Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Eyüp Coşkun

2 sayfadaki 2 sayfası Önceki  1, 2

Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:44 pm

Sebâtkâr


Dücane'nin 25 Ekimli "Masumiyet Senin Karın Değil" isimli yazısında üzerinde düşündüğüm bir konuyu kaleme aldı. Bu vesileyle yazıma konu bulmuş oldum. Dücane'nin işlediği konuyla kendimce başka açılardan bakmaya gayret edeceğim.

"İslam nedir?" sorusunun karşısına herkes gönlünden geçen değişik ifadeler yazabilir bence burada iki noktanın karşısına "denge" yazılmalıdır. Gördüğüm o ki denge hem İslam'ın diğer dinler yanındaki konumunu hem de kendi içindeki sistematiğin temel temasıdır. "Aşırı gidenler helak oldu" [1] Hadis’i Şerif’i söylemek istediklerimi latif bir surette beyan ediyor. Kur'an’dan "Eli sıkı olma; büsbütün eli açık da olma. Sonra kınanır, (kaybettiklerinin) hasretini çeker durursun" (İsra 29) - "...onlar (mü'minler) kafirlere karşı çetin, kendi aralarında merhametlidirler" (Zuhruf 29) - "Allah'ın sana verdiğinden (O'nun yolunda harcayarak) ahiret yurdunu iste; ama dünyadan da nasibini unutma" (Kasas 77) cümleleri de beni destekler mahiyette.

Mü'min her işinde ölçülü, dengeli olmayı hayat felsefesi yapmalıdır. Bunun için de ölçülerdeki nüansları hakkıyla bilmek icap eder. Mü'min sebat eder - inat etmez; vakar sahibidir - gururu sahiplenmez; hakkını arar- intikam aramaz; örtünür - saklanmaz; mahviyet içindedir - zillet altında değil; gıpta eder - haset etmez; tetkik eder - taklid etmez; zarafet sahibidir - özenti sahibi değil; hüzünlenir - kasavete bürünmez; hakka bağlanır - yobazlık yapmaz; affeder - göz yummaz., ıslah eder- ayıplamaz…

***

Dücane'nin de güzel bir dille ifade ettiği gibi Rabbimiz sonsuz rahmet sahibidir. O rahmeti kendi ilke edinmiştir. Hele ki öyledir; yoksası mâlum...O insanlara müsamahalıdır, insanların zulümlerini hemen cezalandırmaz (Nahl 61); O'nun rahmeti her şeyi sarmıştır (Araf 156), çok geniştir (Nisa 116) öyle ki inananların Allah'ın rahmetinden ümit kesmeleri sert bir dille eleştirilmiştir, onların böyle bir hakkı yoktur. (Yusuf 87)



Lakin İslam elbette bizden "Rahmet"i "sonsuz aff"ı hatalarımız için güzel bir mazeret; masumiyetimizi ispatlamak için pratik bir delil olarak telakki etmemizi istemez. Yani Mü’min Kur'an'ın ifadesiyle şeytanın onu "Allah'ın affediciliğiyle kandırmamasına" dikkat etmelidir.(Lokman 33) Burada güzel bir denge vardır.

Emeğe saygının zıt anlamlısı manevi rantçılık kabul edilemez bir kolaycılıktır. "Rahmet"e mazhar olabilmek için bunu hakketmemiz icap eder. Rahmet nimetinin kulların üzerine düşen külfetin adı "tevbe"dir. Tevbe ise yalnız içsel bir pişmanlığı, dil ile istiğfar etmeyi değil fiili bir sorumluluğu (yapmak şeklinde aktif, yapmamak şeklinde pasif) gerektirir ki bu "kötülükten yüz çevirmek"le, işlediği zulme karşılık “salih bir amel yapmakla” mümkün olur. Bunu bizatihi tevbe ayetlerinden açıkça müşahede etmek mümkün:

Ancak kim işlediği zulümden sonra tevbe eder ve (davranışlarını) düzeltirse, şüphesiz Allah onun tevbesini kabul eder. Muhakkak Allah bağışlayandır, esirgeyendir. (Maide 39)

Ancak tevbe eden, iman eden ve Salih amellerde bulunanlar (onların dışındadır); işte bunlar cennete girecekler ve hiçbir şeyle zulme uğratılmayacaklar. (Meryem 60)

Ancak tevbe eden, iman eden ve Salih amellerde bulunup davranan başka; işte onların günahlarını Allah iyiliklere çevirir. Allah çok bağışlayandır. Çok esirgeyendir. (Furkan 70)

Kim tevbe eder ve Salih amellerde bulunursa gerçekten o, tevbesi (ve kendisi) kabul edilmiş olarak Allah’a döner. (Furkan 71)

Yani irfan ekolu alimlerinden Sülemi'nin ifadesiyle tevbe "her türlü kötü halden, her türlü iyi hale dönmektir. Tevbe, her harap olanı onarmak, her onarılanı harâb etmektir. Tevbe, tab'ı (nefis duygularını) giderip ilme uymaktır. Tevbe, kulun eğrilikten doğruluğa dönmesidir. Tevbe, zayi edilen geçmiş vakitlere sürekli pişmanlık duymak, işlenen aykırı davranışları düzeltmektir. Tevbe, her kötülükten dönmen, dönüşünde sebat etmen, ihmalini telâfiye çalışman, bozduklarını düzeltmendir" [2]

Bir Arâbî’nin: "Allah’ım, ben senden mağfiret dilerim, sana tevbe ederim" dediğini duyan "ilim şehrinin kapısı" Hz. Alî: "- Ey adam der, öyle çabuk çabuk 'tevbe ettim' demek, yalancıların tevbesidir. Tevbe altı şeyi içinde bulundurur. Bunlar: geçmiş günâhlara pişman olmak, farzları iade etmek, başkalarının hakkını geri vermek, hasımlarla helâlleşmek, bir daha günâh işlememeğe karar vermek, nefsini isyanda büyüttüğün gibi Allah'a itaatte de eritmen ve ona, günâhların tadım tattırdığın gibi ibâdetlerin acısını da tattırmandır."[3]

Bütün bu ilkeler ışığında Allah'ın rahmeti ve bunun tezahürü "tevbe" kurumu toplumda fasık amellerin artmasına / salih amellerin azalmasına vesile olur önermesinin yanlışlığı kendiliğinden ortaya çıkar.

***

Mes'elenin diğer bir yönü inanışımızca mutlak masum olmayan, hata işleyen bir varlık olan insanın[4] bu yönüyle Allah'la ve toplumla ilişkileridir. Mü'min Allah'a karşı mahviyet, insanlara karşı tevazu ilkelerince davranışlarını şekillendirir. Bu güzel hasletler insanı "masum, affedilmiş, Allah'ın rızasına ermesi garanti olan, diğer insanlardan üstün, insanlara göre Allah'a yakınlıkta daha önde" çirkin ve neticesi itibariyle bireysel ve toplumsal yıkıma yol açan hezeyan dolu hissedişlerden uzak eder. Günahsızlık / meleklik iddiasıyla yola çıkan; sözüm ona kendini aşmış / korkacak bir şeyi kalmamış insanlar tabiri caizse şeytanı bile şaşırtıyor olmalıdır; şeytan bile Allah'tan korkarken...[5]


Allah'a karşı takınılması gereken bu sorumluluk bilinci, bu saygı, bu takva "yanlış" anlaşılırsa "denge" sarsılacaktır, kavramlar yanlış anlaşıldığı oranda hayata yansıma açısı sapacaktır. Takva ve mahviyet mü'minin hayatına "zillet" olarak yansımamalıdır. Geleneğimizdeki latif ifadeyle "aksini aşan her şey aksine inkîlap eder." Öyle bir tevazu ki "tevazu şov"a inkılap etmiş, kişi toplum nezdinde kendini küçültmekle içte içe övünür olmuş, bu mü'minlere yakışmaz.

***

Efendimizden nakledilen çok derin anlamlı bir Hadis-i Şerif:

“İşlediği günahları açığa vuranlar dışında, ümmetimin tamamı affedilmiştir. Bir adamın, gece kötü bir iş yapıp, Allah onu örttüğü halde, sabahleyin kalkıp: Ey falan! Ben dün gece şöyle şöyle yaptım”, demesi, açık günahlardandır. Oysa o kişi, Rabbi kendisinin kötülüğünü örttüğü halde geceyi geçirmişti. Fakat o, Allah’ın örttüğünü açarak sabahlıyor.”[6]

"Başkalarının günahı örtme" temel ilkesiyle yan yana düşünebiliriz bu Hadis-i Şerifi. Yalnız başkalarının değil, kendi kötülüklerimizi örtmede Mevlana Hz.'nin deyimiyle gece gibi olmak... Burada maksatlanan, modern toplumların genel hastalıklarını düşündüğümüzde, sadra şifa bir toplum tasavvurudur. Allah bizden "kötülüğü meşrulaştırmamamızı" istemektedir. Bugün ahlaksızlığın meşrulaştırılması; ona rıza gösterilmesi bir yana ahlaksızlığın avukatlığının yapılması; toplumun moral değerlerine yapılan pervasız saldırı modern yaşamlarımızı çekilmez hale getiren en büyük faktörlerden. Birilerin insanların idrakine ısrarla pompaladığı hadiseler kötülüğün propagandasını yaparak cemiyetin "sağlık hakkını" gasp ediyor.

Rabbimiz günahı meşrulaştırma hatasına düşmememiz için bizi uyarıyor: "af"dan mahrum kalmak. Bu çok ciddi, çok önemli bir uyarı. Oysa Mü'min tam tersi hoş bir koku olmalıdır yaşadığı kalabalıklar içinde. Furkan Suresi'nde inananlara çok güzel bir "mü'min duası" öğretilir: "Ey Rabbimiz!(...) bizi Sana karşı sorumluluk bilinci taşıyan kimseler için örnek ve öncü yap!" [7]



***

Bu noktada inananlar için farz olan "iyiliği emretme, kötülükten sakındırma" ödevinden de bahsetmek gerekebilir. "Kötülükten sakındırma" bir kötülüğü meşrulaştırma çeşidi değildir. Burada asıl amaç kötülüğü gündemde tutmak, onun reklamını yapmak değil onun varlığını imkanlar ölçüsünde sona erdirmektir. Böyle olunca irşad müessesesi metodolojik manada "falanca kişinin kötülüğünü ispatlamak", "kötülere karşı skor elde etmek", "kötü olanları ya da kötülükleri cemiyete ifşa etmek" üzere kurulmuş değildir. Hz. Ali'den nakledilen bir sözle; "kötülüğü ayıplayıp durmak, kötülükle meşgul olmaktır."

Buna mukabil iyiliği emretme, kötülükten sakındırma iddiasındaki Mü’min kendisiyle ilgili hataları, yanlışları, kötülükleri gözden geçirmeyi ihmal etmemelidir.

"Siz Kitab'ı okuduğunuz (gerçekleri bildiğiniz) halde, insanlara iyiliği emredip kendinizi unutuyor musunuz? Aklınızı kullanmıyor musunuz? Hâlâ akıllanmayacak mısınız?" (Bakara 44)

Allah bu ayette inananlara eylem ve söylemlerinde tutarlı olma öğüdünü zarif bir şekilde verirken alimlerin ifade ettiği üzere bu çelişki üzerine kuldan istenen emrettiği iyiliği önce kendisinin yapmasıdır; yoksa "insanlara iyiliği emretme" görevinden vazgeçmesi değil. [8] Yani yalan söyleme alışkanlığı olan bir insanın yalan üzerine başkalarına öğüt vermesi halinde istenen sonuç şahsın yalan üzerine öğüt vermeyi bırakması değil yalan söyleme alışkanlığını bırakmasıdır. Böyle olunca eylem ve söyleminde tutarlı olma hali menfi manada, ahlaksızlık üzerine değil; tam tersi müspet manada güzel ahlak üzerine kurulmuş olur.

Yine de her şeyin en iyisini Allah bilir.

Allah hepimize denge üzere, ölçülü, takvalı bir hayat nasip etsin.


[1] Ahmed bin Hanbel, I/386; Müslim, İlim 7; Ebû Dâvud, Sünnet 5
[2] Derecâtu'l-mu'âmelât: 23.
[3] Rûhu'l-Ma'ânî: 28/160; Hak Dini Kur'ân Dili: 6/5127.
[4] İbn Mâce, Zühd: 30; İbn Hanbel, Müsned: 1/323,376,433.
[5] Enfal: 48: “ Şeytan (...) : "Yoo" dedi, "ben sizden sorumlu değilim; çünkü, bakın, sizin görmediğiniz bir şeyi görüyorum ben ve doğrusu Allah'tan korkuyorum (...) "
[6] Buhârî, Edeb 60; Müslim, Zühd 52
[7] Furkan 74
[8] (Seyyid Kutub, Fi Zılâli'l Kur'an, c. 1, s. 142-1432- Elmalılı H. Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, c. 1, s. 287-288)


http://www.davetyolu.com/forum/index...ic=13394.0;wap

http://www.sevde.de/islam_Ans/T/T2/112.htm

http://www.bilgininefendisi.net/dini.../059.htm#_ftn2

http://www.mustafaislamoglu.com/ara.php

http://www.mustafaislamoglu.com/maka...&Makale_id=189

http://www.mustafaislamoglu.com/maka...&Makale_id=171
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:44 pm

Kadim, kökleşmiş, dibi yanmış mes'elelerimiz var bizim. Hani alışkın değilsen mide bulandıran cinsinden. "Medya" da bunlardan biri. Oysa modern siyasal sistemlerde kamuoyunun en önemli belirleyicisi olan medya sorun çözme sisteminin bir parçasıdır; aynı siyasal partiler gibi, aynı demokratik rejimler, laik rejimler... ve üzerlerine giydirilen ideolojiler gibi. Bu müesseselerin mes'eleleri çözmek yerine mes'elelerin bizatihi kendisi olması garip bir tecellidir.

"Hakikat" merkezli çalışmak; onu bulmak, onu sunmak, onu sevmek saygıdeğer, daha da ötesi "saygıister" fiiliyattandır. "Washington Post gazetesi yazarı İslam'la ilgili 'utanç verici bir anlayış eksikliği' olduğunu söyledi"diyor gazete. [1] Anlayış eksikliğinin "utanç verici" olduğunu kabul edersek kasıtlı anlatış eksikliğini, çıkar uğruna manipülasyon ve dezinformasyon yapmayı nasıl adlandıracağız siz karar verin.

Toplumlar bilinçlerini sık sık yenilemedikçe içtimai hayatta vuku bulan aksaklıklar unutulmaya yüz tutar, bir süre sonra artık üzerinde durulmaz olur. Siyasetin ve medyanın "yalan söylemesi" de bu kaabilden alıştığımız, artık sorgulamaya üşendiğimiz bir Türkiye gerçeği.

Yalan söyleme işin bir boyutu. Yalanın altında yatan siyasal, ekonomik saikler; ideolojik bağnazlıklar medyatik manzaramızı daha da mide bulandırıcı hale getirebiliyor. Dedikodunun / insan çekiştirmenin kurumsal bir zeminde ve ulusal boyutta yapılması insanları bir takım kısır, sonu gelmez esasen gereksiz tartışmaların hapsine alıyor. Öyle bir tablo ki kimse tablonun çizerlerine "senin insanların vaktini, enerjisini, hayatını meşgul etmeye, israf etmeye ne hakkın var?" diye soramıyor.

"Malezya tartışması" malumunuzdur. Bu bizim için iyi bir numune. Takriben iki hafta süren bu Malezye mülahazaları toplumun (yapay) gündeminde öyle yer bulmuştu ki Malezya'lı vatandaşlar şaşırıp kalmıştı bu işe. Şaşırmamak mümkün mü? Delinin kuyuya taş atması anlaşılır da; milyon tane akıllının onun peşinden gitmesi olayın üzerinden zaman geçince mes'elenin ne kadar anlamsız, yararsız olduğunu gözler önüne seriyor. Demokrasi doktrinerlerinin "konuşarak problem çözme"den kastettiği bu olması gerek öyleyse demokrasinin olmazsa olmazı medya da bu değildir sonucuna varabiliriz.

Burada taşın peşinden giden akılllılar ,yani matbuatın tamamı, mutlak sorumlu sayılmayabilir. Zira basın gündem ne ise onunla meşgul olmak zorundadır. Mes'ele bir şekilde "gündemi belirleme yetenekleri" olan guruhun bu yetenekten başka şeylere sahip olmaması: toplumsal hassasiyete, nezakate, entellektüel alt yapıya, sağlam bir firasete, faydalı işlerle uğraşma bilincine vs... Bir gücç var ki hak etmediği bir gündem belirleme yetkisine sahip, orada çer çöp arasında hakikati aramak oldukça zorlaşıyor.

Çözüm bahsinde şunları zikredebiliriz. Matbuatın bu fikir yoksunu, dedikodu düşkünü basın politikasının farkında olan aksi yönde, işinin hakkını veren medya sakinlerinin yapay gündemleri olabildiğince es geçerek, partilere / patronlara / devlet kurumlarına değil "insan"a sağlanacak yararı gözeten; "yaftalama" değil hakikat amacıyla hareket eden; fikirle sulanmış; plan ve projeyle taçlandırılmış; tarihle, sosyolojiyle, nezaketle bezenmiş bir yayın ahlakı üzerine olmaları gerekir. Vatandaşlarında bunu gözeterek bilinçli tercih yapmaları bizleri konuşarak, düşünerek ortaya çözüm yolları sunabilecek hale getirecektir.

İkincisi bir hukuk devletinde gerek fertlerin, gerek toplumun (kamu yararı müessesesi içinde) korumabilmesi yasalarla sağlanmalıdır. Bu minvalde bir genel yayın yönetmeni Türkiye'de yayın yapan matbuatın büyük kısmı uluslararası standartlara kavuşmuş bir hukuk sisteminde "nefret ve ayrımcılık suçu" (hate/discrimination) kapsamında yayın yapamayacağını iddaa etmişti. Ardından malum bir gazeteyi inceleyerek, kalemşörlerinden etrafa bir hafta boyunca "yobaz","dinci", "mürteci" ... gibi kelimelere gizli kaç "nefret kurşunu" "ayrımcılık tohumu" saçıldığını afişe ederek suçun objektif normunu ortaya koymuştu. Bu hukuki formları hukuk sistemimize acil surette taşımamızın çok hayırlı olacağına inanıyorum. Medyamızın bu aciliyet arzeden konuyu biran evvel -Malezya'yı iki hafta içinde tutabilecek kadar geniş- gündemlerine taşıyıp, yasama organını harekete geçirmelerini umut ediyorum.

Teksip kurumunun yeterince verimli işlemediği, hakaret/ önyargı / kavgacı söylemlerin "kamu yararı" (birgün hangi kamunun hangi yararı anlamayabilmeyi çok isterim) kavramının koruyuculuğu altında korumaya alındığı görülüyor. Manşetten verilen medyanın sansasyonel olmaya adadığı bir saptırma / hareket / yalan haberin tekzip metnini arka sayfalarda küçük bir metin altında verilmesi kamu vicdanını rahatsız etmektedir. Bu mes'elenin gerekirse manşetten bir özür basılması, gerekirse belirli gün yayın yasağına tabii tutulması suretiyle; tazminat bedellerinin artırılması, cezai yaptırımların söz konusu edilmesi yoluyla hukuken üzerine gidilmesi gerekmektedir.


[1] 11.12.2008, Zaman
Medya Mükemmeliyet Ödülü'nü alan Washington Post yazarlarından Sally Quinn, törende yaptığı konuşmada Amerika ve dünyada İslam'la ilgili 'utanç verici bir anlayış eksikliği' olduğunu söyledi.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:44 pm

İnsan bir alemdir derler ya, hakikaten öyle. Bir yönüyle keşfedilmemiş, bir yönüyle anlaşılmaz belki de keşfedilmediği için anlaşılmaz. İbn- i Tufeyl'in o ünlü eserinde medeniyetten uzak haliyle bilge bir insanın ulaştığı bilgilere kendi salim fıtratıyla ulaşan Hayy Bin Yakzan, diğer karakter Absal'ın ona insanlığın halini anlatmasıyla büyük dehşete düşmüştü. Hiçbir beşeri unsurun doğrudan telkinine muhatap olmamış tasavvuru "nasıl olur da insan bu kadar garipleşebilir?" sorusunu sorduruyordu Hayy Bin Yakzan'a.

İnsanın en saf duygularından olan korku, insan için kimi zaman fıtri bir ihtiyaç, kimi zaman etkili bir öğrenme -öğretme methodu. Korku filmleri izlemekten büyük haz duyan binlerce insan yaşıyor yerkürede. Korku aynı zamanda bir gereklilik insanoğluna. Öyle ya, bir otoriteden korkmayan insan neler açmaz ki insanlğın başına? Cezaların caydırıcılığından bahsedilir hukukta. Cezai yaptırımları uygulayacak otoriteler bu anlamda zalimlere, suçlulara, ahlaksızlara karşı bir yönüyle "ceberrut" olmak gayretindedir. Mahkemelerde sanığın hakkındaki iddialara cevap verirken salonun tam ortasına sırtını dayanacak bir yer olmaksızın dikilmesi bu yüzdendir belki de. Sanık üzerinde adaleti sağlayacak makamların otoritesini sanığa hissettirmek.

Bizim memleketimizde ise korku eşsiz bir "saldırı" mekanizmasıdır. Bu mekanizmaya dört elle sarılanların bu taktiği "doğa ana"larından öğrenmiş olmaları ihtimal dahilindedir. Bir fare, bir kedi, bir kuş en çok köşeye sıkıştığında tehlikelidir. Çaresizlerin çaresizlikleri artık onlar için korkutucu bir silah olmuştur. Öyleyse kendini korkmuş, çaresiz, baskı altında göstermek onlar için iyi bir korkutma, yasaklama, baskı yapma aracı olabilir.

Sosyal hayatımızı düzenleyen kurallar; hukuk kuralları, ahlak kuralları, görgü kuralları, din kurallarıdır. Hukuk kurallarının yaptırımı devlet eliyle olan kurallardır. Diğer sosyal kurallarda ise yaptırım ayıplama, kınama, toplum dışına itme şeklinde kendini gösterir. Ahlak, görgü ve din kurallarının toplum yaşamından silinmesi bilhassa bizim toplumumuzda ütopik ,gereksiz ve yanlış bir idealdir. Bu kuralların varlığı bilakis hayati önemdedir. Öyle olunca bahsettiğimiz ayıplama, horlama, kınama gibi yaptırımlar da toplumsal ilişkilerde işlerliğini korumaktadır.

Peki bu toplumsal yargılama sürecinin kriterleri, usulu, kaynağı nedir? Elbette kriterleri toplumun genel ahlak anlayışı bu konuda insanları yönlendirmektedir. Hal böyleyken ahlaksızlık yapıp, ahlaksızlığın avukatlığına savunanların toplumdan şefkat, teşekkür, takdir beklemenin yersizliği açıktır.

Bununla birlikte toplumun ahlaki, dini, kültürel yönelimlerini sorgulamak bir tarafa bunu kendisi adına tehdit diye nitelendirenler cahilin en cesur olduğu yerdedir.

Malum araştırma konuşuluyor, bir zaman daha konuşulacaktır. Bizim yapmamız gereken her halde buradan sağlıklı çıkarımlarda bulunmaktır. Araştırmadaki yöntem yanlışlığı, manipülasyon belirtileri bir engel mi buna? Sanmıyorum. Özensiz araştırmaların bir takım gazetelerin manşetlerine (en acil ve korkulu tarafından) malzeme olabiliyor olması bile bizatihi düşünen için faydalı çıkarımlara vesile olacaktır.

Bizim asıl dikkat çekmek istediğimiz o cümledir. O itiraf cümlesi; "Cuma namazlarına, umrelere gidenlerin artması, selamun aleyküm diyenlerin çoğalması" Mahallenin muhtarlarının keyfi meğer bundan kaçıkmış. "Bir cümleye odaklanarak tüm rapor hakkında fikir beyan etmek haksızlık olur" diyenler olabilir. Lakin meselenin özü bu cümlede ifade bulan ruh halidir.

Birisi başından geçen olayı şöyle anlatıyordu: dini vazifeleri açısından duyarlı olmayan arkadaşlarımın arasında "imam" diye anılırdım, oysa sadece Cum'a namazlarına gidiyordum. Psikolog değiliz lakin ama (/öyleyse) yine de anladığımız, burada "imam olmayanların" derdi gayet açıktır: cemaat olabilmek; yani kısmen de olsa görevlerini yapmaya çalışanları "imam" yaparak, kendilerini kısayoldan cemaat sınıfına sokmuş olurlar. Yani Kur'an okumayı "aşırı" bulan birisi aslında kendi ihmalkarlığının üstüne "aşırı olmama" perdesi çekerek kendini kandırmaktadır. Yani oruç tutanı "aşırı dindar" diye lanse etmeyen oruç kaçkını aslında kendi kusurunu bu yolla örtebileceğini sanmaktadır...

Bu garip duygular mahallenin muhtarlarını kimi zaman ahlaklılardan; vazife bilenlerden; toplumun çoğunluğunun kabul ettiği yaşam tarzını benimseyenler nefret etme eğilimine sokmaktadır. Bu eğilim azınlık olmalarının üzerlerindeki etkisi göze alınarak anlaşılabilir fakat tahammül edilmesi zor bir husustur. Bu da mes'elenin bizce farklı ve önemli bir boyutu.

Ne güzel söylemiş Ziya Paşa:

Erbab-ı kemâli çekemez nakıs olanlar
Rencide olur Dide-i Huffaş ziyadan
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Ocak 10, 2009 1:13 am

Tutulmuyor katranının telaşı
Yelkovan umarsız, akrep umarsız
Yaprakları rüzgarına kapılmış
Takvimler umarsız, yeller umarsız

Ne dur bildi ne anladı susu
Bala tuz kattı yedi umarsız
Ne demek Allah'ım bu katran pusu?
Tahayyül umarsız, idrak umarsız

Bir zaman dolaş dikenli bağlar
Yollar önüne engel, nehir umarsız
Söyle türkülerin berrak semaya
Dök içini büsbütün, kayna umarsız

_

Zindanımdan fısıldıyorum.
Yani her yerden
Yani hiçbir yerden...
Yalazlanan mum ışığına sabitliyorum bakışımı,
Umuda...
Soğuk zindanın tek canlı varlığı,
Mum ışığı...
Böyle beklersem söneceksin,
Beni yaksan ya...
Fısıltım bile seni söndürebilir ama sırada ben olsam,
Belki...
---

Yok, kanamadı kalemim,
Hayır dişlerim de kırılmadı,
Sıkmadım ne çenemi ne yumruğumu;
Sen yine sularında yıka beni...

Güneşe saklı samanlıklar yetmedi
İğne aradım çamurda, tozda
Emanetini kara dumanlara saldım
Sen yine sularında yıka beni...

Irmakların sığlarında yaşadım,
Sana akarken tüm akanlar...
Tuzluymuş, göz yakarmış denizin
Olsun...
Sen yine sularında yıka beni

----

Düşünmeden çıksam yola
Beklerm'ola memleketim ?
Yollarıma yollarını
Eklerm'ola memleketim ?

Desem viran oldu sensiz,
Sızlar oldu yerli yersiz,
Aramıza engel densiz,
Dağlarm'ola memleketim?

Gözlerim ufkunda kaldı,
Kızılların dimağımda;
Çocukluğum sokağında,
Bekler'ola memleketim ?

Ömürden ömür gider,
Gün döner ikindiye,
Salsam âvâzeyi cihana
Saklarm'ola memleketim


En son Eyüp Coşkun tarafından Paz Nis. 19, 2009 3:17 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Salı Ocak 13, 2009 9:00 pm

İnsan hakları- ümmet hakları
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 21, 2009 4:17 pm

Uluslararası Hukuk Bir Şaka Mı?

Herhalde değildir. Zira hiçbir şey bir uluslararası hukuk uygulaması olan Barış Gücü Operasyonlarında ağırlıklı ABD askerinden müteşekkil ordunun şehirler üzerine yağdırdığı demirden külçeler kadar ciddi olamaz. Bu kadar ciddi bombaların ciddi bir meşruiyet zemini olsagerek değil mi?

Varlığı hakkında şüpheleri mutlak manada giderememiş Uluslararası Hukuk üzerine olacak yazımız.Ulusal hukuktan genel manada farklarını sayacak olursak.

a-) Kuralları oluşturan bir üst otoritenin bulunmaması

b-) Zorunlu bir yargı merciinin bulunmaması

c-) Tek elden yaptırım uygulayacak bir organın bulunmaması

Uluslararası hukukta yatay ilişkilerden bahsedilir, devletlerin "egemenliği ve eşitliği" genel ilke olarak telakki edilmiştir. Uluslararası yargı makamlarının bir hukuki uyuşmazlığı inceleyebilmesi tarafların mahkemenin yargı yetkisini kabul etmesi ön şartına bağlıdır.

Devletlerin egemenliği ve eşitliğine dayalı olarak "kuvvet kullanma yasağı" başka temel bir ilke olarak kabul edilir. Buna rağmen bir paradoks olarak uluslararası barışın bozulması, tehdit edilmesi, saldırı üzerine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi genel bir yetkiyle yaptırıma karar verebilmektedir.

Ulusal hukuklarda hukukun diğer tüm sosyal kurallardan ayırıcı unsuru olan "yaptırım gücü" uluslararası hukukta herhangi bir kurumun tekelinde değildir. Uluslararası polis ve ordu olmadığı için yaptırımlar bizzat devletler tarafından kararlaştırılıp uygulanmaktadır. (Uluslararası Hukukun Esasları-Melda SUR- Sy.6) Adı Geçen eserde belirtildiği üzere bu güçlü olan ülkelerin haklarını daha kolay koruması anlamına gelecektir.

Dahası bizce bu hal "hak koruma"nın ötesinde haksız fiillere sebep olabilmektedir. Yaptırım mekanizması içinde kanuni olsa da hukuki olmayan, insan hakları ve adalet mefhumunun gözardı edildiği eylemler uluslararası hukukun "hukuk"luğunu sorgulanır hale getirmiştir. Kuralları, sınırları, ölçüleri belirleme gücü ve yetkisi olan maddetapıcı zihinler dün "gelişmemiş ırk" olarak telakki ettikleri "öteki"leri bugün "radikal" olarak nitelendirip ulusal menfaatlerine "insan hakları", "demokrasi", "özgürlük" maskesi geçirebilmeklerdir. Dünün "Türlerin Kökeni" ruhu bugün "Medeniyetler Çatışması"nda daha profesyonel bir suretle canlanmaktadır.

Uluslararası hukuk kaynakları a-) Uluslararası Antlaşmalar b-) Uluslararası örf ve adet c-) Hukukun genel ilkeleri olarak sıralanıyor. Yargı kararları ve öğreti de yardımcı kaynaklar.

Uluslararası hukuk sujeleri devletler ve uluslararası örgütler. Devletler kendi toprakları üzerinde bağımsız ve hakimdir. Uluslararası örgütlerin ise özel ve genel yetkili örnekleri var. Birleşmiş Milletler Örgütü genel yetkili en bilinen uluslararası örgütlerden biri.

2009 senesi itibariyle ülkemizin de 2 yıllığına üye olduğu güvenlik konseyi gibi bir organı içinde barındırıyor. En başta zikrettiğimiz BMÖ Güvenlik Konseyinin önemi uluslararası barışı ve güvenliğin korunmasında başlıca sorumlu organ olması. BMÖ Güvenlik Konseyi uluslararası barışın tehdit edildiği veya bozulduğu tespitini yaparsa tavsiye niteliğinde dahası bağlayıcı kararlar alma yetkisine sahip. Askeri boyutta dahi ele alınabilen bu tedbirler üye devletler eliyle uygulanıyor. Ne var ki Konseyin karar alabilmesi için 5 daimi üyenin (ABD, Çin, Fransa, İngiltere, Rusya) oybirliği gerekiyor. Yani BMÖ Genel Kurulunca 2 yıllığına şeçilen diğer 10 geçici üyeninde dahil olduğu konseyde alınan kararlar 5 kalıcı üyenin herhangi biri tarafından veto edilebilir. Güvenlik Konseyi askeri tedbirleri 1950 Kore Savaşında, 1990 Körfez Savaşında vuku buldu.

Tüm bunlar Uluslararası Hukukun onun izdüşümü öyle ya da böyle reel bir denge unsuru olduğunu ortaya koyuyor. İsrail'in devlet terörü politikası çerçevesinde Gazze'de uyguladığı açık soykırıma karşı BMÖ Genel Sekterenin günler sonra o da ağız ucuyla verdiği "kınayıcı" (tırnak içinde) demeçler uluslararası hukuk ve kurumları hakkında soru işaretlerini yine gündeme getirdi. Belli devletlerin büyük etkinliği altında iş gören ,bu halinden soyutlanacağa da benzemeyen, uluslararası kuruluşlarımız ciddiyet ve reelitelerini kendilerinden olmayan insanların insan hakları ihlal edilirken de hatırlamalıdır. Bu minvalde kuruluş adaleti temin için gelişmemiş ve Türkiye gibi gelişmekte olan devlet temsilcilerinin yoğun diplomasisine ihtiyaç duymakta. Umarız BMÖ uygulamalarındaki adaletsizliğin farkına varmakta gecikmez zira şaka işitmeyen tahammülü olmayan 1300 ölü, 5000'e yakın yaralıdan bahsediyor ajanslar....








En son Eyüp Coşkun tarafından Perş. Ocak 29, 2009 8:29 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 21, 2009 10:36 pm

Ötekileştirmediklerimizden Misiniz?

Tarihin yönetime talip tüm güç odaklarıın ortak sorununun adı: meşruiyet. Kimi odaklar meşruiyetini kendisine (merhum Esed'in deyimiyle) Tanrısal nitelikler yakıştırarak sağlamış, kimisi bir ailenin üstünlüğünden yola çıkarak tebası üzerinde "yönetme hakkı" elde etmiş.

Yönetim kadroları meşruiyetlerini devam ettirip pekiştirmek adına biraz da tebâların duygularına hitap etmek zorunda kalmış. Zira salt oportünist bir anlayışla halk nezdindeki ekonomik kalkınma, hukuki güvenlik, savaşsız-istikrarlı bir gidişat taleplerinin karşılanması yönetilenler için "oyalanacak birşeyler bulmaktan" çok daha meşakkatlidir. Devletler bu manada halkın idrakini söylettiği efsaneleri, korkuları, kaygıları, ütopyaları bir taraftan üzerine yönebilecek yergilere karşı bir kalkan diğer taraftan siyasetlerini uygulamak için ellerini güçlendiren bir kılıç olarak kullanabilmektedir.

Sosyolog Fatma K. Barbarosoğlu Hanımefendi'den iktibasla:

"Afrika'da ya da Ortadoğu'da doğanlar "hayat"ları olanlar değil. Öyleyse ölmelerinde beis yoktur. Ölmelerinde beis olmadığını, 19.Yüzyıl'ın sömürge tescilli "Türlerin kökeni" teorisi fazlasıyla ispat etmemiş miydi !!!Huntington, "Medeniyetler Çatışması" teziyle, Amerika önderliğinde dünyanın ikinci küreselleşmesine fener oldu. Bakmayın adına küreselleşme denmesine, sömürgenin bir tutam imaj eşliğinde kaynatılıp damıtılmasından başka bir şey değil küreselleşme.Dün Avrupa Afrika'yı sömürmek için Darvin'in, güçlü olan ayakta kalır tezine dört elle sarılıyordu, bugün ABD Medeniyetler Çatışması'na."

Belki ötekileştirme dediğimiz tavrın ortaya çıkması devlet gibi büyük güç odaklarının katkısına sıkı sıkıya bağlı değil. Herhangi bir saikle fırkalaşan toplulukların doğal gelişim seyri içinde kendi fırkasından, dininden, ırkından, ulusundan, devletinden kısaca ,moda tabiriyle, kendi mahallesinden olmayan öteki insan zümrelerine yönelik bir hoşnutsuzluk hissetmesi doğaldır.

Burada ortak noktanın güç, biriktirme, hakim olma tutkusu yahut kaygısı olduğu kanaatindeyiz. Ötekileştirmenin temelinde kendini tehlikelerden koruma, kendi çıkar kaynaklarını muhafaza edebilme, kendi iktidarına hâlel getirmeme velhasıl "mahalle kavgasında" karşı mahallenin hışmına uğramama bir yandan da mümkünse karşı mahalleyi -en az- tehlikesiz olacak kadar baskı altında tutma güdüleri yatıyor. Aslında bir paradoksun ifadesi ötekileştirme. Benim zalimim seninkinden iyidir, benim ideolojime hizmet eden darbe iyidir, bizim mahalleli adam döverse buna ancak eline sağlık denilebilir... vb. cümlelerde ifadesini bulan paradoksun... Bu tabloda mazlum zalimi alt etmek için ayağa kalkmışsa asıl gaye "biraz da biz onlara zulm edelim" olmalıdır.

İnsanı herkesten çok bilen Allah şu ayetle bu duruma işaret etmiş olabilir: Allah buyurdu: ‘Birbirinize düşman olarak inin, sizin için yeryüzünde bir süreye kadar yerleşip kalma ve yaşayıp faydalanma vardır.” (7. 24)

Lakin hemen belirtelim ki burada insana ontolojik bir kötülük izafe etme niyetinde değiliz, burada kastettiğimiz topluluklar "ekserun nass" türünden kalabalıklardan ibarettir. Ve bu kalabalıkların müşterek zemininin sekülerizme dayandığı görülmektedir. Söz konusu insanların çoğu, kalabalık yığınlar, "ekserun nass" ise Modernist felsefenin filozoflarından John Locke'un açıkça ifade ettiği üzere "insan insanın kurdudur." Yine modern iktisat teorisinin temel ilkesine göre "dünya kaynakları kıttır". Frederic Nietzsche ‘iyi’nin gücü elde etmek olduğunu iddia etmiş ve halkı soylular (kuvvetliler) ve sıradan insanlar olmak üzere ikiye ayırmıştır. Seküler insanın kadim çağlardaki sembolü Tanrıdan ateş çalabilecek kadar yüce Prometusu kim nasıl durdurabilecektir? Seküler toplulukların ötekinin hakkına riayet etmesi, şu üç günlük dünyada ahlaki- dini- uhrevi temelli kaygılarla ötekini gözetmesi gibi hassasiyetlere sahip olması kendi düşüncesi açısından tutarsızlık olacaktır.

Buna rağmen küresel ve ulusal bazda ötekileştirme, düşmanlık etme tavırları çoğunlukla dine ve dindarlara atfedilmekte. Yaratıcının insanlığa evrensel mesajının son ve sahih tecellisi Kur'anı Kerim için tepeden inme, ön yargılı ve iş bilmez bir zihin şunu söyleyebilir: "yeryüzündeki düşmanlığın bir sebebi de (din genelinde) Kur'andır, Kur'an mesajı müslümanları ötekine karşı hoşgörüsüz, baskıcı, tehditkâr hale getirmektedir."

Bir kere Kur'an yukarıda tahlil etmeye çalıştığımız maddeperest, her pahasına güçlü ve muktedir olmaya dönük zihniyeti mü'minlerin şuurlarında oluşturmayı hedeflediği tasavvurla kökünden reddeder:

"İnsanlara, kadınlar, oğullar, yüklerle altın ve gümüş yığınları, cins atlar, davarlar, ekinler gibi zevklerin sevgisi, çekici hale getirildi. Fakat bunlar, dünya hayatının geçici nimetleridir. Oysa Allah, akibet güzelliği, O'nun yanındadır.

De ki: "Size o istediklerinizden daha hayırlısını haber vereyim mi? Korunan kullar için Rablerinin yanında altından ırmaklar akan, içlerinde sonsuza kadar kalacakları cennetler vardır. Ayrıca orada kendilerine tertemiz eşler ve hele bir de Allah'ın hoşnutluğu vardır. Allah o kulları görür." (3.14/15)

Dahası güç, biriktirme, hakim olma konularında sınırsız, mutlak bir çaba islam öğretisinin temel karşıtı olan şirke yollar ve kapılar açmak demek olacaktır. Çünkü "yeryüzü ve gökyüzündekilerin mutlak hükümranı" (5.17), "yerde ve gökte ne varsa hepsinin sahibi" (3.129), "kuvvetli, mutlak güç sahibi" (22.74) olan Allah'tır. Buna muhalif iddia ve fiiliyatları en büyük suç şirk kapsamında değerlendirmek icap eder.

Ötekileştirme ve İslam başlığını daha somut surette ele alacak olursak Kur'an'ın kimlere düşmanlık atfettiğini incelemek yerinde olacaktır. Kur'an'ın bo noktada şeytana düşmanlık atfetmesi (2.308) hikmetli bir mesajdır. Zira insanın fıtrı "düşmanlık etme" ihtiyacını görünmez, sembol bir varlığa kanalize etmesi onu insanları şeytanlaştırmaktan alıkoyar. Kimi alimler bunu şeytanın yaratılış hikmetlerinden biri sayar.

Müslümanlar için örnek şahsiyet olan peygamberin Medine site devletinde Yahudi unsurlarla imza ettiği onlarla birlikte yaşamayı öngören ,Muhammed Hamidullah'a göre batının anayasacılık hareketinden önce olması hasebiyle ilk anayasa olmaya namzet, Medine Vesikası modern bir değer olan "çoğulcu"luğun 14 asır öncesinde işlenmiş en güzide örneği olsagerek.

Yine İslam savaş hukukunun günümüz uluslararası antlaşmalarından asırlar önce öngördüğü evrensel, insan yaşamına saygı esaslı ilkeleri bu açıdan incelenmeye değerdir.

Bugün dahi kendi öğretisi içinde dört başı mamur bir öteki hukuku, ötekine yaklaşım ahlakı öngörmeyen düşünceler, felsefeler, siyasetler, ideolojiler yeryüzünde savaşın adını "İslam" diye koyarken İslam düşüncesinde, İslam fıkhında, İslam tarihinde Yahudilere, Hrıstiyanlara, Zımnelere olan muameleyi görmezden gelmelerine ne demeli?:

"Gerçeği sürekli ters yüz eden, günaha düşkün olan herkesin vay haline" (Casiye / 7)




________


En son Eyüp Coşkun tarafından C.tesi Ocak 24, 2009 12:55 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Şub. 14, 2009 8:35 pm

Vehbi Vakkasoğlu'nun kaleme aldığı kitap milli şarimiz Üstad Mehmed Akif'i birçok yönüyle ele almış. 280 sayfalık kitabın satıraralarında derin bir arşiv araştırmasının izleri görünüyor. Kitap şu gerçeği ortaya çıkarıyor ki bir asır ötesinden Akif'in ilim anlayışımıza, siyaset anlayışımıza, ahlak anlayışımıza, Kur'an anlayışımıza, edebiyat anlayışımıza güzellikler katan sesi hala taptaze. Kitap Nesil Yayınlarından çıkmış.

Hayatı

"Rüştiyeyi bitirince pederim mektep ve meslek tercihini bana bıraktı. Ben de Mülkiye’yi tercih ettim. Üç senelik idâdî kısmını başarıyla tamamlayıp yüksek kısmına geçtim. Bir sene sonra, babamın ölümü ve evimizin yanması üzerine, zarûret içinde kalmıştım. Mülkiye Baytar Mektebi yeni açılmıştı. Daha rahat iş bulmak ümidiyle, birkaç arkadaş oraya girdik. Baytar mektebini de birincilikle bitirdim. Bu senelerde şiirle de uğraşıyordum. Hocalarımızın çoğu doktordu. Yüksek tahsilimi bitirdikten sonra hâfız oldum."

---
"Ben dördüncü seneye devam ederken yegane me’vamız olan evimizin yanması üzerine zarüret içinde kalmıştım.İki sene sebat edip Mülkiye’yi bitirmek kabildi.Lakin o aralık mezunlara ya hiç vazife verilmiyor,yahut onları gayet cüz’i bir maaşla is- tihdam ediyorlardı. “Bu sırada,ilk defa olarak Mülkiye baytar(veteriner)Mektebi ihdas olundu.Birkaç arkadaş”Bu Mektep yenidir,çıkanlara memuriyet verecekler”diye Mülkiye’yi terk ettik,yeni mektebe girdik."

"Fakat o tarihlerde işgal kuvvetlerinin çok sıkı baskı ve kontrolü altında bulunan İstanbul'da böyle bir yolculuğu gerçekleştirebilmek adeta imkansız denebilecek kadar zordu. Birçok meşhurun olduğu gibi Akif'in de Anadolu'ya kaçmasını da Üsküdar'daki Özbekler Tekkesi Şeyhi Ata Efendi gerçekleştirdi. Akif'in kaçacağı gece İtalyanların baskınına uğrayan tekke, şeyhin aldığı isabetli tedbirler sayesinde kurban vermedi"

"Ve soğuk kış gününde sırtında paltosu bile olmayan M. Akif, Eşref Edip ve Ali Şükür Bey gibi aziz dostlarla yola düzülmüştü"

"Ankara'ya gelince, mesken darlığı sebebiyle, Taceddin Dergahının şeyhi tekkesini Akif'e verir. Akif, Ankara'daki bütün şiirlerini, İstiklal Marşı da dahil olmak üzere burada, bu mütevazı evde yazmıştır. İstiklal Marşının resmen kabul merasimi 12 Mart 1337 tarihinde mecliste yapılmıştı"

---
Zamanın hükümeti M. Akif'in cenazesine gereken alakayı göstermemiş, adeta onu ölümünde de sukûta mahkum etmek istemişti. Fakat bir avuç dindar ve vatanperver Türk gencin yakın ve sıcak ilgisiyle, Akif2in bayrağa sarılan tabutu ebedi istirahatgâhına arabayla götürülmekten kurtarılmıştı. Milli şairimize resmi makamlarca esirgenen alakanın yüz karasını, "Asım Nesli" vekafarlığı temizlemişti.

Müslüman Akif

Küçük Akif, alim, fazıl ve abid babasıyla evlerine yakın Fatih Camiine gider, o mabedin ruha sükûnet veren havasını sık sık teneffüs ederdi:

Sekiz yaşında kadardım. Babam gelir:
"Bu gece sizinle camie gitsek çocuklar erkence.
Giderseniz gelin amma namazda uslu durun;
Meramınız yaramazlıksa, işte ev, oturun!"


Deyip alırdı beraber benimle kardeşimi.
Namaza durdu mu, haliyle koyverir peşimi,
Dalar giderdi. Ben artık kalınca azade,
Ne âşıkane koşardım hasırlar üstünde!

---
Şuurlu bir din terbiyesi ve ibadet vecdi içinde yetişen şirimizin neşrettiği ilk manzumesi, "Kur'a'a Hitap" başlığını taşır. Demek oluyor ki Akif, başka bir sebeple değil, ancak inandığı için, samimiyetle iman ettii için dindardır.

---
En büyük manevi zevki Kur'an okumak ve dinlemek olan ve ömrünün son senelerinde şiir ile iştigale vakit bulamayarak bütün zamanını Kur'an'a hasreden Mehmet Akif, Kur'an'ın her ayetiyle, her kelimesiyle, hatta harfleriyle günlerce senelerce uğraştığı için artık gönlünü oraya vermiş, bütün zevki o olmuştu. Bir pırlanta üzerinde işleyen san'atkar gibi Kur'an'ın muazzam ayetleri üzerinde senelerce çalışmış, onu anlamaya uğraşmıştı.


Akif- Fikret Kavgası


Evet, beynim sağırdır, çünkü kâinatım hep feryat.
Gözüm görmez evet, zira muhitim hep karanlıktır.
İşitmem başka bir ses, milletim eylerken istimdat
Fakat, sinemde imanım müebbet fecri sadıktır.

Beraber ağlamazsın, sonra kör dersin, sağır dersin.
Bu hissizlikten insanlık hem iğrensin hem ürpersin.
Ne ibret, yok mu bir bilsen, kızarmak bilmeyen çehren,
Bırak tahsili evladım, sen ifkin bir haya öğren

Mehmet Akif - Ziya Gökalp

Âilî bir inkılap olsun diyen me'yus olur
Başka bir şey kazanmaz, sade bir deyyus olur.
Çünkü çıplak inkılabatın rezalettir sonu
Ey deni kundakçılar biz sizde çok gördük onu!

Teşkilat-ı Mahsusa


"Ne yapabildik bu masum insanlara, diyordu. Doktor yok, ilaç yok, ilim yok, irfan ve medeniyet yok, ümran yok, huzur yok, hatta kanun yok, devlet yok... Sonra da neden İngiliz altını, neden Fransız kültürü, neden Alman alakası onları cezbediyor, diyoruz. Bu manevi rabıta ne kadar sağlammış ki, bütün ihmaller ve yoksulluklar içinde yegane mesnet olmuş."

"Görüyorum ki bizim senelerimiz değil, asırlarımız boşuna geçmiş. Eğer böyle olmasaydı, vahdaniyetin menbaı olan yerlerde böyle bir nefsaniyete şahit olur muyduk?"

Mehmet Akif'in çok sıkı bir fikir irtibatı ile bağlı bulunduğu Bediüzzaman, bütün siyasi endişelerin dışında ve üstünde olarak Akif'in fırsat bulamadığı irşat vazifesine sahip çıktığı için olacak ki, daha sonraki yıllarda, Akif, Mısır'da iken, Eşref Beye yazdığı mektuplarda, "Hali istirahatı nasıldır, şimdi nerelerdedir?" diye hep onu sorardı. "Eğer Bediüzzaman'daki zeka ve hafıza bende olsa, şimdikinden daha velud olurdum" diyerek takdir ettiği Said Nursi ile zaten birçok beraberliği de olmuştur. Bu beraberliklerin özlenen gayeye yönelmiş olmak bakımından en mühimi, şüphesiz ki Dar'ül Hikmeti'l İslamiye'de olanıdır.

Darü'l Hikmeti'l İslamiye

O yıllarda islamcılık cereyanın fikirlerini neşreden ve bu görüşteki münevverleri çatısı altında toplayan Sırat-ı Müstakim'in (sonra Sebilürreşat) sayfaları ve idarehanesi Bediüzzaman'la Akif'in sık görüştükleri ve buluştukları yerlerdi. Herhalde bu beraberlikler ve yakından tanımalar neticesidir ki, Akif: "Hügolar, Şekspirler, Dekartlar, edebiyatta ve felsefede, Bediüzzaman'ın ancak talebesi olabilir" demiştir.

Akif ve Irkçılık

İşte, ey unsur-i isyan, bu elîm izmihlâl,
Seni tahrîk eden üç beş alığın ma´rifeti!
Ya neden beklemiyordun bu rezîl âkıbeti?
Hani, milliyyetin İslâm idi... Kavmiyyet ne!
Sarılıp sımsıkı dursaydın a milliyyetine.
"Arnavutluk" ne demek? Var mı şerîatte yeri?
Küfr olur, başka değil, kavmini sürmek ileri!
Arabın Türke; Lâzın Çerkese, yâhud Kürde;
Acemin Çinliye rüchânı mı varmış? Nerde!
Müslümanlık´ta "anâsır"mı olurmuş? Ne gezer!
Fikr-i kavmiyyeti tel´în ediyor Peygamber.
En büyük düşmanıdır rûh-i Nebî tefrikanın;
Adı batsın onu İslâm´a sokan kaltabanın!
Şu senin âkıbetin bin bu kadar yıl evvel,
Sana söylenmiş iken doğru mudur şimdi cedel?

---
Ne Araplık (Kürtlük), ne Türklük kalacak, aç gözünü!
Dinle peygamber-i Zişan’ın ilahi sözünü
Türk Arapsız(Kürtsüz) yaşayamaz. Kim ki “yaşar” der, delidir!
Arabın (Kürdün), Türk ise hem sağ gözü, hem sağ elidir
Veriniz baş başa… Zira sonu hüsran-ı mubin
Ne hükümet kalıyor ortada billahi, ne din!”

---
"Turan İli" namıyle bir efsane edindik;
"Efsane; fakat,gaye!" deyip az mı didindik?
Kaç yurda veda etmedik artık bu uğurda?
Elverdi gidenler, acıyın eldeki yurda !

---
Neden hükûmete Kur'an'la bağlı Arnavud'u
Ayırdınız da harâb ettiniz bütün yurdu?
Nasılmış anlayınız iddia-yı kavmiyet
Ne yolda mahvoluyormuş bakın ki millet !

Siz, ey bu zehri en evvel kusan beyinsizler !
Kaçıp da kurtuluruz sandınız...Fakat ne gezer!
Bugün belanızı bulmuş değilsiniz, mutlak,
Yarınki saikalar beyninizde patlayacak !

---
Akif'in ırkçılık, milliyetçilik ve Turancılık gibi, bölücü ayırıcı efsanevi bir hayal peşinden koşturucu mahiyetteki cereyanlara karşı çıkması, vatanperverliğinin en bariz niteliğidir.

---
"Hangi milliyetçimiyiz bu millete onun kadar hizmet etti? Türkçülük ülküsü adıyla Gökalp mı? Senelercegenç nesilleri isminin propagandası etrafında topladıktan sonra günün birinde yüksek memurşyetlere geçince mefkureden istifa eden Hamdullah Suphi mi? Gayeleri resimlerini duvarlara astırıp, isimlerini mukaddes yaptırmak olan bu adamlar, milletin acılarına zerre kadar kendilerinini adamadılar. Bu millete ruh ve imanla bağlanarak şiirleriyle olduğu gibi iradesiyle de menfaatsiz, riyasız en büyük hizmeti yapmıi olanlar bunlar değil, Akifler ve Akif gibi bugün adları unutulmuş olanlardır." (Hilmi Yücebaş, Bütün Cepheleriyle Akif)

"Akif Ziya Gökalp'ın "Ruhu tekmeleyen Anadolu'nun gerçeklerinden gafil, cemiyeti tanrılaştıran ve kaderlerimizin ilahi mertebesine yükselten, fikri şahsiyeti yıkmış milliyetçilik davasının karşısına Allah'ın eli halinde çıkmıştır." (Nurettin Topçu,Mehmed Akif)

Kur'an-ı Kerim'i anlayış tarzı

Ya açar nazm-ı celilin bakarız yaprağına;
Ya üfler geçeriz, bir ölünün toprağına.
İnmemiştir hele Kur’an, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için!

Akif, Kur'an'ın hastalar için indirilmiş bir kitap olmadığını da şöyle anlatır:

"Kur'an-ı Kerim hastalara, ölülere okumak için nazil olmamıştır. Kur'andaki şifa cehelenun (cahillerin) anladığı gibi değildir. Fıkra meşhurdur ya: Arabinin biri uyuza tutulmuş, develeri için, Hazret-i Ali'den (r.a.) dua istemiş. Müşarünileyh de uyuza karşı en me'sur duaların katran kadar müessir olmayacağını söylemiştir."

"Akif on dört asır önce Mekke'de dikilen ağaca taze can vermek isteyenlerin bayrağını omuzlamıştır. Zira o, Kur'an'ın her ayetini en derin, en coşkun huşu içinde ürpermeden okumayan halis müslümandı...Akif'e göre, Kur'an'la ilimiki vefalı dosttu. Din ilmin eline yapışmalı, kafanın dışı değil, içi efrence (Avrupalıya) benzemeliydi. Zira, Frenk bilginlerinin buldukları en son gerçekler, Kur'an'daki ayetlerin mealini tekrardan ibaret kalmıştır."

İrtica ve Akif

"Eski eski olduğu için değil, faydasız olduğu zaman atılır. Yeni, yeni olduğu için değil, faydalı olduğu zaman alınır."

Zulmü alkışlayamam, zalimi asla sevemem;
Gelenin keyfi için geçmişe kalkıp sövemem.
Biri ecdadıma saldırdımı,hatta boğarım!...
-Boğamazsın ki!
-Hiçolmazsa yanımdan kovarım.
Üçbuçuk soysuzun ardından zağarlık yapamam;
Hele hak namına haksızlığa ölsem tapamam.
Doğduğumdan beridir, aşığım istiklale;
Bana hiç tasmalık etmiş değil altın lale!

Hürriyet ve Akif

"Hürriyet devri açıldı. Bu bedenleri hürriyetiydi ruhsuz bedenleri, Allah'sız isteklerin hürriyeti ne imiş?.. İşte Akif o zaman anladı. Hayal sukûtu ve şaşkınlığı azabı kadar derin oldu:

Bir de İstanbul'a geldim ki; bütün çarşı, Pazar / Nâradan çalkalanıyor: öyle ya... Hürriyet var! / Galeyan geldi mi, mantık savuşurmuş... doğru! / Vardı aklından, o gün kimi gördümse, zoru, / Kimse farkında değil, anlaşılan, yaptığının; / Kafalar tütsülü hûlya ile, gözler kızgın. / Sanki zincirdekiler hep boşanıp zincirinden, / Yıkıvermiş de tımarhaneyi çıkmış birden!'

---
Kör çıban neşterin altında nasıl patlarsa,
Hep ağızlar deşilip, kimde ne cevher varsa,
Saçıyor ortaya, ister temiz, ister kirli;
Kalmıyor kimseciğin muzmeri artık gizli

Inkılap ve Akif

İnkılap istiyorum, ben de, fakat Abduh gibi
Yoksa, ellerde kör alet efeler tertibi,
Babıalileri basmak, adam asmakla değil!..

---
Sizde erbâb-ı, tefekkürle avamın arası,
Pek açık. İşte budur bence vücudun yarası…

---

İlim ve Akif

Eyvah! Bu zilletlere sensin yine illet...
Ey derd-i cehalet, sana düşmekle bu millet,
Bir hale getirdin ki; ne din kaldı, ne namus!

---
Evet, medâris, o vahdet-serâ-yı muhteşemin.
Önünde: hürmetidir dîne her zaman ilmin

---
Bu hakîkatleri lâkin, kim okur, kim dinler?
Sivrilen zübbelerin hepsi beş on söz beller,
Düşünür «Dîni nasıl yıkmalı bunlarla?» diye,
Böyle bir maksad için çok bile îdâdiyye!

---
Sabahleyin mütefelsif, ikindi üstü fakih;
Sular karardı mı pek yosma bir edib-i nezih;
Yarın müverrih; öbür gün siyasetin kurdu;
Bakarsın: Ertesi gün ictihada pey vurdu!...

İman

"Sen, ben babamızdan gördük; yazi hazır dine konduk. Akıl sahipleri ise böyle değil; kafalarında her gün binlerce kıyametler kopuyor. Şüpheler zavallıların imanına hucüm ediyor. Uğraşıyor, birisini deviriyor, biri daha peyda oluyor. Onu da yıkıyor, üçüncüsü çıkıyor. Hasılı biçarenin ömrü mücahede ile geçiyor, herif alnının teri ile müsllüman oluyor. Tabiidir ki, ferda-yı kıyamette onun, Allah indindeki, Peygamberimiz indindeki mevkii senden benden çok yüksek olacak. Hiç benim imanım ile Gazali'nin imanı bir olur mu? Elbette olmaz. Ben hazıra konmuşum. O hazret ise, ömrünü mücahede ile geçirmiş!"

---
Ne irfandır veren ahlaka yükseklik, ne vicdandır:
Fazilet hissi insanlarda Allah (c.c) korkusundandır.

---
Enbiya yurdu bu toprak şüheda burcu bu yer;
Bir yıkık türbesinin üstüne Mevlâ titrer!
Dışı baştan başa bir nesl-i kerimin yadı,
İçi boydan boya milyonla şehit ecdadı

Kaht-i Rical (Adam Kıtlığı)

Hayır! Mehasin-i Garb'ın birinde yok hevesi;
Rezail, oldu mu lakin, şiarıdır hepsi!

---
Ya taassup ya taassup o kadar maskaraca.
Bir yol almış ki bakarsın başı misvaklı hoca.
Mutehassısken edepsizliğin eşkalinde
En ufak şeyden olur dini hemen rencide
Milletin hayrı için her ne düşünsen bidat
Çeri tağyir ile terzil ise haşa sünnet .
Artık Allahtan utanmaz hele peygamberden
HiÇ sıkılmaz görünen böyle beyinsizlerden
Çekecek memleketin hali ne olmaz düşünün

---


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Şub. 20, 2009 12:41 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Cuma Şub. 20, 2009 12:36 am

Fıkralar-Nükteler-Hatıralar

#Anlaşma

Mısır Üniversitesinde ders vermeye başladığı sıralarda bir dostu sorar:

"Nasıl Arapça'yı kolaylıkla takrir edebiliyor musunuz?"
Cevap verir:
"Derse başladığım zaman talebeye şöyle dedim:
"Siz benim Arapçama gülmeyin, ben de sizin Türkçenize, geçinelim gitsin!..."

#Düşündüren Söz

Said Halim Paşa, Fransızca yazdığı bir eseri hakkında meşhur yazar Güstav Löbon'la konuşurken, onun şu cümlesi dikkatimi çeker.

"Bana öyle geliyor ki, Müslümanlara iki sene şeyhülislamlık yapsam bütün İslam alemini uyandırır, bütün İslam prensiplerini canlandırırım. Elinizdeki nimet büyüktür, fakat kadrini bilmek lazımdır."

Paşa bu sözü Akif'e naklettiği zaman, derin bir nefes almış ve saklamaya çalıştığı gözlerinden yaşlar süzülmüş"

#Hürmet

Mehmet Akif, hasta yatıyordu. Kendisini ziyarete gelenler arasında kelle kulak yerinde, iri yarı, göbekli bir adam vardı. Akif, tanımadığı bu ziyaretçiyi görünce yatakta ayaklarını topladı, hürmetkar bir vaziyet aldı. Herhalde mühim ve alim bir adam olacaktı.

Biraz hoşbeşten sonra vakur misafir sordu:
"Efendim, sizde uzun zamandır zihnimi kurcalayan bir mesele hakkında fikir danışmaya geldim..."
"Buyurun..."
"Gökkuşağı altından geçen kızlar erkek, erkekler de kız olurmuş. Ya hünsa (hem kadın hem erkek özelliği taşıyan kişi) geçerse ne olur?"
Mehmed Akif bu sualden sonra yatağına rahat rahat uzandı.
"Bu sualden sonra ayaklarımı istediğim kadar uzatabilirim!"
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Şub. 25, 2009 6:01 pm

Ulu çınarın semaya yükselen ellerinden biriydi o. İnsanlardan çok motorlu araçları ağırlamış caddelerin birince ikamet ediyordu köküyle beraber, bozkır mı bozkır...

Yokluğunu sorgulamanın hüznündense varlığını sorgulamaya dururdu kısa aralıklarla. Yüzünün engine dönük olması belirsiz varlığını teselli etmiyor değildi. Varlığının tek "farkında"sına karşı biteviye bir esas duruşun failiydi o. Dua kesilmişti varlığı, varlığından dua kesilmişti, dua ile varlığa kesilmişti. Bir biyoloji kitabının orta sayfalarında resmi olmayacaktı, tamam...Ne var ki suratına çarpan damlalar şahiddi ki kabul edilmiş bir duaydı o, dünya coğrafyasının küçük bir hacmine sıkışmış da olsa...

Tek mevsimlik ömrünün sararmamış yerinde rûzigaraydı yârenliği. Hatırası ve umutları eses yelin bağrın/da yüklüydü. Birgün, evet birgün, kopupu gitmek var dı maviliğe. Enginlik onu da almaz mıydı ?

Gül dalında solarsa,
Başım kıyamet olur,
Bahçelerde kanar sonra,
Düşüm düşmanım olur...

Mırıldandı...

Karanlık rüzgarların kuru tokatlarına hedef oldu bir zaman. Kum, fırtına, göz gözü görmez... "Yârenden yâre" dedi Yârenden yâre, yârden yârene...Dua kesildi yapraktan sapa, dua kesildi, kuayla kesildi...

Hangi sınıra vurduysam ben kendimi,
Rüzgarlarım uçurumlara yenildi,
Bir ıslak bulut kaldı gözlerimde,
Bir de ağrısı ağu sevdanın...


Düşün dedi içinden bir ses. Ayaza çalacak dallar, gövden toprağın dinginliğine varacak öyle ya da böyle...Sen selam ver güneşe, maviye gülümse. Ve duaya kesil, O yere düşen her bir sararmış yapraktan haberdar, O ne yapacağını bilir...




Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun C.tesi Mart 14, 2009 12:51 am

Anayasamız siyasi partileri "demokrasinin vazgeçilmez unsurları" olarak nitelendiriyor. El-hak öyledir. Siyaset gibi , siyaseti yönetme güç ve sorumluluğu olarak alıyoruz, karmaşık-çok yönlü bir meselenin altından kalkabilmek kişilerin gücünü aşar. Bu yönüyle siyasal partiler demokrasi-siyaset çarklarının dönemesinde bir zorunluluğun, mutlak bir gerekliliğin ifadesidir.

Liderlerin etkisini yatsımamakla beraber seçmen, tercihini mevcut partilerin dünüyle, bugünüyle çizdiği profile; projelerine; kimliğine; samimiyetine; işbilirliliğine.... bakarak belirler. Tüm bunlarda yola çıkarak siyaset meydanının asli sujeleri siyasi partilerdir diyebiliriz. Memleketi yönetme sürecinin aktörleri -iktidarda olanlar doğrudan, diğerleri dolaylı yollarla olmak üzere- yine siyasi partilerdir.

Siyaset biliminin tavsif ettiği mutlak monarşi ile demokratik rejimler arasında fark esasen epistomolojik (bilginin kaynağı ile ilgili) bir düzlemdedir. Demokratik sistemlerin üstünlüğü yönetenlerin tasarruflarının daha yerinde, daha adil, daha gelişimci olmasına zemin hazırlamasından ötürüdür. Yönetenlerin meşruiyetlerini dayandırdıkları, tararruflarını şekillendiren arka plan, tecrübe azami ölçüde yönetilenlerin duygu, düşünce, taleplerinden süzülmüştür. "Doğal seleksiyon" prensibi içinde insan kendiliğinden doğru bilgiye ulaşmaya namzettir. Ortak akıl denilen toplumsal sağduyu esas alınmalıdır. Her türlü fikir gerçekte yönetilenlerin zihinlerinde; temsilde siyasi partiler marifetiyle yapılan fikir çatışmaları en orjinal açılımları ortaya koyacaktır.

Farklı düşüncelerin birbiriyle çarpışabilmesi için ifade edilebilmesi gerekir. Bu minvalde her türlü düşüncenin ifade edilmesi demokrasi için adeta araç olmaktan çıkıp amaç haline gelmektedir. Voltaire'nin “Düşüncelerinize katılmıyorum ama düşüncelerinizi ifade etmenizi hayatım pahasına savunurum” cümlesinde sembolleştiği üzere...

Diğerkam bir anlayışla ötekinin düşüncesini dikkate almak, düşüncesini ifade etmesini desteklemek, ifade edilenleri tasvip edilmese de dinlemek, dikkate almak... şüphesiz önemli bir erdem. "O kullarım ki, onlar sözü dinlerler,sonra da en güzeline uyarlar." ( zümer-18 ) diye övülen insanlar bu yüzden "temiz akıllı" olmalı. Bununla beraber demokrat insanlardan demokrasinin eleştirilmesine saygılı olunmasını beklemek de haksızlık olmaz diye düşünüyoruz.

Yazdıklarım demokrasinin öğretisiyle uygulaması arasındaki çelişkiye isabet etmiş olabilir; "kötü örnek örnek değildir" itirazı yapılabilir. Yine de biz Cemil Meriç'in "her tarif bir tahriftir" önermesinden yola çıkarak Türkiye demokrasisini "demokrasi" olarak alacağız. Rasyonel sistemler de bizce her tahrif de bir tariftir...

"Fikirlerin ortaya konulup tartışılması hakikate ulaşmada etkili bir yoldur". Doğrudur, fakat bu amaca vasıl olmak bir takım sıhhat şartlarına tâbidir. Kendine has uslubu ve fikirleri olan merhum Necip Fazıl Kısakürek de aşağıdaki cümlelerle buna işaret ediyor olmalı:

" 'Hakikat şimşeği fikirlerin çarpışmasından doğar...' Sözü hürriyet esaretinin şarkılarından biridir ve yüzde yüz tersinden doğrudur: Fikirlerin çarpışmasından yalnız toz duman doğar. "

Binaenaleyh siyasetin öznesi partilerin savunduğu tezlerin sağlamlığı, projelerin geçerliliği, ortaya koyduğu vizyonun kalitesi tek başına yeterli olmayacaktır bu değerleri ifade etmenin, sunmanın, anlatmanın da sağlıklı bir politikaya ihtiyacı vardır.

Batı demokrasilerinde birçok hayati meselede muhalefet partilerinin sürüklemesiyle çözümler bulunduğu ya da iktidar partisinin çözümlerinin muhalafet tarafından hüsn-ü kabul gördüğü ifade ediliyor. Türkiye siyasi hayatında kolay rastlanmayacak fikir birlikteliklerinin sorunların çözümündeki hayati önemi ortada. Farabi'nin de dediği gibi "toplum siyaseti, siyaset toplumu şekillendirir." Mevcut siyasi tablo
siyasileri uzlaşması mümkün olmayan, kavga etmesi vacip insanlar olarak resmederken aynı zamanda topluma gerginlik, uzlaşmazlık, tarafgirlik mesajları gönderiyor. Böyle olunca siyasi arz-talep dengeleri polemiklerden inşa edilen garip bir kavgaya dönüşüyor kimi zaman. Başa dönersek, dediği gibi Necip Fazıl'ın, siyasi söylemler hakikatın katledildiği toz-duman bir gerçeksizliğe ulaştırıyor bizi.

Bu olumsuz tablonun birden çok sebebi olabilir. Seçmenin hoşlandığı şeyleri söyleme gayreti, içi dolu-dişe dokunur-istikbale namzet teşhis ve tedavilerle uğraşmanın zorluğu, siyasi teamüllere uyma psikolojisi... Sebep ne olursa olsun herkesin selameti için siyasilerin gıybet, dedikodu, su-i zann etme, ayıplama, karalama, yalan söyleme gibi hususları nehyeden genel ahlak kurallarını daha titiz bir şekilde politikalarına yansıtmaları kaçınılmaz görünüyor. Dikkatli bir gözle bakıldığında siyasetin hantallığı, projesizliği, ayrıştırıcı-kaçınılası-sinir bozucu niteliği büyük oranda bu siyasal ahlaksızlığın meyvesi olduğu görünür.

Yerel seçim atmosferi içinde işe yarar, dişe dokunur tespit ettiğim tek "fikir çarpışması"nı arz edeyim. Başbakan'ın "İşsizliğe çare gösterin, uygulamazsam isifa ederim" çıkışı üzerine CHP ve SP liderlerinin meydanlardan çözüm yollarını sıralaması, bunun üzerine başbakanın "bakın şunları şunları zaten yapıyoruz, şunları yapacağız, şunlar da uygulanamaz" kaabilinden beyanı. Meydanları polemik, slogan merkezli soyut suçlamalardan; ispatsız iddialardan, gereksiz söylemlerden dezenfekte etmek görüldüğü kadar zor olmasagerek diye düşünüyorum. Bu farkındalıkta olan siyasetçilerin
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun - Sayfa 2 Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Paz Nis. 19, 2009 12:53 am

"Abdullah !... Haydi kahvaltıya kalk..."

Ankara'nın "bürokratik" binalarının birinde memurluk yapan Abdullah elbiselerini özenle giydi. Gömleğinin çizgisiz, pantolonunun lekesiz, çoraplarının güzel kokulu olması gerekiyordu. Kravatının rengi ceketine uymalıydı. Bu enerjiyi nerden alıyordu bilinmez ama memur Abdullah hergün bir asker titizliğinde yataktan kalkar aynanın karşısında dakikalarca "esas duruş"ta kalırdı. Herşey yolunda gitmeliydi...

Kahvaltının zenginliğini, hanımının güler yüzünü düşünüp "ne şanslıyım !" dedi. On beş yıl öncesine gitmişti bir an. Babası erken yaşta vefat ettiği için annesiyle kaldığı evi Abdullah geçindiriyordu. Mahalleye taşınır taşınmaz Uyanık annesinin "hayırlı bir kısmet bulma radarları"na takılan eşi Hayriye "mütedeyyin" aile yapısıyla, namazıyla-niyazıyla tam istediği bir eş adayı idi. Hayriye'yi istemeye gittikleri gün akşam namazını kaçırmamak için eve varır varmaz kız babasından müsade istemiş, evvabin sünnetini de atlamadan namazını kılıvermişti. Bu işe verdiği ehemmiyet öyle aşikardı ki acelesinden elindeki "lükorsüz" çikolotaları ancak tesbihattan sonra kayınvalidesine takdim edebilmişti.

Bu hassas davranış kız babasının hoşuna gitmişti ki gece sonunda ikiletmeden "verdi" kızı. Zaten oğlanın adı "Abdullah" değil miydi? Belli ki bir "mütedeyyin"lik vardı bu oğlanda. Kurtlar Vadisi'nin Ömer Babası misali gülümsedi, nerden geldiğini bilmediği bir arzusu vardı ta ezelden, "Abdullah" bir damat...İsmiyle müsemma ama illa ki Abdullah bir damat. Keyiflenmişti kendince.

Abdullah isminden ötürü "askeri" olan tüm sınavlardan çaksa da yıllar sonra öğrenmişti ki eşiyle evlenmesinde büyük faktör olmuştu baba yadigarı isim.

Çayını keyifle yudumlayıp televizyona daldı, en son dün gece yatarken dinlediği o beyanatın tekrarı yayınlanıyordu: "Biz dindarları pek severiz ve lakin bizim kavgamız o istismarcılarla" Ve yine aynı isyanı duydu içinde: "bu memlekette din istismarcısı olmamak için ne yapmalı acaba?" diye sordu kendisine.

Israrla dövülen kapı ve boğazlanmak üzereyken son şakımalarını yapan bülbül sesi tonundaki kapı zili düşüncelerini böldü. Birazdan eşi Hayriye Hanım'ın sesi: "Böyle saçmalık olur mu, neden bahsediyorsunuz siz?" Kapıya çıktı derhal. Üniversitede başörtülü okuyabilmek için "robokop" polislerle fazla "yüzgöz" olduğundan olacak diye düşündü, Hayriye Hanım kapıdaki polislere bağırıp duruyordu.

"Hoşgeldiniz muhterem kardeşler?" dedi, "nedir mesele?". Polislerden birisi:

"Abdullah Bey olmalısınız, insanların manevi duygularını istismar ederek çıkar sağlama şikayetiyle karakola kadar gelmeniz gerekiyor. Şikayete göre eşinizle evlenirken dini duyguları "istismar etmiş", gayrilaik bir kız isteme işine bulaşmışsınız..."

"Subhanallah !" deyip yutkundu, yıllardır kafasında kurup durduğu o fantazi gerçek mi oluyordu? Polis cevap verdi:

"Efendim size göre inandığınız Tanrı "subhan" olabilir ama lütfen din işlerini devlet işlerine karıştırmayınız, bırakın da şurada "kamusal" bir tutuklama yapalım ağız tadıyla..."

"Allah'ım, ne diyor bunlar?" diye sesini yükseltti. Polis kelepçelerini çıkardı:

"Bu kadarı yeter. Şimdi de Tanrıyla konuşabildiğinizi öne sürerek laik devletin laik polisine karşı din istismarı yapmaya kalkışıyorsunuz ! Boşuna suçlamamışlar sizi "din kalpazanı" diye !.. Bu arada unutmadan evliliğiniz en kısa zamanda yapılacak adli bir yargılamayla iptal edilecek. Ne ala memleket ! Adın Abdullah diye, iki rekat eğilip kalktın diye istediğin kızla hemen evlen. Din istirmarcısı seni ! İmam nikahı kıydırsaydınız bari !"

Polisi hemen tanıdı. Mahallenin "gececi"lerinden, yine on beş yıl önce Hayriye'yi ona vermediler diye içip içip bir gece Hayriye'lerin kapısına dayanan Erman... Ne zaman rastlaşacak olsalar Abdullah'a küçümseyen gözlerle bakar, biraz sonra hışımla başını çevirirdi. En son fazla kitap okumaktan psikolojisinin bozulduğu, polisliği bırakıp süperlaik bir partiden belediye başkan aday adayı olacağını duyulmuştu.

"Bak Erman" dedi "Seni tanıyorum, kişisel bir husumeti bu kadar büyütmenin manası yok. Sana böyle saçma bir vazife verildiğini zannetmiyorum, hayal kuruyorsun, vicdanlı ol..."

"Bakın beyefendi" diye cevap verdi. "Bizim dindarlarla bir sorunumuz yok ama Allah aşkına mukaddes silahlı kuvvetlerimiz yıllardır özveriyle "akılcı" bir düşünme şeklini sizin gibi zavallı insanlara belletmek için cansiperane çalışıyorken hala "hayal" "vicdan" gibi metafizik, ispatlanamaz kavramları aydınlanmış idraklerimize söyletmeye çalışmayın...Bunların bilimsel izahları yoksa beni ilgilendirmez."

Diğer polis lafı aldı: "Allah aşkına mı dedin sen?" Bu "akıl dolu" soru sonrasında Erman harakiri yapmak üzere olan bir Japon'a benziyordu o haliyle... Tartışmaya koyuldular....

Abdullah delirdiğini sandı. "Allah'ım aleyhime delil olmasın için içimden dua ediyorum: beni bu musibetten kurtar, Ya Rabb sen mutlak hakimsin..."

Ve kurtarıcı ses, uzaklardan çook uzaklardan:

"Abdullah bak hala uyanmamışsın ! Sabah namazından sonra uyumasan ya, bak geç kalıyorsun sonra..."

Uyanır uyanmaz şaşkın karısına sarıldı, "Elhamdülillah rüyaymış" dedi, biraz korkuyla da olsa...
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

2 sayfadaki 2 sayfası Önceki  1, 2

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz