Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

MEDİNE’DEN BUHARA’YA

Aşağa gitmek

MEDİNE’DEN BUHARA’YA Empty MEDİNE’DEN BUHARA’YA

Mesaj tarafından Selim Paz Mart 24, 2024 11:34 am

MEDİNE’DEN BUHARA’YA
                                   Güneş Balçıkla Sıvanamaz
        SELİM GÜRBÜZER
    Bundan 30 yıl önce Gündüz Gazetesinde ve yakın dönemlerde ise hem Bayburt Postası, hem EnPolitik internet sitesinde yayınlanan makalelerimi güncelleyip 2023 yılı içerisinde Medine’den Buhara’ya adlı ikinci eserimi Kitap Yurdu Doğrudan Yayıncılık’tan okuyucuyla nihayet buluşturabildim. Yayınlanan bu eserim 512 sayfa hacimli olup 8 bölümden oluşmakta.  Söz konusu Bölümler:
     -Saadat-ı Kiram,
    -Yazarlar Ne Dedi?  
    -Tasavvufi Sohbetler,
   -Medine’den Buhara’ya Giden Yolda Sofinin Dünyası,
   - Medine’den Buhara’ya Giden Yolda 11 Usul
   - Medine’den Buhara’ya, Buhara’dan Ahiret Yurduna vs.başlıklar altında incelenip içerisinde 73 ayrı başlıkta yazı bulunuyor.
       Kitabın önsözünde şu ifadelere yer verdim:
        “Allah Teâlâ’ya (c.c) hamd-u senalar, sadatların önderi ve mürşidi olan Resul-i Ekrem Efendimiz (s.a.v)’e selat ve selam olsun. Yüce Allah (c.c) sadatların himmet ve feyizlerini üzerimizden eksik etmesin.
    Eser incelendiğinde Resulüllah (s.a.v)’den başlayan bu kutlu yolun, Gönül Sultanlarının hayatta iken dile getirdikleri o müthiş nübüvvet nuru sohbetlerin yanısıra sünnet-i seniyye üzere yaşayış biçimlerinden ilginç kareler ve Medine’den Buhara’ya uzanan son halkasındaki Seyda Hz.lerinin genişçe hayat serüveninden bir dizi hatıratın yer aldığı görülecektir. Tabii ki, Sadatları hakkıyle anlatmanın imkânsız olduğunun idrakiyle, karınca kararınca ne ortaya koyabilirsek, o nisbette de manevi tasarruf ve sohbet şemsiyelerinin altında istifade edebileceğimiz düşüncesiyle bu eseri kaleme aldık diyebilirim.  
      Eserin hazırlanmasına koyulduğumu yıllarda bizatihi evlatlarıyla yaptığım istişare neticesinde Seyda Hz.leriyle ilgili şimdiye kadar hakkında ne yazılmış, ne söylenmiş ve her ne varsa hepsini bir bütün olarak derleyip toparlayarak bir kitap haline gelmesini tavsiye etmişlerdir. Bizde âcizane tavsiyelerini görev olarak telakki edip başım gözüm üstüne diyerekten yola koyulmuş olduk. Bu arada kendileriyle bu hususta birkaç kez görüştüğüm Seyyid Taceddin Erol’ün de kitabın hazırlanmasında katkıları ve ilave edilmesi gereken konuları söyleyerekten Seyda Hz.lerinin anısına kaynağında yaptığım röportajlarda gerekli ortamı hazırlayıp röportaj yapmamı sağlayıp her türlü desteği vermekten bizden esirgemediler. Ayrıca eserde geçen bir takım tasavvufi kavramların ve hatıratların yanlış anlamasına meydan vermemek için de tasavvufi sohbetler başlığı altında ayrıca bir bölüm ayıraraktan açıklık getirmeyide ihmal etmemiş olduk. Şayet gözden kaçan hatalarım olduysa da okuyuculardan şimdiden kusurlarımın hoş görmelerini dilerim.  
      Medine’den Buhara’ya gelen manevi atmosferin son halkasında yer alan Seyda Hz.lerini anlatmada hakkıyle ifa etmeye gücümün yetmeyeceğinin şuuruyla, Allah’ın (c.c) lütfu ve hidayeti, Resulüllah (s.a.v)’in selat-u selam-ı,  Sadat-ı Kiram’ın ve Seyda Hz,lerinin himmet ve feyizleri Medine’den Buhara’ya uzanan halkanın sevdalılarının üzerine olsun dileğiyle,  Allah tüm Ümmet-i Muhammedin yâr ve yardımcısı olsun.”
      Kitabın kapak tanıtımı bölümünde ise şu ifadelere yer verdim:                    
      “Hiç kuşkusuz Resulullah (s.a.v)’in Nebevi nuru yüzü suyu hürmetine tüm âlemler yaratılmıştır. İşte Rasulullah (s.a.v)’in Gül kokulu nübüvvet nuru, Hz. İsmail’in evlendiği Hale’den oğlu Kaydar’a geçer. Ancak  Kaydar bir sene içerisinde yüz kadar kadını nikâhladığı halde hiçbirinden çocuk olmaz. Allah Teâlâ melek vasıtasıyla buyurdu ki: “Ey Kaydar! Eğer nezr edip kurban kesersen bu iş sana bildirilir.”  Bunun üzerine Kaydar emrin gereğini yerine getirip çok sayıda koç kurban eder. Kurban mükellefiyetinden maksat hâsıl olunca bu kez gaipten bir nida daha işitir: “Ey Kaydar! Filan ağaç altında uyuyuver, rüyada ne görürsen onu yap.”  O da denileni yapıp rüyasında Arap asıllı Gadire Hanım gösterilip onu nikâhına al emri talimatı verilir. Böylece nur Gadire’ye intikal etmiş olur.
        Kaydar bir yolculuğun ardında Kenan iline vardığında Yakup (a.s) ile karşılaşır. Ve o Yüce Peygamber der ki; “Sana müjdeler olsun ki dün gece Gadire oğlunu doğurdu. Zira gördüm ki, gök kapıları açılmış. Bu durum alından alına konaklayan Habibin nurun bir alametidir...”  İşte bu sözleri işittikten sonra hanımının yanına vardığında, ilk işi oğlunu kucaklamak olur. Oğlunun adı Haml idi. Haml’de Saide isminde birini nikâh eyler. Derken o nikâhtan Nebt doğar.  Ve Habib-i Ekrem (s.a.v)’in nuru Nebt’ten Adnan’a devr olunur.
        Adnan’ın alnından parlayan nuru şerif ise Maad’a geçer,  Maad’dan Nizar’a devr olunur.  Nizar’dan da Nebevi nur sırasıyla Mudar’a, İlyas’a, Müdrike’ye devr olunur. Derken Müdrike’den de sırasıyla Huzeyme’ye, Huzeyme'den Kinane’ye, Kinane’den Nadr’a geçer.
         Nadr’dan sonra ise nur sırasıyla:
        -Malik,
        - Fihr (Kureyş),
        -Galib,
       - Lüeyy,
        -Ka'b,
        -Mürre,
       - Kilab,
        -Kusay,
        -Abd-i Menaf (Muğire)’e geçerek devrolunur.
      Bu arada Mugire’nin iki oğlu daha olur. Ki; bu oğullardan biri Haşim’dir.  Zira Nevfel ve Muttalib Resulullah (s.a.v)’in soy şeceresinde yer alan Haşim oğullarından gelmiştir.
        Haşim herkes tarafından sevilir ve sayılırdı. Hem nasıl sevilmesin ki,  bikere her şeyden önce Habibin nuru her daim alnında parlıyordu.  Nitekim Rum Kayseri Yusufi güzellikteki bu parlayan yüzden dolayı kızını Haşim’e teklif eder, fakat kabul etmez.  Nasip bu ya, bir gün rüyasında kendisine bildirilen Selma Binti Ömer’le evlenmesi emr olununca, onunla nikâh kıyacaktır. Derken, Haşim ticaret maksadıyla Şam’a gidip, akabinde Gazze’de vefat eder etmesine ama sonuçta Selma’dan doğacak olan, yani ilerisinde Nübüvet Nur’un dedesi olacak Abdülmuttalib’i arkasında bırakması böylesi bir ölüme can kurban dersek yeridir.  Evet, O;  Rasulullah (s.a.v)’in dedesidir. Haşim’in vefatından sonra Mekke halkı Abdülmuttalibi (asıl adı Şeybe) şehre reis seçip,  Mekke’nin anahtarlarını ona teslim eder de. Sıra teslim sırası ona gelmişti ki, teslim edilecek elbette anahtar değildi, teslim olunacak Habibin nurudur. Nitekim o nur ilerisinde Abdullah'a devr olunur.  O’ndan da malum o nur asıl sahibine devr olunur. Şu da var ki Peygamberimiz (s.a.v) bu dünyadan göç etti etmesine ama o nur’a layık olanların alınlarında kıyamete kadar devam edecektir, buna inancımız tamdır. Sanmayın ki başta Peygamberimiz (s.a.v) olmak üzere sırasıyla Ashab-ı kiram, Evliyalar bu dünyadan göç ettiler diye mensub oldukları kaynaklarda bir anda kesiliverdi. Yok, öyle bir şey,  tam aksine İmam-ı Gazali Hz.lerinin de beyan buyurduğu veçhiyle  “Diriyken tevessül olunan, feyiz alınan zata, öldükten sonra da tevessül edilerek feyiz alınır”  (Mişkat)  şekliyle her devirde Allah Resulünün izini iz süren Allah dostları kanalıyla kıyamete dek bu söz konusu kaynak silsilesi hiç tükenmeyecektir.  Hatta kıyamet sonrası da tevessül hadisesi mahşer günü ilahi huzurda da apaçık bir şekilde yaşanacaktır. Bakınız, Muhammed Hadimi Hz.leri bu hususta ne buyuruyor: “Peygamberler ve evliya zatlar dar-ı bekaya intikal ettikten sonra da onlar vasıtasıyla Allah Teâlâ’ya yalvararak dua etmeye, tevessül ve istiğase etmek denir. Ki, onlar ölünce de mucizeleri ve kerametleri devam eder” (Berika).  İşte bu sözlerden de anlaşılan o ki; Allah’ın hazinesi boldur.  Öyle ya,  peygamberlik kapısı kapandı diye tevessül ortadan kalkacak değil ya, bu kez onun izini iz süren evliyalar ne güne duruyor,  hiç kuşkusuz Ümmet-i Muhammed’in kurtuluşuna vesile olmak için devreye girip tevessül yolunu devam ettirecekleri muhakkak. Nitekim Mürşidi kâmillerin her devirde var oluşları insanları Allah'a yönlendirmek içindir. Yani Allah dostları, taliplilerine Allah-u Teâlâ’ya nasıl kul olunacağını, nasıl ibadette bulunacaklarını talim ettirerek vuslata ermelerine vesile olmak için vardır.”
    Medine’den Buhara’ya adlı kitabın yayınlanmasından 5 ay sonra Abdulbaki Hz.eri Hakka Yürüdü:
     Evet, ilginçtir bu kitabın yayınlanmasından 5 ay sonrada Seyda Hz.lerinin kardeşi ve aynı zamanda halifesi Abdulbaki Hz.leri vefat edip Hakka yürüdü.  Neyse ki Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin ahirete intikalinden tam 30 yıl öncesinde Gündüz Gazetesinde hayatta iken kendi hayat hikâyesini yazıp yayınlamıştık zaten. Hele şükür ki 30 yıl sonra Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin vefatından 5 ay öncesinde yayınlanan Medine’den Buhara’ya adlı eseri okuyucuyla buluşturmak en nihayetinde nasip olabildi.  Öyle ki yukarıda önsözde de belirttiğim üzere Seyyid Taceddin Erol’ün de kitabın hazırlanmasında katkıları ve ilave edilmesi gereken konuları söyleyerekten Seyda Hz.lerinin anısına kaynağında yaptığım röportajlarda gerekli ortamı hazırlayıp divanda Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin huzuruna çıkmama vesile olmuşlardır. Derken Gavs-ı Sani Hz.leriyle divanda yaptığım görüşmem neticesinde O’nun izni doğrultusunda büyük evladını işaret ederek Muhammed Saki Hz.leriyle röportaj yapmak nasip oldu. İyiki de o röportajı yapmışız, bu sayede hem Seyda Hz.lerinin vefatının arkasında hatıralarını tazelemiş olduk hem de ardından irşad postuna oturan Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin hayatını öğrenmiş olduk. Öyle ya, bir mürşid-i kâmil kendinden bahsetmeyeceğine göre, evladı Seyyid Muhammed Saki Hz.lerine havale ederek böylece Gavsı Sani (k.s)’ın hayatını bu vesileyle öğrenip kaleme alma şerefine nail olduk.
     İşte Medine’den Buhara’ya uzanan manevi atmosferin son halkasında yer alan Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.leri hakkında yapılan röportajdan edindiğim bilgiler ışığında her ne kadar hayatını anlatmada hakkıyle ifa edemeyeceğimi bilsem de yinede tarihe not düşmek babından 12 Temmuz 2023 Çarşamba günü hasta yattığı İstanbul Pendik Emsey Hastanesinde saat 14.10’da ahirete irtihal edip Menzilde babası Gavs- Bilvanisi ve kardeşi Sultan Seyda Hz.lerinin yanına defnedilerek Hakka yürüyen Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.lerinin hayat hikâyesini bir kez daha okumakta fayda vardır elbet:        
        Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni (k.s)                                            
      Bilvanis, Siyanüs, Taruni, Havil, Dilbe, Nurşin, Kasrik ve Gadir köylerinden soluklayıp Menzil köyünü mesken tutunan Gavs-Bilvanisi  Hz.leri ve oğulları bu köye geldikleri günden bugüne, hatta kıyamete dek sürecek bir irşad faaliyeti içerisinde bulundukları artık bir sır değil elbet. Hiç şüphe yoktur ki “Allah sırlarını takdis etsin” sırrın gereği olarak gelişlerindeki temel gaye ve hedef Şah-ı Nakşibend Hazretlerinin Kasr-ı Arifan’da başlattığı Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Menzil’de daha da uç noktalara taşımak olmuştur. Nitekim bu temel gaye ve hedef doğrultusunda    köy köy, diyar diyar hicret etmeyi de göze almışlardır. Öyle ki, hicretlerinin en son evresi Menzil köyünde durakladıklarında   babaları Gavs-ı Bilvanisi Seyyid Abdulhakim El-Hüseyni Hz. leri burası için   “İkinci Buhara“ demekten kendini alamaz da.
      Gerçektende Menzil’de duraklamak bir bambaşka hissiyattır. Çünkü Medine’yi de hatırlatan en son durak olacaktır burası. Meğer   köy köy, diyar diyar dolaşmak   iş olsun babından sıradan bir göç değilmiş, bilakis Şahı Nakşibend (k.s)‘ın nisbetini yeniden ihya ediş hicretidir bu.  İyiki de Gavs-ı Blivanisi (k.s) buralardan; oğulları Sultan Muhammed Raşid Seyda (k.s) ve Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki (k.s) ile birlikte hicret etmişlerdir. Zira bu sayede Kasr-i Arifan ruhu Gavs-ı Bilvanisi Hz. leri ve oğulları eliyle yeniden dirilişe geçmiş oldu. Hem nasıl dirilişe geçmiş olmasın ki, bikere bu hamurun mayasını   çok yıllar öncesinden elden ele Şeyh Abdurrahman-ı Tahi (k.s), Şeyh Fethullah (k.s), Şeyh Muhammed Diyauddin (k.s) ve  Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s) eliyle yoğrulmuş, sonrasında yoğrulan bu hamurun kıvam haline gelme işi ise  başta babaları Gavs-ı Blivanisi Hz.leri olmak üzere evlatlarına düşecektir. Gerçekten de bu anlamda Menzil ikinci Buhara olmayı çoktan hak etmiştir bile. Malumunuz her iki oğul da Gavs-ı Bilvanisi Hz.lerinin göz bebeğidirler. Baba Gavs (k.s) dar-ı bekaya göç ettiğinde nöbeti Sultan  Seyyid Muhammed Raşid Seyda Hz.leri devr alacaktır. Seyda Hz.lerinden  sonrada  kardeşi Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulaki Hz. leri nöbeti  devr alır. Aslında Abdulbaki Hz.leri kardeş olmanın ötesinde pazara kadar  değil mezara kadar  tam manasıyla teslimiyet örneği sergileyerek yar ve yardımcısı olmuştur.  O‘nu bilenler bilir zaten. Hele O‘nu bilhassa eski sofilere bir sorun tâ Seyda Hz.leri  zamanından  beri  iki büklüm bir vaziyette  arkasından peşi sıra   izini iz süren yükünü hafifleten can yoldaş ikili  olduğunu söyleyeceklerdir. Öyle ki irşad halkasının her geçen gün büyümesiyle birlikte kalabalıktan dolayı meramını dile getiremeyenler ona koşuyorlardı. Çünkü Seyda Hz.lerine ulaşmak zor olabiliyordu, bu yüzden  sofiler  sıkıştıklarında hep ona  müşkülünü sorarlardı. Allah var, O‘da sofileri hiç kırmaksızın gönüllerini hoş tutup Seyda Hz.lerinin omuzundaki yükü hafifletmeye çalışırdı. Oldu ya, sofilerle hemhal olduğu o esnada Seyda Hz.leri   çıka geliverdi,  değim yerindeyse o an  tası tarağı toplayıp  iki büklüm bir  halde derhal  adaba geçerdi. Öyle ki, o an gök çökse, yer yarılsa bile hiç islimini bozmayacak şekilde adap duruşunda bulunurdu hep. Zaten biri çıkıp Seyyid Abdulbaki denince ilk akla ne gelir diye sual etse, hiç kuşkusuz sofilerin ağzından çıkacak ilk söz; “Adabın kendisi zattır” cevabı olacaktır. Böylesi bir cevaba   şaşmamakta gerekir. Zira Seyda Hz.lerinin döneminden beri  sofiler   O‘nu  hep  böyle gördüler, hep böyle bildiler. Hele O‘nun   tıpkı ölü teneşirinde ölü yıkayıcısının elinde teslim olur gibi duruşu var ya, elbette ki Menzil’in İkinci Gavs’ı Sanisi olmasına ziyadesiyle ona yetip artmıştır  bile. Tabii ki böylesi bir mertebeye erişmek ansızın vuku bulmadı, tâ çocukluk çağına uzanan çile bülbülüm çile diyebileceğimiz büyük bir gayretin ve çabanın neticesi bir mertebedir bu.  Öyle ya, nasıl ki bülbül âşığı temsil ederken, gül de ister istemez mâşuku temsil edecektir.  O halde bülbül gülün dikenine rağmen çileye razı olup aşkla bağlı kalırda Oğul Gavs bağlı kalmaz mı? Hem de “Allah için bu kapıda ne kadar çile çekilirse o kadar ecir alınır” halis niyetle yapılan bir bağlılık olarak onun üzerinde miras nişan olarak kalır. Düşünsenize çocukluk çağında verem hastalığına yakalanıp zayıf ve bitap bir hale düşer de. Olsun yine de Oğul Gavs-ı Sani (k.s) dergahın hizmetinden bir an olsun geri durmayacaktır. Aslında bu zayıf ve bitap düşüş hali O‘nun ilerisinde manevi heybet bir hale bürüneceğinin ilk işaret taşıydı. Nitekim ileri ki yıllarda üzerinde heybet hali daha da belirgin hale gelmesi bunun bariz bir göstergesi olarak tezahür eder.  Babası Gavs-ı Bilvanisi (k.s) pekala biliyordu ki, bu yol çile üzerine kurulu, bu yüzden oğlunu bu hal vaziyette bile Siirt ve Van’a ilim tahsili için   göndermekten imtina etmeyecektir. Oğul Gavs gittiği yere sadece ilim tahsili için mi gider, bunun yanısıra   tevbe vermek içinde gider elbet. Öyle ya, madem babası vazifelendirmiş o halde gereğini yapmak gerekirdi. O da hiç yorulmak nedir bilmeksizin gereğini yapar da. Ancak Yusufiye çilesi de beraberinde gelecektir. Gelmeside gayet tabiidir, çünkü etrafında halka genişledikçe birilerinin uykusu kaçacaktır. Neymiş efendim, yöre halkı içki alışkanlıklarını terkediyormuş da, yok şuymuş da, yok buymuş da eften püften sudan bahanelerle durumdan vazife çıkarıp şikayet edeceklerdir.  Derken iki-üç günlük tevkifin ardından otuz günü bulan bir tutukluluk hadisesinin ortasında bulur kendini. Tabii ki bu tutukluluk hali hiç arzu edilmeyen bir durumdu. Yani sofilerin canını sıkıcak bir durumdu. Bu noktada sofiler çok endişeliydiler, bundan dolayı herkesi Baba Gavs (k.s) duyduğunda üzülecek endişesi sarar.  Tabii, Molla Ahmed ilk etapta durum vaziyeti Gavs’a haber vermeye cesaret edemez, sadece haberi dayısı Seyyid Sıtkı’ya duyurmakla yetinecektir.
        Peki iyi hoşta, Dayı Sıtkı‘ya durum vaziyet bildirildiğinde ne oldu derseniz, bu durumda hiç kuşkusuz Gavs üzülecek diye haber vermemek doğru olmazdı, doğru olanda haber vermekti elbet. Madem öyle bundan sonrasınıda istersiniz hep birlikte Dayı Sıtkı‘nın anlatımından dinleyelim. Nasıl mı? Menzil’de Seyda Hz. lerinin anısı için gittiğim Gavs-ı Sani (k.s)‘ın oğlu  Sultan Seyyid Muhammed Saki Hz.leriyle yaptığım röportajın ardından  bir ara  Seyyid Dayı Sıtkı‘nın dükkanına girdiğimde bizatihi  kendisine sorduğumda ancak  bu kısmı  öğrenebilmiş  oldum. Sağ olsunlar kendileri de lütfedip Molla Ahmed’den aldığı haberi Gavs’a nasıl aktardığını bana şöyle anlattılar:
         “Tabii ben Molla Ahmed’den aldığım bu haberi Gavs Hz.lerine söyleyince  üzüleceğini sanmıştım,  beklediğimin tam  aksine  bir  baktım yüzü çiçek gibi açıldı. Öyle içi ferahladı ki, dönüp bana şöyle dedi:
        -Bundan daha ne büyük nimet olabilirdi ki?  Kaldı ki bu kutlu yolda İmam-ı Rabbani, Şahı Nakşibend, Abdulkadir Geylani, Şah-ı Hazne gibi nice Sadatlar çile çekmişler, Abdülbaki çekmiş çok mu, zaten bu hadiseyle birlikte Sadatlara mutabaat yapmış oldu. Nasıl ki başkaları suç işlediğinde tevkif edilip ceza yiyorsa, Oğlum da Allah yolunda tevkif edilip nezaret altına alınmış. Dolayısıyla ne kadar şükretsek o kadar azdır.”
        Evet; Yöre halkının git gide kötü alışkanlıklarını terk etmesinden rahatsızlık duyanlar, hemen 25 muhtardan topladıkları imzayla durum vaziyeti Yüzbaşı’ya intikal ettireceklerdir. Tabii Yüzbaşı da boş durmayacaktır, o da meseleyi huduttaki bir başka komutana intikal ettirip en nihayetinde gözaltına alınır. Şikayet ettilerde ne oldu, otuz gün sonra serbest bırakıldığında pişmanlık duyacaklardır. Üstelik şikayet edenlerin bir kısmıda hakikati gördüklerinde    bu yola da girecektir. Tabii baktılar ki bu toy yaşta gencecik talebeye ne kadar çile çektirsek, Allah’da kat be kat bin misliyle daha da feyz ve bereketini artırıyor. En iyisimi yol yakınken tevbe etmekte fayda var deyip onlarda hatme halkasına oturacaklardır. Şu bir gerçek hiç bir şey yapanın yanına kâr kalmıyor. Şayet ortada bir kâr menfeat varsa, o da hiç şüphesiz Allah yolunda çile çekenlere has manevi şirket hükmünde hatme halkasına katılmanın kâr sermayesi vardır. Nitekim 30 günlük Yusufiye çilesinin ardından   heybesine doldurduğu manevi sermaye ile birkte dönüş yine Menzil’edir. Ama   yine de O, dönem dönem ilim tahsili için oralara gidip gelmeyi ihmal etmeyecektir.  Çile bu yolun azıkıdır çünkü. Pes etmek doğru olmazdı elbet.  Başta da dedik ya, bu yolda ne kadar çile, o kadar ecir vardır.
         Öyle anlaşılıyor ki, Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.lerinin  çocukluktan  halifelik dönemine  kadar olgunlaşmasında  baba Gavs Hz.leri, Molla Derviş ve  pekçok   medrese hocalarının yanısıra  kardeşi Sultan Seyda Hz.lerinin de çok büyük  emeği ve desteği sözkonusudur.  Onlar destek verir de meyve vermez mi? Hem de öyle meyve verir ki kalemle, kitapla izah edilemeyecek derecede meyve verecektir. Seyda Hz.leri nasıl ki  babası Gavs Hz.lerinin emrinde  koşturup Gönüller Sultanı olduysa, Seyyid Abdulbaki Hz.leride  kardeşi  Sultan Seyyid Muhammed Raşid Seyda Hz.lerinin emrinde  koşturup babalarının  İkinci Buhara diye andığı Menzili Şerifin İkinci Gavs-ı Sanisi olacaktır. Dahası Sultan Seyda Hz.lerinin irşat döneminde gösterdiği  o müthiş teslimiyetiyle  birlikte  Menzil-i Şerif  artık kabına sığmaz bir  çehreye bürünecektir.
        Düşünsenize Gavs-ı Sani Hz.leri genç yaşlarda hastalığından dolayı çok zayıf ve cüssesiz bir fiziki görünüme sahipmiş.  Ta ki, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri  oğlunu  tedavi için Ankara’ya  gönderir, işte  o gün bugündür  heybet hali üzerinden hiç kalkmayıp tıpkı babası gibi   üzerine heybet hali hakim olur. Hakeza yüz siması da aynı hal alır. Bu nedenle Gavs-ı Bilvanisi’yi dünya gözüyle görmeyipde merak eden varsa oğlu Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki (k.s)’e bakmaları kâfidir dersek maksadımızı  pek aşmış sayılmayız. Gerçekten de bu yüz benzerliğini, bugün olmuş halen hayatta yaşayan Gavs-ı Bilvanisi (k.s)‘in sofilerine sorduğmuzda onlarda tıpkı babasının bir kopyası olduğu şeklinde tarif etmekteler. Peki, sadece fiziki yüz benzerliği mi, elbette ki bunun yanısıra ahlaki benzerliğinden tutunda bir dizi yaşanmış çileler, hastalıklar ve sabır yürüyüşleri de buna dahildir. Ne mutlu böylesi bir oğula ki babasının izini iz sürüp Sultan Seyda Hz.lerinin  has bahçesinde  olgunlaşaraktan   en nihayetinde sofilerin  hem yoldaşı,  hem baştacı, hem de Oğul Gavs’ı Sanisi olur.
       Düşünün ki o daha çocukluğunu yaşamadan hayatında iki şeyi aziz bilerek kemale erecektir. Birincisi Kur’an ve hadis ışığında yol alarak, ikincisi de canından aziz bildiği babası Gavs-ı Bilvanisi ve kardeşi Sultan Seyda Muhammed Raşid Hz.lerinin  izini iz sürerek  ilerlemeyi düstur edinip  yol alacaktır. O’na da o yakışırdı zaten. Bu öyle bir izini iz sürüyüşüdir ki, önce babasının izini iz sürerken kendinden geçer, sonra da kardeşinin izini iz sürerken kendinden geçme hali iz sürmedir bu. Nasıl mı?  Canından aziz bildiği   babası Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri vefat ettiğinde  adeta şok haline girip markada kapandığında  kendinden geçerek ilk hali tezahür eder.  Dile kolay, Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri hayatta iken ona  öylesine candan  sıdk ile bağlıydı ki, bir anda onun yokluğu ona çok  ağır gelecektir.  Öyle bir şok haline girmektir ki bu, yıllardır dergah hizmetlerine beraber koştuğu kardeşi Seyda Hz.lerini o an  unutacak derecede bir şok hali geçirmesine ziyadesiyle yetmiştir. Düşünsenize Seyda Hz.leri babasının vefatınınn akabinde irşada  başlamış, hatta  aradan  yirmibir gün geçmiş, O halen şok halinden çıkıpda  kardeşine biat edememişti. İşte kendinden geçme hali diyebileceğimiz bu şok hali Seyda Hz.lerine beyatını geciktirmesine sebebiyet teşkil eder.  Tabii Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz.lerinin bu haline taaccüb edenlerde  olmuş.  Neyse ki, Sultan Seyda Hz.leri  taziyelerin yirmi birinci gününde markad’a gidip  Kur’an okuduğu esnada kardeşi de  murakabe halde  oradaymış zaten. İşte o an   orada ne oluyorsa o oluyor ve kardeşine hitaben:
       “-Ya Abdulbaki otur...” der demez tevbe almasıyla beyat alması aynı anda vuku bulur. Hatta bu hususta Gavs (k.s.)‘ın maneviyatta Seyda Hz. lerine üç sefer:
        “-Muhammed Raşid, kardeşin Seyyid Abdulbaki’ye dikkat et. O’nu sana teslim ettim” beyan buyurması üzerine beyat ettiği de rivayet edilir. Böylece Sultan Seyda Hz.leri kardeşi Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki’ye hitaben “Otur” deyip emanet yerini bulunca artık o şok hali bir anda kendiliğinden kalkıvermiş olur. Böylece beyatıyla birlikte bundan böyle aralarındaki bağ Ebu Bekir-i Sıddıki bir teslimiyete dönüşecektir. Derken, Seyda Hz.leri ilerisinde kardeşinin halifeliğini Molla Abdulbaki ile beraber verecektir.  Her ne kadar Gavs-ı Bilvanisi Hz.leri hayatteyken en büyük yardımcısı Seyda Hz.leri  olsa da  büsbütünde destek verirken  yanlızda sayılmazdı.  Zira o yıllarda yine yanında en büyük yardımcısı kardeşi Gavs-ı Sani Seyyid Abdulbaki Hz.leri   hep var olmuştur. Hakeza Sultan Seyda Hz.leri  babası Gavs Hz.lerinden  sonra irşada başladığında, yine yanında  en büyük yardımcısı olarak kardeşi  olmuştur. Babası Gavs döneminden tek fark, sadece dergah hizmetlerinde Mürşit-Halife ikilisi şeklinde yürüyor olmasıdır. Üstelikte tüm bunları yaparkende sırt kısmında nükseden dayanılmaz derecede bel ağrılarına rağmen kendini hizmete dayarak yardımcı olmuştur.  Her ne kadar Gavs-ı Sani Abdulbaki Hz.leri sırt ağrılarını Şeyhi Sultan Seyda Hz.lerine belli etmemeye çalışsada, nereye kadar gizleyebilirdi ki,  bir şekilde sırt ağrıları çektiği gözlerden kaçmayacaktır. Ta ki Seyda Hz.leri emir buyurur,  işte o zaman el mahkûm Ankara’da ameliyat olmaya razı olup böylece ağrıları dindirilmiş olur.  
      Vakta ki, Seyda Hz.leri de bu dünyadan göç ettiğinde bütün yük üzerine binip Menzil’in işleri daha da bir yoğunluk kazanacaktır. Bir yandan camii ve medrese inşaatı, diğer yandan markad inşaatı, imar faaliyetleri, diğer yandan vakıf faaliyetleri bunun en büyük göstergeleri olur. Menzil artık gelen misafirleri maddeten kaldıramadığı içindir büyük çapta inşaat ve imar faaliyetlerine hız verir. Tabii bu işlere tam koyulmadan önce ilk iş Türkî Cumhuriyetlerini ziyaret etmek olacaktır. Yani, buralarda Sadatların kabr-i şeriflerini ve bulunduğu mekânları ziyaret edecektir. Sonrasında ise Umre ziyaretiyle Allah’ın beyti Kâbe’ye, Gül Nebinin Mescid-i Nebevisine yüz sürecektir. Malumolduğu üzere tüm bu ziyaretlerin akabinde dönüş yine Menzil’edir. Besbelli ki bu sıradan bir dönüş değildi,  bilakis baba Gavs’ın ve kardeşi Sultan Seyda (k.s.)’ın temellerini attığı Menzil’i daha da mamur hale getirmek için bir dönüştür bu. Nitekim de Menzil’e daha ayağını basar basmaz tez elden ilk iş markad ve camii inşaatına hız vermek olur. Bu arada sene içerisinde fırsat bulduğunda ise mürşidi Sultan Seyda Hz.lerine mutabaat edip Afyon ve Pursaklar’ı ziyaret edecektir. Daha ileri ki yıllarda da Umre ve Hac ziyaretlerinde bulunacaklardır. Derken o çok yoğun tempo içerisinde yürüttüğü irşad faaliyetleri arasında geriye dönüp baktığımızda baba Gavs-ı Blivanisi ve kardeşi Seyda Hz.lerinden devr aldığı Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini kat be kat daha da artırdığı görülecektir. Elbette ki görünen köy kılavuz istemez, bütün yaptıkları her şey ortadaydı zaten. Baksanıza Seyda Hz.leri dönemindeki gibi tek tek, ya da on kişiye birden elle tövbe vererek kalabalık bir türlü dizginlenemiyordu. Yüzlerce,  hatta binlerce kalabalığın yükü ancak sarık şeklindeki bez şeritle kaldırılabiliyordu. Kaldı ki tek tek ya da onar onar verilmeye kalkışılsa ne namaza, ne hatmeye, ne sohbete ne de hizmete vakit yeterdi. Hem kaldı ki şeritle tövbe verdiği halde yükü yine halen hafiflemiş sayılmazdı, zar zor namaz vaktine yetiştirebiliyordu. Vefatına yakın zamanlarda ise malum şeritte omuzlarındaki yükü kaldıramayınca yüksek bir yerden seslenerek şeritsiz toplu halde tevbe verilmeye başlanmıştır. Şu da var ki, Allah’a tam teslimiyet olmasa bu denli yükü omuzlarında taşıması asla mümkün olamazdı. İşte bu nedenledir ki Nakşibendî Sadatları için Allah’a tam teslimiyet ve tam tevekkül olmazsa olmaz şart hükmünde bir temel dusturdur.
         Peki, onca çileler ne için yaşanmıştı derseniz, şüphesiz Allah’ın rızasını kazanmak içindi. Buna inancımız tam da. Düşünsenize camii hınca hınç dopdoluluktan nefessizlikten dayanılmaz bir halde olduğu halde, o yine de her şart ve ahvalda durmak yok yola devam deyip bir yandan namaz kıldırmakta, bir yandan Hatme-i Hacegan yaptırmakta, diğer yandanda tevbe vermekteydi. Gerçekten de şöyle etraftan bir baktığımızda gerek imar faaliyetleri, gerek ameli faaliyetler, gerekse kültürel faaliyetler olsun hiç fark etmez,  her üç faaliyetinde bir arada yürütülüyor olmasına bir türlü insan akıl sır erdiremiyor. Üstelik tüm bunları sırtında nükseden dayanılmaz bel ağrıları çekmesine rağmen yürütmekteydi. Şayet biz o halde olsak, ne yapacağımız besbelli, ahlanmaktan sızlanmaktan inlemekten geri durmayıp ayan beyan ahu figanımız ortaya dökülecekti. Dahası yeri göğü inleteceğimiz her halimizden besbelli olacaktı. Ama sözkonusu Allah dostları olunca, öyle olmuyor. İşte görüyorsunuz bunun en bariz örneğini tüm sofilerin gözü önünde cerayan ederek şahit olduk. Üstüne üstük şahit olduğumuz dayanılmaz ağrısını Gavs-ı Sani Abdülbaki Hz.lerinde şimdiye dek en ufak ne uflanma ve puflanma hali, ne hayıflanma hali, ne de sızlanma hali olarak bize yansıtmadı. Zaten yansıtmaz da. Zira O’nun öyle narin, öyle zarif bir ruh seciyesine sahip bir mizacı vardı ki, dayanılmaz bel ağrılarını bile dile getirmeyi kendine hayâ edinecek bir karakter abidesidir O.  Sofiler onun bel ağrıları çektiğini ancak sırtını çeviremediği anlarına şahit olduklarında ya da camiye tekerlekli sandalye ile teşriflerinde farkedip hissedebiliyorlardı. Bunun dışında en son gelen aşamada ise   bel ağrıları öyle    nükseder görünür bir hal alır ki, artık   saklayamaz da. Mecburen namaz vakitlerin pek çoğunu oğlu Sultan Seyyid Muhammed Saki Hz.leri  kıldırmak durumda kalır.
       Öyle anlaşılıyor ki, Ehl-i Beyt Gül nesli   ne kadar çile çekse Yüce Allah’da ona göre   ecirlerini daha da   artırıp manevi makam almalarına vesile kılmakta, buna asla şüphe duymayız. Çünkü biz biliyoruz ki, dünyada en çok çile çekenler Peygamberlerdir, dolayısıyla bu çileden Peygamber varislerine de pay edilip istifade etmeleri gayet tabii bir durumdur.
        Evet, Gavs-ı Sânî Seyyid Abdulbaki El-Hüseyni Hz.leri için  en son şunu diyebiliriz ki;  O Tarikat-ı Nakşibendiyye nisbetini Seyda Hz.lerinden devr aldığından vefatına dek camii,  medrese, markad,  tuvalet ve çeşme inşaatı gibi pekçok  imar faaliyetlerine hız vermenin yanısıra vakıflaşma, dergi, kitap, televizyon radyo yayını  gibi bir dizi  kültürel  faaliyetlere mührünü vurmakla dikkat çeken Gavs-ı Sanimizdir. Hakeza tevbe almak için gelenlere artık elle değil sarıkvari bir şeritle ve en son demlerinde sesle tövbe veriyor olmanın yanısıra sofilerin eksiklklerinin giderilmesi noktasında da sohbetciler tayin ediyor olması gibi pekçok ameli faaliyetleriyle dikkat çeken bir Hadimül hizmetkâr Gönül Sultanı olarak biliriz. Burada cümlenin sonuna dikkat ettiyseniz hizmetkâr dedik. Niye acaba derseniz, her şey gayet açık, çünkü Menzil’de bilhasssa bu dönemde kazanlarla daha çok çorba kaynatılıyor olması, daha çok buğdayın değirmende öğütülüyor olması, daha çok ekmeğin fırına verilip kızartılıyor olması, çok sayıda musluklardan su akıtılıyor olması gibi bir dizi hizmet alanlarının genişlemesi gibi olağan üstü gayretler hizmetkarlığının en belirgin zişanı zaten.  İşte bu yüzden hizmet nimettir buyurmaktalar.   Ve bu hizmetlerinin ardından halife olarak bıraktığı pırıl pırıl üç evladının yürüteceği irşad faaliyetleriylede Nakşibendi nisbeti daha da bir ivme kazanıp ümmetin hizmetine ram olunacaktır.
        Hasılı kelam, Gavsı Sani Abdulbaki Hz. lerinin makamı âlî ve ruhu şad olsun, ardından bıraktığı halifelerinin ve halife evlatlarının da irşad faliyetlerinde Yüce Allah (c.c) yâr ve yardımcıları olsun.        
     Bu arada pek çok okur Selim Gürbüzer kimdir diye merak etmekte. Aslında kendimden bahsetmeyi sevmem, yine de okuyucumun merakını gidermek adına kısaca özgeçmişimi şöyle özetleyebilirim:
    Özgeçmiş:
   Selim Gürbüzer, 1965 yılında Bayburt’ta doğdu, evli ve biri kız, biri erkek 2 çocuk babasıdır. İlköğretimini Bayburt Yüzbaşı Şehit Agâh İlkokulu, Orta öğretimini Bayburt Ortaokulu, Lise öğretimini Bayburt Lisesinde tamamladıktan sonra Erzurum’da Atatürk Üniversitesi Biyoloji bölümünü bitirdi. Meslek hayatında bir yandan kamuda görev yaparken diğer yandan da büyük bir gayret ve özveri göstererekten Anadolu Üniversitesinin iki yıllık ön lisans fakültelerinden sırasıyla; AÖF Medya İletişim, AÖF Radyo Tv, AÖF İlahiyat, AÖF Veteriner Sağlık ve AÖF Tarım Teknolojilerinden mezun olmayı başarabilmiştir. Bayburt’ta öğrencilik yıllarında Hoca Ali Matbaasında rahmetli Osman okutmuş ve oğullarının yanında Bayburt Postası gazetesinde çalışarak gazetecilik ruhunu kazanmıştır. Üniversite hayatının akabinde sırasıyla İstanbul, Balıkesir ve Ankara’da Milli Eğitim Sağlık Eğitim Merkezlerinde ve Adli Tıp Kurumu Biyoloji İhtisas Dairesinde biyolog olarak görev yapmanın yanı sıra Gündüz Gazetesi, Alperen Dergisi, Nizam-ı âlem dergilerinde ve EnPolitik sitesinde araştırma incelemeleri yazıları yayınlanmıştır. Ayrıca 2022 yılı sonunda KDY yayınlarından “Güneş Doğudan Doğar” ile 2023 yılı içerisinde ise sırasıyla “Medine’den Buhara’ya”, “Ölürüm Türkiye’m”, “Masonlar Marksistler Kapitalistler ve Biz” adlı yayınlanmış kitapların yanısıra en son yayınlanan “Hayy’dan Hu’ya Yaratılış Mucizesi” adlı eseri yayınlanmıştır. Şu an genç yaşta çalıştığı Bayburt postası Gazetesinde ve EnPolitik internet sitesinde yazılarını sürdürüp   makalelerini yayınlamaya devam etmektedir.
  Selim Gürbüzer’in Medine’den Buhara’ya adlı eserine ulaşmak isteyenler aşağıdaki şu linkten temin edebilirler:
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&manufacturer_id=255252

Yayın Tarihi: 13.02.2023
ISBN: 9786254209864
Dil: TÜRKÇE
Sayfa Sayısı: 512
Cilt Tipi: Karton Kapak
Kağıt Cinsi: Kitap Kağıdı
Boyut: 15.5 x 23.5 cm
Vesselam.

MEDİNE’DEN BUHARA’YA Ankara10

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz