilan etme günü deyip ötelere yelken açmalı da.
Evet, bir kez daha belirtmekte yarar var; Avrupa kendi ortaçağında Rönesans’ını gerçekleştirirken, bizse kendi yükselişimizde çöküşümüzü hazırlamışız. Dahası Batı ortaçağında dünyanın düz olduğu inancıyla oyalanıp dururken, biz ise Kur’an ayetlerinden ilham alaraktan mesela:
- Seyyid Şerif el Cürcani Şerhu’l Mevâkıf adıyla Semerkant’ta tamamladığı kitabında dünyanın top (küre) şeklinde olduğuna yer verirken, Saduddin Taftazani de Şerhu’l Mâkasıd adlı eserinde dünyayı top (küre) şeklinde tarif etmiştir.
- İmam-ı Gazali de; “Kim dünyanın küre şeklinde olduğunu, dini korumak gayesiyle red ve inkâr ederse, dine karşı cinayet işlemiş olur ki bu bir hıyanettir” beyanıyla bu husustaki kararlılığını ortaya koymuştur. Hatta İmam-ı Gazali bunla da kalmamış ay tutulması hadisesinde dünyanın ay ile güneş arasına girdiğinin izahını yaparaktan açıkça dünyanın döndüğüne dikkat çekmiştir.
-Malumunuz Erzurumlu İbrahim Hakkı Hz.leri de Marifetname adlı eserinde İmamı Gazali’nin tespitlerini doğrularcasına; “Bu mevzuda tartışmayı dinin gereklerinden sayan kimse dini zayıf düşürdüğü gibi ona işlenen en büyük cinayettir” beyanında bulunaraktan destek çıkmıştır.
- Reşid Rıza kaleme aldığı Menar Tefsirinde Kur’an’da zikredilen “Geceyi gündüzün üstüne, gündüzü de gecenin üstüne örtüyor” (Zümer 5) ayetini açıklık getirirken tekvir kökünden gelen yükevvirü kelimesinin yuvarlak manasına bir ibare olduğuna işaret ederekten dünyanın yuvarlaklığına vurgu yapmıştır.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz bizim engin kaynaklarımızda akli ilimlere ters düşen abesle iştigal hiçbir bir durumumuz söz konusu değildir. Dolayısıyla bu noktada bizim engin kaynaklarımızın asrın idrakinden beslenmeye ihtiyacı yoktur, asıl asrın idrakinin bizim engin kaynaklarımızdan beslenmeye ihtiyacı vardır dersek yeridir. Kelimenin tam anlamıyla İslâm çağlar üstü bir din ve her çağın İslâm’ı anlamaya ihtiyacı vardır. Madem öyle, bize Kur’an’dan ilham alaraktan erdemli bilgi toplumu olma yolunda adım adım ilerlemek düşer bize. Zira Kur'an'ı Mucizül Beyan bir nur, bir ışık ve bir sırdır. Ve bu ışıktan ilham alaraktan doğu’ya kapalı olmayan batı’nın teknolojisine de açık olan zihniyet yarınlarımızın güvencesi olacağına inancımız tam da.
Velhasıl-ı kelam, nasıl ki ünlü pop yıldız Cat Stevens Müslüman olmasıyla birlikte 'Yusuf İslam' adını alıp kendini Kur’an’da buldu ise, pekâlâ tüm insanlıkta Kur’an’dan ilham alarak hayat bulabilir.
Vesselam.

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ekim 30, 2021 11:01 am

YILDIZLAR ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere mikro âlemde hadronlar olarak bilinen bileşikleri oluşturan en küçük parçacıklar ‘kuarklar’ diye tanımlanır. Örnek mi? İşte atom çekirdeğinin bileşenleri diyebileceğimiz proton ve nötron bunun en bariz örneğini teşkil eder. Yine evrenin en uzak köşelerinde, yani bizden on milyar ışık yılı ötesinde konumlanan alanlarda yüksek enerjiyle parlayan galaksiler ise ‘kuasarlar’ olarak tanımlanır. Ayrıca hemen her galakside ortalama sayıca 200 milyar adet olduğu düşünülen, aynı zamanda yaşadığımız dünyadan bulutsuz havalarda gecenin karanlığında baktığımızda başımızın üzerinde her daim ışıl ışıl parlayan gök fenerlerimiz ise ‘yıldız’ olarak tanımlanır. Örnek mi? İşte Güneş sisteminin içerisinde yer alan Samanyolu Gökadasında ki en az yüz milyarları aşan sayıda olduğu tahmin edilen uçsuz bucaksız yıldız kümeler topluluğunun her biri bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten.
Evet, yıldızlara geçmişten günümüze bakışımız hep gökteki ışık fenerlerimiz şeklinde olmuştur. Şayet bu bakışımızı tersinden okumaya kalkıştığımızda ise biliniz ki yıldızlara bakışımız hem nitelik bakımdan hem de nicelik bakımdan kayda değer bir bakış olmayacaktır. Hem kaldı ki bakış açımıza nicelik ve nitelik kazandırmaya çalışsak da şu bir gerçek yıldızların mahiyetine tam manasıyla vakıf olamayız zaten. Zira gök kubbe de parlayan her bir yıldız fenerinin kesin kes sayıca ne kadar olduğuna dair en ufak bir malumat ya da ne kadar enerji tükettiğine dair herhangi bir bilgi birikimine sahip olmak tüm matematik hesaplamaların fevkinde ufkumuzun alamayacağı bir durumdur. Hele ki bize bir diğer karmaşık gibi gelen gök cimlerinden kuasarların (gök adalarının merkezinde bulunan ve adından aşırı derecede parlak gök ada çekirdekleri olarak söz ettiren gök cisimleri) bir saniyede tükettikleri enerjilerinin neredeyse tüm dünyanın total enerji ihtiyacını karşılayacak kapasitede olduğunu göz önünde bulundurduğumuz da elbette ki her bir yıldız fenerinin niteliğine ve niceliğine akıl havsalamızın almaması son derece gayet tabiidir. Keza sistemine tabii olduğumuz Samanyolu galaksisinin toplamda yaydığı ışığın yüz misli kadar kapasitede olduğu gerçeğini de göz önünde bulundurduğumuzda aynı tabloyla karşılaşırız. Yine de her şeye rağmen hızla gelişen teknolojik gelişmelere paralel olarak üretilen her bir devasa büyüklükte optik ve radyo teleskoplar sayesinde gelinen notada eskiye nazaran bizden fersah fersah kat be kat en uzak uç noktalarda parlayan yıldızlar hakkında bile ipuçlarını yakalayacak bilgi kırıntılarına vakıf oluna biliniyor artık. Bilgi kırıntısı da olsa yıldızların sırlarına bir bir vakıf olundukça en yakınımızdan başlayarak edindiğimiz bilgilerin netleştiğini görebiliyoruz. Nitekim milyarlarca yıldız arasında şimdilik dünyaya en yakın olanının Daroxima Centauri ve Alpha Centouriler (Alfa Centur) denilen yıldızlar olduğu bilgimizin netlik kazandığı gibi söz konusu yıldızların bize olan uzaklığının güneşin uzaklığından 270 bin defa daha uzak olduğu bilgisine de vakıf olmuş durumdayız. Bu arada bilgisini edindiğimiz yıldızların uzaklık mesafeleriyle ilgili rakamlar her ne kadar dudak uçurtucu rakamlar olsa da sonuçta bize en yakın yıldızın ışığı dünyamıza gelişi takriben 4,5 yılı bulduğu bilgisini edinmek bile kayda değer bir kazanımdır. Mesela yine yakından uzağa dudak uçurtucu rakamlar deryasına daldığımızda Sirius yıldızına ait ışığın dünyaya gelişinin 8,5 seneyi bulduğu, biraz ötede konumlanan Aldebaran denen kırmızı dev yıldıza ait ışığın dünyaya gelişinin 50 seneyi bulduğu, biraz daha ötelerde konumlanan Procyon ve Rigel gibi yıldızlara ait ışıklarınsa dünyaya gelişlerinin 540 seneyi bulduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Tabii tüm bu edindiğimiz bilgiler bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet. Mesela diğer edinilen bilgilere ve bulgulara bir göz attığımızda:
-Bizim gözümüzde en büyük yıldız olarak algıladığımız Güneşin bikere her şeyden önce dünyada yer alan hiçbir enerji kaynağına benzemeyen devasa bir nükleer santralı olduğunu gözlemlemiş oluruz. Tabii bunu gözlemlememiz iyi hoşta, ancak bu arada kafamızı kurcalayan bir husus var ki, o da tüm matematiksel hesaplamalara dayanarak güneşin ortaya çıkışıyla birlikte üzerinden 4380 yıl sonrasında tüm yakıtının tükenmesi lazım gelirken, bir bakıyorsun evdeki hesap çarşıya uymaz misali hala bugün olmuş ışığıyla bizi aydınlatıyor olmasıdır. Böylesi bir durumda elbette ki kafamız karışır, hep baştan beri güneşe yakıt tankı gözüyle bakmışız çünkü. Oysaki güneş bir yakıt tankı olmanın ötesinde ayrıca doğal akışında kendini yenileyerekten kendine özgü çok kuvvetli çekim gücü enerjisiyle her daim varlığını koruyabilen, yine kendine özgü bir şekilde dıştan içe doğru kromosfer, fotosfer, güneş lekeleri, radyasyon bölgeleri, çekirdek tabakalarından oluşan ne sıvı ne de katı diyebileceğimiz türden % 81,76 oranında hidrojen ve % 18,7 oranında helyum gazlarını bünyesinde taşıyan devasa bir gaz kütlesinin ta kendisi enerji bir kaynağımızdır. Hatta bu devasa boyutta gaz kütlesinin içerisine karbon, oksijen, magnezyum, silikon, potasyum, vanadyum, kobalt ve bakır gibi sıfır virgüllü düşük oranlarda bulunan elementleri de hesaba kattığımızda kıyamet gününe kadar tükenmek bilmeyen öz enerjisiyle birlikte dünyamızı daha çok aydınlatacak demektir. Derken gelinen noktada güneşe bakışımız gök kubbede hep bizi selamlayaraktan yaradılışından bugüne tüm canlı cansız varlıkları ve insanlığı ısı, ışık ve enerji kaynağı olması hasebiyle tüm yıldızlar içerisinde en favori aydınlık yıldızımız veya aydınlık lambamız olduğunun bilgisini edinmiş oluruz.
-Bizim gözlemimizde canlıların temel yapı taşını oluşturan hücrelerin varlığından hareketle yıldız ve galaksilerin mayasını nebülöz denilen gaz ve toz bulutların oluşturduğu gerçeğini gözlemlemiş oluruz. Dahası bu ve buna benzer gözlemlerden elde ettiğimiz bilgiler ışığında 15 milyar önce değim yerindeyse kâinat ağacı toplu iğne başı büyüklüğünde kozmik bir embriyo halden yüksek ısı radyasyonları altında küre şekline bürünerek tıpkı anne karnında bebeğin gelişme evrelerine benzer bir süreci tamamlamasıyla birlikte galaksilerin meydana geldiğini idrak etmiş oluruz. Tabii gözlemlemek iyi hoşta, tüm bunlar armut piş ağzıma düş misali bir anda gözlemleyeceğimiz türden oluşumlar değildir. Dolayısıyla unutmamak gerekir ki iğne başı büyüklüğündeki kozmik yumurta içeren program gereği gaz ve toz yığınların yoğunlaşıp yıldızları oluşturabilmesi için en az yarım milyonluk bir süreye ihtiyaç duyduğunu düşündüğümüzde bu uzun vade gerektiren gözlemimizi de bir kenara not düşmemiz gerektir. Böylece tüm bu uzun vadeli gözlemler eşliğinde yarım milyon içerisinde tozlar, yoğunlaşa yoğunlaşa birbirinden farklı desenlerle donatılmış uçsuz bucaksız devasa büyüklükteki feza alanına yayılmış yıldızlar olarak doğuvereceklerinin bilgisini edinmiş oluruz.
-Bizim gözlemleyeceğimiz bir diğer gök cisimlerinden Galaksilerinde tıpkı insan kalbi gibi ritmik atan pulsarlara (atarca) sahip olduğu gerçeğinin bilgisini edinmiş oluruz.
-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla bağrında yüz milyarlarca yıldız barındıran galaksilerden yalnız yüz tanesinin ancak ışık saçabilecek nitelikte olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ki, yukarıda konumuzun başında yüksek enerjiyle parladığını belirttiğimiz bu söz konusu oluşumlar adına kuasarlar denen galaksilerden başkası değildir. Nitekim bir kısım bilim adamları bu ışık saçabilecek nitelikte ki bu tür galaksiler için yeni doğmuş yıldızın kalbi olarak isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz. Keza bir kısım bilim adamları da günümüzde moda tabirle yeniden beyaz sayfa açma ifadesine benzer bir ifadeyle ‘beyaz delikler’ diye isimlendirip bu gözle baktıklarının bilgisini edinmiş oluruz.
-Yine gözlemleyebileceğimiz kadarıyla uzay araştırmalarının ortaya koyduğu verilerden hareketle vakti zamanı geldiğinde kocaman devasa galaksileri bile tıpkı bir ahtapot gibi kollarının içine alaraktan yutup yok edecek türden bir nesnel sistemin varlığının bilgisini edinmiş oluruz. Her ne kadar kendilerini teleskoplarla görülmeyecek derecede gözlemleme imkânımız olmasa da bilim dünyasında adından sıkça konuşulduğu artık bir sır değil bilinen bir gerçekliktir. Ki, hakkında sıkça konuşulup varlığından sözü edilen bu gizemli varlıklar beyaz deliklerin zıddı bir vazife üstlenmiş diyebileceğimiz türden ‘kara delikler’den başkası değildir elbet. Gerçekten de böylesi bir gizemli sistemin varlığından haberdar olunması hem uzaycılık adına kayda değer bilgi devrimidir bu, hem de bilhassa inananlar açısından beyaz deliklerle yeniden doğuşu hatırlatan bir bilgi edinimi olurken kara deliklerle de yok oluşu (kıyameti) hatırlatan bir bilgi edinimi olur.
Hiç kuşkusuz yukarıda ki gözlemlerimiz eşliğinde edindiğimiz bilgilerimizi gölgede bırakacak derecede asıl kayda değer bilgi edinişimiz aydınlık güneşimizin her daim başyıldız oluşunu elinde tutmasıdır. Hem başyıldız makamını elinde tutmasın ki, baksanıza bağrında taşıdığı her an patlamaya hazır halde binlerce hidrojen atomunun helyuma dönüşümünü gerçekleştirmesi sayesinde sanki “kükremiş bir sel gibiyim, bendimi çiğner aşarım” şeklinde meydan okurcasına tüm gezegenlere hem ısı hem ışık yayan yıldız lider olarak her daim dikkatleri üzerine çekmektedir. Öyle ki aydınlık güneşimiz başyıldız lider olmanın ötesinde birde üstüne üstük dünya sathında tüm canlı cansız varlıkların enerji kaynağıdır da. Nitekim büyük bir özveriyle bağrından saldığı birçok kozmik ışınlar (uzaya salınan atom çekirdekleri), güneş rüzgârları (elektrik yüklü iyonize parçacıklar) ve elektro manyetik radyasyonlar (x ışınları, infrared (kızılötesi), ultraviyole ışınları, radyo dalgaları) vs. hepsinin temel dayandığı kaynak nokta güneştir. Bu arada unutmayalım ki dışı seni, içi beni yakar misali görünmeyen ışık diye tabir edilen X ışınları ise güneşin iç kısmını kaplar halde adeta kozmik oda görevi konumunda bir işlev görmekte. Dolayısıyla bu iç kuytu bölmeden güneşe görünmeyen karanlık oda açısından baktığımızda aslında güneşin aydınlık değil karanlık yapıya bürünmüş bir yıldız olduğu gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Nitekim öyledir de. Öyle ya, madem içyapısı itibariyle karanlık bir yıldız, o halde güneşi bu durumda görünen kılan nedir sorusu ister istemez kafamızı kurcalaması kaçınılmaz kılacaktır. İşte kafamızı kurcalayacak bu sorunun cevabı hiç kuşkusuz X ışınlarının merkezden dışa doğru ilerledikçe frekans değişikliğine uğrayarak görünen ışın ve mor ötesi denilen ultraviyole ışın bandına dönüşümü marifetinde gizlidir. Bu öyle marifet dönüşümüdür ki, iç dünyasında akkor kesilerekten zifiri karanlığa büründüğünü sandığımız kozmik âlem aradan belirli bir zaman geçtikten sonra bir bakıyorsun etrafına ışık saçan aydınlık âlem olabiliyor. Nedir aradan geçen o aydınlığa giden yoldaki zaman dilimi dendiğinde, elbette ki üzerinden bir milyon yıldan fazla X ışınlarının içten dışa doğru geçişteki süreci kapsayan bir zaman dilimidir. Aslında bu bir anlamda daha yeni evimizin penceresinden içeri girdiğini sandığımız ışık huzmesinin meğer bir milyon öncesine ait bir ışık huzmesinin ta kendisini gösteren bir süreçtir bu. Üstelik bu ışık huzmesi evimizin penceresinden içeri girene kadarda bin bir türlü işlemlerden geçerek girmekte. Nasıl mı? Baş ışık kaynağımız güneşten yayılan ışınlar bir yandan filtre edilirken, diğer yandan da atmosferde renk ayırımına tabi tutulmakta. İyi ki de güneşimiz belirli işlemlerden geçmekte, işte görüyorsunuz başımızı yerden kaldırıp gökyüzüne baktığımızda gök kubbe renginin ne olduğundan daha parlak görünümünde bir gök kubbe, ne de normal ışık şiddetinin dışında bir ışık şiddetine maruz kalmış bir gök kubbedir. Dahası Yüce Yaratıcı ilahi gücün takdiriyle ölçülmüş biçilmiş bir plan dâhilinde renk skalasından ışık şiddetine hemen her şey yerli yerinde ayarlanmış bir feza âleminin ta kendisi bir nizam-ı âlemdir bu. Böylesi mükemmel nizam karşısında Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize şayet güneşten gelen ışık huzmeleri atmosferde bin bir türlü işlemlerden geçmeden direk olarak inmiş olsaydı kim bilir halimiz nice olurdu. En basitinden yeryüzünde yaşayan her canlının gören gözleri filtre edilmeyen ışınlar karşısında bozulup kör olacaktı.
Evet, güneşten gelen ışık huzmeleri atmosfer kontrolüne tabii tutulmaksızın doğrudan üzerimize doğuverseydi içinde yaşadığımız dünya bize zindan dünya olacaktı. Başta da dedik ya, dışı seni yakar, içi beni yakar misali ışığın kaynağına indiğimizde gerçekten de güneşten ışık hızıyla gelen kozmik ışınlar gezegenleri adeta bombardımana uğrattıklarını görmekteyiz. Dolayısıyla atmosferde koruyuculuk sisteminin devreye girmesi dünya hayatımızın zindana dönüşmemesi açısından çok şükretmemiz gereken mucizevi bir hadisedir elbet. Ki, ünlü astronot Apollo’nun aydan getirdikleri kaya parçaları bize şimdiye kadar başımıza gökten taş düşmediğine sevinip şükretmemiz gerektiğini hatırlatmıştır. Gerçekten de yatıp kalkıp Allah’a şükretmemiz gerekir ki bizi taş yağmurundan tutunda zararlı ışınlara kadar daha bir dizi pek çok afetlerden koruyan ‘atmosfer’ zırhımız var. Zaten aksi durum olsaydı tamamen korunaksız bir şekilde asıl büyük kıyametin kopmasına gerek kalmaksızın kendi kıyametimizi asıl o zaman yaşıyor olacaktık. Malumunuz asıl kıyametin kopuş vakti gelip çattığında ise ne ortada atmosfer kalır ne de güneşin kendisi. Üstüne üstük bu hususta bilim adamlarının ortaya koyduğu verilere göre güneşin 5 milyarlık enerjik saat ömrü kaldığı yönünde bir hesaplamalarda söz konusudur. Sözün özü güneşte bir gün gelecek ışığı solup ve içi boşalmış bir kof madde hale dönüşecektir.
Nasıl ki hücreyi oluşturan çekirdek ile diğer organellerin arasını dolduran bir sitoplâzma varsa, yıldızların arasında boşluk sandığımız alanlar aslında boşluk olmayıp tıpkı sitoplâzmaya benzer bir saha içerisinde konumlanmış atom, foton ve iyonize olmuş gaz cisimleri gibi unsurlarla kaplıdır. Bu unsurların birleşmesiyle yıldızların stadyumu niteliğindeki sahanın zeminini hiç kuşkusuz nebülözler oluşturur. Hücrelere insan vücudunun DNA bilgilerini kodlayan yüce Allah, elbette ki on sekiz bin âlemin özü mesabesinde kâinat kitabının sayfalarına gravitasyonel çekim, nükleer reaksiyonlar, eksenel hareketli dönme, yörüngesi etrafında dönme ve momentum korunumu gibi kodlamalara benzer kanunları da yıldızlara kodlamıştır.
Malumunuz gökyüzünde herhangi bir şekilde konumlarında çok büyük değişiklik gözlenmeyen, uzaya belirli ölçülerde enerji göndererek parlaklıklarını her daim koruyabilen yıldızlar stabil yıldızlar (sabit yıldız) olarak ifade edilirler. Aslında sabitmiş gibi görünen nice yıldız kümelerinin gerçekte hiçte öyle olmadığı, bilakis birbirlerinden büyük bir hızla uzaklaştıklarını, bu durumun uzaklaşan her bir cismin konumu etrafına yaydığı ışığın spektrumundaki gösterge işaretlerinde hareketle sabit olmadıkları anlaşılmıştır. Nitekim göstergedeki spektrum eğrisi kırmızı ise kayış (uzaklaşma) demektir, mor ise yakınlaşma manasınadır. Ekseriyetle galaksiler kayış ekseninde hareket ettikleri tespit edilmiştir. Yıldızların bir kısmı uzun ömürlü olabilecekleri gibi bunun tam aksine kısa ömürlü, yani tükenme noktasına gelmiş cüceleşmiş yıldızların varlığı da söz konusudur ki, astronomlar bu tür cüceleşmiş yıldızlara adeta pili bitmiş ve ya zayıflamış manasına nükleer reaksiyonları besleyecek kaynakları tükenmiş ihtiyar yıldızlar nitelemesi gözüyle bakarlar. Böyle bakmaları da son derece gayet tabiidir. Zira cüce haline dönüşmüş bir yıldız ihtiyarlık alametinin ötesinde aynı zamanda yok oluşun habercisi, yani ölüme hazırlığın bir işaret fişeğidir. Örnek mi? İşte Orion avcı burcundaki Betelguese yıldızı bunun en tipik örneğini teşkil etmektedir. Bir takım yıldızlar da vardır ki, bu örneğin tam aksine aralarında işbirliği ve dayanışma örgüsüne benzer bir diyalogla sanki çiçeği burnunda yeni evli çiftler misali gibi beraberce balaya çıkmış haldedirler, yani stabil değildirler. Bu nedenle bu tür yıldızlara ‘yıldız çiftleri’ denilmiştir. Örnek mi? İşte ‘Sirius’ bir çift yıldızdır. Bir başka hareket kabiliyeti olan mesela ‘Süreyya ve Cevza yıldızları’ da yılın bir kısmında görünüp bir kısmında görünmeyen yüzleriyle değişkenlik gösterebilen yıldızlar arasında yerini almaktadırlar. Dahası bu tür gök cisimlerinin parlaklıkları sürekli değiştikleri için ‘değişken yıldızlar’ olarak kategorize edilirler. Hakeza bunlara ilaveten tıpkı gezegenler gibi belli bir döngü sistemi içerisinde turlayan yıldızlarda vardır ki bunlar da ‘seyyar yıldızlar’ olarak kategorize edilirler. Seyyar yıldızların turlayışı tabii oldukları bir sistem etrafında olabileceği gibi etrafında dolaşan küçük çapta yıldızları kumanda edecek türden de turlayış olabiliyor. Üstelik tüm bu turlayışlar tıpkı gezegenlerde olduğu gibi milyarları aşkın yıldızı bağrında taşıyan galaksilerin aynı tempoyla yörüngesinden bir milim dahi sapma olmaksızın kazasız belasız seyr-i âlem eyleyecek şekilde gerçekleşmektedir.
Galaksi
Bilindiği üzere yıldızların bir araya gelip cem olmasıyla birlikte açık veya kapalı türden diyebileceğimiz içerisinde takriben bin milyar yıldız içeren yıldız kümelerine galaksi denmektedir. Mesela buna örnek teşkil edecek olan Süreyya yıldızı aslında bir yıldız topluluğudur. Nitekim yaklaşık 400 yıldız topluluğundan oluşan bu yıldızın içerisinde bilhassa yedi tanesinin en parlak olması hasebiyle adından yedi kardeş manasına Süreyya yıldızı olarak söz ettirir. Dedik ya, oysaki bu yıldız kümesi yedi yıldızdan ibaret olmayıp toplamda dört yüz civarında yıldız kümesinden oluşmakta. İlla dört yüz değil de birkaç yıldız kümesinden oluşan misal gösterin diniliyorsa, bunun için pekâlâ birkaç yıldızdan oluşan ‘Hyades kümesi’ örnek verilebilir.
Genellikle yıldızlar doğudan batıya doğru hareket etmekteler. Bu demektir ki gök kubbede yer alan her bir yıldızın bu yönde ki istikametleri aynı anda görünür olmalarının önüne geçmektedir. Şayet aynı anda görünür olsalardı bizler için aralarındaki farkı fark etmek yönünde bir kıyas imkânımız olmayacaktı. Hiç kuşkusuz kıyas bakımdan kutup yıldızı bu durumdan istisnadır. Rabbü’l âlemin bu müstesna “Benat-ı Naaş” denilen kutup yıldızının yerini sabit kılıp aynı zamanda batmayacak şekilde yaratmış olsa gerektir ki insanlar kolayca yönünü tayin edebilsinler. Bikere her şeyden önce kutup yıldızının bizatihi yaratılış konumu devamlı kuzeyi gösteren bir mihenk taşı özelliğini ortaya koymaktadır. Kaldı ki, Allah-u Teâla bu hususta; ”Karanın ve denizin karanlıkları için kendileriyle yollarını doğrultmamız için, sizin faydanıza, yıldızları yaratandır, O” (Enam, 97) diye beyan buyurarak bu durumu teyit etmektedir.
Dünyamızdan baktığımızda Galaksiler renk bakımdan açık yıldız kümeleri ve şekil bakımdan kürevî yıldız kümeleri halde dünyamızın tavanını süsleyen yıldız fenerler gibi gözükmekteler. Her ne kadar bize yakın bir halde dünyamızın tavanı yıldız fenerler gibi gözükseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, her biri bizden çok çok uzaklarda konumlanmış yıldız fenerleridirler. Hem kümler halde yıldız tavanımız olsalardı net bir şekilde görünmeleri icap ederdi, kaldı ki dünyadan baktığımızda birçoğu çıplak gözle de görünmezler. Dedik ya dünyadan çıplak gözle gördüklerimizin birçoğunu da nokta şeklinde yıldız gibi algılarız. Hele ki bir galaksinin bulunduğu konumunun yüz binlerce ışık yılı yoluna tekabül ettiğini düşündüğümüzde bunun ne anlama geldiği gayet net bir şekilde açık ortada. Şöyle ki; bir galaksi bizden kat be kat ne kadar uzakta ise bir o kadar da hızlı olduğuna işarettir. Nitekim büyük bir hızla seyreden galaksiler tıpkı trafikte yol boyunca boylu boyuna akan arabalar misali herhangi kazaya mahal vermeksizin akmaktalar. İşte yol trafiği bu ya, birbirini geçişlerde ya da kendisini sollayıp hızla geçen bir galaksinin tıpkı bir otomobilin egzozundan yayılan artık maddelerin bulunan ortamın havasıyla emilmesinde olduğu gibi bir mıntıka temizliğinin de trafikte akan bir diğer galaksinin gaz ve toz bulutları tarafından emilerekten yapıldığını gözlemlemekteyiz. Derken bu sayede yeni doğmakta olan yıldızlara da gün doğup adeta onlar için bir tür enerji salınımı besin hazırlığı yapılmış olunur. Üstelik yıldızların her biri kendi çapında birer termonükleer reaksiyonların nüksettiği alanlar olmasına rağmen bir bakıyorsun kendi aralarındaki trafik kovalamaları herhangi bir keşmekeşliğe dönüşmeksizin sanki bizim bilmediğimiz bir gizli el ya da trafik polisinin kontrolünde bir trafik düzenlenmesiyle ötelere doğru yol alınarak seyr-i âlemin gerçekleştiği görülmekte. Bu seyri âlem aynı zamanda bize dünyanın kendi ekseni ve güneş etrafındaki turlayışına benzer dönüşümleri de hatırlatmaktadır. Düşünsenize bir insan iki işi bir arada yapmakta zorlanırken feza âleminde bunu büyük bir ustalıkla birçok gök cisimlerinin ve galaksilerin birçoğu aynı anda birkaç döngü hareketini aktığı yörüngesinde hızla gerçekleştirebiliyorlar. Doğrusu feza âleminde vuku bulan bu akıl almaz manevralar karşısında insanı hayretler içerisine bırakan bir durumdur bu. Hem nasıl hayretler içerisinde kalınmasın ki, baksanıza yüz milyarlarca yıldızdan oluşan galaksiler arasındaki çekim kanunlarının müthiş işleyişi sayesinde bir bakıyorsun hiçbir galaksi yörüngesinden çıkıp şarampole yuvarlanmadıkları gibi hemen her şey her şey denge kanunları çerçevesinde “Durmak yok yola devam” denen bir işleyiş söz konusudur.
Kuyruklu yıldız
Elbette ki uzayın havai fişekleri deyince kelebek görünümlü güneş lekelerinden sonra ilk akla gelen kuyruklu yıldızlar gelir hep. Gelmesi de son derce normal, çünkü onlar gerçekten de kuyruklarıyla ışıl ışıl ışık saçan gökyüzümüzün havai fişekleridirler. Tıpkı bu durum aydınlık lambamız güneşin zaman zaman milyonlarca ton flare adında püskürtücü maddesiyle uzayı bombardımana tuttuğunda olduğu gibi ortaya çıkan havai fişek manzarasına benzer tarzda ki muhteşem görünümüyle gökyüzünü ışıl ışıl renklendirmektelerdir. Renklendirmeleri de gerekir zaten. Bikere kuyruklu yıldızın çekirdeğinde bulunan metan, karbondioksit, amonyak, hidrojen, oksijen gibi gazlar güneşle temasa geçecekleri sırada (yaklaştıklarında) eriyip toz haline gelmesi için vardırlar. Aksi halde adından havai fişek yıldızlar olarak söz ettirmeleri mümkün olmayacaktır. Nitekim astronomi tarihinde şimdiye kadar adından ışıl ışıl parlayan kuyruk yıldızı olarak söz etmelerinin arka planında hiç kuşkusuz bağrında taşıdığı erimiş halde bulunan toz partiküllerinin güneş ışığını en iyi şekilde iyi yansıtma marifetleri sayesindedir. Hem nasıl ki havai fişeklerin belli bir zaman dilimi içerisinde parlamasıyla sönmesi bir olduğu gibi aynen kuyruklu yıldızların yapılan tahmini hesaplara dayanarak 3 bin ila 60 bin yıl arasında bir havai fişeklik ömrü olduğu yönünde, yani gökbilimcilerin döküntü dedikleri kirli kartopları şekliyle ışığının kararması söz konusudur. Ve bu ömür sürecinde dikkatlerden kaçmayan bir diğer husus ise kuyruklu yıldızların hızla hareket ettikleri halde en ufak trafik kazasına dahi meydan vermeyecek şekilde bir araya gelerekten gruplar oluşturabiliyor olmalarıdır. Bu yüzden böylesi ışıl ışıl parlayan yıldızlara gelişi güzel başıboş seyyareler gözüyle bakmayız da.
Yıldızların ölümü
Her gece gökyüzünde gönderdikleri radyasyon dalgaları ile bizleri selamlayan yıldızlarda fanidir elbet. Nasıl olsa bir gün gelecek depolarında tuttukları hidrojen enerjisi tükenmeye yüz tutmasıyla birlikte bir zaman sonra büzüşerek beyaz cüce haline dönüşeceklerdir. Derken en nihayetinde siyah cüce aşamasına geçiş yaptıklarında tıpkı bir canlının hayata gözlerini kapamasına benzer bir refleksle projektörlerini kapayıp mevta olacaklardır. Dahası böylesi bir mevta oluş her bir yıldız için kar beyaz kefen ölümüdür. Aslında ölüm bahane, burada ki kar beyaz kefen giymekten maksat yeni bir yıldızın doğuşuna hazırlık babından beyaz gelinliği giydirmek için yapılan bir düğün merasiminin ta kendisi bir ölümdür bu. Nitekim Novalar galaksiler içerisinde ansızın süpernova patlamalarla sahne alırlar. Yıldızın içerisinde fezaya püskürtülen maddeler zaman içerisinde nebülözlerin yapısında var olan toz ve gaz bulutlarını oluşturdukları gözlemlenmiştir. Bunlar bir nevi ölen yıldıza ait geriye miras kalan artık maddelerdir. Anlaşılan o ki, nova patlamaları sıradan bir tükeniş olmayıp bilakis yeni bir dirilişin muştusu bir patlamalardır. Kelimenin tam anlamıyla bir başka yıldızların doğuşuna yönelik bir eylem hareketidir bu. Nasıl ki bir canlı öldüğü zaman vücut hacmi büyüyüp şişerse aynen öyle de ölen her bir yıldız da çekirdeğinden çevresine doğru termonükleer reaksiyonlar eşliğinde kayması sonucunda hacimce genişlerler. Hacimce genişleyen her bir yıldız rengine göre ya kırmızı ya da mavi devler olarak isimlendirilirler. Mesela mavi Spica ile infrared (kızılötesi) ışın yayan yıldızlar bu gruptandır. Yine hayvanlardan çıngıraklı yılanın başında ki infrared radyasyonu salan bir donanımın mevcudiyetiyle gecenin zifiri karanlığında bile avını avlaması bunu teyit etmektedir. Bu demektir ki mevta olmak üzere ölen yıldız önce genişler, sonra enerjisi bitince küçülmeye başlar. Derken cüceleşip, ahir ömürlerinde devasa yıldızlar bir nötron yıldızına sıkışıp kalmaktalar. Belli ki bu sıradan bir sıkışıklık değil, fırtınadan önce sessizliğin habercisi diyebileceğimiz yeni bir doğuma gebe veya başka yıldızların doğuşuna ön hazırlık diyebileceğimiz bir sıkışma halidir. Hatta buna kabir sıkışması dersekte yeridir. Öyle ya, nasıl ki bir bitki çekirdeğinde o bitki türüne özgü koca bir ağaç kodluysa aynen öyle de bir nötron yıldızın bünyesinde sıkıştırılmış yeni bir yıldızın doğumunu muştulayan nüve kodludur.
Var oluş-yok oluş
Sakın ola ki sakin bulutsuz gecelerde gökyüzünde zaman zaman gözümüzün önünde ansızın parlayıp uzayan ve hemen sönüvererekten bir bir kayıp giden yıldızları gördükçe “Eyvah bir yıldız daha kaydı yücelerden” deyip durduk yere karamsarlığa kapılaraktan kendi kendimize eseflenmeyelim. Böyle durumlarda eseflenmek yerine her karanlığın arkasında mutlaka aydınlık şafakların doğabileceğini düşünmek daha doğru olur. Nitekim giden gitmiştir, sonuçta karanlığın arkasında doğacak olan yoğun ve küçük yapılı olan pulsarların (titreyen yıldızlar) varlığı ne güne duruyor. Öyle ki; pulsarlar doğuverdiklerinde bilhassa nabız atışlarıyla uzaya saçtıkları kızılötesi ve mor ötesi ışınlarıyla sanki bizlere boşa endişelenmenize gerek yok dercesine diriliş muştusu olmak için doğuvermekteler. Bu yüzden adına uygun davranan her bir pulsar için nabız atmak anlamında İngiliz dilinde pulsate denmiştir. Derken pulsate kökünden türeyen her bir pulsar bizim açımızdan ise kalp ritmi olarak karşılık bulur. Hem nasıl karşılık bulmasın ki, bikere kalbi yaratıp insana hayat veren Allah, elbette ki yengeç bulutsusu Crab nebulasının özünde yengeç atarcası Crab pulsar yaratıp var etmekle de bir tür yeni canların doğumunun muştulamış olmakta. Yüce Allah’ın hikmetinden sual olunmaz elbet, şu bir gerçek tabiat okumalarında hep gördüğümüz hem var oluş ve yok oluş, hem de yeniden diriliş muştusu olguların her biri Allah’ın hikmet-i ilahiyenin tecellisi olarak açığa çıkan kanunların tezahürü oluşumlardır. Örnek mi? İşte yıldız ve yıldız kümelerinin vakti saati geldiğinde İngilizce “Black hole” diye tabir edilen siyah deliklerce yutulup sırra kadem basmaları bunun en bariz var oluş ve yok oluş örneğini teşkil etmesine yeter artar da. Dahası tüm bu örnekler bize gösteriyor ki; var oluş ve yok oluş hayatın bir gerçeği ve kanunudur. Her ne kadar sözlükte ‘fena’ fani olmak veya yok olmasına gelse de aslında bu yok oluş her yaratılanın kendisinde varlık görmemesi gerektiği manasına bir yok oluştur bu. Bir başka ifadeyle ‘Ben yokum, sadece O var’ manasına nabız atıştır bu. Kaldı ki çıplak gözle yok sandığımız birçok gök cisminin gelişmiş teleskoplar sayesinde var olduğunu görebiliyoruz. Nitekim bu durumu bir yıldızın kayması esnasında etrafına yoğun bir şekilde yaydığı ışınların sıradan bir ışık olmayıp X ışınları olduğunu ancak teleskopla gözlemleyerek varlığını fark edebiliyoruz. Aslında gözlemlediğimiz bu olayla birlikte etrafa yayılan bu ışınımlar bir noktada Hawking radyasyonu denen kara siyah deliklerin varlığını fark ettirmiş olur bize. Kara delikler, keza karabatak misali bize yok oluş hatırlatırcasına gözümüzde devasa büyüklükte canlandırdığımız yıldızların nasıl dipsiz bir kör kuyuda yok olup kaybolduklarını da fark ettirmiş olmaktalar. Öyle ki kayboluşlarının ardından ne bir ses, ne de bir tılsım duyulmakta. Derken gözümüzün önünde göz göre cereyan eden bir yıldızın var oluş hikâyesinin ansızın sırra kadem basaraktan adeta yok oluş hikâyesine dönüştüğünü gözlemlediğimizde ister istemez her şeyin fani olduğunu, baki olanın ise sadece Allah olduğunu demekten, yani ‘Ya Baki Entel Baki’ diye zikretmekten kendimizi alamayız da. Bu var oluş ve yok oluş hikâyesinde zaman ve mekân bile bu söz konusu kara deliklerin yok oluşuna tanıklık ettiğinde kendi hal lisanlarıyla ‘zaman ve mekândan münezzeh sadece Allah’tır’ demekten kendisini alamamaktadır. Zira vakti saati geldiğinde yok oluş zaman içinde geçerli bir akçe. Nitekim zamanın çekim gücü yüksek yerlerde yavaşladığı, düşük olan yerlerde ise hızlandığı belirlenmiştir. Baksanıza kolumuza taktığımız saatin roket içerisinde uzayda hızlandığı, okyanusa yaklaştıkça da yavaşladığı tespit edilmiştir.
Samanyolu
Düşünsenize bundan 15 milyar önce toplu iğne başı büyüklüğünde yaratılan kâinat âlemi, gelinen noktada bugünkü gelişmiş teleskop gözlemleri ışığında yapılan tahmini hesaplara dayanaraktan 100 milyar sayıda Samanyolu galaksisine benzer bir görünümde yıldız topluluklarından oluşmuş uçsuz bucaksız koskoca bir âlem olduğu belirlenmiştir. Hakeza samanyolu görünümünün yanı sıra birde kâinat âleminin içine daldığımızda bulunduğumuz samanyolu galaksi sistemi içerisinde yer alan bizim dünyadan gözlemleyebildiğimiz güneşimiz gibi daha nice sayıda güneşlerin var olduğu belirlenmiştir. Ki, bu sayının gök bilimcilerin öngörüleriyle 200 milyar sayı kadar güneşlerin olduğu tahmin edilmektedir. Hatta kimi gökbilimlerince hacim bakımdan gözümüzde çok büyüttüğümüz Samanyolu galaksisi içerisinde yer alan aydınlık güneşimizin diğer bir kısım galaksi sistemlerinde yer alan güneşlerin yanında neredeyse esamisi okunmayacak derecede hacimce hiçte büyük olmadıkları söylenmektedir. Her neyse ister sayı bakımdan ister hacim bakımdan ne söylenirse söylenilsin sonuçta şu bir gerçek yaratılan kâinatı tek bir çatı altında kâinat nizamı olarak düşünürsek kâinat içerisinde konumlanmış irili ufaklı hiç fark etmez daha nice büyük galaksi âlemlerin var olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Yıldız ve yıldız kümelerini bir arada tutan yüz milyarlarca galaksilerin her biri aslında kendi çapında birer nizam-ı âlem seyyareleridir. Bugünkü şartlarda yapılan incelemelerle bir devasa büyüklükteki teleskopa ortalamasını aldığımızda ancak 800 milyon galaksi sığabilmekte. Bu demektir ki mikroskopla bir küçücük iğne deliği büyüklüğünde canlının en küçük temel taşı olan hücre âlem (mikro âlem) izlenebileceği gibi devasa büyülükte teleskoplarla da makro âlemler pekâlâ izlenebiliyor. İşte izini iz sürmeye çalıştığımız her bir hücre âlem ya da nesne âlem bir bakıyorsun kanun koyucular olarak hareket etmeyip tam aksine kanun koyucu Yüce Allah’ın emri doğrultusunda ‘ol’ deyince oluveren, ‘yok ol’ deyince yok oluveren varlıklar olarak seyr-i âlem eylemektedirler. Madem öyle, ol deyince olduran, gönülleri imanla dolduran Yüce Allah’ın 99 adıyla, Yaa Bismillah diyerekten biz mümin kullara da kanun koyucu olarak galaksilerin o muhteşem döngüsünü ayarlayan Yüce Allah’ın (c.c) emrine amade olmak düşer.
İşte emrine amade her bir galaksi elips, küre, spiral, merceğimsi vs. görünümde nizamı şekilli elamanlardan müteşekkil gök cisimleri olabileceği gibi bunun tam aksi görünümde son derece karmaşık yapıda şekilsiz gök cisimleri de olabilirler. Hangi hal vaziyette, hangi şekil ve şemailde olursalar olsunlar sonuçta her bir galaksinin kanun koyucu Yüce Allah’ın emrine amade olmuş halde bir nizami işleyişi ve bir nizami düsturu söz konusudur. Öyle ki, başımızı şöyle yerden kaldırıp gök âlemine yöneldiğimizde bu mükemmel nizamın işleyişini sezinlemek pekâlâ mümkün. Ve bu mükemmel işleyiş karşısında gönül dünyamız Yüce Allah’ın azametini idrak edip mesrur olur da. Yine gönlümüzü mesrur edecek türden ve aynı zamanda teleskopla gözlemlediğimizde dikkatlerimizden kaçmayacak derecede kendini fark ettiren bir galaksimiz daha vardır ki; o da malumunuz adından sıkça sözü edilen güneş sisteminin de içine dâhil olduğu Samanyolu galaksisinden başkası değildir elbet. İşte sıkça adından söz ettirip dillere destan olmuş bu söz konusu galaksimiz adını İngilizce süt beyaz olarak anlamlandırdığı gibi bu arada gökyüzünü adeta saman alevi misali bir uçtan bir uca spiral kollarıyla sarıp sarmalaması hasebiyle adını altın harflerle samanyolu olarak da anlamlandırmıştır. Öyle ki spiral kuşak görünümünde ki bu samanyolu galaksimiz kolları arasına aldığı halkaları içerisinde uydumuz olarak konumlanan ay parçamız dünyanın etrafında seyr-i âlem eyleyerekten adeta ilahi aşkla kendinden geçerken, dünyamız da uydusunun bu kendinden geçişine karşılık seyirci kalmayıp o da güneşin etrafında seyr-i âlem eyleyerekten ilahi aşkla kendinden geçmektedir adeta. Malumunuz aydınlık lambamız güneşimiz de Samanyolunun tam merkezinde seyr-i âlem eyleyerekten ilahi aşkla kendinden geçmektedir.
Samanyolu hakkında bize kısaca en son söylenilecek söz nedir diye sual edildiğinde buna cevaben; o bağrında taşıdığı 200 milyar yıldızıyla, spiral görünümüyle, saman alevi rengine bürünmüş kıvılcımıyla, gönlümüzde yaktığı ateşiyle, gök kubbede baki kalan ancak hoş seda imiş edasıyla gönül dünyamızı ferah kılan ve aynı zamanda ışık saçan kandilimizdir demek kâfi olsa gerektir. Yok, eğer bu kadarı kelam kâfi değildir deniliyorsa bilsinler ki onu uzun uzadıya anlatmaya ne vakit yeter, ne ufkumuz yeter, ne de işin içinden çıkmaya gücümüz yeter. Nitekim işin ucundan kıyısında şöyle irdelemeye çalıştığımızda bir yandan spiral galaksilerin simetrik kollarında genç ve parlak yıldızların varlığını sezinlemiş oluruz, diğer yandan ise tam merkezinde diyebileceğimiz koordinatlarda konumlanmış yaşlı ve kırmızı cinsten devasa büyüklükte yıldızların varlığını sezinlemiş oluruz. Birde tüm bunların ötesinde bu işi daha da derinlemesine irdelediğimizde bu kez yaşlısı genci hiç fark etmez her ikisinin de tıpkı iki cüce Macellan bulutları galaksisi gibi Samanyolu gökadasının büyüsüne kapılaraktan Mevlevi semazenlerini aratmayacak derecede etrafında pervane olduklarını sezinlemiş oluruz. Bu arada unutmayalım ki pervane olan sadece galaksiler değil, buna bizatihi Samanyolu galaksimizin bile dâhil olduğu ve onunla birlikte diğer on üzeri dokuz sayıda (1000.000.000) galaksinin de eşlik ettiğini belirtmekte fayda vardır. Hatta bu arada söz konusu eşlikçi galaksilere bağlı on üzeri on bir sayıda (1000.000.000.00) yıldızların da eşlik edip adeta tavaf eyledikleri gerçeğini de unutmamakta fayda vardır elbet. Önümüze konulan rakamlar her ne kadar dudak uçurtsa da öyle anlaşılıyor ki kâinat zerreden küreye çok sesli senfoni orkestrasını aratmayacak şekilde iç içe halkalardan müteşekkil bir döngü âlem içerisinde seyr-i âlem eylediği gerçeğini unutturmayacaktır. Belli ki iç içe geçmiş bu çok sesli senfoni âlem karşılıklı pek çok kuvvetlerin muvazenesine dayalı vahdet sırrınca tek merkezden yürütülmektedir. Zira tek merkezden yürütülüp de kullanılan hidrojen, helyum, karbon gibi vs. tüm maddelere baktığımızda Yaratıcı güç Yüce Allah (c.c) tarafından tüm evrene Muhsin ismi yüzü suyu hürmetine pay edilmiş durumda olduğunu görürüz. Kullanılan tüm tek bir merkezden pay edilmesi, yani kullanılan enstrümanların kaynağının bir olması yaratıcı gücün bir olduğuna işarettir zaten. Kelimenin anlamıyla bu demektir ki yaratılıştaki kaynak bir olmasına bir, ancak pay edilmiş ürünler çeşit çeşit olması hasebiyle kesrettir, yani farklılık arz etmekte. Bu çeşitlilik ve kesret hali evrimcilerin iddia ettikleri gibi asla bir evrimleşme hadisesi değildir. Bilakis birbirinden farklı yıldız ve galaksi toplulukların her birinin biri biriyle veya ötekinin bir diğer ötekiyle evrimleşmeksizin birbirinden bağımsız bir şekilde tek merkezden orijinal haliyle yaratılmış seyyarelerdir. Üstelik her bir seyyare yaratılışından bugüne bilhassa evrimcileri çatlatırcasına değişikliğe uğramaksızın yıkılmadım ayaktayım dercesine gök kubbede nevirlerini döndürecek şekilde seyr-i âlem eylemeye devam etmektelerdir. Besbellidir ki aralarında ki onca çeşitlilik hem Allah’ın yarattığı hazinelerinin bitip tükenmek bilmeyen zenginliğine işaret hem de kesretten vahdete giden bir rotaya işarettir. Ve bu şöyle bilinsin ki, kâinatta var olan “Çokluk içinde birlik” tüm güzelliğiyle insanlığı kıyamete dek selamlamaya devam edecektir. Ve dahi onca sayısız çeşitliliğin hâkim olduğu kâinat sarayında konumlanmış her bir seyyarenin aralarında herhangi bir yol karışıklığına ve yol ihlaline meydan vermeksizin bir plan dâhilinde kendi yörüngelerinde nizam-ı âlem çerçevesinde seyir halinde olmaları bilim dünyasını bile hayretler içerisinde bırakmaya yetiyor. Derken kâinat sarayında 100 milyar yıldızın Samanyolu galaksinin o muhteşem ahengi karşısında yediden yetmişe hemen herkes şaşkınlığını gizleyemeyip eninde sonunda kendi kendine ‘Allah’ demek zorunda kalacağı muhakkak. Gönül ister ki insanoğlu ta baştan uyanıp Allah demiş olsun. Nitekim Yüce Allah (c.c) yarattığı bu muhteşem düzen karşısında insanoğlunun vakit kaybetmeksizin bir an evvel uyanması için hem “Üstlerindeki göğe hiç te bakmazlar mı? Onu yıldızlarla nasıl donattık! Onun hiçbir gediği yok?” (Kaf, 6) ayet mealiyle uyarmakta hem de “O Allah’tır ki yedi (kat) gök yaratmış, arzdan da (yerden de) onların mislini yaratmıştır” (Talâk,12) ayet mealiyle de bu gerçeğe işaret buyurmaktadır. Gerçekten de Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ayetin gereği olarak gökyüzü biz aciz kullar için bir yandan hoş seda kubbemiz olurken tüm yeryüzü ise nakış nakış işlenmiş kilimimiz olmuştur. Hakeza bir yandan yıldız fenerlerimiz başımızın tacı olarak lambada titreyen kandillerimiz olurken, bir yandan bitkilerde fotosentez ve gıda kaynağımız olmakta. Hiç kuşkusuz canlı âlem olarak hayvanatta etimiz, sütümüz, yağımız, yünümüz, bineğimiz vs. olmak için varlardır. İşte bu ve benzer uyanışımıza vesile olacak örneklerden hareketle bakın İmam-ı Gazali Hz.leri bu hususlarda gök kubbe âlemine bakmakta on fayda olduğunu bizlere şöyle hatırlatır da:
“ -Üzüntüleri ve kederleri azaltır.
-Kalplerdeki vesveseleri giderir.
-Korku ve endişeyi giderir.
-Cenab-ı Hakkı hatırlatır.
-Kalbe Allah-ü Teâlâ’nın büyüklüğünü yerleştirir.
-Gönüllerde olan adi fikirleri kaldırır.
-Aşk hastalığına müptela olanlara şifa verir.
-Hasretlilere teselli verir.
-Sevenlere arkadaş olur.
-Allah-u Teâlâ’ya yalvaranların el açtığı dergâhtır” (Bkz. Varlıkların Yaratılış Hikmetleri, İ.Gazali, Dedekorkut yayınları,1978)
Evet, insanoğlu bu söz konusu mavi gök kubbede titreyen yıldızlara (pulsarlar), gök adalarına, nebulalara, çift yıldızlara ve dahi nice eşsiz güzellikteki gök kilimlerine serpiştirilmiş nakışlara tefekkür gözüyle baktıkça hem istikametiyle buluşmasına vesile yol pusulası edinmiş olacak, hem de Esma’ül Hüsna (Allah’ın 99 ismi) tecellileri hürmetine “O hareli yollara (muhtelif yolları hâvi olan) sahip gök hakkı için. Şüphe yok ki, siz muhtelif söz içinde bulunmaktasınız” (Zâriyât Suresi, 7-Cool ayetine muhatap olmakla şayet insanoğlu yolundan sapmazsa huzur bulacaktır. Ne diyelim, işte görüyorsunuz madem O’na ulaşmak için tüm kâinatta bin bir türlü vesile pusulalar ve yollar halk edilmiş, o halde o kutlu yolculara bizden “Yolunuz açık, Allah yar ve yardımcınız olsun” demek düşer.
Velhasıl-ı kelam; Şükür kavuşturana.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/yildizlar-alemi-5300-kose-yazisi


Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ekim 30, 2021 11:28 am

GEZEGEN ÂLEMİ
SELİM GÜRBÜZER
Gezegen deyince ister istemez bizim medeniyetimizin baş tacı gök bilimci Ez-Zerkali gelmektedir. Bu bilge şahsiyet 11. asırda Usturlab adında güneş devrini ölçen bir cihaz bulmanın heyecanıyla geliştirdiği toledo cetveli vasıtasıyla yörüngesinde seyreden gezegenlerin hareketlerini gözlemleyebilmiştir. Öyle anlaşıyor ki her yaratılan maksatsız yaratılmamış, bizim bilmediğimiz, fakat daha önceden belirlenmiş kanun ve kurallara bağlı olarak üstün bir planlamayla yaratılan her ne varsa kendine biçilmiş bir ömür süresi içerisinde yoluna devam etmektedir. Kanun koyucu hiç şüphesiz Allah’tır. İnsanoğlunun üzerine düşen görev ise var olan kanunları bulup buluşturmak ve icra etmektir. Nitekim kâinat sarayında bilim adamlarının çalışmaları sonucunda ortaya çıkan birtakım kanunlardan öyle anlaşılıyor ki, insanın yaşayabileceği şartları oluşturan tek gezegen dünya gözükmektedir. Belli ki eşsiz mavi mücevher gibi parlak görünüme sahip dünyanın 23 derecelik bir açıyla eğik olması bile belli bir hesabın ve planın olduğuna işarettir. Nedir o plan derseniz, gayet her şey net açık ortada. Şöyle ki; eğer dünyamız 23 derecelik bir açıyla eğik olmasaydı kuzey ve güney kutupları sürekli karanlıkta kalacaktı. Ve bunun sonucu olarak ta okyanuslardan yükselen su buharının etkisiyle her taraf buzlarla kaplı kıtalardan geçilmeyecekti. Neyse ki dünyamız muhtemelen bundan 1 milyar önce oluşum devresinde yapısı itibariyle demir ve nikel tabakaları üzerine hafif taştan sarılmış kabuktan (taş küre) teşekkül etmiş yapısıyla diğer gezegenlere nazaran kütlesi en ağır olarak sahne almıştır. Hatta üzerini bir şal gibi saran muazzam bir hava okyanusu (atmosfer) ve oksijenin hidrojenle beraberce oluşturduğu müthiş kara okyanusu (su küre) özelliği ile kendini fark ettiren bir gezegen olarak doğa gelmiştir. İşte tüm bu bilgilerden hareketle bir an olsun insanoğlunun meçhul bir yolculuğa çıktığını düşünün ve çıktığı bu yolculuğun ilerleyen bölümlerinde şayet soluyacak bir hava bulamıyorsa, bu demektir ki o insan artık dünyanın sınırlarını aşıp uzaya adım atmış demektir. Zira kâinatta dünyadan başka bir nefes sıhhat soluk alınabilecek tek bir mekân şimdilik gözükmüyor. Ancak şu da var ki, her ne kadar dünyanın dışında diğer gezegenler insanın nefes alıp yaşayabileceği şartlara elverişli olmasalar da yine de onlar belli bir emrin ve bir programın gereği olarak yörüngelerinden çıkmaksızın hatta birbirlerinin sınırlarını ihlal etmeksizin ve çarpmaksızın adeta güneşin etrafında tavaf eylemek için varlardır. Ve böyle de yörüngelerinde seyr-i âlem eylemeye devam edeceklerdir.
Malumunuz güneş etrafında pervane olan seyyareler içerisinde en yakın gezegen Merkür'dür. Bu yüzden kendi ekseni etrafında döngüsünü 59 günde tamamlamaktadır. Bir başka ifadeyle, Merkür güneş etrafında her attığı 2 tur boyunca, üç kerede kendi ekseni etrafında dönecek şekilde seyr-i âlem eylemekte. Ve Merkür’ün güneş etrafında sabit kalmaksızın böylesi ilginç bir şekilde ki tam seyirlik dönüş turuna Merkür yılı denmektedir. Ayrıca Merkür’ün güneşe yakın olması hasebiyle takriben 400 santigrat derecelik sıcaklıkla fırını aratmayacak niteliğe sahip bir gezegen olmasına rağmen bilim adamlarının ortaya koyduğu verilerden hareketle bir yüzünde buz formunda suyun varlığından söz edilmekte. Öyle ya, madem çok sıcacık bir gezegen, o halde kendisinde sudan eser görülmemesi icap eder. Zira Merkür’de buz formunda diyebileceğimiz suyun olmasının sebebi Merkür’ün kutup çevrelerinde yer alan devasa büyüklükteki kraterlerin varlığı Güneş ışığından mahrum kalmasına yetiyor. Dolayısıyla güneş almaması buz formu da korunmuş oluyor. Hakeza Merkür de ince bir atmosfer tabakası izlerinin varlığından söz edilse de mevcut havayı getiren tabakanın tamamen karbondioksitle kaplı olması bu gezegende hayata dair her hangi bir emarenin varlığını güçleştirmektedir. Dolayısıyla kendisine bundan ötürü çöl dünyası denilmektedir. Diğer bir ismi ise Utarit’tir. İlginçtir Merkür’ün güneş görmeyen arka yüzeyi eksi sıcaklıkları bulup hatta -246 santigrat dereceleri bile gördüğü belirlenmiştir.
Çıplak gözle görülebilen tek gezegen Venüs’tür elbet. Hatta bazen güneşin battığı anda parlak bir yıldız olarak bizleri selamladığına da şahit olmuşuzdur. Keza dünyamızla eşit hacim ve eşit kütlede olmasına nispetle kendisine hep kardeş gezegenimiz gözüyle bakmışızdır. Tabii ki farklılıklarımız da var. Şöyle ki; Venüs atmosferini oluşturan gazlardan; karbondioksit miktarının % 97, azotun % 2, oksijenin % 1 oranında bulunması itibariyle dünyadan farklı özellik taşımaktadır. Dahası sıcaklığının da 475 ila 625 santigrat dereceler arasında olması yaşadığımız dünyamızdaki normal sıcaklık göstergelerinin dışında bir sıcaklığa sahip olduğunun bir göstergesidir. Dolayısıyla bu ısı göstergelere haiz Venüs gezegenin de hayatın olabileceğine dair emare aramak basınç değerleri yüksek bir buharlı kazanda hayat aramak türünden boşa çaba harcamak olacaktır. Hem nasıl boşa çaba olmasın ki, bikere bu gezegende yüzey sıcaklığının ortalamasını aldığımızda 427 santigrat derecelerde seyrettiğini görürüz. Üstüne üstük güneş görmeyen arka kısımlarının eksilerde seyretmeyip tam aksine 227 santigrat derecelerde seyretmesi bile hayatın olmayacağına dair bir işaret taşı olmanın ötesinde ilginçte bulunmakta. Öyle ya güneş görmeyen yüzey nasıl olur da bu sıcaklık değerlerde olur şaşmamak elde değil. Tabii bu durumu bilim adamları hava akımlarıyla açıklamaya çalışıp mesela dünyamızın kutuplarında da 6 ay kış, 6 ay gündüz olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda kış aylarında sıcaklığın aşırı derecede azalmadığı belirlenmiştir. İşte kutuplarda ki olan bitenden hareketle öyle anlaşılıyor ki Venüs’te de tıpkı dünyamızın ekvator bölgesinde ki yüksek sıcak hava akımlarının belirli periyotlarla kutuplara transfer edilerek aşırı derecede sıcaklık düşüşlerinin engelleniyor olmasındaki durum yaşanmakta. O halde Venüs’te de benzer durumların yaşanmasına şaşmamak gerekir. Bu gezegenin bizi şaşırtacak bir başka özelliği de malum aşırı sıcak bir gezegen olmasına rağmen gökyüzünün tamamen bulutlarla kaplı olmasıdır. Oysa derinlemesine analiz edildiğinde burda da şaşılacak durumun olmadığı görülecektir. Nitekim Venüs’ün bu söz konusu bulutla kaplı hali bizim bildiğimiz bulutun dışında farklı bir özelliğe sahiptir, yani değişik tipte karbonat tuzlarından, kimyasal bileşiklerden ve toz partiküllerinden oluşmuşluğu da söz konusudur. Nitekim Venüs atmosferinin % 96’si karbondioksit oluşturup, geriye kalan % 3 azot ve % 1 oranında ise su buharı oluşturması bu durumu teyit ediyor da. Ayrıca Venüs yüzeyin de sıkça volkanik faaliyetlerin seyretmesi hasebiyle gezegene gönderilen araçların çektiği resimlerden anlaşıldığı üzere volkanik patlamalar sonucu sülfürik asit kaynaklı bulutların varlığı tespit edilmiştir ki, bu da yeterince şaşkınlığımızı gidermeye yetecek derecede bir veridir bu.
Bilindiği üzere atomun merkezinde pozitif elektrik yüklü proton ile elektrik yük içermeyen nötron bulunmaktadır. Çekirdek hükmündeki merkezin etrafında ise belli bir matematik hesap dâhilinde yerleştirilmiş negatif yüklü elektronlar mevcuttur. Söz konusu elektron parçaları tıpkı dünyanın güneş etrafında döndüğü gibi onlarda durmadan hareket ederek pervane olmaktalar. Zaten kâinat doğmadan önce elektron yüklü bir buluttan ibaretti. Derken büyük bir patlama ile birlikte etrafa dağılan zerreler küme küme toplanıp yıldızlar ve onların etrafında gezegenleri oluşturmuşlardır. Hele ki yaratılan bu gezegenler arasında öylesine itina ile seçilmiş bir tanesi vardır ki; o bir nazlı gelin misali canlıların tek yaşayabileceği donanıma sahip bir seyyaredir. Hatta bu özel konumdaki seyyarenin taç kısmında güneşten gelen zararlı ışınları süzgeçten geçirebilecek atmosfer tabakasının yanı sıra 23 derecelik bir eğik konumla yörüngesine oturtulmuş, aynı zamanda dört mevsim ve her iklim şartları sağlanarak saniyede 30 kilometre sabit bir hızla dönme ayarı yapılan bir gezegendir. O öylesine muazzam yaratılmış bir seyyaredir ki dönüş hızının 1 saniyelik değişmesine bile tahammülü olmayan bir gezegendir. Zaten aksi bir durum olsa bütün astronomik sistemin çökeceği muhakkak. Şimdi bu denli muazzam özelliklere sahip hangi seyyaredir dediğimizde hiç üzerinde düşünmeye gerek kalmaksızın hepimizin bildiği gibi güneş etrafında seyreden Venüs’ten sonra ki dünya seyyaresinden başkası değildir elbet. Zira Dünya tüm canlıların yaşayabileceği şekilde iç içe kürelerden (-sfer) meydana gelecek donanımla yaratılmış ve anbean gözümüzün önünde seyreden şahika bir eserdir. Dahası Konuk olduğumuz dünya gezegeni cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş insanın yaşayabileceği şartlarda yaratılmış bir seyyaredir. Peki, bu mavi görünümlü seyyarede ki insanoğlunun konukluğu ne zamana kadar devam edecek sual edildiğinde, ta ki maviliği solup kıyamet saatinin alarmı çaldığı zamana dektir elbet. İşte gelmiş geçmiş tüm insanlık içerisinde bu gerçeğin idrakinde olan tüm inananlar dünyaya hem misafirhane gözüyle bakmışlardır hem de dünyanın bir imtihan salonu gözüyle bakıp baki olanın sadece Yüce Allah olduğuna iman getirmişlerdir.
Merih, beynin yarım küresi diyebileceğimiz, yani dünyanın yarı hacme sahip olmakla birlikte aydan daha büyük bir gezegendir. Ve dahi bu gezegenin iki uydusu mevcut olup belki de, astronotlara şimdiye kadar saç baş yolduracak derecede üzerinde bu denli kafa yorucu gezegen çıkmamıştır dersek yeridir. Öyle ki bu gezegende hayat var mı yok mu sorusunun cevabını almak için neredeyse bu işe kafa yoran astronot bilim adamlarının tüm ömrünü almıştır. Hatta üzerinde daha da kafa yoruldukça bu gezegende ki bir takım yarıkların kanallara benzemesinden hareketle oralarda ileri bir medeniyetin olabileceğinden bile söz edilebilmiştir. Neyse ki, sonraki çalışmalar neticesinde oralarda kanal filan yok, tamamen gözlemleme yanılgısı bir öngörüdür bu. Belli ki bu tür yanılgılara sebebiyet teşkil eden temel neden Merih (Mars) gezegeninde atmosfer ve su buharını andıran emarelerin gözlemlenmesidir. Böylece bu emarelere dayanarak su ve oksijenin de olabileceğinin kanaatinin hâsıl olmuştur. Derken konunun açıklığa kavuşması bakımdan bu uğurda Viking 1 adlı 3,5 kg ağırlığında hem hava şartlarını ölçecek hem de birtakım kazılar yapıp en ufak canlılık belirtisi olabilecek mikroorganizmaların olup olmadığının tespitini yapacak şekilde ufacık bir uzay aracının yapımı gerçekleşir. Tabii uzay aracının yapımı iyi hoşta, ancak uzaya gönderilen bu uzay aracından gelen sinyaller hiçte beklentileri karşılayacak cinsten veriler değildi. Çünkü sözü edilen gezegenin ince donanımlı atmosferinde % 95 karbondioksit, % 3 azot, % 1,5 argon ve % 0,03 oranında oksijen bulunup, toprağın eşelenmesiyle ortaya çıkan neticelere bakıldığında mikrop türünden herhangi bir canlıya rastlanılmamıştır. Her şeye rağmen yine de hafızalardan bu gezegenin sıvı halde su oluşturabilme ihtimalinden hareketle toprak katmanında hayat olabileceği düşüncesi silinip atılmış değildir. Dahası ortada net somut bir gerçek vardı ki, o da malum dünyamızdan başka hayatla özdeşleşecek tek bir gezene şu ana kadar denk gelinmemiş olmasıdır.
Neredeyse tüm gezegenleri bağrına basacak derecede diyebileceğimiz devasa büyüklükte özelliği ile dikkat çeken bir diğer gezegen ise hiç kuşkusuz Jüpiter’dir. Dikkat çeken sadece Jüpiter mi, onunla bizatihi yakından ilgilenen ve uydularından dördünü keşfeden Galileo Galilei’de dikkat çeken bir isimdir. Ve onun gökyüzüne çevirdiği yeni icat edilmiş teleskopunu güçlendirerekten 4 değişik tipte uydunun varlığını keşfetmesiyle birlikte astronomi bilimi alanında çığır açmıştır. Derken açtığı bu çığır sayesinde daha sonra ki yıllarda 8 uydunun varlığı daha tespit edildiği gibi Jüpiter üzerinde çok miktarda hidrojen gazının varlığı, aynı zamanda az da olsa metan, amonyak ve neon türü gazlara da rastlanmıştır. Bu arada hız kazanan çalışmalar neticesinde bu gezegende oksijen veya azota dair herhangi bir emare teşkil edecek bir maddeye ve herhangi bir canlı türünün izine rastlanılmamasıyla birlikte kesin kes hayatın olmayacağı açıklık kazanmış olur. İlla da buralarda hayatın dışında dikkat çeken bir şeyin üzerinde durulacaksa da, o da bu gezegenin en karakteristik özelliği diyebileceğimiz türden üzerinde yer yer 33.000 kilometre uzunluğunda, yani neredeyse dünyamızın tam hacmine eşit değerde alanı kaplayacak ölçüde kırmızımsı ben lekeleri üzerinde durmak daha isabetli bilimsel araştırma olur. Şu ana kadar bu gezegene has lekelerle ilgili sadece bildiğimiz bir fiziki gerçeklik var ki; o da malum lekelerin hareketli ve parlak oluşudur. Bu demektir ki araştırmaya değer bu söz konusu kırmızı benli lekelerin ne anlam ifade ettiği hususu bilim adamlarına dün olduğu gibi bugün de, gelecekte de bir hayli ter döktürecek gibi gözüküyor da.
Satürn’de değişik organik molekülleri oluşturabilecek reaksiyon yeteneğine sahip metan, amonyak, hidrojen ve helyum gibi gazlar var olmasına var elbet, ancak yine de bunların varlığı Satürn’de hayatın olabileceğine dair bir karine teşkil etmez. Olsun, hiçte önemi yok, hayat olmasa da sonuçta onu tefekkür ederekten seyretmekte hakkında bir ömre bedel hayat diyebiliriz pekâlâ. Hele ki etrafındaki sarımsı-yeşil renkli üçlü kuşağımsı halkası var ya, işte bu gönül halkaları hem zikir halkalarını, hem de halk dilinde üçler, yediler, kırklar halkalarının hırka giymiş baş tacı Gönül Sultanlarını da hatırlatmakta. Derken bu gezegeni izleyip seyre dalanların nezdinde nefeslerin tutulduğu bir ruh iklimi oluşturmakta bile. Nasıl böylesi bir ruh iklimi oluşturmasın ki, baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmeye ne nice kalem sahiplerinin gücü yetiyor ne de bilim adamların sunacakları sunumlar güç yetirebiliyor, onu ancak bizatihi temaşa etmekle güzelliği hissedilmesi mümkündür. Gerçekten de öyle değil midir? Baksanıza bu gezegenin güzelliğini tarif etmek için adeta bin bir türlü nağmeler döken ister yazar, çizer, düşünür taifesi olsun, isterse yazılı ve görsel sunumlarla şeklini şemalını ortaya koymaya çalışan astronotlar olsun, ister istemez bir noktadan sonra artık yorgun ve bitap düştüklerinde tutku gözlerle ona atfen ‘Zuhal yıldızı’ demekten kendini alamadıklarını görmekteyiz. Gerçekten de muhteşem görünüşüyle kraliçe bir yıldız olmayı çoktan hak ettiği gibi Astronotların da gözde bebeği ve tacı tahtı olmuştur. İşte bu noktada gezegenin taçlı şeklinin veya zuhal şemalının dışında birde kendisine bilimsel yönden bakıldığında atmosferinin donmuş amonyak kristallerinden oluştuğu ve buna ilaveten metan ve buz kristallerinin de izlerini taşıyan bir gezegen olduğu görülecektir.
Uranüs gezegeni üzerinde kısaca değinecek olursak, bu gezegenin Merkür, Venüs, Dünya, Merih (Mars) ve nihayet Jüpiter güneş sisteminin orta kuşağı diyebileceğimiz devasa gezegenlerin dışında bir başka konumda yer aldığını görürüz. Bir başka ifadeyle farklı devasa yapısal özelliğinin yanı sıra, hidrojen ve helyum gazlar ihtiva eden atmosferiyle onu -185 santigrat derecelik soğuk ve donuk bir gezegen kılıyor. Hatta diğer gezegenlerde olmayan ayrıcalıklı tipik yönü ise yörüngesinde 98 derecelik eksen eğikliği özelliğe haiz oluşu sebebiyle, yani yatık olması hasebiyle yaz kış olmak üzere iki mevsimi birden yaşıyor olmasıdır. Ve bu söz konusu gezegende her mevsim 42 yıl sürmekte sürmektedir. Yani bu demektir ki, şayet biz dünyalılar olarak Uranus’un kuzey kutbunda konumlanmış olsaydık bu gezegenin 21 yıl boyunca güneşin ufuk çizgisinin üstünde yükseldiğini, 21 yıl boyunca da alçaldığını ve en nihayetinde ise battığını müşahede etmiş olacaktık.
Neptün’ün birçok yönlerden Uranüs’e benzemesi ister istemez her ikisini ikiz gezegenler olarak görmemize sebep teşkil etmekte. Ancak yine de aralarında bir takım farklılıklarından dolayı yine de birbirinden ayırt edilebiliyor. Nasıl mı? Mesela sıcaklığının Uranüs’e nispetle daha düşük olup -225 santigrat derecelerde seyretmesi ayırt edici özelliklerinden diyebiliriz. Daha da en ayırt edici özelliği ise malum Neptün’ün şimdiye kadar tespit edilebilen iki peyke sahip oluşudur.
Plüton’un bir gezen mi yoksa cüce bir gök cismi mi türünden yapılan tartışmalar bir kenara bırakıp meseleye biz bir gezegen gözüyle baktığımızda, Plüton’un güneşin en son halkasında yer alan ve en son uzaklıkta konumlanan bir gezegen olduğunu görürüz. Dahası değim yerindeyse sona kalan dona kalır misali yörüngesinde dünya yılı olarak bir turunu 248 yılda tamamlayan, yüzey sıcaklık değerleri olarak eksi -1228 ila -238 santigrat dereceler arısında değişiklik gösteren ve mevsimsel değişimleri ‘çok soğuk’ ile ‘çok daha soğuk’ arasında gerçekleşen bir gezegen olarak adından söz ettirir.
Öyle anlaşılıyor ki miligram seviyelerde ayarlanmış hassas terazinin denge ayarlarında olduğu gibi kâinatta da milim sapmaksızın işleyen muazzam denge âlem nizamı söz konusudur. İşte Yunus Emre hassas terazi misali kâinat nizamının hassasiyetini bakın nasıl dile getiriyor:
Yerden göğe küp dizseler
Birbirine bent etseler
Altından birin çekseler
Seyreyle sen gümbürtüyü.
Velhasıl-ı kelam, Yunus Emre’nin de dikkat çektiği gibi hele kâinat nizamı ayarları bir yerinden oynamaya görsün, sen gör bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti…
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/gezegen-alemi-5285-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 07, 2021 6:41 pm

AKŞAMSEFASI AY DEDE
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c); “Allah’ın yedi göğü birbiri ile nasıl uyumlu yarattığını görmüyor musunuz? Ay’ı, bunlar içinde bir nur yaptı ve güneşi bir kandil haline getirdi” (Nuh,16) diye beyan buyurmakla ay ışığının bir ışık nuru, güneşi de aydınlık kandili kıldığını biz aciz kulların dikkatine sunup tefekkür etmemizi murad ediyor. Mademki Yüce Allah (c.c) gündüzümüzü aydınlık kılan Güneş ile gecemizi nurlandıran Ay’ı tefekkür etmemizi diliyor, o halde konu başlığımızın gereği olarak çocukların ‘Ay dede’ gözüyle baktıkları, yetişkinlerinse batmakta olan Güneşin ardından gelen akşamsefası gözüyle baktığı Ay ışığımızı yüce şanına layık bir şekilde kalemimize dökerekten tefekkür etmek düşer bize.
Malumunuz akşamsefası iki çeneklilerden bir otsu bitki türü olup o güzel küçücük kokulu çiçeklerini akşamleyin açmakla meşhurdur. İşte bizde bu meşhur güzel kokulu bitki çiçeklerini gündüz değil akşamleyin açtığı içindir ki isminden ilham alaraktan aynı şekilde güneş battığında nöbeti devralıp gecemizi nurlandıran ve çocukların Ay dede gözüyle baktıkları Ay için de akşamsefamız demekten kendimizi alamayız. Öyle ki birincisi bir bitki olarak akşam misk gibi kokan açan çiçeği ile ruhumuza ferahlık verirken ikincisi de adeta gece lambamız olarak gecenin karanlığında ışığıyla kalbimize ve gönlümüze nur saçıp huzur vermekte. Düşünsenize geceleyin gökyüzünde bir yandan bizi selamlayan Ay dedemizi temaşa ederekten her daim esenlik içerisinde kalırken diğer yandan da hafif esen bir rüzgâr eşliğinde çiçeklerini açmış akşamsefasını koklamakla bir ömre bedel diyebileceğimiz bir huzur yaşamaktayız. Gerçekten de Ay’ın şavkı gönlümüze ve kalbimize vurduğunda akşamları sefamız bir bambaşka olur. Hele bilhassa gökyüzüne Ay’ın şavkı Dolunaya dönüştüğü zamanki hali var ya, işte o anı temaşa edenleri kendinden geçirip kendine getirircesine seyrine doyum olmazda. Nitekim gönül abidesi ‘Dolunay’ın seyrine doyulamayan ışık saçan nur yüzlülüğünden dolayıdır ki adından ‘mehtap’ olarak söz ettirir de hep. Hatta bir bakıyorsun bu nur yüzlülüğünün etkisinden olsa gerektir nice edebiyatçılara ilham kaynağı olaraktan hakkında hikâyeler, masallar, destanlar yazdırtırken, nice şairlere de şiirler döktürtmektedir. Keza bir bakıyorsun nice müzisyenlere nağmeler, şarkılar ve Türküler söylettirirken nice mimarlara da birbirinden güzel hilal ve dolunay tasarımında köprü, han, kervansaray, kubbe, kümbet, mihrap, minber vs. türünden eserler yaptırtabiliyor. Tabii bu arada Astronotlar da boş durmayıp Ay’ın o ışıldayan şavkı karşısında aşka gelip Ay’a ilk ayak basanlardan olabiliyor. Bu öyle bir tutku aşktır ki; bir bakıyorsun 8 gün, 3 saat, 17 dakikalık süren ay yolculuğu gerçekleştiğinde yankısı tüm dünyayı saracak bir şekilde sevinç çığlıklarına sahne olabiliyor. Ama ne ilginçtir ki, astronotların Ay’a ayak bastıklarının haberini alan insanlar bulundukları ülkelerde sevinç çığlıklarını atmosfer tabakası sayesinde kendi aralarında paylaşıp dünya sathında duyulurken, Ay’a giden astronotların ise daha Ay’a ilk adım atar atmaz attıkları zafer çığlıklarını değil kendi aralarında, kendi kendilerine bile duyuramıyorlardı. Kendi aralarında ki iletişimi ancak başlarına taktıkları gaz maskelerinin altına yerleştirilmiş güçlü frekans dalgalı radyo vericilerle yapabiliyorlardı. Zaten dedik ya, Ay’da atmosfer yoktu, onun için iletişimin gaz maskesi altında radyo dalgalarıyla sağlamaları son derece gayet tabii bir durumdur. Kaldı ki, Ay dünya gibi iki ayrı zırhla korunaklı da değildir. Nitekim Ay’ın böylesi korunaklı zırhları olmadığından üzerine sağanak halde yağan taşlar nedeniyle yüzey kısımları delik deşiktir de. Zira Ay’da krater alanların bolca olması ve metrelerce derinliklerde ki çukurluklarla kaplı olması bunun bariz bir göstergesidir zaten. İşte o an yoğun meteor bombardımanları altında Ay’da bulunmuş olsak biliniz ki hiçbir gürültüyü kulaklarımızla duyuyor olamayacaktık.
Öyle ya, ses dalgaları havanın bulunduğu alanlarda yayılıp duyulabiliyor olduğuna göre, bu demektir ki Ay’da büyük şiddette sarsılmalarda olsa, kızılca kıyamet kopsa da hava (atmosfer) yoksa gürültü denen bir hadiseden bihaber olunacaktır. Neyse ki yaratılışından bugüne onca üzerine yağan meteor taşlarıyla delik deşik olmasına rağmen, yine de Yüce Allah’ın huzurunda ‘kahrında hoş lütfunda hoş’ niyazıyla her türden bombardımanlar karşısında sesini çıkartmayıp nur yüzünü somurtmamayı başaran bir Ay dedemizdir o. Bizim açımızdan ise dünyamız gibi koruyucu atmosfer şemsiyesi olmadığı için bizi rahatsız edecek ne gürültüsüne maruz kalmaktayız ne de bombardımanına maruz kalmaktayız. Sadece bize görüntü olarak üzerine yağan meteor bombardımanların ardından geriye içi boş taş yığınları, kayalıklar, çorak, susuz ve kurak sahalar kalmakta. Yine de siz bizim Ay sathının içi boş çorak dememize bakmayın, sonuçta hatırı sayılır derecede çok miktarda oksijen mevcut ya, bu Ay dedemiz için elbette ki kayda değer lütuftur. Ancak bir nebzecik oksijenin varlığı hayatın olabileceğine işaret teşkil etmez, bilakis serbest halde olmayan mineral bileşiklerine tutunmuş halde oksijenin varlığına işaret teşkil eden bir durumdur bu. Kim bilir belki de oksijenin varlığı çocuklara şirin görünüp Ay dede olmak için vardır. Sadece çocuklara mı, biz yetişkinler içinse Ay’ın şavkı mehtaplı gecelerde gönlümüze kalbimize dokunup huzur kaynağı olmak için vardır elbet.
Her neyse asıl üzerinde durmamız gereken Ay’ın ışık saçan nur yüzlü olmasından ziyade bilim dünyasında ne ifade ettiği çok mühimdir. Malumunuz bilim dünyasında Ay’ın nasıl meydana geldiği konusunda çok çeşitli görüşler ortaya konulmuştur. Nitekim kimi bilim adamları Ay’ın tıpkı dünyamız gibi sıcak bir gaz küre halden zamanla soğuyaraktan bugünkü halini aldığını şeklinde görüş serdederken, kimi bilim adamları da Ay başlangıçta dünya ile birlikte bitişik halden zaman içerisinde birbirinden bir kütle halinde kopmasıyla birlikte dünyanın uydusu hale geldiği yönünde bir görüş serdetmişlerdir. İki ana görüşten hangisi daha kabul gören bir görüştür derseniz, Ay’ın dünyadan git gide uzaklaşma eğilimi göstermesi, dünyanın 2/3’ünün sularla kaplı olması, geriye kalan 1/3’lük kısmın ise Pasifik okyanusun doldurduğu derin çukurla kaplı olması gibi bir takım emareler ikincisinin daha kabul edilebilir ağırlıkta görüş olduğunu söyleyebiliriz. Bir diğer önemli emare ise Pasifik okyanusun geri kalan bölümünü oluşturan granit tabakasının yok denecek kadar bütünlüğünü yitirmiş olmasıdır. Bir başka ifadeyle granit oluşumunda ki eksiklik Ay’ın dünyadan koptuğunu kendiliğinden ele veren önemli bir göstergelerden biridir diyebiliriz. Hatta daha da önemli gösterge diyebileceğimiz emarelerden biride hiç kuşkusuz Ay’a ilk ayak basan astronotlardan Neil Armstrong ve Buzz Aldrin, Apollo 11 uzay aracıyla aydan getirdikleri kaya parçalarının yeryüzündeki kaya parçalarıyla karşılaştırması yapıldığında hem element ve mineral bakımdan benzer konumda oldukları hem de yaşça hemen hemen aynı olduğunun belirleniyor olmasıdır. Her ne kadar yapı bakımdan tam olarak birebir eşleşmese de bu hipotezi doğrular gibi. Şurası da muhakkak astronomi, adeta kimyanın element bazında âlemşümul bir bilim olduğunu ortaya koymakta. Gerçektende dünyada bütün okyanuslarda benzer bir yapı söz konusu olduğu halde, Pasifik okyanusu bundan istisnadır. Nitekim George Gamow “Dünyamızın Hayat Hikâyesi” adlı eserinde, bu durumu ay yüzeyindeki üst kabuğun granit, alt tabakasının ise bazalt içermesinden hareketle; “Okyanustaki bir sürü ada üzerinde tek bir granit parçasına rastlanılmaz. Pasifik alanının dibi sadece bazalt kayalardan meydana gelmiş olduklarından şüphe yok gibidir. Sanki kozmik bir el, bu geniş alanın her tarafından granit tabakasını kaldırıp götürmüştür. Şu halde Pasifik Okyanusun şimdi kapladığı alan, Ay’ı meydana getiren madde yığınının koptuğu yerin ta kendisidir” şeklinde bir görüş ifade ederek meseleye açıklık getirmiştir.
Evet, bu görüş bugün hale geçerliliğini korumaya devam etmektedir. Anlaşılan o ki; ay dünyamızdan kopmuş olduğunu kabul etsek bile, şu bir gerçek hayat denen mucize sadece dünyamızda mevcut. Öyle ki, Ay’a yapılan Apollo 11 seferlerinde aydan getirilen kaya parçalarının hiçbirinde eser miktarda bile olsa her daim insanların ab-ı hayat olarak tanımlanan suyun varlığına rastlanılmadığı gibi hayat emaresi diyebileceğimiz bir tek fosile dahi denk gelinememiştir. Şimdi böyle bir durumda elbette ki Ay’da hayatın varlığından söz edilemez. Hem hayat nasıl olsun ki, bir kere ay yüzeyi yaklaşık 120 santigrat derecelik ısıya sahip olması hasebiyle bu kadar yüksek derecede bir canlının hayatta kalması ne mümkün. Kaldı ki, Dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte tamamladığı halde, Ay ise tam aksine 15 gündüz 15 gece olacak şekilde turunu tamamlayabilmekte. Bu demektir ki, bu denli ağır aheste kendi ekseni etrafında yavaşçasın dönmekle bir yanı devamlı olarak karanlığa mahkûm kalırken diğer yanı da devamlı olaraktan apaydınlık kalınmakta. Böylece 15 gündüz, 15 gece şeklinde devridaim eylenen bir süreçte Ay’da çok büyük sıcaklık farklarının oluşmasına geçit verilmiş olunur. Ayrıca ay, kütle bakımdan dünyamızdan 81 kat daha küçük olmasına küçük ama diğer gezegenlerin uydularıyla mukayese ettiğimizde hem hacimce hem de kütlece daha büyük olduğunu gözlemlemiş oluruz. İşte bu gözlemimizle birlikte gökyüzüne baktığımızda dünyaya kıyasla onu küçük inci uydumuz gözüyle temaşa ederiz hep. Dikkat ederseniz dünyaya kıyasla küçük incimiz dedik, bundan maksat Amerika kıtası ile Avrupa ve Afrika kıtalarının arasına sığacak kadar küçük pare incimiz oluşudur. İşte görüyorsunuz Ay’ın dünyaya kıyasla kütlece küçük oluşu çekim gücü etkisinin azalmasına yarayıp, böylece bu sayede yaşanmakta olan bir iki med-cezir hadiselerin dışında dünyamızın sıkça çalkalanıp denge ayarlarının bozulmasının önüne geçilmiş olunmakta. Bu arada çekim gücünün etkisi mi olurmuş burun kıvıranlar sanırım şu kadarıyla, yani çekim gücünün etkisi Dünyada 80 kilogram gelen bir insanın Ay’da 12 kilogram gelmesinden besbellidir demek kâfidir.
Bilindiği üzere Ay dedemizin parlak yüzlü oluşunu her şeyden önce güneş ışınlarına borçludur. Böylece güneş sayesinde hem çocukların nurlu dedesi olmakta hem de güneşten gelen ışınları dünyaya yansıtmakla gece lambamız olmaktadır. Üstüne üstük gece lambamız tek tip bir lamba görünümünde de değildir, bilakis çok tiplidir. Nitekim bir bakıyorsun kimi akşamları ‘Yeni Ay’ halinde parlamakta, kimi akşamları ‘Hilal Ay’ halinde parlamakta, kimi akşamları ‘Yarım Ay’ halinde parlamakta, kimi zamanda ‘Dolun Ay’ halinde parlamakta. Hatta Ay, bu arada tıpkı sahne ışıklarında olduğu gibi ışıklarını bir bakıyorsun küçültüyor, bir bakıyorsun büyütüyor, bir bakıyorsun karartıp tekrardan açıyor şeklinde envaı türlü ışıklandırma dönüşümleriyle seyredenleri kendine mest edip ruh dünyalarını adeta dalgalandırmakta da. Malumunuz ruh dünyamızı dalgalandıran bu dönüşümlerin ilk safhası ‘Yeni ay’la başlayıp, bu safha Ay’ın dünya ile güneş arasında bulunduğu konumdayken ortaya çıkmakta. Ay’ın sonraki dönüşümünde dünyaya bakan yüzü güneş tarafından aydınlandığında ise bu kez ruh dünyamızda bize tarihi açıdan Osmanlı üç hilalimizi, şehit kanlarımızın rengine ışığıyla hilal kaşlı olarak akseden ay yıldızlı bayrağımızı ve dini ritüel olarak da on bir ayın sultanı Ramazan hilalimizi hatırlatan ‘Hilal’ görünümlü safhaya geçiş yaptığını gözlemleriz. Ve bu hilal yüzlü çehrenin akabinde Ay üzerindeki güneş ışınların yarım daire haline gelindiği aşamaya geçildiğinde ise hacimce büyüyerekten bu kez ‘Yarım ay’ görünümüne bürünür. Derken en nihayetinde Ay’ın bütün yüzeyinin aydınlık olmasıyla birlikte ‘Dolunay’ safhasına geçiş yapılır. Ve dahi tüm bu ruhumuzu dalgalandıran nurlu yüz çehresi dönüşümler periyodik bir şekilde 29,5 günde bir tekrarlanır da. Öyle ki o nurlu yüz çehrelerin her birini dönüşümlü olarak her seyreyleyişimizde iç dünyamızda yaşadığımız ruhi dalgalanmalar bizlere her daim ilaç gibi gelmesinin yanı sıra ışığıyla üzerimize sekinet yağarcasına çağımızın o amansız stres hastalığını üzerimizden atarız da. Bakınız yüce Allah (c.c) yarattığı gece lambamız Ay hakkında ne buyuruyor: “Gök de burçlar yaratan, onların içinde bir çerağ ve nurlu bir ay barındıran (Allah-u Teâlâ)’nın şânı ne yücedir!” (Furkan, 61).
Evet, Amenna ve saddakna. Yüce Allah’ın şanının yüce olduğu yarattıklarının hiçbirinin tesadüfi bir eser olarak meydana gelmediğinden besbellidir. Nitekim Allah-u Teâlâ bu hususta “Güneş’de, ay da bir hesap iledir” (Rahman, 5) diye beyan buyurmakla ister eskiden kullanılan gerek yıldızların yerlerini belirlemesiyle, gerek kıble yönünü tespit etmesiyle, gerekse gündüz ve gece saatlerini belirlemesiyle meşhur astronomik hesap aleti usturlap ile isterse günümüzde kullanılan modern astronomi aletlerle yapılan ölçüm hesaplamalara bakıldığında Güneş ve Ay’ın hareketlerinde milim sapmayacak derecede mükemmel bir ayar sisteminin varlığına işaret buyuruyor. Zaten ayarlarda en ufak bir hesap hatası olsa tüm canlı ve cansız âlemden asla söz edemeyecektik. Hele içinde bizatihi konuk olduğumuz dünyamızın evrende konumlandığı yörüngeye baktığımızda hem güneşe olan uzaklığının hem de Ay’a olan uzaklığı belli bir matematiksel hesaba dayalı ve beli bir formül üzerine kurulu olduğunu görürüz. Hiç kuşkusuz bu müthiş ince ayar üzerine kurulu sistem sayesinde Güneş, Dünya ve Ay’ın arasında ki mevcut çekim kanunlarının yaratılışından bugüne dünya dengelerimiz sarsılmadan tamtakır işler halde bugünlere geldik diyebiliriz. Öyle ki, denizlerin dalga dalga kabarmasına yol açan med cezir (gel-git) olayı kütle çekim kanunlarıyla yılda iki kez dizginlendiği gibi çevrimsel bozulmalara neden olacak türden oluşacak bir takım fiziki hadiselerin belli bir hesap planı dâhilinde önüne geçilmekte. Bize her ne kadar ilk etapta deprem, sel gibi bir dizi hadiseler felaket gibi gelse de unutmayalım ki pek çok hadiselerin arka planında hayrımıza vesile olacak ortada ya bir enerji boşalması bir durum söz konusu ya da tabiat dengelerinin yerli yerine oturtulması denen bir programlama söz konusudur. Dolayısıyla bu ve buna benzer programlamaların varlığını düşünerekten dünya sathında olduğu gibi aynen gök kubbede de konumlanmış her bir gök cismi arasındaki denge ayarlarına ve birbirleri arasında ki mesafelere, yörünge trafiğine de bu gözle bakmakta fayda vardır. Nitekim insanoğlunun modern aletlerle yaptığı çalışmalar ve ölçümler neticesinde Ay ile Dünya arasındaki yol trafiği mesafenin takriben 384.400 kilometre olduğu hesaplanmıştır. Bu demektir ki, ay ışığının 384.400 kilometrelik mesafeden dünyaya gelişi bir saniyelik zaman diliminde gerçekleşmektedir. Bu mesafe asla rasgele dizayn edilmiş bir uzaklık değil elbet. Hele es kaza bu mesafenin azcık bir ileri ya da bir geri yerinden oynamış olsa dünyada med-cezir hadiseleri yılda artık bir iki kez değil hemen her gün sıkça tekrarlanıp deniz dalgalarının dünyamızı tsunami felaketine sürüklemesi kaçınılmaz alınyazımız olacaktı.
Öyle ya, madem kâinat nizamı insan ufkunun alamayacağı Yüce Allah’ın takdiriyle belli bir hesaba dayalı işler halde yürümekte, o halde tüm kâinat nizamı içerisinde bilhassa Ay ile Dünya arasındaki uzaklığın takriben 384.400 kilometrelik bir ayar üzere oturtulmuş olmasına çok şükretmemiz gerekir. Hem nasıl şükretmeyelim ki, baksanıza kilometrelerce ötede aramızda gerçekleşen döngü ayarlarımız en ufak bir kazaya ve karışıklığa meydan vermeksizin korunmaktadır. Üstelik tüm bu hesap ve plana dayalı ayarlamalar Ay’ında tıpkı diğer gök cisimleri gibi kendine özgü birçok döngü hareketlerini yapabilmesine kazasız belasız fırsat tanıyacak bir şekilde ayarlanmış durumdadır. Nitekim Ay’ın dünya ile birlikte eş zamanlı olarak gerek güneş etrafındaki 365 gün 6 saat olarak turlayışı gerekse diğer gezegenlerin çekim gücüne (gravitasyon) bağlı olarak güneş sisteminin bir parçası olarak kendi konumlandıkları yörüngelerinde turlayışları belli bir hesabın ve belli bir planın varlığını ve işleyişini ortaya koyan bariz göstergelerdir. Hakeza Ay’ın dünya ve Güneşin etrafında saatin ters yönünde batıdan doğuya doğru dönmesi de belli bir planın varlığını ve işleyişini ortaya koyan bariz bir göstergedir.
Velhasıl-ı kelam; akşamsefamız Ay Dede ışığımızı şu meşhur ilahimizle bağlayarak meramımızı şöyle dile getirebiliriz de:
Taleal Bedru Aleyna
Min Seniyyatil Veda
Vecebeş Şükrü Aleyna
Veda Alil Lehida
***
Ay Doğdu üzerimize
Veda Tepelerinden
Şükür gerekti Bizlere
Allah’a davetinden
***
Eyyühel Meb’u Süfina
Ci’te Bil Emril Mut’a
Ci’te Şereftel Medina
Merhaben Ya Hayra Da
***
Ey Bizden seçilen Elçi
Yüce Bir Davetle Geldin
Sen Bu Şehre Şeref Verdin
Ey Sevgili Hoş Geldin
***
Ente Şemsün Ente Bedrun
Ente Nurun Ala Nur
Ente Misbahus Süreyya
Ya Habibi Ya Rasul
***
Sen Güneşsin Sen Aysın
Sen Nur Üstünde Nursun
Sen Süreyya Işığısın
Ey Sevgili Ey Rasul

Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/aksamsefasi-ay-dede-5312-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 28, 2021 3:40 pm

ENERJİ MUCİZESİ
        SELİM GÜRBÜZER

        Enerji oluşumu tarihten bugüne insanlığın zihnini sürekli meşgul etmeye yetmiştir.  İnsanoğlu dünden bugüne enerji oluşumunu düşüne dursun, oysaki düşündüğü enerji oluşumunu bizatihi kendi vücut ikliminde yaşıyor zaten. Her ne kadar insanoğlu şimdiye kadar enerji deyince ya sırf adale kuvvetine bağlı enerji olarak algılamış ya da barajlardan, petrolden, rüzgârdan, güneşten vs. üretilen enerjiler olarak algılamıştır. İşte bu noktada enerji nasıl algılanırsa algılansın sonuçta algıladığı tüm enerji oluşumları insanın kendisiyle anlam kazanıyor olduğu gerçeğini değiştiremeyecektir. Mesela insan vücut hücrelerindeki mitokondri gibi enerji ocakları sayesinde akıl denen melekenin anlam kazandığını pekâlâ söyleyebiliriz de. Ki, aklın anlam kazanması demek insanın hem kendi iç enerjisini keşfetmesi demek hem de kendi dışındaki dış dünyaya ait enerjileri keşfetmesi demektir. Nitekim insanoğlu aklıyla keşfettiği teknolojik araçların butonlarına parmağıyla dokunduğunda nice beygir gücüne sahip araçları insanlığın faydasına olacak bir şekilde harekete geçirebilecek donanıma sahip olduğunu gösterebiliyor. İcabında yine aklıyla keşfettiği atom bombasıyla da tüm canlı cansız varlıkların zararına ve nice devletleri haritadan silme donanıma sahip olduğunu da gösterebilmekte. Tabii ki bizim tercihimiz birincisinden yanadır, zaten eşref-i mahlûkat olarak ilan edilen insana da enerjisini tüm canlı cansız varlıkların yararına harcamak yaraşır. Zira Yüce Allah Âdemi yarattığında akıl melekesiyle donatmasındaki hikmetlerden biride hiç kuşkusuz iyiyi kötüden, kötüyü iyiden ayırması içindir. Madem öyle, insanoğlunun bu hususta yapacağı tek şey içinde yüklü olan akıl melekesini iyi yönde başta kendisinden başlayarak etrafına enerjik olarak yansıtmak olmalıdır.  Biyoteknolojide ki hızlı gelişmeler bakımdan ise hem madem yaratılan hemen her şeyin özünde potansiyel enerji mevcut, o halde insanoğlu aklıyla canlı cansız varlıklarda var olan potansiyel enerjiyi eşrefi mahlûkat olmanın bir gereği olarak iyi yönde kinetik enerjiye çevirecek hamlelerde bulunmak konumda olmalıdır.  Bu konumda olmaya mecbur da.  Hele ki insanoğlunun aklı melekeleri enerjiyle yüklü olmasaydı tarihi süreç içerisinde keşfettiği onca teknolojik gelişmelere ne mümkündü ki damgasını vurabiliyor olsundu. Hem hele ki insanoğlunun vücut ikliminde aklı melekelerine enerji sağlayacak mitokondri gibi enerji ocaklarından yoksun olsaydı ne zihin eksersizi yapmaya takati ve dermanı olurdu ne de keşfe zaman ayıracak vakit bulabilirdi.
         Evet,  hiç şüphe yoktur ki; tüm kâinat potansiyel enerjiyle yüklüdür. Nitekim yüklenmiş bu potansiyel enerjiler sayesinde mesela bir bakıyorsun dünyamız hem kendi ekseni etrafında hem yörüngesinde dönmekte hem de vega burcuna doğru yol almakla üç deveranı birden gerçekleştirebiliyor.  Derken dünyamız hem maddeye bağlı enerji olarak hem de ışık enerjisi olarak iki ana kanaldan bitip tükenmeksizin deveranını sürdürmekte.  Nitekim maddeye bağlı enerji taşınması genel itibariyle potansiyel ve kinetik enerji olmak üzere iki ana eksen üzerinde cereyan etmektedir. Mesela bir madde düşününki durağan halde bir konumdaysa bu demek değildir ki enerjiden mahrum durumda, bilakis kendi çekim gücü alanı içerisinde potansiyel enerji konumunda durağanlıktır bu. Mesela herhangi bir taşı elimizden bırakıverdiğimizde, o durağan sandığımız taş bir bakıyorsun yer çekim kuvveti etkisi alanına girerekten bir anda kinetik enerjiye dönüşebiliyor. Hakeza termik veya hararete dayalı enerjilerde potansiyel enerjiden kinetik enerjiye dönüşecekleri zaman ısı moleküllerinin hareketlerine endeksli olarak enerji transferini gerçekleştirdiğin müşahede etmekteyiz.  
       Bu arada hazır enerji santrallerinden söz etmişken bikere bu işin mucidi olarak insanoğlundan önce kunduzlar başarmıştır. Yani insanoğlu daha barajları inşa etmeden önce bu işi bizatihi yapan kunduzlar vardı zaten. Ve bu sözünü ettiğimiz hayvan usta bir oduncu olmakla meşhurdur. Öyle ki, keskin sarı dişleriyle koca ağaçları devirebildiği gibi devirirken de üstüne yıkılmasın diye ani dalışlarla iyi bir yüzücü olduklarını dosta düşmana gösterebilmişlerdir. Hele bir de kunduzların insanı hayretler içerisinde bırakacak tek bir kuyrukta on marifet diyebileceğimiz türden hünerleri vardır ki, kuyruk demeye bin şahit ister dersek yeridir. Baksanıza nasıl bir kuyruksa çok işlevli özelliği sayesinde bir anda kucak dolusu odunları taşıyıp yapacağı inşa faaliyetleri için gerekli işlemleri halledebiliyor.  Nasıl mı?  Girişimde bulunacağı işler için ilk evvela odunların kabuklarını bir testere misali soyup soğana çeviriyor, sonra arta kalan parçaların bir kısmıyla da kendine in (yuva) yapmakta, bir kısmıyla da inşa edeceği bendin temellerini atmış oluyor. Zaten hayatlarını korunaklı bir evde geçirmek adına su veya suya yakın yerlerde mesken tutmak için bunu yapmaya mecburlarda. Hatta bununla da kalmayıp güven içerisinde yaşamaları için sığ dereleri ve ırmakları inşa ettikleri bentleri göl haline getirmekteler. Böylece muhtemel kuraklığa karşı hem kendilerini susuzluktan koruyorlar, hem göllerde yaşayan birçok hayvanları susuzluğa bırakmamış oluyorlar, hem de su kenarlarında bitkiler için lüzumlu olan nemi temin etmiş oluyorlar. Dahası balıkların üremesine en ideal ortamı sunmuş olmaktalar. Sadece hayvanlara mı hizmet etmiş oluyorlar, elbette ki bunun yanı sıra insanlara hizmet etmeyi de da ihmal etmemiş gözüküyorlar. Şöyle ki; Amerika’nın batı bölgelerinde geçimlerini ziraattan sağlayan insanların ektikleri ekinleri kunduzların inşa ettikleri barajlarla suladıkları artık bir sır değil. Belki de kunduzların inşa ettikleri bu barajlar olmasaydı çiftçilerin yüzü hiç gülmeyecekti. Hele bu durum daha çok yönlü iyi araştırıldığında görülecektir ki 100 ton malzemeden oluşturulmuş ve 90 metre uzunluğunda kunduzların yaptıkları bentler bugünkü modern barajcılığa ışık kaynağı olduğu anlaşılacaktır. Bu hayvanlar baraj mühendisliğinde o kadar ileri seviyeleri yakalamış durumdalar ki kendince su kanalları bile açacak hünere sahiplerdir. Kaldı ki kocaman ağaç kütüklerini insanın bile elle taşıması mümkün gözükmezken bir bakıyorsun kunduzlar açtıkları kanallara bu kütükleri salıvererekten yüzdürüp gemi nakliyatı görevi bile yapabiliyorlar. Hele bir de bu hayvanların su altında inşa ettikleri kulübeleri bir görün,  hiç kuşkusuz bizatihi kendilerinin ağaç dallarıyla istifleyip araları çamurla karılarak ördükleri mekânlar karşısında hayratı şayan içerisinde kalacağımız muhakkak. Bu yüzden haklarında tam inşaat ustasıdırlar dersek yeridir. Yuvanın giriş kapısının su içerisinde yapılması hem meziyet gerektirir hem de marangozluk isteyen şahika ustalık gerektirir. Nitekim kendi ustalıklarını kullanarak inşa ettikleri giriş kapısından yüzerek girdikleri kulübenin mimarine baktığımızda ise tek odalı barınma mekânı olduğu anlaşılmaktadır. Hatta odalarının bir köşesinde dinlenme maksatlı ağaç kabuklarından yaptıkları yatakları da var. Belli ki, Yüce Allah (c.c)  bu hayvanları ağız veya kulak yoluyla su dolup boğulmasınlar diye onlar için ayrıca kulak ve burunları üzerinde kapakçıklar yaratmış ve bu sayede su altında beş dakika nefes almadan kalabilmekteler. Dahası Yüce Allah (c.c)  dudaklarını bilhassa esnek yaratmış ki ön dişlerini sıkı sıkıya kapatıp su altında dişlerini odun taşıma da rahatlıkla kullanabilsinler. Yetmedi yaratılışta kendilerine kalın ve cazibeli kürkte giydirilmiş ki iç ve dış faktörlere karşı her daim bedenleri dayanıklı ve korunaklı kılınmış olsun. Dayanıklı ve korunaklı olduğunu kunduzların koyu renkli derileri kürk sanayisinde değerinin çok kıymetli olmasından anlayabiliyoruz da. Hatta eti de enerji verici besleyici kıymet değerdir.  Ancak ne var ki,  tüm bu kıymet değerliliği başına dert açıp insafsız avcılar yüzünden neslinin tükenme eşiğine gelen bir riski beraberinde getirmiştir. Neyse ki okyanus ötesinde geçte olsa kunduzlar hakkında çıkarılan koruma kanunla bir nebze olsun bu riskin önüne geçilebilmiştir. Kaldı ki hakkında kanun filan çıkmasa da her bir kunduzun değim yerindeyse baraj mühendisleri olmaları hasebiyle insafsız avcıların insafına terk etmek ahmaklık olurdu.  Kelimenin tam anlamıyla kunduzlar tam manasıyla donatılmış çevre dostudurlar.
        11. yüzyıl Bağdat’ta yaşayan ünlü İbni Heysem adlı bilgin duymuştu ki; Mısırda Nil Nehrinin kış sezonunun ardından ilkbaharla birlikte yatağından taşarak bağ ve bahçeleri yok ettiğini, yazın sıcaklıklarda ise nehrin adeta kuraklığa kurban gittiğini. Derken bu duyum karşısında;   “Şayet Mısır'da olsaydım Nil’in önüne bent yapar hem kış, hem de yazın bu sudan faydalanmayı temin ederdim” demekten kendini alamamıştır. Tabii bu söylediği fikir Fatımi Hükümdarının kulağına gidince kendisi bizatihi huzura davet edilir. Ünlü Bilgin aldığı bu davet üzerine Nil’e yol alıp ilk iş olarak durumu yerinde tespit etmek olur. Akabinde huzura çıkıp o günün imkânları ölçüsünde, yani teknik donanım şartlarının buna elverişli olmayacağından bu işin mümkün olmayacağını dile getirir de.  Her ne kadar dile getirmekle yetinip çare olamasa da sonuçta o günün şartlarında baraj fikrini akıllara düşürmesi ve ilerisini görebilecek bir ufku ortaya koyması başlı başına hiçte hafife alınmayacak mühim bir hadisedir.  Kelimenin tam anlamıyla o günün imkân ve şartlarında ilerisini görecek bir ufuk sahibi olmanın göstergesi bir durumdur bu. Ki, baraj sadece su biriktirmek için değil, pek çok işlevleri bir arada yürütecek projenin adı bir keşiftir.  Siz barajlarda birikmiş olan suyun öyle durgun halde görünümüne bakıp da sakın ola ki ne işe yarar demeyesiniz,  oysaki barajlarda birikmiş su bağrında büyük bir potansiyel (durağan) enerjiyi taşımaktadır.  Ta ki o potansiyel enerji harekete geçirilir bir bakmışsın insanoğlunun keşfettiği diğer baraj ünitelerinin devreye girmesiyle birlikte kinetik (hareket) enerjiye dönüştürüldüğünü görürsün. Başlangıçta durağan sandığımız birikmiş suyun tüm üniteleriyle inşa edilen barajlar sayesinde gerçek anlamda sulamadan tutunda elektrik üretimi gibi bir dizi alanlarda istifade edilen enerji deposu olarak karşımıza çıkar.  Düşünsenize enerjice yüksüz sandığımız birikmiş suyun barajın tepesinden akıtmaya bırakıldığında su türbinin kanatlarına çarpıp eksenini döndürmesiyle birlikte bir anda elektrik üretimine geçtiğini keşfedebiliyoruz. Gerçekten de bu keşif insanoğlunun şimdiye kadar keşfettiklerinin en gözdesidir dersek yeridir. Hele bu keşifle birlikte birde tüm baraj ünitelerine jeneratör gibi bir takım cihazları da bu eksene dâhil edildiğinde ortaya çok büyük devasa boyutta enerji üreten elektrik santrali çıkacağından söz edeceğiz demektir.   İşte böylesi müthiş buluşlar sayesinde başlangıçta barajlarda birikmiş durağan halde sanılan suların bir anda nasıl kinetik enerjiye dönüştüğünü görmüş olduk. Ki, bu görmüş olduklarımız sadece bunlarla sınırlı değil, baksanıza her türlü teknolojik hamle elektrik enerjisi sayesinde günbegün kendini yenileyerekten yaşadığımız çağı dijital çağın eşiğine geldiğine de artık tanıklık eder haldeyiz. Öyle ki bir bakıyorsun uçak bataryalarının güneş enerjisiyle doldurulup elektrik ve rüzgâr yardımıyla da yakıtsız uçak uçurulabiliyor artık.  Bu arada hazır rüzgârdan söz etmişken rüzgârı es geçmek olmaz elbet.  Bakınız nasıl ki suyun yüksek yerden aşağıya doğru akarak su türbinin kanatlarına çarpıp eksenini döndürmesi sonucunda elektrik elde edilebiliniyorsa aynen öyle de başlangıçta elektrikle çalışıp ve daha sonrasında üzerindeki bataryanın sağladığı akımla dönen tekerlekler bile rüzgâr oluşturabiliyor. Yani uçmadan önce tekerlekler şarj dolu batarya sayesinde dönebilirken uçup hız kazanınca da bu kez rüzgâr enerjisi devreye girip dönen tekerlekler tüketilen bataryayı şarj eder konumda gelmekte.  Ki,  malumunuz James Amick de önce elektrik kuvvetiyle uçağın uçmasına start verip sonrasında da rüzgâr enerjisini kullanaraktan uçağı uçurmayı başarmış bir mühendistir. Ne diyelim, işte mühendislik zekâsı bu ya,  derken bu buluşuyla birlikte gelecek kuşak mühendislere de ufuk açmış oldu.  Gerçekten de rüzgâr enerjisinin kullanımıyla bataryalar devreden çıktığı gibi bu arada rüzgâr enerjisiyle dönen tekerleklerinde bataryayı şarj eder oluşu gerçekten de kayda değer büyük bir buluştur.  Bilindiği üzere eskiden rüzgâr deyince kasırga, fırtına,  esinti vs. akla gelirdi hep,  ancak teknolojilerde ilerlemeler kaydedildikçe şimdilerde enerji yüklü yel değirmeni olarak aklımıza düşmekte.  Peki, sadece aklımıza takılan rüzgâr enerjisi mi,  mikroskobun keşfiyle birlikte kendi vücut iklimimizde gözlemleme imkânı bulabildiğimiz enerji ocakları da aklımıza düşer elbet. Bu demektir ki vücut iklimimizin dışında cereyan eden pek çok enerjilere şahit olunabileceği gibi vücut için enerjilere de pekâlâ şahit olunabiliyor.  Tabi kendi iç enerjimiz görünür olmadığı için olsa gerek, pek üzerinde durmamışız.  Oysaki pek çok buluşa ilham kaynağı olan iç enerji ocaklarımızdır.  Üstelik iç enerji ocaklarımız sayesinde tabiatta ne olup bitiyor bunu beyin süzgecinden geçirip aklımızla kritiğin yapabilmekteyiz de.   Belli ki iç enerji ocaklarımızın doğrudan pratik zekâyla yakın ilişkisi de söz konusudur.  Kelimenin tam anlamıyla insan zekâsı yeni keşiflere yelken açabilecek donanımda yaratılmıştır.
         Malumunuz pratik zekâdan yoksun olarak yaratılmış mahlûkattan bitki âlemine baktığımızda tropizmle hareket ederekten enerjik olduklarını gözlemlerken hayvanlar âlemine baktığımızda ise içgüdüleriyle hareket ederekten enerjik olduklarını gözlemekteyiz.  Örnek mi? Mesela denizin derinliğinde öyle balık türleri vardır ki,  pratik zekâdan yoksun olmalarına rağmen bir bakıyorsun bir litrelik milyarda bir seyreltilmiş kokulu maddeyi içgüdü enerjileriyle hissedebiliyorlar. Hatta Yüce Allah  (c.c)  bu söz konusu balık türlerini öyle mükemmel donanımda yaratmış ki, bir bakıyorsun amperin yüz milyarda biri kadar elektrik yüklü akım değişikliğini bile anında fark edecek derecede enerjik canlılar olduğunu görebiliyoruz.  Hiç kuşkusuz insanoğlunun da diğer canlılardan en belirgin enerjik yönü ise pratik zekâ donanıma sahip olmasıdır.  Ayrıca pratik zekâsının yanına ruhunu da katan canlı varlıkta. Nitekim insanoğlu aklına ve zekâsına ruhunu kattığı içindir Yüce Allah tarafından tüm yaratılmışlar içerisinde eşrefi mahlûkat olarak ilan edilen tek canlı varlık olmuştur. Yetmedi topraktan yaratılan ben-i âdemin yaratılışındaki eşref-i mahlûkat şerefine leke sürmemesi içinde her kavme rehber olarak gönderilen Peygamberlerle destelenmişte. Ki, gelmiş geçmiş her bir mucizeleriyle ve yaşantılarıyla tüm insanlığa ilham kaynağı olmuşlar bile. Nitekim Peygamber kıssalarına baktığımızda mesela:
        -Hz. Süleyman (a.s)’ın bir aylık mesafeyi rüzgârla bir günde uçabileceğinin göstergesi diyebileceğimiz mucize-i rabbaniye ile hem rüzgâr enerjisi teknolojisine ilham olduğunu görürüz hem de normal bildik hava araçlarının ve insansız hava uçaklarının yapımına ilham olduğunu.
         -Yunus (a.s)’ın balığın karnında deniz seyahati yapılacağının göstergesi diyebileceğimiz mucize-i rabbaniye ile de deniz altı gemilerinin yapımına ilham kaynağı olduğunu görürüz. Nitekim Yunus (a.s) kıssası insan zihninde ufuk açmış olsa gerek ki;  tarihler 1719’u gösterdiğinde Osmanlı mühendislerinden İbrahim Efendi timsah biçiminde denizaltı gemiyi icat ederekten tarihe not düştüğünü görürüz.  Yine  tarihler 1776 yıllarını gösterdiğinde ise bu kez  David Sushnell’in tek kişilik denizaltı gemisi icad ederekten tarihe not düştüğünü görürüz.  
        Tabii tüm bu örnekler bize gösteriyor ki; bilek gücü günü geldiğinde yerini beyin gücüne bırakabiliyor. Nitekim gelinen noktada teknolojik doruğa ulaşmanın arka planında yatan güç bilek gücü değil tam aksine beyin ve zekâ gücüdür. Bu nedenledir ki beyin gücüne beyin enerjisi gözüyle bakmakta fayda vardır dersek yeridir. Ki,  bu özellik insana özgü bir enerji türüdür.  Elbette ki diğer canlı cansız varlıklarda enerjik durum söz konusudur,  amma velakin tüm yaratılan varlıkların insandan tek farklı yönleri enerjiye yön verememeleridir. Enerjiyi kontrol edebilme veya yönlendirebilme inisiyatifini ortaya koyabilme becerisi pratik zekâ sahibi olmayı gerektirir. İşte insanoğlu bu noktada diğer yaratılmış tüm mahlûkattan farklı olarak pratik zekâsıyla teknolojik dünyanın giriş (input) ve çıkış  (output) kapılarını kontrol edebildiği gibi ardı ardına geliştirdiği pek çok yazılım programlarıyla birçok kapalı kapıların şifrelerini çözebiliyor olmasıdır.  Mesela bir gemi kaptanı düşünün ki, geminin start aldığı noktadan demirleyeceği limana kadar tüm bilgiler (enformasyon) ışığında kumanda ettiği geminin rotasını kumanda sistemi sayesinde ayarlayabildiği gibi gerektiğinde azgın dalgalar karşısında geminin alabora olmasını önleyecek denge ayarını da (homeostatis)  ayarlayabiliyor.   Hatta bir makinist gerektiğinde buhar valfinin kapağını elindeki yazılım programın tuşlarına dokunaraktan otomatik olarak açıp kapayıp hız kontrolünü ayarlayabileceği gibi yine elinin altındaki kumanda yazılım tuşlarına basaraktan olası karşısına çıkabilecek arızaları da giderebiliyor.
         Genellikle olası karşısına çıkabilecek arızalar dış kaynaklı kontrol edilemeyen faktörler grubuna girebilecek türden arızalardır.  Kontrol edilebilen faktörler grubuna giren arızalar ise malum makinenin işleyişinde etkisi olan buhar basıncı arızaları veya buhar miktarının alarm vermesi türü arızalar olarak bilinir. Neyse ki günümüzde pek çok işleri artık robotlar yapmakta olup neredeyse bilek gücüne ihtiyaç kalmayacak duruma geldik diyebiliriz de. Bilindiği üzere kendi kendine iş yapma yetisine Latincede ‘auto’ denmektedir. İşte bu tanımlamadan hareketle kendi kendine hareket eden otomobiller ‘automobile’ kavramıyla ifade edilirken, hele bilhassa endüstri alanında kullanılan kendi kendine kontrol edebilen ve çalışıyor halde olabilen cihazlar da ‘automatizasyon’  kavramıyla ifade edilir. İşte bu kavramsal tanımlamalar robot sistemi hakkında meramımızı açıklık kazandırmaya ziyadesiyle yetiyor dersek yeridir.  Otomatizasyon sisteminin en basit düzeneğini açık devre usulüyle çalışan cihazlar oluştururken en gelişmiş olanlarını ise malum feed-back sistemi denen kapalı devre usulüyle çalışan geri bildirimli, geri beslemeli ve geri tepmeli cihazlar oluşturmakta.  Her neyse ister kapalı devre usulü çalışan otomatizasyon sistemler olsun, ister açık sistem üzere çalışan otomatizasyon sistemler olsun, sonuçta her iki sisteme de yüklenen yazılım programları sayesinde bir takım cihaz veya makinelerin pek çok işi bir arada yürüttüklerini gözlemleyebiliyoruz.  Daha da yetmedi günümüz bilgi teknolojileri alanında öyle yazılım programları geliştirilmiş ki,  hangi cihaz veya makineden açığa çıkacak olan ürünlerin standartlara uygun olup olmadığını adeta denetleyici rolde üstlenip kullanıcısına rapor halinde sunmakta da.  Örnek mi? İşte en basitinden mesela metro istasyonlarında sıkça karşılaştığımız akıllı robotik cihazlara madeni parayı attığımızda, cihaz bir bakıyorsun hangi ürünümüzün alacağımızın kendi iç kontrol denetiminden geçirerekten talebe göre çaysa çay,  kolaysa kola, meyve suyuysa meyve suyu envaı tür içecekleri anında otomatik olarak bize sunmaları bunun en bariz örneğini teşkil eder zaten.  Hem kaldı ki Sibernetik âlemde öylesine hızlı baş döndürücü gelişmeler yaşanıyor ki, baksanıza gelinen noktada insansız hava araçlarından, insansız deniz altı araçlarından, hatta ve hatta uçan arabalardan söz eder hale gelmiş durumdayız. Şayet teknoloji alanında bu tür baş döndürücü gelişmeler hız kesmeyip böylesi bir devam ederse yediden yetmişe hemen herkes yapacağı hemen her işi yani işin özelliğine göre Computur’e yüklenen programların ışığında ve bilgi ağları kanalıyla halledecek demektir. Nasıl mı?  Mesela hastasını muayene eden doktorun bilgisayar ekranına düşen laboratuvar tahlil sonuçlarına bakaraktan hızla hastalığın teşhisini koyduğu gibi adli vakaları araştıran hâkim veya savcının ekranına Adli Tıp raporunun UYAP sistemi (Ulusal yargı ağı projesi) bilişim ağı kanalıyla düşmesiyle birlikte pek çok adli vaka bir çırpıda aydınlığa kavuşturulabiliyor artık. Tabi tüm bu gelişmeler sadece sağlık ve adli alanlarıyla sınırlı değil elbet, hemen hemen tüm kurum ve kuruluşlarda yapılacak olan pek çok işin artık evrak üzerinden değil sistem üzerinden yürütülüyor olması ve aynı zamanda iğneden ipliğe hemen her şeyin otomasyona bağlanarak hızla sonuca ulaşıldığının bir göstergesidir bu.  Şayet teknolojik alanda gelişmeler hız kesmezse gelecekte tüm sektörlerde A’dan Z’ye işleri biyonik robotlara gördüreceğiz gibi gözüküyor.  Elbette biorobot üretimine karşı değiliz, ama burada çok üzerinde durulması gereken bir husus var ki,  o da aşırı derecede mekaniğin kollarına kaptıran insanoğlunun sonunda varacağı noktanın kendi ürettiği biorobotlar gibi ruhsuz bir robotik kişiliğe dönüşme riskidir. Hele bilhassa yaşadığımız bu bilgi çağda insanoğlunun bir elinde bilgisayar, diğer elinde Kur’an olmadığı müddetçe biliniz ki her bir ürettiği mekanik mamul onu ruhsuz kılacaktır.  Dahası makine bizim kontrolümüzde değil,  biz makinenin kontrolünde birer mekanik köle olacağız demektir. Zaten beşeri sınıf içerisinde aklı başında inanmış bir insanın biorobotların emrine girmemesi icab eder. Hele ki inanmış bir insanın biorobotun kumandası kendi elinde olacak şekilde hareket etmesi gerekir.  Sonuçta değim yerindeyse biorobot dediğimiz altı üstü teneke parçasıdır,  dolayısıyla teneke parçaları nasıl olurda inanan insanı ‘Allah’ demekten alıkoyabilir ki. Müslümanlar olarak tam aksine eşyanın sırrına vakıf oldukça inancımız daha da kökleşmesi icab eder. Baksanıza bilim dünyasında gelinen noktada artık maddenin en küçük birimi atomun içine bile girmiş durumdayız, şimdi gel de atomun içindeki protonları nötronların sırrına vakıf olduğumuz da ‘Ya Hak’, ‘Ya Allah’ deme,  ne mümkün.  
         Evet, tüm Müslümanlar olarak canlı ve cansız âlemde yaratılan tüm tabiat kanunlarının kaynağının Yüce Allah (c.c)  olduğunun idrakiyle her ortaya çıkan teknolojik gelişme karşısında ‘Allah’ demekten kendimizi alamıyor olmamız icab eder. Bilindiği üzere atomun temel yapısını elektron, proton ve nötron oluşturur. İlk bakışta bu üçlünün durağan halde olduğunu sanırız. Oysaki Yüce Allah’ın zariyat süresinde beyan buyurduğu veçhiyle  “O tozutup savuranlara”  ayetinde geçen ‘zerv’  ifadesi tozutup savurmak manasına bir ibaredir.  Zariyat ifadesi ise malumunuz dağılan parçacıklardan oluşan bir güç kaynağı ya da ufalmış parçacık zerre kuvvetler manasına bir ibaredir. Siz siz olun sakın ola ki “zerreden de güç mü doğar” deyip işi hafife almayasınız,  bikere elektrik akımının olduğu her yerde manyetik alan olacağına göre maddenin en küçük birimi atom içerisinde konumlanmış manyetik zerrelerin kuvveden fiile geçmesi an meselesi diyebiliriz. Zira eskilerin zerre dediği şey aslında bugünkü literatürde adında sıkça sözü edilen maddenin en küçük temel birimi olan atomdan başkası değildir elbet.  İşte o atomdur ki; yapısında elektron, proton ve nötron denen üçlü kombinezonun kvant denilen enerji biriminin birer uyduları, spinleri ve/veya öncü zerre-i kuvvetleri olarak adından söz ettirmekte. Ki, bu öncü zerre-i kuvvetler Kuran’da ki Hunnes sırrına işaret kuvvetlerdir. Zira kvant’ın her hareketi manyetik bir etki gücüne sahiptir. Öyle ki dağılan parçacıklar teorisine göre kırk milyar yıl öncesinde evrenin pusan’ların bir noktasından başlayıp gelişmesiyle meydana geldiği ileri sürülmektedir. Dolayısıyla bu konuda Andrey Saharov; ‘Evren pusup kaybolan bir evrenin karşıt evreni olup, pusmuş haldeki evrenin bugünkü hareketli evrene nazaran daha dengelenmiş halidir’ şeklinde görüş belirtmekle bilerek ya da bilmeyerek, farkında ya da farkında olmayarak aslında doğrudan Kur’an-ı Mucizül Beyanda zikredilen “Hayır! Kasem ederim Hunnese, Künnese, akıp gidenlere” (Tekvir suresi, ayet:15–16)  ayetinin mana ve ruhunu ortaya koymuş oluyordu. Nitekim Kur’an’da geçen  ‘Hunnes’ yukarıda bahsi geçen pusmuş çekirdeğe (bağrında devasa sinerjik güç saklı pusmuş haldeki çekirdeğe) işaret eden bir ibaredir. Künnes ise yörüngeye, yani orbite işaret bir ibaredir. Zaten insanoğlunun atom bombasını keşfetmesiyle birlikte atom içerisinde ki çekirdeğin ne denli büyük bir güç kaynağı olduğunu geçte olsa fark etmiş oldu. Ancak fark etmekle bundan insanoğlunun yaratılış kanunlarının sırrına vakıf oldu diyemeyiz. Nasıl mı?   Mesela yine atoma benzer yapılardan galaksi ve yıldızların yörüngelerinde seyir halindeki döngülerine baktığımızda ne birbirlerinden uzaklaşmalarına akıl sır erdirebiliyoruz, ne de genişlemelerindeki olayların arkasındaki esrarengiz sinerjik gücün varlığına akıl sır erdirebiliyoruz. Her şeye rağmen yine de zerre-i âlemden kürre-i âleme uzanan halkada güç kaynağı olacak enerjinin sırrına vakıf olmaya çalıştığımızda hem yeniden doğuşun muştusu denen varoluş hadisesi gerçeği ile yüzleşmiş oluruz, hem de kıyamet saati yaklaştığında batış muştusu denen yok oluş hadisesiyle yüzleşmiş oluruz. Aslında her iki durumda inananlar açısından diriliş muştusudur. Zira ‘Yok’ olmaktan maksat bir anlamında hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya, yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışmamız gerektiğinin bir diriliş muştusudur.  Öyle ki kâinatta cereyan eden her var oluş ve yok oluş dönüşümleri bizlere aynı zamanda ayetin devamında  “Ardından kolayca akıp gidenlere” şeklinde zikredilen hükmün tecellisini hatırlatmakta. Nitekim şuan yaşadığımız dünyevi hayatımızda gerek kara, gerek deniz ve gerekse hava taşımacılığında ve tüm kullanılan araçların tüketilip yenilemesinde de bu tecelli dairelerinin tezahürlerini görebiliyoruz pekâlâ. Mesela rüzgârın esintisini hissederiz ancak çıplak gözle enerjisini göremeyiz, illa ki varlığını rüzgâr tribünün rüzgârdaki kinetik enerjiyi mekanik enerjiye çevirip sonrasında elektrik enerjisine dönüştürdüğünce ancak anlayabiliyoruz.  Bir başka ifadeyle dünyevi hayatımızda çıplak göremediğimiz sandığımız hava akımlarının içerisinde yüklü atomların tecellisi olan kuzeyden güneye, güneyden kuzeye hemen her yönden esen rüzgârların her birinin bünyelerinde enerji taşıdığının varlığına işaret eden tezahürlerdir zaten.
        E.P Hubble yaptığı çalışmalarla yıldız yüklü galaksilerin varlığını gözlemledi. Hakeza George Gamow ise yaptığı çalışmalarla ışık yılı uzaklıktaki hayatı sona eren yıldızların varlığını gözlemledi.  Tabii ki galaksilerin ve yıldızların varlıklarını tespit edip gözlemek hoş elbet,  ama şu da var ki her gözlenen her bir varlığın enerjisi tükendiğinde her fani gibi ömrünün tamamlayacağını da unutmamak gerekir.  Nitekim Hidrojenleri biten yıldızların her birinin tıpkı dünyadaki mezar taşları gibi sönüp kül olmaları bunun bariz bir göstergesidir.   Bu demektir ki;  her varlığın bir mahşer döngüsü söz konusudur.  Dahası zerreden küreye enerjisi biten her varlık adeta ecel terleri dökerekten kendi kıyametini yaşamakta. Zira Rabb’ül âlemin bu hususta; “Gök yarıldığı zaman, yıldızlar dökülüp saçıldığı zaman, denizler kaynayıp çalkalandığı zaman” (Tekvir,1-2-3), “O gün insanlar, çırpınıp yayılan kelebekler gibi olacak. Dağlarda atılmış renkli yünler gibi olacak”(Karia, 4-5)  diye beyan buyurmakta da.
       Kütle ve enerjinin birbirine dönüştüğünün keşfi 20. yüzyılın en önemli keşfidir dersek yeridir.   Bu buluşla birlikte maddenin aslında enerjinin bir başka değişik hali olduğunu fark edilmenin yanı sıra enerjiye dönüşen herhangi bir maddenin de aslında buharlaşıp yok olmadığını, bilakis korunmaya alındığının keşfi hadisesidir bu. Malumunuz Albert Einstein; yirminci yüzyılın en önemli fizik dehalarından biri olarak şöyle der:  “Allah hiçbir şeyi tesadüfe bağlamaz. Çünkü Yaratıcı zar atmaz.”  Hatta   ünlü bilgin bunu demekle kalmaz adeta insanların belleğine kazıyaraktan foto-elektrik kanununu geliştirmekle hiçbir şeyin tesadüf eseri ortaya çıkamayacağını ispatlayarak kitle iletişim araçların doğuşuna vesile oldu.  Nasıl mı?  İşte üretilen fotosel-elektrik sistemlerin sessiz sinema, televizyon ve birçok kontrol sistemlerinde kullanılması bu çalışmaların sonucu ortaya çıkmış sistemlerdir.
     Einstein’ın çalışmaları hız kesmedi, bu arada enerji ile kütlenin aynı şeyler olduğunu e= m.c² formüle ederek ortaya kanun koyar da. Yani kütlenin aslında yoğunlaşmış enerji olduğunu ispatladı. O bulduğu bu formülle aslında Allah’tan başka hiç kimsenin maddeyi yoktan var edemeyeceğini, hakeza var olan maddenin de yok edilemeyeceğini dikkat çekmek istemiştir. İnsanoğlunun ancak ve ancak maddeyi enerjiye dönüştürebileceğine işaret etmiştir sadece. Gerçekten de onun işaret ettiği noktada rahatlıkla enerji elde edilebilmektedir. Einstein aynı zamanda Newton gibi çekim olayının bir kuvvet olduğunu düşünüyor, hatta küreler arasındaki manyetik alanların olduğu kanaatine vararak çekim sahalarının varlığını belirlemiştir. Dahası bu sahaların ışık tayflarını bile kıracak güçte olduğunu ispatladı. Nitekim güneş tam tamına 2x1030 kg ağırlığında dev bir gaz okyanusudur. Dikkat edin gaz okyanusu diyoruz. Çünkü güneş ne katı, ne de sıvıdır. Bilakis  % 81,76’sı hidrojen gazı olup geriye kalan gazın çoğu da helyum atomundan ibarettir. Hatta güneş hacim bakımdan da 1.300.000 adet dünyayı içerisine alabilecek bir mekâna sahiptir. Dahası bu rakam çok büyük kütle içermektedir. Normal bir insanın güneşte tartıldığında 2 ton ağırlığında geleceğini düşündüğümüzde bu rakamın ne büyük ölçüde olduğu daha da iyi anlaşılmış olacaktır. Elbette ki böylesine büyük bir kütleye sahip güneşin etrafında 9 gezegenle birlikte kuyruklu yıldızlar ve asteroitler pervane olup pür dikkat bu çekimin etkisi altına girerek deveran olacaklardır. Yani bu çekim döngüsü kaçınılmazdır. Albert Einstein, izafiyet teorisini ortaya koymakla yetinmez zaman kavramını da izafi olduğunu şöyle dile getirir de:          
       -“Bugün görülen yıldız aslında uzun zaman önce orada mevcut olan yıldızdır. Belki de o biz kendisini gördüğümüz zaman o artık yok olmuştur.”
     Böylece Albert Einstein bu tespitiyle zamanın gözlemcinin bulunduğu yere ve hızına göre değiştiğini, mutlak zamanın olmadığını ileri sürmüştür. Bir başka ifadeyle zaman mekânın bir değişik boyutudur demiştir. Özetle; Einstein gerek foto-elektrik kanunu, gerek enerji kitle ilişkisi, gerek zamanın izafi değerliliği, gerekse mekânın ve bütün hareketlerin iğriliği ve ışığın evrende tek değişmeyen nicelik olduğunu izafiyet teorisiyle gündeme oturtarak birçok meseleyi açıklığa kavuşturmuştur. İşte buradan hareketle çok rahatlıkla Ashab-ı Kehf olayı da zamanın izafi olduğuna dair bir karine teşkil eder diyebiliriz.  Karine teşkil ettiği şundan besbellidir ki, yedi uyurlar mağarada uyandıklarında en fazla bir gün uyuduklarını zannetmişlerdi. Oysa tam tamına 309 gün uyumuşlardılar. Üstelik onca yılın sonrasında uyandıklarında ne yıpranmışlıkları söz konusuydu ne de yaşanmışlıkları. Madem öyle,  bu yaşanan olayı fiziğin izafiyet teorisini destekleyen bir hadise olarak niteleyebiliriz pekâlâ. Zira Peygamberimiz (s.a.v); “Onlar mağaralarında 300 yıl kaldılar ve buna 9 sene daha kattılar” (Kehf, 25) ayetini okurken Necran bölgesi ahalisinden bir grup insan gelip huzurunda şöyle der:
     -Ya Rasulullah! Ashabı Kehf'in 300 sene mağarada kalması iyi hoşta ayette geçen “… .buna dokuz sene daha kattı”  ifadesini doğrusu pek anlayamadık.”
      Bunun üzerine Peygamberimiz (s.a.v)  bu kez nüzul olan şu ayet-i kerimeyle meseleye şöyle açıklık getirir:
      -De ki, Allah onların ne kadar durduklarını çok iyi bilendir” (Kehf, 26).  
      Şu da bir gerçek, Kur’an’da ayetlerinde geçen bazı öyle kavramlar var ki,  o günün gelişmişlik düzeyi şartlarını göz önüne aldığımızda insan idrakinde pek netlik kazanmazken bugünkü dünyanın gelişmişlik düzeyinde bir bakıyorsun pek çok kavram anlamca karşılık bulabiliyor.  Hele yıllar yılları, günler günleri kovaladıkça, yani bilimde, fende, teknikte ilerlemeler kaydedildikçe ayetlerin mana ve ruhu daha da bir netlik kazanabiliyor. Nitekim bugün gelinen teknolojik gelişmelerin ışığında güneş yılının takriben 365, ay yılının ise 355 olduğu, yani aradaki farkın 10 gün olduğu açıklık kazanmış oldu.  Ki,  bu 10 günlük fark her asırda 3 yıla tekabül ettiğine göre, bu demektir ki aradan üç asır geçtiğinde ise bu rakam 9 seneye tekabül edecek bir izafi kavram olacaktır.  Keza zaman mefhumu gezegenler içinde izafi bir kavramdır. Örnek mi? Mesela aynı zaman diliminde dünyada ve uzayda doğmuş iki bebeğin varlığını düşünelim ve bu ikisinin yaşadıkları süreçte görülecektir ki biri genç kalabilirken, diğerinin yaşlanması kaçınılmaz olacaktır. Tabii bu ve buna benzer örnekler daha verilebilir pekâlâ, ama şimdilik bizim için tayy-i mekânın hak olduğunu bilmek ve zamanın izafi bir kavram olduğunu bilmek kâfidir.
       Bu arada soru olarak ışık enerjisiyle elektron salabilen maddeler hangi maddeler örnek gösterilebilir dendiğinde cevaben sodyum, potasyum ve sezyum gibi elementler bunun en bariz örnekleridir diyebiliriz pekâlâ. Ki, bu maksatla Amerikan uzay ajansı tarafından güneş enerjini bu tür metaller üzerinde absorbe ettirerekten uzayda kullanmak üzere elektrotlardan yapay uydulara,  hatta ay’a ulaşmak türünden skylab projesi kapsam altında tüm bu işlemler gerçekleştirilebiliyor. Nitekim bu kapsamda uzayla ilgili araştırmalara dayanak teşkil edecek ölçüm aletlerinin ve güneş bataryalarının şarj edilirliğini gösteren teknolojinin sahne aldığını görebiliyoruz. Derken astronotlar yeni teknolojik donanımlarıyla birlikte gelinen noktada pillerin bir anda elektrik enerjisine dönüştürülebilecek tarzda kullanılması sayesinde, öyle ya hiç gereği yokken durduk yere akümülatör bataryalarını üzerlerinde taşımaktan kurtulmuş oldular. Ancak şu da var ki; şarjlı aletlerin gölgelik ortamda kaldığı durumlarda sıkıntı oluşturduğu da bilinen bir gerçekliktir. Neyse ki bu sıkıntıyı gidermek adına yüksek düzeyde maliyeti büyük cihazların yapımı çalışmalarına geçilmiş durumda. Bilim adamları bu meseleyi araştıra dursunlar bitkiler bir şekilde güneş enerjisini kendine has yöntemlerle en iyi bir şekilde kullanıp maliyetsiz bu işin keyfini çıkarmaktalar. Keza makineler ve canlılar da faaliyetlerini belli bir transformasyon (bir halden diğer hale geçiş) plan dahilinde yürütmektedirler. Ki; her yeni bir keşif aynı zamanda transformasyon dönüşümü demektir. Nasıl ki asansöre bindiğimizde istediğimiz katın düğmesine basınca istediğimiz kata çıkıyor veya iniyorsak ya da bir yerden bir yere yürüyor ya da gittiğimiz yerden geri dönüyorsak,   istediğimiz de kolumuzu kaldırıp istediğimizde indiriyorsak tüm bu yaptığımız eylemler bir halden diğer hale geçişin ta kendisi transformasyon dönüşümleridir.
     Belli ki; Mevlana Hz.leri Mesnevisinde  “Hamdım, piştim yandım”  derken laf olsun diye söylememiş, bilakis bir halden diye hallere geçişin ifadesi veciz sözlerdir bu deyişler. Evrenin görünen yüzünde değişimler söz konusu olduğu gibi görünmeyen insanın iç âleminde de transformasyonlar söz konusudur. Nitekim züht hayatı yaşayanlar iç âleminde bu üç aşamayı geçtikten sonra insan-ı kâmil mertebesine yükselmeleri an meselesidir diyebiliriz.
        Züht hayatı ile İnsan-ı kâmil olunurken, Allah için eli pusat tutan Alp’lerde pekâlâ kükremiş aslanlar gibi enginlere sığmaz bir halden diğer hale geçerekten mücahitlik makamına erişebiliyor.  Yine bir anne düşünün ki evlatlarını kaybetmenin acısıyla yüreği alev alev yanaraktan feryad figanıyla patlamış bir volkan misali bir gök kubbeyi inletebiliyor. Aslında ciğeri yanan sadece anneler değil, meseleye birde konu başlığımız enerji bakımdan baktığımızda motorlarda içte içe yanmakta. Örnek mi? İşte patlar motorlarda bir bakıyorsun ısı enerjisini sağlayan yakıt silindirlerde kendi içinde yanmakta zaten. Derken içten yanma bir sonraki gelişmeye ön ayak olup beraberinde içten yanmalı motorların seri üretimini getirmiş olmakta.  Yine örnek olarak gösterebileceğimiz doğrudan akım içeren jeneratörlerde kuvvetli bir manyetik alan sayesinde bir bakıyorsun içerisindeki iletken hareket ettirilip elektrik akımı elde edilmenin akabinde çalışır konuma geçtiğini görmekteyiz. Keza elektrik motorları da öyledir.  Bir bakıyorsun kolektör, armatör ve mıknatıs donanımları sayesinde elektrik akımı ve manyetik alanın karşılıklı etkileri neticesinde aktiflik kazanıp böylece sistem tüm üniteleriyle kendi kendini kontrol edebilir bir halde çalışır konuma geçebiliyor.
       Madem mekanik âlemde yanma var, insanın iç âleminde de niye olmasın ki. Şöyle ki insanın göğsünde var olan âlemi emirle bağlantılı letaifler bir takım manevi terbiye metotları sayesinde zikir alevi ile çalıştırılabilirse vücut bir anda manevi atmosfere kavuşabilmektedir. Hatta artık o vücut manevi atmosfere kavuşmanın sayesinde çekim merkezi olabiliyor da.  Tabiî ki böyle bir insana ister istemez herkes saygı duyup hürmet edecektir. Demek ki yanma her alanda işlevine göre; kimin de enerji,  kimin de huzur kaynağı güç olarak karşımıza çıkabiliyor.  
        Bölünme ve birleşme kavramlarını genelde toplum ilişkileri için kullanırız. Peygamberimiz (s.a.v)’in beyan buyurduğu; “Birlikte rahmet, ayrılıkta azap var” hadis-i şerifini hep söyler dururuz, ama her nedense bu birlikteliğin ve bölünmüşlüğün insan ilişkileri dışında da cereyan ettiğini pek düşünmeyiz. Hatta bu tür kavramları fizyon ve fisyon olayında da görürüz. Zira büyük bir çekirdeğin küçük çekirdeklere parçalanıp çok fazlaca yüklü enerji açığa çıkarır ki;  bilim adamlarınca bu tip çekirdek reaksiyonuna nükleer fisyon (Bölünme) denmektedir. Bu arada küçük çekirdeklerin büyük çekirdek oluşturması da nükleer fizyon (Birleşme) olarak tanımlanır. Hatta atom çekirdeğinin değişmesiyle oluşan reaksiyonlar ise çekirdek reaksiyonu olarak nitelenir.  Dahası tüm bu tanımlamalar eşliğinde açığa çıkan bir takım enerji oluşumları atom enerjisi olarak karşılık bulur ki, işte atom bombası bunun en tipik bir misalini teşkil eder zaten.  Nitekim atom içerisindeki moleküller çarpışarak ısı oluşturmaktadır. İşte bu bilinen gerçeklikten hareketle bir bakıyorsun atom kötü ellerde insanlığı kana bulayan bir şiddet canavarı, iyi ellerde ise enerji üretimine yönelik nükleer enerji olabiliyor. Hele petrol kaynaklarının hızla tükenmesiyle birlikte gözler ister istemez nükleer enerjiye çevrilmiştir. Zira Allah Teâlâ Kur’an’da “De ki, O size üstünüzden veya altınızdan bir azap göndermeye yahut sizi birbirinize katıştırıp bazınıza bazınızın hıncını tattırmaya da kadirdir. Bak, onlar anlasınlar diye,  ayetleri nasıl açıklıyoruz” (En’am, 65) diye beyan buyurduğu ayette geçen hele bilhassa “üstünüzden” ibaresi bugünkü bombardıman uçakları, füzeler, nükleer silahlar vs. her stratejik donanımı kapsadığına işarettir.
        Enerji sadece makro âlemde değil mikro âlemde de hızla devam etmektedir.  Nasıl ki aerobik bakteriler hayatlarını güneşten aldıkları ışık enerjisi ile tanzim ediyorlarsa anaerobik bakteriler ve mayalar gibi ilkel canlılarda oksijensiz yaşayıp enerji ihtiyacını aldıkları besinlerin parçalanması sonucu karşılamaktadırlar. Mesela glikozun sırasıyla pirüvik aside, alkole veya laktik aside dönüşümüyle açığa çıkan enerji bu kabildendir. İşte glikozun oksijensiz ortamda laktik asit üretimi lehine yıkılmasıyla ortaya çıkan enerji CO2 ve H2O'ya  (karbondioksit ve suya) çevrilmesi neticesinde gerçekleşmektedir. Derken bu olay sayesinde oksijenin birçok kimyasal olaylarda aktif hale gelmesi sağlanır. Hakeza hücre içerisinde besinlerin parçalanmasıyla açığa çıkan hidrojenin oksidatif fosforilasyonla yakılarak enerji elde edilmesi bir başka enerji kaynağını ortaya koymaktadır. Ki; bu söz konusu enerji kaynağı mitokondrilerden başkası değildir.  Yani mitokondriler hücre içerisinde solunumda aktif rol alan enerji ocaklarımızdır. Nitekim mitokondrilerin iç kısmındaki krista denilen raflar oksidatif enzimlerin sıralandığı yerler olup buralarda son derece ciddi anlamda kimyasal reaksiyonlar sahne almaktadır. Özellikle buralarda Asetil Ko-enzim A’nın enzimden enzime geçtikçe yakılarak CO2 ve H2O'ya çevrilmesiyle birlikte kimyasal enerji açığa çıkmaktadır. Derken müthiş böylesi bu enerji sayesinde protein sentezi için gerekli ATP oluşumu gerçekleştirilmiş olur.
         Hakeza fotosentez olayında bitkiler havadan aldıkları karbondioksiti, toprağın derinliklerinden kökleriyle aldıkları suyu ve güneşten gelen ışığı yapraklarında veya bünyelerinde mevcut olan klorofil sayesinde özümleyip sentez oluşturarak glikoz denilen besin kaynağı, oksijen ve enerji üretmektedirler. Derken bitkilerin oksijen üretmesiyle birlikte atmosferdeki oksijen miktarı dengelenmiş olmaktadır. Düşünsenize atmosferde % 21 oranındaki oksijen kaynağı   % 10’lara düşseydi insanın ateş sayesinde kazandığı teknolojik araçların birçoğundan yoksun kalacaktı. Dahası hayat için gerekli olan fotosentezin devreye girmesi mümkün olmayacaktı. Bundan daha da öte fotosentez denkleminde rol alan aktörlerden biri olmazsa ne besin kaynağından ne de oksijen ve enerjiden söz edebilecektik. Bu yüzden fotosentez olayı sıradan bir olay olmayıp bilakis yaratıcının insanlığa büyük bir ikramı bir hadisedir. Demek oluyor ki, bu söz konusu ikram olmasaydı tüm insanlık beslenemeyeceği gibi temiz havayı da teneffüs edemeyecekti. Düşünebiliyor musunuz bitkisel gıdalar vücuda girip enerjiye çevrilebiliyor. Basit tatlandırıcı sandığımız şeker bile bir anda mekanik enerji kazanabiliyor. Yağ ve karbonhidratlarda keza öyledir. Böylece yağ sayesinde ısı enerjimiz gerçekleşir. Bu arada süt, yumurta, peynir, fındık, sebzeler vs. gibi gıdalar bize protein olarak yansımaktadır. Anlaşılan o ki; bitkiler, hayvanlar ve mikroorganizmalar sanki kendi aralarında anlaşmışçasına fotosentez ve diğer kimyasal faaliyetlerin sonucunda birde sinerjik etki oluşturacak rüzgârı da arkalarına alaraktan her yıl ortalama 100 milyar ton oksijen, 200 milyar ton karbondioksit ve organik madde üretmektedirler. Hele polenlerin taşınmasında çok büyük rol oynayan rüzgârlar bunla da kalmayıp biyokimya düzenimize çok büyük bir soluk aldırdığı da muhakkak, tabii kıymet bilene.
         Ağaç gövdesinden salınan dallar arasında iletişim sanki bilgisayarlardaki gibi kablosuz ağ bağlantısını hatırlatan bir pozisyonu andırıyor. Hakeza bitki köklerinin toprağın altını üstüne çevirircesine didik didik aramaları sonucunda gerekli yerlerde kullanmak üzere harcanan enerjide öyledir. Belli ki tüm bunlar boşa efor sarf edilen türden çabalar olarak gözükmüyor. Bilakis doğurgan toprağın bağrındaki elementler veya bileşikler kök mühendislerince ölçüp biçilip işleme alınmak suretiyle efor sarf ediliyor. Derken bu milimetrik ölçümler sayesinde yeryüzü sathı rengârenk çiçeklerle, değişik türden ağaçlarla,  yeşil örtüyle kaplı hale gelebiliyor. Böylece çeşit çeşit meyveler, sebzeler vs. insanoğlunun hizmetine sunulmuş olur. Hiç kuşkusuz bu hizmet sıradan bir hizmet değil, bilakis emek isteyen, güç isteyen bir hizmet işidir. Madem ortada büyük bir hizmet çabası varlığını müşahede ediyoruz, o halde toprağın derinliklerinden alınan elementler, mineraller ve su önce gövdeye sonra yapraklara nasıl iletiliyor sorusu üzerinde bir değil bin düşünmemiz lazım gelir. Hem nasıl düşünmeyelim ki, baksanıza öyle anlaşılıyor ki,  dünyanın bütün kimya mühendislerini bir araya toplamaya kalkışsak bir bitki kökünün ortaya koyduğu mahareti sergileyemeyecekleri çok açık bir gerçek olarak karşımıza çıkacağı muhakkak.
          Peki, gerçeklerle karşılaşmak iyi hoşta, şu sondaj makinelerine taş çıkartırcasına köklerin en sert kayaları yarmasını nasıl yorumlamalı? Baksanıza tüm insanlık sondaj makinelerini daha yeni keşfetmenin sevinciyle sevine dursunlar, oysaki bitkiler dünyanın yaratılışından bugüne toprağı delme işini aralıksız bir şekilde halen sürdürmekteler de zaten. Neyse ki insanoğlu da bu arada tabiatta olan bitene bakaraktan boş durmayıp mesela köstebeğin toprağı eşerek tünel yapmasından ilham alarak dağları taşları delecek hale gelip tünel yapma teknolojisini gerçekleştirebilmiştir. Tabii insanoğlu tüm bunları yaparken kendine örnek alıp ilham aldığı kaynakları unuttuğu da apayrı açmaz yanıdır.  Öyle ki,  insanoğlu bir bakıyorsun kimi zaman tarihi süreç içerisinde tarımdan buhar çağına geçişini övünerek söz eder durur, bir bakıyorsun kimi zamanda buhar medeniyetinden bilgi ve teknoloji çağına geçişini övünerek dem vurur, ama her nedense tüm bunları neye borçlu olduğundan hiç söz etmez.
        İşte insanoğlu bu ya,  mesela ne hikmetse büyümekte olan bir kayın ağacının günde ortalama 250 litre su buharlaştırdığını, yetmedi yaklaşık 25 metre yükseklikteki bu ağacın ortalama 20 ton su buharlaştırdığından bihabermiş gibi bir tutum sergileyebiliyor. Keza bir bakıyorsun bitkilerin sessiz sedasız köklerindeki besi suyunu iletim boruları vasıtasıyla difüzyon, osmotik ve turgor basıncı gibi bir dizi daha birçok basınç sistemleri eşliğinde en tepe noktalara ilettiği gerçeği görmezden gelinebiliyor.
        Her neyse,  kimileri görmezden gele dursunlar, biz inananlar açısından hiç şüphe yoktur ki, Yüce Yaratıcının yarattığı kanunlar doğrultusunda bitkilerden bilhassa ağaçların kökleriyle suyu en tepe noktaya hangi emme tulumba sistemiyle iletiyor olması kayda değer bir hadisedir. Belli ki Allah’ın ‘Ol’ emri doğrultusunda tabiatta misyon yüklenmiş gerek biyolojik kanunlar, gerekse fizik ve kimya kanunları bu iş için kendilerini adamış durumdalardır,  adamaya mecburlar da zaten. Zira 18 bin âlemi yoktan var eden Yüce Allah böyle emretmiş, bu nedenle de tüm yaratılış kanunları fermanın gereğini yerine getirmekle mükelleftirler.  O halde tabiat kanunlarını keşfeden insanoğlu, kanunu yaratan Yüce Allah’a ne kadar şükretse azdır. Hele ki bu işlere kendini adamış bir astronot kâinat nizamının yaratıcısı Yüce Yaratıcının gücünü fark etmeli ki her şeyi kendinden bilmeyip huzur bulabilsin.
     Bitkilerin marifeti bu kadarıyla sınırlı değil elbet,  dahası var.  Şöyle ki;  bilim adamlarının petrol konusundaki ağırlıklı olarak dile getirdikleri bir düşünceye göre alg ve eğrelti otlarının ayrışmasıyla oluşa gelen maddeler yeraltına sızıp büyük çapta enerji kaynaklarını oluşumunu gerçekleştirdiğidir.  Öyle ki her yıl deniz yosunlarının total ağırlıklarının üç bin katı diyebileceğimiz oluşagelen maddenin zamanla takriben 60 milyar ton enerji üretecek maddeye dönüşebiliyor. Bu dönüşen madde hiç kuşku yoktur ki sanayi çağına girdiğimizden bugüne hemen herkesin bildiği siyah cevher denen petrolden başkası değildir elbet.  Her ne kadar tarım toplumundan sanayi toplumuna geçişe kadar insanlık bu siyah cevherden bihaber olsa da Yüce Allah-u Teâlâ Kur’an’da  “O (Rabbiniz ki) merayı çıkardı. Sonra da onu siyah bir gussaya (sel suyuna) çevirdi” (A’la suresi 87/4-5) diye beyan buyurduğu veçhiyle ta asırlar öncesinden çoktan duyurmuştu bile.  Değim yerindeyse bugün adına petrol denilen siyah cevherin dünyanın yaratılışıyla birlikte Yüce Allah’ın (c.c)  yaratıcı kudretiyle arz kabuğunun altında çeşitli aşamalardan geçirilerek enerji çağının eşiğine gelen insanın hizmetine sunulmak için mayalandırılıp saklı tutulduğunu, dolayısıyla bu noktada insana sadece saklı tutulan petrolü çıkarmak düştüğünü çok rahatlıkla söyleyebiliriz de. Hatta yine çok rahatlıkla şunu söyleyebiliriz ki “Aman petrol canım petrol”  naraları ile sanayi çarklarının döndürmenin sevincini yaşayanlar hiç bilmiyorlar ki sanayi çarklarının döndürmenin mutluluk getirisini bu söz konusu mucizevî ayetin sırrına borçlulardırlar. Tabii kıymet bilene.  
      Velhasıl-ı kelam; tüm tabiat kanunlarında olduğu gibi enerjinin de ilk yaratılışındaki mükemmeliyeti kâinatta var olan denge kanunları çerçevesinde enerjinin korunumu kanunu gereği bugünde yoluna devam etmektedir.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/enerji-mucizesi-5354-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Salı Kas. 30, 2021 7:53 pm

BÜYÜK PATLAMA VE DİRİLİŞ
SELİM GÜRBÜZER
19. yüzyılda doğmaya başlayan materyalist akım evrenin sonsuz yıl öncesinden var olduğundan dem vuraraktan yaratılmadığı tezini ortaya atmıştır. Hatta Nobel kimya ödülü sahibi İsveçli fizik-kimya bilim adamı Svante August Arrhenius canlı varlıkların zerre tanecikler şeklinde yıldızlar arası uzayda ezelden beri var olduklarını, zaman içerisinde evrimleşerek yaşayan varlıklara dönüştüğünden dem vurmuştur. Oysaki birçok bilim adamı tarafından da belirtildiği üzere uzayda çok sayıda mor ötesi (ultraviyole) ışınların varlığı bu tür oluşumların yaşamasına geçit vermeyeceği yönündedir. Hem kaldı ki sonsuz yıl öncesinde evrenin varlığından söz etmekte yaratılış hadisesiyle taban tabana zıt bir fikir akımıdır. Zıt olduğu şundan belli Yaratılış fikriyatını destekleyen Platon’a göre yaşadığımız dünya gezegenlerin en eskisidir. Dikkat edin eski demekle yaratılış sıralamasına vurgu yapılmakta. Böylece materyalistlerin öncelik ve sonralık yaratılış halkalarını inkâr eden beyanları kendiliğinden çökmüş olmakta. Hele ki 20. Yüzyılda yapılan birçok ilmi çalışmalar ve özellikle kâinatın bir başlangıcının olduğunu dile getiren Big-bang teorisi sayesinde bu tür materyalist düşünceler tarihin çöplerine bir çırpıda atılmasına yetmiştir diyebiliriz de.
Her neyse gelinen noktada bilim dünyasında geniş bir şekilde kabul gören Big-bang teorisiyle evrenin en eski 13,8 milyar öncesine dayanan tek bir noktadan genişleyerek bugünkü halini almış mükemmel bir kâinat nizamın ortaya çıkmasının anlaşılması üzerine bu kez materyalistler evrenin tesadüfen kendi kendine meydana geldiği fikrini işlemeye başlamışlardır. Oysa kâinatın kendi kendine meydana gelmesi asla mümkün sebep olamaz. Yoktan var olma ya da vardan yok olma kudreti ancak Yüce Allah’a has mutlak mümkün sebep ve sıfattır. Nitekim kâinatın yaratılışıyla alakalı kozmoloji (evren bilimi) ilmin verilerine baktığımızda her şey atomun yaratılış şifrelerinden kodlu olduğunu görürüz. Tüm kâinat en iyimser tahmini rakamlarla 15-20 milyar öncesinden nötron, proton ve elektron plazmasından ibaret tek devasa atom kütlesinin (on üzeri yetmiş dokuz, yani 1079 atom sayısı büyüklüğünde) ilahi kudretin ol emri doğrultusunda big-bang denen büyük patlamayla açığa çıkan gaz bulutlarından (atom ve elektron tozlarından) meydana gelmiştir. O halde ilk patlayan parçacıkların ‘Ol’ emri dışında kendi kendine meydana gelir rastgele mükemmel bir nizam oluşturması asla mümkün değildir. Zira Allah-ü Teâlâ; “Biz bir şeyin olmasını istediğimiz zaman ona sözümüz sadece ‘Ol!’ dememizdir. O şeyde hemen oluverir” (Nahl suresi, 40. ayet) diye beyan buyurmakta. Böylece ayet mealinden anlaşıldığı üzere yaratılan canlı cansız her şey Allah’ın ‘Ol!” emri doğrultusunda misyonunun icra etmektedir Nitekim kâinatta cereyan eden tüm yaratılış kanunlarına tefekkür gözüyle baktığımızda hemen her alanda ve canlı cansız tüm varlıklar üzerinde külli iradenin tecelli dairelerini pekâlâ görmek mümkün.
Malumunuz her yaratılanın bir öyküsü olduğu gibi yokluk öyküsü de söz konusudur. Şöyle ki; Yüce Allah’ın takdiriyle başlangıçta güneş ve tüm gezegenler adeta dondurulmuş hamur şeklinde yekpare gaz ve toz bulutu halinde (nebula) tek bir atom üzere cem olmuşlardı. Sonrasında cem olmuş bu tek bir atom yine Yüce Allah’ın takdiri ve “Kün” emriyle big-bang denen patlamayla açığa trilyon rakamlarla ifade edilebilecek miktarlarda büyük bir enerjinin çıkmasıyla birlikte tüm uzay yanardağ misali atom parçacıkları lavlarına dönüşmüştür. Akabinde her bir atom parçacıkları soğumaya yüz tuttuğunda her birinin gruplar halinde yörüngelerine oturtulduğu, böylece aralarındaki çekim kuvvetinin etkisiyle hızlı bir şekilde dönen atom ve elektron tozlarından oluşmuş uzay cisimciklerine dönüşmüşlerdir. Özellikle bu uzay cisimcikleri arasında insanın konuk olacağı seçilmiş gözde bir gezegen vardır ki, o hepimizin yakından tanıdığı milyarlarca sene sürebilecek hazırlıkların neticesinde ağır metallerin birleşmesinden doğan, aynı zamanda gezegenler arasında en müstesna yeri olan dünya gezegeninden başkası değildir elbet. Anlaşılan o ki, dünyamızın gezegenler arasında en seçilmiş olmasının arka planında Yüce Allah’ın eşrefi mahlûkat ilan ettiği insanı en iyi şekilde konuk etsin diye müstesna kılınmıştır.
Ne diyelim, işte görüyorsunuz Big-bang patlamasıyla büyük bir diriliş yaşayan her bir atom parçacığı çekirdekleri bir yandan galaksileri oluşturacak gaz kütlelerine dönüşürken, öte yandan da her bir atom parçacığının galaksi (spiral mi, elips mi, küre şeklinde mi) biçimlenmesi vuku bulur. Böylece biçimlenen her bir o galaksi seyr-i âlem eyleyeceği yörüngesinde konumlanır. Düşünsenize bir incir çekirdeğinden koca ağacı gün yüzüne çıkaran Yüce Allah, elbette ki bir atom çekirdeğinden sınırsız bir kâinat ağacı gün yüzüne çıkarması kudretinin ve azametinin bir göstergesidir. İşte o ilk büyük patlayış denen big-bang hadisesiyle kâinatın yaratılış öyküsü tamamlanmış olur. Derken bir bakıyorsun aydınlık güneşimiz yaratılışından bugüne bir an olsun hiç boş durmayıp 4,6 milyar yıl öncesinden bugüne dek hem etrafına ışık saçıp ısıtıyor hem de bağrından solar wind denen proton ve elektron yüklü partikülleri içeren güneş rüzgârlarını (parçacık akımları) uzaya fırlatıp big-bang hadisesinin küçük taslağı diyebileceğimiz iyonizasyon olayına katkı sağlıyor. Böylece atom üretiminde kaynak rol oynamış oluyor.
Yukarıda belirtilen veriler ışığında güneş sadece ısı ve ışık üretmiyor, aynı zamanda elektron yüklü parçacık üretimini de gerçekleştiriyor. Üstüne üstük üretilen atomlardan üst atmosferde kimyasal gaz ve alevli toz bulutlarının oluşumunu ihmal etmeyecek üretimdir bu. Nasıl mı? Mesela galaksileri meydana getiren yoğunluk bakımdan düşük hidrojen bulutları bunun tipik misalini teşkil eder. Besbelli ki hidrojen buralarda başıboş bir bulut oluşumu olarak değil bilakis ekmek su ihtiyacı gibi bir fonksiyon üstlenmiş konumdadır. Öyle ki üretilen bulutların bir noktasında başlayan vorteksi andırır spiral bir dalgalanmayla galaksinin ilk nüvesi denen çekirdeğin yoğunluğunda artış meydana gelir. Malumunuz yoğunluk arttıkça vorteks dalgalanmaların hızı da o oranda artış kaydedip çekirdekte sediment halde toplanmalarını beraberinde getirir. Böylece çökelek halde yıldız kümelerinin temelleri atılmış olur.
Anlaşılan o ki, çökelek halde bir çekirdekte nice koca galaksi silsilesi âlemler yüklüdür. Ve Yüce Allah (c.c) “Dahası O, duman halinde olan semaya iradesini yöneltti, ona ve arza isteyerek veya istemeyerek (varlık sahnesinde) gelin!’ buyurdu. “İsteyerek geldik” dediler” (Fussilet, 11) aye-i celilesiyle daha bilim adamları semanın duman halinde olduğunu bilim adamlarının bu durumu daha keşfetmeden asırlar öncesinden Kur’an’da beyan etmişti zaten. Keza Kur’an’da kelamı edilen dumanımsı gaz bulutları merkez kaç kuvvet fiziki çekim kuralları çerçevesinde katılaşıp sonrasında basınç altında sıkışaraktan her biri irili ufaklı küremsi top yumaklarına dönüşür de. Ve bu söz konusu küremsi gaz yumakları yoğunlaştıkça iç bünyelerinde ısı artışıyla birlikte semanın ışık yayan kandilleri olurlar. İşte semada bu şekilde konumlanan her bir gök cismi, her bir galaksi âlem ve her bir yıldız âlem tıpkı güneş sistemi gibi bir senfoni orkestra eşliğinde kendi diriliş muştularını kutlayıp böylece tüm kâinatta canlı cansız tüm varlıklarla merhabalaşmış oluyorlar. Yeni bir hayatla buluştukları şundan besbellidir ki dünyamızda var olan elementlerin bir bakıyorsun yıldızlar ve daha uzakta bulunan nebulalar üzerinde de bir benzerinin veya aynısının var olduğu gerçeği ile yüzleşebiliyoruz. İşte bu tür ortak noktalar aynı hamurun mayası olduğunun bir göstergesi diyebileceğimiz Big-bang olayının akabinde oluşan yeniden doğuşun muştuları nitelikte göstergelerdir. Nitekim bilim adamlarının kahır ekseriyeti dünya kabuğunun başlangıçta yekpare halde, yani bitişik olduğunu, sonradan konveksiyon akımları ile arz kabuğu üzerinde kırılmalar ya da çatlakların oluşmasıyla birlikte birbirinden ayrıldığı yönünde hem fikir görüş bildirmekteler. Bu durumda öyle anlaşılıyor ki birbirine yapışık olan yeryüzü böyle bir olayın ardından kıtalara ayrılmış gözüküyor. Malumunuz karalar arasındaki boşlukları da denizlerle doldurmasıyla da dünyamız bugünkü halini almıştır. Nitekim Atlantik ötesi dediğimiz kıta önceden denizlerle kaplı bir kıta değildi, bilakis Atlantik’in ‘S’ harfi şeklinde spiral olması Avrupa ve Afrika'nın batı kıyı şeridi ile kuzey ve güney Amerika’nın doğu kıyı şeritlerinin önceden bitişikliğine bir işaret teşkil eden ve sonrasında birbirlerinden ayrıldıklarının bariz göstergesidir. Derken dünya haritamız yaşanan bu hadiseler eşliğinde son şeklini böyle almış olur. Hele dünyamızın geçirmiş olduğu oluşum sürecini daha da bilimsel çalışmalarla iyi analiz edildiğinde çatlakların izlerini pekâlâ görmek mümkün olabileceği gibi dünyanın çeşitli yerlerinde birbirine benzer özelliklere sahip bitki florasının izlerini de görmek her an mümkün. Zira Rabbü’l âlemin bu hususlarda “Bundan sonra arzı yaydı. O arzdan suyunu ve otlağını çıkardı” (Naziat, 30–31) beyan buyurmakla öncesinde kıtaların bitişikken sonradan nasıl yayılarak ayrıldığına işaret etmekte. Kaldı ki gelinen noktada günümüzde jeoloji bilimi alanında ilerlemeler sayesinde artık eski çağlara ait bulunan her bir taş örneklerinin yaşından tutunda, sertliğine, cinsine, hangi alana ait olduğu gibi pek çok özelliklerinin en ince ayrıntısına kadar tüm sicili ortaya konulabiliyor. Örnek mi? İşte Hindistan’da bulunan bir takım taş numunelerinin milyonlarca yıl öncesinde ekvatorun güneyine ait taşlar olduğunun belirlenmesi bunu tipik misalini teşkil eder. Bakınız bu hususlarda Rabbü’l âlemin: ”O inkârcılar görmediler mi ki, göklerle yer bitişik idi, biz onları ayırdık ve her canlı şeyi sudan yarattık? Hâlâ inanmıyorlar mı” (Enbiya, 21/30). diye beyan buyurmakta. Yine Yüce Allah (c.c) Kuran’da geçen dünya haritasının oluşumunu hatırlatan şu ayette: “Andolsun yarıkları, çatlakları ve kırıkları olan, kaynak aktarma ve bitirme özelliğine sahip parçalı yere!” (Tarık suresi ayet:12) diye beyan buyurmakla, yani bir anlamda mealen “O çatlayışla arza kasem olsun ki, o keskin bir hükümdür” gerçeğine işaret ediliyor. Jeologlarca kayaların dilini ve tabiatını okumaya çalışıldığında dünyamızın 4,5 milyon seneden beri var olduğu bir durum söz konusudur. Bu durumda anlaşılan o ki dünyamız gaz yığınından son şekli halini alıncaya dek bir sürü değişim ve dönüşümlerden geçip mesela ilk evvela denizlerin canlılarla şenlendirildiği, akabinde eşrefi mahlûkat ilan edilen insanın kıyamete kadar sürecek olan dünya misafirliğinin elverişli şartlarının tam tekmil çerçevesine oturtulduğu olgunlaşmış bir evreyle süreç tamamlanmış olur. İlginçtir galaksilerin oluşumu dünyamız kadar pek uzun sürmüyor. Bir başka ifadeyle dünyamızı oluşturan kıtalar milyonlarca yılda tamamlanmasına rağmen, bir bakıyorsun galaksiler altı saniye gibi kısa bir zaman diliminde oluşumunu tamamlamış oluyor. Ki, Fizik bilginleri bu durumu Big-bang denen büyük bir patlama sürecinin neticesi bir oluşum olarak görürler. Keza ‘zaman’ denilen olguda büyük patlamayla vuku bulan bir oluşum olarak görülür. Kelimenin tam anlamıyla zaman denen mefhum Yüce Yaratıcının Kün (Ol!) emriyle oluşmuş bir olgudur. Nitekim Yüce Allah (c.c); “Bir şeyi istediğinde, O’nun buyruğu “ol” demekten ibarettir, hemen oluverir” (Yasin suresi, 82) ayetiyle beyan buyurarak değil şu an ki yaşadığımız zaman dilimimiz, kıyamet günü gelip çattığında da Allah’ın ‘kün’ emriyle bir zaman dilim kapanıp yeni bir zaman diliminin açılacağının oluşumunu müjdelemekte. Böylece Big-bang diyebileceğimiz kıyamet patlamasının ardından yeniden dirilişe geçeceğimiz muhakkak. Öyle ya, nasıl ki kâinatın oluşumunda Big-bang hadisesiyle bir atom çekirdeğinden tüm galaksiler yaratılıp ve her yaratılana da hem “doğuş zaman' hem ‘ecel zaman’ tayin ediliyorsa, aynen öyle de kıyametin kopmasıyla tüm insanlık kabir âleminden İsrafil (a.s)'ın Big-bang suru üflemesiyle ahiret zaman dilimine geçiş yapacaktır. İşte görüyorsunuz olacak olan veya yok olacak olan her şey Yüce Allah’ın “Ol” emrinde gizli. Nitekim “Ol’ emriyle hayat bulan kâinat nizamını oluşturan elementler, bir bakıyorsun gün be gün entropisinin (enerjinin değersizleşme halinin) artmasıyla birlikte merkezden uzağa genişleyip geri döndürülemeyecek bir şekilde yine “Ol” emriyle bozulmaya, nizamsızlığa doğru evrildiğini gözlemlemekteyiz. Bunun anlamı bir gün bu sınırsız kâinat kitabının sayfalarının kapanıp her fani gibi evrenin de bir gün ecelinin dolacağı gerçeğidir. Hiç kuşkusuz büyük patlama veya büyük tufan sonrası dünyamızın samanyolu galaksisi içerisinde konumlanmasıyla birlikte oluşan dağ oluşumları, buzullaşma, yağmur, volkanik oluşumlar ve kıtaların kayması gibi bir dizi olağan üstü gerçekleşen pek çok hadiselerin daha büyük çaptası er ya da geç bir gün mutlaka kıyamet koptuğunda da yaşanacaktır. Böylece kıyamet koptuğunda dünya ve dünya içinde her ne varsa bunlardan örneğin tüm bitkiler kökleriyle birlikte savrulacak, dağlar, taşlar, kayalar büyük bir patlamayla çamurlu sel haline dönüşecek, okyanuslar kabarıp büyük bir tsunami vuku bulacak ve en nihayetinde gök kubbe ve yeryüzü iç içe geçip tüm canlıların ölümüyle birlikte büyük kıyametin tüm aşamaları tamamlanmış olacaktır. Ve bu durumda her şeyin fani olduğunu tek baki olanın Yüce Allah olduğu gerçeğine kıyametin bizatihi kendisi hali lisaniyle şahitlik edip “Ya baki entel baki” diyerekten ahiret hayatına geçiş yapılacaktır.
Bakınız Allah Teâlâ bir ayet-i celilesin de; “Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelişinde (deveranında), akıl sahipleri için ibret verici deliller vardır” (Al-i İmran, 190) diye beyan buyurmakla yaratılış kanunlarına dikkat kesilmemiz murad etmektedir. Dikkat kesildiğimiz de yer çekimi kanunundan tutunda termodinamik kanunlar, elektrik yükünün korunumu kanunu, momentumun korunumu kanunun ve hareket kanunları gibi bir dizi tüm tabiat kanunlarınınım ilahi kanunlara tabi olarak yaratılışlarından bugüne evrimleşmeye uğramaksızın “Ol” emri doğrultusunda yüklenmiş oldukları program dâhilinde fonksiyon icra ettikleri görülecektir. Var, o halde bu durumda bize “Her şey Zat-ı Vacib-ül Vücud Yaratıcının ol emriyle vücut bulmaktadır” fermanının gereğini yapmak düşer.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/buyuk-patlama-ve-dirilis-5345-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ara. 04, 2021 6:19 pm

DÜNYA ASLA BAŞIBOŞ DEĞİL
SELİMGÜRBÜZER
Dünyamız havadan, karadan ve denizden insanoğlunun yaşayabileceği ölçülerde yaratıldığı muhakkak. Bu yüzden ne kadar şükretsek azdır. Baksanıza hiçbir gezegene nasip olmayan atmosfer tabakası sadece dünyamıza has bir halde hizmetimize sunulmuş durumda. Hizmetimize sunulduğu şundan besbellidir ki, biz onsuz, o da bizsiz olamayacak şekilde dizayn edilmiş bir halde kardeş gibiyiz de. Aramızdaki kardeşlik bağını ise yer çekiminin etki gücü sağlamakta dersek yeridir. Şayet ortada yer çekim etki gücü olmasa atmosferdeki gazları bir arada tutmak ne mümkündü, her biri uzayın bir taraflarına savrulacaklardı.
Hiç kuşkusuz atmosfer dünyanın yaratılışından bu güne çeşitli gazların karışımından müteşekkil ve dahi içinde bulunduğumuz dünya gezegenini etraflıca saran binlerce kilometre kalınlıkta gaz kütlesinden ibaret bir tabakamızdır. Dahası bizi etraflıca saran atmosfer kuşağımız ne sıradan incecik bir örtü ne de sıradan kap kalınca bir yorgandır, bilakis gök kubbede yumuşak tül örtüsü görünümünde kuşağımızdır. Öyle gök kubbede bizi saran bir kuşak edinmişiz ki, şayet mevcut halinden biraz daha kalınca tül örtüsü halde bizi sarmış olsaydı güneş ışınlarından gerektiği kadar asla istifade edemeyecektik. İyi ki de her şey yerli yerinde atmosfer tabakamız ekvator üzerinde kalın bir tabaka halde, kutuplar üzerinde ince tabaka halde, uzayda da iğ tabakası halde dünya ve dünya içindekilerin hizmetine sunulmuşta bu sayede kalınlığı dünya sathından gök kubbeye uzanan bir yelpazede 560 kilometrelik bir koruyucu şemsiye edinmiş olduk. Malumunuz koruyucu şemsiyemiz kütle bakımdan ay’ın kütlesinden 81 kat daha büyüklükte olup yeryüzünün su ihtiyacının bu büyüklükteki kapasiteyle yaratılışından bugüne karşılayarak varlığını devam ettirmektedir.
Atmosfer tabakamız bilindiği üzere gök kubbenin yere bakan alt yüzeyinden yukarıya doğru sırasıyla; Troposfer (ilk tabaka), Stratosfer (son derece narin incecik bulutların görüldüğü ikinci tabaka), Mezosfer (orta tabaka), Termosfer (güneş etkisinin belirgin olduğu uzaya üst komşu sınır tabakası) diye adlandırılan tabaka halkalarının oluşturduğu koruyucu zırhlı yeleklerimiz olarak dikkat çekmektedir. Öyle ki her bir koruyucu halka dünyada her türden canlı türünün hayat bulmasına yönelik koruyucu yelekler olarak konumlandırılmışlardır. Nitekim Rabb’ul âlemin bu hususta; “Gökyüzünü korunmuş tavan yaptık” (Enbiya, 32) diye beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Öyle ya, gök tavanımız yaratılışından bugüne;
- Dünyamız cehennem sıcaklarına sahne olmuyorsa,
-Tüm yeryüzü sathı kışın tamamını Sibirya soğuklarıyla geçirmiyorsa,
-Gök kubbeden her salise mikro ve makro düzeyde yıldırım hızıyla akmakta olan milyonlarca göktaşı tepemize inmiyorsa,
-Üzerimize doğan güneşin o zararlı mor ötesi ışınlarına maruz kalmıyorsak,
-Ve daha nice tehlikelere muhatap kalmıyorsak, biliniz ki Yüce Allah’ın Kur’an’da beyan buyurduğu veçhiyle bu koruyucu zırhımız ve tavanımız olan atmosfer yeleklerimiz sayesindedir elbet.
Mademki atmosfer için koruyucu zırhımız diye tanımlıyoruz, o halde koruyucu zırhımızı hafife almamak gerekir. Zira meteor denen göktaşlarının büyük ölçüde uzayda iken yanıp tutuşup atmosfer tabakaları arasında sönmesiyle birlikte yeryüzüne toz olarak inmekteler. Böylece koruyucu zırhımız sayesinde gökten başımıza taş yağmamış olunmakta. Hani çoğu insan zaman zaman gökyüzünde havai fişekleri andıran ışık kaymalarını gördüğünde “felekten bir yıldız daha kaydı” demekten kendini alamaz ya, oysa yıldız kayması sanılan o havai fişekler aslında astronotların meteor dedikleri (göktaşı) cisimlerin uzaydan atmosfere düştüğü andan itibaren oluşan sürtünme kuvvetinden doğan alev pırıltılarının yansımasından başkası değildir. Şayet bu meteorlar alev pırıltısı veya ışıldama olarak kala kalmayıp direk gök cismi olarak atmosferi delip geçmiş olsalardı yeryüzü meteor taşlarından geçilmeyecekti. Kelimenin tam anlamıyla gökten başımıza taş yağması an meselesi bir durum olacaktı. Nitekim gökten zaman zaman bir iki meteorun düştüğü de vaki olabiliyor. Ama bu demek değildir ki gökten bir iki meteor düştü diye her daim gök kubbeden devamlı olarak başımıza taş yağacak. Oysa bu tür hadiseler istisna kabilinden hadiseler olarak vuku bulup neticesine bir baktığımızda meteorlardan bazılarının atmosfere indiğinde toz buz olmuş bir alev ışıldaması olarak değil de aşınmaksızın doğrudan dünyamıza gök cismi olarak düştüğünde meteor çukuru (göktaşı çukuru) olarak karşımıza çıktığını görmekteyiz. İşte bu noktada bir iki istisnalar dışında atmosferin ne denli önemli koruyucu bir tabaka olduğu ortaya çıkmış olur. Hakeza atmosfer tabakası sayesinde bir yandan üzerimize sağanak sağanak yağan yağmur eşliğinde yeraltında kaynak su rezervi oluşurken bir yandan da canlı cansız varlıklar filtre edilmiş yağan yağmurlar eşliğinde hayat bulmakta, diğer yandan da oksijen olup bu sayede tüm canlı âlem için bir nefes sıhhat olmaktadır. Daha da yetmedi can yeleğimiz atmosferimiz bünyesinde taşıdığı ozon gazı marifetiyle güneşten gelen 0,29 milimikrondan daha kısa dalga boylu ışınların yanı sıra toplam sekiz adet öldürücü nitelikte zararlı ışınları süzüp bu sayede güneş ışınlarından gerçek anlamda istifade etmiş olmaktayız. Nitekim görünmez denilen mor ötesi ışınlar (X ve gama ışınlar) emilip süzüldükten sonra, tüm canlı cansız varlıklar üzerine yararlı ışık olarak sirayet etmekte. Keza ses dalgaları bakımdan da öyle olup gerektiği ölçüde istifade etmemizde atmosferin katkısı çok büyüktür. Öyle ki atmosferin iyonosfer tabakasının ayırt edici ve filtre özelliği sayesinde ses dalgaları arasında herhangi frekans karışıklıklarına meydan vermeksizin işitmemiz sağlanmakta. Belli ki atmosfer olmasa ne bir ses, ne bir tılsım, ne bir renk, ne de bir ışık huzmesi bizim için hiç bir anlam ifade etmeyecekti. Dahası atmosfersiz bir hayat -3 santigrat derecelik ölü bir hayata mahkûm kalmak olacaktı. İyi ki de atmosferin kendi iç bünyesinde tuttuğu % 78 azot, % 21 oksijen gazları vs. var da bu sayede ölü bir hayata mahkûm kalmayıp tüm dertlerimize deva olunmakta. Tüm bunlardan da öte bu koruyucu şemsiyemiz sayesinde ne başımıza gökten taş yağmuruna tutulmaktayız ne de herhangi tehlike arz eden bir kozmik ışın bombardımanına.
Her neyse atmosfer hakkında bu kadar bilgi edindikten sonra gelelim konuk olduğumuz dünyamızın ahvali ne, ne değildir birde ona bakalım. Malumunuz daha düne kadar, yani 1831 yılına dek dünya dönmüyor güneş sabit deniliyordu. Acaba öyle miydi? Oysa Kur’an ayetlerine baktığımızda tam aksini görüyoruz. Nitekim Yüce Allah kullarına elçisi vasıtasıyla bu hususu şöyle duyuruyor da:
- “Arzı yayıp düzenledik, oraya sabit dağlar yerleştirdik. Orada her şeyi ahenkli bir ölçüye göre bitirdik.” (Hicr suresi ayet19)
-“Göğü kendi kudretimizle biz kurduk ve biz (onu) elbette genişleticiyiz.” (Zariyat, 47)
-“Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Her biri kendi yörüngesinde seyreder.” (Enbiya, 33)
-“Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir” (Rahman suresi (55), 5. Ayet )
İşte Yüce Allah yukarıda beyan buyurduğu ayetlerden de anlaşıldığı üzere güneşin, dünyanın ve ayın belli bir hesaba göre hareket ettiği apaçık bir şekilde ortaya konmuş durumda. Hiç kuşkusuz Kur’an’ın bu haberine kulak verilmiş olsaydı bu vahim hataya düşülmeyecekti. Hadi sözde çağdaşlığın kapısı denilen Batı dünyasının Kur’an’a duyarsız kalınmasını bir noktada anlayabiliyoruz, peki ya şu kilise papazlarınca bilimin giyotine vermelerine ne demeli. Bilindiği üzere insanlık uzun bir süre gerek kilise papazlarınca gerekse skolastik çevrelerce bilimin giyotine verildiği dönemlerin algısıyla dünyanın batıdan doğuya doğru dönmesinden hareketle güneşin yerinde sabit kaldığına kör kütük inanıvermişlerdi. İnanıverdiler de ne oldu yıllarını bu düşünceyle heba etmiş oldular. Neyse ki, artık gelinen nokta itibariyle güneşin Samanyolu galaksisinin merkezine yakın bir konumda yer aldığının bilimsel olarak ispatlanmasıyla birlikte güneş ve beraberinde bizler saniyede 200 kilometre veya saatte 720.000 km hızla evrensel çekim kanunlarına uygun bir şekilde döndüğü netlik kazanmıştır. Öyle ki, yerin güneşe ve ay’a olan mesafesi çok ince hesaba dayandığı, hatta dünyamız güneş etrafında dönerken uzaklaşma eğiliminde olmasına rağmen aralarındaki çekim gücü kanunun buna izin vermeyip böylece yörüngelerinde seyir halde ki bir takım dengelerin bu şekilde sağlandığı anlaşılmaktadır. Düşünsenize aralarında bir an çekim kanunun işlemediğini varsayalım, bak o zaman kopacak olan kızılca kıyameti, her an dünyamızın güneşle yakınlaşması neticesinde alev alacağı an meselesi diyebiliriz. Allah’a şükürler olsun ki çekim kanununun bir gereği olarak matematiksel Güneş Sabite'si değeri G= 6,67x10–8 buna izin vermemektedir. Bu sayısal değer elbette ki güneşin kendi kendine akıl erdirip ortaya koyduğu bir rakam değildir, bilakis Yüce Yaratıcının yarattığı ilahi kanunlara tabii olmanın bir göstergesi bir rakamdır. Zaten yaratılmış olan madde, istese de böyle bir sayısal değer üretmeye ne akl edebilir ne de güç yetirebilir, madde ancak neyle programlanmışsa kurulu saat misali işlevini yerine getirir, asal kurulu saat işlevinin veya programının dışına çıkamaz.
Şimdiye kadar anlatılanlardan sanki sadece dünya ile güneş arasında mesafe dengesi varmış gibi bir izlenim vermiş olabiliriz. Elbette bu olay yaratılan tüm kâinat âlemini de kapsayan bir durum. Malumunuz ay dünyamızın uydusu olması hasebiyle mesafe olayı onun içinde geçerli bir kural elbet. Nitekim ay dünyadan biraz daha büyük veya biraz daha yakınında olsaydı med-cezir olaylarından her an başımızı alamayıp kim bilir belki de her gün tsunami felaketleri yaşıyor olacaktık. Yine Allah’a şükürler olsun ki med-cezir hadisesi yılda bir iki defa meydana gelmekte. Ki; bunun iki kez cereyan etmesi hem ayın varlığını hatırlatmakta, hem de ay çekim gücünün etkisiyle ara sıra yer kabuğunu esnetmesiyle birlikte yer kabuğu içerisinde birikmiş enerjinin boşaltılması sağlanmaktadır. Böylece dünyamıza bir tür denge ayarı yapılmaktadır. Bu yüzden Yaratıcı ve yaratılan ilişkisini göz ardı edemeyiz. Keza dünyamız ve diğer gezegenler yaratılıştan bu güne dek hala sabit bir yörüngede seyrediyorsa bu önceden belirlenmiş ve programlanmış planın bir gereğidir. Dolayısıyla dünyanın güneşe en fazla yaklaştığı noktaya “Perihlion”, en uzak olduğu kısma ise “Apelon” denip, bu iki nokta sayesinde güneşe yaklaştıkça hızlanırız, uzaklaştıkça yavaşlarız. Derken yanmaktan kurtuluveririz.
Albert Einstein başlangıçta durgun bir dünyadan söz etmiş, ama geçte olsa hatasını anlayabilmiştir. Dahası sonradan anlaşıldı ki tabiatta cereyan eden hadiseler geriye döndürülemeyecek şekilde bir akış içerisinde seyretmekte. Bu gerçekler ışığında Alexander Freidman genişleyen evrenden bahseden ilk bilim adamı olarak dikkatleri üzerine çekmiştir. Hubble ise genişleyen modeli formüle edip kanunlaştırmayı başaran bir isim. İşte bu tip çalışmalar sonucu sürekli büyüyen ve genişleyen kâinat karşısında olduğumuzu fark ettik. Üstelik birbirlerinden yaklaşık 60 bin kilometre hızla uzaklaşan galaksiler bu genişlemeye rağmen zerre miskal hacimlerinde değişikliğe uğramamaktalar. Dahası parçalanan yıldızlar, meteoritler, kuyruklu yıldızlar başlangıçtaki mükemmel nizamın bozulacağına dair adeta birer işaret fişekleri olurcasına baki olanın sadece ve sadece Yüce Allah (c.c) olduğunu haykırmaktalar. Hatta dünyamızın koruyucu şemsiyesi diye ilan ettiğimiz atmosfer bile bir miktar gazın merkezkaç ve diğer gök cisimlerinin çekim etkisine girerek uzaya kaçış temayülü gösterdiği artık bir sır değil. En son gelinen nokta itibarı ile teleskopların hüneri ile kâinatın sonsuz olamayacağı hakkında tüm şüpheler ortadan kalkmıştır.
Bakın Allah Teâlâ; “Yemin olsun döndürücü semaya” (Tarık,11) diye beyan buyurmakla gökyüzüne sadece bir sema olarak değil içeriğine de vakıf olmamızı murad ediyor. Öyle ki içeriğine vakıf olmaya çalıştığımızda bilhassa bu noktada atmosferin gökyüzünü (semayı) kaplayan koruyucu örtümüz olduğu gerçeği ile yüzleşiriz. Ve bu örtünün yere bakan ilk katmanının ise troposfer olduğunu müşahede ettikten sonra kar, yağmur, kasırga gibi tüm meteorolojik olaylar bu katmanın yere yakın kısmında cereyan ettiğini gözlemlemiş oluruz. Malumunuz troposferden yeryüzüne indirilen yağmurlar buharlaşıp tekrar geriye döndüğünde bu katmanda tekrar çeşitli işlemlerden geçip yağış döngüsü sürdürülür de. Belli ki atmosferle yeryüzü arasında bir döngü ve çekim ilişkisi söz konusudur. Döngü ve çekim ilişkisinin olması da gerekiyor, aksi halde azot, oksijen ve karbondioksit gibi yoğunlukça büyük temel gazlar kaçış eğilimi gösterip uzaya firar edeceklerdi. Bu demek oluyor ki yerkürenin kütlesine bağlı devasa nitelikte bir mıknatıs çekim gücü ilişkisinin varlığı atmosferdeki gazların kaçışına mani olup kendine cezb etmektedir. Bu arada aydınlık lambamız güneşte boş durmayıp bağrından çıkan elektrik yüklü enerjik parçacıklarla üst atmosferi adeta bombardımana tutaraktan bir taşta iki kuş vururcasına hem üst atmosferi hem de ekvatoru ısıtmış olur. Böylece ısınan hava troposfere yükseldikten sonra alize rüzgârları vasıtasıyla kutuplara doğru yol aldığında soğuyup havanın dengesi sağlanmış olur. Hakeza bundan başka atmosferdeki gazlar tabiatı gereği kaçış istidadı gösterdiklerinden yer çekim kuvvetinin etki gücüyle uzaya kaçmalarının önüne geçilerekten atmosfer dengesi sağlanmış olur. Anlaşılan hava uçmak için var olan iyi bir ortam, arzda (yeryüzü sathı) bağrına basmak için iyi bir ortam. İşte her şey uçma ile bağrına basma arasındaki ilişkide gizlidir. Derken bu ilişki sayesinde denge âlem, uçma ve bağrına basma dediğimiz çekme kuvvetlerinin birbirlerini karşılıklı kontrol etmesiyle gerçekleşmiş olur. Baksanıza Isaac Newton belirlilik (determinizm) prensibinden hareketle bir ağaçtan yere düşen elmanın zihninde oluşturduğu şokla bütün kâinatın bir çekim gücü kanunuyla deveran olduğunu gözlemlendiğinde kendisinin bir anda Hıristiyanlığın ortaya koyduğu teslis inancından uzaklaşmasına yeterli sebep olmasına yetmiştir. Öyle ya, mademki çekim kanunu gerçeği ile yüzleşilmiş o halde baba-oğul-ruhban üzerine kurulu bir teslis inancına körü körüne kendini kaptırmak ahmaklık olurdu. Zira Yaratıcı güç asla ortaklık kabul etmez, bikere bu eşyanın tabiatına aykırı bir durum olurdu. Bu yüzden Yüce Allah (c.c) kanun koyucu olarak tektir, eşi ve benzeri de asla söz konusu olamaz da. Kaldı ki bugün bilim dünyası geldiği nokta itibariyle Newton’u da aşarak kâinatta cereyan hadiselerin tek elden Allah’ın belirlediği hudutlar dâhilinde nizam bulduğu noktasında hem fikir olmuşlardır dersek yeridir. Nasıl ki bir derin dondurucu (buzdolabı) mühendisin belirlediği plan dâhilinde soğudukça ısınan, ısındıkça soğuyan bir termostatik ayarla otomatiklik işlev kazanıyorsa aynen öyle de kâinatın yaratılış kanunları da otomatik olarak yaratıcı gücün külli iradenin murad ettiği doğrultuda işlevlik kazanıp hayat dengemiz sağlanmakta. Nitekim Yüce Yaratan: “Sonra duman (gaz) halinde bulunan göğe yöneldi. Ona ve yer küreye ister istemez gelin dedi. İkisi de isteyerek geldik dediler” (Fussilet, 11) beyan buyurarak bu gerçeğe işaret ettiği gibi “Gece gündüzü, gündüzde geceyi takip eder” (A’raf 54) ayetiyle de dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğüne de vurgu yapmıştır.
Bilindiği üzere dünyamız kendi ekseni doğrultusunda güneş etrafındaki yörüngesi 23,5 derece ve 27 dakikalık bir eğim üzerine konumlandırılmıştır. İşte bu konumlanma üzerine dönen dünyamız kendi ekseni üzerinde yirmi dört saat turlamasıyla bir günlük zaman dilimini kat etmiş olur. Dünyamız aynı zamanda kat etmiş olduğu bu zaman dilimi içerisinde güneş yazın kuzey kutbunda, kışın ise güney kutbunda yer alarak dünya üzerinde değişik iklim kuşaklarına haiz dört mevsimlik iklim şartları oluşur. Öyle ki 23 derecelik eksen dönmesi mevsimlerin oluşumu için bulunmaz büyük bir nimet olarak karşımıza çıkar. Bu arada dünya kendi ekseni etrafında dönerken saatte bin millik bir hızla dönmektedir. Bu sayı yüz mil olmuş olsaydı vay halimize. Bu durumda ister istemez gündüz ve geceler daha da uzayarak tüm canlılar gündüz sıcaklardan kavrulacaktı, gece soğuktan mahvolacaklardı. Belli ki yerküreyi oluşturan katmanların farklı yoğunlukta yaratılması dünyanın kendi ekseni etrafında dönmesi esnasında bir dinamo sisteminin devreye girmesi içinmiş. Böylece fiziki dinamonun oluşturduğu manyetik alanlar eşliğinde eksen kaymasının önüne geçilip dünyamız dengede tutulmaktadır. Şayet dünyanın eğimi 25 derece olsaydı kutuplardaki buzullar birkaç yüzyılda erimesini tamamlayarak tüm denizleri buz kaplayacaktı. Ya da dünyamızın eğimi 22 derece olsa idi bu sefer kutuplardaki buzullar, ekvatora yakın kısımlar hariç Avrupa kıtasını bütünüyle istila edecekti. Yine dünyamız kendi ekseni etrafında dönmesini 24 saatte değil de 30 saatte tamamlasaydı dünyamız fırtınalar ve kasırgalardan geçilmeyecekti. Peki, dünyamız 20 saatte dönmesini tamamlasa ne olurdu? Olacak olan malum; dünyamız kuraklıktan kırılıp, bitkisel kuraklık içinde kıvranacaktık. Belki de hayattan söz edemeyecektik. Mesela dünyamız sırf okyanus alanlarından ibaret kalsaydı dünya sıcaklığı 4 santigrat derecede kalacaktı, ya da tam tersi dünyamız tamamen buzullarla kaplansaydı bu sefer sıcaklık –8 santigrat derecelerde olacaktı. Anlaşılan buzullarla kaplı Antartika kıtası bile boşuna yaratılmamış. Söz konusu bölgenin meteorolojik konumu sanki ılık bölgelerden rüzgârlar eşliğinde gelen havayı yutan etüv vazifesi yapmak için tasarlanmış. Her şeyden öte dünyamızın fiziki şartları canlıların yaşamasına yönelik hava basıncı, nem, sıcaklık, içerisindeki gaz yoğunluğu ve kalınlığını göz önünde bulundurduğumuzda ortalama 15 santigrat dereceye ayarlanmış bir yapı söz konusudur. Aynı zamanda atmosferin bize sunduğu gazların firar etmelerini önleyecek kaçış hız değerleri ayarlanmış durumdadır. Böylece hem atmosfer tabakası kalınlığı sabit kalmakta, hem de bu takdir edilen değerler sayesinde tüm canlılar yaşama standartları garantiye alınmıştır. Allah korusun atmosfer tabakası incelmiş olsa her an ültraviyole ışınlarıyla kavrulmamız an meselesidir diyebiliriz.
Anlaşılan fezadan gelen zararlı ışınlara karşı dünyamız atmosferle korunma altına alınmıştır. Bilhassa atmosferin en önemli halkasını teşkil eden ozon tabakası zararlı ışınları absorbe etmek için vardır. Yetmedi atmosferin ozon tabakasından başka ısı geçirmez atomlardan oluşan kalın bir tabakada bu iş için vardır.
Bilindiği üzere farklı ısı merkezlerinden gelen ister adına poyraz, ister lodos, ister yıldız, ister karayel, ister meltem, ister keşişleme, ister kıble, ister gündoğusu rüzgârları densin hiç fark etmez sonuçta dünyamız çepeçevre hava akımlarıyla kuşatılmış olduğumuzu gerçeğini değiştirmeyecektir. Zira evrende öyle işleyen mükemmel bir program söz konusudur ki, yılın her günü ayrı ayrı cephe sistemlerinden gelen rüzgârlar tüm insanlığa hem esenlik kaynağı olmakta hem de esintisiyle selamlanmış olunmakta. Rüzgâr insanlara esenlik olup selam göndermekle kalmayıp bu arada bitkilerin döllenmesi için polenlerin taşınmasında da aracılık rol üstlenmiş olmakta. Böylece bu sayede bağ bahçelerimiz, ovalarımız, dağlarımız, vadilerimiz oğul veren rengârenk çiçek cümbüşüyle yeşermiş olunmakta. Ve bu hususta Yüce Allah (c.c) “Rüzgârı (değişik yönlerden) estirmesinde aklını kullanan topluluklar için pek çok ayetler (sırlar) vardır” (Casiye suresi ayet–5) diye beyan buyurarak bu gerçeğe işaret etmekte zaten.
Velhasıl-ı kelam; yaşadığımız kâinat nizamı içerisinde bizim için dünya cennet ve cehennemin küçük bir kopyası bir misafirhane, güneş misafir olduğumuz dünyanın ışık kandili, ay takvimimiz, mevsimler konukların sayılı tüketecek olan nefeslerinin ilkbahar, yaz, sonbahar ve kış mevsimi yaprak dönüşümleri, toprak ise bizi bağrına basacak olan ana kabristanımızdır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dunya-asla-basibos-degil-5328-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Ara. 10, 2021 7:15 pm

DEVEKUŞU YUMURTASI VE DÜNYAMIZ
SELİM GÜRBÜZER
Bilindiği üzere devekuşu kuşlar arasında en iri olanıdır. Öyle ki, bu söz konusu hayvan 150 kg ağırlığında ve 2 metre uzunluğunda boyu vardır. İşte onun böylesine iri olması aynı zamanda uçamadığının bir göstergesidir. Olsun bunun pekte önemi yoktur. Zira Yüce Allah (c.c) onu sonuçta uzun bacaklı halk ederekten uçmak yerine saatte 95 km hızla koşma kabiliyetiyle donatmıştır. Ve böylesi bir donanımlı kılınması sayesinde kendini düşmanlarına karşı korumuş olur. Zaten düşmanlarınca bir köşeye kıstırılsa bile uzun bacaklı olmanın avantajıyla bir bakıyorsun tekmeler ataraktan avlanmaktan kurtulabiliyor. Hatta her attığı tekme icabında avlayanın canına mal olacak türden bir tekme atışı da olabiliyor.
Peki, deve kuşu sadece uzun bacaklı olma avantajına sahip bir kuş türümüdür? Hiç kuşkusuz tırnaklarının yaklaşık 17 cm uzunluğunda olma avantajı da buna dâhildir. Öyle ki yeri geldiğinde bir bakıyorsun tırnakları vahşi hayvanlar için bile tehlike teşkil eden delici kalkan olabiliyor. Bakmayın siz öyle, halk arasında “Boşuna deve kuşu gibi başını kuma sokma” türünden bir teşbihle bir adamın duyarsızlığını vurgulamak için devekuşunun örnek gösterilmesine. Oysaki örnek gösterilen devekuşunun başını kuma sokmak diye bir derdi yoktur, onun asıl asıl derdi kum içerisinde taş parçalarını didikleyerekten alıp bir an evvel midesine indirdiği besinleri rahatlıkla öğütebilmektir. Ki, onun asıl ana yiyeceği bitkiler oluşturmakla birlikte icabında kaplumbağa ve kertenkele yakalayıp avladığında etçil beslenme moduna da geçiş yapabiliyor. Bu arada şimdi bu satırları okuyanlar belki akıllarından şunu da geçirip diyebilirler ki; deve kuşu iyi hoşta yukarıda makale başlığı olarak attığınız deve kuşu yumurtasının dünya ile ne ilgisi var diye. Bikere ilgisi şöyle var, devekuşunun kendisi gibi yumurtası da iri olup aynı zamanda görünüm olarak da dünyamız gibi küremsidir zaten. Bu durumda elbette ki dünyamızla benzerlik yönüyle ilişkili olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur. Hem kaldı ki, atalarımız teşbihte hata olmaz demişler ya hep, aynen öylede önce bizatihi devekuşunun kendi özelliğinden bahsetmek gerekir ki, yaklaşık ağırlığı 1200 ila 1500 arası gram ağırlığında ki irice yumurtasından da bahsettiğimizde meramımız yerini bulup bir anlam ifade etmiş olsun.
Evet, dünya yuvarlaktır. İnsanoğlu dünyanın yuvarlak olduğunu daha yeni fark ede dursun, Yüce Allah (c.c) tâ 1400 yılı aşkın öncesinden nüzul eylediği Kur’an’da geçen; “Gece de, onlar için bir ibret ve alamettir. Gündüzü ondan gündüzü soyup çıkarırız, derken bir de bakarlar ki, onlar karanlıklarda kalıvermişler” (Yasin, 37) ayetiyle kullarına çoktan bildirmiş bile. Zira ayette geçen neslehu fiilinin kökü olan ‘selh’ yuvarlak bir nesneyi soyup çıkarmak demektir. Nasıl mı?
Malumunuz bütün canlı yumurtalar incelendiğinde şekil itibariyle küre görünümüne en yakın deve kuşu olduğu görülecektir. Zaten Kur’an ayetlerinin nüzul olduğu devrin şartlarını göz önünde bulundurduğumuzda dünyanın elips ya da küre şeklinde olduğunu ancak deve kuşu yumurtası örneği benzetmesiyle insanın idrak edebileceği dozda açıklamak en doğru kelam-ı kadim yöntemidir. Gerçekten de deve kuşu yumurtası örneği dünyanın fiziki görünümüne emsal teşkil edebilecek harikulade mucizevî benzetme örneğidir. Hatta Kur’an’da zikrolunan deve kuşu yumurtası örneği sadece gelmiş geçmiş insanların idrak edebileceği kapsamla sınırlı bir benzetme olmayıp gelecek kuşaklarında derinlemesine idrak etmelerini kolaylaştıracak bir benzetme örneğidir. Ve Yüce Allah (c.c) böylesi bir benzetmeyi bugünkü fenne uygun diyebileceğimiz “Sonra arzı deve kuşu yumurtası (mücessem kat-ı nakıs) şekli verdi (söbüleştirdi)” (Naziat, 30) ayet mealiyle beyan buyurmak suretiyle dünyamızın açık ve net bir şekilde küremsi ya da bugünkü fenni kavramla geoid olduğunu insan idrakine sunmuştur. Bir başka ifadeyle Allah-ü Teâlâ “Bundan sonra da yeri yayıp döşedi” (Nâzi’ât, 30) diye beyan buyurmasıyla açıklık getirmiştir. Nitekim Arapçada 'deha' devekuşu yumurtası manasına gelen bir ibare olup, söz konusu yumurtanın fiziki görünümüne bakıldığında dünyanın şekline benzemenin yanı sıra, tıpkı dünya gibi iki kutbu şişkin, iki ucu basık olduğu gözlerden kaçmaz da. Hele ki dünyamızın dış örtüsü olarak addettiğimiz yer kabuğunun 75 kilometre kalınlığında olduğunu göz önünde bulundurduğumuzda Kur’an’da adeta teşbih sanatıyla adeta küremsi devekuşu yumurta kabuğu üzerinde konumlandırıldığımıza dikkatimiz çekilmektedir. İşte görüyorsunuz Kur’an-ı Kerim’de konuk olduğumuz dünyamız bir deve kuşu yumurtası üzerinden örneklendirilerek insan idrakine sunulduğu apaçık ortaya konulmuş durumda. İyi ki de insan idrakine sunulmuş, bu sayede astronomi gibi tabiat ve coğrafi bilimlerin doğmasını vesile olunmuştur. Artık öyle ki, günümüz dünyasında bilimsel teknolojilerin gelişmesiyle birlikte dünyamızın fiziki şeklinin net bir şekilde aydınlığa kavuşmasının yanı sıra bu arada Kur’an’da verilen devekuşu yumurta örneğinin birebir örtüşmesi evrim teorisini savunanların tezlerini de çürütmeye yetmiştir. Düşünsenize daha düne kadar tüm insanlık dünyamızın yuvarlak mı, düz mü, durağan mı yoksa hareketli mi gibi hararetli tartışmalara şahit olmuştu. Neyse ki, bilimsel çalışmaların teknolojik gelişmelerle desteklenmesi sayesinde bu tip tartışmalara son verilip mesele net bir şekilde aydınlanabilmiştir. Böylece tâ asırlar öncesinde deve kuşu yumurtası benzetmesiyle Kuran’ın tüm insanlığa ayan beyan duyurduğu hakikat bir hayal değil bilakis hakikatin tâ kendisi bir benzetme sanatı olduğunu cümle âlem görmüş oldu. Zira Rabbü’l âlemin’in Kur’an’da da zikrettiği üzere; “Doğrusu biz onları ve atalarını yaşattık, hatta o ömür onlara uzun geldi. Fakat şimdi görmüyorlar mı ki, yeryüzünü etrafından eksiltip duruyoruz? O halde üstün gelen onlar mıdır?” (Enbiya 21/44) ve “Onlar, bizim yeryüzüne (kudretimizle) gelip onu etrafından eksilttiğimizi görmediler mi?” (Ra’d 13/41) ayet-i celileriyle dünyanın elips şeklinde olduğu net bir şekilde ilan edilmiştir. Belli ki zikrolunan ayetlerde geçen söbüleşme ibaresinden maksat dünyanın etrafından eksiltip ovalleşme manasına bir söbüleşmektir bu.
Bu arada unutmayalım ki; Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri, bu hususlarda Marifetname adlı kitabında dünyanın yuvarlaklığı hakkında bakın ne diyor:
-“Bu âlemin tabiî şekli yuvarlaktır. Yuvarlak olduğunun delillerden biri de kâinatın hangi tarafına baksan şekli yumru görünür. Her kıtanın bir yay şeklinde olduğu, düşünme ve görme kanunu ile insan aklının tecrübesiyle bilinir. Sonra kara ve denizlerde dağ ve tepelerin hepsinin küre şeklinde olduğu ve arzın gölgesine düşen ayın tutulması ve tutulma zamanında arzın gölgesinin ayın yüzünde yuvarlak görülmesi, gökyüzünde gezegenlerin hareketiyle, enlem ve boyların yerlerinin değişik bulunması, yuvarlaklığının delilleridir.”
Peki, sadece Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretleri mi, dünyanın yuvarlak olduğuna vurgu yapmakta, hiç şüphesiz miladi 1091 yılında İmam-ı Gazali Hazretleri de Tehafüt’ül Felasife (Felsefecilere cevap) adlı eserinde ise bugünkü bilgilere örtüşebilecek nitelikte yerin ve ayın yuvarlak olduğunu ve güneşin etrafında döndüğüne dair bilgiler sunmaktadır.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/devekusu-yumurtasi-ve-dunyamiz-5386-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Ara. 17, 2021 5:13 pm

BİR NEFES SIHHAT OKSİJEN MUCİZESİ
SELİM GÜRBÜZER
Plastitler, alg ve bitki hücrelerinde bulunan aynı zamanda hücrenin görevine uygun renk ve şekil kazanan çift zarlı temel organellerdir. Nitekim bu temel organellerden mesela kromoplastlar bitkilere farklı renkler kazandırması yönüyle en dikkat çekici örneğini teşkil eden plastitler türüdür. Hem nasıl dikkat çekmesin ki, bikere lökoplastlar gibi renksiz değillerdir, elbette ki dikkat çekeceklerdir. Hem ayrıca kromoplastların bir diğer plastit gruplarından lökoplastlar (beyaz kloroplastlar) ve kloroplastlar gibi fotosentez yapan ökaryot türleri de mevcut olup bunlar turuncu, sarı, kırmızı renkte kromoplastlar olarak kategorize edilirler.
Peki ya, kloroplastlar? Malumunuz kloroplastlar ise bitki hücreleri içerisinde değim yerindeyse yeşil renkte ışığı emen düğmeler şeklinde glikoz imal etmek için konumlanmış plastitlerdir. Zira fotosentez olayında kloroplast içerisinde yer alan klorofil maddesinin ışığı absorbe etmesiyle (tutma eylemi) tutulan ışık bir bakıyorsun kimyasal enerjiye dönüştüğü gibi ayrıca ATP taşıyıcı enerji olarak açığa çıkar da. Yetmedi enerjinin haricinde bu arada bitkiler fotosentez sayesinde oksijen üretmişte olurlar. Nasıl mı? Bitkiler malumunuz yaprakları marifetiyle atmosferden aldıkları on binde üç oranında (% 0,03) 6 molekül karbondioksit gazını ve kökleriyle aldıkları 6 molekül suyu güneş ışığı yardımıyla bünyelerinde var olan klorofille özümleyerek glikoz (besin) ve 6 molekül oksijen üreterek bu işi gerçekleştirmiş olurlar. Böylece su ve karbondioksitin birlikte sentezlenmesi sayesinde karbonhidrata grubundan glikoz nimetine mazhar oluruz. Sadece bu nimete insanlar mı mazhar olur? Hiç kuşkusuz bizim dışımızda mesela tek hücreli yeşil bitki olarak bilinen fitoplanktonlar da kendi payına düşen güneş ışığından istifade ederekten CO2, H2O, besi elementlerini (azot, fosfor, kükürt vs.) oksijene ve organik maddelere dönüştürüp hem kendisi için nimet edinmiş olur hem de bulunduğu okyanus, deniz ile tatlı su ekosistemindeki tüm canlılara oksijen üreten can nimet olur.
Kelimenin tam anlamıyla anlaşılan o ki, fotosentez sayesinde üretilen oksijen gerek karada gerekse denizde yaşayan tüm canlılar için hayat kaynağı olmakta. Nitekim karada yaşayan canlılar olarak başta insan olmak üzere diğer pek çok canlılar soludukları temiz hava sayesinde (oksijen) yedikleri gıdaları vücutlarında gıdaları yavaş yanma mekanizmalarıyla yakıp dışarıya karbondioksit vermek suretiyle hayat bulmaktalar. Tıpkı bu sobada yanan yakıtın yanması sonucu bacadan tütsü halde dışarıya dumanın atılması gibi bir durumdur bu. İyi ki de yediğimiz gıdalar vücut iklimimiz de yakılıp karbondioksit olarak dışarı atmaktayız. Aksi halde karbondioksit birikiminin vücuda vereceği zarar ciddi sonuçlar doğuracaktır. Şu bir gerçek karbondioksiti vücutta yeteri kadar dengede tutan akciğerden başkası değildir. Bu demektir ki, canlı cansız âlemde her varlık yaratılış gayesi doğrultusunda bir kendi aralarında karşılıklı “al gülüm ver gülüm” misali tıpkı fotosentez olayında olduğu gibi biri diğerine karbondioksit ikram ederken diğeri de oksijen sağlayarak ikramda bulunmakta. İyi ki de yaratılan varlıklara arasında karşılıklı ikramlar söz konusu, bu sayede birbirlerine karşılıklı can simidi olunmakta. Düşünsenize bir an oksijensiz kaldığımızı düşünelim, bu durumda beyin oksijensizliğe ancak 4 dakika dayanabilmekte. Sonrası malum beyin ölümü, akabinde ölüm kaçınılmaz alın yazımız olarak karşımıza çıkar. Hakeza rızıklandığımız gıdalar için de oksijen çok önemli maddedir. Oksijen molekülleri olmaksızın istediğiniz kadar yiyip içelim asla dışardan vücudumuza aldığınız besinlerin hiçbir bir kıymet değeri olmayacaktır. İlla ki aldığımız besinler oksijenle yakılması gerekir ki vücut içerisinde metabolizma faaliyetleri start alabilsin. Hem oksijen öyle mucizevi bir elementtir ki, herhangi bir maddeyle reaksiyona girdiğinde hızlıca bileşik oluşturabiliyor da. Nitekim herhangi bir elmayı kestiğimizde bir süre sonra kahverengimsi renk hal alması ya da demirin oksitlenerek pas tutması bunun tipik misallerini teşkil eder. Bu tipik misallerin ötesinde oksijenin vücutta sergilediği yakım ve yıkım faaliyetleri sayesinde karbondioksit oluşumu gerçekleşmekte. Gerçekten de bizler Allah’a iman etmiş kullar olarak bizim irademizin dışında vücut şehrimizde cereyan eden bu muazzam işleyen sistem karşısında “Bu ne güzel karşılıklı döngü ve yardımlaşmadır” demekten kendimizi alamayız da.
Evet, yanma olayı tabiat ile canlılar arasında karşılıklı bir döngü planı içerisinde gerçekleşen bir yardımlaşma hadisesidir. Nasıl mı? Hiç kuşkusuz havadan aldığımız oksijenin vücudumuzda besin kaynağı herhangi bir maddeyle reaksiyona girmesiyle vuku bulan bir nefes sıhhat hadisenin adı bir mucizedir bu. Bakınız, Yüce Allah Kur’an’da:
-“Gökte rızkınız ve size vaad olunan şeyler vardır” (Zâriyât, 22),
-“Ya da (bütün mahlûkatı) önce hiç yoktan yaratan, sonra onu iade edecek(öldükten sonra yeniden dirilecek) olan (mı İlahlığa daha layıktır? Düşünün ve anlayıp görün ki, yaratılışı ilkten başlatan, sonra onu sürekli yenileyip duran?) Ve sizi gökten ve yerden rızıklandıran mı (gerçek Rabbinizdir, yoksa put ve tağut cinsinden aciz şeyler mi?) Allah ile beraber başka bir ilah mı? De ki: “Eğer doğru söylüyor iseniz, kesin burhanınızı getirin” (Neml, 64),
-“Yeryüzünde ne varsa tamamını sizin için yaratan, sonra göğe yönelerek onları, yedi gök olarak tamamlayıp düzene koyan O’dur ve O, her şeyi hakkıyla bilmektedir” (Bakara, 29) diye beyan buyurduğu ayet-i celileriyle bu gerçeğe işaret etmiş bile.
İşte yukarıda zikredilen ayet-i celilelerin mana ve ruhuna baktığımızda gerek aydınlık güneşimiz, gerek rahmet yağmurumuz, gerek her nefes alış verişimizde soluduğumuz hava atmosferimiz gerekse oksijen depomuz bitkiler karşımıza hayat kaynağı nimetler olarak çıktığını görürüz. Hiç kuşkusuz bu nimetlerin en başında, yani fotosentezin fitilini ateşleyecek nimet olarak en başta aydınlık kaynağımız güneş gelir elbet. Ancak her şeyde olduğu gibi hiç kuşkusuz güneşte kendi başına buyruk değildir, yani her şeyde ölçü tayin edildiği gibi güneş sistemi içinde bir ölçü tayin edilerekten kendine has ayarlanmış kütlesi, kendine has ayarlanmış hacmi ve enerjisi söz konusudur. Zira güneşin merkez katmanlarında 564 milyon ton hidrojen hammaddesi 560 milyon ton helyuma dönüşüp ısı ve ışık oluşturmakta. Düşünebiliyor musunuz atmosferin üst katmanlarında % 21 oranında bulunan oksijen tıpkı azot gibi güneşten gelen kısa dalga boylu zarar verici mor ötesi ışın ve X ışınlarını emerekten yeryüzüne filtre edilmiş halde inivermekte. İşte gök kubbeden dalga dalga halinde inen güneş ışınları bir bakıyorsun bitki hücreleri içerisinde konumlanmış klorofil maddelerinin gösterdikleri üstün performanslarıyla kimyasal enerjiye çevrildiğinde ister istemez bu olay karşısında Yaradanımızın huzurunda “Senin verdiğin nimetlere sonsuz şükürler olsun” dedirttirecek türden hayat kaynağı olabiliyor. Hem nasıl hayat kaynağı olmasın ki, baksanıza ışık ve klorofilin karşılıklı olarak el yordamıyla karbonhidrat sentezini gerçekleştirmeleriyle birlikte serbest olarak açığa çıkardıkları oksijenin canlıların soluklanmasına sunulmak manasına “…olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” olunmakta. Öyle ki bir nefes sıhhat hayat kaynağı oluşumunda fotosentez zincirinin halkalarında bir yandan su molekülü oluşumu için elzem olan hidrojen alınımı gerçekleşirken diğer yandan da solunum için elzem olan oksijen salınımı gerçekleşmekte. Tabii bu arada karbondioksit molekülleri de boş durmayıp suyla olan bağını kestikten sonra bilhassa besinleri yakmakla vazifeli oksijen için alıcı rol konumu görevi üstlenerekten karbonhidrat bileşiği üretimini gerçekleştirmektedir. Derken karbonhidrat bileşiği hem bitkilerin beslenmesine yönelik hayat kaynağı olur hem de diğer canlılar için gerekli olan protein, yağ ve nişastaya ayrışaraktan hayat kaynağı olur. Fotosentezde rol oynayan tüm hayati öneme haiz unsurların hayat kaynağı oldukları molekül ağırlıklarından belli ediyor zaten. Nitekim bir maddenin molekül ağırlığı kendisini oluşturan atomların ağırlıklarının total miktarı kadarıyla değer kazanmakta. İşte Yüce Allah’ın halk ettiği bu fotosentez kanununun ilk halkasında karbon atom ağırlığının 12, oksijenin 16, hidrojen atom ağırlığının 12 olduğuna göre; neticesinde meydana gelecek olan total glikoz atom ağırlığının (6 x 12) + (12 x 1) + (6 x 6) = 180 gram olarak değer kazandığı görülecektir. Ezcümle anlaşılan o ki; karbondioksitin bir şekilde suyla olan izdivacı neticesinde glikoz ve oksijen üretimi vuku bulmakta. Ve bu üretilen besinin % 40 pasta dilimine denk düşen kısmın büyük bir bölümünü ise karbon oluşturmaktadır. Derken bu oluşan pastadan pay edilmek üzere tüm canlılara gıda, meyve ve sebze ikram edilmesinin yanı sıra bu arada tabiat severlere de bakmasına doyamayacakları yeşil bir manzara temaşası sunulmakta. Hele ki bu harikulade manzaranın oluşumunda aktif olarak rol oynayan bir madde var ki, o mikroskobun başında bulunan botanikçilerin yakından bildiği bitkilere yeşil renk katkısı sunan kloroplastlardan başkası değildir elbet. Öyle ki bu madde sayesinde hava ve suyun özünde bulunan en temel üç elementimiz olan karbon, hidrojen ve oksijeni sentezlemesiyle hayat buluruz da. Yetmedi hayata dair son derece etki gücü olarak serbest olarak saldıkları oksijenle hem doğa hem de atmosfer temiz havaya bürünüp bu sayede teneffüsümüz sağlanır da. Şimdi gel de buram buram soluduğumuz bir nefes sıhhat manzara karşısında hayretler içerisinde kalma. Hatta bugün gelinen noktada insanoğlu sadece solumakla kalmayıp soluduğu havadan oksijen ayırt edebilmek için giriştiği bin bir türlü zahmete katlanaraktan ayırımsal damıtma işlemlerini gerçekleştirip sonrada bu koşuşturma içerisinde yüzünü birde dönüp bitkilerin 6CO2 + 6H2O → (C6H12O6) + 6O2 kanunuyla bu işi kendi keşfettiklerinin kat be kat üstünde gayet çok rahat bir şekilde ustalıkla yaptıklarını müşahede ettiklerinde de hayretlerini gizleyemediklerini gözlemekteyiz.
Atmosferin en önemli gazlarından olan oksijenin doğuşu bundan 2000 milyon sene öncesine dayandığı tahmin ediliyor. Genel olarak yeryüzünde oksijen değişik şekillerde sahne almaktadır. Hatta bulunduğu alana göre de isim almaktadır. Nitekim oksijen litosferde oksit halde bulunması hasebiyle maden oksidi olarak addedilir, hidrosferde su olarak addedilir, atmosferde ise moleküler oksijen olarak addedilir. Kur’an’da oksijen isimlendirmesi var mı derseniz, malumunuz Allah-ü Teâlâ’nın bu hususta nüzul eylediği: “Ki O, size yeşil ağaçtan bir ateş kılıp çıkarandır. Ondan ateş yakarsın” (Yasin, 80) ve “Şimdi bana (yeşil bir ağaçtan) yakmakta olduğunuz ateşi söyleyiniz onun ağacını siz mi yarattınız. Yoksa onu yaratan biz miyiz?” (Vâkıa,71–72) ayet-i celileri hepimize ziyadesiyle fikir verecektir elbet. Nitekim fikir edindiğimiz ayet-i celilerin mana ve ruhuna baktığımızda oksijeni bilhassa bitkilerin ürettiğine işaret edilmenin yanı sıra oksijensiz yanma olayının gerçekleşemeyeceği de bildirilmekte. Her ne kadar oksijen ayet-i celilerde isim olarak geçmese de sonuçta oksijen deposu bitki dokusu olmalı ki yanma olayı gerçekleşip karbondioksit elde edilebilsin. Kaldı ki ayette geçen ‘ateş’ ibaresi yeşil ağaçtan çıkan oksijen manasına bir ibaredir. Öyle ya, ateş (oksijen) olmaksızın karbon içerikli kömür nasıl karbondioksite dönüşebilsin ki. Hem ateş olmadan ne yemek pişirilebilir ne de savunma sanayi aletleri veya zirai aletler yapılabilir. İlla ki, karbondioksit olmalı ki;
-Bitkiler yeşerebilsin,
-Bitkiler yeşermeli ki hayvanlar beslenebilsin,
-Hayvanlar beslenmeli ki insanlar etinden, sütünden ve derisinden yararlanmış olabilsin.
İşte görüyorsunuz mevzubahis ettiğimiz atomlardan sadece tek başına karbon atomunu mercek altına aldığımızda bile bu karbon molekülünün nelere mührünü vurduğunu ve trofik zincir içerisinde fonksiyonunun ne olduğunu az çok hepimiz fen derslerinde görmüşüzdür elbet. Besbelli ki yaşadığımız hayatımıza soluk olabilecek nitelikte bir dizi birbirine bağlı muazzam bir trofik olarak tabir edilen beslenme ağı zinciri söz konusudur. Nitekim M. Hamdi Yazır yukarıda ayet mealinde geçen ateş ibaresinin sadece yanmakta olan odun veya kömür manasına gelebilecek anlamıyla sınırlı tutmayıp buna ilaveten sürtünme ve dokunmayla oluşan elektrik manasına gelebilecek bir ibare olduğuna da vurgu yapmıştır. Birde meseleye biyolojik açıdan baktığımızda ise hem nasıl ki fotosentezle besin maddeleri üretilebiliyorsa, icabında fotosentezin tam tersi bir yöntem diyebileceğimiz aerobik (oksijenli) solunum yoluyla da besin maddeleri oksijenle yakılıp açığa karbondioksit, su ve bir miktarda enerji ortaya çıkabiliyor pekâlâ. Anlaşılan o ki, bitkiler her sabah güneşin doğuşuyla birlikte fotosentezi aracı kılarak ilahi mektubun gereği hummalı bir faaliyete geçip ürettikleri meyveleri bizlere takdim etmekle mahirdirler. Kelimenin tam anlamıyla bitkiler gece karbondioksit, gündüz de oksijen üretmekle mahirdirler. Böylece gece gündüz demeden bilfiil üretim yapmaları sayesinde zaman zaman kendimizi tabiatın kollarına attığımızda ormanların oksijen deposu haline geldiklerini müşahede etmiş oluruz. Hatta müşahede etmenin ötesinde bu arada konuk olduğumuz dünyamızın oksijen ve su dengesinin bitip tükenmeksizin bir nefes sıhhat mucizevî hadise olduğunu idrak etmiş oluruz da. İşte bu nedenledir ki Fatih Sultan Mehmet; “Ormanlarımdan bir yaş dal kesenin, Başını keserim” demekten kendini alamamıştır. Bir başka ifadeyle yaş kesen baş kesendir demek istemiştir. Bundan daha da öte Adı Güzel Kendisi Güzel Yüce Peygamberimiz (s.a.v); “Yarın kıyamet kopacağını bilseniz bile ağaç dikiniz” emri her şeyi anlatmaya yetiyor zaten.
Hakikat şudur ki; yeşil bitkiler güneş ışığını en iyi bir şekilde işleyebilecek düzeyde biyomotorlardır. Güneş ışığı eşliğinde yaşadığımız hayat ise bir noktada yeşilden mora kadar yedi tayf üzerine kurulu renkler manzumesidir. Bu yüzden tüm canlıların güneş ışığına mest olduklarını görürüz. Malum olduğu üzere beyaz ışık esas itibariyle kırmızı, turuncu, sarı, yeşil, mavi lacivert ve mor ışınlarının karışımından müteşekkil bir ışık tayfıdır. Peki, bu ışıklar hangi mekanizmayla seçilip bize sunulur derseniz, besbelli ki güneşten gelen ışınlar bitkiler tarafından absorbe edilerekten bir mercek misali süzülüp uzun dalga boyunda turuncu-kırmızı ışınlar ve daha kısa dalga boylu mavi-mor ötesi ışınları olarak seçim gerçekleşir. Nitekim böylesi bir seçimin deneyimsi uygulamasını beyaz ışığın cam prizmadan geçirildiğinde de bu durumu gözlemleyebiliyoruz pekâlâ. Keza yağmur sonrasında gökyüzünde beliren gök kuşağı da bir başka gözlemimize ışık tutacak tipik ışık tayfı seçiciliğini doğrulayan örneğimizdir. İşte bu örneklerden hareketle mesela bir yaprak tarafından orta boy dalga ışınlar yansıtıldığında klorofil maddesi bitkinin bulunduğu kısımda bizim ışık penceremizden yeşil renk olarak algılanacaktır. Zira bitkiye yeşil renk veren klorofil maddesi bu işe soyunurken ilk önce kendisine gelen kırmızı ve mavi ışığı kuvvetle absorbe edip kendisinde bulunan yeşil rengin çok az bir bölümünü yansıtmak suretiyle gerçekleştirmektedir. Nitekim bilim adamları bu doğrultuda yaptığı çalışmalar neticesinde mesela okyanuslarda var olan bir nevi bitki türü olarak addedilen alglerin (diatomlar) kara bitkilerinden daha büyük misli derecede fotosentezde aktif rol oynadıklarını belirlemişlerdir. Ayrıca yerden 80 kilometre uzaklıkta yer alan strosfer tabakasının bünyesinde taşıdığı azot gazı sayesinde güneşten gelen mor ötesi zararlı ışınlar filtre edilip korunmaya alındığımız da tespit edilmiştir. Bu demektir ki tabiatta kanun halinde var olan bu söz konusu filtreleme işlemleri olmasaydı yaşadığımız hayatımız bize zindan olacaktı.
Atmosferde mevcut gaz oranların belirli oranlarda bulunması mucize-î rabbaniyedir. Mesela azotun % 78 ve oksijenin % 21 oranında atmosferde sabit değerde bulunması belli bir ilahi planın işleyişine yönelik amaç içindir. Kesinlikle bu oranlar tesadüfen tayin edilmiş rakamlar değil. Nasıl olsun ki, baksanıza bu sabit değerler sayesinde dünyamızı bir baştanbaşa kadar kaplayan gerek bitkiler, gerekse hayvan ve insan toplulukları hayat bulmaktalardır. Maazallah bir anda mevcut denge ayarının hedefinden şaşması her şeyin allak bullak olması demektir. Düşünsenize oksijenin atmosferde iki katı oranda fazla olduğunu bir anda varsayalım, işte o zaman yeryüzünde hafif ateş kıvılcımı yakmakla hem solduğumuz havayı hem de yeryüzünü cehenneme çevirmemiz an meselesidir diyebiliriz. Ya da tam aksine oksijen % 21 değil de yarısı kadar düşük değerde olsaydı nefessizlikten acaba halimiz nice olurdu, Bikere nefes almak için denge ayarında oksijenin varlığına ihtiyaç olduğu şart gözüküyor. Tabii bu ön şart sadece azot ve oksijen dengesine has bir durum değil, buna karbonda dâhil elbet. Bu yüzden karbondioksit gazının varlık nedenini görmezden gelemeyiz. Zira bu gazın varlık sebebi de incelemeye değer bir husustur. Nitekim dünyamızda karbon döngüsü öyle muazzam öyle ayarlanmış ki; atmosferin dış tabakalarına gelen kozmik ışınlar burada birtakım kimyasal reaksiyonlarla yüksüz parçacıklara (nötron) dönüşerekten azotla birleşip radyoaktif karbon (C14 izotopuna) hale gelebiliyor. Ki, bu karbon izotopu da oksijenle birleşerekten radyoaktif karbondioksit gazına dönüşmekte, derken hava akımları yardımıyla bu söz konusu gaz molekülleri atmosferin en alt katmanlarına hızla difüze olurlar da. Böylece birçok canlı ve cansız varlıkların kimyasal bileşenlerini birbirine bağlayan karbon dengesi sağlanmış olur. Öyle ki, şeker 6 karbon atomuna, gliserin 3 karbon atomuna, keza protein yapımında önemli rol oynayan amino asitlerde karbon atomuna bağlı faaliyet gösterirler. Tüm bu var oluşumlardan anlaşılan o ki, canlının en temel maddesi karbon atomu olduğu anlaşılmaktadır.
Bu arada sakın ola ki şimşek çakması da neyin nesidir deyip es geçmeyelim, çünkü bir şimşek çakmasında canlılar için nice nimetler gizlidir. Bu demektir ki yeryüzünde rızıklandığımız gibi gökyüzünden de rızıklanmaktayız. Nitekim gökyüzünde çakan şimşeklerle birlikte bir bakıyorsun havanın nemi kimyasal reaksiyona girip bitkiler için olmazsa olmaz vazgeçilmez diyebileceğimiz azot bileşiklerinin (doğal gübre) oluşumu vuku bulmakta. Zira Rabbü’l âlemin bu hususta Kur’an’da nüzul eyledi ayetlerde şöyle beyan buyurmakta:
-“Göğü ve yeri, rızkınıza iki hazine gibi hazırlayan, oradan yağmuru, buradan bitkileri çıkaran kimdir? Allah’tan başka koca sema ve zemini iki itaatkâr haznedar hükmüne kim getirebilir? Öyle ise, şükür Ona mahsustur” (Yunus, 31),
-“Yere girenleri ve ondan çıkanları, gökten inenlerle oraya yükselenleri Allah bilir.” (Hadid, 4)
Evet, sizlerde fen derslerinde görmüşsünüzdür karbondioksit sadece atmosferde yüksüz parçacıklardan ibaret olarak konumlanmış değil elbet. Yeryüzünü kaplayan bir kısım bitkiler sonbaharda yapraklarının tel tel dökülmesiyle toprağa karışaraktan bünyesinde barındırdığı tüm elemanlarının çürüyüp açığa karbondioksit gazı çıkarmak için vardırlar. Düşünsenize bitkinin ölüsü bile dirisi gibi bir anlam ifade etmektedir. Hem nasıl ki toprak ananın bağrına serpilen bitki tohumları zamanla toprakta neşvünema bulup varoluş dirilişine geçiyorsa, aynen öyle de insanoğlu da vakti saati gediğinden bir kuş misali bu konuk olduğu dünyada göç edip haşirde dirilmek üzere var olacak demektir. Nasıl mı? Hani Peygamberimizin karşısına dikilip de; ‘Şu çürümüş un ufak olmuş kemikler mi dirilecek’ diyen iman etmeyen müşrikler vardı ya, aynen öylede gelinen noktada maalesef bu günde müşrikleri aratmayacak şekilde bilim adamı maskesi altında yaratılışı inkâr edenler aynı teraneyi sürdürmektelerdir. İster günümüzde hakikat güneşine karşı kör sağır ateistler olsun, isterse İslam’ın doğuşu yıllarında fenni ilimlerinden yoksun müşrikler olsun, ha o gün gözünü kapatmışlar ha bugün hiç fark etmez, sonuçta gelinen noktada fenni ilimlerin doruk yaptığı dünyamızda bile çürümüş ve ufalmış denileni kemiklerin laboratuvar ortamında yakaraktan analize tabi tutulup karbon haline geldiklerini gördükleri halde yine yaratılışı inkâr ettiklerini görmekteyiz. Hakeza bitkilerde metabolik faaliyetler sonucu gaz haline dönüşmüş karbondioksitin fotosentez hadisesiyle birlikte glikoz ve oksijen üretildiğine şahit oldukları halde yine inadım inat yaratılış inkâr etmektelerdir. Ne diyelim, onlar bildiklerini okuya dursunlar, bizden söylemesi, tüm bilimsel veriler kendi hal lisanıyla ‘Allah’ diye haykırmakta zaten.
Vesselam.

https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/bir-nefes-sihhat-oksijen-mucizesi-5402-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Ara. 24, 2021 12:54 pm

DAĞLAR DÜNYANIN DÖNDÜĞÜNÜN ŞAHİDİDİR
SELİM GÜRBÜZER
Camid: statik manasına gelen durağan ve hareketsizlik demektir. Ancak şu da var ki; görünürde durağan ve hareketsiz sandığımız dağ, taş, toprak vs. türden varlıklar aslında dünya ile birlikte hareket halindedirler. Nitekim maddenin en küçük birimi atom çekirdeği etrafında pervane olan elektronların döner halde var oluşu çıplak gözle göremediğimiz bir hareketliliğin tipik örneğini teşkil eder zaten. Hiç kuşkusuz gözle görülür canlılığı ve hareketliliği de sadece nebatat âleminde (bitki âleminde), hayvanat âleminde (hayvan âleminde) ve tüm beşeriyet âleminde ( insanlık âleminde) görmekteyiz.
Konuk olduğumuz dünyamız görünürde her ne kadar hareketsiz veya sabitmiş gibi görünse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değilmiş meğer. Baksanıza bir zamanlar tüm insanlık, Batlamyus teorisini baş tacı yapıp ısrarla dünyanın sabit, güneşin ise onun etrafında dönmekte olduğu zannına kapılmış bile. Ne diyelim, işte görüyorsunuz tüm insanlık bir zamanlar Batlamyus’un öğretilerine kapıla dursun, oysaki asırlar öncesinden Kuranı Kerim’de bu husus:
- “Güneş ve ayın hareketleri bir hesaba göredir” (Rahman, 5),
-“Ne güneş aya yetişip çatışır, ne de gece gündüzü geçer. Her bir ayrı ayrı yörüngelerde yürürler” (Yasin, 40) diye beyan buyrulan ayetlerle dünyanın güneşin etrafından döndüğünü ve belli bir hesaba göre yörüngelerinde hareket ettiğini haber vermekteydi. Amma velakin, gel gör ki insanoğlu bu ayetlere kulak vermek yerine epey bir zamandır içi boş teorilere kulak kabartaraktan oyalanıp ömürlerini heba etmeyi yeğlemişlerdir. Ta ki Batıda aklı başında biri, yani Galileo çıkıverdi, işte o zaman ancak bu içi boş teorilerin yerle yeksan olacağı günlerin eşiğine gelinebildi. Malumunuz Doğuda ise Galileo’dan 7–8 yüzyıl önce ancak bir kısım İslam âlimleri güneşin etrafında dünyanın dönüyor olduğunu dillendirebilmişlerdir. Neyse ki İslam âlimlerinin Galileo’ya göre avantajlı durumları söz konusuydu. En azından önlerinde kendilerine rehber olarak alacakları Yüce Allah’ın kelamı vardı. Buna rağmen yine de eksik bilgilenmeler Müslüman toplumlar içinde sıkıntılı bir durumdu. Derken keşfedilen teknolojik gelişmeler sayesinde eksik olan sıkıntılar zaman içerisinde bir bir aşılıp sadece dünyanın değil güneşin de belli bir hesaba dayalı kendine has hareket manevrasıyla seyr-i âlem eylediği kanaati hâsıl olmuştur. Nasıl mı? Dünya bu seyr-i âlem manevrasını üç aşamalı olarak gerçekleştirdiği, mesela birinci manevrasını kendi ekseni etrafında dönmesiyle, ikincisini ise Vega yıldızına doğru seyri âlem eylemesiyle gerçekleştirdiğinin belirlenmesiyle kanaat hâsıl olmuştur. Keza tüm bu seyr-i âlem manevralar sadece dünya veya güneşe özgü kılınmış değildir, tüm bu manevra alanlarına gezegenler, kuyruklu yıldızlar, meteorlar gibi nice gök cisimleri de dâhildirler elbet.
Evet, yukarıda mevzubahis ettiğimiz tüm zamanların gelişme evrelerinden elde edilen veriler ışığında öyle anlaşılıyor ki, geçte olsa en nihayet gelinen noktada döngü âlem hususunda sadece yanılan Klaudyos Batlamyus ve onun izinin izi sürenler değilmiş, neredeyse hemen hemen tüm insanlık yanılmış gözüküyor. Hatta tüm insanlık gözü önünde hareketsiz sandığı dağları bile yerinde çakılı sabit halde sanmıştır. Dedik ya, dünya döndükçe dağlar da bu eksen üzerinde birlikte dönmekteymiş meğer. Neyse ki Yüce Allah (c.c) Kur’an’da mealen dünya ile birlikte dağlarında hareketli olduğunu haber vermesiyle geçte olsa uyanabilmişiz. Bu demektir ki uyuyan ve durağanlaşan dağlar değilmiş, tam aksine Kur’an ayetlerinden bihaber olacak kadar gözü kapalı durağanlaşanın ta kendisi biz aciz kullarmışız. Kelimenin tam anlamıyla dur durak bilmeyen bu döngü âleme bakar kör kalmışız. İşte Yüce Allah (c.c) ezeli ilmiyle kullarının basiretsizlik halini Kur’an’da mealen şöyle duyurur da:
-“Sen dağları görür de onları camid (hareketsiz, cansız) sanırsın. Oysa onlar bulut gibi yürümektedirler. Bu her şeyi sapa sağlam yapan Allah’ın sanatıdır. O yaptıklarınızdan tamamıyla haberdardır” (Neml suresi ayet 88),
-“Dağları(nı) sapa sağlam dikti” (Naziat,32).
Gerçekten de yukarıda zikredilen ayet-i celilerden de anlaşıldığı üzere esen rüzgârlar genellikle batıdan doğuya doğru esmekte, dolayısıyla bulutlarda bu istikamet üzere seyri âlem eylemektedirler. Madem öyle, bu gözlenen tespit bile tek başına dünyanın dönüşünü ispatlamaya yeter, artar da. Tek kelimeyle evrende muhteşem bir döngü âlem söz konusudur.
Yer kürenin ilk yaratılışı tıpkı anne karnında ki yaratılışı gibidir. Şöyle ki; Büyük patlama denen Big Bang hadisesiyle birlikte kızgın alev bir küre halinde oluşan dünyamız, bir takım aşamalar kaydedip soğuması sonucunda dağlar gün yüzüne çıkıvermiştir. Öyle ki kızgın alev küre görünümü içeren dünyamızın soğumasının milyon kere rakamlarla ifade edilebilecek bir sürecin akabinde ağır madenler yerin merkezinde, hafif madenlerinse yer kabuğunun dışında yer almak üzere bugünkü konumunu almıştır. Dahası birçok bilim adamının kanaati odur ki; ister adına büyük patlama hadisesi densin, ister büyük bir tufan hadisesi densin hiç fark etmez, sonuçta bu tür yaşanan hadiselerin sonrası kıtaların kayıp çarpışmasıyla dağların ortaya çıktığıdır. Burada bilim adamlarının ileri sürdükleri tezlerinden de anlaşılan odur ki dağlar ansızın ortaya çıkmış değil, bilakis dünyanın oluşumunda ortada ilahi kudretin tabiata “Ol” emri doğrultusunda bir dokunuşla nizam verilip sahne almışlığı söz konusudur. Ama her nedense insanoğlu o gün bugündür yaşanan Büyük Tufan hadisesi sonrası sahne alan dağları durağan zannetmiştir hep. Oysaki durağan sanılan dağlar meğer hem kolon hem de kiriş görevi ifa ederekten dünyamızın seyr-i âlemini dengede tutmaktalarmış.
Peki, dağlar seyir halindeki dünyamızın kolonları ve kirişleri olarak mı sadece görev üstlenmiş durumdalardır, elbette ki bu görevinin yanı sıra arz kabuğunun merkezine ilerledikçe silisyum ve magnezyumca zengin ağır madenlerin bulunduğu sima tabakalarını da dengede tutma misyonu yüklenmiş durumdalardır. Zira Yüce Allah (c.c) Kur’an’da denge âlem hususunda “Gökten uygun ölçüde su indirir, onu arzda tutarız. Kuşkusuz bizim onu gidermeye de gücümüz yeter” (Müminin,18) diye beyan buyurmaktadır. Kaldı ki bu hususta Alman jeofizikçi Alfred Lothar Wegener bizatihi 1917 yılında ortaya koyduğu teorisinde yer kabuğunu oluşturan kütlenin (Sial) sıcak ve akıcı magma sıvısı (Sima) üzerinde hem yatay hem de düşey iki ana eksen üzerinde yüzdüğünden söz etmişlerdir. Tabii bu söz ettiği açıklama iyi hoşta, fakat insanı bu arada düşündüren acaba hareket halinde bu yüzen gemi nasıl oluyor da rotadan çıkmıyor doğrusu akıl havsalamızın almayacağı bir durumdur bu. Her ne kadar bu durum insanoğlunun öteden beri aklını kurcalasa da sonuçta unutmayalım ki bu gemiyi ‘ol’ deyip yaratan Yüce Yaradanımız (c.c), yine bu geminin dümeninin kontrolünü tutacak bir güç kumandasını da beraberinde yaratıp öyle yüzdürecektir elbet. Nitekim de bir bakıyorsun bu yüzen geminin güç kumandasının dağların omuzları üzerinde olduğunu görmekteyiz. Zira Rabbü’l âlemin beyan buyurduğu; “Yeryüzünde onları sarsmasın (süratle dönen Dünya’nın dengesi bozulmasın) diye, sabit dağlar yarattık ve doğrusu gidebilsinler diye (karada, denizde ve havada) geniş yollar açtık” Dağlar arasından da maksatlarına ulaşsınlar diye bol bol yollar açtık” (Enbiya suresi, 31 ayet) ayetiyle bu durumu teyit ediyor zaten. Şöyle ki; dağlar devasa ağırlıkta özelliklerinden dolayı yeryüzü hareketlerini gerektiğinde frenlemekte, gerektiğinde fay kırılmalarının ve sarsılmaların önüne de geçebiliyor. Bir başka ifadeyle bu demektir ki dağlar dünyamıza direk (sütun) veya kolon görevi yaparaktan arz üzerinde oluşabilecek her türden sarsıntılara karşı dünyanın denge ayarını sağlamakta. Malumunuz yer kabuğunun alt tabakası olarak bilinen simanın üstünde uzantılar halinde sial tabakası vardır. Özellikle bu tabaka silis ve alüminyumca zengin maddeleri bünyesinde taşıyan simaya çakılı vaziyette bir tabakadır. İşte bu çakılı hali sayesinde yerküreyle kıtalar birbirine bağlanabiliyor. Belli ki söz konusu bağlantı olmasa konuk olduğumuz dünya her an ve her saniye depremlerden, çalkantılardan başını asla alamayacaktı. Rabbü’l âlemin bu nedenledir ki nüzul eylediği bir ayet-i celilesinde; “ (Dünya kendi etrafında saatte 1670 km; Güneş’in etrafında ise saatte 108 bin km hızla dönerken) Sizi sarsıntıya uğratmasın diye, yer (küre)de (balans –ağırlık kurşunu- gibi) sağlam dağlar bıraktı; (ayrıca ulaşımda yararlanmanız için) ırmaklar ve yollar da (kıldı). Umulur ki hidayet olunur (yolunuzu bulur)sunuz (bunları meydan getirmiştir)” (Nahl suresi, 15) diye beyan buyurmuştur. Hele hele bir kısım patlamaya hazır ya da patlamış yanar dağlarda vardır ki, şayet iç bünyesinde patlamaya hazır volkan kaynamaları olmasa hiç kuşkusuz ki dünyamız yine ikide bir zıp zıp her an, her salise depremlerden başını alamayacaktı. Besbelli ki yanardağlar bir nevi yerin altında kaynayan kazan misali hararet giderici görev üstlenerekten yer kabuğunun sükûnetini sağlamaktalardır. Hatta bu arada yanardağ lavları sayesinde insanoğlu da değişik türden kayalaşmış madenleri üretimde kullanmak üzere ekonomik yönden değerlendirme şansı yakalamış olur da. Nitekim durağan ve cansız sandığımız dağlar, taşlar, topraklar bir bakıyorsun aynı zamanda katma değer nimetler olarak karşımıza çıkabiliyor. Madem öyle, şimdi tam da zamanı bizi dünya gemisi içerisinde dengede tutan Rabbimize ne kadar şükretsek azdır dersek yeridir.
Velhasıl-ı kelam; şairin dediği gibi ‘Dünya döner, devran döner, sonunda her şey aslına döner.’
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/daglar-dunyanin-dondugunun-sahididir-5418-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Ocak 01, 2022 3:26 pm

SU AB-I HAYATTIR
      SELİM GÜRBÜZER

      Hiç kuşkusuz su ab-ı hayattır. Bikere her canlının kana kanasıya su içmesi ab-ı hayat bir nimet olduğunu teyit ediyor zaten. Hele Suudi Arabistan’ın başkenti Riyad’da suyun petrolden daha pahalı biçilmez bir nimet olduğunu düşündüğümüzde kendiliğinden gerçekten de ab-ı hayat bir memba olduğu ortaya çıkmış olur. Hele birde suyun hem yeryüzündeki ısı sıcaklığını sabit ve dengede tutacak derecede sahasında özgül ısıya sahip yegâne tek kaynak memba olması yönüyle hem de vücudumuzun 2/3’sini oluşturması yönüyle de baktığımızda önemi daha da belirgin bir şekilde ortaya çıkmış olur.  Hatta daha da yetmedi bizatihi ısı dengesini dünyanın hemen her sathında eşit ayarda tutacak derecede şimdiye kadar böylesi özgül ısı skalasına sahip herhangi bir maddenin keşfedilmemiş olması bile önemini ortaya koymaya yeten bir durumdur. Nitekim su yoğunluğu ölçüldüğünde +4 santigrat dereceye endekslendiği görülecektir. Bu demektir ki suyun üst kısımları soğumaya yüz tutmuş olsa da altta kalan kısımları 4 santigrat derecenin altına düşmeyecektir. İşte böylesi su endeksi denkleminde kışın buz tabakalarının altında yüzen canlıların suyun yüzeyindeki don olaylarından herhangi bir surette etkilenmeksizin normal hayatlarını sürdürebiliyor olmaları yaratılış mucizesini ortaya koyan mühim bir hadisedir. Yüce Allah (c.c),  besbellidir ki halk ettiği sıvılar arasında bunu en iyi icra edecek ve aynı zamanda ısı dengesini ayarlayacak misyonu suyun omuzlarına yüklemiştir. Malumunuz bilhassa yazın o güneşin yakıp kavurucu sıcaklıklarına maruz kalan deniz yüzeyindeki suyun buharlaşmasıyla birlikte atmosfere yükselen su molekülleri yoğunlaşaraktan gök kubbede süblimleşip tüm canlılar için hem serinletici bulut şemsiyesi olmakta hem de süblimleşme halinin şimşek çakmaları eşliğinde yağışa dönüşüp tüm yeryüzü sathı için bereket ve rahmet kaynağı olmaktadır.  Böylece gök kubbede oluşan bulutlar sayesinde dünyamızın ısı dengesi sağlandığı gibi bu arada insanoğlu da yağan rahmet yağmurundan kendisi için ab-ı hayat olarak addettiği can suyuna kavuşaraktan istifade etmiş olur.  
           Şu bir gerçek hayatiyetin sürdürebilirliği açısından dünyamızın tabii olduğu güneş sistemi içerisinde kendisine en uygun koordinat aralıklar içerisinde yörüngesinde sapmaksızın döngüsünü deva ettirmesinin elzem şart olduğu gibi yine hayatın sürdürebilirliği açısından güneşten gelen kararlı ışınların dünya gezegenimiz üzerinde hiçbir şekilde kesintiye uğramaması da en elzem şarttır. Bilindiği üzere hayatın başlangıcında güneşin kararsız ultraviyole ışınlarına maruz kalan ilkel türden canlılar söz konusu zararlı ışınlardan korunmak adına adeta su altına saklanarak hayatını idame ettirmeye çalışıyorlardı. Ta ki bu durum atmosferde ozon tabakasının oluşumuna dek sürdü de diyebiliriz. Kuvvetle ihtimaldir ki ozon tabakasının oluşumuyla birlikte hayat denen iksir sudan karaya doğru kayıp ivme kazanmış olmasıdır. Nitekim bu kuvvetli ihtimal durumu güçlendirecek dayanağımız ise hiç kuşkusuz Kur’an’da “Kâfir olanlar görmezler mi ki gerçekten de göklerle yer birdi de biz onları ayırdık ve her şeyi, sudan yarattık, hala mı inanmazlar?” (Enbiya, 30) diye beyan buyrulan ayette geçen hayatın ilk evvela sudan halk edildiğine dair işaret edilen husustur.  Kur’an’da yine ab-ı hayat suyun varlığına dayanak teşkil eden hususta ise Yüce Allah (c.c) ; “Sudan insanı yaratan ve onu bir soy ve hısımlık sahibi kılan O’dur. Senin Rabbin her şeye kadirdir.” (Furkan, 54) diye beyan buyurmak suretiyle işaret etmekte.
       Evet, hayata dair işaret edilen ayetlerin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere su gerçekten de ab-ı hayattır. Ancak şu da var ki, su gibi bir ab-ı hayat bir nimeti sadece laf olsun babından önemini ortaya koymak yetmez,  moleküler yönden de analizini yapıp önemini ortaya koymak gerekir. Nitekim meseleye bilimsel yönden baktığımızda bu noktada suyun bileşimi nedir sorusu ister istemez insan aklını kurcalayan bir husus olacaktır.  Bakınız her ne kadar teorik olarak 2 hidrojen atomuyla bir oksijen atomunun birleşmesinden su (H2O) molekülünün meydana geldiğini biliyor olsak da pratikte bir bakıyorsunuz ikisini bir araya getirdiğimizde hiçte su molekülünü meydana getirmenin kolay olmadığı gözlemleriz. Derken acaba ne yapmalı ki, tabiatta var olduğu şekliyle su oluşturulabilsin sorusu aklımıza düşmekte? Elbette ki bu sorunun cevabı bizatihi suyu oluşturan bileşenlerin yapısında gizli. Madem öyle, hem oksijeni hem de hidrojeni ilk etapta laboratuvar şartlarında bir şekilde reaksiyona girdirmek gerekir ki işin sırrı çözülebilsin.  Ama nasıl?  Hiç kuşkusuz bu iş için hafif bir kıvılcım ya da bir ateş çakmakla veya dışarıdan verilecek olan bir katalizör enerjiyle hemen her iki molekülünde kimyasal reaksiyona girmesine yetecektir. Böylece laboratuvar şartlarında analize tabii tutulacak olan her iki maddenin de kimyasal reaksiyona girdirilmesiyle birlikte işin mahiyetinin de anlaşılmasını beraberinde getirecektir. Bu demek oluyor ki, kimyasal reaksiyona girecek olan ister suyu oluşturan moleküller olsun ister bir başka maddeyi oluşturacak daha başka farklı moleküller olsun hiç fark etmez sonuçta elde edilecek maddenin birleştirilme veya ayrıştırılma işlemlerini gerçekleştirebilmek için mutlaka dışarıdan bir aktivasyon enerjisine tabii tutmak gerekir ki işin sırrı çözülebilsin. Hem nasıl ki nur topu bir çocuğun sağ salim dünyaya gelmesi için anne karnında belirli aşamalar geçirildikten sonra doğum hadisesi gerçekleşiyorsa, aynen öyle de ab-ı hayat suyunda meydana gelmesi içinde bir takım aşamalardan geçmesi gerekmektedir. Dahası tıpkı bu durum dünyaya gelmekte olan nur topu bebeğin embriyonik tüm gelişim evrelerine benzer bir şekilde aynen ab-ı hayat can suyunun oluşumu içinde bir takım aşamalardan geçme zorunluluğu söz konusudur. Ancak her oluşum bilindiği üzere hemen öyle birden bire oluşuvermiyor, illa ki ab-ı hayat için ilk etapta aktivasyon enerjisinin devreye girmesi ön şart olarak karşımıza çıkmakta. Bu enerji olmadan ne kimyasal reaksiyon başlatmak mümkün ne de başlatılmış olan reaksiyonun hızlandırılması mümkün. Mesela birçok hayati olaylarda kimyasal reaksiyonların cereyan edebilmesi için canlıyı meydana getiren hücrelerin arasına katalizör görevi üstlenmiş enzimler konumlandırılmıştır. İşte bu enzim örneğinden hareketle aslında su için de canlı cansız hemen her varlık için başlı başına bir katalizör rolü üstlenmiş önemli bir ab-ı hayat kaynağıdır diyebiliriz. Hele bilhassa canlı hücrelerin yapısını her yönüyle incelendiğinde su moleküllerinin bulunmadığı, yani açıkta kalan hemen hemen hiçbir hücre yok gibidir dersek yeridir. Zira susuz hayat asla düşünülemez. Hem kaldı ki canlı hücreler içerisinde büyük oranlarda su olmalı ki; ATP (Adenozin trifosfat)  molekülleriyle kontak kurulabilsin. Nitekim su molekülleriyle reaksiyona giren ATP molekülünün ikinci ve üçüncü fosfat bağlarının koptuğu gözlemlenmiştir.  Dolayısıyla bir fosfat grubunu kaybeden ATP,  ADP (Adenizon difosfat) molekülü adını alır.  Şayet ADP molekülü de bir fosfat grubu kaybına uğrarsa nihayetinde tek fosfatlı AMP (Adenozin monofosfat) adını alır. Bu arada unutmayalım ki katalizörlük görevi sadece suya has bir özellik değil elbet,  bir takım protein içeren maddelerde pekâlâ katalizör görevi ifa edebilir durumdadırlar.  Örnek mi? İşte bu misyonu yüklenmiş enzimler bunun en bariz örneğini teşkil eder. Zaten bir kısım protein molekülleri böylesi bir görev ifa ettiği içindir ki kendilerinden her daim enzim olarak söz ettirmişlerdir.
      Amerika’da özellikle Vincent Joseph Schaefer tarafından yapılan bir çalışmayla su zerreleri molekül bakımdan ne kadar çok küçük çapta, ne kadar saf ve temiz olursa bir o kadar da eksi (-) 40 santigrat derece altında donmadıklarını gözlemlemiştir. Böylece kendisi General Electric Araştırma Laboratuvarında bir araştırmacı gözüyle Schaefer Berkshire Dağlarındaki bulutları kuru buzla tohumlayaraktan yapısını değiştirir de.  Bu demektir ki su taneciklerini sıfır santigrat derecede donmasının arkasında yatan ana neden unsur su zerrelerinin kirli olmasının yanı sıra aynı zamanda su zerrelerinin büyük çapta olmasıyla alakalı bir durumdur. Bilindiği üzere su buharının atmosferde difüzyon sonucu yoğunlaşmasıyla birlikte bulutlar oluşmaktadır. Ancak bu yoğunlaşma sıradan bir yoğunlaşma değil, tam aksine bu iş için tam tekmil yoğunlaştırıcı çekirdeklere de ihtiyaç vardır. Ve bu ihtiyacı büyük ölçüde okyanus tuzları ile kirli su zerreciklerinin karşıladığı belirlenmiştir. Söz konusu tuz ve kirli zerrecikler bir şekilde atmosferde su buharına karışmak suretiyle bulut taneciklerini (çekirdekle- katı cisimler) üretmiş olurlar.  Derken bulutlaşan zerreler önce donma çekirdeği (yoğunlaşma çekirdekleri)  etrafında yoğunlaşmaya başlar, sonrasında ise yoğunlaşan bulut damlacıklarının (buz kristallerinin) kendi aralarında çarpışması sonucu daha da büyüyen zerrelere dönüşerekten dünyamız için rahmet yağmuru olurlar. Öyle ki rahmet yağmurları yeryüzüne yaklaştıkça havanın kaldırma kuvveti sayesinde denge kazanıp bir uçağın piste inişini andırır bir şekilde yumuşak iniş yaparak yağışını gerçekleştirirler. Nitekim Yüce Allah (c.c) bu hususta “Gökten bir ölçüye göre su indiren O’dur. Biz onunla ölü bir beldeye hayat verdik, işte sizde böyle tekrar çıkarılacaksınız” (Zuhruf suresi-ayet 11) diye beyan buyurmaktadır.
        Malumunuz yeryüzü sıcaklığı 0 santigrat veya 0 santigrat sıcaklığın altında ise kar tanecikleri şeklinde düşecektir. Keza havanın kaldırma kuvveti olmasa hızla yere düşen yağmur damlaları tüm bitkileri tırpanlayacaktı. Tabii bu arada hiç kuşkusuz bizim çatılarda, camlarda bundan payını alıp incinecektik. Yani bu demek oluyor ki; yağmurun inişine ince bir ayar çekilip limit hızı denen terminal matematiksel hesap söz konusudur. Bu yüzden Fizikçiler tabiatta cereyan eden bu olayı denge hız formülü ile izah etmeye çalışmışlardır.  Bilindiği üzere normal şartlarda tüm cisimler yer çekim kuvveti etkisiyle hız kazanıp düşerlerken su damlacıkların bu kuralı sanki iptal edercesine tam aksine sabit hızla iniş sergilemeleriyle dikkatleri üzerine çekmekte. Hem de pür dikkate şayan bir şekilde aklı karaya vurdururcasına insanı hayrette bırakmakta. Bu yüzden yukarıda da zikrettiğimiz gibi Rabbü’l Âlemin; “O gökten yağmuru bir ölçüye göre indirir” (Zuhruf, 11) diye beyan buyurmaktadır.
      Evet,  hiç şüphe yoktur ki yeryüzüne inen yağmur ölü bir belde bile olsa oraya hayat verebiliyor. Nasıl ki toprak yağmurla hayat buluyorsa aynen öyle de kıyamet günü gelip çattığında da Rabbü’l âleminin  ‘Dirilin, kalkın’ emri fermanıyla Sur üflendiğinde yeniden diriliş bulacağımız muhakkak. Nitekim Yüce Allah kulları için nüzul eylediği ayetlerinde bu üfürüşü kullarına şöyle bildirir;
       -“Sonra Sur’a ikinci kez üfürülür, birde bakarsın ki herkes kabrinden kalkmış ne olacağını bekliyor” (Zümer 68),  
        -“Hepinize ölüm sarhoşluğu gerçekten gelir. O zaman size: Ey İnsan işte bu, senin yan çizip kaçmakta olduğun şeydir” ” (Kâf, 19),
       - “O gün herkes, yanında bir sürücü ve birde şahitle beraber gelir” (Kâf, 21),
       -“Celalim hakkı için (denir) sen bundan bir gaflette idin. Şimdi senden perdeni açtık, artık bu gün gözün keskindir”  (Kâf, 22).
       Hâsıl-ı kelam kıyamet günü ‘Haydi olun (kün)’ emri ile tüm beşer saniye geçmeksizin bir su misali dirilecektir elbet. Çünkü su ve su zerreleri birer ab-ı hayattır.
         Vesselam. Herkes, yanında bir sürücü ve bir de şahitle beraber gelir.  
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/su-ab-i-hayattir-5434-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Ocak 09, 2022 8:13 pm

ATOM ÇEKİRDEĞİ MUCİZESİ
       SELİM GÜRBÜZER

       Çekirdek deyip geçmemeli. Çünkü bir çekirdekte koca bir âlem gizli.  Nasıl ki bir tohumda koca bir çınar ağacının özeti varsa atom çekirdeğinin içerisinde de kâinatın özü mevcut.  Zira kâinatta 10 üssü 79 atom vardır. O halde atom içinde kendi çapında bir âlemdir diyebiliriz pekâlâ. Şöyle ki mikro ve makro âlemler arasında matematik orantı kurulduğunda atom içerisinde yer alan proton ve elektron arasındaki uzaklık oranı neyse, dünya ve ay arasında uzaklık oranı da aynı olduğu görülecektir.
       Peki, atom sadece kâinatın özü mesabesinde bir mikro âlemdir?  Hiç kuşkusuz canlı âleminde temel taşı diyebileceğimiz bir mikro âlemdir. Dile kolay,  bir hücre düşünün ki 100 trilyon cansız sandığımız atomlardan oluşmakta, elbette ki bu durumda cansız sandığımız atomun can kattığını görmezden gelemeyiz.  Daha da ilginç olan atomun kendi içinde bile mikro âlemlerin var olduğudur.  Nitekim atomun kendi iç dünyasına girildikçe bir bütün olarak kendisinden daha küçük mikro bileşenlerden müteşekkil olduğunun tespit edilmesi bunu doğruluyor zaten. Hatta ünlü Alman bilgini Albert Einstein bu gerçeği dile getirirken atomunda parçalanabileceğini ve müthiş bir enerji açığa çıkaracağını müjdesini vererek bilim dünyasına duyurmaktan kendini alamamıştır. Derken dile getirdiği tezini 1905 yılında E= mc2 formülüyle ispatlamışta.  
      Malumunuz atom maddenin en küçük birimi olmakla beraber atomu da kendi içinde elektron, proton ve nötron denen en küçük temel yapılar oluşturmaktadır. Nitekim bu temel yapının çekirdek merkezinde bulunan proton ve nötron taneciklerine nükleon denip, bu söz konusu tanecikler birbirlerine sıkı sıkıya bağlı durumdalar da. İnsanoğlu bu nedenledir ki atomu oluşturan nükleon taneciklerinin acaba kaçta kaçını bir araya getirirsek 1 gram ağırlığa tekabül eden bir rakam buluruz diye düşünüp taşınırken, geldiği noktada çekirdek kısımda 6,02 x 10 üssü23 avogadro sayısına denk düşen 1 gramlık kütle hesabına en nihayetinde ulaşmasını bilmiştir. Ayrıca insanoğlu birtakım matematiksel hesaplamalarla elde ettiği verilerin yanı sıra her hangi bir atom çekirdeğini radyum elementin yaydığı alfa, beta, gamma gibi ışınlara maruz bıraktığında çekirdek içerisindeki proton ile nötron arasındaki sıkı sıkıya olan bağın bir anda kopup ikiye ayrıldığını da gözlemleyebilmiştir. Böylece ayrılma işlemiyle birlikte atomun parçalanabiliyor olabileceği fark edilmiştir.  Hatta bu arada proton sayısı tek bir tane değil çok sayıda olduğunda pozitif yük olma avantajıyla bir bakıyorsun aralarında cereyan eden itme ve çekim gücü kuvvetleriyle birlikte ortaya müthiş bir enerji açığa çıktığı gözlemlenmiştir. Derken bu arada tüm insanlık atom çekirdeğinde her an patlamaya hazır enerji birikiminden hareketle nükleer silah olarak kullanılmak üzere yapımı gerçekleştirilen atom bombasıyla da yüzleşmiş oldu. İnsanoğlu atomun her an patlamaya hazır bir bomba düzeneğine dönüşebileceğini daha yeni keşfede dursun, oysaki atomunda patlayabileceği hadise kâinatın yaratılışında yaşanmış bir hadisedir zaten. Öyle ki, dağılan parçacıklar teorisine göre; bundan kırk milyar yıl öncesi evreni oluşturan kaynağın pusan’lar olduğu ve bu kaynağın oluşumuyla birlikte güneş sistemi dışında cereyan eden süper nova patlamalar sonucu etrafa fazla sayıda yayılan radyoaktif kaynaklı parçaların (kozmik radyasyon) bir noktadan kopup kâinat oluşumunun gerçekleştiğidir. Nitekim Nükleer Fizikçi Andrey Saharov bu hususta ‘Evren pusup kaybolan bir evrenin karşıt evreni olup, pusmuş haldeki evrenin bugünkü hareketli evrene nazaran daha dengelenmiş halidir’ der.
       İnsanoğlu gelinen nokta itibariyle atom parçalanamaz fikri tartışmalarını geride bırakıp çekirdekte bulunan protonların artı yüklü olduğu yörüngede bulunan elektronların ise eksi yüklü olduğunu artık fark edecek derecede atomun dilini çözecek duruma gelmiş durumdadır. Hatta atom içerisinde konumlanmış elektron, proton ve nötron üçlü kombinezon dengesinin kvant denen enerji birimin birer uyduları olduğu gerçeği keşfedilmiş durumdadır. Yani bu demektir ki üçlü kombinezon elektron ve manyetik alanlar arasında keşfedilen bağlantının spinidirler. Dahası atomik seviyede nükseden pek çok fiziki olaylar kuantum mekanik bilim dalında dalga hareketi (bir maddenin atomlar arasındaki titreşim hareketi) olarak anlam kazanıp karşılık bulmuştur. Dolayısıyla bu durum bize ister istemez hem güneş sistemi etrafında dönen gezegenlerin seyri âlemini, hem ışığın dalga biçiminde yayılmasını, hem de Kuran’da ki Hunnes sırrını hatırlatır. Öyle ya, mademki dünya ve diğer gezegenler bir seyyah misali turlar halde güneş etrafında dönüyorlar, o halde elektronların saniyede 2 bin kilometre hızla kendi proton ekseni etrafında dönmeleri gayet tabii bir durumdur. Dolayısıyla bu duruma şaşmamak gerekir. Hem kaldı ki tüm maddelerin tüm enerji akışının belli küçük ölçeklenebilir temellere ayrılmış olduğu denen kuantum kanunu gereği maddeyi oluşturan her biri atomun hareketinin manyetik bir çekim gücüne sahip olması hasebiyle atom çekirdeği içerisinde konumlanmış enerjik elemanlarının da dönmemesine sebep teşkil edecek herhangi bir mani durumda yoktur. Zaten böylesi enerjik kvant güce sahip olmak kâinatın kendine has yaratılış nizami kuralları çerçevesinde dönmeyi gerektirir.
         Şu bir gerçek başlangıçta iki ya da daha fazla atom arasında cereyan eden iyonlaşma hadiselerinde birinci derece rol oynayan etken unsur Van der Waals etkileşimi sayesinde vuku bulmaktadır.  Bir başka ifadeyle vuku bulan bu hadisede başlangıçta elektronlar üzerinde çekici veya itici güçlerin toplam etkisi fiziki kuvvet bakımdan zayıf olup yüksüzdürler. Yani atomlar arasında vuku bulan e-transferinde başlangıçta proton ve elektronların sayısı birbirlerine eşit olduklarından yüksüz (nötr) kabul edilirler. Ancak sonraki aşamalarda atomlardan birinin dış yörünge halkasında bulunan elektronlarından bir tanesinin firar etmesi durumunda yüksüz olan o atom bir anda pozitif konumda iyonlaşacak hale gelebiliyor. Şayet söz konusu o atom dışarıdan serbest bir elektron alırsa bu kez negatif iyonlaşma hale gelecek demektir.  Şu da var ki, atomlar arasındaki elektron alışverişlerinde ister pozitif iyonlaşma vuku bulsun ister negatif iyonlaşma, hiç fark etmez sonuçta her iki durumda da elektron yüklerin etkileşimiyle birlikte iyonik bağ içerikli ve ikinci kuvvet kazanımı edinmiş iyonize atom oluşumu vuku bulur. Böylece vuku bulan bu kazanımla birlikte atomun fazladan sahip olduğu enerji veya kozmik radyasyonun gitgide daha az kullanılabilir hale geleceği bir ortam hâsıl olmuş olur.   Tabi tüm bu kazanımlar ve oluşumlar sadece atoma has bir durum değil elbet,  zerreden kürreye tüm gök cisimleri içinde geçerlilik arz eden oluşumlardır. Nitekim gök kubbemizde cereyan hadiselerden mesela yüksek oranda gaz ve toz bulutlarının bir araya gelerekten reaksiyona girdiği andan itibaren sıkışması sonucu oluşan her bir yıldızın adeta termonükleer enerji santralı gibi kullanılır ve çalışabilir hale gelmesi de bunun tipik misalini teşkil eder zaten. Ancak şu da var ki her bir gök cismi ya da bir takımyıldız kümelerinin enerji santral kapasitesi her ne devasa boyutta olursa olsun sonuçta bir gün mutlaka kazanım sahibi oldukları enerji potansiyelini tüketecekleri muhakkak. Hele Samanyolu galaksimiz içerisinde adından sıkça söz ettiren aydınlık güneş yıldızımız var ki, bir bakıyorsun kendi yörüngesinde hareket halinde bir saniye içerisinde 616 milyon ton hidrojeni yakıt tankı olarak kullanıp helyuma dönüştürerekten yaratılışından bugüne hiç enerjisi tükenmeksizin aydınlatıcı ve ısıtıcı görevine devam etmektedir. Aslında normal şartlarda düşündüğümüzde aydınlık güneşimiz şimdiye kadar çoktan yakıtını ve enerjisini tüketmiş olması gerekirdi. Tabii bu demek değildir ki, şimdiye kadar tükenmediğine göre gelecekte de hiç tükenmeyecek. Hiç kuşkusuz her şeyin bir doğuşu, bir gelişimi,  birde tükenişi söz konusu olduğu gibi bir gün güneş içinde tükeniş kaçınılmaz bir alın yazısı olacaktır elbet. Hani derler ya, içi seni dışı beni yakar diye, aynen öylede güneşin ısı harareti dış yüzeyde 6000 derecelerde seyreden bir rakama tekabül ederken merkezine doğru gidildikçe bu rakam 12 milyon dereceleri bulan bir yakıcılığı söz konusudur. Bunun anlamı toplu iğnenin ucundan bile küçük bir güneş zerresinin 150 kilometreyi aşkın mesafede duran bir insanı yakıp kavuracak derecede enerjik konumda olmasıdır. Bu arada unutmayalım ki birçok ülkede bilim adamlarının güneş üzerindeki plazma davranışlarının son derece gelişmiş teleskop araçlarla incelenmeleri neticesinde elde ettikleri veriler ışığında insanlığın düşünce dünyasında ufuk açıp artık gelinen noktada günümüzde artık enerji üretmek için manyetik sabitleme yoluyla füzyon reaktörleri inşa etme çabalarının fitilini ateşlemenin önü açılmıştır.  Bakın bu hususta Prof. Peter Gallagher ne diyor:  
        -“Nükleer füzyon, plazma atomlarını bir araya getiren farklı bir tür nükleer enerji üretim biçimidir, füzyondaki gibi atomları parçalara ayırmaz, fisyon daha kararlı ve güvenlidir, ayrıca yüksek miktarda radyoaktif yakıta ihtiyaç duymaz: Aslında füzyondaki artık maddelerin büyük kısmı atıl durumdaki helyumdan oluşur.”
         Bilindiği üzere fisyon bir nötronun, ağır bir atom çekirdeğine çarpması sonucu, bu çekirdeğin birbirine yakın büyüklükte iki ya da daha çok parçalara ayrılarak nötronlar, gama ışınları ve enerji açığa çıkarma olayıdır.  Kelimenin tam anlamıyla hem fizyon hem de füzyon atomlar aracılığıyla enerji oluşturmak için değiştirilmiş nükleer enerji süreçlerdir. Her ne kadar fisyon ve füzyon birbirinden çok farklı karşıt süreçler olsa da sonuçta her iki sürecin neticesinde “birlikten kuvvet doğar” misali mevcut atomun yapısından daha ağır ve daha güçlü çekirdekler doğuverebiliyor. Nitekim 4 hidrojenin birleşmesiyle bir helyum çekirdeğinin meydana gelmesi bunu teyit ediyor zaten. Şöyle ki; atom çekirdeklerinin pozitif yüklü olmaları birbirlerini itmesine yol açmaktadır. Dolayısıyla bunların bir şekilde birleşmeleri için yüksek temperature ihtiyaç duyulup bu noktada füzyon ya da fisyon atomlar aracılığıyla birtakım termonükleer reaksiyonların tetikleyicisi rol üstlenebiliyor. Böylece bu sayede yakıtı hidrojen olan, ürünü de helyum olan muazzam dev bir nükleer enerji açığa çıkmış olur.  Dahası oluşan bu devasa termonükleer enerji santrali değim yerindeyse tüm canlı cansız varlıkların hayat enerjisi olur.  Baksanıza kâinatın yaratılışında hemen her şey öyle planlı ve programlı bir şekilde yaratılmış ki,  şayet aydınlık güneşimiz ilahi plan ve programın dışında mesela kütlece daha iri büyüklükte bir konumda olsaydı bağrında taşıdığı nükleer füzyonlar daha farklı reaksiyonlar içerisine girip yakıtını çok kısa bir zaman diliminde tüketmiş olacaktı. Ya da tam aksine güneşin kütlesi şu an ki normal kütlesinin altında bir yerlerde olsaydı her ne kadar bu kütledeki güneşin yakıtı tüketmeyip yanmaya devam etse de tüm yeryüzü sathının enerji ihtiyacı karşılanamayacaktı.  Besbelli ki Yüce Allah (c.c) yarattığı tüm âlemleri belli bir program dâhilinde yarattığı gibi aydınlık güneşimizi de kıyamet gününe dek yakıt ikmalini devam ettirecek derecede programlayarak yaratmıştır. Öyle ki, bir bakıyorsun yaratılışından bugüne güneşteki füzyon tepkimeleri son derece planlanmış çekim alanıyla kontrol altına alınmış durumdadır.
          Peki, füzyon veya fisyon tepkimeleri kontrol altına alınmasa ne olurdu? Olacak malum, yeryüzünün cehenneme dönüşmesi kaçınılmaz olacaktı. Fakat şu da bir gerçek bir gün gelip bu denge halinden de eser kalmayacaktır. Yani güneşte her yaratılan gibi fani olup bünyesinde taşıdığı atomlarıyla birlikte parçalanarak er ya da geç bir gün enerjiye dönüşmesi sonucunda bir daha geriye dönüşü olmayan yörüngeye kayıp sönüp tükenmeye mahkûm kalacaktır. Mesela bir yıldızın belli bir zaman diliminde yer aldığı konumu belirlenip hesaplanabilirken, bir bakıyorsun o yıldız hedeflenen yerin dışında bir alanda olabiliyor. O halde Newton’un kesin matematiksel hesaplarla ortaya koyduğu belirlilik prensibinin (determinizm) dışında Allah’ın da şaşmaz bir hesabı olduğunu unutmamak gerekir. Aslında kırk milyar yıl önce evreni oluşturan atomun alt seviyedeki parçacıklar ile kâinatın geçirmiş olduğu zaman dilimi bizim boyut penceremizden bakıldığında büyük bir süre teşkil etse de Allah indinde “geçmiş, gelecek ve şuan” hepsi aynıdır.  Değim yerindeyse sadece “Ol” emrin gereği her şey olup bitmişlikten ibarettir. Belki de Yunus; “Bana seni gerek seni” derken dünya, cennet ve cehenneminde aynı ortak alanı paylaşıp mekânsız olduğu, an denilen şeyin aslında zamansızlık demek olduğunu kastetmiştir. Böylece  “Malda yalan mülkte yalan var birazda sen oyalan” misali her şeyin mekânsız, zamansız ve fani olduğunu,  baki olan sadece Yüce Allah (c.c)  olduğunu idrak ediyoruz. Zira O bize şah damarımızdan daha yakındır. Ne mutlu yakini bilenlere ve idrak edenlere. O halde maddeyi mutlak varlık kabul edenlerin çok büyük yanılgı içerisinde debelenip durduklarını söyleyebiliriz.
       Büyük Fransız düşünür Descartes ‘Felsefenin Esasları’ isimli kitabında bakın ne diyor:
      -“..şurası  bir gerçek ki;  Kadir-i Mutlak olan Allah  maddeyi  bir defada halk etmiş, bunun bir kısmını hareket halinde, bir kısmını da  sükunet halinde bulundurmuştur. Böylece madde, kâinat içinde, ilk yaratıldığı andaki gibi muhafaza edilmektedir.”
       Evet, çok yerinde kayda değer sözlerdir elbet.  Nitekim Yüce Allah Kur’an’da bu hususu kullarına bildirilmişte.  Şöyle ki Kur’an’ı Mucizü’l Beyanda; “Hayır! Kasem ederim Hunnese, Künnese, akıp gidenlere” (Tekvir suresi, ayet:15–16)  diye belirtilen ayetlerde geçen ‘Hunnes’ ibaresi yukarıda bahsi geçen pusanlara (bağrında devasa sinerjik güç saklı pusmuş çekirdeğe) işaret olup  ‘Künnes’ ibaresi ise yörüngeye karşılık gelen orbite işarettir. Evet, ‘akıp gidenler’ derken gerçekten de atomların devamlı hareket halinde olduğu insanlığa asırlar öncesinden bildirilmiştir.  Üstelik atomlar devamlı hareket halinde ve icabında elektron alışverişinde bulunuyor olmalarına rağmen yine de aslını koruyabiliyorlar da. Örnek mi? İşte ab-ı hayat su molekülünde konumlanan hidrojen atomu ile güneşin içerisinde konumlanmış hidrojenin aynı özellikte olması bunun en bariz teyididir. Her şeyden öte tek bir atom kana karıştığında oksijen transferi gerçekleştirebilecek alyuvar düzeneğine dönüşebiliyor, keza tek bir atom gözümüze konuk olduğunda bir bakıyorsun dünyanın en büyük optik cihazlarına meydan okuyabilecek yapıya bürünebiliyor. Ya da bir başka atom vücudun değişik bölgelerinde ısı ve ışık nakli gibi misyon yüklenebiliyor. İşte tüm bu örnekler bize gösteriyor ki,  akıl ve zekâdan yoksun sandığımız atomun düşünen insanı hayretler içerisinde bırakacak derecede akıl yüklü mucize-i bir eser olduğudur.  Sonuçta atomlar da Yücelerden emir almış oldukları şundan besbellidir ki, emrin gereği olarak yaratılışından bugüne yapılarında her hangi bozulmaya meydan vermeksizin kararlılıklarını devam ettirmekteler halen. Yetmedi fiziğin en temel kanunlarına ters düşmeyecek şekilde atom çekirdeğinden tutunda, takriben 100 milyon galaksi ve 40 milyar yıldız ihtiva eden Samanyolu galaksimize kadar birçok sırlarına ermediğimiz nice atomik olaylar dün olduğu gibi bugünde, gelecekte de nevrimizi döndürecek derecede varlıklarını devam ettirecek güçtedirler. Tabiî ki atom gerçeğini tam manasıyla akıl sır erdirmek mümkün değil, ama yine de aklımızın erebileceği ölçülerde sırlarına vakıf olmaya çalışmakta fayda vardır. Nitekim nice sırlarına eremediğimiz varlıkların yaratılış işaret levhalarını çözmeye çalıştığımızda bunlardan mesela her bir gezegenin hem kendi ekseni yörüngesinde, hem de güneş etrafında itme ve çekme kuvvet sistemleri sayesinde seyri âlem eylemekte olduklarının idrakine varabiliyoruz.  İdrak ettiklerimizden yaratılan her varlığın birde tam aksi istikamette misyon yüklendiğini düşündüğümüzde, mesela gezegenlerin başıboş bir şekilde seyir halinde olduklarını düşündüğümüzde kendi aralarında çekim kuvvetlerinin yerle yeksan olacağını, bunun neticesinde bir anda tüm kâinat dengelerinin sarsılıp büyük bir kıyametin yaşanması kaçınılmaz olacaktır.   Her neyse biz yine de yaradılan varlığın yüklendiği misyonun aksi istikametinde değil de yaratılış fıtratı istikametinde düşündüğümüzde bizim için hiç şüphesiz ki kâinatta Yüce Yaradanımızla ünsiyet kurmamıza vesile olacak nice işaret taşlarının varlığını müşahede etmiş oluruz.  Nitekim sözü edilen kütle çekim kuvvetini ittiği varsayılan graviton denen sanal parçacıkların bize bir noktada ruhi varlığa benzer bir yapıyı hatırlatıp kâinatta tam anlamıyla kütlesiz taneciklerin de olabileceğini düşündürmektedir.  Cümleye dikkat edin ölçülebilir kütle demedik, kütlesiz tanecikler diyoruz, yani bir tür manevi bağlardan söz ediyoruz. Mesela Gönüller Sultanı Mevlana’mızın çekim merkezi bir çekirdekse, hiç kuşku yoktur ki onun etrafında dönen semazenlerde ötelere akıp giden yörüngeler demektir. Teşbihte hata olmasın, bu demektir ki atom çekirdeği mucizesi bir noktada bize Mevlana’yı hatırlatıyor, etrafında deveran olan elektronlar da dervişlerin Yüce Mevla’ya giden yolda semah halkasını hatırlatıyor. Dahası mürşidi kâmil bir yandan çekirdek görevi yaparken diğer yandan da etrafında elektron misali turlayıp dönen müritleri kendine cezb ederekten (çekerekten)  kurda kuşa yem olmamalarına vesile olmakta. Hakeza Hünkâr Hacı Bektaşi Velinin müritleriyle cem eylemesi de öyledir.  
      Peki ya dünyamız,  malum onun kendine has dönüş turlarının varlığı incelemeye değer bir bambaşka seyri âlem konusudur. Nitekim dünyamız batıdan doğuya saniyede 30 km. bir hızla güneş etrafında semazen misali pervane olup:
     -Birinci turunu “365 gün 6 saat 9 dakika 11 saniye”de tamamlamaktadır. Zira Allah Teâlâ bu hususta; “ Geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan O’dur. Bunların hepsi kendi yörüngesinde yüzmektedir” (Enbiya, 33) diye beyan buyurmakta da.
    -İkinci turu da malum kendi ekseni etrafında 24 saatlik semazenim dönüşümü tamamlamasıyla birlikte gece ve gündüzü oluşturduğu döngü hareketidir.
    -Üçüncü tur; 26 bin senede kutup yıldızıyla kesişen noktada sağlı sollu bir eğim sonucu yalpa yapıp ekseni doğrultusunda gerçekleştirdiği topaç döngüsüdür. Zira hızla dönen bir topaç asla şarampole yuvarlanmaz da.
     -Dördüncü tur; ayım çekim gücünün etkisiyle oluşturduğu salınım varı nutasyon hareketidir.
     -Beşinci tur; kendi ekseni üzerindeki 23 derece 27 dakikalık eğimiyle sürekli küçülme eğilimine doğru giden hareketidir. Ki; bu tip eksen dönüşü dünyamızın güneş etrafındaki yörüngesinin raydan çıkmamasını sağlar.
    -Altıncı tur; güneşin etrafında çizdiği elips yörüngesinin zamanla daire şekline dönüştüreceği harekettir.
    -Yedinci tur; güneş sistemi içerisinde saniyede 20,  saatte 72 bin kilometrelik hızla Vega burcuna doğru yol aldığı rotadır.
     -Sekizinci turu ise tüm galaksilerle birlikte gerçekleştirdiği, aynı zamanda merkezkaç kuvvetiyle ortaya çıkan çekim kuvveti ve jiroskopik dengeye dayalı döngüdür.  Çekirdeğe yakın sıkı sıkıya bağlı elektronlar ile atom çekirdeğine zayıf olarak bağlı dış yörüngedeki Valens elektron sistemi sayesinde denge sağlanmaktadır. Zira jiroskopu veya merkezkaç kuvvetine dayalı denge sistemi diye tanımladığımız itme ve çekme kuvvetleri arasındaki bağlantıların bir anda ortadan kalktığını var saydığımızda bu durum kâinatın tarumar olması anlamına gelecektir. Demek oluyor ki hız artıkça zaman kısalmakta veya sıkışarak yavaşlayıp durma noktasına gelmekte. Böylece ayın dünyaya, dünyanın güneş üzerine hallaç pamuğu misali savrulmasına neden olacaktır. Hatta belki bu olay kâinatın Big-bang öncesi tek bir dev atom haline dönüşmesini beraberinde getirecektir. İşte kısaca bahsetmeye çalıştığımız birbirinden farklı bu muhteşem seyri âlemlik turlara ulaşabilmek her yiğidin harcı olmasa gerektir. Anlaşılan, Peygamberimiz (s.a.v) yaşadığı miraç mucizesiyle her ne kadar sema kapılarının açılabileceğini işaret etmişse de günümüz en modern hızlı uzay araçlar vasıtasıyla ancak Venüs'e 4,5 yılda, Jüpiter'e 76 yılda, Satürn'e 152 yılda, Plüton'a ise 700 senede varılabileceği hesaplanmıştır.  Kim bilir çoğumuz dünyamızdan 1 milyon 300 bin misli büyüklükteki güneş sisteminin tamamında seyri âlem yapmayı ne kadar çok hayal etmişizdir. Oysaki bu seyahati gerçekleştirmek bırakın bir insanın yaşayacağı kadar ki ömrünü, belki 15 insan ömrünün yaşayacağı kadarının da yetmeyeceği malum. İnsanoğlu şimdilik sadece ay’a çıkmayı başarabilmiştir. Şayet insanoğlu bir gün ışık hızıyla yol kat eden araçlar keşfederse hayaller biranda gerçeğe dönüşüp uzay yolculuğu an be an gerçekleşebilir de. Neden olmasın ki, ilim Allah’ın, yeter ki gayret edilsin, gerisi gelir elbet
      Aslında bütün kâinat bir çekirdek etrafında deveran olup kendi hal lisanı ile zikrederek akıp gidiyor ötelere. Sanki gizli bir el, ya da gizli bir orkestra şefinin elinde raks ederek hep birlikte seyri âleme doğru yol kat ediyoruz.  Allah-ü Teâlâ: “Göklerin ve yerin arasındakilerin ve güneşin doğduğu yerlerin Rabbin’den başka kim olabilir?” (Saffat, 5) diye beyan buyurmakta. Tabiî ki anlayana.
       Velhasıl-ı kelam; Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyanda mealen; “Siz kıyameti kavramak için önce pusan ve akıp giden evrenlere bakın” buyuruyor çünkü.
         Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/atom-cekirdegi-mucizesi-5449-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Paz Ocak 16, 2022 2:09 pm

ÇİFT YARATILIŞ MUCİZESİ
     SELİM GÜRBÜZER
 
         Her şey zıddıyla bilinir sözü yaratılışın çiftler üzerine kurulduğunun bir göstergesidir zaten. Dahası on sekiz bin âlemde nice bilmediğimiz çiftler söz konusudur. Neyse ki kâinatta sayısını bilmediğimiz nice canlı cansız her bir çiftin manyetik etkileşimlerinden kopan gürültülerini kulağımızın belli bir frekans aralığına endekslenmiş olması hasebiyle pek işitmiyoruz. Bu yüzden bu gürültü kıyametinden uzak bir halde sonsuzluğun sahibi olan Yüce Allah'ın mükemmel sanatını seyre daldığımızdan dolayı ne kadar şükretsek azdır. Bakınız Yüce Rabbimiz Kur’an-ı Mucizül Beyanda; ‘O Allah ki, her şeyden münezzehtir. Arzın bitirdiklerinden, kendi nefislerinden ve daha nice bilmediklerinizden bütün çiftleri yaratmıştır’ (Yasin suresi, 36) diye beyan buyurmakla çiftler gerçeğine işaret etmiştir.  
         Malumunuz 40 voltun altındaki akım hafif akımdır.  Bir insanın vücuduna 1 amper akım verildiğinde (1/4- 250 mA) sinir sisteminin hemen alarma geçeceği muhakkak. Zira sinir hücrelerinin dış yüzeyi pozitif ve iç yüzeyinin negatif elektron yüklü olması yönüyle de çift başlı yük teşkil ederler. Öyle ki sinir hücrelerinin bu çift başlı yüklü olması sayesinde bir bakıyorsun hücre içeresinde 60–70 mili volt elektrik akımla çok rahatlıkla iletişim sağlanabiliyor. Aslında vücudumuzun hemen her alanı elektrik kablo ağıyla donatılmıştır dersek yeridir. Zira vücudumuzun sarıp sarmalayan sinirlerimiz elektrik kablosunun misyonunu yüklenmiş bir halde görev ifa etmektelerdir.  Düşünebiliyor musunuz vücut içerisinde ister hücreler arasında ister dokular arasında ister organlar arasında isterse tüm vücudu kapsayacak bir iletişimde volt’un binde birine tekabül eden bir elektrik akımı sinir hücresinin eşik değerini aşan sinyaller karşısında gelen mesajının niteliğine göre ya  ‘evet’ kodunda ya da ‘hayır’  kodunda cevabi karşılığını bulabiliyor. Şayet sinir hücrelerinin herhangi bir mesajla uyarılma durumu söz konusu olmazsa ne evet ne de hayır kodunda refleks göstermeyip nötr halde kalacaktır. Ne zamanki sinir hücreleri stabil halden uyarılıp aktif hale geçer, işte o zaman sodyum iyonlarının hücre zarından iç kısma doğru adeta cepheden cepheye akın yaptıkları görülecektir. Böylece bu durumda uyarılan nokta negatifleşecektir. Bu bir anlamda iç ve dışın birbirine zıt pozisyonda iyonlaşmasıyla birlikte elektrik akımının meydana gelmesi hadisesidir Ve oluşan bu elektriklenme aynı zamanda elektrik akımının sinir hücresinin dendritinden aksona doğru akmasıyla birlikte tüm vücut hücrelerine sirayet edeceği anlamında bir akım hadisesidir. Örnek mi?  İşte yayılan elektrik akımının sinir hücrelerini hareket geçirmesiyle birlikte kasların kasılmasında ya da gevşemesinde etkin rol oynaması bunun en bariz örneğini teşkil eder. Kelimenin tam anlamıyla oluşan elektrik akımının kasların kasılmasında ya da gevşemesinde ön ayak olup harekete geçmede en etken unsur olduğu gibi her hal ve şartta tüm vücut için de harekete geçmede mesaj yüklü akım olur. Ta ki elektriklenmeyle oluşan mesaj yüklü uyarımlar sonlanana dek bu söz konusu gevşemeler ve kasılmalar devam eder de. Uyarım sonrası malum elektrik akımının yönü hem potasyum iyonlarının hücre içerisine alınmasının gerçekleşeceği yöne hem de sodyum iyonlarının dışarı tahliyesinin gerçekleşeceği yöne doğru kayacaktır. Yani başlangıçtaki konuma geçiş yapılır. Ancak bazı istisnai durumlar da vardır ki; mesaj yüklü uyarımlar sonlandığı halde vücut içerisinde her hangi bir organa ait hücre faaliyeti durdurulamayabiliyor. Olsun yine de hemen pes edilmeyip bu durumda o söz konusu hücrenin faaliyetine son verilerekten istirahate çektirilir. Öyle anlaşılıyor ki bir sinir teli eşik değer ve üzerindeki uyarılara ayan beyan bir şekilde tepki verir vermesine ama eşik değerin altındaki uyarılara hiç tepki verememe durumuyla karşı karşıya kalındığında ister istemez ‘olmak ya da olmamak’ denen ya hep ya hiç kanunlarına tabiilik denen bir durum vuku bulur.
         Malumunuz Newton’un ortaya koyduğu dinamik kanunu test ettiğimizde gerçekten de herhangi duran bir cisme kuvvet etki etmedikçe o cisim durağan halde kaldığını görebiliyoruz. Bu demektir ki bir cismin durağanlıktan harekete geçmesi için dışarıdan mutlaka bir kuvvet etki etmesi gerekir. Ancak şu da var ki, söz konusu olan cisim şayet hareket etmekte olan bir cisimse, yani hareket halinde üzerine uygulanan net kuvvet sıfır ise bu durumda o söz konusu cisim sabit hızla yoluna devam edecek demektir. Nitekim Fizik dersinde gördüğümüz Dinamik kanunu; aslında kâinatın yaratılışında bir takım cismi varlıkların ilahi kudretin  ‘ol’  emri doğrultusunda yüklendikleri kuvvet etkisiyle belli hızlarla yörüngelerinde hareket halinde olduklarının göstergesi bir kanun olduğu gibi aynı zamanda Yüce Allah’ın yarattığı madde ve cisimler üzerinde dinamik etkisini gösterende bir kanundur. Gerçekten de bu yaratılış dinamik kanunu sayesinde her hangi bir cisim üzerine uygulanan bir kuvvetle bir bakıyorsun eylemsizlik halden eylemli hale gelebiliyor. Keza bu kanun sayesinde bir cismin üzerine etki eden net kuvvet sıfır ise cisim duruyorsa durmaya, hareket ediyorsa sabit hızla yoluna devam edebiliyor. Değim yerindeyse hareket halinde bir cisim kendisinin can suyu olan elektrik yüklü parçacıklarıyla birlikte dinamizminden hiçbir şey kaybetmeksizin adeta ötelere doğru yol kat etmiş olur. Dolayısıyla siz siz olun en basit bir cismi içi boş cıscıbıl sanıp hafife almayın, işte görüyorsunuz seyir halinde durağan sandığınız bir cisim sıfır kuvvetle bile yerinde çivili kalmayıp, bilakis durağan kalmayı kendine zül addetmekte.
           Bilindiği üzere maddelerde çift kanununa tabidirler. Bu yüzden metalleri iletkenlik yönünden metal ve ametal diye tasnif edilirler. Metaller elektriği iletip ametaller ise iletmezler.  Ayrıca metaller arasındaki bir ya da daha çok atomu bir arada tutan üçüncü bir kuvvet bağı daha vardır ki,   hiç kuşkusuz o kuvvet bağı metalik bağdan başkası değildir elbet.  Kelimenin tam anlamıyla metalik bağ, kovalent bağ ve iyonik bağ ile birlikte üç güçlü etkileşimden biri olarak adından söz ettiren bir bağdır.  Dikkat edin metalleri tanımlarken özenle altını çizerekten atomları bir arada tutan metalik bağ ifadesiyle tanımlamaktayız,  yani ‘metalik bağ’  yerine ‘hücre bağı’ ifadesi şeklinde tanımlamadık. Niye derseniz, çünkü metalik bağ cansız âleme özgü kuvvet bir bağıdır,   sinir hücreleri hariç asla canlı âlem için metalik bağ söz konusu değildir. İşte metalik bağ bu ya, hele bilhassa pozitif yüklü atomlar arasında çekim kuvvetine yönelik etkin potansiyel bir güç olarak kendini gösterebiliyor. Zaten atomlar arasında hâlihazırda kimyasal bağlarla bağlı çekim kuvvetine yönelik ortada etkin bir güç olmalı ki elektrik yüklü atomları belli ölçüler çerçevesinde bir arada tutup kuvvet denge ayarı sağlanabilsin. Ki,  atomlar arasında denge ayarı rastgele ve gelişi güzel bir şekilde yaratılmış değil, tam aksine yaratılış kodları itibariyle aralarında ki mesafenin belli matematik ölçüler çerçevesinde milim sapmayacak şekilde güçlü kimyasal bağlarla ayarlanan bir denge ayarı söz konusudur.  
          Peki, her şey iyi hoşta metaller için geçerli olan bu denge ayarı canlı âlem için düşündüğümüzde ortaya ne gibi durum çıkar?   Bikere adı üzerinde canlı âlem,   dolayısıyla canlı âlemin cansız metaller gibi ne yüksek elektrik donanımı, ne ısı yayma ve iletkenlik özelliği, ne katyon oluşturma eğilimi, ne de oksijenle birleşerek oksitlenme özelliği söz konusudur. Kaldı ki canlı organizmalar sırf cansız metallerden oluşmuş olsaydı ne biyolojik doğumdan, ne biyolojik gelişimden, ne üremeden, ne biyolojik ihtiyarlıktan, ne de biyolojik sonlanma denen ölümden söz edebilirdik. Nitekim Biyolojinin dallarından hem bitki fizyolojisi,  hem hayvan anatomisi, hem de insan anatomisini incelediğimizde karşımıza çıkan cansız materyaller değil,  bilakis canlılığın en bariz temel taşı diyebileceğimiz hücre âlemi çıkar. Her neyse, ister canlı âlemden söz edelim, ister cansız âlemden hiç fark etmez. Nihayetinde her iki âlemde çiftler mucizesini ortaya koyuyor ya, bu yetmez mi? Nitekim bir biyolog canlı âlemini çiftler yönünden incelediğinde karşısına hep dişi ve erkek türleri çıktığını görür,  bir fizikçide mıknatısın manyetik kutuplarını kuvvet çizgileri bakımdan incelediğinde karşısında pozitif ve negatif çiftler gerçeğini görür. Hakeza bir elektronik mühendisi de elektriğin oluşumunu incelerken artı (+) ve eksi (-) kutuplu çiftleri gördüğü gibi bu çiftlerden iki zıt kutupların birbirini çektiğini aynı kutuplarınsa birbirini ittiğini görür. Yetmedi söz konusu elektron çiftlerin ya üçüncü kuvvet iyonik bağ oluşturdukların ya da dördüncü ve son kuvvet diyebileceğimiz kovalent birliktelikler oluşturduğunu görür. İcabında o elektronik mühendis elektronik dünyasına daha derinlemesine daldığında elektronlar arasında iyonik bağ oluşurken uzaktan etkiyen kuvvetler aracılığıyla elektronların yörüngesinden çıkıp transfer olduklarını,  kovalent bağ oluşumunda ise iyonik bağ oluşumundaki gibi olmasa da dışarıdan herhangi bir etkiye maruz kalmaksızın bulunduğu yörüngesinde elektron atomunu tutma becerisi sergileyebildiklerini gözlemleyebiliyor. Yani bu demektir ki, kovalent bağ sayesinde komşu atomlar arasında ikili ve üçlü çiftler halinde asal gaz karakterine dönüşerekten kararlı ortak bağ oluşabiliyor. İşte bu nedenledir ki Kimya hocalarımız okulda elementlerin periyodik tablodaki konumunu ve atomların dizilişini yapısal olarak formüle ederken şayet bir atom bir başka atomla çift elektronlu bir bağ kurmuşsa bir çizgi, üç elektron çiftiyle bağ kurmuşsa üç çizgi ile gösterirler. Bu arada ilginçtir atomlar kendi eşlerini seçme yönünden çokta maharet sahibidirler.  Ki,  bu durum kimya dilinde bir tür bağ enerjisi olarak tarif edilir. Kelimenin tam anlamıyla tabiatta birçok etkileşimde rol oynayan atomlar herhangi bir şekilde evrim geçirmeksizin ta yaratılışından bugüne yaratılış kanunlarının bir gereği olarak gâh bulunduğu elektro manyetik alanın etkisiyle, gâh yer çekim ivmesinin etkisiyle, gâh nükleer kuvvetlerin etkisiyle diyebileceğimiz üç tip kuvvet kanunun kontrolünde bağ oluşumlarını ve eşleşmelerini gerçekleştirmektedir. Hatta pek çok etkileşim hadisesinde mesela atmosferdeki pozitif veya negatif iyon yoğunlaşmaların insanlar üzerinde ki birtakım yansımalarının etkisinin olduğu da bilinen bir vakadır. Örnek mi? Atmosferde daha henüz şimşek çakmaksızın oluşan iyon yoğunluğunun had safhaya ulaşmasıyla birlikte baskın hale gelen pozitif yüklü iyonların insanlar üzerinde karamsar hava oluşturaraktan stres etki iz bırakması olumsuz yönden yansıması gösteren en bariz tipik örneğini teşkil eder. Hakeza şimşek çakmasının hemen ardından gelen yağan rahmet yağmurla birlikte ortamda oluşan negatif iyonların insanlar üzerindeki stresi alıp yerine relaks etki (rahatlama)  iz bırakması ise bunun olumlu yönden yansımasını gösteren en bariz tipik örneğini teşkil eder. İşte gerek pozitif iyon etkileşimler gerekse negatif iyon etkileşimlerin insanlar üzerinde bıraktığı iz yansımalarından da anlaşıldığı üzere yer ile gök arasındaki gerilim farkının doğurduğu iyon akışı öyle hafife alınıp göz ardı edilecek sıradan hadiseler gibi gözükmüyor. Nitekim Yüce Allah (c.c) “Savurdukça savuranlara, yükü taşıyanlara (ardından bir yükü, ağırlığı yüklenenlere), kolaylıkla akıp gidenlere, işleri taksim edenlere and olsun ki size vaad edilen şey kesinlikle doğrudur ve son yargılama mutlaka gerçekleşecektir” (Zâriyât, 16) diye beyan buyurduğu ayette geçen  ‘yükü’ ibaresine örnek olarak:
      -Gerek güneşten salınan güneş rüzgârları denen elektrik yüklü parçacıklar örneğini,
      -Gerek yağmur yüklü bulutlar örneğini,
      -Gerek cisimlerin elektriklenme yükü örneklerini,
      -Gerekse gebe kalmış tüm yüklü canlı örneklerini verebiliriz pekâlâ. Ve verilen bu örneklerden de anlaşıldığı ayette geçen yükü veya yüklenenlere ibaresi evrende A’dan Z’ye başka daha nice yüklü olan canlı cansız her ne varlık varsa ona atfen yorumlanabilir nitelikte ayet kelamlarıdır bu.  Dikkat edin kesin bu manaya gelir demiyoruz, yorumlanabilir diyoruz.  Hem niye izahat muhtaç hususlar olarak yorumlanmasın ki. Baksanıza tabiatta cereyan eden pek çok hadiselerde aynı yükler birbirini niye iter, zıt yüklerse niye birbirini çeker gibi sualler için verilecek cevap olarak nasıl ki izaha muhtaçlık gerektiriyorsa yukarıda işaret edilen ayette geçen ‘yükü’ veya ‘yüklenenler’ ibaresinin de ne manaya geldiği de aynen izaha muhtaçlık gerektiren bir husustur.  Madem öyle,  herhangi bir merkez etrafında dönen bir cismin santrifüj kuvvetle uzaklaşmasını ya da zıt işaretli olanların birbirini çekmesini maddenin birer tipik özelliği diyerekten satıh üstü geçiştirivermeyelim. Hele ki bu tip konularda işin boyutunu sadece satıh üstü değerlendirmek yetmez illa ki işin manevi boyutunu ve ruhunu da ortaya koymak gerekir. Nitekim işin ilahi boyutuna baktığımızda besbelli ki elektrik yüklerin her biri emir almışlar emrin gereğini yapıyorlar. Zaten bu noktayı yakaladığımızda bize bu durumda   ‘amenna ve saddakna’ demek düşer.  
         Bilindiği üzere Vakum Fiziğinin kurucusu Otto Von Guericke, sürtünme etkisiyle ilk elektrik makineyi yapan bilim adamıdır. Dahası 1800 yılında ilk bataryayı keşfetmesiyle meşhur bilim adamıdır o.  İşte o keşfiyle birlikte o gün bugündür elektrik geriliminin adını kendi ismine münhasır volt demekteyiz. İyi ki de elektrik cihazını keşfedivermiş,  zira bu keşfiyle insanlığa ufuk açıp ileriki dönemlerde gâh aydınlık aracı, gâh ısınma aracı, gâh soğutma aracı,  gâh mekanik aracı gibi daha nice mühendislik zekâsı gerektiren bir dizi makinelerin keşfini beraberinde getirmiştir. Hatta gelinen noktada şimdi çok daha iyi anlıyoruz ki, elektronik cihazlara işlerlik kazandıran elektrik denen hadise aslında daha çok karşılıklı kuvvetlerin etkisiyle atomdan atoma kolayca elektronik yüklerin aktığı hadisenin ta kendisi bir kuvvet akımıdır. Malumunuz bu söz konusu akım halk dilinde ‘ceryan’ olarak dillendirilir. Ne diyelim,  halkta görüyor sizlerde görüyorsunuz ya, günümüz dünyasında artık elektrik denen hadise ekmek su gibi fabrika çarklarının dönmesinden tutunda evlerimizin ısınmasından aydınlanmasına ve daha pek çok alanda hayatımızın en temel ihtiyacı haline gelmiş durumdadır.  Yüce Rabbimiz Kur’an’da bakın bu hususta ne buyuruyor: “İkinizin de üzerine ateşten yalın bir alev ve (bakır gibi erimiş) kıpkızıl bir duman salıverilir de ne yapsanız kurtulamazsınız” (Rahman, 35).  İşte beyan buyrulan bu ayetin mana ve ruhuna baktığımızda tıpkı Zâriyât sûresinin 16. ayetinde geçen ‘yükü’ ibaresinde olduğu gibi bu ayette geçen “bakır” ibaresi de bizim için bir yandan elektriğe işaret bir ipucu delil olurken diğer yandan “kurtulamazsanız” ibaresiyle de elektrik çarpmasına işaret bir başka ipucu delil özelliği taşır.  Hatta Kur’an ayetlerinde geçen ‘dumansız alev’ ifadesi de bizim için  ‘elektrik’ denen hadiseye işaret eden bir ipucu delildir.  Hiç kuşkusuz işaret edilen delillerin nimet boyutu olduğu gibi felakete sebebiyet verecek boyutu da vardır. Nitekim bir yandan su gibi ekmek gibi hemen her alanda kullanacağımız çok büyük bir nimet olabileceği gibi öte yandan elektrik çarpmasına benzer bir takım istenmeyen hadiselerin vuku bulduğunda ise felakette olabiliyor.  İşte görüyorsunuz nimet ve felaket ikileminde olduğu gibi sosyal hayatta da yaşadığımız pek çok hadiseler dizisi çiftler üzerine cereyan etmekte. Dahası Yüce Allah’ın yarattığı canlı cansız her çift varlık bize aynı zamanda hayatın acısıyla tatlısıyla çift eksen üzerine seyredeceğini göstermekte.  Madem öyle, bu noktada Yunus’un deyişiyle “Kahrında hoş lütfunda hoş”  demek düşer bize. Hem nasıl Yunuscasına öyle demiş olmayalım ki, baksanıza ruh dünyamız bile çift başlı kuvvetlerin etkisi altındadır. Nitekim Mevlana Hz.leri bir sohbetlerinde insan ruhunu emdiren iki kuvvet olduğunu, birinci kuvvetin şeytani ve nefsi olduğu, ikincinin ise meleki kuvvetler olduğunu beyan buyurmakla bu gerçeğe işaret etmiştir. Yine günümüz şairlerinden Necip Fazıl’ın Sakarya şiirinde ‘Oluklar çift, birinden nur akar diğerinden kir’ şeklinde dile getirdiği mısraların özünde de çift gerçeğine işaret vardır.
       Velhasıl-ı kelam,  yukarıda konumuzun başında Kur’an’da Yasin suresinin bir ayetinde zikrettiğimiz çiftler mucizesi, aynı zamanda günümüz dünyasında Nobel ödülü kazanan teorinin konusu da olmuş bir mucizedir.
       Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/cift-yaratilis-mucizesi-5468-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Çarş. Ocak 26, 2022 8:38 pm

ÜÇ BOYUTUN DIŞINDA BOYUT VAR MI?
       SELİM GÜRBÜZER

         Üç boyutlu denen mekân tanımlaması aslında beşer boyutunda algılanan bir tanımlamadır. Değim yerindeyse beşer olarak tamamen algılarımızın bize kabul ettirdiği mekân boyutu algısıdır bu. Şayet işin aslı nedir ne değildir diye araştırıp hakikat penceresi boyutuyla bakmaya çalıştığımızda ulaşacağımız en nihai veri kâinatta sadece birkaç boyut değil çok boyutluluk üzerine kurulu hayat nizamının var olduğunu idrak etmek olacaktır. Açıkçası ilk peygamber ve aynı zamanda ilk insan Hz. Adem (a.s) ile birlikte yaratılış kodlarımızdaki görme aralığımız işin hakikat boyut kısmını görmemize mani frekans aralığında olduğu içindir çevremizde olan biten her şeyi ister istemez üç boyut penceresinden bakmak durumundayız.  Bu bir anlamda zahiren baktığımız her nesne aslında gözümüzün üç boyutlu olarak algıladığı görüntünün ta kendisi nesnel algıdır bu. Nitekim algıladığımız bu üç boyutlu nesnel görüntü fizikte ‘en, boy ve derinlik’ boyutu olarak karşılık bulur. Yok, eğer gözümüze görüntü olarak nesne değil de ışık çıkarsa, çıkan bu görüntü fizikte frekans ya da dalga boyu olarak karşılık bulur. Sonuçta ister nesnel boyuttan söz edelim ister güneşten gelen ışık demetleri arasında ki uzaklığı belirleyen ışık dalga boylarından söz edelim hiç fark etmez,  şu bir gerçek ki asıl bizim için acaba üç boyutun dışında, daha başka boyutlar var mı sorusuna verilecek cevap zihnimizi zonklayacak husus gibi gözüküyor. Hatta fizik ötesi boyut denen metafizik âlemde zihnimizi zonklayacak konulardan biridir. Şimdi gel de böylesi konular bizim zihnimizi zonklamasın, ne mümkün.  Öyle ya,  biz aciz kullar olarak herhangi bir nesnenin alan hesaplamasını yaparken bikere her şeyden önce üç boyutlu bakış açımızla gördüğümüz nesnenin ancak en, boy ve derinliğini ölçüp biçerekten konumunu belirleyebiliyoruz. Bu durumu rakamlarla ifade ettiğimizde çıplak gözle gördüğümüz tüm nesnel olayları yaratılış kodlarımızda var olan üç boyutlu pencereden bakaraktan milimetrenin binde birinin (1/1000 mm) onda dördü (0,4) dalga boyuna tekabül eden bant sınırları içerisinde zihnimizde canlandırıldığı şekliyle görüntüler ve öyle değerlendirdiğimizi idrak etmiş oluruz.  Fizikçiler ise malum kendi bilimsel ilgi alanları olmaları hasebiyle nesnel olaylara optik pencereden bakaraktan elektro manyetik spektrum dedikleri ve gelen radyasyonun dalga boylarına (frekanslar) göre ayrıldığı bantlardan istifade ederekten ölçümlerini yapıp grafiksel ya da pik şeklinde görüntülemeye çalışaraktan değerlendirmelerini yaparlar hep.
         Peki, acaba bizim dışımızdaki canlılarda görüntü algısı boyutu bire bir bizimki gibi aynı mıdır? Bu sorunun cevabını verebilmek için ilk evvela bu durumu ancak canlılar üzerinden örneklendirerekten açıklığa kavuşturabiliriz. Örnek mi? Mesela yılan ve kertenkele gibi canlılar etrafını derinlik boyutundan yoksun baktıklarından eşyayı algılamaları tıpkı ışığın fotoğraf karesine düşen görünümdekinin, yani film şeridine yansıyan görüntünün aynısı gibi görmeleri bunun en tipik örneğini teşkil eder zaten.  Renk bakımdan durum tespiti yapmaya çalıştığımızda ise mesela binek atların yiyeceklerinin saman veya yeşil ot şeklinde otlamalarından olsa gerek yeşil ve sarı renkleri çok rahatlıkla ayırt edebildiklerini,  köpeklerinse tam aksine renk körü oldukları için renk ayrımı yapmadıkları tarzında daha pek çok örneklerle karşılaşmak pekâlâ mümkün.  Malumunuz köpeklerde yaratılışında renk algısı kodu yerine koku alma algısı kodlandığı içindir daha çok koku alma duyuları yoluyla yiyeceklerini ayırt etmekteler. Hatta Pavlov’un içgüdüyle acıkma arasında ilişkiyi ispatlamak adına köpekler üzerinde yaptığı zil sesiyle şartlandırma yöntemine benzer bir yöntemle köpeğin önüne bir takım müzik melodileri eşliğinde yemek verildiğinde de ağız salyasının akıttığı bilinen bir gerçekliktir.  Bu demektir ki köpek veya kedilerin renge karşı ayırt edici hiçbir şekilde seçicilikleri söz konusu olmazken zil sesinde olduğu gibi işin içine sadece kendi yaratılışlarındaki algılayacağı duyu kodları yönünde ancak pür dikkat kesilip ihtiyacı olan nesneye duyarlı olabiliyorlar.  Anlaşılan o ki,  Yüce Allah (c.c)  ihtiyacı olan canlıya renk ihsan ediyor. Mesela arılar diğer canlılar gibi iri gözlü olmamalarına rağmen bir bakıyorsun değişik renkte çiçekleri çok rahatlıkla ayırt edebildikleri gibi sarı iğnesiyle bir yandan nektar elde ederken icabında diğer yandan da beyaz renkle akasya çiçeğini de boş geçmeyebiliyor. Hakeza tavuklar ve maymunlarda yedi tayf rengi ayırt edebilecek donanımda hayvanlardır. Bu arada yine bir başka ilgimizi çekecek üstün donanıma haiz bir balık türü vardır ki, o balık türü bilhassa Güney Mexico ve Kuzey Amerika’daki nehirlerin çamurlu bölgelerinde  ‘Anablep’ diye adından söz ettiren balık türünden başkası değildir elbet. Hiç kuşkusuz onu diğer balık türlerinin yanında ayrıcalık kılan tarafı her iki gözünün alt ve üst extremitelerle donatılmış olmanın avantajıyla çok rahatlıkla hem suyun altını hem de üstünü kolaçan edecek şekilde gözetleyebiliyor olmasıdır. İşte bu nedenledir ki kendisine ‘dörtgöz’ balık denip bu sayede hem dışarıda kendisini avlamak için pür dikkat kesilen kuşları izleyebiliyor hem de çok rahatlıkla suyun altındaki gıdasını aramaya da koyulabiliyor. Tabii tüm maharetleri bunlarla sınırlı değil,  dahası var; mesela dışarıda uçan bir böcek varsa kapana düşürüp avlayabiliyor da. Hani üstün yetenekli kişiler için on parmağında on marifet var denilir ya hep, aynen öylede bu balık türü hakkında da bir çift gözünde dört boyutlu optik marifet var dersek yeridir.  Hakeza bize yine bir başka ilginç gelecek balık türleri de vardır ki,  mesela bu tür balıkların kırmızı ve yeşil arası renkleri çok rahatlıkla ayırt ediyor olmalarıdır.  İşte tüm bu verdiğimiz örneklerden anlaşılan o ki,  renk algısı da aslında dalga boyu ölçeğinde bir çeşit boyut tonlamadır. Derken böylesi bir boyut ortamında her tondan renk tonlamaları değiştikçe dalga boylarının da değişebileceğini idrak etmiş oluruz.
       Tabiî ki her mekânın boyut farklığının yanı sıra canlı cansız her obje arasında boyut farklarının belli bir hesaba göre ayarlandığı muhakkak. Bu yüzden fiziki boyutu tespit için fizik bilimi doğuvermiştir. Birde fizik ötesi âlem vardır ki; o da malum fizikçilerin ölçemeyeceği beşer ufkun ötesinde bir boyuttur. Yani bu demektir ki bizim boyutumuz dışındaki canlı ve cansız varlıklarla birlikte paylaştığımız mekânları ancak üç boyutlu bir bakış açısıyla hem hal olmamıza ve görüntü almamıza izin veriyor. Belli ki bu üç boyutu aşacak hamle ancak ve ancak takva sahibi Allah dostlarına nasip olacak bir durumdur.  Örnek mi?  İşte Miraç olayı bizatihi fizik ötesi âlemin bir başka boyutta olduğunun idrak edilmesine ziyadesiyle yetecek derecede mucizevi örnek bir delildir.  Ancak ne var ki insanoğlu hep gördüğüne inanmak ister ya,  maalesef mucizevi örneklere inanmayanlarda olabiliyor, oysaki çıplak gözle görme olayı dış göz boyutudur.
           Evet, dış göz ancak ve ancak üç boyutu algılayabiliyor. İç göz bir başkadır elbet, ilim irfan ve feraset gerektirir.  İç göz melekemizi çalıştırmadığımız içindir ötelerden bihaberiz.  Tabii bihaber kalışımız gökle yer arasında nice bilmediğimiz canlı cansız varlıkların yok olduğu anlamına gelmez, tam aksine iç içeyiz de. Demek oluyor ki görememenin asla cismin küçük boyutta oluşu veya gök kubbeye uzanan devasa boyutta oluşuyla hiçte ilgisi yoktur diyebiliriz.  Kaldı ki mikro âlemi çıplak gözle göremesek de mikroskop ve spektrofotometre gibi aletlerle pek çok şeyi görebiliyoruz.  Mesela spektrofotometre ile daha çok metrenin milyonda biri ya da milimetrenin binde biri olarak tarif edilen mikron ölçekli dalga boylarında ki maddelerin varlıklarını pekâlâ gözlemleyebiliyoruz.  Hakeza çıplak gözle göremediğimiz bakterileri de çok rahatlıkla mikroskopta pekâlâ görebiliyoruz. Anlaşılan o ki çıplak gözle göremeyişimiz boyut farklılığı ile ilgili bir durumdur. Kelimenin tam anlamıyla bizim algılayabileceğimiz alanların dışında her ne boyutta canlı cansız varlık varsa biliniz ki aramızda olan dalga boyu farklılıklarından dolayı onları göremiyoruzdur.
      Malumunuz melekler çok hızlı hareket eden varlıklar olması hasebiyle beşer boyutundan bakıldığında bize görünmez olmaları son derece gayet tabii bir durumdur.  Nasıl ki laboratuvarda çalışanlar içerlerinde belirli miktarlarda solüsyon bulunan ependorf tüplerini santrifüj godelerine yerleştirdiklerinde örneğin santrifüje 14.000 rpm de start verildiğinde bir süre sonra godelerle birlikte ependorf tüplerini döner halde göremiyorlarsa aynen öyle de arzla sema arasında hızlarına vakıf olamadığımız daha nice canlı cansız her ne varsa onları göremiyor olmamız elbette ki onların yok olduğu anlamına gelmez.  Ki,  bizim beşer olarak bu dünyada 400 ila 700 nanometre aralıkları dışında göremeyeceğimiz nice meleğimsi varlıkların yanı sıra göz retinamızın hassas sinir hücrelerince bile algılanamayacak derecede farklı dalga boylarda dizilen binlerce radyo televizyon dalgaları, radar ışınları, röntgen, gamma ve kozmik ışınların varlığı söz konusudur. Besbelli ki gözümüz ancak 0,4 - 0,7 mikron aralığındaki ışıklara duyarlılık gösterebiliyor.  Hiç şüphe yoktur ki, mutlak manada kanun koyucu olan sadece Allah’tır,  dolayısıyla nice sırlarına erişemediğimiz enerji türünden ışınlar bize aynı zamanda kuantum fizik kanununun varlığını da ortaya koyar. Hakeza renklerde belli kanunlara tabii olarak var olduklarını gösterir. Nasıl mı? Mesela güneşten gelen ışık ilk etapta bize beyaz ışıkmış gibisine algılarız.  Oysaki beyaz ışığı renk analizini tabii tuttuğumuz da çoklu renk ışık karışımından ibaret olduğu görülecektir. Nitekim görünür ışığı cam prizmadan geçirdiğimizde gök kuşağında olduğu gibi yedi tayf renklere ayrıldığını görmek pekâlâ mümkün. Şayet bilim dünyası renk analizlerinden elde ettikleri verileri önümüze koymasaydılar ışık deyince sadece beyaz renk skalası olarak algılayacaktık. Neyse ki önümüze koydukları bilimsel renk analizi verileri sayesinde en kısa dalga boyun mor, en uzun dalga boyunun ise kırmızı rengin olduğunu fark ediverdik.
        Allah-u Teâlâ Kur’an’da  “O semaların, arzın ve ikisi arasındakilerin Rabbidir. Ve O doğuların Rabbi’dir” (Saffât sûresi (37) 5.ayet)  diye beyan buyurduğu ayet-i kerime de ifade edilen ‘doğuların’ ibaresi güneşe kıyasla bildik istikamet manasına bir boyut ibaresidir.  İşte bu ayet-i kerimede geçen doğular ibaresinden hareketle istikamet ya da boyutların varlığına işaret edilen bu husus ister istemez insan zihninde üç boyutun dışında dört, beş, altı diyebileceğimiz daha pek çok boyutların olabileceğini de akıllara düşürüyor elbet. Derken bu noktada boyut arayışı içerisine girildiğinde mesela dördüncü boyutun ‘Zaman’  boyutu olabileceğini idrak etmiş oluruz. Kaldı ki zaman boyutu da bildik saat dilimiyle sınırlı bir boyut değil,  o da tıpkı üç boyut gibi kendi nevi şahsına münhasır diyebileceğimiz bir başka boyut algısıdır. Şöyle ki; kendimizi şu an öğrenci olduğumuzu varsayalım. Hiç kuşkusuz birinci derste çalan zil sesi bize teneffüsü hatırlatacaktır.  İkinci derse girdiğimizde ise çalacak olan zil sesi de bize bir önceki çalınan zile kıyasla ikinci teneffüs dememiz gerektiğini hatırlatır. Böylece bu hatırlatmalar eşliğinde birinci zil sesiyle ikinci zil sesi arasında geçen süreci bir başka boyutta zihnimizde ‘zaman’ algısı olarak addetmiş oluruz.  Öyle ki ikinci zil sesini duyduğumuz andan itibaren birinci zil sesi artık bizim zihnimizde hayalen yaşanmış bir mazi zaman dilimi olur. Derken hayalen hafızada kayıtlı tuttuğumuzla şuan ki yaşanmakta olanı kıyaslayıp kendi zaman algımızı oluşturmuş oluruz. Şayet böylesi bir kıyaslama yapmasak biliniz ki ‘zaman’ kavramından bihaber olacaktık. Zaten beynimiz duyular vasıtasıyla alınan verileri kıyas yaparaktan bir sonuca varır ki, bu noktada tek karar mercii kendi zihinsel bellek yetimizdir. Nitekim zihin dünyamız duyu ve duyu organlarımız vasıtasıyla kendi dağarcığına intikal eden her türlü veriyi harmanlamakla yetinmeyip tüm yaşanmışlıkları,   tüm tecrübi kazanımları, tüm öğrenilenleri ve geçmişteki tüm bağlantılarıyla birlikte anlama,   anlamlandırma ve hıfz etme yetisi olarak da karşımıza çıkar.  Dahası zihin dünyamız beynimizin hem alfabesi hem de veri işleme merkezinin ta kendisi kütüphanemizdir. Değim yerindeyse beyin ve zihin ikilisi etle tırnak misali birbirinden ayrılmayacak derecede iç ve dış gibidirler. Biri somut diğeri soyuttur. Beyin organ olması hasebiyle mekânsal fonksiyon icra eder.  Zihin kodlarımız ise meleke olması hasebiyle fonksiyonunu ancak işlevselliği ile varlığını fark ettirir. Birbirinden farklı fonksiyon icra ettikleri şundan besbellidir ki,  örneğin beyin şöminede yanan bir aleve elimizi dokundurmamak gerektiğini bilmez, sadece iletişimde aracılık rolü üstlenir, malum dokunmamak gerektiğine karar veren tek mercii zihin dünyamızdır. Dolayısıyla zihin deyip geçmemeli. Öyle ya, şayet bir bilgisayar işletim sistemi tüm donanımlara sahip programlarla yüklü değilse mekanik kısım çelikten de donatılmış olsa tek başına hiçbir anlam ifade etmez. Nasıl ki bilgisayarın hafıza kartı deyince akla  ‘harddisk’  geliyorsa aynen öyle de beyin deyince de akla hiç kuşkusuz zihin melekesi gelir. Zira zihin melekesinden yoksun bir beynin daha henüz programı yüklenmemiş bilgisayar harddiskten ya da kurumuş meşe ağaçtan hiçbir farkı yoktur dersek yeridir. Dahası beyin hakkında bünyesinde zihin melekelerini barındıran bir ünitesidir dersek de maksadımızı aşmış sayılmayız. Çünkü böylesi biyolojik donanımlı ünite içerisine şayet zihin kodları kodlanmamışsa beyin ne herhangi bir nesneyi algılayabilir ne de akl edebilir.  İyi ki de Yüce Allah (c.c) beynimize zihin kodlarını kodlanmışta bu sayede çevremizde olan biteni çok rahatlıkla yorumlayabiliyoruz. Yetmedi dünden bugüne bugünden yarına gelecek kurgusu planlaması bile yapabiliyoruz. Böylece ‘dün-bugün-yarın’ üçlü sacayağı ekseninde düşünebilme yeteneğimizle ‘zaman’ kavramının şuuruna ermiş oluruz.  Düşünsenize zihin dünyamızda hafıza kartlarımız olmasa kim bilir halimiz nice olurdu. Aslında ne olacağını az buçuk tahmin edebiliyoruz, o da malum yaşadığımız hayatın öncesini ve sonrasını kıyas edemeyeceğimizden dolayıdır ki hayatı sırf anlık geçişlerden ibaret olarak algılayacaktık.  Nitekim bir insanın yaşı sorulduğunda yaşının kaç olduğu konusunda vereceği cevap o an yaşadığı yılın anlık zaman dilimine göre verilen cevap olmayıp tam aksine doğum tarihinden itibaren tükettiği tüm ömür basamaklarıyla ilgili beyin dağarcığına işlenmiş kronolojik yaş takvimi birikimi doğrultusunda bir cevap olacaktır. Malumunuz geçmişten bugüne zihnimizde canlı tutmaya çalıştığımız tüm hatıralarımız bizim için yaşadıklarımızın dokümantasyonu olurken akılda tutmaya çalıştığımız tüm öğreti cinsten hadiselerde bizim için bilgi deposu diyebileceğimiz hafıza kartımız veya bellek kartımız olur. Yine bir başka meselede malumunuz beynimizi belli bir tertip üzerine alıştırdığımız için yaşanan olayları sürekli ileriye doğru aktığı şeklinde algılarız. Acaba gerçekten zaman ileri akıyor mu, yoksa öyle düşünmeye alıştığımızı için mi beynimiz öyle algılamak ta?  Belli ki bu tür sorulara cevap vermek hiçte kolay gibi gözükmüyor. Çünkü zamanın nasıl aktığı konusu bizi aşan bir husus. Şimdilik zaman için daima mekânlarla beraber ötelere ahes aheste uçup giden izafi bir boyut demek düşer bize.
       Velhasıl-ı kelam; zaman ötelere kanatlanıp an be an saniye şaşmaksızın tüm cümle âlemi selamlayıp yorulmadan akıp gitse de bir gün gelecek o da bütün boyutlar gibi yutulup fani olmaya mahkûm kalacaktır. Ve bu hakikat ‘zaman’ boyutu içinde kaçınılmaz alın yazısıdır.  O halde tüm boyutlara zeval gelene kadar yolun açık olsun demekten başka daha ne diyebiliriz ki.
            Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/uc-boyutun-disinda-boyut-var-mi-5488-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Şub. 04, 2022 6:45 pm

ASLİ VATAN CENNET YURDU
        SELİM GÜRBÜZER

       Ukrayna asıllı Amerikalı fizikçi ve kozmolog George Gamow bakın ne diyor:  “Hayat denilen olgunun aslında termodinamik kanunlarına aykırı olduğunu, buna rağmen yine de canlılık olabiliyor. Normalde Termodinamik kanunların gereği canlılığın olmaması gerekirdi.  Belli ki araya giren bir takım etken faktörler nedeniyle canlılık bir realite olarak karşımızda durmaktadır.”  Ve bu ileri sürdüğü tezi az ötede masanın üzerinde duran bir bardak suyla örneklendirerekten bilim dünyasına sunmayı ihmal etmez de. Tabii bilim dünyasına gösterilen bu örnek sunumda bizim için asıl ders çıkarmamız gereken husus zaten doğup büyüdüğümüz bize ait olan topraklarda suya bakışımızın  ‘ab-ı hayat’ bir bakış olmasıdır.  Şayet suya bakışımız ab-ı hayat bir bakış açısından değil de kimyasal bileşik yönden bakacak olursak su moleküllerinin tıpkı diğer moleküller gibi hareket halinde olduğunu gözlemlemiş oluruz. Ancak bu hareketlilik asla gelişi güzel bir hareketlilik değildir, her şeyde olduğu gibi ab-ı hayat suyun akışı içinde ilk yaratılışında belli kanunlar belli ölçüler tayin edilmiştir. Öyle ya,  hareket halindeki su moleküllerinin ezelde kendisine tanınmış belli ölçülerin dışında normal yatağında akmayıp da devamlı olarak yokuş yukarıya doğru akmış olsaydı tüm insanlığın bir dizi felaketlerle karşılaşacağı muhakkaktı. Bir an yatağında akan suyun sakin halden yüksek basınç kuvvetiyle hortum misali yokuş yukarılara doğru yükseldiğini düşünün,  bu durumda ya tıpkı bulutlardan yerle gök arasına kadar uzanan büyük yıkıcı güce sahip hortum felaketi yaşardık ya da Tsunami dalgasına benzer bir tufan hadisesiyle karşı karşıya kalırdık. Malum dünyanın çeşitli yerlerinde zaman zaman televizyon haberlerinden izlediğimiz felaket haberleriyle gelecekte bir takım fiziki olayların dalga dalga büyüyeceğini ve büyük bir tufanın kopmasının an meselesi olduğunu şimdiden görebiliyoruz.  Gelecekle ilgili öngörülerimiz bize öyle gösteriyor ki küresel çapta her an volkan misali patlamaya hazır düzensiz molekülerin içten içe hareketiyle birlikte büyük bir kıyamet patlaması yaşanacaktır.  
            Evet,  zaman zaman karşı karıya kaldığımız istisnai kabilden olağan üstü felaketler hariç şimdiye kadar dünya ölçeğinde küresel çapta hemen her gün geceli gündüzlü bir dizi felaketler zinciriyle karşılaşmıyorsak bunun sebebi ta evrenin yaratılışında orijinal kanunlarla işleyen kurulu nizamının Yüce Allah’ın  “Ol” emri doğrultusunda bugüne dek vazifesini yerine getiriyor olmasındandır. Ta ki bu durum Yüce Allah’ın “Yok” emri fermanı gelene dek kurulu nizam devam edecekte.  Hiç kuşkusuz dünya fani, baki olan sadece Allah’tır.  Hatta her daim ab-ı hayat gözüyle baktığımız suyun da vakti saati geldiğinde şimdiye kadar ki vazifesinin dışında bir bakmışsın dünyadaki tüm kıtaları yutacak şekilde karşımıza Tsunami felaketi olarak her an çıkması pekâlâ mümkün diyebiliriz. Baksanıza küresel ısınmayla birlikte kutuplardaki buzulların hızla erimeye yüz tutmuş olması daha şimdiden bizi bekleyen büyük kıyametin kopacağına dair alarm zilinin çalacağının işaretini vermekte. Zaten bilim adamlarının adına ‘kıyamet günü buzulu’ dedikleri bu türden alarm veren buz erimelerinin ve buz kaymalarının dünyanın gidişatının ileriki evrelerinde domino etkisi yaparaktan Antarktika’daki diğer buzulları da ardından sürükleyecek küresel çapta büyük bir felaketin yaşanacağına kesin gözüyle bakılmakta bile. Ki, küresel boyutta buzulların sürükleyeceği böylesi bir felaket tabloyla karşılaşmak kıyametin kopuşu demek olacaktır.  Malum,  kıyamet koptuğunda fani olan hiçbir şey aslını koruyamayıp ahirette ebediyete mal olacak yeni bir format âlemle yüzleşmiş olacağız. Nitekim kıyametin kopuşuyla birlikte ab-ı hayat suyun dünya tarlasındaki akış konumu bu kez format değiştirip ahiret tarlasındaki akacak olan yatağı doğrultusunda bir formatta ivme kazanacaktır. Bir başka ifadeyle ahiret tarlası cennet ve cehennemin yer aldığı bambaşka formatta ebedi bir âlemdir. Şu an yaşadığımız dünya tarlasından çok farklıdır.  Nasıl mı?  Bilindiği üzere zaman,  ağırlık,  çekim kuvveti gibi pek çok fiziki kanunlar dünya için geçerli kanunlardır,  bu tür dünya formatında ki kanunlar Cennette yok hükmündedir. Dolayısıyla cennette enerjiye de ihtiyaç kalınmayacaktır. Dünya hayatımızda malum yer çekim kanunlarına tabii olmamız hasebiyle kendi kendimize gerçekleştirdiğimiz pek çok eylemlerimiz için mutlaka enerji sarf etmemizi gerektirir, bu kaçınılmazdır.  Bu arada unutmayalım ki, kütle çekim ivmesi sadece dünya sathında konumlanmış cisimlere has bir özellik değildir, gök cisimleri de buna dâhildir. Nitekim zaman zaman gök cisimlerinin yörüngesinde ve yüzeyinde ki cisimlerin gerek güneşin çekim ivmesinin etkisiyle gerekse gezegenler arası çekim etkisiyle tıpkı meteor taşları türünden düşmelere yol açabiliyor.  Ancak buradan şu anlaşılmasın çekim kuvveti sadece düşmek için vardır diye,  hiç kuşkusuz çekim kuvveti daha çok tüm gök cisimlerini dengede tutmak için vardır.   Örnek mi?  İşte kütle çekim kanununu güneşin çekim gücüne bağlı olarak dünyada deniz kabarmalarına yol açan gel git hadiseleriyle gözlemleyebildiğimiz gibi atmosferdeki hava akımını yeryüzüne bağlama cihetiyle de ivme kazandığında dünya atmosferini oluşturan gazların bulundukları konumdan öyle kolay kolay uzaya firar edemediklerini de gözlemleyebilmekteyiz. Anlaşılan o ki,  kütle çekim kuvvet kanunu hem dünyamızı hem de uzayda serbest halde dolaşan atomları denge de tutup ivme kazandırmak için vardır. Derken Yüce Allah’ın halk ettiği çekim kanununu sayesinde uzayda konumlanan atomlar bir anda kozmik bulutların oluşumuyla birlikte yoğunlaşıp yıldız kümelerini meydana getirmek gibi bir misyon yüklenmiş olurlar da.  Öyle anlaşılıyor ki, dünyamız kendine özgü yarıçapı ve kendine özgü kütle yapısıyla sanki kurulu saat misali hiç dur durak bilmeksizin yer çekim kuvvetinin etki gücü eşliğinde atmosfere göbekten bağlı konumlanmış durumdadır. İyi ki de göbekten bağlı konumdayız, baksanıza yerle gök arasında çekim kanunun etkisi sayesinde:
      -Bir bakıyorsun soluduğumuz havanın dünya sathında dolaşıma girmesiyle birlikte nefes almamız sağlanmakta,
      -Bir bakıyorsun atmosferde şimşek çakması eşliğinde yağacak olan yağmurun yer çekim kuvvetinin etkisiyle adeta bulutlardan paraşütle atlarcasına dünya sathına güvenli bir şekilde çizil çizil inişi sağlandığı gibi bizde bu arada beşer olarak yağan yağmurun rahmet ve bereketinden de istifade etmiş oluruz,  
      - Bir bakıyorsun yer çekimi kanunu sayesinde dünyada ayağımız yerden kesilmediği gibi bu arada dünyanın dış kabuğundan sağ sola savrulup fırlamaktan kurtulmuş oluruz da.  
         İşte yukarıda madde madde sıraladığımız içimizi ferahlatacak bu söz konusu kurtuluş reçetelerin hepsi bunlarla sınırlı değil, dahası var elbet.  Ama asıl bunlardan daha öte bizim için asl olan ebediyete mal olacak kurtuluş reçeteleri çok mühimdir. Bunun için de mutlaka cennet yurdunun kapısından içeri girebilmemizi sağlayacak kurtuluş reçetelerini uygulamaya ihtiyaç vardır.  Düşünsenize kâinatın yaratılışından bugüne geldiğimiz noktada halen başımıza gök kubbeden taş yağmıyorsa evrenin yaratılışında kodlanmış çekim gücü kanunlarının milim sapmaksızın işliyor olması sayesindedir. Ancak şu da var ki evren kanunlarının da ömrü bir yere kadardır. Bu demektir ki dünyanın yaratılışından beri kodlanmış mevcut fiziki kanunlar bizi bir takım felaketlerden ancak bir yere kadar koruyabiliyor.  İşte bir yere kadar denilen o nokta hiç şüphe yoktur ki büyük kıyamet denen hadiseyle nihayet bulacaktır. Ki o gün geldiğinde dünya için geçerlilik arz eden kanunlarında miadı dolacağından değil tüm insanlığı korumak kendini bile korumaktan aciz kalacaktır. Dahası gerek dünya için geçerlilik arz eden kanunların son bulmasıyla gerekse dünyada yer çekim kanunlarına bağlı olarak üzerimize ağırlık oluşturan birtakım eylemlerimizin bedenimizde yol açtığı yıpranmışlığın getirdiği ihtiyarlık ve ardından gelen ölümle birlikte ahiret kanunlarıyla buluşmamıza kapı aralanmış olacaktır. Derken eninde sonunda dönüp dolaşacağımız mekân, yani en son konaklayacağımız ebedi durağımız ya cennet yurdu olacaktır ya da cehennem. Hiç şüphe yoktur ki ebedi yurdun kapısından içeri girdiğimiz de burada dünyadaki gibi yer çekim kanunlarının bir hükmü olmayacağından artık tüm ağırlıkların üzerimizden kalkıp yerini ya cennet yurdunda uçmaya ya da cehennem yurdunda yanmaya bırakacaktır.
          Şayet ağırlıkların üzerimizden kalkması nasıl bir şeydir diye merak edip bunu araştırmaya koyulduğumuzda bunu dünya için geçerli olan kanunlar üzerinden bile örneklendirmemiz pekâlâ mümkün. Şöyle ki hemen hepimiz Arşimed kanunuyla adından sıkça söz ettiren Arşimed hikâyesini duymuşuzdur elbet. Malum bu hikâye devrin Kralının kuyumcudan aldığı tacın saf altından mı, yoksa gümüş bakır karışımından mı hazırlandığı kuşkusu üzerine başlar. Kral bunun üzerine dönemin süper zekâsı diyebileceğimiz şu hepimizin bildiği meşhur Arşimet’i sarayına çağıraraktan kafasına takılan kuşkuların giderilmesini talep eder.  Derken Arşimet günlerden bir gün yıkanmak için girdiği banyoda bir yandan Kralın kuşkularını giderecek suallerin cevabını düşünürken diğer yandan da küvete su doldurmakla zihnen meşgul oluyordu.  Hatta öyle o kadar zihni meşguldü ki neyse ki küvette ki su taşmadan son anda musluğu kapatması gerektiğini akl edebilmişti. Sıra yıkanmaya gelmişti ki,  küvete girer girmez birde ne görsün taşan suyun hacmi, küvette suyun içinde duran vücudunun hacmine eşit hacimde taşmış durumda.  Böylelikle taç gibi katı maddelerin hacminin bu metotla çok rahatlıkla ölçülebileceğini fark ediverdi. Öyle ya, şayet taç ağzına kadar suyla dolu bir kabın içine daldırılırsa su taşacaktır, dolayısıyla taşan suyun hacmi ölçüldüğünde ister istemez tacın hacmi de kendiliğinden ortaya çıkmış olacaktır. Derken kuyumcu huzura çağrılır, eski saf altından yapılı taçla yeni tacın mukayesesi için her iki tacı da eşit hacimde ayrı ayrı ağzına kadar su dolu kapların içine daldırıldığın da yeni tacın daha çok su taşırdığı görülür. Malum kuyumcular saf altını 24 ayar olarak adlandırırlar hep, şayet bir altın 14 ayar ise biliniz ki o 14 ayar altının içinde %58 altın, bakır veya başka metallerle karışım halde desteklenmiş bir altındır.  Her neyse   günün sonunda Arşimet’in ‘buldum,  buldum..’ diyerekten  sevinç naraları eşliğinde yarı çıplak bir vaziyette dışarı fırlatan   bu  öykünün  arka planında   yatan  hakikati şöyle enine boyuna bizim  zaviyemizden baktığımızda Yüce Allah’ın ezelde yarattığı suyun kaldırma kuvveti kanununu bulmanın sevinç çığlığının dışa taşması hadisesi  olarak yorumlamamız icab eder.  Arşimet açısından meseleye baktığımızda ise Kralın kafasına takılan suallerin cevabını bulmanın iç dünyasında dalgalanmanın verdiği heyecanla “buldum buldum”  dediği zaten tabiatta var olan kanununu açığa çıkarmanın ta kendisi bir çığlıktır bu. Tabii etraftan onun bu halde görenler hakkında delirmiş deseler de çokta önemi yok nihayetinde böylesi bir kanunu bulmak adına deli yaftası yemeye değer de. Kaldı ki Arşimet bu kanunu bulmakla Yüce Allah’a inananlar üzerinde yeni bir ruh iklimi,  yeni bir heyecan dalgası oluşturmasına vesile olur.  Nitekim bulduğu kanunun inananlar üzerinde ki zahiri etkisi sefasını ve cefasını çektikleri şu fani dünyanın sırtlarına bindiği yük ağırlığından bir an evvel kurtulma arzusunun yanı sıra birde öteki âleme yol alırken ruh dünyalarında kuş tüyünden hafif altından ırmaklar akan Cennet yurdunun  ‘Kevser’ havzasında doyasıya su içme iştiyak etki oluşturmasıdır.  
         Arşimet prensiplerinden de öyle anlaşılıyor ki, su kendi yoğunluğundan bile az yoğunluğu sahip olan cisimleri yüzeyine kaldırma kuvvetiyle itebiliyor. İşte yoğunluk farklılıklarından ortaya çıkan kaldırma kuvveti etkisiyle su üzerinde yüzen cisimler tıpkı tahta parçalarında olduğu gibi itme kuvveti sayesinde yüzer hale gelebiliyorlar.  Peki, tüm bunlar iyi hoşta,    suyun kaldırma kuvveti olur da havanında kaldırma kuvveti olmaz mı? Elbette ki olur. Hem nasıl ki suyun kaldırma kuvveti denen bir kanun var mıdır sorusuna Arşimet’in yıkanmak için girdiği küvet hadisesiyle böylesi bir kuvvet kanunun varlığının cevabı karşılık bulduysa aynen öyle de Otto von Gueric’te baroskop denen aletle de havanın kaldırma kuvveti var mıdır sorusunun varlığının cevabı da kendiliğinden karşılık bulmuş oldu.  Her neyse sonuçta gerek Arşimed, gerekse Otto von Gueric’in keşfettiği kaldırma kuvvet kanunlarının zihnimizde ufuk açtığı şundan besbellidir ki hem cennet yurdumuzda altından akan ırmaklarda tıpkı bir balığın yüzmesi şeklinde su üzerinde hafif kalacağımızı söz eder hale gelmiş durumdayız,  hem de bir kuş misali uçacağımızdan. Hele mademki tabiat kanunları da icabında öteki âlem için bir ipucu delil, bir işaret veri olabiliyor, o halde ne duruyoruz inananlar için hazırlanmış kuş tüyü misali hafif mi hafif,   narin mi narin altından yumuşakça akan ırmakların aktığı böylesi mükemmel hat üzere kurulu asli cennet vatandan niye söz etmeyelim ki.  Bakınız Kur’an da; “Sidretü’l Münteha’da ki barınılacak cennet, onun yanındadır” (Necm suresi ayet 4–15)  ayet mealinde geçen ‘Sidretül münteha’ ifadesiyle yaratılış ve mekânlar arasındaki sınıra işaret buyurularaktan inananlar için o hatta konumlandırılmış asli cennetin varlığı müjdelenmekte bile.  Hakeza Miraç mucizesi de inananlar için zaman ve mekânı aşacak boyutta müjde bir yolculuk hattıdır. Nitekim Peygamberimiz  (s.a.v) Mirac’a yolculuk yaparken Sidretü'l Münteha’ya geldiğinde melek; ‘Ben ancak buraya kadar gelebilirim, bundan ötesine taşamam’ diyerek Allah’ın izniyle Peygamberimiz (s.a.v)’e mekân ve zamanın ötesine geçme imkânı tanınmıştır. Yani bu demektir ki Allah Resulü maddi hat sınırının ötesine ancak Yüce Rabbimizin izniyle geçip Mirac Mucizesi gerçekleşebilmiştir. Hatta Allah Resulü (s.a.v) bu yolculukta Kevser havuzundan şöyle söz eder de:
       -“Ben Cennet’te yürürken önüme nehir çıktı. Onun iki kenarı da inci kubbelerinden ibaretti. Meleğe dedim ki; “Bu nedir?” Melek: “İşte bu, Allah’ın sana verdiği Kevser’dir.” Dedi. Sonra melek elini nehrin toprağına uzatıp ondan misk çıkardı. Ardından ben, Sidretül Müntehaya yükseltildim. Orada büyük bir nur gördüm” (Bkz. Tirmizi).  
        Yetmedi Mirac dönüşü Allah Resulüne ‘Kevser’ nedir diye de sorulduğunda Resulullah (s.a.v)’in verdiği cevap son derece manidardır. Cevaben der ki:
        -“Kevser,  Allah’ın Cennette bana verdiği bir nehirdir. Toprağı misktir. O sütten daha beyaz, baldan daha tatlıdır. Ondan kuşlar su içmeye gelir. O kuşların boyunları deveboyunları gibidir.”  Ve bu arada Hz. Ebubekir (r.a):
        -“Ey Allah’ın Resulü, bunlar ne hoş şeylerdir” der. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) tebessüm ederek:
         - “Onları yemek daha hoştur” der.(Bkz. Ahmed bin Hanbel, Müsned)
        Malumunuz cenneti varlığı sadece Miraç mucizesiyle teyid edilmiş değildir, diğer semavi kitaplarda da sekiz adet cennet varlığından bahsedilir. Özellikle bunlar arasında Cennetül Meva’nın maddi sınırın bittiği yerden başladığına dikkat çekilir. Hatta Allah-ü Teâla kullarına halk ettiği cennetten beyan buyururken  “Altından ırmaklar akan cennet’’  diye beyan buyuruyor. Dikkat edilen Yüce Allah’ın beyan buyurduğu ayet-i kerimede 'içerisinden ya da üstünden akan cennet ırmağı'  ifadesi geçmiyor, adeta altı çizilerekten üzerine basa basa    'altında ırmaklar akan cennet' ifadesi geçiyor.  Öyle ya, ‘içerisinde’ ibaresiyle ‘altından’ ibaresi farklı tonlamalardır. Dolayısıyla altından akan ırmaklar ifadesinden maksat nedir ne değildir diye dikkatlice odaklanmamızda fayda vardır elbet. Gerçekten de bu ifadeye odaklandığımızda ırmağın altından akması ifadesi tam manasıyla bir fiziki gerçeği ortaya koymaya yeter artar da. Belli ki Yüce Allah (c.c) beşer idrakinin bu fiziki hadiseyi idrak etmesi için özellikle ağırlık ve çekim etkisinin yumuşaklığını anlamlandırmaya yönelik  ‘Altından akan ırmaklar’ ifadesiyle kelamını dikkatimizi celb eylemiştir.  Farzı muhal şayet ayet-i celile de geçen bu ifadenin yerine  'içerisinden akan cennet ırmağı'  geçmiş olsaydı bu kez ağırlık ve çekim etkisinin yumuşaklığından söz etmeyip tam aksine Newton’un keşfettiği yer çekim kanunundan, yani kütle çekim veya ağırlık etkisinden söz ediyor olacaktık.  Ki böylesi fiziki hadise zaten dünyamıza mahsus fiziki bir hadisedir, asla asli vatan cennet yurdumuza ait bir fiziki hadise değildir.  
         Evet,  Rabbül Âlemin beşer idrakinin anlayabileceği bir kelamı üslupla dünya hayatı ile cennet hayatının arasındaki farkı söz konusu ibarelerle ortaya koyaraktan fizik ötesi âleme dikkatimizi çekmeyi murat etmiştir. Hatta Allah-ü Teâlâ bundan öte narin ve zarif manasına gelebilecek “altından ırmaklar akan” diye tanımladığı cennet yurdunu inanan ve itaatkâr kullarına hediye etmeyi de murad eylemekte.  Öyle ya, madem Yüce Rabbimiz böyle murad eyliyor, o halde inananlar olarak bize  ‘cennet annelerin ayağı altındadır’ hadis-i şerifin sırrınca  “altından ırmaklar akan”  cennete girmek için Allah’ın emirlerine safı gayretle itaat etmek düşer.  
        On sekiz bin âlem sayfa sayfadır. Yani yaratılan her bir âlem yaprak yaprak açılan sayfalar hükmündedir. İşte bu açılan sayfalardan biri de cennettir. O halde ne mutlu sonsuzluk üzere dizayn edilmiş cennet yurduna kavuşabilene.
       Velhasıl-ı kelam, ölümlü dünya ile ölümsüz cennetin farkını gravitasyon (kütle çekim) kavramı ile aralamaya çalıştık ancak, sonrası bilgimizin ötesinde ve bizleri aşar da.
          Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/asli-vatan-cennet-yurdu-5504-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim C.tesi Şub. 12, 2022 2:57 pm

TOPRAK ANA
          SELİM GÜRBÜZER

         Toprağın doğurganlığı hakkında birçok edebiyatçı ona atfen toprak ana demekten kendini alamamıştır. Baksanıza hem karada hem su da hemen hemen her yerde toprağın doğurganlığıyla yüzleşiriz. Bu yüzden her cins toprağa ‘Toprak ana’ deriz hep. İşte ana yüreği bu ya,   en nihayetinde gideceğimiz yer kara toprağın bağrı olacaktır. Düşünsenize çiftçiler hayatları boyunca toprakla hep haşır neşir olduklarından tıpkı toprak gibi yürekleri buram buram sevgi tohumu kokmaktadır. Öyle anlaşılıyor ki, toprak ana bizim olan topraklarda gerek kültürel harcımız bakımından gerekse şehit kanlarıyla sulanıp vatan addedilmesi bakımdan kıymet değer bir anamızdır. Hiç kuşkusuz toprak anayı kültürel ve şehit kanları yönüyle yâd etmek yetmez,  bilimsel yönüyle de yâd etmek gerekir.  Bu yönüyle yâd ettiğimizde bilim dünyasında gerek toprağın fiziki, kimyasal, biyolojik ve jeolojik bakımdan gerekse toprak çeşitliği bakımdan pek çok anlam karşılığının olduğunu görürüz. Madem öyle,   daha ne duruyoruz bir bakalım her toprak cinsi anamızın bilim dünyasında karşılığı neymiş bir görmeye çalışalım.
       Tuzlu topraklar
       Bakınız; Yaşar Kemal Toros dağlarının eteklerinden Akdeniz kıyılarına doğru yol alırken kaleme aldığı bir romanında buram buram deniz ve tuz kokan toprakları şöyle tasvir eder: “Toros dağlarının etekleri ta Akdeniz’den başlar. Kıyıları döven ak köpüklerden sonra doruklara doğru yavaş yavaş yükselir. Akdeniz’in üstünde daima, top top ak bulutlar salınır.  Bu kıyılar dümdüz, cilalanmış gibi düz killi topraklardır. Killi toprak et gibidir. Bu kıyılar deniz kokar, tuz kokar. Tuz keskindir. Düz, killi, sürülmüş topraklardan sonra Çukurova’nın bükleri başlar. Örülmüşçesine sık çalılar, kamışlar, böğürtlenler, yaban asmaları, sazlarla kaplı, koyu yeşil ucu bucağı belirsiz alanlardır bunlar. Karanlık bir ormandan daha yabani, daha karanlık!”          
      Evet, bizim coğrafyamızda et gibi killi topraklardan tutunda kumlu, humuslu ve buram buram tuz kokan topraklarımıza birde toprak analizi yönünden baktığımızda bir başka manzarayla karşılaşırız elbet. Nasıl mı? Mesela Türkiye’nin değişik bölgelerinde denk geldiğimiz NaCl2 (Sodyum klor), NaSO4 (Sodyum sülfat), CaCl2 (Kalsiyum klor)  ve MgCl2 (Magnezyum klor)  gibi suda eriyen tuzların toprağın üst tabakalarına doğru birikip humus kısmının çökmesiyle tuzlu toprak manzaralarının oluştuğunu görürüz.  Tabii ülkemizde tuzlu topraklardan başka daha pek çok toprak analarımızın varlığını da yüreğimizde taşırız. İşte yüreğimizde varlığını hissettiğimiz bu söz konusu tuz kokan toprak katmanların oluşumunda bilhassa A horizonun, alt A1 katmanının analizleri uzmanlara tarafından yapıldığında organik bakımdan zengin humus toprağının siyahımsı renkli olduğunu müşahede etmiş oluruz.   Hakeza toprak analistlerinin A2 horizon formuna geçişte ki toprağın analizini yaptıklarında, yani onların şahitliğinde bu kez siyahımsı bu humus katmanının yıkanaraktan renginin git gide açılıverir hale büründüğünü müşahede etmiş oluruz.  İşi daha da ileri boyutlara taşıyan toprak analistleri A2 katmanının altındaki C horizonun humus toprağının analizini yaptıklarında yine onların şahitliğinde bu söz konusu horizonun jips borular halinde katmanlaştığını müşahede ederiz. Derken bir dizi toprak katmanlarının alt tabanına süzülerekten birikmiş tuzlu suların etkisiyle güçte olsa erimeye yüz tutan jipsin çökmesiyle birlikte tuzlu toprağın oluşumu gerçekleşmiş olur. Ancak şu da var ki toprak katmanlarında süzülerekten biriken tuz birikimleri bir bakıyorsun yağışlı mevsimlerde yağmur sularının etkisiyle çok kolayca eriyebilen bir tuz tabakası halinde karşımıza çıkabiliyor. Ki;  böylesi aşamalardan geçerekten toprağın derinliklerinde süzülmek suretiyle oluşan tuz birikimli bu tip topraklar Amerikan literatüründe ‘beyaz alkali topraklar’ olarak tanımlanırken Rus literatüründe de yüzey tuz kırıntıları şeklinde yüksek miktarda eriyebilir tuz içeren manasına ‘solonçak topraklar’ diye tanımlanır.  Anlaşılan o ki; gerek iklim bakımdan gerekse coğrafi özellikleri bakımdan tuz birikimine müsait şartların oluştuğu bu tip topraklarda Na (sodyum) miktarının  %15 civarlarda seyretmesi adından tuzlu topraklar olarak söz ettirmesine yetiyor zaten. Bu arada tuzlu toprakların vejetasyonunda etken unsur olarak salsola, salicornia, suedea, limonium, tamarx gibi bitki türlerinin çok büyük rolünün olduğunu unutmamak gerekir.
       Tuzlu Sodyumlu Toprak Analar
       Tuzlu sodyumlu toprak analarımızın adından da anlaşıldığı üzere sodyumlaşma ve tuzlaşma işlemlerinin sonucu bir tertip üzere oluşmuşlardır. Daha ziyade böylesi toprak anaların bağrında   % 15’i aşan bir oranda Na (sodyum) içeren hammadde bulunur. İşte bu nedenledir ki böylesi sodyum içeren toprak analar tuzlu topraklar olarak nitelenirler. Ve bu tip topraklarda pH değeri zaman zaman 8,5’un üzerine de çıkabiliyor. Şayet bu tip toprakların bağrında birikmiş tuzlar daha alt tabakalara doğru yıkanaraktan tuz oranı seyrelmeye yüz tutmuşsa ister istemez bu durumda toprak ananın içeriği değişeceğinden bu kez tuzsuz sodyumlu toprak ana olarak niteler ve ona o gözle bakarız da.   Yani bu demektir ki toprak eriğindeki tuz yoğunluğunun azalması sonucu, yani sodyumun hidrolize olmasıyla birlikte NaOH içerikli (sodyum hidroksit içerikli)  bir toprakla yüzleşmiş oluruz.  Derken tuzların yıkanmasıyla birlikte ortaya çıkan böylesi toprak ananın pH değeri 8,5 civarında bir kuvvetli alkali reaksiyon göstereceğinden bu durumda tuz zerreleri dispers (dağınık)  halde toprağın işlenmesini bir hayli güçleştirecektir. Ama ne ilginçtir ki böylesi bir dağınıklığa rağmen yine de tuzlu sodyumlu toprak ananın bağrından neşvünema bulacak bir takım bitki türleri hayat bulup gün yüzüne çıkabiliyor. Örnek mi? İşte:  
      -Trifolium fragiferum,
      -Geranium collinum
      -Puccinellia Palustris,
      -Scirpus maritimus gibi bitki türleri bunun en tipik örneklerini teşkil eder zaten. Hiç şüphe yoktur ki toprağın bağrında her türlü bitkiye hayat verip çeşit çeşit bitkileri yaratan Yüce Allah’tır. Biri tatlı ve leziz, diğeri tuzlu ve acı olan her türlü meyveyi ve bitkiyi birbirinden ayıran da O’dur.  Gök kubbeden suyu indirip ölü toprağı diriltende O’dur.  Bu yüzden Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır.
      Tuzsuz sodyumlu Toprak Analar
      Tuzsuz sodyum topraklar Amerikan literatüründe ‘Siyah alkali topraklar’ olarak addedilirken Rus literatüründe ise ‘Solonetz topraklar’ olarak addedilir. Bu topraklar yağışlarla birlikte toprağın üst tabakalarında tuzların yıkanması veya kimyasal sodyum-humus karışımı bir şekle dönüşmesi sonucu meydana gelir. Böylece kurak ve yarı kurak bölgelerin topraklarında sıkça rastlanan pH değerinin yüksek çıkmasına sebep olan NaCO3’ın (Sodyum karbonatın) hidrolizi neticesinde; 2H2O + 2Na + 2 CO3 ↔ Na2CO3 + 2OH-  +   H2CO3 şeklinde bir bileşenle denklemde yerini almış olurlar.  Ve bu tip topraklara örnek olarak ise Puccinella convolata, Artemisia maritima ve Kochia prostrata gibi bitki türleri gösterilir.
     Tuzcul Bitkiler (Halofitler)
     Adından da anlaşıldığı üzere tuzlu topraklarda yetişen bitkilere halofitler denir. Bu tür bitkilerin gelişmeleri topraktaki belirli oranda aldıkları tuz miktarıyla belirlenir. Böylece bitkiler hücrelerinde belirli oranlarda aldıkları tuz miktarlarından hiçbir şekilde zarar görmeksizin dayanıklılık sergilerler. Sergiledikleri tuzluluğa karşı tahammül göstereceği dayanıklılık oranları şu şekilde belirlenmiştir:      
   -NaCl2’lü bir eriğin  % 5’i NaCl2 de ki osmotik değer miktarı 4,2 Atm.
    -NaCl2’lü bir eriğin  % 1’i NaCl2 de ki osmotik değer miktarı 8,3 Atm.
    -NaCl2’lü bir eriğin  % 5’i NaCl2 de ki osmotik değer miktarı 20 Atm.
    -NaCl2’lü bir eriğin  % 5’i NaCl2 de ki osmotik değer miktarı 41,8 Atmosfer basınç birimidir.
    İşte görüyorsunuz toprak eriğinde NaCl2 (Sodyum klor) miktarı arttıkça toprağın emme kuvveti de o nisbette artmakta. Dolayısıyla halofitler hariç bu tip topraklar başka tür bitkiler için yetişmeye elverişli değildir diyebiliriz. Zira tuzlu topraklarda yetişen bitkiler hücrelerinde sürekli olarak sodyum klor birikimini gerçekleştirebilme özelliklerinin yanı sıra topraktaki su ve besin maddelerini alabilmek için de osmotik basıncı toprağın emme kuvvetinden daha fazla artırma faaliyetini gerçekleştirebilme özelliklerine de haizdirler. Ancak şu da var ki toprakta tuz miktarı arttıkça su ve besin gibi temel maddelerin alımında gittikçe bu tür bitkiler içinde bir takım güçlük durumlar söz konusudur. Hatta öyle ki bitki hücrelerinde osmotik değer toprağın emme kuvvetine eşit olduğunda topraktaki su, osmotik basınca bağlı olarak bitki tarafından alınması durur da. Dahası bu gibi durumlarda değim yerindeyse tuzlu toprak bitki için zehir zemberek olmakta.  Bilhassa bu tür zehirlenme etkisi kültür bitkilerinde daha sık görüldüğü bilinen bir durumdur. Sebebi malum kültür bitkilerinin bünyesinde tuzun vereceği zarara karşı herhangi bir koruyucu mekanizmaları olmadığından mukavemetsizdirler. Nitekim bu durum toksik zehirlenme denen hadiseyle kendini göstereceğinden netice itibariyle bitkide klorofil azalır, nişasta hidrolize olur, solunum artar, bitki için madde üretimi alışverişi geriler, fotosentez yapamaz haller nükseder. Ve bu tip tuza mukavemet derecesi gittikçe azalma eğilimi gösteren bitki türlerine örnek olarak ise:
          -Baklagiller,
          -Mısır,
          -Şeker pancarı,
          -Buğday,
          -Yonca,
          -Çavdar,
          -Yulaf,
          -Arpa vs gösterilir.
           Şu bir gerçek deniz suyunun yoğunluğu % 3,5–3,8 arasında değişiklik arz ederken halofitler hücre özsularında % 9-10 oranına varan miktarlarda tuz birikebiliyor. Ki, bahse konu olan bu değer 80–90 atmosfer basıncına tekabül eden bir değerdir. Zaten bir bitkiye halofit türü bitki diyebilmemiz için her şeyden önce o bitkinin hücre özsuyunun osmotik değerinin  % 50 seviyelerde olması gerekir.  Tabii bu tür bitkilerin bu denli yüksek seviyelere erişmiş haldeki tuz yoğunluklarına nasıl dayanabiliyorlar olduklarını da doğrusu hayreti şayan bir hadise olarak şaşmamak elde değil. Belli ki bu olay bitki bünyesinde var olan bir takım otokontrol mekanizmalarıyla halledilebilecek türden bir dayanıklılık hadisesi şeklinde tezahür etmekte.  İşte insanı hayreti şayan içerisinde bırakan böylesi bir hadisede bitkinin kendince aldığı otokontrol benzeri önlemleri alabileceğini göz önünde bulundurduğumuzu düşündüğümüzde adına tuzcul denen halofit bitki türleri şu şekilde tiplendirilir:  
1-)Kümülasyon tip
         Bu tip tuzcul bitkiler vejetasyon devresi boyunca hücre özsuyu yoğunluğunu ve osmotik değerini maksimal  (en yüksek) seviyelere çıkarmakla meşhur bitkilerdir.  Örnek: Juncus gerardi.
 2-)Regülâsyon tip
Bu tip tuzcul bitkiler hücre içerisinde hiçbir zaman osmotik değer ve iyon miktarı maksimal seviyelere ulaşmayacak derecededir. Dolayısıyla bunlarda kendi aralarında tasniflenip iki grup halde tiplendirilirler:
 a- Tuz ifraz eden halofitler
        Bu tür bitkiler de bünyelerine fazlaca aldıkları tuzu yapraklarında depoladıkları tuz cepleri vasıtasıyla aktif olarak atarlar.  Derken ifraz (salgı) edilen tuzla birlikte böylesi bitki türleri bünyesinde ki sodyum klor (NaCl2) konsantrasyonu belirli aralık sınırları arasında tutmuş olurlar. Örnek: Statice, Tamarix spp.
         b- Tuz ifraz etmeyen halofitler
         Bu guruba dâhil olan tuzcul halofitler ise bünyelerinde herhangi tuz ifraz etmeksizin hücrelerinde su biriktirerek tuz bilânçolarını dengede tutan bitkilerdir. İşte bu nedenledir ki biyolojide böylesi bitki türlerinin gövdelerinde dallarında ve yapraklarında kendi iç mekanizmalarıyla gerçekleştirdiği su tutma ve biriktirme hadisesi ‘sukkulent’  olarak tanımlanır. Belli ki sukkulent olayında bitki hücresine bir takım dış tesirlerin etkisinin rolü neticesinde ancak tuz ifrazı gerçekleşebiliyor. Nitekim sukkulent olayında alınan su yaprak ve gövdede mezofil veya özel parankima hücrelerde birikir. Ve bu olayda organların yüzey kısımlarında bir indirgenme hadisesi vuku bulurken hücrenin hacminde ise bir artış kaydedilir. Malumunuz kuraklığa bağlı olarak da sukkulent durumu su kaybını önlemeye yönelik kseromorf hadise olarak tezahür eder. Bazı olağan hal durumlarda vardır ki bitkinin epidermis hücreleri küçüldüğünde her milimetre kareye isabet eden alanda stoma sayısı artarken bazı durumlarda da tam aksine tuz sukkulenti yüksek yoğunluktaki iyonların tesiriyle aktif halde epidermis hücreleri büyüyüp her milimetre kareye isabet eden alanda stoma sayısı azalabiliyor. Malum, stoma sayısının azalması demek aynı zamanda su kaybını önleyen stoma hücrelerinin de azalması demektir.
        Hâsılı tuz ifraz etmeyen halofitler içinse California, salsola, Sueda maritima, Atriplex Portulacoides gibi bitki türleri örnek gösterilir.
Ekolojik bakımdan özel yetişme alanları ve vejetasyonları
     Tuzlu topraklar
      Toprakları tuzluluk şekillerine 3 kısma ayırabiliriz:
        -Tuzlu topraklar,
        -Tuzlu sodyumlu topraklar,
       -Tuzsuz sodyumlu topraklar.
       Toprakta eriyebilir tuzlar genellikle Na, Ca, Mg katyonları ile Cl,  SO3 (sülfat) anyonlarından teşekkül edip, az miktarda ise K (potasyum)  katyonu,  karbonat (CO3) ve NO3 anyonları bulunmaktadır. Mesela CO3 ve bikarbonat iyonlarının nispi oranda bulunma miktarı pH değerine bağlı olarak seyretmektedir. Hatta pH değeri 9,5 veya daha fazlası olduğu durumlarda bile CO3 iyonları kendini gösterebiliyor. Bazı bölgelerin tuzlu topraklarında ise ağırlıklı olarak NO3 anyonu fazla miktarda göze çarpar.
        Yapılan jeolojik çalışmalar sonucunda yer kabuğunda ortalama 5/10.000 Cl (klor), 6/1.000 SO3, %2,3 Na (sodyum), Ca (kalsiyum) ve Mg (Magnezyum) gibi elementler bulunduğu belirlenmiştir. Muhtemeldir ki kâinatın yaratılış safhasının başlangıcından beri denizi oluşturan sular asidik karakterde olup, bu suların temas ettiği kayalardan eriyen metallerden sızan sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzların zamanla deniz suyunun muhteviyatını oluşturduğu anlaşılmaktadır. Zira kayalardan ufalanmış metallerin hidroliz, hidratasyon, çözünme, oksidasyon ve karbonasyon gibi birtakım kimyevi işlemlerle parçalanması sonucunda tuzlar tedrici olarak açığa çıkıp eriyebilir duruma geçebiliyor. Ayrıca her ne kadar karbondioksitin menşei atmosferik veya biyolojik kaynaklı olsa da su (H2O)  içerisinde karbondioksitin erimesi sonucu bikarbonat olarak meydana gelmektedir. Yani karbondioksit ihtiva eden sular kimyevi çözünme vasıtası olup, katyonlarla birleşerek bikarbonatları oluşturmakta.
        Zehir etkisi yapan tuzlar            
        Bilindiği üzere bor elementi tabiatta az miktarda bulunan büyük öneme haiz bir maden olduğu anlaşılmaktadır.  Fakat bu arada bu önemli maddenin toksik tesir yapan bir madde olduğunu da unutmamak gerekir.  Hakeza arsenik, cıva, kurşun gibi tuz içeren elementler de büyük önem teşkil eden maddeler olup  aynı zamanda bu söz konusu elementler adından kuvvetli zehir etkisi gösteren tuzlar diye söz ettirmektedir. Yine de bu maddelerin zehir etkisi özelliklerinden dolayı hemen hiç yoktan korkuya kapılıp telaşlanmaya gerek yoktur. Çünkü denizin derinliklerine sızan birtakım zehirli tuzlar,  bir bakıyorsun deniz suyu sodyum ve magnezyum klorür gibi zehirsiz tuzlar sayesinde nötralize olabiliyor. Derken bu sayede rahat rahat yüzebilmekteyiz de. Sadece yüzmek mi?  Elbette ki hayır. Şöyle ki bu dengelenmiş deniz suyu deniz altı canlıların yaşaması için hem ideal ortam oluşturmak, hem atmosferde bulutların oluşumu için gerekli yoğunlaşmış çekirdekleri üretmek, hem de insanların yüzmesinde çok kolaylıklar sağlamaktadır.  Şurası muhakkak gerek uzaya rasgele yayılan ışınlar, gerek kozmik ışınlar, gerekse radyo aktif maddelerden saçılan elektrik yükler üzerinde yapılan çalışmalar sonucunda; bunların çekirdek oluşturacak kapasitede olmadıkları tespit edilmiştir.  Bu demektir ki çekirdek oluşumunu gerçekleştirmek denize özgü bir işlemdir. Kelimenin tam anlamıyla gök kubbe bulut oluşumunun arka planında yatan sır perdesi deniz suyunun gizeminde gizlidir elbet.
         Tuz kaynakları
         Tuz yataklarını gördüğümüzde ister istemez bu kadar devasa boyutlarda tuz hammaddesinin kaynağı nerelere dayanıyor doğrusu hepimizin meraklandıran bir durumdur.  Neyse ki yapılan toprak analizleri ve çalışmaları sonucunda genel itibariyle topraktaki tuzların kaynağı yerkabuğunun atmosferle temas ettiği kayalarda bulunan primer mineraller olduğu ortaya konmasıyla birlikte merakımız bir nebze olsun bu sayede dinmiş oldu.  Yani ortaya konan verilerden öyle anlaşılıyor ki,  bizim çıplak gözle gördüğümüz tuz yataklarının orjinine inildiğinde asıl tuz birikiminin kaynağının primer minerallerin ufalanaraktan bulunduğu konumda çözünüp birikmesi sonucu oluşan tortulardan başkası değildir. Bu durumu bilhassa toprağın derinliklerinde tuz içeren bölgelerde toprağın yanlış sulama yöntemlerle sulanması neticesinde ortaya çıkan toprağın yüzeyindeki tuz birikiminden çok gayet iyi anlayabiliyoruz.  Keza kurak veya yarı kurak bölgelerdeki iklim şartlarının toprağın yüzeyindeki tuz birikimine yol açtığı hadisede bizim açımızdan anlaşılır bir durum gibi gözüküyor. Hatta iklim şartlarına bağlı kalaraktan tuz oluşumu sadece doğduğu yerle kalmayıp bir bölgeden diğer bölgeye sürüklenerekten taşınabiliyor da. Tabii iklim şartlarının dışında tuzların bir bölgeden diğer bölgeye taşınmasında bir başka unsurlarda söz konusudur. İşte o söz konusu etken unsurları paragraf paragraf şöyle izah edebiliriz de:
          - Topraktaki tuzun asıl menşei denizler olması hasebiyle buharlaşan su içerisindeki tuz zerrecikleri havada yoğunlaşma çekirdekleri oluşturarak buluta dönüşmekte ve böylece oluşan bulutlar şimşek çakmaları eşliğinde yeryüzü için rahmet yağmuru olmaktadır. Zaten çekirdek oluşumu olmasa bulutunda oluşmayacağı muhakkak.  Yani bu demektir ki dünyanın değişik bölgelerinden kuzeyden güneyden esen rüzgârların oluşturduğu dev dalgalar deniz suyunun içerisindeki tuz zerreciklerinin gökyüzüne yükselmesiyle atmosferde çekirdek oluşumuna kaynaklık teşkil edebiliyor. Derken havaya karışan tuz zerrecikleri ikinci kez esen bir rüzgâr marifetiyle yoğunlaşma çekirdekleri şeklinde bir bölgeden diğer bölgeye taşınaraktan atmosferde buluta dönüşmekte. En nihayetinde ise söz konusu çekirdekler sadece buluta dönüşmekle kalmamakta yağışların teşekkülüne de zemin hazırlamakta.  Böylece hidrolojik devrin tamamlanmasının akabinde tuzlu su filtre edilip tatlı suya çevrilmiş olur.
         -Kurak iklimlerde bir takım maddelerin suda erimesi sonucunda ortaya çıkan ayrışma ürünleri buharlaşma yoluyla kısmen toprağın yüzeyinde veya daha alt tabakalarda birikerek tuzlu toprakları oluşturmakta.      
         -Nemli bölgelerde toprak içerisinde var olan minerallerin çözünmesiyle meydana gelen eriyebilir tuzlar aşağıya doğru sürüklenerekten taban suya karışıp buradan da akarsular vasıtasıyla varacağı en nihai nokta okyanusların bağrı olur.  
         İşte yukarıda madde madde sıraladığımız taşınma işlemlerinden özetle diyebileceğimiz şu dur ki;  atmosfere taşınan su buharının büyük bir bölümü okyanuslar tarafından sağlanmakta. Bu yüzden nehir deltası,  denize yakın alçak araziler ve deniz suyuna maruz kalan topraklar hariç genellikle nemli bölgelerde pek tuzlu toprak katmanı bulunmamaktadır. Dahası söz konusu topraklarda erimiş tuzlar taban suya karışıp okyanusa dâhil olmakla bu sayede hidrolojik dolaşım tamamlanmış olmaktadır.
        Katyon mübadele kompleksleri
        Toprak içerisinde katyon absorbsiyonu toprak yüzeyinde mevcut olan (-) yüklü toprak zerrelerinin reaksiyonuyla gerçekleşir. Böylece toprak zerrelerinin absorbe edilmiş katyonlar, t-katyonlar ve diğer katyonlarla birlikte karşılıklı girdikleri tepkimeler neticesinde mübadele fırsatına kavuşmuş olurlar ki işte bu söz konusu mübadele işlemi katyon mübadelesi olarak tanımlanır. Toprak içerisinde söz konusu maddelerden Na, Ca ve Mg katyonları çok kolayca mübadele işlemlerini gerçekleştirdikleri halde söz konusu potasyum ve amonyum gibi katyonlar olunca onlar için aynı durumu söyleyemeyiz. Zira katyon absorbsiyonu daha çok kirlenmiş topraklarda organik maddeler tarafından gerçekleştirilip, bu yüzden bu tür absorbsiyonun baş aktörlerine mübadele kompleksleri denmektedir.  Bu tanımlardan anlaşılan o ki,  bilhassa kurak bölgelerde toprak içerisinde mübadele kompleksine en uygun katyon grubu şimdilik Ca++ ve Mg++  elementleri gözükmektedir. Kaldı ki bu söz konusu elementler sodyumlu tuzun birikmesine bağlı olarak kalsiyum ve magnezyum içerikli büyük bir tuz kütlesi oluşturabiliyorlar. Kalsiyum ve magnezyum elementleri icabında bunla da kalmayıp buharlaşma yoluyla ya da bitkiler tarafından alınan suyla birlikte toprak eriği içerisinde yoğunlaşaraktan CaSO3 (kalsiyum sülfat),  CaCO3 (kalsiyum karbonat) ve MgCO3 (magnezyum karbonat) türünden bileşikler de oluşturabiliyorlar. Hatta söz konusu bileşikler toprak içerisinde çözünerekten toprağın bağrında sodyumun nisbi oranını artırmış olup böylece Ca ve Mg elementlerinin sodyum elementi arasında ki mübadele işlemleri tamamlanmış olur.  
       Kireçli Toprakların vejetasyonu
       Bir başka toprak anamızda kireçli topraklardır. Doğup büyüdüğüm Bayburt’un Şingah mahallesinin toprak sınırları içerisinde mahallemizin muhtarı Musa Kiki’nin işlettiği kireç ocakları vardı ki, adeta yıllara meydan okuyaraktan inşaat malzemesi olarak kullanılan tuğla veya taştan yapılan evlerimizin hem harcı olmuş hem de badanası olmuştur. Öyle ki mahallemizin sınırları içerisinde kireçli topraklardan çıkarılan kireç taşları ocakta kömürle yakılarak topak topak elde edilen kireç ürünü tüm Bayburt’umuzun ihtiyacını karşılıyordu dersek yeridir.  Hatta evlerimizin odalarını hemen her yıl badanalamayı ihmal etmeyen gelin adayı kızlarımızın evinin badanasını yaparken kendi kendine mırıldanaraktan:
        Odam kireçtir benim
        Yüzüm güleçtir benim
        Soyunda gir koynuma
        Terim ilaçtır benim
         Odam kireç tutmuyor
         Kumu katmayınca
         Sevda baştan gitmiyor
         Sarılıp yatmayınca
         Vay lümünüm, lümünüm
        Can lümünüm, lümünüm” diye seslendirdikleri ezgiler eşliğinde ev badanası kirece bile anlam katmış oluyorlardı. Her neyse gelin adayı kızlarımız kireç taşına anlam kata dursunlar, bizde bu arada kireç taşına kimyasal yönden anlam katmakta fayda var elbet. Malumunuz. Kireçli topraklar CaCO3 (kalsiyum karbonat)  ihtiva edip pH 7’nin üzerinde alkali reaksiyon gösterirler. Reaksiyon derecesi sadece kireç miktarına bağlı kalmayıp, humus ve kil gibi ince zerreli toprakların dağılışına ve nemine göre de değişiklik gösterir. Silikatlı topraklar ise   (kum, kristal halinde kayalar) başlangıçta kireç ve diğer bazları ihtiva edip nemli bölgelerden sızan yağış suları ile yıkanabiliyorlar da.  Keza kireçli topraklarda öyledir. Bunlar da iklim faktörlerinin tesiriyle çabucak yıkanıp parçalanma eğilim gösterebiliyor. Böylece besin maddesi bakımdan zengin, sıcak ve gevşek zerreli topraklar olarak gün yüzüne çıkarlar. Dahası bu tip özelliklere haiz topraklarda kireç miktarına bağlı olarak hem toprağın su kapasitesi artış kayd eder hem de toprak forları genişler.  Derken böylesi özelliklere haiz topraklar geçirgen özellikleriyle dikkat çekmiş olurlar. Ayrıca bu tip topraklar zayıf alkali reaksiyon gösterdiğinden mikro organizmaların faaliyetlerine uygun bir ortam teşkil ederler. Hatta bu özellikteki toprakların mineral madde dolaşımı da çok yüksektir. Malumunuz bitki türlerinin bir kısmı alkali ortamları tercih ederken, bir kısmı da asitli ortamları tercih eder. Bu yüzden birinci gruptakilere basofil, ikinci gruptakilere asidofil denir.  Üçüncü grup bitkiler ise her türlü pH dereceleri arasında seyretmekte olup,  fakat bu değerin altında ve üstünde olan reaksiyonlar bitkinin tüylerine zarar verdiği gözlemlenmiştir.
       Bu arada şunu belirtmekte fayda var, şayet toprak suyunda H+ iyonları (hidrojen iyonları) OH- iyonlarından (hidroksil iyonlarından)  fazlaysa toprak asidik reaksiyon gösterirken tersi durumda ise alkali reaksiyon gösterir. Genellikle toprak reaksiyonları iklim tesiriyle oluşmaktadır. Mesela nemli bölgelerde ufalanma sonucu madde birikmesi teşekkül edip toprakta devamlı bir yıkama faaliyeti gözlemlenmiştir. Kurak bölgelerde de malum ufalanma sonucu madde birikmesi meydana gelir. Birincisi toprağın asitlik derecesinin artmasına neden olurken ikincisi ise alkalilik derecesinin artmasına neden olur.
      Azotlu toprakların vejetasyonu
      Bir bitki örtüsünün gelişmesinde sadece toprak içerisinde ki bir takım faaliyetler değil aynı zamanda bitkiyi besleyen topraktaki besin maddeleri de çok büyük rol oynamaktadır. Topraktaki besin maddelerinin en önemlileri N (azot) , P (fosfor)  ve K (potasyum)  olmakla beraber, henüz fosfor ve potasyum atomunun çevreyle olan önemi tam olarak bilinmemektedir.  Fakat fosfor gübresi baklagiller ve çimlerin gelişmesinde önemi çok büyüktür. Hakeza azotta her ne kadar etkisiz bir gaz olması yönüyle ilk bakışta faydasız bir madde gibi görünse de aslında kazın ayağı hiçte öyle değil, bu noktada topraktaki azot miktarı ve NH4++ ve NO3- iyonların varlığı daha çok önem taşımaktadır. Çünkü azotun bitki tarafından alınabilecek şekli olan NH4 (amonyum) ve NO3 (nitrat)  bileşikleri toprakta devamlı şekilde değişime uğramaktadır.  Zira bu bileşikler yüksek bitkiler ve mikroorganizmalar tarafından kullanılıp proteine çevrilirler. Böylece proteinlerin parçalanmasıyla birlikte açığa çıkan amonyumun tekrardan nitrat haline dönüşümü gerçekleşir.
         Amonyum iyonu toprak kolloidleri tarafından absorbe edilebildiği halde nitrat iyonu akışkan haldedir. Böylece toprak suyundan kolayca yıkanıp kaybolurlar. Bu yüzden azotlu toprakları seven bitkilere ‘Nitrofil’  bitkiler denmektedir. Bunlar arasında en dikkat çekeni ise hiç kuşkusuz organik maddelerin çokça olduğu çöplük yerleri tercih eden Ruderal bitkiler (döküntü bitkiler) olup bunlara Peganum harmala, Lamium albüm, Urtica Dioica gibi bitki türleri örnek gösterilir.   Malumunuz bu tür bitkilerin gelişmesi için bikere öncelikle toprağın humus bakımdan zengin ve nitrifikasyon olayının gerçekleşmesine elverişli olması gerekir. Dolayısıyla bu tür bitkiler için topraktaki mevcut nitrat miktarından ziyade nitratın devamlı olarak toprağa iletilmesi çok daha önem arz eder. Bitkilerin gelişmesinde olumlu ya da olumsuz yönde etki edecek hem fiziki, hem kimyevi, hem hava bileşenleri hem de  topraktaki biyolojik değişmeler  etken  faktörler olarak   karşımıza çıkıp, bu söz konusu  etken faktörler şu şekilde tasnif edilirler de:
 Fiziki faktörler
   -Yangın,
   -Rüzgâr,
   -Kumulların teşekkülü,
   -Kar ve toprağın tesiri,
   -İnsan ve hayvanların tesiri.
       Kimyevi faktörler
       Belirli bir yoğunlukta bitkilerin gelişmesine olumlu etki eden en önemli unsurlar oksijen, karbondioksit ve besin maddeleridir. Olumsuz yönde etki eden unsurlar ise bir takım zehirli maddelerdir. Örnek mi? Bunlardan mesela volkanların ve sıcak su kaynaklarının kenarındaki bitkilerin özellikle kükürt (S) bileşiklerinden zarar gördükleri bilinen bir gerçekliktir. Ki,  bitkiyle olan tüm etkileşimler ya topraktan kök vasıtasıyla oluşmakta ya da havadan yapraklara geçişle olmaktadır. Nitekim bitkiler bir bakıyorsun gaz halinde oksijen ve karbondioksiti yaprakları vasıtasıyla havadan alırken diğer yandan da kökleri vasıtasıyla ihtiyacı olan suyu aldığı gibi ayrıca bitkilerce oksijen miktar tayini topraktaki su miktarına  (H2O miktarına) bağlı olarak belirlenmektedir.
      Hava bileşenleri
      Deniz seviyesinden yükseldikçe havanın bileşimi değişmez. Hatta deniz seviyesinde 15 kilometre yükseklikteki havanın hacim bileşimi  %’lik (yüzdelik)  dilimler olarak tablo halinde şu şekildedir:
 
0 m de  % hacim 15 kmde %de hacim
N2 78,1 79,5
Oksijen 20,99 19,7
Argon 0,945 0,8
CO2 0,03 0,03

       Topraktaki Biyolojik Değişmeler
        Hiç şüphe yoktur ki tüm övgüler, yeryüzü sathını kullarının hizmetine veren Yüce Allah’adır. Onun izniyle nice vadiler, nice yollar arşınlar tüm insanlık. Yüce Allah kullarını ayağını bastığı ve arşınladığı topraklardan halk etti. Ve halk ettiği insanı toprağa döndürüp oradan çıkaracak da hiç şüphe yoktur ki yine O’dur.  İşte tüm gelmiş geçmiş beşeriyet topraktan halk olduğu gibi şimdiye dek ve kıyamete kadar da hemen her dünyevi işinizi de yine toprakla halletmeye devam edecektir.  Nitekim insanların her zaman ihtiyaç duydukları inşaat malzemeleri, porselen sanayi ürünleri, tuz, şap, kibrit ve daha nice birçok hammadde topraktan elde edilmekte. Zira Rabbü’l âlemin Kur’an’da “Süleyman’ın emrine de sabahleyin bir aylık, akşamleyin bir yol almakta olan rüzgârı verdik. Onun için bakır madenini eritip akıttık.  Cinlerden de Rabbinin izniyle onun maiyetinde çalışanlar vardı. Onlardan kim buyruğumuzdan sapsa, ona yakıcı ateşin azabının tattırdık” (Sebe,12) diye beyan buyurmakla Süleyman (a.s)’ın nezdinde bakır gibi daha pek çok madenlerle birlikte toprağın bereketliliğine dikkatlerimizi çekmekte. Tabii ki Yüce Allah’ın o erimiş bakır madenini Süleyman (a.s)’a sel gibi akıttığı toprağın bağrında saklı tutulan bereket sadece bunlarla sınırlı değil, dahası var. Şöyle ki; iklim etkisiyle kayaların dibinden kopan büyük kaya blokları, irili ufaklı kaya parçaları, taşlar ve çakıllar da belli bir gayeye yönelik yığılaraktan toprağı bereketlendirmekteler.  Nitekim bir bakıyorsun kayalar üzerinde ilk beliren bitki örtüsünün likenler (alg ve mantar ortak yaşama mahsulüdür) olduğunu görüyoruz.  Sonrasında solan ve kuruyan likenlerin organik artıklarının ise toprağın bereketli bağrında fulva ve humin asitlerini oluşturduklarını görürüz. Derken oluşan bu asidik ortamla birlikte toprak içerisinde parçalanma olayları hızlandırılaraktan toprağın bereketliliğine ilaveten organik madde nakledilmiş olunup adeta yeni bir hayatın fitili ateşlenmiş olur.  Bu arada mikroorganizmalar da boş durmayıp toprağı adeta altını üstüne getirerekten lime lime işleyip toprağa hayatiyet kazandırmış olurlar. Zira mikroorganizmalar yardımıyla toprak içerisinde ki organik artıklar önce mekanik değişime ardından kimyevi değişmelere uğrayıp böylece organik ürün olarak toprakta humus oluşumu gerçekleşmiş olur.  Hatta hayvanlarda boş durmayıp onlar da toprakta bitki ve diğer artıkların parçalanmasında ilk vazife üstlenmiş olurlar. Nasıl mı? Mesela hayvanlar arasında memelileri, sürüngenler hariç tutarsak ilk öncelikli olarak örümcek kurtları, rotator, yuvarlak, halkalı, eklemli kurtları, solucan, kırkayak, karınca ve terliksi gibi hayvanların toprakla olan haşir neşirlik işlevlerinin daha da önemi ortaya çıkar. Hele ki solucanların toprakla olan bağı çok daha da dikkat çekecek boyutlardadır.  Ki, normal şartlara haiz bir toprakta 1 mm2 de 300-400 kadar solucanın yaşadığını düşündüğümüzde bunların total ağırlığının 70-80 gr kadar olduğu görülür. Bu demektir ki 1 kilometre karelik bir alanda yaşayan solucanların ağırlığı, nüfusça en yoğun memleketlerin kilometre kare başına yaşayan insanların ağırlığından daha fazla olduğu görülecektir. Dolayısıyla solucanlar bitki artıkları ile birlikte aldıkları mineral ve kil tanelerini karıştırarak dışkıları toprak yüzeyine bırakacağından bu sayede her yıl 1cm kalınlığında bir toprak tabakası alt üst edilmiş olunur. Dahası solucanların toprak altı sayesinde toprak havalandırılmış olup, özellikle bakterilerin üremesine elverişli bir ortam doğmuş olur. Zaten toprağa karışan dışkıların hemen yarısından fazlası bakteriler oluşturmaktadır. Nitekim 1 gr toprakta 2–6 milyon toprak bakterinin varlığı tespit edilmiştir.  Dahası toprak analizi yapan kimi bilim adamlarına göre aşağıda tablo halinde verilen 1 gramlık iyi bir kültür toprağında mikro canlıların sayıca belirlenen varlıkları şu şekilde tespit edilmiştir:

Bakteri sporu Canlı bakteri Actınmycetes Mantar Alg Protozoa
2 milyon 5 milyon 1 milyon 50.000 5000 50.000

      Malumunuz ilkbahar mevsiminin başlamasıyla birlikte bakteri miktarı uygun sıcaklık ve nem sebebiyle en yüksek seviyeye ulaşabilirken yaz mevsiminde ise kuraklığın nüksetmesiyle birlikte bu miktar düşebiliyor. Toprak bakterilerinin en önemli fonksiyonları şundan apaçık besbellidir ki bir yandan hayati fonksiyona haiz karbon bileşiklerin ayrıştırılma işlemlerini gerçekleştirirken diğer yandan da azot bileşikleri ve minerallerinin değiştirilme işlemlerini gerçekleştirir olmalarıdır.
         Velhasıl-ı kelam, toprak analarımızla daha çok söylenecek kelam var ama toprağın bağrı o kadar çok geniş bir âlem olduğu için onu anlatmaya ne kalemin gücü yeter ne de onu anlatmaya güç yetirecek bir dil vardır.  Bu yüzden karınca kaderince bu kadarlık anlatmak kâfidir dersek yeridir.
           Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/toprak-ana-5534-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Şub. 18, 2022 8:03 pm

KIVRIM KIVRIM AKAN SULARDADIR BEREKET
        SELİM GÜRBÜZER

       Belli ki ilk hayatın sudan başladığını unutalı yıllar olmuş.  Bu yüzden olsa gerek ısrarla  ‘Tuna nehri akmam’ diyor.  Her ne kadar bu kahramanlık marşımızın dizeleri savaşta yaşananlar için söylense de hem niye aksın ki. Çünkü tüm akan suların ab-ı hayat bereket olduğunu unuttuğumuz gibi Tuna’yı da unutmuşuz maalesef.  Baksanıza o meşhur Tuna nehrimiz şimdilerde mas maviliğini yitirmiş durumda da. Yetmedi çevre kirliliği akarsuları da derinden vurmuş gözüküyor. Hakeza Ren nehri de muzdarıp durumda. Öyle ki Avrupalılar bu nehre artık ‘Avrupa kanalizasyonu’ demekteler bile. Neyse ki kirletilen sular yine de bir şekilde çevre kirliliğine meydan okurcasına kendi su döngü deveranını işletip tekrar kullanılır hale gelebiliyor. Zira gerek insanların kullandığı sulardan arta kalanlar, gerek bitkilerin terleme yoluyla (transpiration)  tabiata bıraktıkları damlacıklar, gerek hayvanlardan terleme (perspiration) yoluyla ayrışan su damlacıkları, gerekse nehir, göl ve denizlerde buharlaşmayla açığa çıkan suyun atmosferde toplanmasının akabinde  (Evapo-transpiration)  üzerimize tekrardan rahmet yağmuru şeklinde yeryüzüne bereketli ve temizlenmiş halde dönebiliyor. Yani bu demektir ki yeryüzüne düşen yağışın 1/3’ü kadarı akarsular vasıtasıyla yeniden denizlere aktarılmak suretiyle deveran tamamlanmakta. Nitekim su sirkülasyonu  (deveranı) süreci içerisinde uzmanların bildirdikleri tahmini verilere bir bakıyorsun döngü içerisine giren sular nehirlerde haftada bir yenilenirken,  göllerde 10 ila 100 yıl arasında bir kez yenilenmekte olduğu, denizlerde ise 3600 yılda bir tazelenip yenilendiğini görüyoruz. Anlaşılan o ki,  bu söz konusu su döngüsü sayesinde tüketilen su miktarı deveranını tamamladığında eksik olanda tamamlanıp bereketlenmekteyiz.  Ve dahi temizlenmekteyiz de. Zaten bu su döngüsünün yaratılışından bu güne devri daim eylemeseydi atmosferden yeryüzüne inen yağmur sularının yerin alt katmanlarında kala kalıp artık bu noktadan sonra su döngüsünden ve su bereketinden bahsetmek mümkün olmayacaktı. Bir başka ifadeyle yağan yağmur suları ve kar suları yerin alt katmanlarında döngü dışında konumlanacağından kayıp sudan bahsetmiş olacaktık. Hakeza tabiatta su döngüsü deveran eylemeseydi yediğimiz gıdalarında bir anlamı kalmayıp her yediğimiz kuru gıdaları susuzluktan sindiremeyecektik. Hele biyoloji derslerinde öğrendiğimiz kadarıyla vücudumuzun %73’ünün su olduğunu hesaba kattığımızda vücudumuz için elzem olan su döngüsünün ne denli önemli bir ab-ı hayat ve bereket kaynağı olduğu kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
           Evet,  gerçekten de öyle anlaşılıyor ki, suyun paha biçilmez bir nimet olmanın ötesinde çok büyük bereket kaynağıdır da.  Madem öyle,  suyu canlı cansız mahlûkat için ab-ı hayat kılan Yüce Allah’a yaradılış gayemizin gereği çokça şükretmemiz gerekir. Hem nasıl şükretmeyelim ki, hele şu suyun akışına ve güzelliğine bak ki ağaçların ve bitkilerin gövdesine ve tepelerine yükselerekten akıp hayat kaynağı olduğu gibi yatağında kıvrım kıvrım dağ bayır şehir demeden aşağılara doğru nehirler gibi süzülerekten su üstü ve su altında ki canlılara da ab-ı hayat bereket olmakta. Hazır aşağıya doğru akan akarsu gerçeğinden bahsetmişken birde alışılmışın dışında bir başka istisnai bir nehir akıntı gerçeği daha vardır ki, onu da bakın İbn Battûta Seyahatnamesinde nasıl dile getiriyor kendi anlatımından bir izleyip görelim:
       -“Nil diğer nehirlerin aksine güneyden kuzeye doğru akar; aşırı sıcaklarda öbür ırmakların suyu azalıp kururken Nil’in suyu çoğalır. Ama diğerlerinin suyu taştığı sırada Nil’inki eksilir; Nil’in ilginç özelliklerinden biridir bu. Sind nehri de böyle. Nil sularının kabarmaya başlaması “Haziran”dadır ki buna “Yunya”  ayı denilir. Suyun yüksekliği 16 arşını bulunca sultanın haracı tamamdır! Bir arşın daha yükselirse o sene bolluk bereket olur. 18 arşına çıktığı takdirde ekili alanlara zarar verir, veba getirir. 16 arşından bir eksik olsa sultanın gelirinde azalma olur. İki eksik olduğu zaman halk yağmur duasına çıkar. Korkunç kayıptır bu.”  (Bkz. İbn Battûta Seyahatnamesi, Çeviren A. Sait Aykut, Yapı Kredi Yayınları, sayfa 49, 5. Baskı 2016)
           Ayrıca İbn Battûta’nın göz yanılması olarak seyahatnamesinde belirttiği Halep şehrin dışında Hama’dan geçen Âsî nehri vardır ki uzaktan bakan, suyun aşağıdan yukarıya aktığını zannedermiş, oysaki normal akışında akan bir nehirdir.  İşte Seyahatnamede geçen ifadelerden de anlaşıldığı üzere sadece Nil’in kendine özgü bir akışkanlık yönü söz konusudur. Malum Nil’in haricinde bir diğer dünya sathında yatağından aşağılara doğru boylu boyunca kıvrım kıvrım akan nehirlerin genel karakteristik özelliklerine baktığımızda ise her bir akarsuyun doğduğu kaynağından döküldüğü yere kadar olan kısmı arasında ekolojik bakımdan beraberinde getirdiği geniş imkanlar ve geniş flora ve fauna zenginliği,  geniş su yelpazeliyi, çokça lezzetliyi ve çeşitliliği söz konusudur.  Ve bu söz konusu lezzetliyi ve çeşitliliği kaynak form ve akarsu form başlıkları altında şöyle özetleyebiliriz de:
       Kaynak formlar:
       Kaynak formlar ekolojik bakımdan oldukça yeknasak olan ortamları teşkil ederler.  Hiç şüphe yoktur ki çöllerin kavurucu sıcaklıklarında akrepler ve örümceklere rızk veren Yüce Allah (c.c),  elbette ki kaynak su formlarında yer alan canlılara da hayatlarını idame ettirecek şekilde lezzet kokan yosun tutan ortamı yaratıp rahman ve rahim sıfatıyla rızıklandırmayı esirgemeyecektir. Karada olduğu gibi kaynak suların da kendine özgü hayat şartları mevcuttur. Genellikle kaynak su formlarının ortam sıcaklığı bu tip yerlerde canlıların yaşayabileceği derecelerde sabit tutturulup, buralarda hem çevre etkilerine karşı son derece hassas ve çok dar bir tolerans gösteren özellikteki stenoik türler hem de çevre ve başkaca faktörler karşısında etkilenmeksizin geniş tolerans kabiliyeti gösteren Eoirik türler de yaşayabilir durumdalardır.  Bu arada ortam sıcaklığı soğuk su kaynak formlarında bitkilerin durumu nedir ne değildir diye baktığımızda buralarda ancak sadece birkaç alg ve yosun türlerinin yetişebildiği, pek doğru dürüst bitki türüne rastlayamayacağımızı gözlemlemiş oluruz.  Hayvan faunası bakımdan ise bazı bölgelerin kaynak su formlarına bakıldığında platyhelminthes türleri (planaria, alpina), Amphipod türleri (Gammarus sp),  İsopoda potter türleri  (aselus) ve bazı böcek larvalarının su kaynak formalarının bereketinden istifadeyle hayatlarını çok rahatlıkla idame ettiklerini görürüz. Sıcak su ihtiva eden kaynak formlarda ise bazı termofil mikroorganizma türlerine rastlandığı gözlemlenmiştir.  İlginçtir Yeni Zelanda’da Allah’ın bahşettiği büyük bir bereket kaynağı nimete bakın ki akarsu yataklarında adeta kaynar sıcak akmakta. Bu yüzden bu ülkede yaşayanlar pek sıcak su sıkıntısı çekmezler de. Fakat her nimetin bir de külfeti var derler ya, aynen onun gibi Yeni Zelanda’da sık sık depremlerin olması gözden kaçmamaktadır. Belli ki kaynar sularla ısınmış toprağın yapısında tetikleyici rol oynayıp sarsıntılara sebep olmaktadır.  
     Akarsu formlar:
     Şu bir gerçek akarsu formlarını akış hızına, genişliğine ve yatak şekline göre birkaç zonda inceleyerek ancak o zaman bir takım özelliklerini ortaya koymak mümkün olabiliyor.    Nitekim çevreyle ilgili yönden bir akarsu zonu incelenmeye alındığında hangi balık türü daha baskın bir şekilde içeriyorsa o akarsu formu bu durumda ihtiva ettiği bir balık türü ile özellik kazanıp karakterize edilir. Madem kucağında büyüttüğü balık türü ile özellik kazanıyorlar, o halde bilim adamlarınca karakterize edilen akarsu formlarından bir kaçının özelliklerine bakalım nedir ne değildir bir görmüş olalım:
     Alabalık zonu
     Adından da anlaşıldığı üzere alabalıkların bilhassa nehirlerin üst kısımları ve şelalelerde daha baskın halde yaşadıkları bir tür akarsu formlarına ait zonun adıdır bu. Bu zonda alabalıkların en uygun şartlarda hayatlarını idame ettikleri gözlemlenmiştir. Dolayısıyla bu zonda bulunan balıkların her daim baskın formda olmaları için barındıkları akarsuyun mutlaka temiz ve serin olması lazım gelir. Nitekim bu bilinçte olan alabalık üreticiler akarsuların aşağıya doğru akışı esnasında alabalıkların tükettikleri oksijenin telafisi için akarsu kenarlarında kordon boyu dizili ağaçlarla donatılmasını arzu ederler. Balıkçılarda gayet çok iyi biliyorlar ki ağaçlandırma yapılmadığı zaman oksijensizlikten alabalık neslinin tükenmesi kaçınılmaz olacaktır.
          Evet, yukarıda da belirttiğimiz üzere akarsular normal şartlarda aşağılara doğru kıvrım kıvrım akaraktan yol alırlar hep. Ancak bu arada unutmayalım ki alabalıklarda sanki koynunda yaşadığı akarsuyu üzmemek adına ya da akış insicamını bozmamak adına olsa gerek akarsuyun akış koridorunun tam aksine tek yönlü istikametinde yüzme eğilimi gösterirler. Hakeza bu tip akarsu zonlarının daha genel anlamda yapısına baktığımızda şu özelliklerle de karşılaşırız:
     -Bu tip zona sahip akarsular çok hızlı akışkan halde hareketli olmaları hasebiyle oksijen bakımdan da zengin oldukları gözlemlenmiştir.
    -Bu tip akarsu zonlarında plankton yoktur, fakat zeminde hem fauna (hayvan toplulukları)  hem de bitki florası mevcuttur.
     -Yine bu tip akarsu zonlarında ki taşlar üzerinde cycliophora (yeşil algler), lemanea (kırmızı algler), yosunlar,  porifera ve bryozoa türlerinin de var oldukları gözlemlenmiştir. Zemin kısımlarında ise hayvan türlerinden tricladida ve mollusca (yumuşakçalar) türlerine rastlanmıştır.
     -Bu tip zonların başlıca öteki türleri efemerler, plecoptera ve birkaç diphtherie türünden meydana gelmiştir.
      -Balıklar bu tip zonda transversal olarak yassılaşmış olduklarından yüzmeleri kolaylaşmış haldedirler.
     Somon Balığı (Thymallus thymallus) zonu
    Alabalıkgiller ailesinden Somon balıkları göç ettikleri denizlerde yıllarca gurbet hayatı yaşadıktan sonra yol güzergâhlarını şaşırmaksızın doğdukları nehre yeniden dönüş yapabiliyorlar. Düşünebiliyor musunuz yıllar sonra yolunu şaşırmadan asli vatanlarına kavuşması mucizevî olayın ta kendisi bir hadise dersek yeridir. Bu balığın zonu özellikle kuzey memleketlerinde alabalığın bulunduğu zondan sonra gelir. Genellikle nehirlerin genişlediği,  zeminin kum ve çakıllarla örtülü olduğu bölgelere denk gelirler. Bazı bölgelerde ise Thymallus’un yerini Telestes sofia alır. Hatta Leuciscus rutilus’ta bu zonda yerleşmiştir diyebiliriz.
     Tekir balığı(Barbun), Bıyıklı balık(Barbus barbus) ve Karaburun balığı(Chondrostoma nasus) zonu
      Bu zon daha çok nehirlerin durgun kısımlarında görülen ve bitki bakımdan oldukça zengin bir zondur. Zira zemin çamurunda molluscalardan Unio pictorum, Anodonta Sp. genusu türleri ile Oligochaeta ve Chironomi türler bulunur. Aynı zamanda bu zon plankton bakımdan da zengindir.
        Bu zonlardan başka akarsu yataklarının çamurları içerisine karışmış daha nice bilmediğimiz hayat kaynağı ve bereket türlerde vardır elbet. Nitekim yılan balığı denen zarganalar yavrularını beslemek üzere akarsu kumlarına gömmektedirler. Peki, gömülen bu yavru hayvanlar nasıl besleniyorlar derseniz, Yüce Allah (c.c)  elbette ki rızkını yatağında halk edip hayatını da ona göre rahmetiyle idame ettirecektir.  Şöyle ki;  su içerisinde çamurlar içerisine karışmış besinler ilahi güç tarafından ağızlarına filtre edilmek suretiyle ağızlarına verilerekten rızıklanmaktalar. Hatta böylesi rızıklanma süreci yavru balığın 1 (bir) yaşını doldurana dek sürüp akabinde yılan balığı yavrusu gömülü kumlardan başını çıkartır da. Ve başını çıkarma vakti geldiğinde yavru balıklar gözlerini pırıl pırıl bir dünyaya açtıklarında doğdukları sulardan daha başka su yataklarına yelken açmak için koyulacaklardır. Böylece açıldıkları değişik türden su yataklarından mesela göl ve nehirlerde olgunluk yaşlarında yavruladıklarında ömürlerini tamamlayıp hayata veda edeceklerdir. Aslında buna hayata veda demek yerine misyonunu tamamlamanın öyküsü bir ayrılış demek daha doğru yaklaşım olur.  Öyle ya burada önemli olan misyonunun tamamladıktan sonra nöbet değişimini gerçekleştirebilmek çok mühimdir. Kaldı ki böylesi bir hayat döngüsü yılan balıklara özgü bir durum olup bu sayede doğduğu sulardan göç ettiği sulara dek geçen sürede ahır ömrünü suyun her bir katresine bereketlilik kazandırmış olur da.  
          Hazır yılan balıklardan söz etmişken bu arada yılan balıkların nezdinde tüm balıkların yaşadıkları ortamlara baktığımızda balıklar sadece akarsu yataklarında değil dünyadaki okyanus ve denizlerin engin sularında yaşayan omurgalı canlılar olarakta dikkatleri üzerlerine çekmekteler.  Hem nasıl dikkat çekmesinler ki, baksanıza şu ana kadar bilim dünyasının 30 bin olarak tespit ettiği balık türlerinin hemen hepsi her mevsimde protein ve vitamin bakımdan hem sofralarımıza hem de su florasına bereket katan canlılar olarak adlarından söz ettirmekteler. Bu yüzden Rabbü’l âlemin; “Denizi-ondan taze bir et yemeniz, ondan giyeceğiniz (kullanacağınız) zineti çıkarmanız için- hizmetinize ram eden O’dur. Gemilerin orada -suları- yararak gittiklerini görüyorsun ki - bu sırf Allah-u Teâlâ’nın lütfu kereminden nasip aramanız ve -O’na- şükretmeniz içindir” (Nahl,14) diye beyan buyurmaktadır.
          Bu arada unutmayalım ki,  Yüce Allah (c.c)  balıkları karada yaşayan canlılardan çok farklı özelliklerde yaratmıştır. Farklılığının en belirgin nişaneleri yaşadıkları ortamlarının su yatakları olmasıdır. Bundan dolayıdır ki Yüce Allah (c.c)  vücut azalarını karada yaşayan canlılardan farklı işlev üzere halk etmiştir.  Nitekim balıkların vücut organlarına bir bakıyoruz karada yaşayan canlılara has yürümesi ve hareket etmeleri için verilen el, ayak, kol bacak organları yerine onlara da yüzgeç kanatlar verilmiş,  yine karadakilerin solumaları için verilen akciğer organı yerine onlara da yaşadığı mekânlara uygun solungaçlar verilmiştir.  İşte sizde görüyorsunuz balıkların karadaki canlılardan farklı işlev özelliklere haiz vücut donanımlarıyla yaratılmış olmalarının nedeni gayet net açık ortada,  hiç kuşkusuz yaşadıkları sularda hem rahatça yüzsünler hem de nefes alabilsinler diye böyle yaratılmışlardır. İlginçtir balıkların üremesi için de suda kuluçkaya yatmak imkânsız olsa gerek ki;  Rabbü’l âlemin üreme esnasında dişi balıklar yumurtalarını suya bırakacak şekilde donatırken, erkek balıkları da bırakılan yumurtalar üzerine spermlerini bırakacak bir donanım üzerine yaratmıştır. Hatta üremelerine yönelik harikulade donanımla donatıldıkları şundan besbellidir ki erkek balıklar üzerine düşen görevi kat be kat yerine getirmenin ötesinde bir bakıyorsun dişi balığın yumurtlaması için yuva hazırlığına koyulmayı ihmal etmez de. Böylece yapılan tüm hazırlıklar eşliğinde erkek balıkların spermlerinin bırakmasının akabinde yumurtalar döllenir de.  
           Her neyse kıvrım kıvrım akan sulardaki bereketi yine İbn Battuta’nın seyahatnamesinin sayfalarını çevirerekten Nil nehrinin nezdinde tüm nehirlerin hem manen hem de bereket kaynağı olduklarına dair makale başlığımızda yerini bulan  “Kıvrım kıvrım akan sulardadır bereket” konumuzu özetle şöylede bağlayabiliriz pekâlâ:
         -“Nil nehri güzelliği, suyunun lezzeti, geniş bir alana yayılışı ve sağladığı büyük imkânlar sebebiyle dünya nehirlerinin hepsinden üstündür. Kıyılarında art arda uzayıp giden şehir ve köyler, bayındırlık açısından eşsizdir. Kıyıları Nil kadar ekili, dikili ve mamur başka bir ırmak yok dünyada! Deniz diye adlandırılmış başka akarsu da yok. Hak Teâlâ Yüce Kur’an’ında Nil’i “Yemm” diye anıyor;
     “Musa için korkarsan, at onu denize!” diye buyuruyor. “Yemm” eski dilde deniz demektir. Sağlam hadislerde bildirilmiştir ki Allah elçisi İsrâ gecesinde Sidretü’l Müntehâ adı verilen ağaca varınca kökünden dört nehrin fışkırdığını, bunların ikisinin içeride, ikisinin dışarda bulunduğunu gördü. Cebrail’e bu nehirleri sordu. Allah’ın selamı üzerine olsun, Melek Cebrail: “İçerde olanlar cennettedir, dışarda olanlar ise Nil ile Fırat’tır” cevabını vermiştir. Aynı şekilde Nil, Fırat, Seyhun ve Ceyhun’un cennet nehirlerinden olduğuna dair hadisler vardır.  Nil dünyanın beş büyük nehrinden biridir. Topluca şöyle sıralayabiliriz: Nil, Dicle, Seyhun ve Ceyhun. Bunun eşi olan beş nehri de şöyle sayalım: Birincisi Pencâb denilen Sind nehridir. Diğeri Kenk (: Ganj) adı verilen Hind nehridir. Hind halkı bu nehri ziyaret eder, ölülerini yaktıktan sonra külünü bu nehre bırakırlar. Kenk’in cennetten çıktığını iddia ederler! Bir diğer nehirde yine Hind’de bulunan Cûn (: Cumna; Yumna) nehridir. Kafcak bozkırında (: Deşt-i Kıpçak) akan İtil nehri de çok büyüktür ve kenarında Saray şehri vardır. Ayrıca Hıtâ arazisi denilen Kuzey Çin’de Sarû Irmak var. Bu nehrin kıyısında Hânbâlık (: Pekin) şehri kurulu. Sarû Irmak oradan Hansa şehrine, ardından Çin’deki Zeytûn bölgesine iner. Nil Mısır’dan (: Kahire’den) geçtikten sonra üç kola ayrılır. Ya, kış bu kollardan gemisiz geçmek mümkün değildir. Her beldenin Nil’e bağlanan yan kolları arkları vardır. Ark tutakları açılınca ekili alanlar koşar Nil. (Bkz. a.g.e. sayfa 49, 5. Baskı 2016)
           Dımaşk’ betimlemek konusunda Seyyah İbn Cübeyr’i kimse aşamamıştır, şöyle diyor: “Dimaşk doğunun cenneti, hatta ışığın doğduğu yerdir. Araştırma amacıyla ziyaret ettiğimiz İslam ülkelerinin yüzüğü, fethettiğimiz şehirlerin gelinidir. Hoş kokulu bitkilerin çiçekleriyle süslenmiş, ipek elbiseler giyen bahçelerin içinde altın gibi ışımıştır. Son derece değerli bir yer olmakla zaten nasibini almıştır güzellikten. Ve düğün tahtına kurulan dilber gibi bezenmiştir. Mesih’in ve annesinin sığındığı o yerleşime elverişli, sulak Rabve tepesi de bu şehrin bir parçasıdır. Bu yüzden yüceltilmiştir. O tepenin gölgesi çok uzun, suyu durmaksızın akan cennet nehridir. Buranın ırmakları ve arkları alaca yılanın dalgalanması gibi her yana yayılır. Bostanlarının meltemi insana hayat verir. Bu şehir, seyredenlere tüm güzelliği ile görünüp sanki şöyle der:
        “Zarafetin konuk olduğu ve öğle uykusuna yattığı yere geliniz” Toprağı suya kanmış, neredeyse özlemiştir kuraklığı. Pek sert olan kayaları dile gelir de sana şöyle der:
        “Vur ayağını yere! Burada hem yıkanacak, hem de içilecek buz gibi soğuk ve leziz su var!” (Bkz. a.g.e. sayfa 94, 5. Baskı 2016)
          Ne diyelim, işte görüyorsunuz ünlü seyyahlarımız nede güzel dile getirmişler suların akışını, güzelliğini.  Madem öyle, bu durumda bize ancak Allah (c.c)  onları su gibi aziz eylesin demek düşer.
                Velhasıl-ı kelam;  kıvrım kıvrım yatağından ötelere akan akarsularımız Yüce Allah’ın kullarına bahşettiği bir ikramıdır. Tabii kıymet bilene.          
                Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/kivrim-kivrim-akan-sulardadir-bereket-5554-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Mart 04, 2022 6:33 pm

ARIM BALIM PETEĞİM
        SELİM GÜRBÜZER

        Bir an arı kovanına konuk olduğunuzu düşününüz,  koloni içerisinde ana arı liderliğinde işçi arı ve erkek arı olmak üzere üç farklı karakterde arı böcekler olduğu görülecektir. Malumunuz Kraliçe arı, kovanı idare eden baş olmanın yansıra aynı zamanda yumurtlama görevi de üstlenmiş bir ana arıdır. Ve ana arının dakikada 2 yumurta yumurtladığı belirlenmiştir. Hele bu hesabı günlük hesaba döktüğümüzde günlük takriben 2500 adet yumurtayı yumurtladığı görülür.  
         Öyle anlaşılıyor ki arı ailesinin planlı ve dengeli bir şekilde üreyip çoğalması Kraliçe arının (ana arının) kendi isteği ve kontrolörlüğünde gerçekleşmektedir. Böylece Kraliçe arı dilerse dişi, dilerse erkek arı yumurtlayabiliyor.  Nasıl mı? Bikere şunu unutmayalım ki Kraliçe arının vücut yapısında spermaların bulunduğu bir çanak vardır. Çanak aynı zamanda bir işaret niteliğinde bir göstergedir. Kraliçe arı yumurtlayıp eğer çanağı buruşturursa yumurtanın döllendiğine işaret teşkil edip bir süre sonra yumurtadan dişi çıkacağı anlamını taşır bu. Yok, eğer çanağı büzmezse yumurtanın döllenmediğinin anlamına gelip içerisinden erkek arı çıkacak demektir. Kelimenin tam anlamıyla erkek arılar dölsüz yumurtalardan meydana gelirken işçi arılarda döllü yumurtalardan meydana gelmekte. İlginçtir bu arada dünyaya gelen dişi arılardan hangisi önce doğarsa arı beyi (ana arı) önceliği hakkı ona tanınır.  Hatta sadece Arı beyi hakkı tanınmakla kalınmaz bu arada ileride kendisine rakip olabilecek diğer kendi cinsiyetinden dişi arıları öldürme hakkı da tanınır. Anlaşılan, Yüce Allah (c.c)  her bir arı kovanı için arıları idare edecek tek bir Kraliçe arı beyini baş tayin etmeyi murad etmiştir. Öyle ya, şayet bir arı kovanı topluluğunu idare edecek ikinci bir başkan daha çıkmış olsa, evliyaullahtan bir Allah dostunun da dile getirdiği  “Bir kilime on derviş sığar ama iki padişah sığmaz” gerçekliliğinin arı toplulukların idaresi içinde geçerlilik arz eden hakikat payı olacaktır. Nitekim ilerisinde ikilik çıkmasın diye potansiyel lider konumunda olabilecek dişi arıların bir kısmı öldürülmek suretiyle arı topluluğunun bölünüp parçalanmasının önüne geçilmiş olunur da. Bu arada hazır liderlikten söz etmişken Peygamberimiz (s.a.v)  bakın bu hususta ne buyuruyorlar: “Üç kişi yolculuğa çıkarlarsa, aralarında birini başkan seçsinler” (Ebu Davud,  Cihad 80).  İşte hadis-i şerifin mana ve ruhundan da anlaşıldığı üzere birlik ve dirlik için başkanlık sistemi tüm canlı toplulukların kaosa sürüklenmemesi açısından ilaç gibi gelmektedir dersek yeridir.  Hele bu ilaç her bir kolonide bal yapımına yönelik çalışan bir topluluksa tek bir kolonide tek bir Kraliçe arının başkanlık etmesi şarttır da.  
        Her neyse asıl mevzumuza döndüğümüzde oldu ya, arı kovanı nüfus bakımdan aşırı kalabalıklaştı (80-100 bin arası),  bu durumda bal arılarının bazıları ister istemez Arı beyi (ana arı) başkanlığında yeni bir yuva kurmak için göç etmek zorunda kalacaktır. Zaten arı kolonilerinde kış mevsiminde sadece dişi arılar koloniyi mesken tutarken erkek arılarda ilkbaharda yeni sezonla birlikte görülerekten mesken tutmuş olurlar. Peki, bu arada koloniden göç etmeyip de yuvada kalan diğer arıların hal ve ahvalleri ne haldedir derseniz, onlarda malum Kraliçe olacak genç dişi arı beyini (kraliçe arı adayı) daha tahta oturtmadan önce ilerisinde başkanlığını hakkını verecek şekilde zifaf uçuşunun hazırlıklarına koyulacaklardır. Nitekim bu uğurda genç arı beyi peşine erkek arıları takıp (birbiri ardına dizip) gruplar halinde yükseklere doğru uçuş yapmaya koyulduklarında, icabında bu uçuşlar esnasında erkek arılardan telef olanlar çıkabileceği gibi adeta etten duvar olup da ayakta kalabilen babayiğit erkek arılarda çıkacaktır. Ta ki ayakta kalabilen bu erkek arıların çiftleşme esnasında cinsel organları ve barsakları kraliçe arının (arıbeyi) karnında asılı kala kalır ancak o zaman görevlerini yerine getirmenin gönül rahatlığıyla hayata veda etmiş olacaklardır.  Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya,  kendi arı neslinin devamına katkıda bulunma adına gerektiğinde canda feda edile biliniyormuş meğer. Onlar canlarını feda ede dursun bu arada dişi arı da malum bu durumdan istifadeyle yumurtlayacağının ilk işaretlerini vererekten yuvanın yeni kraliçesi olurken, zifaf uçuşunun akabinde bir şekilde hayatta kalmayı başaran erkek arılar ise Arı beyi eşliğinde evlerinin yolunu tutup yuvalarına dönmüş olurlar. Tabii yuvaya dönmek iyi hoşta, ancak yuvaya dönüş ortamı bir öncekinden çok farklı bir hal alacaktır. Öyle ki hayatta kalan erkek arılar dönüş sonrasında yuvalarında yeniden konakladıklarında bir köşede inzivaya çekilmiş konumda sanki hiçbir iş yapmayacakmışçasına asalakça bir hayat tarzı bir portre çizeceklerdir. Her ne olursa olsun biz yine de insafı elden bırakmayıp asalakça demek yerine daha temkinli bir dil kullanmakta fayda var. Dahası onların bu halleri ilk etapta bize asalakça bir hayat tarzı gibi gelse de aslında böylesi bir inzivaya çekiliş hali tedbir maksatlı bir uygulama olduğunu düşünmemiz icab eder. Öyle ya, hadi diyelim ki Kraliçe arı öldü, illa ki neslin devamı için atıl durumda kalan bu arıların hâlihazırda bir güç takviyesi olarak devreye sokulması an meselesi diyebiliriz. İşte biz bu gerçeği beşer idrakiyle sonradan fark etmiş olsak bile yine de yuva içerisinde onların bir köşeye çekilmiş halde oturduklarına tahammül edemeyen yuvanın aktif halde çalışan arıları meseleye bizim fark ettiğimiz şekliyle bakmayıp günü geldiğinde yeri geldiğinde tepelerine çöküp iğneleriyle öldürdükleri de bilinen bir gerçekliktir.      
           Hiç kuşkusuz petek arının evidir. Üstüne üstük öyle sıradan bir evde değildir,  tam aksine kimi arıların çeneleri vasıtasıyla bal mumundan altıgen şeklinde ördükleri şahika eser petek evidir bu. Düşünsenize ellerinde herhangi bir ölçüm aleti olmadığı halde bir bakıyorsun tüm dünyanın mimarlarına taş çıkartırcasına bal mumu salgılayaraktan altıgen mimari görünümlü petek ev inşa edebiliyorlar. Dışarıdan baktığında işin içine sanırsın ki usta insan eli girmiştir buraya, oysa kazın ayağı hiçte öyle değil.  Bu işin patentinin bizatihi arılara ait olduğu o kadar net kendini belli eder ki inşa ettikleri yuvaya dışarıdan su sızmasına yönelik her türlü önlemleri bile almayı ihmal etmediklerini görürüz. Derken önceden planlanmış böylesi ustaca yalıtımı sağlanan yuvanın izolasyonu sayesinde hem küf mantar üremesinin önüne geçilmiş olunur hem de yavrularının ölümüne meydan verilmemiş olunur. İşte arı gibi daha pek çok böceklerin gösterdikleri bu tip ustalık maharetleri sadece yuva yapımı veya ev inşaatı faaliyetleriyle sınırlı da değildir.  Zira daha pek çok maharet gerektiren örneklerin tümüne baktığımızda kendileri küçücük böcek türü canlı varlıklar olmalarına rağmen büyüklere taş çıkartırcasına boyundan büyük işlere damga vurduklarını görürüz. Nitekim gerek ipek böceklerinin koza yapımında gösterdikleri maharetler gerekse arıların bal yapımında gösterdikleri maharetler bunun en bariz tipik örneklerini teşkil eder. İşte bu nedenledir ki ipek böceği ve arı gibi böcek türü hayvanların küçücük kalıbına bakaraktan sakın ola ki onları hafife almayalım, zira o küçücük kalıbın içerisinde envaı türlü maharetlerin varlığı gizlidir. Hem hafife alsak ne yazar,  onlar bir şekilde eşrefi mahlûkat olarak yaratılmış tüm insanlığa kendi maharetlerini gösterircesine bir bakıyorsun altıgen prizma şeklinde inşa ettikleri peteğin her bölmesinin silindir şeklinde bir boşluk içerisinde son derece belli bir hesaba dayalı geometrik seçimin göstergesi diyebileceğimiz mükemmel şahika bir eser ortaya koyabiliyorlar. Gerçekten de işi hafife almayıp işin üzerine ciddiyetle eğildiğimizde neden bir başka geometrik şahika eser şeklinde değilde illa altıgen tercih nedenidir diye düşündüğümüzde,  belli ki çok sayıda bölmelerin oluşumu için kendilerine alan açmak ancak böylesi bir altıgen tarzı tasarımla mümkün olabileceği gerçeği ile yüzleşmiş oluruz. Keza ancak böylesi bir tasarımla en az yer kaybına müsait bir ortamın oluşabileceğini idrak etmiş oluruz. Dolayısıyla arı gibi küçücük böcekleri hafife almak yerine ortaya koydukları şahika eserlerine bakaraktan ders almak daha aklı başında bir tutum olacaktır. Kaldı ki Yüce Allah (c.c)  birçok Kur’an ayetlerinde beyan buyurduğu veçhiyle kullarından yerde ve gökte yarattığı küçük büyük her ne varsa tüm canlı cansız varlıklar üzerinde düşünüp ibret almamızı dilemektedir. Gerçekten de bu manada Yüce Allah (c.c) yaratılan varlıklar arasında arıları barınacakları donanım ve bal yapma kabiliyeti bakımdan yaratmakla hem biz aciz kullarının ufkunda kovan içerisinde nasıl bir geometrik işlemler yapıldığı hususunda düşünmeye sevk etmekte hem de yaratılış örneklerine tefekkür gözüyle baktığımızda yaratılış gayemize de ilham olmakta.  Tabii bu arada unutmayalım ki ibretlik dersler çıkarmamız gereken hususlarda işi sadece bal mumuyla yuvalarını yapan arılarla sınırlı tutmamalı,  malum ayağından bulundurduğu bal mumuyla yuvalarını yapan arılardan başka bize tabiatta ilham kaynağı ve örneklik teşkil edecek daha nice imar ustası arıların inşa faaliyetlerinden alacağımız ibretlik derslerde var elbet.  Öyle ki tabiat şartlarında ağaç ve taş kovuklarını yuva olarak kullanan yabanı arılar da olduğu gibi mekânlarını kum ve çamurdan inşa eden “tek taşlı” arıları da bu kapsamda düşünmemiz gerekir. Nitekim bu tür maharet sahibi özellikleri haiz yabani arılar yuvalarını ahşap liflerinden kurmakla kâğıt yapımının bitki liflerinden imal edileceği noktasında insanlığa ufuk açıp rehber olmuşlar bile.  Öyle ki bu noktada Jacob Christian Schaffer, yaptığı deneysel çalışmalara dayanak olarak gösterdiği yabani arıları ilk kâğıt üreten firmalar olarak tanımlamaktan kendini alamaz da. Merak bu ya,  o sırasıyla;
        -Önce arıların barınaklarında elde ettiği hamur kıvamı ham maddeleri ve arpa samanını parçalara ayırır,
       -Akabinde hazır hale getirdiği saman hamurunu paçavra hamuruyla karıştıraraktan elde ettiği mamulleri su ile kaynatır,
      -En nihayetinde kaynattığı mamulleri tokmak darbeleriyle kireç sütü içerisinde birkaç saat bekletip liflere ayırmak suretiyle kâğıt üretiminde kullanılabileceğinin mucitliğini cümle âleme göstermiş olur.
        Tabii arıların ilham kaynağı oldukları maharetler bitmedi, dahası var elbet.  Öyle ki; bir bakıyorsun bu söz konusu arılar kendilerine özgü özel ses sistemi donanımıyla donatılmaları sayesinde kovanını çok rahatlıkla bulma maharetini sergileyebiliyorlar. Böylece bütün gün çiçeklerden topladığı nektarları işleyerek insanlığa hem gıda ikram etmiş olurlar, hem de şifa kaynağı olurlar. Üstüne üstük tüm bu uğraşılar sadece kendi istifadeleri için değildir, üretilen balın yüzde biri bile tek bir arı için fazla gelebiliyor, geriye kalanı malum hem beslenmek hem de insanlığa şifa olsun babından bizlere sunulmuş olur. Bu yüzden tüm âlemi yoktan yaratan Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Nasıl şükretmeyim ki, baksanıza Allah-u Teâlâ kimi arılara çiçekler üzerine konup nektarlarından faydalansın diye karnındaki iki mideden birini özel bir enzimle nektarı karıştıracak ve bal imal üretecek şekilde yaratmıştır. Hiç şüphe yoktur ki arıya bal üretme ilhamını kodlayanda Yüce Rabbimizdir.  Hele bir bal arısı düşünün ki kendisine hiçbir şey öğreten olmadığı halde ağaç ağaç,  yaprak yaprak, çiçek çiçek dolaşıp şifa kaynağı bal üretim işine koyulabiliyor.  Malumunuz nektar toplama görevini üstlenen arılar mesai sonrası zerre miskal hiç yolunu şaşırmaksızın yuvalarına kazasız belasız dönüş yapabildikleri gibi topladıkları nektarı kovanın içinde çalışan arıya nakledebilmekteler de. Petek görevlisi arı da gelen bu emaneti bal mumundan yapılmış peteğe aktarır, derken bal mumu petek dolana kadar bu döngü devam edip dururda. Tabii bunlar olması gereken faaliyetlerdir. Asıl bize bundan daha ilginç gelen husus arıların bilhassa mesai sonrasında kendilerini yolda haramilere kaptırmadan kovanlarını bulmakta son derece mahir kervan yolcusu olma özellikleridir. Doğrusu araştırmacılar bu noktada arıların gidiş ve dönüşlerinde yollarını şaşırmaksızın gün boyu önüne çıkan her bir cismi pusulasız bir şekilde çok rahatlıkla tespit edebilme kabiliyetlerini polarize ışık yardımıyla gözlerindeki yeşil alıcı hücrelerle algılamalarına bağlayarak yorumlarlar. Arılarda bir diğer dikkat çeken ayırıcı özellik ise dünyada ne kadar sayıda arı topluluğu varsa hepsinin de aynı ortak dille iletişim kuruyor olmalarıdır.  İşte bu noktada kullanılan bu ortak dilin adına vızıltı dili dersek yeridir. İyi ki de her bir kafadan ayrı ayrı ses çıkmıyor, aksi halde ortada çok büyük karmaşıklık bir durum söz konusu olacaktı. Hiç kuşkusuz aynı ortak vızıltı sesiyle tabiatta seyri âlem eylemek kendi aralarında ki iletişimde çok büyük kolaylıkları beraberinde getirmesi sayesinde vuku bulmakta. Hem nasıl ki dünyada dilleri ve renkleri ayrı olan Müslümanların minarelerde okunan ezanı kendi ana dillerinde değil de orijinal dilinde okunduğunda aynı ortak dilde buluşturup namaz için hiçbir sıkıntı çekmeksizin ortak iletişim parolası olmaya yetiyorsa, aynı şekilde arılarda da vızıltı dili ortak iletişim parolası olmaya ziyadesiyle yeter artar da. Zaten biz bu gerçeği söylesek de söylemesek de arıların hemen hepsi tek bir dil çatısı altında yekvücut olup çoktan birbirleriyle anlaşabileceği dünya ölçeğinde ortak arı diline dayalı birliktelik oluşturmuşlar bile. Derken bu ortak dil birlikteliği sayesinde kovanın girişinde adeta elçilik görevi yapan ya da nöbet tutan bir bekçi arı kovanının başında giriş ve çıkışlarda güvenli bir şekilde aynı ortak dili kullanaraktan vazifesini çok rahatlıkla yürütüyor durumda olabiliyor. İşte aynı ortak dili kullanmak avantajı bu ya, bir bakıyorsun herhangi bir tehlike anında arının tek bir vızıltı sesi çıkarmasıyla birlikte kovandaki diğer arı arkadaşlarını kendilerini savunmak için acil eylem planına geçiş yapabiliyorlar da. Hatta arıların günün ilk ışık saatlerinde bir bakıyorsun çalışma esnasında vızıldamaların tonunu daha da artırdıklarını görmekteyiz.  Bu arada unutmayalım ki arılar sadece peteklere bal yapmaz, buna ağaç kavukları, kayalıkların içi ve kuytu yerlerde dâhildir. Öyle ki bal yapmadan önce yuvanın her yerini polen, yani bal mumuyla sıvamayı da ihmal etmezler. Böylece bu arada sıvacılıkta da mahir olduklarını yaptıkları sıva yalıtımının gayet korunaklı bir şekilde ortaya koydukları izolasyon işlemlerinden de anlamış oluruz.  
        Evet, kulluk bilincinde olan müminlerin sabah ezanıyla yeni bir güne diriliş muştusu uyanışına geçmelerine vesile benzer bir hadiseyi her sabah görevli bir arının vızıldamasıyla koro halinde arıların işe koyuluşlarından da bu tip uyanışı görmek pekâlâ mümkün. Ki, kolonideki arılar arasındaki bu tip iletişim uyanışı arıların bizatihi kendi vücut dışına salgıladıkları feromon adı verilen kimyasal madde salgısıyla gerçekleşmektedir.  Düşünsenize koro halinde yuvalarından rastgele çıkış olmadığı gibi bu sıradan bir yola koyuluşta değildir. Tam aksine daha önceden gideceklerin yerlerin bile yön tayininin bile tespiti yapılaraktan yuvadan çıkış ve yola koyuluş planlamasının ta kendisi bir koyuluştur bu. Peki ya dönüş planı?  Hiç kuşkusuz gidişleri gibi dönüşleri de muhteşem planlamayla gerçekleşen bir dönüş projesi olur. Derken mesai sonrasında her bir arı görevlerini yerine getirmenin huzuruyla evin yolunu tutup yuvalarına döndüklerinde ilk iş kovandaki arkadaşlarına gittiklerin yerlerin adeta topoğrafık çalışmalarında edindiği bilgilerden tutunda çiçek çiçek topladıkları nektarların cinsine varana kadar hemen her bilgi paylaşımını vızıltı sesleri eşliğinde bir rapor halinde sunmak olur.  İşte bu bilgi paylaşımı sayesinde nöbeti devr alan diğer arılarda ertesi günü vızıldayaraktan yola koyulduklarında tarif edilen yerlere uçuşmuş olurlar. Tabiî ki arıların planlı ve programlı bir şekilde ortaya koydukları sadece nektar toplamak ya da bal yapmaktan ibaret faaliyetlerle sınırlı değil, çok daha nice sırlarına vakıf olamadığımız ve daha nice bilmediğimiz programlı faaliyetleri de vardır elbet.  Her ne kadar arı ve bal mucizesinin sırrı tam olarak çözülmüş olsa da sonuçta hani halk arasında “Aslan yattığı yerden belli olur” şeklinde sıkça dillendirdiğimiz atasözümüz, tamda bu noktada arıların daha ne gibi faaliyetlerde bulunabileceklerinin ipuçlarını akıllara düşürmeye ziyadesiyle yeter artar da.  Nitekim arıların kendi çabalarıyla yaptıkları mekânları en ufak hata payı bile bulamayacağımız bir şekilde, yani mesken tutacakları yuvalarını geometri kurallara en uygun bir şekilde inşa etmeleri gerçekten de “aslan yattığı yerden belli olur” atasözünün tam da en bariz göstergedir.  Hele birde bu göstergenin haricinde arıların inşa ettikleri peteklere trene bakar gibi bakmak şekliyle değil de araştırmacı gözüyle bakmaya çalıştığımızda sırlarına vakıf olmanın ötesinde büyük bir gıptayla hayretler içerisinde adeta kendimizden geçip kala kalacağımız muhakkak. Örnek mi? Mesela en basitinden işçi arıların bir durumuna bakıyorsun çiftleşme kapasitesi olan arıların peteklerinde rahatlıkla üremeleri için inşaat mühendislerine taş çıkartacak derecede değişik boyutlarda odacıklar inşa etmekte son derece hüner sahibi oldukları gözlerden kaçmaz da. Düşünsenize daha doğmamış işçi arılar için küçük odacıklar, erkek arılar içinde büyük odacıklar inşa etmeyi ihmal etmeyecek kadar işin erbabı oldukları her hallerinden kendini belli ederde zaten. Kelimenin tam anlamıyla  “daha doğmamış bebeğe don biçmek”  tarzında diyebileceğimiz bir ön görünün ve titizliğin neticesinde ortaya çıkan bir inşa faaliyetinin adı bir mucizedir bu.  
         Peki, bu titizlik sadece doğacak olan arılara özgü bir hassasiyet mi? Hiç kuşkusuz bu hassasiyet kendilerini ve yuvayı idare edecek olan Kraliçe arı için daha üst doruktadır. Bikere adı üzerinde arı beyi (Kraliçe arı),  elbette ki yuvanın idaresini üstlenecek olan Kraliçe arı için hem ona hassaten özene bezene oda inşa edilmesini gerektirir hem de dişi larvalar içerisinden seçilecek olan kraliçe arının önemine binaen dişi arıların bakımlarının da tükürük bezlerince salgılanan arı sütünden beslenmelerini.
        İşte arıların böylesi bir titizlik içerisinde adeta imece usulü tüm hazırlıkların garantici bir tutum içerisine girerekten işlerini hal yoluna koymaları mucizevi kayda değer bir hadisedir.  Ki, işlerini hal yoluna koymaya mecburlar da. Çünkü arı sütüyle beslenen dişi larvalardan (yavruların)  bir kısmının ilerisinde arı beyi olma ihtimali vardır. Öyle ya, madem bu ihtimal göz ardı edilemeyecek derecede hassasiyet gerektiriyor, o halde bu durumda dişi larvaların özel muameleye tabi tutularaktan arı sütüyle beslenmeleri son derece gayet tabii bir tutumdur. Nitekim bu bilinç doğrultusunda Kraliçe arı için şanına layık çok odanın inşasında en ufak ihmalkârlığa yer verilmez de. Böylece arıların annesi olarak seçilip yetişmiş olan Kraliçe arı  da kendisine gösterilen bu ihtimam karşısında bir yandan döllenmemiş yumurtalarını erkek arılar için ayrılan odaya (petek gözüne)  bırakırken diğer yandan da döllenmiş yumurtaları doğacak olan işçi arılar ve müstakbel kraliçe adaylar için ayrılmış odalara bırakaraktan sorumluluğunu gereğini yerine getirmiş olur.  
         Aslında arıların imece usulü çalışaraktan ortaya koydukları ilerisine yönelik hazırlıklı olunuz türünden yaptıkları inşa faaliyetlerinden çıkarmamız gereken ders şudur ki, biz aciz kullarında yaratılış gayemiz doğrultusunda hiç ölmeyecekmiş gibi dünyaya yarın ölecekmiş gibi ahirete çalışacak bir şekilde her an hazırlıklı olmamız gerektiğidir. Hem nasıl hazırlıklı olmayalım ki?  Baksanıza arılar küçücük ten kafes içerisinde Yüce Allah’ın kendilerine yüklediği yaradılış kodları doğrultusunda dağ taş bayır ova demeden cansiperane bir şekilde vazifelerini yerine getirirken, bizim haydi haydi cümle mahlûkat içerisinde eşrefi mahlûkat ilan edilmiş kullar olarak daha çok çalışıp yaratılış gayemizin gereğini yerine getirmemiz icab eder. Nitekim bu manada Kur’an’da geçen arı ve bal mucizesi biz aciz kullara örnek gösterilerekten kulluk vazifemizi  “fikir, zikir ve şükür”  üçlü sacayağı üzerine inşa etmemiz gerektiğinin doğrudan mesajı verilir de. Madem öyle, verilen bu mesajdan hareketle arı olup vızıldayalım ki biiznillah  “fikir, zikir ve şükür”  balı gönlümüze ve ruhumuza sirayet etmiş olsun.
       Bakınız, Allah Teâlâ “Rabbin bal arısına: dağlardan, ağaçlardan ve hazırlanmış kovanlardan yuva edin, sonra her çeşit üründen(meyve ve çiçek) ye, sonrada Rabbinin işlemesi için gösterdiği yollardan yürü diye öğretti(ilham etti). Karınlarından insanlara şifa olan çeşitli renklerde bal (şerbet) çıkar. İşte bunda da düşünenler için ibret vardır” (Nahl 68–69)  diye beyan buyurmakla balın esrarını gözler önüne seriyor.  Ayet-i celilenin mana ve ruhundan anlaşılan o ki; bal hem besin, hem de doğal bir ilaç deposudur. Bal o kadar şifa kaynağıdır ki arılar dışkılarını bile baldan uzak alanlarda yapmaktalar.
      Bal aynı zamanda şekerler bakımdan %79 kadarı zengin besin kaynağı olup yüzde yirmiye yakın dilimlerini de madensel tuzlar, azotlu maddeler, B kompleksi vitaminler, C vitamini ve A vitamini gibi içerikler oluşturur. Zaten balın içeriği bu denli zengin maddeler içermesiydi adından asla şifa deposu olarak söz edilemezdi. Öyle ya,  mesela iskorbüt hastalığına (C vitamini eksikliği) yakalanmış bir şahıs bir bakıyorsun şifa kaynağı bal sayesinde derdine deva bulabiliyor. Hakeza şifa kaynağı balı karabiberle karıştırıldığında kronik bahar nezlesine iyi geldiği bilinen bir gerçekliktir. Yine bir bakıyorsun ameliyat sonrası cerrahi yaraların kısa zamanda kapanmasında doğal merhem olabiliyor.
         Bu arada arım balım peteğim gözüyle baktığımız arıya birde metafizik boyut bir gözle baktığımızda tıpkı bülbülün güle meftun olduğu gibi arının da çiçeğe meftun olduğunu görürüz. Nitekim her haliyle meftun hale bürünmüş canlılara şöyle bir bakıyorsun o meftunluk (gönül vermişlik)  hali örümceğe ağ yaptırırken, ipek böceğine koza ördürmekte, arıya da bal yaptırmakta. Hele canlılar arasında bilhassa arılar vızıldayaraktan aşklarını ilan ede dursunlar, bizlerde bu arada arıların bu meftunluk ilanı aşkları karşısında;
              “Arım balım peteğim
               Gülüm dalım çiçeğim
               Bilsem ki öleceğim
               Yine seni seveceğim”  nağmeleriyle candan tebrik edip tüm bu olan bitenlerden ders çıkararak aşkla şevkle madden ve manen çalışıp arı gibi vızıldamak gerekir.  
                Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/arim-balim-petegim-5573-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Mart 04, 2022 6:45 pm

AMAN PETROL CANIM PETROL
      SELİM GÜRBÜZER    
     
      Dünyamız enerji tüketimine önce odunla başladı. Sonrasında malum dünyanın gelişim evreleri süreci içerisinde orman tahribatının artış kaydetmesiyle birlikte odun ve odun kömürünün elde edilmesinde bir takım sıkıntılara yol açmıştır. Bunun neticesinde insanoğlu ister istemez yeni arayışlar içerisine girmek zorunda kalıp böylece kömürün keşfi gerçekleşiverir.  Tabii gerek ormanlardan elde edilen odun kömürü olsun gerekse yer altından çıkarılan kömür madenleri olsun sonuçta o günkü dünya şartlarında her iki enerji kaynağı da katı yakıt olarak buhar çağının ihtiyaçlarını karşılayabilmiştir. Derken ileriki yıllarda artan enerji ihtiyacını karşılamak bakımından yer altı sondaj faaliyetlerine hız verilip bu kez ham petrol keşf olunmasıyla da sanayileşme hamlenin hız kazanmasını beraberinde getirir.  
       Şu bir gerçek yer altına sondaj vurmada belli bir sınıra kadar derinlik ölçüsü esastır.  Ki, petrol arama ve çıkarma çalışmalarında sondaj vurulacak her bir kuyu için genellikle 10 kilometrelik derinlik baz alınır. Belli ki baz alınan bu sınırın ötesine geçmek zorlama olacağı düşünülerekten bu kadarı da kâfidir denilmek isteniyor.  Öyle ya,  en son kertede baz alınan noktaya kadar inildikten sonra bir şeyler bulunduysa ne ala,  bulunmadıysa bundan sonrasını zorlamanın pekte anlamı olmasa gerektir.  Hiç kuşkusuz anlamca akla uygun tutum baz alınan sınırı aşmamaktır.
     Öyle anlaşılıyor ki,  bu kapsamda daha önceden fizibilite çalışmalarıyla belirlenmiş olan yer altı katmanlarında hem katı hem sıvı halde ki her türlü enerji kaynaklarını arama faaliyetleri girişiminde bulunmak çok uzun zaman alsa da aslında tüm bu çabalar boşa sayılmayıp bir noktadan sonra illaki meyvesini verecektir.  Nitekim dünyanın geldiği noktada bugüne kadar yapılan petrol arama faaliyetleriyle ortaya çıkan istatistiki neticelere baktığımızda pek çok noktada vurulan sondaj kuyuları umutları yeşertmeye ziyadesiyle yetmiştir. Hem nasıl umutları yeşertmesin ki,  baksanıza yerin üstü kadar yerin altıda yüz güldürecek neticelere gebe durumda. Zira pek çok maden kaynaklarını bağrında taşımakta. Hele mevcut maden kaynakları içerisinde petrol keşfedilince işin şekli daha da yüz güldürücü anlam kazanmış oldu.  Öyle ki insanoğlu petrol kokusunu aldığı günden bugüne bir bakıyorsun Eurovision şarkı yarışmalarında ülkemiz “aman petrol canım petrol”  şarkısıyla  tüm dünyaya petrolün yüz güldürecek çok mühim enerji kaynağı olduğunu ritim eşliğinde hatırlatabilmiştir. Hatta hatırlatmanın ötesinde tüm dünya ülkelerinin her daim böylesi bir enerji kaynağına muhtaç olduğunu da müzik ritmiyle vurgulamıştır. Madem petrolün önemi bu denli dünyanın gündemine oturmuş durumda,  o halde tün dünya ülkelerine önemini hatırlattığımız o şarkının dizelerinde geçen ifadelerde yer alan muhtaçlık nasıl vurgulanmış bir görelim:
“Acıklı bir aşk öyküsü bu
Bir yabancıya kapıldı gönlüm
Adı Peter, Oil soyadı
Ne rahatım kaldı dostlar, ne huzurum
Petrole tutuldum tutulalı
Sen gelmeden önce her yer karanlık
Dünya ıssız, dünya durgundu, bilmem niçin
Arardım her yerde tatlı bir ışık
Bir ateş bu kalbim, ısıtmak için
Sen gelince sanki bir güneş doğdu
Aydınlık günüm gecem, artık çok güzel hayat
Şimdi her şey birden bambaşka oldu
Sensiz ne kadar zormuş, meğer ne güçmüş hayat
Aman petrol, canım petrol
Artık sana, sana, sana muhtacım petrol
Aman petrol, canım petrol
Eninde petrol, sonunda petrol
Öyle gururlusun, gelemem yanına
Girmişsin kim bilir kimlerin anına
Dolar, Marktan başka laf çıkmaz dilinden
Neler neler çekiyorum senin elinden
Zengin dilberler düşmüş ardına
Düş başka gerçek başka, yar olmazsın sen bana
Gideceksin belki bir gün gerçekten
Artık senin ardından ağlıyorum şimdiden
Aman petrol, canım petrol
Artık sana, sana, sana muhtacım petrol
Artık dizginlerim senin elinde petrol”
          Hadi tüm dünya ülkelerine hatırlatmak iyi hoşta asıl ülkemiz açımızdan meseleye baktığımızda peki adama dönüp sormazlar mı bugüne kadar neredeydin diye, Onca yıllardır yer altında ki böylesi zengin enerji kaynaklarının varlığını illa bir şarkı söylemiyle mi hatırlamamız ya da hatırlatmamız lazım gelirdi. Oysaki bu şarkı söyleminden milyonlarca yıl öncesinde yer altında o zengin enerji yatakları oluşumundan bugüne kadar hep vardılar zaten.  Ama gel gör ki ülkemizde Ulu Hakan Abdülhamid Han’ın haricinde buna ne kafa yoran vardı ne de oralı olan. Ta ki sanayi çağına adım atar olduk işte o zaman şarkılara bile konu edecek kadar varlığını ve önemini idrak eder olduk.  Bu demektir ki ister adına kara altın diyelim ister petrol diyelim hiç fark etmez, böylesi mühim derya-i umman niteliğinde enerji kaynağının milyonlarca yıl bir süreci kapsayan var olmuşluğu söz konusuydu zaten. Nasıl mı?  Mesela yer altı enerji kaynağı siyah katı yakıt kömürün oluşum sürecini bilim adamlarının; bundan 60 milyon öncesinde bazı bitkilerin selülozlarını daha sert ve odunsu hale getiren karmaşık bir polimer olan lignin üretme yeteneğini geliştirdikleri yönünde ki açıklamalarından öğrenip varlığını idrak etmiş bulunuyoruz. Bir başka ifadeyle bu bilimsel açıklamalar sayesinde 60 milyonluk bir süreç içerisinde yüksek basınç ve yüksek sıcaklık altında ölü bitki örtüsünün yavaş yavaş kömüre dönüşümünü gerçekleştirdiğini öğrenmiş olduk. Öyle ki bu süreç milyonlarca yıl boyunca derin gömünün ısısı ve basıncı su, metan ve karbondioksit kaybına ve karbon oranında bir artış kaydederekten ilkinde linyit, sonrasında alt bölümlü kömür ve en nihayetinde antrasit şeklinde dönüşümünü tamamlayarak adına kara maden denen kömür olarak karşımıza çıkıvermiştir. İşte görüyorsunuz kömür oluşumu denen hadise bir anda oldubittiye getirilerekten kısacık bir zaman diliminde karşımıza çıkmış değildir,  tam aksine milyonluk yılları kapsayan bir süreçte ölü bitki artıklarının karbonlaşmış kalıntılarından meydana gelen ürünün tâ kendisi bir hadisedir bu. İyi ki de insanlık bu kara madenle yüzleşiverdi,  bu sayede petrol keşfedilmeden önce insanlığın epey uzun bir zaman diliminde enerji ihtiyacını karşılayan bir kara elmas olarak adından söz ettirebilmiştir. Hele zengin yer altı madenleri insanoğlunun iştihanı kabarttıkça adeta bu da bize yetmez denilip arama ve sondaj çalışmalarına kömür madenlerinin yanı sıra petrol gibi her türden yer altı maden kaynakları da elektro manyetik dalga teknolojik cihazlar eşliğinde tespit edilmesiyle enerjinin önemi daha da başka bir küresel boyut kazanmış olur.    
           Her neyse az gittik uz gittik derken sonuçta gelinen noktada yaşadığımız dünya sathında 1 milyon civarında bitki ve hayvan türü olduğunu düşündüğümüzde tüm bu canlı yapıların öldüklerinde toprağa karışmasıyla milyonlar yıl sonra ne anlama gelebileceğini şimdi daha iyi anlar duruma geldik.  Hele canlılar içerisinden toprağa karışanlar arasında bilhassa bitkileri mercek altına aldığımızda milyonlarca sene içerisinde güneş enerjisi yardımıyla bünyesinde depo ettiği organik bileşenler bir anda karşımıza ya kömür, ya petrol ya da gaz olarak çıkabiliyor.  Bu demektir ki humus, katran, mazot, yağ, gaz, benzin gibi petrokimya maddeler bitkilerin çürümüş artıkları veya canlı organizmaların artık maddelerinden başkası değildir. Hatta buna çürümüş artık maddelere ilaveten atmosfere ve denizlere katılan milyonlarca yılın mahsulü diyebileceğimiz karbon çökeltilerini de dâhil etmemiz gerekir. Yetmedi bu anlamda çürüyen bitkilerin su altına inmesi ve bataklığın zamanla üzerinin örtüldüğü alanlardan göllere,  denizlere ve okyanuslara da bu gözle bakmamız gerekir. Nasıl mı? Mesela bunlardan en basitinden göllerin durumuna baktığımızda:  
      Yeryüzünden süzülerek akan ırmaklar coşkun su membaları ve tepelerden akan küçük çayları yanlarına katarak düz ovalarda gölleri oluşturdukları muhakkak.  Hatta gölü oluşturan sular beraberinde birtakım canlıları da sürükleyip sucul ortamda ve ekosistemde zonlaşmış bir zengin flora ve fauna ortamını oluşturur da.  Madem öyle,  buna örnek olarak göl tabanında yaşayan organizmalar topluluğu denen Bentoz formları,  su ve su yüzeyine yakın yerlerde yaşayan organizmalar topluluğu denen Pelajik formların ortam özelliklerinden bahsederek 2 büyük grup halde şöyle tasnif edebiliriz pekâlâ:
             1-)Bentik formlar (Göl tabanı benthos formlar):
             Bu formlar adından da anlaşıldığı üzere göl zemininde yaşayan organizmaları kapsar. Aynı zamanda göllerin tabanında yaşayan bitki ve hayvan türlerini ihtiva eder. Dolayısıyla bentik bölgelerde kendi içinde littoral zon, sublittoral zon, batiyal (derin) zon diye tasnif edilir. Bu zonlar da yaşayan organizmalar ise hayat şekillerine göre;
             -Rızımenon (Sabit olarak yaşıyan akuatik bitkiler) Örnek- Fanegomlar,
             -Biotekton (Taş gibi sert alt tabakanın yüzeyini örten organizmalar- substratumları örten bitki, hayvan, bakteri ve mantar gibi komüniteler),
             -Perifiton (Su içerisinde objelere tutunan akmatik üzerindeki komüniteler),
             -Psammon(Tortularda gömülü kıyı kumunun nemli biyotasında (yumuşak substratumda) yaşayan organizmlar olarak kategorize edilirler.
                                                                     Littoral zon
               Bu zon az derin olup zengin bir vejetasyon ihtiva eder. Özellikle vejetasyon örtüsü göllerde 2–3 m derinliğine kadar yayılış gösterir. Littoral zonda Crustacea, Annelid ve İnsectalara bol olarak rastlanır. Kum içinde yaşamaya adapte olmuş faunanın esasını protozoa, rotifer, tardigrad, nematod ve copepod’lar teşkil eder.
                                                                  Sublittoral zon
               Littoral zonla derin zon arasında geçiş teşkil eden bir bölgedir. Karakteristik türlerini Pelecypoda, Diphtheria larvaları teşkil eder.
                                                                    Derin Zon
                Ancak derin birkaç gölde  (Baykal gölü ve Tanganika gölü) temsil edilen bir zondur. Bu zonda artık bitkilere rastlanmaz. Sadece faunadan Chironomid türleri ile kabuklulardan Crustacean Asellus, kanalizasyon solucanı oyarak bilinen Tubifex türlerine rastlanır.
            2-)Pelajik Bölge formlar:
           Göllerin zemini ile temasta olmadan suda asılı olarak hayatlarını sürdüren organizmaları ihtiva eden pelajik bölge; Plankton, Nekton, Pleuston ve Nöston diye 4 farklı ekolojik grubu kapsar. Bunları kısa başlıklarla şöyle tanımlayabiliriz de:
              -Plankton: Göllerin pelajik bölgesinde kendi kendine hareketleriyle yer değiştirebilen mikroskobik modelde kökeni bitkisel ya da hayvansal olabilen mikro organizmalardır. Göller plankton bakımdan denizlere oranla daha azdır. Burada başlıca plankton formlar tek hücreli veya filamentli algler, protozoa, Rotifer, Crustacea'dan (Cladocera, copepoda, ostracoda) meydana gelmiştir. Bu formlar denizlerde olduğu gibi önemli vertikal göçler izlenebilir.
            -Nekton: İnsan gözüyle görülebilen sucul canlılar olmanın yanı sıra aktif olarak yer değiştiren organizmalar olup göllerde çeşitli balık türlerin haricinde bilhassa denizlerde kumun yengeçler veya denizyıldızları gibi canlı grubun içinde yer alarak temsil edilirler.
             -Nöston: Hayatlarını su ile hava arasında yer ve suyunun yolunu adeta bir filim gibi kaplayan geçirgen ve alanın iki tarafında su altında sürdüren organizmalardır. Göllerin neuston faunası denizlerden zengindir. Nöston faunanın esasını çeşitli böcek familyalarına ait türler teşkil eder. Örnek-Veliidae, Gerridae, Gyrinidae.
             -Pleuston: Göl suları yüzeylerinde yaşayan aynı zamanda Neuston (nöston) olarak da bilinen icabında rüzgârın etkisiyle de su yüzeyinin alt tarafına da eklenip yer değiştirebilen organizmalardır.
            -Seston: Suyun içinde yer alan, kendi iradeleriyle hareket edip yer değiştirebilen cansız yapılar olarak tanımlanırlar. Bazı ekolojistler ise göl sularında asılı olarak bulunan organizma ve cisimlerin (cansız parçalar) tümüne birden seston adı altında ifade edip heterojen türün temsili olarak nitelerler.  Yani bu demektir ki suyun içinde hem canlı türleri (biyoseston)  hem de cansızlar  (abiyosestin)  vardır manasınadır.  Bu yüzden de Sestonlar kendi içinde plankton ve Trihpton olmak üzere iki başlık altında incelenir zaten.
             Göllerin ekolojik bakımdan sınıflandırılması ise birkaç kategoride genellikle şu başlıklar altında incelenir:
                                                           Oligotrofik Göller
             Bu tip göllerin genel özellikleri:
             -Genellikle çok derin olduklarından hıpolimnion bölge geniştir, termoklin tabaka yüksekten teşekkül eder.
             -Güneş radyasyonları zemine kadar ulaşmaz. Bu nedenle suyun derin tabakaları genellikle çok soğuk olur.
             -Zemin organik madde ve suda ise süspansiyon maddeler azdır.
             -Ca, P ve N bileşiklerince fakir olup humus asidi ya çok azdır ya da hiç yoktur.            
             -Suyun ihtiva ettiği oksijen bütün sene boyunca aynı kalır ve yok ve çok az bir tabakalaşma görülür.
             -Planktonlar kalitatif bakımdan bakımda fakir kantitatif bakımdan zengin olup genellikle sahillerde lokalize olmuştur.
            -Algler az olmakla beraber clorophceanın çeşitli türleri zaman zaman bol olarak gelişir.
            -Zeminde bazı Dıphteria larvalarına derin sularda ise soğuk seven bazı balık türleri rastlanır (Salmo turracalabalık)
                                                                  Eutrof Göller
            Bu tip  göllerin genel özellikleri:
           -Sığ göller olup güneş radyasyonu zemine ulaşır ve sular her seviyede sıcak olur.
           -Zeminde organik madde, suda ise süspansiyon çok boldur.
          -Ca, P ve N bileşikleri fazla humus maddesi azdır.
          -Açık bir şekilde oksijen tabakalaşması vardır (tabanda doğru oksijen miktarı azdır).
          -Vejetasyon sahilde geniş bir kemer teşkil eder.
          -Fito ve zooplankton bakımdan zengindirler.
          -Zemin faunasının başında diphteria gelir.
         -Soğuk su balıkları oksijen yetersizliği nedeniyle bu göllerde bulunmazlar. Buna rağmen Cyprinus carpio (Sazan), Esox lucius (Turna), Leuciscus cephalus (Tatlı kefali) vardır.
                                                                  Distrof Göller
           Bu tip  göllerin genel özellikleri:
          -Genellikle sığ olan göllerdir.
          -Sulak alanlar denen türbiyerlerde veya eski dağlık üzerinde humus maddesinin bol olduğu bölgelerde bulunur. Bu sebepten de suları kahverengi görünür.
          -Zeminde organik madde, suda süspansiyon çok bulunur.
          - Ca, P ve N bileşikleri az olup, zeminlerde oksijen yok denecek kadardır.
          - Su (H2O) vejetasyon ve plankton bakımdan fakirdir.
          -Zemin faunası ya hiç bulunmaz veya birkaç tür ihtiva eder.
          -Soğuk seven balıklara rastlanırsa da besin azlığından boyları kısadır.
       Ayrıca şu bir gerçek deltalar, göller ve nehirler, lagünler ve akarsu taşıma ovaları kömür damarlarının en müsait oluştuğu ortamlar olarak dikkat çekmekteler. Hem nasıl çekmesin ki bunlardan mesela göller ve göller içerisinde zengin flora ve fauna yapısına baktığımızda bu damarların oluşması son derece gayet tabii bir durumdur. İşte en basitinden yukarıda örnek verdiğimiz göller bu denli zengin flora ve faunaya sahipseler kim bilir diğer deniz ve okyanusların durumu daha nice zenginlikleri bağrında taşımaktadır. Bikere yapılan sondajlar sonucunda altın, gümüş, petrol her ne ararsan denizlerde mevcut durumda. Dahası bilim adamlarının petrol konusundaki ağırlık verdiği düşünceye göre; alg ve eğrelti otlarının ayrışmasıyla birlikte ayrışan ürünlerin yeraltı katmanlarına sızarak gölcük oluşturduğunu, böylece bu gölcüklerin petrol gibi büyük bir enerji kaynağının oluşumunu gerçekleştirdiği şeklinde izah etmekteler. Hatta pek çok bilim adamı özellikle alglerin alt gruplarından diyatomların (fitoplanktonlar) depoladığı yağların zaman içerisinde petrole dönüştüğünde hem fikirdirler. Bilindiği üzere su yosunu veya algler de klorofil içermelerinden dolayı bitki kategorisinde değerlendirilip, bunlar 3000 türüyle insanlığın oksijen ihtiyacının karşılamanın yanı sıra kimi yerde besin kaynağı olarak da kullanılabiliyor. Yetmedi bunların hem artıkları hem de ölüleri bile milyonlarca deniz organizmasının ve gömülü balıklarında petrol kaynağı olduğu bir sır değil artık. Anlaşılan odur ki; söz konusu organik materyaller, önce hidrokarbona ve daha sonra petrole dönüşmektedir. Gerçekten de petrolün önemini ortaya koyacak bilimsel bulguları destekleyecek en büyük destek Kur’an’dan geliyor. Nitekim Allah Teâlâ;  “O (Rabbiniz ki) merayı (yem yeşil otlağı)  çıkarandır. (Ve binbir nebatatı çıkarandır) Sonra da o mer’ayı, siyah bir gussaya (kuru siyah bir sel tortusuna-kömür ve petrole) çevirmiştir” (A’lâ suresi ayet 4–5)  diye beyan buyuruyor. İşte ayette geçen Gussa ibaresi; hem kara ve kuru anlamında, hem de sel suyu manasınadır. Dolayısıyla kara kuru derken kömür anlıyoruz, sel suyu derken de ister istemez petrol akla gelmektedir. Hatta bazı İslam bilginleri “O halde, yakıtı insanlarla taşlar olan o ateşten sakının” (Bakara, 24) ayetinde geçen taşların taş kömürü olduğu kanaatinde olduğunu da belirtmişlerdir.      
           Velhasıl-ı kelam yerin üstü de yerin altıda, göllerin, denizlerin ve okyanusların hem üzerleri hem tabanları zengin maden kaynakları olup Allah’ın kullarının işlerini kolay görsünler diye ikramı ettiği enerji kaynaklarıdır. Tabii kıymet bilene.
            Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/aman-petrol-canim-petrol-5598-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty Geri: Alperen Gürbüzer

Mesaj tarafından Selim Cuma Mart 11, 2022 7:44 pm

VİRA BİSMİLLAH DİYEREK MAVİYE GÖNÜL VERDİĞİMİZ DERYALAR
SELİM GÜRBÜZER
Yüce Allah (c.c) okyanusları denizlere, yeryüzünü de kıtalara komşu kıldı. Hatta birbirine komşu kılmanın ötesinde hem karasal âlemi hem de deniz ve okyanus gibi deryalar âlemini canlılarla donatıp biyolojik hayatı diri eyledi. Nitekim derya âleminde yaşayan canlıların sayısı karada yaşayan canlıların neredeyse dört katı büyüklüğündedir. Mesela derya âleminde öyle ilginç özelliklere ve donanımlara haiz yaratıklar vardır ki zaman zaman su yüzeyine çıktıklarında sanırsın ki deryanın ortasında kara parçası vardır.
Netice-i itibariyle konumlandığımız evrende her ne canlı varlık bize ilginç gelirse gelsin şu bir gerçek nice deryalar canlılara hem yuva olmakta, hem de bağrında pek çok madenleri barındırıp yataklık vazifesi de görmekte. Nasıl mı? Mesela deniz içerisinde kayalık manzara halde bulunan mercanlar bunun en bariz örneğini teşkil eder. Gerçekten de deryalara dalan dalgıçlar bu manzaraya baktıklarında bitki sanır, dokununca da taş. Oysaki gördükleri ve dokundukları o manzara, adına polip denen küçücük canlılara ait artık maddelerin bir araya gelmesiyle deniz içerisinde meydana gelen kalkerli kabuk oluşumlarından başkası değildir. Derken belli bir zaman dilimi içerisinde mercan iskelet artıklarının kaynaşmasıyla ortaya öyle muhteşem kayalık bir manzara çıkar ki bu durum deniz terminolojisinde “resif kayalık’ olarak karşılık bulur. Tabii deniz terminolojisinde bu muhteşem manzara bir diğer adıyla “su altı kayalık” olarak karşılık bulur da deryalara açılanlar için bir başka anlamda karşılık bulmaz mı, elbette bulacaktır. Nitekim deryalara doğa harikası olarak dalanlar için turistik bir manzarayı seyretmek olarak karşılık bulduğu gibi ticari anlamda dalanlar içinde mercan toplamak olarak karşılık bulmaktadır. Bu arada mercan pazarlamak için deryalara dalanlar sayesinde mercan atölyeleri sahipleri de onlardan satın aldıkları ham ürünleri tezgâhlarında işleyip ziynet takısı üretmek suretiyle rızıklarını temin etmiş olurlar. Ancak unutmayalım ki rızkını deryalarda arayanlar için hammadde ürünü sadece mercan değil incide çok önemli hammadde ürünüdür. Tıpkı mercan gibi incinin de kökeni canlı bir hayvana dayanıp aslı yumuşakça sınıfından bir istiridye ürünüdür. Yani bu demektir ki inci denen mücevherat istiridye tarafından üretilen çok değerli organik taşın ta kendisi ziynet ve süs eşyasıdır. İstiridyenin içine kum tanesi ya da kuma benzer bir madde koyulup sedefle kaplandığında bir bakmışsın karşımıza çok değerli mücevherat inci olarak veya süs eşyası olarak çıkabiliyor. Zira kıymetli oluşundan dolayıdır ki inci meraklıları böylesi organik ürünü yerinde ve kaynağında pek rahat bırakmazlar, her daim inci toplamanın derdine düşeceklerdir. Ne diyelim, işte sizde görüyorsunuz ya, Yüce Allah (c.c) mercan, istiridye ve salyangoz gibi küçücük canlıları birer mücevherat üreticisi olarak yaratıp biz aciz kulların hizmetine sunmuştur. Ve dahi sunulan bu nimet sayesinde insanoğlu paha biçilmez derecede en değerli ziynetleri hem takı olarak kullanıyor hem de bu tür organik ürünlerden istifadeyle ticari anlamda ciddi büyük gelir kazancı elde edebiliyor. Ancak ne var ki, insanoğlu işin hep ziynet yönüne takılıp nimet boyutunu unutmuş gözüküyor. Hadi Kur’an’dan bihaber olanları anladık ta, bu arada Müminler olarak bizlere ne demeli. Maalesef bizlerde mesela kabuklu canlılardan salyangozunda kabuğunun süs eşyası olarak kullanılmasına takılıp dururuz da nimet boyutu söz konusu olduğunda yan çizip şükretmekten bile aciz duruma düşebiliyoruz. Bakın, Allah Teâlâ göz ardı edilen bu gerçeği Kur’an’da: “ O iki denizden büyük ve küçük inci mercan çıkar. Şimdi Rabbinizin hangi nimetlerini yalan sayabilirsiniz” (Rahman, 22-23) diye beyan buyurmak suretiyle inananı inanmayanı hiç fark etmez tüm kullarını bu hususta uyarır da. Öyle ya, madem Yüce Rabbimiz kullarına ihsan eylediği nimetleri üzerinde düşünmemizi murad eylemekte, o halde deryalarda bizim için mücevherat ve süs eşyası üreten canlılardan “…takacağınız bir süs (eşyası) çıkarmanız için denizi emrinize veren O’dur” (Nahl, 14) ayetinin mana ve ruhuna uygun olarak süs eşyalarını hakkıyla kullanıp şükreylememiz icab eder.
Evet, hiç şüphe yoktur ki denizler ve okyanuslar şükrünü bilen kullar için çok büyük bir nimettir. Şükrünü bilenler bu yüzden denizlere ve okyanuslara açılmak istediklerinde “Vira vira Bismillah” demekten kendilerini alamazlar da. Aynı zamanda ‘Vira Bismillah’ maviye gönül verenlerin besmelesidir de. Hele ki bizim olan topraklarda “Vira vira Bismillah” diyerek deryalara açılmak iyi başlangıç dileği manasına kullanılan bir ifade anlamı taşır. Öyle ki bu ifade bir zamanlar Akdeniz’de denizcilik yapan tayfalarımızın dillerinden düşürmeyip de denizlere ve okyanuslara yelken açmanın parolası olarak bugüne gelmiştir. Hatta sıradan bir ifade, sıradan bir parola olmadığı şundan besbellidir ki, daha kaptanın ağzından “Vira Bismillah” ifadesi çıkar çıkmaz hem deniz mürettebatı aşka gelir hem de bindikleri gemiler. Zaten ‘Vira Bismillah’ parolasıyla aşka gelinmese tarihten bu güne gelinen noktada ne Çaka Bey’den ne Barbaros Oruç Reisten, ne Hızır Bey, ne Piri Reislerden ne de bindikleri yelkenli gemilerden söz edemezdik. Ki, bu hususta Yüce Allah (c.c); “İnsanlara yarayan şeyleri denizde akıt(ıp) taşıyan o gemilerde akıllı kimseler için nice ayetler vardır” (Bakara, 164) diye beyan buyurmakla gemilerin “Vira vira Bismillah” sesleri eşliğinde kıtalardan kıtalara yelken açacağını düşünen dimağların dikkatine sunmuştur. Nitekim bu ayetin mana ve ruhu üzerinde inceden inceye düşünüp hikmetini anlamaya çalıştığımızda, Yüce Allah (c.c) sadece karada değil denizlerde de ulaşımın rahatlıkla yapılacağına işaret edip kullarının bu noktada ağaçların özgül ağırlığını sudan hafif tutup gemi yapmalarını akl etmeyi dilemiştir. Yeter ki biz aciz kullar olarak akl edelim bir bakmışsın rüzgârlar bile Yüce Allah’ın emri doğrultusunda ‘Vira vira Bismillah’ sesleri eşliğinde bineceğimiz geminin rotasını belirleyen pusulamız olur da. Nitekim maviye gönül vermiş tayfalar “Yelkenler fora” demekten kendilerini alamaz da. Böylece bu komutla sulara açılan gemi mürettebatı gittiği limanlarda demirleyebilmenin kutlu zaferini Hasan Sağındık’ın dillendirdiği “Zafer Güvercinleri” adlı şarkının dizelerinde şu şekilde anlam kazanır da:
“Göğsünü yelken gibi rüzgâra gere gere
Tunç bedenli tayfalar çıkıyor bir sefere
Belki ayın güneşin doğup battığı yere
***
Tuz kokan yosun kokan sulardadır bereket
Vira vira Bismillah başlayacak hareket
***
Akdeniz anne deniz eski çağlardan beri
Fırtına kalyonlarla tanır bizi tan yeri
Selam gökteki yıldız, selam deniz feneri
***
Gelen Türk tayfaları yol ver hey deli deniz
Rüzgârla konuşuruz pirimiz Piri Reis
***
Öpülesi yelkenler zafer güvercinleri
Bin Haçlıyı batırmış Barbaros’un kırk eri
Çalkalanır durur deniz o ulu seferden beri
***
Coşsa kudursa deniz, tufan olsa giderdik
Elde değil bir kere maviye gönül verdik”
İşte dizelerde geçen ifadelerden de anlaşıldığı üzere maviye gönül verdiğimiz deryalar gerek kahramanlık destanlarımız bakımından, gerek tuz kokan yosun kokan memba sular olması bakımdan, gerek bağrında taşıdığı zengin florası, faunası, incisi ve mercanı bakımdan, gerekse ab-ı hayat deryayı umman engin su oluşları bakımdan çok büyük bir nimetle karşı karşıyayızdır elbet. Ve dahi böylesi bir nimet karşısında bilim adamları zihinlerde herhangi bir karışıklığa meydan vermemek için dünyada mevcut deryaların yüzey sıcaklığından tutunda topoğrafı özelliği, batimetre ölçüm değeri ve biyolojik yapısına dair her ne varsa ellerinden gelen tüm çabayı göstererekten böylesi deryalar âlemini şöyle sınıflandırılmışlar bile:
1-)Topoğrafı yönden sınıflandırma:
Bu da kendi arasında dört kategoride incelenir:
-Kıyısal (bordier) denizler: Büyük okyanusların sınır çevresinde yer alan denizlerdir. Örnek olarak Atlantik sahili deryalar, Pasifik sahili deryalar.
-Akdeniz’le bağlantılı lokal denizler: Bu denizler kıtalar içinde bulunurlar. Kıyısal denizlere oranla derinlikleri azdır. Örnek- Adriyatik deryası, Ege denizi deryası.
-İç denizler: Her hangi bir kıtanın iç kesimlerinde konuşlanmış aynı zamanda dar alanda derin olmayan bir eşikte diğer bir denize açılan denizlerdir. Örnek: Karadeniz ve Baltık deryaları.
-Kapalı denizler: Her ne kadar kendisine deniz gözüyle bakılmasa da tam da karaların ortasında bulunan diğer denizlerle hiçbir iç denizlerle bağlantısı olmayan denizlerdir. Örnek: Hazar ve Aral gölü deryaları.
2-)Yüzey sularının ısısına göre sınıflandırılma:
Bu sistemde çeşitli sistemler rol oynar. Bunlardan en yaygın olan sınıflandırma olup ısı özellikleri şu şekilde tanımlanır:
-Polar denizler- Temperatürü, yani sıcaklığı 5 santigrat derecenin altında deniz sulardır.
-Subpolar denizler- Temperatürü 10 santigrat derecenin altında olup ortalama 8 santigrat derecelik ısıda denizlerdir.
-Ilıman denizler- Temperatürü 8-23 santigrat derecenin altında olup soğuk ve sıcak ılıman iki grub altında incelenen denizlerdir. Malum soğuk ılımandakiler 8-10 santigrat derece de olup sıcak ılımandakiler ise 12-23 santigrat derecede olan denizlerdir.
3-)Batimetrik yönden sınıflandırılma:
Okyanus veya deniz suları doğal olarak üç fiziki faktörün etkisi altındadır. Bunlar temperatür, ışık ve med cezir çalkantılarıdır. Dolayısıyla söz konusu faktörlerin etkisiyle suların meydana getirdiği dikeyine evrilen zonasyonların yüzeyinden dibine doğru üç zonlu oluşumunu da beraberinde getirdiği muhakkak. Mesela ışık faktörü bakımdan deryalar üç başlık altında incelendiğinde öfotik zonasyon, oligofitik zonasyon ve afotik zonasyon olarak isimlendirilirler. Madem öyle, kısaca özellikleri neymiş bir görelim:
Öfotik Zon: Yaklaşık 20 metreden 150 metreye kadar olan derin bölgeleri kapsar. Bu zonda ortalama derinlik 50 metre civarındadır. Bu derinliklere nüfuz eden bütün kırmızı ve mavi ışığa ait radyasyonların hemen hepsi absorbe edilebiliyor. Derken bu arada öfotik zonun özelliğinden istifade eden ototrof canlılar da kendi ihtiyaçları olan maddeleri suda bulunan karbondioksit ve güneş enerjisinden almış olurlar.
Oligofotik zon: Takriben 300-600 metre derinlikteki ışık huzmesini kapsayan (ortalama 500 metrelik derinlik huzmesi) bir zondur. Ancak güneş ışığının huzme etkisi öfotik zonda olduğu gibi ziyadesiyle pek bu zona nüfuz edemediğinden klorofil içeren bitkilerden mahrum bir zon olarak karşımıza çıkar. Hatta bu zonda med cezir türünden dalgalanmalara da pek rastlanmaz. Yine de bu zonda organik madde üreten iki kaynağın varlığı söz konusudur.
Afotik zon: Oligofotik zonun hemen alt tabakasını oluşturup dibe kadar devam eden bir zondur bu. Bu zonda sıcaklığın çok düşük olması hasebiyle viskozite yüksektir. Suyun akışının akışı ise genellikle durgun halde seyreder.
4-)Biyolojik yönden sınıflandırma:
Biyolojik özelliklerine göre okyanus suları bentik ve pelajik bölge olarak sınıflandırılarak kategorize edilirler. Böylece bir sınıflandırmadan hareketle bentik bölge sadece kendi alanını kapsar anlamında bir isimlendirme olurken, pelajik bölge ise bentiği de içine alan sahayı kapsar anlamında bir isimlendirme olur.
Pelajik bölge
Bilim adamlarının çalışmalarıyla bu bölgede yaşayan canlıların sınıflandırması yapıldığı gibi bağrında taşıdığı sistem analizleri de ortaya konulmuştur. Örnek mi? Mesela sonraki yapılan araştırmalar ve çalışmalar sonucunda Kuril adalarının derinliklerinde pelajik bölgeyi kapsayan alının yüzeyden derinliğe kadar tüm ayrıntılarıyla ele alınıp 6 zon olarak tasniflenmesi bunun en bariz tipik misalini teşkil eder. Şöyle ki;
-Epipelajik Zon: 0-200 metre derinliklileri kapsayan bölgelerdir. Yani ökoryatik su yosunlarının fitoplanktonların oluşturan Diyatomeler ve sucul ekosistemin ana fitoplankton guruplarından Dinoflagellatlar türü ototrof, saprotrof, parazit ya da holozoik beslenen organizmaların bulunduğu alanı kapsayan bir zondur bu.
-Mezopelajik Zon ve İnfrapelajik Zon: Planton yoğunluğunun azaldığı gözlemlenen ve 200-1000 metre derinliği kapsayan bir zondur. Aslında bu iki zon (Epi-Mezopelajik) bazı Rus araştırmacıları tarafından 0-200 metreye ulaşan yüzeysel alan superficial zon adı altında birleştirilmiştir. Yani bu demektir ki bu iki zon ortalama 200-800 metre derinlikleri ile dipteki soğuk suları arasında geçit teşkil eden zonlardır. Nitekim yapılan araştırmalarla gündüzleri İnfrapelajik zona geçen suların geceleri süperficial zona geçiş yaptıkları gözlemlenmiştir. Dahası planktonlar için adeta gündüzleri bir barınak olarak kullanılan geçiş zonudur bu.
-Batipelajik Zon: 1000 metre derinlikten 200-2500 metre derinlikleri arasındaki sahaları kapsar. Bu zonda eklembacaklılardan kopepodlar yoğunluğu baskın haldedir.
-Abissopelajik Zon: 2600 -7000 metre derinliğe kadar ulaşan bölgeyi kapsamaktadır. Her ne kadar bu zonda yaşayan makro planktonlar kalitatif yönden fakir olsa da kantitatif yönden oldukça zenginlik içermektedir.
-Hadopelajik Zon: 7000 metreden sonraki bölgeleri kapsayan bir zondur. Çok fakir alanı kapsamakla beraber az da olsa tırnaksı denen amphipoda ve eklem bacaklılardan copepoda’lara rastlanabiliyor.
Tabii pelajik bölge ile ilgili tanımlamalar bunlarla sınırlı değil, devamı var elbet. Dahası pelajik bölgeyi ayriyeten topoğrafik bakımından da ele aldığımızda Neritik bölge ve Oseanik bölge diye iki bölge olarak kategorize edildiğini görürüz:
Neritik Bölge
Dikey yönden 200 metrelik derinlikle sınırlanmış sahayı kapsayan bir bölgedir. Bu bölge suları asılı halde pek çok maddeleri içerdiğinden berrak değildir, ama bitkilerin ihtiyacı olan mineral bakımdan oldukça zengindir diyebiliriz. Kıtaların etki alanının ve derinliğinin az olması hasebiyle su sirkülâsyonunun çok kolay yer değiştirmesi ve akışkan hal almasıyla birlikte minerallerin yenilenmesini de beraberinde getirdiğini görürüz. Nitekim Neritik bölgede bitkiler için gerekli olan mineral maddeler son derece zenginlik arz eder. Ayrıca bu bölge uskumru, hamsi, som balığı gibi balık türlerin bulunması yönüyle dikkat çeker.
Oseanik Bölge
Okyanus ve denizlerin neritik bölgenin dışında kalan sahaları kapsayan bölge olarak dikkat çeker. Neritik bölgenin dışında alanı kapsadığı şundan besbellidir ki, sularının oldukça berrak olması hasebiyle adından masmavi sular olarak söz ettirir hep. Hem nasıl adından masmavi adından söz ettirmesin ki, baksanıza hem organizma yönünden fakir hem de asılı maddeler bakımdan fakir olup neredeyse mineral madde yok denecek kadar bir içeriğe sahiptir. İşte bu noktada içeriğinin fakir olması avantajıyla güneş ışınları (radyasyonları) çok rahatlıkla absorbe olmaksızın geçiş yapabiliyor da. İlla içeriğinde herhangi bir madde varlığından söz edeceksek sadece bu bölgede ce Salinite oranının (tuz oranı) oldukça yüksek olduğundan söz edebiliriz ancak.
Bentik Bölge
Sahil hattından itibaren okyanusların en derin kısmına kadar olan bütün tabanı kapsayan alan temsil eden bölge olarak dikkat çeker. Bu bölgenin içeriğine baktığımızda morfolojik ve biyolojik bakımdan çeşitlilik arz edip, içeriğinde bitkisel ve hayvansal organizmaların varlığını görürüz. Bu yüzden bentik bölgenin (dip bölge) sınıflandırılması pelajik bölgeninkine nazaran daha zor olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü bentik bölge; Littoral sistem (fital sistem) ve Derin deniz sistemi (afital) şeklinde çift başlılık diyebileceğimiz karmaşık bir yapı söz konusudur. Başlıca özellikleri:
1-Littoral sistem (fital sistem)
- Bu sistem içerisinde yaşayan organizmalar türce zengindir.
-Alglerin hepsi ototroftur.
-Klorofil içeren bitkiler bulunur.
-Temperatur çok değişkendir.
-Substratum değişik tabiattadır.
-Organik madde boldur.
Littoral sistem ise kendi arasında Supralittoral zon (su dışında kalan zon), mediolittoral zon, infralittoral zon, circa littoral zon diye 4 zona ayrılır.
2-Derin deniz sistemi(afital)
-Klorofil ve ışık yoktur (afital sistem)
-Su basıncı yoktur vs.
Velhasıl-ı kelam; Vira Bismillah diyerek maviye gönül verdiğimiz deryalar Yüce Allah’ın kullarına bahşettiği deryayı umman ikramıdır. Tabii kıymet bilene.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/vira-bismillah-diyerek-maviye-gonul-verdigimiz-deryalar-5615-kose-yazisi












Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI?

Mesaj tarafından Selim Cuma Mart 18, 2022 7:47 pm

İNSAN TOPRAKTAN MI YARATILDI?
    SELİM GÜRBÜZER        
          İnsan vücudunda yer alan demir atomu ile kâinatın en uzak yıldızında konumlanan demir atomu hemen hemen aynıdırlar. Madem hamurumuz bir,  madem mayamız bir, hem madem kâinat tek bütün olarak yaratılıp sonrasında çeşitlenmiş hale bürünmüş,  o halde bu noktada insana kâinatın özü gözüyle baksak yeridir.  Bakınız Mevlana bu hususta ne diyor: “Topraktan geldik toprağa gideceğiz.  Mühim olan çamurlaşmamak.”
          Her ne kadar Mevlana’nın bu güzel veciz sözü bazı çevreler için hiç bir anlam ifade etmese de, bu malum çevreler bir takım gerçeklerden nereye kadar kaçılabilir ki.  Kaçsalar da çamurlaşmış olacaklardır zaten. Yine malumunuz cansız sanılan toprak nasıl olur da can vermeye vesile olur sorusu öteden beri beşeri sınıf içerisinde bilhassa Allah’a inanmayanlar açısından zihnini hep kurcalayan ve bir o kadar da derinden derine düşündüren bir soru olmuştur. Öyle anlaşılıyor ki bu soru bugün de, yarında hatta kıyametin kopacağı güne dek bu tip insanların zihnini daha da çok meşgul edecek gibi görünüyor. Onlar nasıl olur tarzında düşüne dursun, inananlar olarak bizim için esas olan Allah’a tam bir teslimiyet içerisinde topraktan yaratıldık toprağa döneceğimize olan inancımızdan zerre miskal dahi taviz vermemek çok mühimdir. Öyle ki Allah’a tam bir teslimiyet haleti ruhiye içerisinde bir bitki çekirdeğini ölü ve karanlık toprağın bağrında filizlendiren Yaratıcı Güç’ün,  hiç şüphe yoktur ki bu dünyadan göç edip toprağa karıştığımızda da ruz-i mahşerde diriliş muştusuyla birlikte yeniden naçiz bedenimizle ruhumuzu buluşturacağına inancımız tamdır. Zira iman zerre miskal şüphe kaldırmaz. Kaldı ki insanı insan yapan asıl ruhtur.  Belli ki, Albert Einstein “Dinsiz ilim kör, ilimsiz din topaldır” sözünü boşa söylememiş. Dolayısıyla yaratılan elementlerden ister azot,  ister oksijen,  isterse karbondioksit olsun her bir element canlıların can simidi görev yapan maddeler olarak dikkat çekmektelerdir. Hele oksijen sayesinde üzerindeki yoğunluğu hafifleyen bir azot gazı vardır ki, üstlendiği misyon itibariyle soluduğumuz havayı berrak bir hale getirip güzelleştirmenin yanı sıra bitkiler içinde doğal bir gübre oluşturabiliyor. Bakmayın siz onun öyle renksiz kokusuz,  tatsız ve atıl bir gazmış gibi duruşuna, aslında kazın ayağı hiçte öyle değil.  Hele bir havadan toprağa, topraktan da azotu bağlayan bakteriler üzerinden faaliyete geçmeye bir görsün hemen pasif halden aktif bir şekilde topraktan filizlenecek olan bitkilere besleyici gübre olmasıyla birlikte tüm canlılara bin bir çeşit lezzette gıdalar oluşunda katkı payını ve varlığını hissettirebiliyor.
      Bilindiği üzere toprağın bağrında eksi (-) yüklü değere sahip karbon ve azot molekülleri vardır. DNA’da ise eksi (-) azot,  karbon, fosfor, hidrojen ve oksijenden kurulu merdivenimsin bir molekül yapı söz konusudur. Şimdi diyebilirsiniz ki DNA ile toprağın ne ilgisi vardır ki,  merak bu ya toprağı incelediğimizde oksijen, fosfor, hidrojen moleküllerinin eksi (-) değerli karbon ve azotla birleştiğinde tam da insan bedenini oluşturan bileşikler olduğunun ilgisi görülecektir. Bu durum bize Yüce Allah’ın (c.c)  DNA şifrelerine ‘Ol’ kelamıyla emreylediğinde bu söz konusu bileşiklerin Hz. Adem (a.s)’ın topraktan yaratıldığını gösteren mucizevi hadisenin bileşenleri olabileceğini düşündürtmeye yetmiştir de diyebiliriz.  Nitekim Yüce Allah (c.c)  yaratılış hususunda şöyle beyan buyuruyor; “Allah nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı sonra ona  ‘Ol’ dedi ve o da oluverdi” (Al-i İmran suresi 59. Ayet). Yine Yüce Allah bir ayeti celile de; “Şimdi sor onlara: “Yaradılışça kendileri mi daha çetin, yoksa “Bizim yarattıklarımız mı? Biz kendilerini yapışkan cıvık bir çamurdan yarattık” (37.Saffat suresi 11. ayet) diye beyan buyurduğu gibi Kur’an’da zikrolunan diğer ayetlerde ise topraktan halk olduktan sonra anne karnında geçirdiğimiz yaratılış öykümüzü aşama aşama şöyle idrakimize sunar da:
     -“ Gerçek şu ki biz insanı çamurdan alınmış bir özden yaratıyoruz” (Mü’minun suresi, ayet 12),  
    -“Sonra onun sağlam korunaklı nutfe haline getiriyoruz” (Mü’minun suresi, ayet 13),
    -“Ardından nutfeyi (döllenmiş yumurtaya) (rahimde asılıp beslenen embriyoya) çeviriyor, alakayı şekilsiz et (görünümünde) yapıyor, bu etten kemikler yaratıyor, daha sonrada kemiklere adale giydiriyoruz; nihayet onu bambaşka bir vakit halinde inşa ediyoruz. Yapıp yaratanların en güzeli olan Allah çok yücedir” (Mü’minun suresi, ayet 14).
         İşte Necip Fazıl yukarıda bahsi geçen yaratılışla ilgili ayetlerden ilham almış olsa gerek ki, iç dünyasında kopan sonsuzluğa vurgun bir halet-i ruhiye içerisinde bu hususu ‘Bir adam Yaratmak’ adlı eseriyle varlığın ve yokluğun öyküsünü kendince  ‘hayat-ölüm-kader’ çizgisi ekseninde irdeleyebilmiştir. Tabii irdelemek iyi hoşta, bu arada asıl irdelenmesi gereken bir husus daha vardır ki,  o da malum insanın topraktan nasıl yaratıldığının biyolojik yönden irdelenmesinin gerektiği hususudur. Hele yukarıda bahsi geçen ayetlere birde bu gözle, yani biyolojik pencereden bakılmaya çalışıldığında Hz. Âdem’in yaratılışında eksi (-) değerli azot ve karbon molekülünü taşıyan toprakla DNA arasında çok yakından ilgi bağının olduğu görülecektir. Nitekim bir bitki için doğurgan toprak neyse,  bir çocuk içinde anne rahmi doğurgan toprak olarak anlam ifade eder.  Hele bir tohum toprağa düşmeye görsün bir bakıyorsun toprağın bağrına gömülüp bir anda neşvünema buluyorsa bir blastula da aynen bir tohum misali rahme tutunup (gömülüp) 16.cı güne geldiğinde üç extraembriyonal kesenin (amnion-vitellus-allontios) oluşumuyla insan taslağı denen embriyo şeklinde gelişim kaydedip dünyaya nur topu çocuk olarak gelebiliyor. Öyle ki anne karnında embriyoyu oluşturan keseler bir yandan insan organlarının oluşturan yapılara dönüşürken diğer yandan da vitellüs kesesi allontois sayesinde sıvı kan ve lökosit, eritrosit ve trombosit gibi kan hücrelerine dönüşebiliyor. Derken bu söz konusu değişim ve dönüşüm aşamalarında aktif rol oynayan extraembriyonal keselerden vitellüs’ün ceninin beşinci haftasına kadar hem embriyonun kan hücrelerini hem de cinsiyet hücrelerini ürettikten sonra görevini karaciğere devredip köreldiğini,  allontois’in ise ikinci ayın sonunda köreldiğini ve böylece körelmeyle birlikte görevlerini nihayete erdirmiş olurlar. Bu arada trofoblast hücreleri tarafından oluşturulan saçaklar da kökleriyle rahmin içine kanca atıp anne karnındaki ceninin hayat bulmasında, besin ve gaz alışverişi temininde aktif görev üstlenmiş olurlar. Ki,  Allah Teâlâ bu hususta; “Sizi analarınızın karınlarında üç karanlık içinde bir yaratılıştan öbür yaratılışlara halk edip duruyor” (Zümer,6) diye beyan buyurduğu ayet-i kerimeyle ceninin üç katmanla çepeçevre sarıldığına işaret ediyor. Zira bu üç katman amniyon zarının dış kısmını içine alan karyon ve rahim duvarından başkası değildir. Ki, amniyon ve karyon zarları cenini çepeçevre sarıp onu korumakla yükümlüdür. Keza amnion sıvısının 31 santigrat derecelik sabit sıcaklıkta olması cenini belli bir ısı ayarında tutmanın yanı sıra sıvı içerisinde rahatça yüzmesini de sağlar. Derken böylesi ideal sıvı ortamı sayesinde doğumun gerçekleşmesi kolay hale gelir. İşte görüyorsunuz başlangıçta cansız gibi görünen hücreler Yüce Allah’ın  ‘Ol’ emri doğrultusunda canlılık kazanıp anne karnında embriyolojik gelişmeyle birlikte dünyaya nur topu bebek olarak gelmektelerdir. Kelimenin tam anlamıyla başlangıçta su iken bir anda ete kemiğe bürünmüş bir canlı olarak dünyaya gelmiş olmaktayız.  Ve Yüce Allah (c.c) bu hususta şöyle beyan buyurur da: “İnkâr edenle, gökler ve yer bitişik iken onları ayırdığımızı ve her canlıyı sudan yaratığımız görmezler mi? Hala inanmayacaklar mı?” (Enbiya, 30).  İşte bu gerçeği inkâr eden ateistlerin görmedikleri şundan besbellidir ki hala bugün olmuş gelinen noktada inadım inat ileri sürdükleri  ‘canlı canlıdan çıkar’ tezinden geri adım atmış değillerdir. Ama şu da var ki ateistler yaratılış gerçeğini ne kadar inkâr ederseler etsinler, şunu iyi bilinsinler ki yaratılışla ilgili bu ayetler camilerde ve evlerde hatim olarak, okullarda, medreselerde ve üniversitelerde ders müfredatı olarak okunmaya devam ettiği sürece bu dünyada düştükleri şüphe girdabından çıkamayıp tedirginlikten rahat uyuyamayacaklardır.  Oysa onların şüphe girdabında göremedikleri şu bir gerçek vardır ki; Yüce Allah’ın birçok ayette geçen  “Ol”  emri ibaresi hücre yönetimi için ferman niteliğinde bir buyruk olduğu gibi hücre içerisinde birçok kimyasal reaksiyonların, protein sentezi ve enzimlerin işleyişini de kapsayan bir buyruk fermandır. Onlar şüphe girdabında boğularaktan bu gerçekleri bilmezlikten gelseler de hücreler kendilerine yüklenmiş “Ol”  kodunu biliyor ya, bu kod onlara düğün bayram olurda.  Ki,  bu noktada hücre içi faaliyetlerde  “Haktan gelen ferman başım gözüm üstüne” diyen,  aynı zamanda hücre içi hiyerarşik düzenin işleyişinin komite kademesinin en tepe noktasında bulunup ne yapacağını bilen DNA vardır. Nitekim yaratılışla ilgili tüm bilgiler “Ol” emriyle DNA'ya kodlanmış olduğundan tüm hücresel faaliyetler DNA’nın başkanlığında işlevlik kazanmaktadır. Bu demektir ki, canlının en temel birimi olan hücre içi hiyerarşik düzenin koordinasyonunda birinci derecede sorumlu DNA olup, bu kademenin ikinci alt basamağında ise DNA’dan gelen talimatları gerekli yerlere iletmekle yükümlü mRNA (haberci RNA) vardır. Bunun altında da gelen mesajları uygulayıcısı olarak protein sentezinde görev yapan ribozom ve biyolojik katalizör olarak rol alan enzim dünyası vardır.  Öyle ya,  madem ortada hücre içerisinde böylesi muazzam bir hiyerarşik bir düzenin varlığı söz konusu,  o halde bu kurulu düzen hakkında günlük hayattan örnekler vermemiz gerekir ki böylesi mükemmel bir düzenin nasıl işlediğini daha iyi anlayabilmiş olalım. Nasıl mı? Mesela nasıl ki bir buhar makinesiyle çalışan bir lokomotif mühendisin programladığı bir plan dâhilinde hızlandıkça yavaşlayan ya da yavaşladıkça hızlanan (negatif geri tepme-feed back)  bir ayar sistemi söz konusuysa, aynı şekilde yaratılan canlı cansız her varlığın işleyişinde de külli iradenin cüzi irade üzerinde yaradılış ayarları söz konusudur. Nitekim canlı âlemin en küçük varlıklarından bakteri ya da virüs genomunda bile bir bakıyorsun baskılayıcı proteini bağlayan ve aynı zamanda hemen yanı başında genin transkripsiyonunu kontrol eden operatör gen vardır. Üstelik operatör gende kendi başına buyruk değildir,  o da  “Ol” emri doğrultusunda tüm hücre içi faaliyetleri idare etmekle vazife almış bir amirdir. Hakeza operatör genin kontrolündeki yapısal işlev gören genlerde öyle olup amirinden gelen talimatların dışında kendi başına asla buyruk kesilmezler, mutlaka vazifelerini operatör genin kontrolünde yürütmek durumundadırlar. Birde hiyerarşik bir yapılanma içerisinde meseleye bütünüyle baktığımızda operatör genin yönetiminde belli bir görev dağılımı çerçevesinde bir araya gelen genler topluluğu adeta bir şemsiye altında ‘operon genler’ olarak vazife yüklendiklerini görürüz. Bu demektir ki genler topluğu operatör genden gelen talimatlar doğrultusunda hareket etmektedirler,  İşte bu noktada hücre içerisinde silsile varı şeklinde cereyan eden talimatlar harfi harfine uyulup karşılık bulmalı ki idari amir pozisyonunda bulunan regülatör genin direktifleri doğrultusunda protein yapımı gerçekleşebilsin.  Böylece alt birim genler üst amirlerin talimatları doğrultusunda pasif halden eylemli gen haline gelmiş olurlar.  Aksi halde, yani gelen talimatların dışına çıkıldığında eylemsiz halde kala kalacaklardır.
          Öyle anlaşılıyor ki, omurgalı ya da omurgasız olsun hiç fark etmez yaratılan her varlığın biyolojik fonksiyonlarının işleyiş sisteminde başıboşluğa asla yer yoktur, her şey bir plan dâhilinde her daim kontrol altında işlevsellik kazanmaktadır.  Aksi halde kalp, mide, kan, dalak gibi nice dokular içerisinde görev almış hücreler mesken tuttukları organlara işlerlik kazandıramayacaktır. Kelimenin tam anlamıyla genler arası koordinasyonda strüktürel genlerin (yapısal genlerin)  bir operatör gene bağlı kalarak, operatör genlerinde bir başka düzenleyici gene bağlı kalarak gerçekleşen böylesi müthiş bir sistem karşısında adeta dilimiz tutulup ‘Allah” demekten başka diyecek bir kelam bulamıyoruz desek yeridir.  Ama gel gör ki, bizler böylesi mükemmel bir hiyerarşik düzen karşısında dilimiz tutulup hayretler içerisinde kalırken, birileri de malum tam aksine “tesadüfi düzen” deme pişkinliğini gösterebiliyor. Hele bilhassa ateistler Hava annemizin Âdem’in eğe kemiğinden yaratılış mucizesine bile bir türlü akıl sır erdiremezler de. Oysa moleküler biyolojinin ortaya koyduğu verilerden hareketle genetik dünyasına daldığımızda genetik şifreleri bir barkot cihazından geçirircesine kendini okutturup yazgıya çeviren tek hücrenin  “kemik iliği hücresi” olduğu görülecektir. Nitekim bilim dünyasında hızlı gelişmelerle birlikte bu gün gelinen noktada artık genetik laboratuvarlarda kemik iliği hücreleri alınarak başka ortamda tekrardan üretilebiliyor. Bu demek oluyor ki yaratılışla asıl şifreler açılabilse bir insan yazgısının kayda alınabileceğini gösteriyor.  Zira eğe kemiği insan kaburga kemiklerini içermektedir. Nasıl ki karbon ve azot artı (+) değerli iken toprak ölü (cansız) halde oluyorsa aynen öyle de eksi (-) değerli iken de bir anda toprak canlılık kazanabiliyor. İşte buna benzer konumda genetik şifreleri yazgıya geçirebilecek donanımla donatılmış kemik hücreleri de ‘Ol’ emriyle diriliş moduna geçebileceği gibi yine “Ol” emriyle cansız halde, yani ölü kemikler olarak nötr kalabiliyor.  Ta ki kıyamet günü dirileceğimiz zaman “Ol” emri gelir ancak o zaman dirilişe geçebilmekteyiz.  Dolayısıyla bu noktada Âdem (a.s)’ın kaburga kemiğinden  “Ol” fermanıyla Havva anamızın hayat bulmasına şaşmamak gerekir.  Hiç şüphe yoktur ki Allah (c.c)  her şeyi yaratmaya kadirdir.  Öyle ya, madem Allah (c.c)  kudret sahibidir, o halde Adem  (a.s) ve Havva anamızın yaratılış mucizesi karşısında “Amenna ve Saddakna” demek düşer bize.  
       Hani Mevlana’ca sıkça  “Topraktan geldik toprağa gideceğiz”  deriz ya hep,  gerçekten de Termodinamiğin ikinci kanunu bu sözün doğruluğunu teyid eden bir kanundur. Nasıl mı?  Malumunuz bu kanun;  evrende tüm yaratılmış varlıkların zamanla bozulmaya doğru yüz tutacağını, en nihayetinde tüm canlı canız varlıkların mutlak sonla buluşacağını bildiriyor bize. Hakeza fizikte geçen meşhur entropi kanunu da bu yöne işaret etmekte olup başlangıçtaki evrende var olan mevcut nizami sistemin zaman içerisinde orijinalliğini yitirip dağınık veya plansız bir gayri nizama dönüşeceğini bildirmekte bize.  Böylece entropi kanunun bir gereği olarak sistem git gide bozulmaya yüz tuttukça entropisini artırıp bunun neticesinde kıyametin kopması kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkacaktır.  Nitekim Sir Arthur Eddington,  entropi gerçeğinden hareketle termodinamiğin ikinci kanununu evrenin en büyük metafizik kanunu olarak nitelemiştir.  Değim yerindeyse tabiat kanunları bu noktada bizim için  “Topraktan geldik toprağa gideceğiz” sözünü birinci elden kendi hal lisanıyla dile getiren en canlı şahitlerimizdir dersek yeridir.  Toprağın bir özelliği daha vardır ki bozulmuş olanı bağrına basıp koruma altına alabiliyor. Zira evlerde kullandığımız toprak hattı hem elektrik cihazlarını korumaya yönelik hattır hem de elektrikli ev aletlerini kullanan insanı da korumaya yönelik toprak hattıdır. Farzımuhal oldu ya,  çamaşır makinesinde elektrik kaçağı var diyelim,  bu durumda hiç endişelenmeye gerek yoktur, şayet toprak hattı varsa çarpmayıp elektrik akımı direk toprağa akacaktır. Şayet bir insanın vücudunda fazladan elektrik yüklüyse yine bu durumda da hiç endişelenmeye gerek yoktur,  yalın ayakla toprak üzerinde birkaç kez dolaşıldığında o insanın vücudunda fazladan olan elektriği toprağa boşaltmış olacaktır.  İşte bu noktada düşünsenize, şayet statik elektrik vücudumuzda hep kalıcı halde kalmış olsaydı elektronik şoklarla kim bilir halimiz nice olurdu,  iyi ki de toprak ana var da bu sayede vücudumuzda fazladan olan elektriği boşaltmış olmaktayız. Dolayısıyla toprağa çok şey borçluyuz. Elektrikçiler çok iyi bilir ki,  nötr yıldız noktasına ve toprağa bağlı olması hasebiyle yüksüzdür ve nötrün sıfır volt potansiyelliyi sayesinde faz ister pozitif ister negatif halde olsun hiç fark etmez arada potansiyel fark oluşacağından devreden akım olarak geçecektir.  Örnek mi? İşte sıfır elektrik nötr halde televizyon, priz, lamba gibi yıldız noktalarda potansiyeli alıcı olarak konumlanırken faz da bu konumlanmadan istifadeyle gerektiğinde tüm devreleriyle birlikte akım olarak sahne alarak işlevlik kazanır. Derken nötr ve faz arasında oluşan potansiyel farkından oluşumundan doğan elektriklenmeyle birlikte toprak hattı adeta bizim hayat sigortamız olur.  Madem öyle,  toprak hattı deyip geçmemek gerekir. Zira o bizim hem yaşarken hem de ölürken beraber olacağımız toprak hattımızdır.  Nitekim toprağın bağrında yer alan A ve B mukopolisakkaritler ve ona ait kristallerin insan kanında anti-AB serumuyla birlikte reaksiyona girip aglütinasyona (çökme) uğraması kanımızın toprakla doğrudan ilişkili olabileceğinin kuvvetle ihtimal dahilinde bir göstergedir.
       Velhasıl-ı kelam Havva’nın yaratılış sırrı işte bu derin moleküler biyolojinin ince şifrelerinde kodludur.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/insan-topraktan-mi-yaratildi-5630-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Alperen Gürbüzer - Sayfa 3 Empty DÖLLENME BASİT BİR HADİSE Mİ?

Mesaj tarafından Selim C.tesi Mart 26, 2022 8:51 pm

DÖLLENME BASİT BİR HADİSE Mİ?
              SELİM GÜRBÜZER
İlginçtir döllenmeyi (ilkah) sıradan bir işmiş gibi gören kendini bilim adamı sanan bir takım aklıevvel adamlar maalesef bakteriler, kamçılılar (flagellate) algler, mantarlar, sporlar, yosunlar ve eğrelti otlarının üreme faaliyetlerine de iptidai gözle bakmışlardır. Oysaki üreme faaliyetlerine analitik gözle bakmak yerine ilkellik olarak yaftalamak bu işin bilimle bağdaşır hiç bir yanı yoktur elbet. Mesela bazı bitki örneklerinde tohumlama hadisesi iyi analiz edildiğinde erkek tohumun saldığı kimyasal salgılar sayesinde dişi tohum hücrelerini bulduğu gözlemlenmiştir ki, en basitinden bu tür örnekler bile tek başına döllenmenin gelişi güzel rastgele olamayacağının delili olarak göstermeye ziyadesiyle yeter artar da.  Düşünsenize birde tohumu olmayan bir eğrelti otunun yapraklarında spor kesesi içerisinde konumlanmış sperm,  su filmi boyunca ortama malik asit gibi bir takım kimyasal uyarıcılar salgılayan archegonia’ya hareket ederek bir anda kendisinin tanınmasına yetip böylece diploit zigottan bir sporofit gelişebiliyor. Derken böylesi bir döllenme hadisesi sayesinde bünyesinde hem erkek hem de dişi spor keseleri bulunduran bir eğrelti otundan kısa sürede kendi köklerini ve gövdesini geliştiren bağımsız bir bitki meydana gelmiş olur.   Dolayısıyla şimdi tamda bu noktada bu işin sıradan basitmiş gibi hafife alanlara sormak gerektir,  Allah aşkına bunun neresinde iptidai (ilkellik) üreme durumu söz konusudur?  Hakeza bir başka üreme faaliyeti örneklerine baktığımızda suda yaşayan birçok canlıların döllenmesi beden dışında gerçekleşebilirken, karada yaşayan canlıların büyük çoğunluğunun ise beden içerisinde yani dişinin nem ortamı yumurta kanallarında gerçekleştiğini görmekteyiz. Dolayısıyla bu tip üreme örneklerde bize gösteriyor ki,  tıpkı eğrelti otunda olduğu gibi nasıl ki ortamda yeterli miktarda nem varsa gametofit döllenir ve diploid bir sporofite dönüşerekten sporların üreme hadisesi gerçekleşebiliyorsa,   aynen öyle de bu tip üreme örneklerinde kendine özgü bir nem ortamına ihtiyaç hâsıl olaraktan üremesi söz konusudur.
           Üreme hadisesine genel çerçevede baktığımızda çoğunlukla üreme hücrelerinin hayati temel programı esasen sperm ve yumurta hücresine dayanır. Nasıl ki bir tohumun programında büyük bir koca ağaç kodluysa aynen öyle de sperm ve yumurta hücrelerinin içerisinde de gelmiş geçmiş tüm ebeveynlerin karakteristik genetik kod özeliklerinden tutunda gelecek kuşaklara aktarılacak olan karakteristik genetik kod özelliklerde kodludur. Bilindiği üzere kadınlarda ergenlik çağına gelmişliğin göstergesi hayız hali (menstruatıon)  olup, bu durum rahim duvarının yıkılmasıyla vuku bulmaktadır. Dolayısıyla buluğ çağına erişmiş bir kızın (püberte-erinlik)  adet hali 28 günlük dönemin ortasına denk gelip genellikle on dördüncü güne gelindiğinde yaklaşık 50’ye yakın yumurta hücrelerinden bir tanesinin bölünme sürecine girdiği gözlemlenir. Böylece bölünme süreciyle birlikte meydana gelen dört yumurta hücreleri içerisinden döllenme kabiliyetine sahip sadece bir tanesi yumurtalıklardan atılımı gerçekleşebilmekte. Yani bu demektir ki dört tanesinin atılmasına üreme faaliyeti programı gereği izin verilmez.  Yukarıda da dedik ya, üreme faaliyeti basite alınacak bir iş değil,  tamamen programlanmış bir iş olduğu şundan besbellidir ki şayet yumurtaların dördününde atılmasına izin verilmiş program olsaydı her hamilelik dönemi dört çocuk doğacak demektir ki vay o annenin haline.  Programa  “ol” emrini veren ilahi güç gelişmiş olan dört yumurta hücresinden sadece bir tanesine döllenip olgunlaşma kabiliyeti vermiştir.  Yine de Yüce Allah dilerse programın dışında birden fazla yumurta hücresinin yumurta kanalına geçişiyle birlikte her birinin farklı spermler tarafından döllenip ikiz, üçüz, dördüz denen çokuz bebeklerin doğmasını halk etmekte. Hatta alışılmışın dışında buna benzer bir durumu zigot aşamasında da gerçekleştiğini görebiliyoruz.  Nitekim zigot bölünme esnasında bir zar içerisinde birleşemeyecek şekilde ikiye üçe veya dörde ayrılarak gelişirse bu sefer hakiki çokuz üreme hadisesi vuku bulur ki,  işte bu tür çokuz hadiselerin ardından hem kız, hem erkek, hepsi kız ya da hepsi erkek çocuklar dünyaya gelecek demektir. Şayet yumurtalıklardan yumurtanın atılmayla başlayan bu süreçte döllenme gerçekleşirse hayız halinin kesilmesiyle birlikte gebelik boyunca kanama hali de görülmeyecek demektir.  
      Düşünsenize 3 ila 5 mikrometre çapında baş, boyun ve kuyruk kısımdan ibaret spermatozoit hücreleri sayesinde çapı yaklaşık 100 mikrometre olan oositi döllemesiyle birlikte içerisinde tüm insan profilinin (genotipinin) sığdırıldığı bir zigot oluşumu gerçekleşebiliyor. Malumunuz kadının ayda bir yumurta hücresinin yumurtalığından döl yatağı boynuzlarına kadar uzanan yumurtalık kanalına bırakılması gerekir ki döllenme hadisesi vuku bulabilsin.  Öyle ki bu söz konusu yumurta hücresi döl yatağı borusunun başlangıcında kanal boyu taşınır bir haldeyken bu süreç içerisinde şayet cinsel ilişki olmuşsa vajinaya bırakılan sperm hücreleri rahim ve döl yatağı kanalından ilerleyerek ovumun (yumurta hücresinin)  etrafını çepeçevre kuşatacaklar demektir. Ancak çepeçevre saran onca sperm arasından sadece bir tanesine dölleme nasip olacaktır. Böylece sperm ovumun içerisinde eriyip kaynaşaraktan zigota dönüşecektir. Akabinde embriyolojik süreç başlayacaktır.
          İşte görüyorsunuz,  döllenme hadisesinde nerden nerelere gelinen noktalarda en nihai hedef vuslat olacaktır.  Başlangıçta gamet hücreleri (eşey hücreleri)  bir araya gelmeden önce erkek spermatozoon hücrelerinin kendi içinde spermatogenezis olarak gelişim kaydedip üretilirken dişi oosit hücrelerinin de kendi içinde oogenezis olarak gelişim kaydedip üretildiğine şahit olmaktayız.  Sonrasında ise malum kendi kaynağında gelişim kaydedip olgunlaşan sperm ve yumurta hücreleri bulundukları mekânlardan döllenme için yola koyulduklarını şahit oluruz. Tıpkı oğlan ve kız çocukların olgunlaşıp buluğ çağına geldiklerinde ana ocaklarından çıkıp gelin güvey olma hadisesinin ta kendisi bir durumdur.  Değim yerindeyse kendi öz yurdundan göç edenlerin kar tipi demeden uzun bir yolculuğa çıkmanın akabinde vuslata ermek ya da döllenme (fertilizasyon) denen ilkah hadisesinin gerçekleştiği bir durumdur. Bu hadisede belki kafamızı kurcalayacak olan şu sual akla gelebilir; hadi sperm hücrelerinin hareketli olması dolayısıyla onun yolculuğunu bir noktada anlayabiliyoruz, ama söz konusu yumurta hücreleri olunca hareketsiz olmaları hasebiyle doğrusu kendi yolculuğunu nasıl gerçekleştirdiğini anlamakta zorluk çekebiliyoruz.  Biraz üzerinde kafa yorduğumuzda her ne kadar yumurta hücreleri sperm hücreleri kadar hareketli olmasalar da her yumurtlama döneminde bir folikül olgunlaşarak değim yerindeyse yumurta hücresinin kız evinden çıkmasını sağlayıp serbest bıraktığın görürüz.  Düşünsenize tek bir yumurta hücresini sarıp sarmalayan onu besleyip koruyan folikül yapı bir noktadan sonra beslediği yumurta hücresini bizatihi salgıladığı östrojen hormonu ve takım enzimlerin etkisiyle yuvadan uğurlayabiliyor. Nitekim salgılanan sıvının hem yumuşatıcı hem basınç etkisi sayesinde yumurta hücresini yerinden kımıldatmaya ve karın boşluğuna uğurlamaya ziyadesiyle gücü yeter de.  Tabii bu yolculuk burada sona ermez, dahası var. Şöyle ki; bu uğurlayış sırasında yumurta hücresine bir başka yardım eli uzatılır ki, bu el fallop tüpünün (kendisine yumurta kanalı denilen)  en dıştaki parçası konumunda hem yumurtaları yakalamak hem de kanalize etmekle görevli ve kendisine infundibulum denen huni şeklinde parça uçtur bu. Böylece yumurta kanalının en uçtaki bu parçacık el sayesinde yumurtalıktan periton boşluğuna bir oosit salınmasıyla birlikte fimbriaların kirpikleri yumurtayı Falllop tüpüne süpürür. Derken sürüklenen yumurta hücresi tünel içerisinde ta ki oğlan evinden yola çıkan damadın (sperm hücreleri) gerdek gecesinde gelin güvey olana kadar bekletilir. Ancak o bekleme süresi içerisinde gelin ile güvey birbirlerine kavuştuklarında şayet döllenme şartları oluşmadıysa döllenme gerçekleşmeyebilir de. Bu durumda ister istemez döllenmeyen yumurta hücresi kendiliğinden eriyip yok olacaktır.
         Az gittik uz gittik dere tepe düz gittik derken yuva kurmak için yola çıkılan bu yolda damat (güvey)  adaylarının yumurta hücrelerine nazaran tek avantajlı yanları kuyruklu ve hareketli olmalarıdır. Yine de bu demek değildir ki yolculuk çok rahat geçecek,  zira bu yolculukta testislerin arka epididimis kısmında istirahate çekilmiş olan sperm hücrelerini  (damat adaylarını) zorlu şartlarda çetin bir sınav beklemekte. Öyle ki milyonlarca sperm hücresi bu çetin yolculuk öncesinde bir yandan beyindeki hipofiz bezinden folikül stimüle edici hormonla (FSH) aktif hale gelirken diğer yandan luteinizan hormonun  (LH)  tetiklediği testeron hormonu salgısıyla da olgunlaşmaları sağlanır. Yani bu ön hazırlıklar tamamlanmadan öyle bulundukları mekânlarından kolay kolay ayrılmak yok elbet. Kaldı ki, buda yetmez yola çıktıklarında kurda kuşa yem olmamak içinde mutlaka yolculuk boyunca gerek lojistik bakımdan gerekse iaşe bakımdan destek alacağı mekanizmalara da ihtiyaç hâsıl olacaktır.  Nitekim kendilerine bu hususta üç koldan ilk evvela seminal veziküllerden salınan sıvılar yardım elini uzatıp destek çıkacaklardır.  Bu bezin salgıladığı fruktoz şekeri sefere çıkan milyonlarca sperm hücresinin hem beslenmesini hem de enerji tazelemesini sağlayacaktır. İkinci yardım eli prostat bezinden gelip, bu bezin temel özelliği akışkan olmasıdır. Dolayısıyla bu akışkanlık konukların hareket manevralarına güç katacaktır. Üçüncü yardım elini uzatacak olan ise prostat bezinin hemen altında konumlanan Bulboüretral bezi (bir diğer adı Cowper bezi) ise salgıladığı sıvı sayesinde sperm hücrelerinin hacim itibarı ile yapısı daha da genişlemiş olacaktır.  İşte bu üç salgı bezi belli başlı merkezlerden gerekli desteği alaraktan gelişimini ve donanımını tamamladıktan sonra sperm hücreleri nihayetinde vajinaya boşaltılır kıvama gelir.  Ancak konuk olduğu vajinal ortamda pek alışık olmadıkları ortam olması hasebiyle pek emin bir mekânda sayılmaz. Zira vajinal mekânın asidik değeri spermler için öldürücü nitelikte olabiliyor. Neyse ki yolculuk esnasında uğradığı üç merkezden kendilerine iştirak eden bir başka merkezin saldığı sıvı salgısının pH değerinin bazik olması  (pH 7,2)  adeta Hızır gibi imdatlarına yetişip vajinal mekanın ortamını nötr hale gelmesini beraberinde getirecektir. Derken bu bazik sıvı desteği sayesinde tehlikede atlatılmış olur. Tabii tehlikenin giderilmesiyle her şey bitmiş sayılmaz, birde spermlerin yumurta hücresini bulma noktasında hangi yöne gideceği meselesi vardır.  Neyse ki önlerinde ki bu meselede de yumurta hücresini bulma noktasında bu kez karşı taraftan gelen yumurta hücresinin saldığı bir koku maddesi Hızır gibi imdatlarına yetişecektir. Öyle ki bu söz konusu koku salgısı sperm hücreleri üzerinde kemotaksis etki yapıp yol almalarına rehberlik edecektir.  Daha da olmadı bir yandan da takviye kuvveti diyebileceğimiz yumurta kanalından gelen bir sıvının spermler üzerinde reotaksis etki yapıp vuslat anı için yüzmelerinin önü açılacaktır.  Spermler yüze dursun, şu da var ki yumurtaya doğru yüzüp gelebilen milyonlarca sperm hücresinden sadece 500 ila 1000 civarında sperm hücresi ancak yumurta hücresiyle buluşabiliyor. Buluşanların da malum bu yolculardan ancak bir tek sperm hücresine vuslat nasip olabiliyor. Bikere her şeyden önce bir yumurta hücresinin döllenebilmesi için kendinde eksik kalan genetik şifrelerini tamamlayacak ya da etrafına üşüşüp kümelenen sperm hücreleri arasından kendi genetik kartının şifrelerini açacak olan sadece bir tanesiyle uyumlu spermle gerdeğe girmesi gerekir ki döllenme ve üreme gerçekleşebilsin. Aslında bu durum normal biyolojik kurallar çerçevesinde analiz edildiğinde döllenmenin hiçte öyle basit bir şekilde pekte kolay gerçekleşemeyeceğini göstermektedir.  Vuslatın gerçekleşmesi için belli ki, ilahi ferman gereği, yumurta hücresinin yolculuğun başlangıcından itibaren yaklaşık iki yüz elli milyon sperm hücrelerinden sadece bir tanesine kendi eksik kartlarını tamamlattıracak bir gizli ‘Ol’ emre ihtiyaç vardır.  Nitekim Fussilet suresinde İlahi hitap bizlere bu hususta:
      “,,.hiçbir dişi gebe kalamaz ve doğurmaz” diye beyan buyurulmak suretiyle  “Ol” emrin iznine tabi olarak  gebe kalınabileceğine işaret edilmekte. Gerçekten de Yüce Rabbimizin ‘Ol’ deyince oldurur,  “Olma” deyince oldurmaz hükmüyle bir şey ya vücut bulur ya da vücut bulmaz,  buna müminler olarak inancımız tamdır. Hiç kuşku yoktur ki,  bir incir çekirdeği tohumunda dallarıyla, gövdesiyle meyvesiyle birlikte bir ağacı kodlayan Yüce Allah,  elbette ki sperm hücresi içerisinde insana ait karakterleri içeren programı da  “Ol” emriyle bir damlacığa kodlayanda yegâne tek Yaratıcı kudret sahibidir. Madem öyle, böylesi müthiş bu mucizevî olayı sorgulamak bize asla yaraşmaz,  bize sadece “Amenna ve Saddakna” demek yaraşır.  Hem biz kimiz ki sorgulamak lüksümüz olsun, sonuçta bizler Benî Âdem’den bir yaratığız.  Baksanıza Ovaryum hücresi bir insanda bulunması gereken 60.000 civarında genetik karakterin yarısını taşıyan bir amolegen genidir, yani ovaryum mayoz bölünmeyle ortaya çıkan bir ünite olup, mevcut 46 kromozom içerisinde 23 kromozoma indirgenmiş kod olarak  “Ol” emrin gereğini yapmakla kendini adamış durumda.  Hakeza babadan gelen meni hücreleri de her ne kadar bizim gözümüzde kalabalık orduları andırır birbirine iç içe geçmiş karışık kuruşuk kartlar gibi gelse de aslında her bir sperm hücresi  “Ol” emriyle dişi yumurta hücresinin kilidini açacak kart olmaya adamış adaylardır. Dolayısıyla bu noktada hücre âleminde her bir fert emre amade bir şekilde ferman başım üzerine derken bizim sorgulamamız abesle iştigal olur.  Üstelik ortada sorgulanacak bir durumda yoktur, bilakis ortada apaçık bir şekilde yukarıda da belirttiğimiz üzere yolculuğun başında annede gelen bir ovaryum (yumurta) hücresine karşılık babadan gelen yaklaşık 250.000.000 meni hücresi karşılık gelen bir mucizevi hadise vardır. Hele yolculuk ilerledikçe böylesi mucizevi bir hadisenin daha da ilginç kılan yanı vardır ki, o da malum 250.000.000 spermden ancak 500 ila 1000 civarında sperm hücresinin yumurta hücresini çepeçevre kuşatıyor olmasıdır. Belli ki her bir nefer Yücelerden emir almış olsalar gerek ki yeni bir canlının doğumuna vesile olmak için burada mevzilenmiş durumdalardır.  Her bir nefer mevzilene dursunlar,  böylesi mucizevi hadisede akıllara durgunluk verecek asıl olay yumurta hücresinin onca sperm hücresi neferi arasında kendi genetik kartını açacak olan tek bir sperm hücreyi nasıl tanıyıp da onunla döllenmeyi gerçekleştirdiği çok ilginçlik durum oluşturacaktır. Ancak burada unutmayalım ki onca sperm arasından seçilmiş tek sperm hücrenin de hemen vuslatı bir çırpıda da kolay olmayacaktır,  hemen önünde duran bariyeri de geçmek zorundadır. Bu bariyer tıpkı evlenecek çiftlerden erkeğin gerdek gecesinde kızlık zarı bariyerini de aşması gerektiği bir durumu da hatırlatan bir hadisedir. Öyle ya, bu söz konusu bariyerlerde aşılması gerekir ki gelin güvey olmaktan çıkıp anne baba olunabile. Bu durum hücre bazında düşündüğümüzde öncelikle bu iş için yumurta hücresi tarafından spermi kendisine cezbettirecek fertilizin madde salgılaması gerekir ki sperm hücresinin akrozom kısmında antifertilizin denen asidik bir protein salgılayabilsin. İcabında bu da yetmez karşılıklı salgılar salınmalı ki sperm hücresi yumurta hücresinin zona pellusida denen jelimsi örtü zarına tutunup geçiş izni alabilsin. Dikkat edin izin dedik, nedeni farklı türe ait yabancı (ajan) spermleri ayıklamaya yönelik önlem içindir. Böylece bu kontrol mekanizmaları sayesinde döllenmenin akabinde embriyonun belli aşamalar kat ederekten gelişimi neticesinde insan insan olarak, hayvan hayvan olarak dünyaya adımını atıp gözünü açmış olmakta.
        Evet,  yumurta hücresinin cazibesine kapılan sperm hücresi nice önüne çıkan tüm bariyerleri aştıktan sonra kendisini eş olarak seçen yumurta hücresinin izniyle akrozom kısmını çatlatıp ancak o zaman açığa çıkardığı enzimin zarı eritmesiyle vuslatını gerçekleştirebilmektedir. İşte vuslat bu noktada biyolojide karşılıklı kromozomların kaynaşıp birleşmesi manasına gelen “fertilizasyon” kavramı olarak anlam kazanır da.  Halk dilinde ise bu kavram malum döllenme olarak dillendirilir.  Her neyse böylesi bir mucizevi hadise ne şekilde ifade edilirse edilsin döllenme hadisesinde görünen o ki kapıdan içeri öyle elini kollunu sallayarak geçilmemekte, bilakis kapılar “Ol” emriyle izne tabi seçilmiş olana açılmakta.  Her gelene kapıların açılmadığı şundan besbellidir ki geçiş izni olana kapı açılıp içeriye alınır alınmaz   (vuslat sonrası)  derhal zarın yapısı değişerekten kapının tekrardan dışarda kalan spermlerin yüzüne kapatılıyor olmasıdır.  Dedik ya,  değim yerindeyse kızlık zarı geçiş izni alan tek sperme özgü bir hücre duvarıdır,  diğerleri içinse kapalı hücre zarından başka bir anlam ifade etmeyen bir duvardır. İşte tüm bu anlatılanlardan sonra birileri halen döllenme hadisesinde bu akıl almaz mucizevi bilmeceyi hafife ala dursun,  bizim için önemli olan Allah-ü Teâlâ’nın yumurta hücresinin genetik kodların çözümlemesinin ancak “Benim irademle” olabileceğini şu ayetle ortaya koyması çok önem arz eden bir husus olacaktır, gerisi teferruattır elbet. Bakınız Yüce Allah (c.c) bu hususta ne beyan buyuruyorlar:
      -“Kıyametin ne zaman kopacağı bilgisi O’na aittir O’nun bilgisi dışında hiçbir şey kabuğundan çıkmaz, hiçbir dişi gebe kalmaz ve doğurmaz. Onlara: Bana koştuğunuz ortaklar nere de diye seslendiği gün: Sana buna dair bizden hiçbir şahit olmadığını arz ederiz derler.” (Fussilet suresi(41) 47.ayet).        
        Döllenme hadisesinden sonra malum anne karnında embriyolojik süreç başlayacaktır.  Yani yumurta ve sperm hücrelerinin birleşmesiyle oluşan zigotun çift sarmallı DNA molekül haline gelmesiyle birlikte arka arkaya mitoz bölünmeler eşliğinde hücre sayısının artmasına bağlı olarak embriyolojik süreç vuku bulacaktır. Bu süreçte embriyonun oluşumunun başlangıcında hücrelerin tümü oval yapıdadır.  Dahası bu sürecin başlangıcında ovum ve spermatozoit çekirdeklerinin birleşmesiyle meydana gelen zigotun takriben 30 saat sonrasında ikiye bölünüp 3 gün sonrasında ise morula denilen yumağa dönüşmüş bir hal ve vaziyette diğer embriyolojik safhalara adım atılmış olunacaktır. Derken zigotun ardı ardına bölünme evreleri geçirmesi sonucunda dört gün sonrasında doğacak olan çocuğun embriyo denen ilk taslağı şekillenerekten rahim boşluğuna düşmüş olunacaktır. Zigot aynı zamanda bir insan bedeninde bulunan yaklaşık 60 trilyon hücrenin özeti diyebileceğimiz ve embriyo oluşumuna geçit teşkil eden ilk nüve oluşumun ta kendisi bir hücredir. Öyle ya, nasıl ki bir tohum tanesinde bir ağaç gizliyse, aynen öyle de bir zigotta 60 trilyonluk hücrelerden meydana gelen bir insan kodludur. Zigot oluşumuyla birlikte oluşan embriyo ise yarı anneden gelen yarı da babadan gelen kromozomlarla şekillenip karakteristik özellik kazanan ve çocuk oluşumuna geçit teşkil eden ilk canlı taslağı oluşumunun ta kendisi bir hücredir. Bilindiği üzere insan genomuna kodlanmış 46 kromozomlardan ikisi cinsiyet kromozomları olup bunlardan X kromozomu dişilik özelliği taşırken, Y kromozomu ise erkeklik özelliği taşır.  Öyle ki cinsiyet geni olarak bilinen Amelogenin geni erkeklerde XY şeklinde temsil edilirken, kadınlarda da XX şeklinde temsil edilir. Nitekim erkek ve yumurta hücresine ait kromozomlar bölünme safhasında iki allel cinsiyet geni olarak geçiş yaparlar. Bu durumda sperm hücreleri yarı X,  yarı Y geni üzerine bina edilmiş olunacaktır. Kelimenin tam anlamıyla sperm hücreleri yarı yarıya dişi ve yarı yarıya erkek karakteristik bir yapıya sahip bir gen olarak sahne almış olacaktır.  Ve bu karakteristik özelliğini döllenme hadisesinde kendini gösterir de, Nasıl mı?   Şayet sperm hücresi ovaryum hücresini dölleme esnasında bünyesinde kodlu olan X geni daha baskın bir durumda ise bu demektir ki çocuk kız doğacaktır, yok eğer döllenme esnasında Y geni baskın durumdaysa çocuk erkek doğacak demektir.  Nitekim anne karnında doğacak olan çocuk şayet erkekse cinsiyet organları daha altı haftalık ceninken bile teşekkül etmeye başlayıp küçücük bir kabartı şeklinde kendini belli edecektir. Hatta ultrasonda cinsiyet yönünden erkek bebeğin olduğuna dair ilk işaret belirgin çıkıntı şeklinde kendini gösterir bile. Hakeza kız çocuk ise üç çizgi şeklinde kendini gösterir. Ultrasonda ister minik kabartı ister üç çizgi şeklinde çocuğun cinsiyeti belirlene dursun,  sonuçta her iki cins içinde geçerlilik arz eden husus yaklaşık beş aylık embriyolojik gelişim sürecinde cinsiyet taslağı tamamlanmış halde anne karnında bir zaman sonra diliminde dünyaya geleceğini muştuluyor olması çok önem arz edecek bir husustur.  Öyle ki anne rahminde ki cenin beşinci ayına geldiğinde cinsiyet gelişimini tamamlamasıyla birlikte doğacak olan çocuğun erkek mi yoksa kız mı olacağı noktasında tüm tereddütlere mahal bırakmayacak şekilde kendi cinsiyetini muştulayıp dünyaya geleceğinin işaret fişeğini ateşler de. Ve bu hususta Yüce Allah (c.c) şöyle beyan buyurur da: “Allah bilir, rahimlerde ne varsa.” (Lokman 34), “Şimdi gördünüz mü rahimlerde döktüğünüz meniyi? Onu insan biçiminde siz mi yaratıyorsunuz, yoksa Biz miyiz yaratan?” (Vakıa 58, 59).
       Velhasıl-ı kelam, ayet-i kerimelerden de anlaşıldığı üzere döllenme hadisesinin sıradan basit bir iş olmadığı,  bilakis mucizevi bir hadise olduğu anlaşılmaktadır.
        Vesselam.
https://www.enpolitik.com/yazar/selim-gurbuzer/dollenme-basit-bir-hadise-mi-5648-kose-yazisi

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

3 sayfadaki 7 sayfası Önceki  1, 2, 3, 4, 5, 6, 7  Sonraki

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz