Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Eyüp Coşkun

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:25 pm

İsimleri çokça geçer hikayelerde, romanlarda, sinemalarda...Bu kadar anılmayı hakederler aslında, zamanın mekanın öldüğü yer ya da yeniden doğduğu: otogarlar...Sonun başlangıcı derler ya, iki nokta arasındaki aslında bahsedildiği gibi "en kısa" olmayan çizginin başlangıcıdır otogarlar...Bir diyardan bir diyara...Otobüs yolculukları...

Bir de mesafe uzunsa çekilmezdir.Herhalde çoğumuz sadece yolculuklarda bu kadar kendimizle başbaşa kalabiliyoruz.Düşün babam düşün...

"Şu evde yaşayan kaç kişi var acaba?.."

"Sol taraftan geçen 3. arabadaki adamın memleketi neresi ola ki?.."

"Bu kadar evin lambası kaç senede yapılır ki?.."

"Yeryüzünde kaç çeşit otomobil var acaba?.."

Düşünmeye çok vakit olduğundan mıdır nedir bir sürü şeyin aslında ne kadar rahatsızlık verici olduğunu yakalarsın.Tabii ki en yakın hedef otobüs firmasıdır.

Hala merak ediyorum otobüs firmaları sinema şirketleriyle ne kadar yakın ilişki içerisinde? Bir takım firmaların kimi yapım şirketlerinden komisyon aldığı ihtimal dahilinde. Kafamda tilkiler dolanıyor...Neden bir otobüs firması seneler seneler, uzun seneler, bitmek bilmeyen seneler boyunca hep aynı filmi yayınlar ki?..

El cevap, sinema prodüktörü çektiği filmi tüm insanlığa izletmek gibi bir ütopya edinmiş kendine, bunun en iyi yolu da tabii ki otobüsler !.. İstersen izleme, yapacak başka ne var ki?.Herhalde on yıl içerisinde herkes en az bir kere biner otobüse.Ya en az yirmi kere binenler?..Boşver onları...

Sonra doğunca kulağına ezan yerine İbrahim Tatlıses dinletilmiş olması muhtemel olan saygıdeğer otobüs şoförlerimiz.Sadece otobüs şoförleri değil zira acıklı ve çaresiz keman sesleri servislerde başlar, aparat niyetine...Neden arabesk, neden hap niyetine kimyon, neden çaresizlik, memleketimden ayrılıyorum, neden tuz basarsınız yaraya?. Boşveeer..

Bir şey daha, yolcunun kulaklıktan ses sızması yasakken şoförün radyo dinlemesi neden serbest?..Düşünmeye değer.Ben biliyorum aslında: çünkü o arabesk dinliyor..

Efendim küçük çocuklarımız..

Hepimiz onlara ağızlar dolusu teşekkür borçluyuz.Hesap ettim, normal vakitlerdeki ağlama haklarının çok küçük bir kısmını kullanıyorlar.O kadar da olsun, ağlama sesi yaşadığımızın delili olur.Bazen de moral kaynağı: "Anne bu hostesin neden sakalları var?"

Dinlenme tesisleri ne güzel konuşur çağın dilinden:"Alışveriş etmek zorundasın arkadaş, bir sana iki bana", "Sınırsız ihtiyaç" sahibi ben "kıt kaynakları" bu tesisten ancak iki katı karşılığında satın alabilirim.Nedendir bilinmez ?..Arkandan seslenirler: "...iyi yolculuklar diler, teşekkür ederiz.."

Yakın zamanda yaptığım yolculuğun tesiriyle kaleme aldığım "asabi "yazımda beni seçip bana eşlik edebildiğiniz için teşekkür eder, son yolculuğunuzun bayram tadında geçmesini temenni ederim.

Ölüm ölene bayram, bayrama sevinmek var;
Oh ne güzel bayramda tahta ata binmek var!...

(Necip Fazıl Kısakürek)

AfşıN BeY, dua ile...


En son Eyüp Coşkun tarafından Çarş. Mayıs 06, 2009 8:10 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:25 pm

Usulsuzlük vusûlsüzlüğe götürür.Yalnız ders çalışırken değil her alanda, edebiyatta, müzikte, futbolda...Hakan Şükür'ü savunmanın solunda oynatan teknik adam büyük usul hatası yapmış ve muhtemelen Galatasaray'daki antrenörlük hayatı başarısızlıkla, vusûlsüzlükle sona ermiştir.

Öyleyse içinde bulunduğumuz uğraşın hakkını vermek istiyorsak önce cehdimize küçük bir ara verip sormalıyız kendimize, kafamızdan yıldızlar çıkmalı: "Ya hu ben ne yapıyorum, şu işi başka türlü yapsam olmaz mı?"

Hatırlarsınız, hani küçüklüğümüzde televizyonlarda kafasından yıldız çıkartabilme yetisine sahip bir çizgi kahramanımız vardı: Viking kabile reisinin oğlu, Viking Viki...

Bazen bitirmeye, başarmaya cehd ettiğimiz işe öylesine dalarız ki amaç ve araç zihnimizde yer değiştirir. Başarılı olmak amacıyla çok ders çalışırız. Çok ders çalışmak başarılı olmanın aracıdır. Fakat bir de bakmışız ki "tek" gayemiz "çok ders çalışmak" olmuş.Demiş ya şair, "Ol mahiler ki derya içredir deryayı bilmezler":

-Süleyman bilmiyor musun oğlum, savaş çıktı, Öss iptal oldu, bırak artık şu işi bak kışlaya gideceğiz seni bekliyoruz.
-Tamam abi, şu üç kitabı da bitireyim, geliyorum.

-Arkadaşlar bugün müthiş birşey oldu, hepimiz kurtulduk, ama bakın kimseye söylemek yok, sınav sorularını çaldım !..
-Hadi ya, nerden çıkmış söyle de ona göre çalışalım.

Çok çalışmak..

Sözgelimi matematikten "kümeler" konusu üzerine özel bir sempatiyle eğilip sene boyunca günde 5 saatten kümeler çalışmak da bir "çok çalışma" biçimidir.Sonucu varın siz düşünün.

Ya da piyasada ki en basit, seviye altı geometri kitabını fazla benimseyip (nasıl benimsenmesin) üç kez arka arkaya çözmek de bir nevi çok çalışmadır.

Ve yahut tam tersi, konuyu henüz kavramış bir beyin için tübitak seviyesindeki içinden çıkılmaz (nasıl çıkılsın) soruları üzerinde saatler harcamak pekala "çok çalışmak"tır.(Herhalde en "karizma"sı da bu.)

Nasıl çalışmak?..Bunu sorgulamak için biran olsun çok çalışmaya ara verelim.

En iyisi "iyi çalışmak"...

Bence sınavlara hazırlanma parolamızı "çok çalışmak" yerine "iyi çalışmak" olarak değiştirmeliyiz.İyi çalışmak kavramının içini bir dolu şeyle doldurabiliriz, ben sonraki yazımda deneyeceğim mesela.

Selametle...


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:05 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:25 pm

İyi çalışmak, iyi düşünmek, iyi görmek, iyi bakmak, iyi evlat olmak, iyi anne olmak, iyi tamir etmek, iyi bulaşık yıkamak...

Her işin iyisini yapmak en azında iyisini yapmaya düşlemek, bir yaşam tarzı... Hani ilkokul öğretmeninizden çok duymuştursunuz: "Çöpçü de olsan en iyisini yapmaya gayret et"

Ne demiştik, iyi çalışmak...Nasıl iyi çalışılır.

1. M o t i v a s y o n

Çalışmalarla geçen saatlerin mazotu motivasyon.Çalışma saatlerinin erkenden kalkıp dershane yollarını tutmanın, derste uyumamaya çalışmaların, yaprak testlerle yatıp soru bankalarıyla kalkmaların mazotu...

Mazotu yerli yerinde harcamak şart.Sık sık yenilemek olmazsa olmaz.Bir bakıma "ne yaptığını hissetmek" motivasyon, "ne yaptığını benliğinde hissetmek"; hedefleri uğranda bedel ödemeye, gerekirse damarlarından kalemine kan çekmeye hazır hissetmek.

Ne amaçla çalıştığını, çalışmalarından ne umduğunu, ne için, kim uğruna çalıştığını bilmeyen ve hissetmeyenden başarılı olması nasıl beklenecek? Makina değil ki bu, kurunca işlesin.

Sınava hazırlık döneminde öğrencilerimiz motivasyon yenilemek adına arada bir arabayı benzinlikçiye çekip kendine sıcak kahve ısmarlayıp kendilerine sorular sormalılar: "Ben ne yapıyorum, nasıl yapıyorum, ne için yapıyorum, nerde yanlış nerde doğru yapıyorum, yolu kazasız belasız bitirmeme ne kaldı?.." Mazotları dolacak ve kendilerini daha iyi hissedecekler umuyoruz.

Bu "benzinlik" aralarını dostlarıyla, halısahada, sosyal faaliyetlerde geçirmek bence dersler adına kimsenin sanmadığı kadar büyük bir fayda.Belki altın günlerinde...

"Bu sene ÖSS var, yemeyi, içmeyi, eğelenmeyi unutun" diyen hocalarımız kusura bakmasın ama bunun bir abartı olduğu tarihle sabittir.Bu düşünceyi kendine şiar edinenler genelde ÖSS'den o kadar korkar ki, korkudan çalışmaya çok vakit ayıramaz.

Hiç kimse 24 saat çalışmaz.Dediğimiz gibi "iyi çalışan"ın çok çalışmaya ihtiyacı olmaz.Sınavdan "biraz" korkmak ve sürekli ümitli olmak en iyisi.

"Servetini kaybeden önemli birşeyini kaybetmiştir, sağlığını kaybeden çok şeyinin kaybetmiştir, itibarını kaybeden daha çok şeyini kaybetmiştir, umudunu kaybeden herşeyini kaybetmiştir."


2. P l a n l ı Ç a l ı ş m a k

Ne yaptığını hissetmek demiştik ya bunun adını da "ne yaptığını bilmek" koyabiliriz. Ne yaptığını bilen ne kazanır? Bir kere "ne yapmadığını" bilir. Yapmadığımız bir şeyi yapabilmenin birinci şartı da yapmadığımız şeyi yapmadığımızın farkına varmak değil mi? Eşitsizliklikler konusunda eksiği olan bir öğrencinin "eşitsizlikleri hallettim" diyebilmesinin ilk şartı eşitsizliklerde eksiği olduğunu bilmesidir.

Sonra planlı çalışmak motivasyonumuzu artıracaktır. Gelecek hafta pazartesi şu konu, salı şu kadar soru, perşembe deneme... Bunu planlayan, bir yere yazan öğrenci kendini yazılanları bitirmek konusunda sorumlu hissedecektir.

Plan yapmak genelde öğrenciler tarafından çok da tasvip edilmez, yapanlar "süt öğrenci" gibi algılanır. Oysa olay çok basittir. Program yapmayı kendine "yediremeyen" öğrenci hafta boyunca hergün zamanının bir kısmını ne çalışacağına karar vermekle geçirir, rotasız gemi...Sonra çalışmak için seçtiği dersten sıkılır, çare aşikardır: başka ders çalışmak...Ve çoğu zaman bu başka ders en iyi bildiği ders olur.Ya da şöyle bir tercih yapılır: hiç çalışmamak...

Durun kızmayın, yazdıklarım benim dahi hoşuma gitmiyor ama öyleyiz işte, öğrenci milleti...


3. V e r i m l i Ç a l ı ş m a k

Herkesin öğrenme kapasitesi şüphesiz farklıdır. Kimisinin hafızası iyidir, kimisinin problem çözebilme yeteneği. Kiminin konu anlatımını şöyle bir okuyarakanladığı konuyu kimisi ancak üzerine yüz elli soru çözünce anlar.Kimisi dersten teneffüse kazan dolusu birikimle çıkar, kimisi küçük bir kocayı ancak doldurur. Mevlana Hazretlerinin dediği gibi kovaya denizi döksen yine nasibi bir kovalık sudur.Kimisine yazmak birşey katmaz kimisi de özetin bile özetini çıkarmadan rahat edemez."Parçadan bütüne"ciler, "bütünden parçaya"cılar, vs..vs..

Verimli çalışmak için evvela öğrenci kendini tanımalı, öğrenme kapasitesini, öğrenme alışkanlığını tanımlamalı.Hatta daha ayrıntılı belki; öğrenme saatini, öğrenme masasını, öğrenme odasını...

Zihni elli dakikalık derse dayabilen öğrencinin bu sınırı gereksiz yere zorlaması hem o dersi çekilmez hale getirir hem nafile kafa yormaktan öteye gitmez.

Gürültülü ortamda konuyu kavrayamadığını bilen öğrencinin televizyon eşliğinde, küçük kardeşi odadayken, ablasıyla sohbet ederken ders çalışmasına ne demeli? Ders çalışmaya çalışmak onu o kadar yorar ki ders çalışmayı hep çok zor sanar. Bir denese daha kolay olduğunu görecek.

Allah cümle öğrenci milletine kolaylıklar versin.

"İyi çalışma"lar...

Dua ile...

AfşıN BeY


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:18 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:27 pm

Doğru Değil

Aydınların toplumun gidişatını etkilemek gibi bir "ahlaki sorumluluk"lar var mıdır, yoksa, Edward Said'in liberal aydınların çoğunda saptadığı gibi olan biteni "bir iyi, bir de kötü tarafından ele almak suretiyle" asli meselelerden soyutlanır, (ki bu tutuma Said "ahlaki korkaklık" der) gidişatı seyretmekle yetinir hatta kendilerini akıntıya mı bırakırlar?

........

Topu taca atmak, ahlâki değer yargısı içeren konularda açık tavır almaktan, önyargılı ya da bağnaz olmakla suçlanmaktan, olası itibar kaybını, muhtemel fonların kurumasını göze almaktan evlâdır. Topu taca atmak, gidişatı seyretmekle yetinmek, yani ideolojisizlik.

........


Ne ki, “demokratik kurumların tam işlemesini sağlamanın, halkın kendi seçimini –ve dolayısıyla fedakârlıklarını– yapmasının önündeki engelleri kayıtsız şartsız kaldırmanın” yeni bir toplum yeşertmeye yetip yetmeyeceği şeklinde kadim bir mesele var. “Kadim” bir mesele, çünkü, insanlık tarihinin “ahlâki değerler tarafından denetlenmeyen özgürlüklerin şer lehine bükülmelerinin kaçınılmaz” olduğuna dair deneyimi de var.

........

“Kurallar esnetilip, mezhepler genişletildikçe, kuralları ihlâl edenlerin alkışlanmaları hatta cezasız kalma ihtimalleri artıyor. Yasaları uygulamaya kalkan hükümetlerin karşılarına suçlunun ‘insan hakları’nın ihlâl edildiğini iddia eden binlerce avukat dayanır oluyor.”

***

Meslek Olarak Müslümanlık

Önce hayli gecikmiş bir soru: Din eğitimi, dünyevî bir kariyerde başarılı olmak, “ilerlemek” için midir, yoksa öğrencinin salah bulması için mi? Salah, yani, huzur, barış, iyileşme, hayra dönük faziletler bütününe kavuşma, yani, Tanrı ile öğrencinin arasındaki bağın yeniden tesisi, yani, öğrencinin İslâmiyet’e ihtidası, İslâmî değerlerle yeniden doğuşu. Din eğitimi, bu temel noktada başarısızsa, bütünüyle başarısız demektir.

Eğitim sürecinin diğer yan hedefleri, temel amaç olan “İslâmiyet’e ihtida” doğrultusunda şekillenir. Yan hedeflerden birisi, öğrencinin kişisel gelişimi, insanî becerilerini mümkün olan en yüksek noktaya yükseltmesinin yollarının açılmasıdır. Kişisel gelişme, hemen her alanda mükemmeliyeti hedeflemelidir. Fizikî, zihnî ve ahlâkî güçlerin, “halka hizmet, Hakk’a hizmettir” düsturu doğrultusunda geliştirilmesi, akıl kadar beden ve gönülün de eğitilmesini gerektirir.

........

Kur’an, diğer ders kitaplarının arasına, adeta bir çeşni hüviyeti ile sokulamaz. Kur’an, matematik, coğrafya, fizik kitaplarının yerine de okutulamaz. Kur’an, bir ansiklopedi de değildir. Kur’an, bir dünya/kâinat görüşü verir, bilginin yorumlama ve uygulanmasına yardımcı olur. Bu çerçevede, din eğitimine özen gösteren ülkelerin öğrencilerin sağlıklı kalmalarına yardımcı olmak üzere müfredatın başına “fizyoloji”yi yerleştirdiklerini biliyorum. Bunun hemen arkasından da “anadil” geliyor. Gerekçesi de şu: “Ne kadar iyi konuşursanız, telâffuzunuz, kelime seçiminiz ne kadar iyiyse, başkalarına o kadar yararlı olursunuz.”

........

Batılı psikolog ve sosyologların “ailenin dağılmasının” çağdaş medeniyetlerin önlerindeki en büyük tehlike olduğunu sezmeye başlamalarının en az yüz yıllık bir geçmişi var. Sabahın ikisinde, İstiklâl Caddesi’nde gezinen on beşlik varoş kızları göz önüne alındığında, söz konusu tehlikenin gecikmiş de olsa bizim de kapımızda olduğunu teslim etmemiz gerekir.

........

Günümüzde televizyondan CD’lere, bilgisayardan filmlere, futboldan müziğe pek çok faaliyetin “ilâhları” olduğunu, bu “ilâhlar”ın gençlerin zihnini çelmekte rekabet ettiklerini teslim etmeliyiz. Tesettür pardösülerinin altında sırıtan Levy’s blucinlerinin temsil ettikleri çağdaş tüketim eğilimlerinin telmihlerini gözden kaçırmamalıyız. “Sınıf atlama çabaları”nın çoğunlukla ahlâk düşkünlüğü ile sonuçlandığını hesaba katmamazlık edemeyiz. Sınıf atlamayı başaramayan – örneğin, imam hatiplerden mezun olup da, meselâ, “laik” sosyolojiyi kazanamayanların, doyumsuz, kırgın gençler olarak, toplumsal hayata huzursuz, öfkeli hatta yıkıcı unsurlar eklemelerine seyirci kalmamalıyız.

***

Kanla irfanla kurduk biz bu cumhuriyeti

Harbiye Marşı’nın bu dizesi, “Cehennemler kudursa, ölmez nigahdarıyız” diye devam eder. Nigah, “bakış” demek, “nigahdar” gözcü, bakıcı, koruyucu. Bugün buradan bakıldığında, mesleği askerlik olmayanlarımıza “biz ne güne duruyoruz” dedirtebilecek, hatta biraz tahrikle Bush’un Irak halkını silâh zoruyla “koruması” gibi algılanmaya fevkalâde müsait bir iddia ki, sempati ile karşılanması, “militarist” suçlamalarını beraberinde getirir.

.......

Lojmanlarına, dinlenme tesislerine çekilmiş, profesyonel ve dolayısıyla “yabancılaşmış,” bir ordu ile, gazi geleneğine kulak veren ordu arasındaki fark, 10. Yıl Marşı ile, Harbiye Marşı ile 75. Yıl Marşı arasındaki fark gibidir: İlk ikisi yürekten söylenir, ikincisi daha ısmarlanırken unutulur. Ortalarda görünmeyen, üniformasıyla sinemaya gelmeyen, ocak başında oturmayan bir ordu, daha şık, hatta büyük ihtimalle daha verimlidir; ama “bizimle” olan, mesai dönüşü jipini kirada oturduğu apartmanın önüne çeken ikincisidir. Sabahtan akşama kadar Türkiye’nin nasıl kurtulacağını anlatan bir emekli albay, belki biraz yorucudur; ama bizimdir, bizimledir. Her halûkarda, Helsinki’den ya da Kopenhag’dan Türk “militarizm”i hakkında fikir beyan edenlerden çok daha sahici, çok daha bizimdir.

***

‘Köpek’ olsalar, bir Pako’ları olurdu…

‘Oksana, oldum olası güzelliğinin kendisini yoksulluktan bir biçimde kurtarabileceğini varsayan bir çocuktu.” diye anlattı, annesi, “Duvar yıkıldıktan sonra Ukrayna’da köylerde hayat şartları çok ağırlaştı. Kasabalar zaten ölüyorlardı, insanlar, yaşayabilmek için bulabildikleri her şeye saldırdılar. Aileler dağıldı. Demokrasi gençlere özgürlük getirdi ama iş getirmedi. Olan işler de erkeklere gitti. Kızlar, ‘Pretty Woman’ gibi Batı filmlerini izleyip, kendilerini yoksulluktan kurtaracak zengin adamların peşine düştüler. Oksana, altı ay kadar önce, küçük tirajlı bir gazetede Hayfa’da bir gece kulübünün dansçı aradığı şeklinde bir ilân görmüş. Ukrayna’da bir şey olacağı yok. İsrail, zengin. Kız, yirmi bir yaşında. Bir gece, bize haber vermeden çıktı, gitti. Bir hafta sonra Hayfa’dan telefon etti, işe başladığını bildirdi. Mutlu görünüyordu. Her şeyin iyi gittiğini söyledi. Bir daha da haber alamadık. Aradan haftalar geçti, neden sonra öğrendik ki, Oksana genelevdedir. Kulübün sahibi, bunu ve öteki kızı, Olga’yı, almış, bir geneleve götürmüş. Gözlerinin önünde ikisinin de pasaportlarını yakmış. ‘Siz benim mallarımsınız,’ demiş, dokuz bin dolar borç çıkartmış. ‘Borcunuzu ödeyinceye kadar ben nerede istersem orada çalışacaksınız. Kaçmaya kalkarsanız, polis sizi yakalar. İbranice bilmiyorsunuz, pasaportunuz yok. Sizi sınır dışı ederler ama biz sizi yine bulur, geri getiririz.” İsrail’de fuhuş yasak değil, köleliği yasaklayan yasaları bile yok ama genelev işletmek yasak. Oysa, çeyrek milyon konuk işçileri var. Bunların çoğu bekar ya da karılarından uzak. Talep büyük. Son üç yılda İsrail, Oksana gibi bin beş yüz Ukraynalı ve Rus kadını sınırdışı etti.

........

Uluslararası kadın pazarı, yeni bir oluşum değil. Eskiden bu pazarın başlıca malları, Nijeryalı ve Asyalı kadınlardı. Çöken Slav ekonomilerinin yarattığı umutsuzluk, uzmanların ‘komünizmin yıkılışından bu yana oluşan en kârlı işkolu’ olduğunu saptadıkları fuhuş sektörünü yarattı. Fuhuş sektörünün yıllık cirosunun 7 milyar dolar civarında olduğu tahmin ediliyor. Sadece İsrail’de değil, dünyanın her ülkesinde seks köleliği küresel ekonominin en hızlı gelişen sektörü. Satıcılar, polisler, yardım kuruluşları, hepsi aynı şeyi söylüyor: Bugün artık sektörün en revaçtaki malları Ukrayna ve Rus kadınları.

........

Rusya Federasyonu’nun ulusal güvenliği de tehlikede, çünkü bir yandan doğum oranı negatife döndü, nüfus azalıyor, diğer yandan da fuhuş mafyası, hamile kadınları tanesi 15.000 bin dolardan, Amerika’ya pazarlıyor. Special Delivery (”Özel Ulak”) isimli bir ajansın, sadece geçen yıl dokuz kadın götürdüğü biliniyor. Öte yandan, Amerikan İçişleri Bakanlığı, State Department, Rusya gibi ülkelerde fuhuş sektörünün kadınlara “cazip” gelmesinin nedenini, “ekonomik özgürlük ve erkek egemenliğinden kurtulma istemi” olarak açıklıyor. Ağustos, 2000′de bir politika geliştirme forumu topluyor. Forum, fuhuşun yasalaştırılmasını ve fahişeliğin “seks işçiliği” olarak yeniden tanımlanmasını öneriyor.

Böylece, ahlâkî yargılar, kamu alanı dışına sürülürlerken, serbest piyasa ekonomisi ilkeleri doğrultusunda, “seks işçilerine oluşan talep uyarınca serbest dolaşım hakkı tanınması mümkün olurken, göçmenlik yasalarının hizmetin ülkeler arası dolaşımını kolaylaştıracak şekilde yeniden düzenlenmesi gündeme gelebilecektir.”

........

Saratova, St. Petersburg ve Kaliningrad oblast valilerinin fuhuşu yasallaştırma önerilerinin altında Amerikan State Department’ın tavsiyeleri yatıyormuş. Saratova Valisi Dimitri Ayatskov’un yasallaştırılmadan beklediği vergi geliri, dört yüz bin dolar.

İsrail’de, Singapur’da, Erzurum’da, ya da Roma’da süründürülen “Nataşa”lar, erkeklerin vazgeçilmez hazlarının tanıkları. Bunca nefret, ne pahasına olursa olsun susturulmaları ondan olmalı. “Köpek” olsalar, bir ekmek doğrayanları, hiç olmadı, bir “Pako”ları olurdu.

***

Geleneğin Develuasyonu

Son zamanlarda rastladığım en ilginç tezlerden birisi Rusya kökenli, "Bireyin dinini seçmeye hakkı olduğu, Amerikan dünya görüşünün özü, yani 'serbest din pazarında alışveriş' kültürüdür," diyor, "Telmihi: bireyin inançlarının, na–tamam, eksikli, ya da yanlışlarla malûl olduğudur. İbadet seçme hakkı, geleneğin devalüasyonu anlamına gelir. Seçme hakkı, bireyin kendi geleneğini yaratma özgürlüğünün, bireysel mağfiretin peşine düşmesinin, Tanrı ile ilişkilerin kişiselleşmesinin teşvik edilmesi demektir. Ortodoks geleneği, anlamsızlaştırılmaya direnmeli, kendisini marjinalleştirenleri marjinalleştirebilmelidir, çünkü modern çoğulculuğun tanımlayıcı niteliği, insanların 'doğrusuz' kalmalarıdır. İnsanları bir kuşkulu 'doğru'dan, diğer bir 'doğru'ya yuvarlanmaktan kurtaracak olan gelenektir."

........

Şirketlerin siyasi güçleri devasa boyutlardadır. Yakın zamanlardaki muz savaşlarını düşünün. Fransa ve İngiltere, hangi eski sömürgenin muzunun öncelikle satın alınması gerektiği konusunu tartışırken, Amerika, böyle bir ayırımcılığa izin vermeyeceğini söyledi, kesti attı. Neden, çünkü, Amerikan meyva şirketleri, Cumhuriyetçi ve Demokrat partilere milyonlarca dolar vermişlerdi. Böylece, Batı Hint adalarının yoksul çiftçileri, Amerikan şirketlerinin çıkarlarına kurban edildiler. Aynı güç, bugün, Amerikan sığır etinin hormonlu olduğunun etikette belirtilmesini isteyen AB'yi de tehdit ediyor. Peki, 'tercih özgürlüğü' nerede kaldı? Serbest Pazar ekonomilerinde birincil vurgu "büyüme" üzerinedir. Büyü ya da yok ol. Başkan Bush, Kyoto Antlaşması'nı imzalamayı reddettiğinde bunu açıkça söyledi– Amerikan ekonomisi, küresel ısınma da dahil olmak üzere, her şeyden önce gelir."

.........

Bana öyle geliyor ki, en büyük "reform," kendi geleneğimiz doğrultusunda, kendi kafamızla, kendimiz için düşünmeye başlamamız, "başka alternatif yok" tembelliğine yatıp, rencide olmaya rıza göstermeyen ruh hali geliştirmemiz olacaktır.

***

Ben de Desem ki...

Şimdi, ben de desem ki, 22 Şubat hadisesinde, "Başbakan İnönü'nün esaretten kurtulduktan sonra darbecilere boyun eğmeyerek ve hiçbir taleplerini kabul etmeyerek gösterdiği cesaret"in kökeni, rahmetlinin yine Türk ordusundan aldığı destektir. Bu destek, meşru komuta zincirinin ihlâline karşı çıkan adsız yiğitlerin desteğidir ve darbecilerin geri çekilmesini sağlamıştır."
Desem, ne olur?!.
Desem, her şeyden önce "demokrasi" nedir, ne değildir, meselesinin tartışılması gereği ortaya çıkar ki, "demokrasi" bizim her derde deva bellediğimiz kendisiyle başlayan kendisiyle biten, eskatolojik, cennetimizdir, bir araç olarak ele alınması bile küfür sayılır. Bunun ardından, Türk milletinin niteliklerini tartışmamız gerekir ki, bu da "erişkin" olmak nasıl bir şeydirden başlar, ülkenin eğitim ortalamasının 3,5 yıl olduğu keyfiyetine kadar gider. Buradan, nasıl bir eğitimden bahsettiğimiz meselesi ayrıca doğar ki, başlı başına bir meseledir. Münferit olaylara girdiğimizde işler daha da karışır. Rahmetli Menderes'in Demokrat Parti'sinin nesnel değerlendirmesi, demokrasi rüyalarımızı yıkacağı için kabul edilemez. Aynı şekilde, kötü "darbeciler"in Türkiye'nin en özgürlükçü anayasasını yazmış oldukları olgusu da demokrasi rüyamızı zedeleyeceği için kabul edilemez. Burada zikretmeyeceğim pek çok örneğinden yola çıkarak, milletin kendisini temsil etmek üzere demokratik seçimler sonucu yönetime getirdiği liderlerden çok daha hakiki ve ehil temsilcileri vardır; ama bu zaafımız da açık yüreklilikle irdelenemez, vb. vb...

***

Hayır dediğimiz nedir?

"Hayır" dediğimiz, Bosna'dan Filistin'e, Ruanda'ya, Afganistan'dan Çeçenistan'a, Irak'a, Guantanamo'ya, daha önceden Viet–Nam'a, vb. vb. katliamlara seyirci kalmış Birleşmiş Milletler'in Genel Sekreteri'nin dişine uygun bulduğu anlaşılan KKTC'ye yukarıda kalın hatlarıyla tarif etmeye çalıştığım sisteme duhûl etmemesi halinde, "hakemlik" dayatması, daha da vahimi bu "hakemlik"in tarafımızdan "kabul görmesi"dir...

***

Gavur

Bize gelince... önlerinden Reuters akar, CNN, BBC, AP, IP, yüzlercesi akar basınımızın, hiç mi kimse görmez ABD'nin Arap sivillerini nasıl kontrol edeceğini, nasıl sorgulayacağını İsrail'den öğrendiğini? Hiç görmezler, İsrail Ordusu'nun "muharebe kuralları"nı Amerikan askeriyesinin emrine verenin Ariel Sharon olduğunu? Kimler oturur haber merkezlerindeki o ekranların önlerinde? Dil mi bilmezler? Gördüklerini idrak edemeyecek kadar mı cahildirler? "Facility 1391" denilen gizli hapishanede bu resimlerin vakayı adiyeden olduğunu, bir bilmeyen bizler mi kaldık?

...........

TÜSİAD nerede? İTO, İSO, ATO, TESEV, İHD, muhtelif Çağdaş Yaşamcılar, Helsinkiciler, Eğitimciler vb. vb. nerede? TBMM, onun muhtelif komisyonları nerede? Yoksa, biz de er Mary gibi, gördüklerimizin eğlenceli bir dalaştan ibaret olduğunu mu düşünüyoruz? Eğer, öyleyse, gözümüz aydın, asr-ı medeniyet seviyesine ulaştık demektir. AB'nin bizi içine almaması için hiçbir neden yoktur!


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:19 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:28 pm

İdeoloji değil Psikoloji

Ve ünlü Amerikan yazarı, Mark Twain, "Gerçek, Kurgu'dan daha acayiptir, çünkü Kurgu, olabilirlikleri gözetmek durumundadır; Gerçek'in öyle bir zorunluluğu yoktur." Kurgu, akıldır, gerçek psikoloji. Kurgu, hoşgörüdür; gerçek, tahammül. Hoşgörü, sonsuz olabilir ama tahammül sınırlıdır. "Hello, Constantinople!" diye de patlar, "Türkiye ve Türklere karşı haftalarca süren derin bir ilgi duydum -ancak, 'ilgi' asla sempati değil. Ne NATO, ne AB, ne de Atatürk'ün Avrupalılaştırma iddiası Türk'ü benim arkadaşım, mon frere, benim benzerim, mon semblable, yapamazdı. Öyle olmasını da istemedim. Türkiye'den ve Türklerden istediğim başkaydı- belki de Avrupa'nın evcil sıcaklığının anti-tezi," diye de. Son tahlilde hakim olan ideoloji değil, psikoloji dediğim budur.

***

Laiklik Dediğimiz, "Deizm" Olmasın ?

Şimdi, efendim, Batı dillerinde, Fransızca ve İngilizce'de, Latince "laicus," Yunanca "laikos"dan gelen, "lai" diye bir kelime var ve "avam" anlamına geliyor. Kime göre avam? Rahipler sınıfına, ruhban heyetine göre avam. "Lai" ya da günümüzdeki yazılışı ile "lay" meslekten değildir. Örneğin, "lay ministry" dediğinizde, "alaylı papazlık" hizmetinden bahsediyorsunuz demektir. Hal böyle olunca ve kelimeyi doğru kullanacaksak, "laik" olmak demek, mektepsiz papazlıktan yana olmak demektir. Bunun bir anlamı yok mu? Elbette, var ama başta Katolik olmak üzere Hıristiyan ülkelerde var, çünkü şundan iki yüz yıl öncesine kadar yani 1800'lü yılların önemli bir bölümü de dahil olmak üzere, ülkelerin yönetimi "mektepli papazlar"ın elinde. Cennetin anahtarlarına ilâveten, bağlar, bahçeler, maliye, hazine, köleler, ordu, rahipler sınıfı denilen mutlu azınlığın elinde, "avam"ı hem bu, hem de öbür dünyada alabildiğine sömürüyor, manipüle ediyorlar. 1694, Paris doğumlu Voltaire'in "Papazlardan nefret ederdim, papazlardan hâlâ nefret ediyorum, kıyamet gününe kadar da nefret etmeye devam edeceğim" diye bağrınması haksız değil! Hal böyle olunca, Türkiye bağlamında "laik" olmak esasen eksantrik bir tercih. Olsun, Allah'ın türlü çeşitli kulları olduğu malûm.

.........

Peki, bizdeki bu kavga neyin kavgası? Bana öyle geliyor ki, kavga, mektepli ruhban sınıfının sömürüsünden kurtulmanın yolunun "Hıristiyan" dogmasından kurtulmaktan geçtiğine karar veren "Aydınlanma" entelektüellerine öykünmekten kaynaklanan bir kavga. Papazlardan nefret eden Voltaire, "Kalplerinize doğal olan dini yerleştirmiş olan Tanrı, sade ve samimi bir ruhu dışlamayacaktır. Dürüst bir insanının ruhunun her zaman ve her şart altında O'nun nezdinde kıymetli olduğuna inanın; mütevazı bir Budist keşişinin, nazik bir Müslüman dervişin O'nun gözünde acımasız bir Jansenist'ten (3) ya da hırslı papadan daha makbul olduğuna inanın," derken, laik ya da sekülarist/dünyevici olmaktan öte bir "deist."

........

"Fransız deizmi" Tanrı'nın varlığına, Kâinatı'nı yarattığına inanan, ancak yarattığının sorumluluğunu insanın kendisine bıraktığını düşündüğü için her türlü dini dogmayı reddedenlerin anlayışı. Buna karşın "theist"ler, Tanrı'nın sadece varlığına değil, kâinatı yönettiğine ve dolayısıyla insanın kaderini her adımında belirlediğine iman ediyorlar. Bu inanç sisteminde, insanın özgür iradesi diye bir şey yok. İyilik yapmak, hayırlı olmak vb. "dünyevi" uğraşlar da cennetin kapısını açmıyor.

.........

Şimdi, eğri oturup doğru konuşalım, Türkiye'deki "laik"ler ile "dinci"ler arasındaki husumet, en kötü ihtimalle, "deistler" ile "theist"ler arasındaki anlayış farkıdır diye öneri getirsem çok mu yanılıyor olurum?! İstanbul'da Ramazanlarda boşalan eğlence yerleri, lokantalar şöyle dursun, cenazesinin camiden kaldırılmasını istemeyen ya da kâfirdir diye gömmeyi reddeden kaç imam çıkar? Buna karşın, cennet hurilerine, gılmanlarına, hatta galaksilerden birinde cayır cayır yanan sahici ateşe, ibadetinde samimiyetle yer açan kaç kişi çıkar? Bana öyle geliyor ki, kuşaklar, Kur'an'ı zaman içinde gelişen küllî bilgileri oranında yeniden yorumlarlar ve bizimki gibi geçiş toplumlarında bu yorumlar birbirlerinden farklı tezahür edebilirler. Meseleye böyle baktığımda, "deist"lerin korkusunun, İmam Hatiplerin "theizm"e yani hurafelere hizmet ettiği korkusundan öte olmayabileceğini düşünüyorum

***

Soloviev Adında Bir Kahin

Kardinal Biffi, makalesine, "Bu senaryonun üzerinde düşünmemiz gereken bir senaryo olduğu kanısındayım." diye devam ediyordu, "Bu senaryoda adanmış müminlik, insancıl ve kültürel bir harekete indirgenmiş, İncil'in mesajı her türlü felsefe ve dinle birlikte aynı kefeye konulmuş, Tanrı'nın kilisesi sosyal yardım örgütüne dönüştürülmüş olmaktadır. Soloviev'in aslında olanı öngörmediğinden emin olabilir miyiz? Bugün kefaretini İsa'nın kanının ödediği 'mukaddes ulus'un -Kilise'nin- karşısındaki en korkutucu tehlike bu değil midir? Bu soru, fevkalâde rahatsız edici; ama kulak arkası etmememiz gerek bir sorudur.

.........

Tanrı'nın öldüğü yüzyıl...

Pasifizm ve şiddet-karşıtlığı, İncil'in öngördüğü barış ve kardeşlik ile karıştırılmakta ve bu yanılgı, güçsüzlerin güçlülerin insafına terk edilmesiyle sonuçlanmaktadır. Gerici damgası yemek korkusu, Tanrı'nın planının bütünlüğünü, kutsal doğruların yaşamın her alanında tebliğ edilmesi gereğini unutturmakta, bütünlüklü ve anlamlı bir Hıristiyan yaşamının sürdürülmesine engel olmaktadır... Ben-merkezci ve basiretsiz bir cinsel devrimin peşinde sürüklenen 20. yüzyıl, tarihte misli görülmemiş bir biçimde aleni kabalık ve utanmazlıkla sonuçlanan müsaadekârlığa ulaşmıştır. Dahası, 20. yüzyıl, tarihteki en baskıcı, en kanlı, insan hayatına karşı en saygısız, en merhametsiz yüzyıldır...

***

Avrupalı Olmak

Telmihi, “Avrupalı” olmayanın insan hayatına değer vermediği hükmü ki, insanoğlunun en temel içgüdüsünün, “yaşayakalmak” içgüdüsünün, Avrupa’ya özgü bir haslet olduğu imasıdır. Özgün bir iddia da değildir. 1853’de Hindistan’ı sömürgeleştiren İngiltere’ye “Hintliler öldürülmeye alışıktır” diye arka çıkan Karl Marks’tan önce ve sonra da benzer hükümler vardır. Vardır da, gerçeği yansıtırlar mı?

***

Kelebek Etkisi

Albert Einstein’ın “matematik kesin olduğunda gerçeği yansıtmaz, gerçeği yansıttığında kesin değildir” saptamasıyla birlikte Kuantum Devrimi reddedilemez bir oluşum haline gelir. Dahası, ışığın dalga veya cisimcik niteliğini gözlemci ile adeta bir diyaloğa girerek belirttiğinin ortaya çıkması işleri daha da karıştırır.

***

İkinci bir hükümet gibi...

- “Dine geri dönüş, tek umut mu?”

Soljenitsin: “Dine geri dönüş değil, dine doğru yükseliş. Din, dinamik olduğu için ‘geri dönüş’ yanlış bir tanım olur. Dinlerin birkaç yüz yıl önceki biçimlerine geri dönüş, kesinlikle imkânsızdır. Tersine, modern maddeci tutumlarla, bencillikle, nihilizmle mücadele edebilmek için ki, dinler bu mücadeleyi vermek zorundadırlar, kendilerinin de tekâmül etmeleri, esnek olmaları, dönemin kültürel biçimlerinden uzak düşmemeleri gerekir. Din daima günlük yaşamdan daha üstündür. Dine yükselişi insanlar için kolaylaştırmak için dinin modern insanın bilinciyle bağlantı kurabilecek şekilde biçim değiştirebiliyor olması gerekir.

***

Obskürantizm, Afazi Ve Bardakoğlu!

Hocamızın “modernite” sözcüğünün Avrupa Aydınlanması’na tekabül ettiğini; Allah’ı, Kâinat’ın sonsuzluğu ile özdeşleştirilen ve fakat insan hayatı üzerinde etkisiz bir soyutlamaya dönüştüren düşünce ekolünün simgesi olduğunu bilmemesine imkân var mı? Yok. Modernist dünya görüşünün, Kâinat’ın belirli bir takım matematik kanunları uyarınca mekanik hareketler sergileyen “madde”den ibaret olduğu anlayışının üzerine bina edildiğini bilmemesine imkân var mı? Yok. “Modernite”den Allah’a en azından madde dünyasında yer kalmadığını, varsa bir rolü Kâinat’a “İlk Hareketi” vermiş olmaktan ibaret olduğunun anlaşıldığını bilmemesine imkân var mı? Yok. “Modernite”nin Allah’ın hem kişiliğini, hem de bağımsız hareket sahasını yitirmesi anlamına geldiğini bilmemesine imkân var mı? Yok. Bütün bu saydığım nedenlerle “modernite”nin Allah’ı Kâinat’ın merkezinden almış, yerine “insan”ı koymuş olduğunu bilmemesine imkân var mı? Yok. İngilizce bildiği söylediğine göre, “humanism” kelimesinin human/insan kelimesinden türediğini, “insancılık” sözcüğünün theism/tanrıcılık kelimesini nehy eylemek üzere kullanıldığını, “Tanrı’nın yerine insanı geçirmek” gayretini karşıladığını bilmemesine imkân var mı? Yok. “Humanism”in bir telmihinin de “dinsiz insan-merkezciliği” oluğunu bilmemesine imkân var mı? Yok.

.........

Doğrusu, söz konusu tarihi demecinden sonra bir Müslüman olarak Bardakoğlu’ndan İslâm’ın farzlarını “modernite” ile meczedecek bir içtihad kaleme almasını talep etmek hakkımın doğduğu kanısındayım! Sayın bilim adamı, sürgit günah işliyor olduğum duygusunu hafifletmeme yardımcı olabilirler belki.

***

Toplumsal Kimliğimiz (1)

Bu böyleyken, Türkiye’de “İslam ve Modern Toplum” konulu uluslararası nitelikte bir konferans tertiplendiğini, bu konferansta “Aydınlanma ve Kilise” ilişkilerinden bahisle, “Aydınlanma ve bilime karşı kilisenin önce kapılarını kapattığı, sonra araladığı, ardından da Aydınlanma’nın bütün değerlerinin içeriye girdiği, sonuçta, Kilise’nin ‘eşcinsel evlilik’ de dahil olmak üzere ‘her şeye’ onay verecek bir konuma geldiği” tesbitini müteakip, konuşmacının “İslâm dünyasında da böyle bir sorun, etkileşim yaşanabilir mi?” şeklinde kendisinin sorduğu bir soruyu, yine kendisinin cevapladığını, “Burada üç yol görünüyor: ya modern dünyanın taleplerine karşı kapılar kapatılacak, ya açılacak ve bizden ne isteniyorsa ona fetva vereceğiz. Üçüncü ve sağlıklı yol ise durum tesbiti yapıp eleştirel bakış açısıyla, hem modern hayatın taleplerini göz önüne alacağız hem dinin bizden istediği talepleri, değişmezleri, değişebilirleri, içtihatları kullanarak birarada yaşatmaya çalışacağız” diye buyurduğunu düşünelim - hemen ifade edeyim ki, burada önemli olan böyle bir konferansın olup olmadığı ya da konuşmacının kimliği değil, ifadesini konuşmacıda bulduğunu sezinlediğim toplumsal kimliğimizin ülkemizde işlettiği mekanizmanın mükemmel bir örneği olmasıdır.

.........

Hayati tehditin hedefini bulabilmesi için konuşmacının İslâm’la Kilise arasında nasıl bir mütekabiliyyet kurulmuş olduğu; engizisyonları göze alabilecek kadar şedid olabilmiş Kilise’nin “eşcinselliğin kutsanması” gibi en büyük bir günaha nasıl razı edilebildiği; “hatadan münezzeh” papanın böylesi bir dejenerasyona neden ve nasıl uğradığı şeklindeki konunun mahiyetini değiştirebilecek murakabe unsurlarının üstlerini örtmesi gerekirdi ve öyle yapılmıştır. Ne ki, toplumsal kimliğin yönlendirme işlevinde etkin olabilmesi için, Müslümanların hislerine tercüman olmayı sürdürmesi de gerekir. Nitekim, mankenimiz bu noktada “İslam’ın aynı sorunları yaşamaması gerektiğini” vurgulayacak ve reçetesini sunacaktır: “İslâm’ın karşısında üç yol görünüyor. Ya modern dünyanın taleplerine karşı kapılar kapatılacak, ya açılacak ve bizden ne isteniyorsa ona fetva vereceğiz. Üçüncü ve sağlıklı yol ise durum tesbiti yapıp eleştirel bakış açısıyla, hem modern hayatın taleplerini göz önüne alacağız hem dinin bizden istediği talepleri, değişmezleri, değişebilirleri, içtihatları kullanarak birarada yaşatmaya çalışacağız.”

.........

Dikkat buyurulursa, ilk iki çözümün ölümü gösterip sıtmaya razı etmek kabilinden bezek mahiyetinde oldukları görülecektir. Hatta, itiraf etmeliyim ki, “kapıların modern dünyanın taleplerine karşı kapatılma ihtimali”nin dinleyiciler üzerinde soğuk duş etkisi yapmış olabileceğini dahi düşünüyorum. “Bizden ne isteniyorsa ona fetva vereceğiz” seçeneğinin dillendirilmiş olmasını bile talihsizlik olarak nitelememin nedeni, cümlede şirk koklamamdır. İslâm’da fetvanın Allah’ın emirleri doğrultusunda verildiğini bilirim, modern, post-modern veya köhne bir “dünya” talep ettiği için değil. Bu aşamada tek tesellim, mensubu olduğum inanç sisteminin “hatadan münezzeh” bir papa ile malûl olmamasıdır, yoksa, afaroz edilmek bile vardı.


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:20 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:31 pm

Toplumsal Kimliğimiz (2)

“İslâm’ın karşısında üç yolun olduğu görünüyor. Ya modern dünyanın taleplerine karşı kapılar kapatılacak, ya açılacak ve bizden ne isteniyorsa ona fetva vereceğiz. Üçüncü ve sağlıklı yol ise durum tesbiti yapıp eleştirel bakış açısıyla, hem modern hayatın taleplerini göz önüne alacağız hem dinin bizden istediği talepleri, değişmezleri, değişebilirleri, içtihatları kullanarak birarada yaşatmaya çalışacağız.” Yani? Yani, kendi dünyamızı, kendi adımıza biçimlendiremeyecek, eylemlerimizi bizim dışımızdan dayatılan bir düzenin normlarına göre ayarlayacağız. Yani, İslam’ı benliğimizin dışına sürüp, ‘modern’ dünya ile din pazarlığına oturacağız.

........

“Yabancılaşma” yani kişinin benliğinden uzaklaştığı, kendisinin kendisine “yabancı” hale geldiği, kendi benliğini “öteki” olarak algıladığı ölümcül süreç. Ölümcül çünkü eylemlerin sürgit “modern dünya”nın normlarına göre ayarlandığı durumda ortaya çıkan sonuçlar, Müslümanı benliğinden uzaklaştıracak, kendisiyle iletişimini yokedecek, kendisine duyduğu muhabbeti soğutacak ama buna rağmen eylemlerine boyun eğmeyi sürdürecek hatta tapacaktır.

.........

Eylemlerini ‘put’ belirler, özgür iradesi değil. Özgürlüğü bir illüzyondan, seçme hakkı bir sanrıdan ibarettir. İşin aslını asla öğrenemeyecektir, çünkü bizzat kendisine el olmuştur. Gerçekliği değil, kendi yarattığı çarpıtmaları algılamaktadır.

Kuran’da “kendi istek ve tutkularını ilâh edinmek” şeklinde tanımlanıyor (Furkan, 43; Casiye 23) Karl Marks, “kişinin kendi eyleminin kendisinden ‘gayri’ bir güç, kendisi tarafından yönlendirileceği yerde, ona tepeden bakan ve karşı olan bir güç haline geldiği durum”dur, der. “Güç” kelimesinin yerine “modernite” kelimesini koyarsak mesele daha kolay anlaşılacaktır.

.........

Ve nihayet, günümüzde “modern” ile “din”in karşı karşıya getirilmesi “haksızlıktır” buyurmadan önce, çağdaş Batılının kitaplı dinlerin hiçbirisiyle uzlaşamadığını görmek lâzım. Papaz ve hahamların tüm uğraşmalarına karşın, kilise ve sinegogların Batı toplumunun yabancılaştırıcı güçleri arasında yer aldıklarının farkına varmak lâzım. İnsanları tümüyle din-dışı bir sistemde ve fakat iyi bir Hıristiyan ya da Yahudi olduklarına yaşadıklarına inandırmak diye bir şeyin olduğunun ayırdında olmak lâzım. Çağdaş putperestliğin farkına varamazsak, kendimizi dindar bellemişken aslında küfr içinde olmamız mümkündür.

***

Türk Tipi Yardım Geliyor

Kıssadan hisse: Tarih, müsbet bir “bilim” değil, ideolojik mülâhazalar doğrultusunda yüceltmek, yermek ya da yoksaymak üzere işaretlenen olgular sıralamasından oluşan bir tasavvurdan ibarettir. “Ansiklopedi”ler, asla tarafsız “bilgi” dağarcıkları olmayıp, hizmetinde oldukları ulusların medeniyet tasavvurlarına/çıkarlarına göre şekillenirler.

.........

Yeri gelmişken ve aynı bağlamda, Ermeni soykırımı iftirasını tarihçilerin “hakça” çözmelerini beklemek, meğer ki “bilgi dayatan” bir konumda olalım, çocuksu bir safdillikten ibarettir. Bu savım, deprem haberleri nedeniyle Endonezya tarihini özetlemek zorunluluğunu hisseden Batı ve uzantısı Türk basınında Osmanlı’dan tek bir söz olsun edilmediğinin tastikindedir.

***

"Barış, Hakikat ve Adalet Adına..." Orhan Pamuk'a Açık Mektup

Emperyalist kurgu, tahrik ve kıyıma ilişkin hemen hiçbir şey söylemeyen Batılı aydınların, TC'nin kurulmasıyla sonuçlanan yakın tarihimizi değerlendirirken kullandıkları lânetleyici dilin, Balkanlar'da, Kırım'da ve Kafkasya'da katledilen ve göçe zorlanan milyonlarca Müslüman söz konusu olduğunda tarafsız bir dile dönüşüyor olmasına isyan ediyorum...

.........

Daha da elim olanı, parçalanmış insan ve at cesetlerinin ortasında nedeni kendinden menkul nefretin kör ettiği “ulusal” şairimiz Tevfik Fikret, canilere methiye düzer: “Bir lâhza-i teahhür” – “Bir anlık gecikme”

“Ey şanlı avcı, dâmını bîhûde kurmadın

“Attın fakat ne yazıklar ki vurmadın!

“Mâlik sesin o sevret-i ra’din-i gayza ki

“Her yerde hiss-i hakk-u halâsın muharriki!”

Mealen: “Ey şanlı avcı, tuzağını boşuna kurmadın; Attın fakat ne yazık ki vurmadın! Öyle bir hınçla, hiddetle gürlemekteki sesin, Heryerde hareket geçirir haklı duygusunu halâsın!” Yani? Yani, sağlık olsun dostum, bir dahaki sefere başarırsın!

Ve Ahmed Refik, “Abdülhamid ve devr-i saltanatı” isimli kitabının üçüncü cildi: “Nihayet hakikat tamamiyle meydana çıkarıldı: Osmanlı milletini Abdülhamid zulmünden kurtarmak için bu haret-i kahramânânenin (kahramanca karşı çıkışın) Ermeni vatandaşlarımız tarafından icra olduğu anlaşıldı.”

.........

-Batı modernleşmesiyle yüzleşen ve bu yüzleşmeden yenik ve mahcup çıkan bir Doğu var karşımızda. Bugün de ülkesi popüler kültür tarafından istila edilmiş durumda. Ben “sosyal nihilist” demeyi tercih ediyorum, bir kötümserlik havası var sanki. Bu açıdan baktığımızda bu hava biraz yersiz mi sizce? Güloya’nın trajedisi ile Aytunç’un geleceği arayışı arasında nerede durulacak sizce? Güloya’nın yolculuğu imkanlı duruyor mu?

***

Hüseyin Sorgun Söyleşisi; Mevlam görelim neyler, neylerse güzel eyler

Mahçup çünkü kendi paradigmasını sistemleştiremedi; sistemleştiremediği için ne kendisi hayrını görebildi, ne de deyiş yerindeyse “ihraç” edebildi ama herşeye karşın henüz “yenik” değil, hayır. Yine Ruslardan bir alıntı: Küçük Kaynarca antlaşmasıyla sonuçlanan (ve Kırım’ı kaybettiğimiz) 1768-1774 Rus-Türk savaşının muzaffer kumandanı General Aleksandr Suvarov’un bir sözü var: “Bir savaş ancak son asker de gömüldüğü zaman bitmiş sayılır.” Bence bizim meselemiz, tepe sersemi olmamız. Kör döğüşü şeklinde, ilkel bir savunma yapıyoruz. Nihilistliğimiz, şaşkınlığımızdan olmalı derim. Medeniyetin fert başına düşen enerji harcamasıyla ölçüldüğü bir anlayışı benimsemek şöyle dursun, ciddiye almak nasıl mümkün olabilir? Bin yıl ömür biçilen kapalı bir biyosistem olan bu gezegende medeniyet ölçüsü olarak sunulan üretim/tüketim endeksleri nasıl ciddiye alınır, yetmez önünde ezilinir? Edep dışı bir tüketim furyasının insanlar şöyle dursun Caretta Carette kaplumbağalarını bile yerlerinden eden bir medeniyetin “uygar”lığından söz edilebilir mi? İkinci Dünya Savaşı dün gibi, film, kitap vs vs arşivleri elimizin altındayken, Afganistan’a çarparım, İran’ı tepelerim türünden ilkellik, kabalık, zorbalık karşısında alınacak tavrı belirlemek bu kadar zor olabilir mi? Sessiz olmamız yenik düşmüş olduğumuz demek değil, hatta olası müttefiklerimizin sayılarının arttığını da gözlemleyebiliriz. İş ki, aynı çağda bir çok farklı çağın yaşandığını görebilelim. Meselâ, “Batı”yı Hollywood kalıplarının ötesinde değerlendirebilelim; Amerika deyince aklımıza iktidardaki Bush kadar, muhalefetteki Al Gore da, Noam Chomsky’nin sekiz milyon üyeli “Friends of the Earth”ü de gelebilsin. Daha düşük bir yaşam standardında mutlu olmanın sırrını bilen yegâne ulus biz değiliz. Doğulu ya da Batılı kadim ahlâki değerler üzerinde mutabakat sağlıyabileceğimiz ittifaklar kurabilir, daha iyi bir dünyanın pekalâ da mümkün olduğunu haykırabilirz. Hayat son tahlilde bir tasavvurdur, bir şiirdir. Tek bir cıstak melodiye mahkûm olmadığımızıın idrakina varırsak, sonsuz ses kombinasyonları düşünüp, kendi müziğimizi besteleyebiliriz. Unutmayalım ki “güzel” tanımlanmadan, çirkin ortaya çıkmıyor.


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:20 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:32 pm

Hukuk Devleti Nedir, Ne Değildir ?

Otoriteler şöyle der:

"Hukuk devleti en kısa tanımıyla, faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olan, vatandaşlarına hukukî güvenlik sağlayan devlet demektir." (Özbudun, Türk Anayasa Hukuku, op. cit., s.89; Günday, op. cit., s.25; Sabuncu, Anayasaya Giriş, op. cit., s.57.)

Bu kısa tanımdan yola çıkarak hukuk devleti;

1. Faaliyetlerinde hukuk kurallarına bağlı olacak.

Devleti burda hem yasama, yürütme, yargı organları hem de idare hukukuna tabii tüm kamu tüzel kişilikleri olarak almalı.

Cumhurbaşkanı ne kadar hukuk kurallarıyla bağlıysa, falanca mecradaki falanca sağlık ocağı da meşruiyetini hukuktan alıp faaliyetlerini hukuki sınırlar dahilinde yürütmek zorundadır.

Kişiler/kurumlar hukuki meşruiyeti olmayan sebeplerle, hukuken meşru olmayan amaçlara yönelik,meşru olmayan usullerle işlemler/eylemler gerçekleştiremez.

Gerçekleştirenlere hesap sorulabilir olmalıdır.

2. Vatandaşlara hukuki güvenliği sağlayacak.

Hukuki "güvenlik"...

Bu kavramın içine birçok olgu doldurulabilir. Bireylerin hak ve özgürlüğünün "kutsal"lığına tahsis edilen devlet güvencesinde olması.

Anayasa mahkemesinin hukuk devleti tanımına bakalım:

"Temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmadığı, hukukun evrensel kurallarına saygı gösterilmediği ve adaletli bir düzenin gerçekleşmediği bir ortamda hukuk devletinden söz edilemez"(Anayasa Mahkemesi, 12 Kasım 1991 Tarih ve E.1991/7, K.1991/43 Sayılı Karar, Anayasa Mahkemesi Kararlar Dergisi, Sayı 27, Cilt 2, s.652)

Yukarıdaki iki açılıma baktığımızda devlete yöneltilen "kaşı çatık" bir uyarıyı hemen sezeriz:

"Eylem ve işlemlerinden yargılanabileceğini, hesap sorulabileceğini aklından çıkarma."

Ve cümle devlet erkanına ve kurumuna isnad edilen ödevler:

"Kendini hukuk kurallarına uydur" & "Faaliyetlerini hukuk kurallarına uydur"

Sorun tam olarak nedir, burda giriş yapalım.
Ya tüm bunların denetçisi "bağımsız" mahkemeler, "objektif" savcılar, siyasi bir işlevi olmayan diğer tüm devlet kurumları onmaz bir tarafgirlikle, subjektif bir hüviyete bürünüp siyasi partileri, onu geçtik yasama erkini "hukuka uyduracak" bir "abi" rolü keserlerse ne olacak?


(Ne mi olacak, milyon dolarlık hasılat kriz ortamını beğenmeyip kaçacak, gerilmeyesice siyasi ilişkiler gerilecek, gerginliklerde kullanılmak üzere özenle saklanmış potansiyel enerjimiz kınetize olacak (ya da heba olacak), kimin oyu kimin kaç oyuna denk gelir konusunda milli bilinç geliştirme denemeleri yapacağız...)

Ya da bu odaklar sınırı aşıp bununla yetinmeyip "öteki"ni"ideolojisine uydurmaya" (ayak uydurmaya mı demeliydim?) kalkarsa nasıl ve ne şekilde bir sınır konulacaktır ?


Amerikan hukuki literatüründen bir kavram: "adli eylemcilik" yahut "yasama yetkinin gaspı". Kavramın sahibi Sahibi Arthur M. Schlesinger Jr. (1917-2007) :

"Bu çerçevede, “eylemci yargıç”(2) Amerikan kamuoyunda hakaretamiz bir tanım sayılır. Yargıcın ideolojik, dini yada felsefi inançları doğrultusunda yasa ve/veya içtihadları bilerek isteyerek yozlaştırdığını, yanlış kullandığını, galiz bir biçimde yanlış yorumladığını, görmezden geldiğini yada bir biçimde küçümsediğini (3) söyler. “Adli eylemcilik”in belli başlı üç yöntemi olduğundan bahsedilir:

(a)Kongrenin kabul ettiği yasanın/yasaların ABD Anayasasına uygun olmadığı gerekçesiyle doğrudan reddi,
(b)yasanın temel aldığı içtihatın reddi,
(c)Anayasanın farklı yorumlanması."

(Alev Alatlı, Demokrasi Kadar Eski Bir Kavga-1 )

Yukardaki açıklamaya bakılırsa Amerikalı küredaşlarımız (aslında yer kürenin "ortak" malımız olduğu konusunda kendileriyle hemfikir miyiz tartışılır), Türkiye'de olan "şey"in mahiyetini idrak ettiklerinde herhalde " bu bizim tipik 'adli eylemcilik' " derlerdi.

Çözüm nedir ?

Çözüm o dur ki, oligarşik zümre ideolojik saplantılarını bırakır, hukuku "kitabına uydurmak" yerine, hukukun "kitabına uyma"ya karar verir.

Çözüm o dur ki, evrensel hukuki normlar yerel pürüzleri düzeltir. Televizyonlarda boy gösterip de "yasal" olanın "hukuki" olmayabileceğini idrak edemeyen hukukçularımız son kullanma tarihini doldurur.

Çözüm o dur ki, yargıçlara değil, yasalara uyulan bir ülke düşleyen fertler taleplerini daha başı dik, daha yüksek frekansta seslendirir.

Çözüm "vicdan" mefhumunun, "gemisini kurtaran kaptan" süfliyatını boğacağı günlerde gizlidir.


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:26 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:33 pm

Dağarcık 1 İslamoğlu

"Ecce Homo"

Kendi kişisel düzenlerini bir din bir tabu gibi savunan, onlara dokundurmaya insanlar toplumsak düzenin kendini savunmasını, kendisine uzanan elleri kırmasını niçin garip karşılaşıyor.



İnsan kayıp

Dost hicret gecesi dostunun canlı kurban gibi yatandır" demişti bir dost. Kime sorarsanız kurban olunacak dostun yokluğundan şikayet edecektir. Kimbilir belki de asıl yokluk, kurban olunacak dost yokluğu...

........

İnsanın kaybı, en büyük kayıp. Modernite, insanı rüşvet vererek eşyayı elde etti. İnsan, bu alışverişten kendini kaybederek çıktı. Şeytanın da istediği buydu. Şeytanın arzusunu insan kendi kendine gerçekleştirdi. İnsanın kaybolduğu dünyada şeytan rakipsiz.


Bilmiyorlar Allah'ım

Hayatında hiç bal yememiş birini düşünü. Sadece bal yememekle kalmamış, kendisine uzaktan gösterilen bal kavonuzunun içindekinin insanı öldüren keskin bir zehir olduğuna inanmış.

Ya bala karşı şarlandırılmış insanın dizlerine, ellerine ikişer kşi oturtup üç kişiyle ağzını açıp zorla tattıracaksınız ya da siz bunu zehir olmadığını yiyerek ispatlayacak ve onu ikna edeceksiniz.

Örnek Aile

Siz, size "bana bir eş bulun" diye geldiklerinde dava-mava diye kekelediklerine bakmayın. İş biraz ciddiye bindiğinde o "dava yoldaşı" şartının altında ne "heva" ve "heves"lerin sırıttığını göreceksiniz. Utanmasa ölçülerini, hatta ayakkabı numarasını verecek. Şimdilerde, aranan standartları bittecrübe deneyenlerin varlığı da kulaklarımıza geliyor. Onlar acaba hangi islamın islamcılarıdır.

Efendim

Bıraktığın kutlu mirası mirasyediler gibi parçalayarak paylaştık efendim.Nebeci mirasın irfani ve ahlaki boyutuna bir hizip, ilmi ve fikri boyutuna bir başka hizip, siyasi ve hareki boyutuna ise başka bir hizip sahip çıktı. Yüzyıllardır tüm bu Hizipler, ellerindeki parçanın "bütünün kendisi" olduğunu iddaa etmekle ömür tükettiler."Her hizip kendi ellerindeki parçayla üp durdu" Hepimiz hakikatin merkezine kendimizi koyup "Hak benim" dedik

İtikaf Ya Da Hira'yı Yeniden yaşamak

Mısır rejimi son yıllarda, itikafın islami hareket için vazgeçilmez yerini anlamış olacak ki, bayrama birkaç gün kala mescidlerden itikafa giren gençleri toplayarak nezarete atmaya başladı.

Deruni zenginliğe çok daha fazla ihtiyacı olan Türkiyeli müslüman gençlik hareketin sıhhati için itikafın önemini ne zaman kavrayacak?

İnsana Yatırım Yapanlar Kazanıyor

Çekirdek kadronuzu şartlandırmak, onu "güdümlü mermi" gibi "kullanmak" ilk görüşte "disiplin" havası verebilir. Ama bu hem güden hem "güdülen" için bir risktir. Aynı zamanda zaaftır da...

Zaaftır çünkü dışardan bakana disiplin gibi gelen o havayıü kalıcı ve sahici bir yöntem olan "şahsiyet geliştirme", "eğitme ve öğretme" yerine, "şahsiyetsizlertirme" diyebileceğimiz yöntemlerle, kadronuzu bir gölge haline getirerek veriyorsunuz.

Hukukilik ve Ahlakilik Sorunu

İslami hareketin gayesi tevhid ve adaleti ikame etmektir.Tevhidin ikamesi ilim ve imandan, adaletin ikamesi hukuk ve ahlaktan geçer.

İslami Hareket ve Sosyalleşme

Tevhidin temel direği olan Allah'ın varlığını tartışıp aklen izah ve isbat edecek kadar kendine güvenen bir ümmettein evlatları içinden kendi cemaatlerini, liderlerini,- ilkelerini, hedeflerini, ilmi ve kültürel müktesebatını tartışmaktan köşe bucak kaçan bu yüzden de "biz iyi, onlar kötü" ucuz mantığına sarılan yapılanmaların çıkması ne garip bir tecelli.

Hakimiyet Hakk'ın Hilafet Halkındır

Hakimiyet/otorite, bilgi, güç, mülk, hayat konusundaki tercihini "beşeri" alandan yanayapanlar Kur'an'ın kendilerine verdiği "müşrik/kafir" isminden dolayı bozulmasınlar. Ve bir ikiyüzlülük göstergesi olarak da kendilerine "müslüman" adını vermesinler. Müslümanlar onların "çağdaş"lığına zorla ortak olmaya çalışıyorlar mı ki, onlar Müslüman olmadıkları halde müslümanlıkla ortaklık iddaasındalar.

..........

Hakimiyetin/otoritenin kaynağı konusunun "siyasal islamın bir bid'atı" değil, ilahi vahyin postülası olduğunu, dolayısıyla "akideyi ilgilendiren" bir mesele olduğu gerçeğini Kur'an'a samimiyetle inanan ve onun ruhunu kavrayanlar tereddüte mahal bırakmayacak şekilde teslim eder.

.........

Allah kendisini temsil etme yetkisini bir ferde (adı sultan, halife, kral, başkan, imam olabilir), bir zümreye ( ilim adamları, din adamları, devlet adamları) bir gruba vermemiştir. Bu görev insanlarındır.

.........

Hz. Ebubekir kendisine Allah'ın halifesi denmesini reddederek "Resulullah'ın halifesi" dedirtmiştir ve Allah'ın halifesinin halk olduğunu bildiğinden eğrilirse kendisini kılıçlarıyla düzeltmesini istemiştir. Hz. Ömer de kendisini "Resulullah'ın halifesinin halifesi" olarak tanımlamıştır.

Kenan'ın Gemide Ne İşi Var ?

Günümüzde de Allah Resulu'nün tebliğ ettiği İslam'ı çağdaş düzenelr ve sistemlerle uzalaştırmaya çaışanlar olacak ama bu uzalşma temin edilirse yukardaki öreklerde olduğu gibi onun adı İslam olmayacak. O ayrı bir din olacak...

Tuz Koktu

Kur'an, "izzet Allah'ın, Resulu'nün ve mü'minlerinindir" diyor.
Hangi müminlerin?

Şerefleri tumturaklı yalanlar ve yaldızlı kılıflar içerisinde dinlerinin düşmanlarına teslim eden mü'minlerin mi?

Maksada ulaşmak içn herşeyi mübah gören makyavelist bir mantıkla, zalimleri sofrasına besmeleyle oturan mü'minleri mi?

İlkesizliğin pençesinde dün savunduklarına bugün hakaret eden, dün hakaret ettiklerinin kucağına boğaz tokluğuna bugün oturan, yarın ise kiminle olup ne yapacağını kimsenin kestiremediği eli kalemli, ağzı kelamlı entel mü'minlerin mi?

İzzetin ve haysiyetin paha biçilmez bir değer olduğunu, mücadelesiyle örnek olarak cahil yığınlara öğretme yerine "en akıllımız önde gide zincirli" deyişinde ifadesini bulan bir tavırla"gelene ağam gidene paşam" temennaları çakan bilgin mü'minler mi?

Sınırları Korumak

İsrailoğullarının alimleri, fazladan haram ve yasak koyma işini çıkarları karşılığı yapıyorlardı. Şöyle ki : Tevrat herkesin elinde buluna bir kitaptı. Alimler Tevrat'ta olmayan bir takım yasaklar uydurdular. Sıradan insanlar Tevrat'a bakıp bu yasağa göremiyorlardı. Onlar da, "Siz kitabı tek başınıza anlamazsınız. Kitap dışında sizin bilmeyip bizim bildiğiniz hükümler var, onları ancak bizden öğrenebilirsiniz." diyorlardı. Böylelikle halk haram ve helali doğrudan kitaptan öğrenmek yerine hahamlardan öğrenmek zorundakaldı. Din adamları sınıfı bu işten hayli para kazanıyordu. Onun için de insanlara kitabı öğretme yerine, onları 2. / 3. bilgilerle oyalama yoluna başvuruyorlardı. Tabii böylece tevratı bilen insanların sayısı azalıyordu. Giderek bir avuç insanın tekeline giren Tevrat'ı ise tahrif etmek hiç de zor olmuyordu. Nasıl olsa halk bilmiyordu.

Vahdet Haftası Münasebetiyle

Tevhid, imanın göze fer, dize ferman, akla burhan, gönle sultan, dile ferman olarak yürüyüp mümince bakış açısına dünya görüşüne, basiret ve firasete cihad ve içtihada, muhabbet ve ülfet, tefekkür, tezekkür ve tesbihe, ahlak ve edebe, özetle hayata dönüşmesi...

Avrupa Nereye Gidiyor ?

Almanya'da yirmi milyon köpek var.Çocuk sayısını ise bu rakamla kıyas kabul edemeyecek kadar küçük.Köpeği çocuğa tercih eden bir uygarlığın geleceğini sormaya hacet yok.Avrupa köpeklerinin yaşam standardı, dünya nufüsunun üçte ikisininin yaşam standardından daha yüksek.Özel hastaneleri, özel kuaförleri, özel bakımevleri ve hatta "huzurevleri" var. Dayak yiyen, sahipsiz kalan, azıtılan köpekler buraya toplanıyor.Bir dostun delaletiyle buradaki köpek mezarlıklarını gezdik. Bu köpek mezarlıklarından bazılarının üzerinde kocaman haçlar ve mermerden yapılmış şatafatlı lahitler oldukça dikkat çekiciydi

Bu köpekler için köpek sahipleri devletten aylık yardım alıyorlarmış. İşin garibi, sadece Almanya'da köpeklere ayrılan toplam parayla Afrika'da açlıktan ölen 15 milyon insan doyabiliyor.

Televizyon Tebliğleri

İmam Azam Ebu Hanife, oğlu Hammad'ı kelamdan men eder. Oğlu itiraz ederek der ki: "Ama baba, sen de yıllarca kelami tartışmalar yapmadın mı?" İmam'ın cevabı manidardır:

"Biz tartışırken, hakikate kayıtsız şartsız teslim olur, karşımızdaki kaybedecek diye üzülürdük. Siz ise karşınızdakini mat etmek için tartışıyor, nefsinizi her ne pahasına olursa olsun üstün çıkarmaya çalışıyorsunuz"

Jurnal'de Bir Gezinti

"Babıali kodamanlarının gergedanlaşan enselerinde cehaletin şahane tuğrasını okumuyor musunuz?"

"Cehaletin sadakat madalyasını hak kazanmış az mı hocamız var? O hoca ki kafası antikacı vitrinlerindeki bozuk saat gibi yarım saat önce durmuş. Gazeteci ki, en önemli davalar karşısında susar haksızlığa kuyruk sallar, manevi afyon satıp apartman kurar. O muharrir ki, müstehçen roman fabrikatörüdür."

"Memlekette irtica yok; memlekette cumhuriyet devri aydınının, kafasını karanlıkla yoğurup madrabazlara sunduğu masum ve samimi insanlar var. Ve Anadolu hep fikir susuzluğu, ideal haseti içinde."

"Yarı aydın, sadizmini, kendi tanrılarına secde etmeyen namuslu insanlar üzerinde tatmin etmeyi adet haline getirmiştir"

"Habis suratlarına mürekkep hokkası fırlatacak Martin Luther nerde?"


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 7:31 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:34 pm

Eyüp Coşkun Izgi1ju9

Eyüp Coşkun Izgi3ms5
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:35 pm


Yazılarımda zaman zaman "öğrencilik mesleği"yle ilgili kendimce farkettiğim ipuçlarına deyineceğim.

Hiç grafik çizdiniz mi ? "Bunlar çocuk işi" mi diyorsunuz ? Siz bilirsiniz, şu var ki öğrenme olayına olabildiğince fazla duyuları katmak, olabildiğince farklı yöntemleri denemek bu süreci hem daha yararlı, hem daha keyifli kılar.

Öncelikle diğer tüm yöntemler gibi bunun da "yararlılık katsayısı" kişiden kişiye değişecektir.Bunu belirtelim...

Grafik çizmek akla depolanan bilgileri görselleştirmenin yararlı bir yoludur. Hafızaya yüklenen ağır yükün bir bölümünü zekaya taşıtmaktır. Bilgilerinize aklınızın yanında hareketlerinizi, çizimlerinizi de şahid etmenin yoludur. Ne kadar çok şahid o kadar kat'i bilgi demektir.

Resulullah'ın namaz kılarken "kade i ahira" bölümünde (oturuş) ettehiyat duasının şehadet bölümünde sağ işaret parmağını kaldırması kıraate "hareket"i katmaktır. Namaz kılarken genelde karıştırılan "3. rekatta mıyım, 4. rekatta mıyım?" sorunu tahiyyatta parmağımızı kaldırmakla kısmen çözülecektir. Zihin hareketi daha iyi algılar. Efendimizin gayesi bu olabilir.

Öğrenci olarak yakındığımız sıkıntılardan biri bazı konuların uzun olması, karıştırılmaya müsait olması. Grafikler tam da burda yararlı olacaktır. Öğrenilmesi gereken bilgilerin karıştırılması, verilerin zihnimizde yanlış sınıflandırılması, eksik surette ezber yapmak hepsi öğrenme sürecinin doğal sonuçlarıdır.

Doğal olmayan zamanımızı, zihin gücümüzü ekonomik ve daha yararlı kullanma methodlarını kullanmayıp gücümüzü ve zamanımızı israf etmek; bilgileri eksik ve yanlış öğrenmektir.

Edebiyat dersinin "yazarlar" bahsini ele alalım. Hedef yazarların eserlerini, müntesip olduğu akımları ve bunun gibi verileri öğrenmektir. Bu kadar çok yazar, yazarlar hakkında bu kadar fazla bilgi varken yanlış ve eksik bilgilenmek en zeki öğrenciler için bile doğaldır.

Parolası "İyi çalışmak" olan öğrenci kendi öğrenme temayülünü de yoklayarak bu konuda grafik çizebilir.

Eyüp Coşkun Izgi4wj9


Bu grafikte konunun tamamının bir grafikte saklanması mümkün.Grafik üzerinde ne yararlar sağlayacağımıza bakalım:

* Onlarca sayfada saklı bilginin bir grafiğe sığdırılması öğrenciyi rahatlatacaktır. Sayfaları grafiklere sığdırmak hiç de zor değildir.

* Özellikle bütünden parçaya giden bir öğrenme eğilimi içinde olanlar için grafik bütünü görüp zihinsel bir rahata erişmenin, ayrıntılarda kaybolmamanın pratik yoludur.

*Öğrenmesi gereken konunun özü öğrencinin gözünün önüne serilecektir. Yazarların eserlerini, müntesip oldukları edebi akımları, yazarların kimler olduğunu aynı anda görebilmek grafikle mümkündür.

* Öğrenci kolay bir karşılaştırma imkanına kavuştuğu için Necip Fazıl'la Mehmed Akif'in eserlerini daha az karıştıracak, Orhan Veli ile Halide Edip'in ayrı edebi akımlarla anıldığını daha sağlam surette idrak edecektir.

Grafik çizmeyi hala yük olarak mı görüyorsunuz ?

Son olarak Resulullah Efendimizin görsel öğrenmeye/öğretmeye bizzat kendisinin başvurduğunu belirtmek isterim. Aşağıdaki grafikler peygamberi bir aklın ve şiarın eseri. Resulullah toprağa çizerek anlatmış:

Eyüp Coşkun Izgi1ju9

"Ey müminler, hayat kutusunun dışına çıkamayan insanın başına türlü musibetler (oklar) gelir, bu oklar insana isabet etmeyebilir ama ölüm mutlaka isabet edecektir. İnsan hayallerinin peşinden koşarken ecel mutlaka gelecektir."

Eyüp Coşkun Izgi3ms5

"Ey müminler bu (ortadaki) yol Allah'ın yoludur, bunlar da şeytanın yolları (diğerleri), şeytan türlü yollara oturup sizi bu doğru yoldur diye kandırmaya çalışır."



En son Eyüp Coşkun tarafından Paz Nis. 19, 2009 3:10 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:36 pm


Yazılarımda zaman zaman "öğrencilik mesleği"yle ilgili kendimce farkettiğim ipuçlarına deyineceğim.

Hiç grafik çizdiniz mi ? "Bunlar çocuk işi" mi diyorsunuz ? Siz bilirsiniz, şu var ki öğrenme olayına olabildiğince fazla duyuları katmak, olabildiğince farklı yöntemleri denemek bu süreci hem daha yararlı, hem daha keyifli kılar.

Öncelikle diğer tüm yöntemler gibi bunun da "yararlılık katsayısı" kişiden kişiye değişecektir.Bunu belirtelim...

Grafik çizmek akla depolanan bilgileri görselleştirmenin yararlı bir yoludur. Hafızaya yüklenen ağır yükün bir bölümünü zekaya taşıtmaktır. Bilgilerinize aklınızın yanında hareketlerinizi, çizimlerinizi de şahid etmenin yoludur. Ne kadar çok şahid o kadar kat'i bilgi demektir.

Resulullah'ın namaz kılarken "kade i ahira" bölümünde (oturuş) ettehiyat duasının şehadet bölümünde sağ işaret parmağını kaldırması kıraate "hareket"i katmaktır. Namaz kılarken genelde karıştırılan "3. rekatta mıyım, 4. rekatta mıyım?" sorunu tahiyyatta parmağımızı kaldırmakla kısmen çözülecektir. Zihin hareketi daha iyi algılar. Efendimizin gayesi bu olabilir.

Öğrenci olarak yakındığımız sıkıntılardan biri bazı konuların uzun olması, karıştırılmaya müsait olması. Grafikler tam da burda yararlı olacaktır. Öğrenilmesi gereken bilgilerin karıştırılması, verilerin zihnimizde yanlış sınıflandırılması, eksik surette ezber yapmak hepsi öğrenme sürecinin doğal sonuçlarıdır.

Doğal olmayan zamanımızı, zihin gücümüzü ekonomik ve daha yararlı kullanma methodlarını kullanmayıp gücümüzü ve zamanımızı israf etmek; bilgileri eksik ve yanlış öğrenmektir.

Edebiyat dersinin "yazarlar" bahsini ele alalım. Hedef yazarların eserlerini, müntesip olduğu akımları ve bunun gibi verileri öğrenmektir. Bu kadar çok yazar, yazarlar hakkında bu kadar fazla bilgi varken yanlış ve eksik bilgilenmek en zeki öğrenciler için bile doğaldır.

Parolası "İyi çalışmak" olan öğrenci kendi öğrenme temayülünü de yoklayarak bu konuda grafik çizebilir.

Eyüp Coşkun Izgi4wj9


Bu grafikte konunun tamamının bir grafikte saklanması mümkün.Grafik üzerinde ne yararlar sağlayacağımıza bakalım:

* Onlarca sayfada saklı bilginin bir grafiğe sığdırılması öğrenciyi rahatlatacaktır. Sayfaları grafiklere sığdırmak hiç de zor değildir.

* Özellikle bütünden parçaya giden bir öğrenme eğilimi içinde olanlar için grafik bütünü görüp zihinsel bir rahata erişmenin, ayrıntılarda kaybolmamanın pratik yoludur.

*Öğrenmesi gereken konunun özü öğrencinin gözünün önüne serilecektir. Yazarların eserlerini, müntesip oldukları edebi akımları, yazarların kimler olduğunu aynı anda görebilmek grafikle mümkündür.

* Öğrenci kolay bir karşılaştırma imkanına kavuştuğu için Necip Fazıl'la Mehmed Akif'in eserlerini daha az karıştıracak, Orhan Veli ile Halide Edip'in ayrı edebi akımlarla anıldığını daha sağlam surette idrak edecektir.

Grafik çizmeyi hala yük olarak mı görüyorsunuz ?

Son olarak Resulullah Efendimizin görsel öğrenmeye/öğretmeye bizzat kendisinin başvurduğunu belirtmek isterim. Aşağıdaki grafikler peygamberi bir aklın ve şiarın eseri. Resulullah toprağa çizerek anlatmış:

Eyüp Coşkun Izgi1ju9

"Ey müminler, hayat kutusunun dışına çıkamayan insanın başına türlü musibetler (oklar) gelir, bu oklar insana isabet etmeyebilir ama ölüm mutlaka isabet edecektir. İnsan hayallerinin peşinden koşarken ecel mutlaka gelecektir."

Eyüp Coşkun Izgi3ms5

"Ey müminler bu (ortadaki) yol Allah'ın yoludur, bunlar da şeytanın yolları (diğerleri), şeytan türlü yollara oturup sizi bu doğru yoldur diye kandırmaya çalışır."
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:38 pm

Oku 1

Şu piyasaya bakın bir Allah aşkına! Beyimizin karnı ağrısa onu nalbura giderken göremezsiniz. Hatta birinin böyle yaptığını görse, onun aklından dahi kuşku duyar. Doğrudur da. Karnı ağrıyanın gideceği yer doktordur. Hem de, gideceği doktorun pratisyen mi, uzman mı olduğunu dahi dikkate alır. Mümkünse tecrübeli ve referanslı olanını tercih eder, haklıdır da.

Ama ağrıyan karnı değil de “imanı, yüreği, aklı, ahlakı, irfanı” ise, başlar kendi kendisine reçete yazmaya. İlmin de bir rütbe olduğunu, hem de rütbelerin yücesi olduğunu aklına getirmez. Eğer kazara getirirse, onu da birilerine “havale” eder, fakat alın teri, zihin teri, yürek teri dökerek bilgiyi ‘iktisap’ etmez. Haksız kazanca karşı gösterdiği hassasiyeti ‘beleş’ elde edilmiş bilgi ve duyguya karşı göstermez.


Tabii, böylesine ciddiyetsiz bir ortamda din adına devrilen çamlar, bir orman katliamına döner.

Oku 2

Ramazan ilahi bir gündemdir. Bu ilahi gündem karşısında basit, sentetik ve geçici gündemlerimiz gün görmüş kar gibi erimiyorsa, bu muhteşem imkanı israf ettiğimizin resmidir.

Doğduğu ayı Ramazan diye kutladığımız Kur'an'a sunacağımız doğum günü çiçeği kitaplardan oluşmuş bir buket olmalıdır. Bu buketi Kur'an'a arz etmeliyiz. Hepsinden öte, Kur'an'la olan ünsiyetimizi bu ayda zirveye çıkarmalı, onunla aramızda bir dostluk peyda etmeliyiz. Allah'a karşı "esas duruşumuzu" bozmadığımıza Kur'an'ı şahit kılmalı, bu dostluğu bir "şahitliğe" dönüştürmeliyiz

Kur'an yasağının gerekçesi ne?

Kur'an mesajı insanlığın değişmez değerlerini bünyesinde taşır. Bu mesajdan korkanlar insanlığın değişmez değerlerine karşı savaş açmış olurlar.

Kur'an mesajı insanı, kendisiyle, Rabbiyle, doğal çevresiyle tanışık ve barışık yaşamaya çağrır. Kur'an mesajını boğmak isteyenler, insanın kendisiyle, Rabbiyle, doğal çevresiyle kavgalı ve sorunlu kalmasını isteyen, çıkar ve iktidarlarını ancak bu kavganın devamında sürdüreceklerine inananlardır.

Kur'an Dili

Kendi çocuklarınızın yanına apartmanınızın, sokağınızın, mahallenizin sakinlerinin çocuklarından üç-beşini de katıp neden Peygamber'in şu muştusuna nail olmayasınız:

"En hayırlınız Kur'an'ı öğreten, ya da dinleyen. Sakın dördüncüsü olma helak olursun! "

Herkes kaçıncı olduğunu gözden geçirsin.

"Türkçe Kur'an" ya da Hezeyan !

Kur'anın iki dili vardır: Birincisi beşeri dil, ikincisi metafizik dil. Beşeri dili Arapça'dır ve elbet anlaşılmalıdır. Çünkü Kur'an, anlaşılıp hayatı yeniden inşa etsin diye gönderilmiştir. "Oku!" emri "anla"yı da içerir.

Fakat Kur'an'ın bir de metafizik dili vardır ki, o dil bülbülün ötüşüne, ırmağın şırıltısına, ormanın uğultusuna benzer. Tuna Viyana'dan Karadeniz'e kadar hep aynı dili kullanarak akar.

Kur'an'ın üst dili de böyledir. O kulakla değil, yürekle dinlenir ve anlaşılır. İşte o, ibadette okunana Kur'an'ın dilidir ve bu dinin insanın akleden kalbine üşüştürdüğü anlamlar başka anlamlardır.

Üç Muhammed

Bugün en büyük problem, dinin teorik kaynağı olan Kur’an ile dinin pratik kaynağı olan Hz. Peygamber’in arasının tasavvur düzeyinde açılmasıdır. Oysa ki biz Kur’an’a Peygamber vesilesiyle ulaştık. Peygamberi ise Kur’an’la tanıyoruz. Kur’an’ı Peygambersiz anlamaya çalışmak nasıl “anlama problemi” ise, Peygamberi Kur’an’sız anlamaya çalışmak da öylesine bir anlama problemidir.

Bu ikisi etle tırnak, tohumla toprak, ağaçla yaprak gibidir.

Üç Muhammed işte bu perspektifle kaleme alındı. Zihinlerdeki kurgusal peygamber imajını, Kur’an’ın tanıttığı gerçeğiyle tashih etmek için atılmış mütevazı bir adımdır.

Bedevice Bir Putlaştırmaya Nebevice Karşı Duruş

Bilinen bir gerçektir ki, Hz. Peygamber daha hayatında bu tür bir koku taşıyan tavırlara en sert tepkiyi göstermişti. Şu örneklere bakın:

Osman b. Maz’un’un hanımı, Rasulullah’ın yanında seslerini yükselten insanları uyarmak için: “Yavaş olun! Aranızda geçmişi ve geleceği bilen biri oturuyor!” diye uyarınca, Hz. Peygamber çok sert bir ses tonuyla dizleri üzerine doğrulup: “Siz ne diyorsunuz? Vallahi ben yarın başıma ne geleceğini bilmiyorum” diye çıkışmıştı. Yine Hz. Aişe: “Kim Muhammed yarın ne olacağını bilir sanıyorsa şüphesiz o Allah’a büyük bir iftirada bulunmuş olur.” (Müslim, İman 287) O’ndan kıyametin ne zaman kopacağını soranlara, doğrudan vahiy cevap veriyordu: “Sen nerede, kıyametin vaktini bilmek nerede?” (Naziat, 43) diye. Haydi, kıyaslayın bakalım “şeyh uçmaz mürit uçurur” örneklerini!

Testilerinizin Ahvalinden Sual Eylerim

Her Müslüman bir testi su dökse İsrail’i sel alır, amma!..

Dökemez!..

Çünkü, bazı Müslümanların hiç testisi olmadı. Yolcu olmaya niyetleri yoktu. Bu nedenle, su kabı edinme ihtiyacını da duymadılar. Susadılarsa, kimin kabı olduğuna bakmadan, ağızlarına dayanan her mayiden içtiler. Kandılar mı, yandılar mı; kendileri de bilemediler.

.............

İsrail büyükelçisi; “Kendimizi savunacağız!” diyordu. Hitler’in, gözü dönmüş bir halde “Yahudilere karşı kendimizi savunacağız!” diyen hali geldi gözümün önüne. Kim demişti “aşk nefretle başlar” diye? Tarihin garip cilvesine bakın: Nazilerin ruhu İsrail’de hortladı. Türkiye’yi yönetenler Führer’in önünde tek kollarını 75 derecelik açıyla sertçe kaldırarak bağırıyorlar: “Heil Barak! Heil Barak!” Ve benim dudaklarımdan o cümle dökülüyor:

Her Müslüman bir testi su dökse İsrail’i sel alır, amma!

Dökemez!

.......

Bu bir musibettir, bu bir belâdır! Uhud acısını iliklerinde hisseden sahabe gibi “Bu belâ başımıza nereden geldi?” diye sorma dürüstlüğünü gösterirsek, cevabı Kur’an verecektir:

“Bu, sizin kendi eserinizdir!” (3.165)

Yürekleri Fethetmeden Olmaz

Kendilerini mutlu kılan değerleri, insan kardeşleriyle paylaşmak içim, bir kılıç kalkmadan, bir kurşun sıkmadan Merakeş'ten Zengibar'a, Orta Afrika'dan Doğu Hint Adalarına, Sier Leone'den Sibirya'ya, Bosna Hersek'ten yeni Gine'ye, Seyrelan'dan..............



devletlerinin cihangirliğe atlama taşı olarak kullandıkları Mısır’ı fetheden Amr b. As’a madalya takacağına, haberi alır almaz kızıp niçin “Eyvah!..” dediğini; Bahreyn muhafızı Ala b. Hadrami’nin, asileri kovalama bahanesiyle ilk kez körfezden İran’a girip oraları hiçbir mukavemet görmeden ele geçirdiğini haber alınca, başkalarının taltif edeceği bu komutanı niçin görevden aldığını, işte o zaman anlayacaksınız.

O zaman anlayacaksınız ki, hayatın tamamı bir “fetih”ten ibarettir.
Vahiy, Fettah olan Allah’tan insana fetihtir.
İbadet, “ünsiyet” sahibi insandan Allah’a fetihtir.
Keşif, insandan doğaya ve eşyaya fetihtir.
Dâr u devlet, insandan toprağa fetihtir.
Cihad, insandan insana fetihir.
Ve fetih bitimsizdir.

Tesettür ve İnsan Kimliği


Şu başörtüsü işi böylesine sulandırılmamalıydı. Bir şey maksadından soyutlanarak algılanırsa olacağı budur. Bunda en büyük suç, tesettürü kadının kişiliğini öne çıkaran bir onur değil de erkeği kadından koruyan bir emir olarak algılayan geleneğimizin ve geleneksel kafalarındır.
Önce mütearifeler:
1. Din insan içindir.
2. Dolayısıyla, tüm dini emir ve yasaklar Allah'ın değil, insanın çıkarı içindir.
3. İşte bu yüzden, tüm dini emir ve yasaklar uygulanırken, onu uygulayan insanın bundan elde ettiği çıkarı iyi bilmesi gerekir. Bu çıkarı bilerek emre uymak, insanı 'tatmin eder' ve imanı 'sorumluluk bilincine' dönüştürür.
4. Bunun için de ilahi mesajı ve buyrukları maksadını gözeterek okumak şarttır. Çünkü Allah amaçsız düzenleme yapmaz, hikmetsiz iş buyurmaz.

..............

Sonuç: Modern kadın, dişiliği erkekler tarafından tepe tepe sömürülmek amacıyla kişiliği yok edilen kadındır. Eğer Müslüman kadın, tesettürü kişiliğin öne çıkarılması için dişiliğin örtülmesi olarak görmeyip, onu dişiliğini öne çıkarmanın bir aracı kılıyorsa, o tesettür tesettür değildir. Ona 'örtülü çıplak' derler.Siz kendi değerlerinizi dalgaya alıyorsanız, sizi kim ciddiye alır?


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 11:53 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 2 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:38 pm

Alim'in Celadeti

Fotoğrafta spor giyinmiş, şapkasının altından kır saçları görünen yaşlı bir adam; bir hedefi taşlıyor: Edward Said. Dikkatlice bakıyorum; evet, ta kendisi.

Edward Said, Filistin asıllı bir Hıristiyan Arap. ABD üniversitelerinde bir ömür hocalık yapmış. Şimdilerde Colombia Üniversitesi’nde İngiliz edebiyatı profesörlüğü yapıyor. Onun Türkçe’ye de çevrilen Oryantalizm (Orientalism) adlı eserini okumayanınız varsa, hiç duraksamadan çok şey kaybettiğini söyleyebilirim.

.............

Bu ümmetin alimlerinin en büyük sorunu gerektiğinde çocuklar gibi zulmü taşlayamamak. Bakın etrafınıza; sahte bir ‘vakar’, sırıtan bir ‘kasıntılık’. Mallarme psikozu: “Biz düşünürüz, yazarız, çizeriz, emir veririz. Yaşamak mı? Kölelerimiz ne güne duruyor!”

Yaşamayanın düşündüğü ne ola ki?

Dinden İskonto Yapmakla Dine Zam yapmak Aynı Şeydir

Din kimin içindir: Allah için mi, insan için mi? İşte bu can alıcı soruya, "Din Allah içindir" şeklinde cevap verenler, teoride tersini iddia etseler de "yasakların esas olduğu" bir pratik geliştirmişlerdir.

Bu anlayış kendisini "ihtiyata daha uygun" gerekçesiyle savunmuşsa da, hemen her zaman kontrolden çıkarak insanı hayatla karşı karşıya getirmiş, müntesiplerini "din insanın sıkıştığı bir köşedir" noktasına sürüklemiştir. Bu anlayış, sahibini kimi zaman kendi doğasıyla karşı karşıya getirmiştir.

Buna karşın, Kur'an'a ve onu hayata aktaran Hz. Peygamber'e bakarak "Din insan içindir" diyenler, dini bir "duvar" değil, insanı sıkıştığı köşeden kurtaracak bir kapı olarak görmüşler ve tüm ilahi emir ve yasakları şu doğru mantıkla algılamışlardır: Allah amaçsız hiçbir şey yapmaz.

O halde Allah'ın bu emir-nehiyde de bir amacı vardır. Bu amaç, Allah'ın çıkarına olamaz; çünkü Allah'ın hiçbir şeye ihtiyacı yoktur. O halde bu emir-nehiy mutlaka bir tarafın çıkarınadır. Çıkarı olan taraf insan tarafıdır.

Dua Etmiyoruz ki Tutsun

Oysa ki dua, güftesi aşk bestesi mahrumiyet ve ıstırap olan bir özge şarkıdır.
Bu şarkıyı söyleyecek olanın mazlum olması yetmez; kendi mazlumiyeti zalimlerin zulmüne yakıt olmamış biri olmalıdır. Kendi omuzlarını zalimlerin yükselmesi için basamak kılmamış olmalıdır.

Bu şarkıyı terennüm edecek birinin, olanla olması gereken arasındaki farkı iyi bilmesi şarttır.

Eğer bunu bilirse, duayı bir çocuğun annesinden ısrarla isteyişi gibi isteyecek, ilahi kapının eşiğine başını koyarak ısrar edecek, tekrar edecektir; tıpkı her gün onlarca kez okuduğu Fatiha'da olduğu gibi...

Çeteler ve İrtica

Hukuk'un tariflerinden biri de "düşünceler arasında barışı sağlayan teknik"tir.

Fakat gelin görün ki, Türkiye'de hukuk sadece 'bağımlı' değil, aynı zamanda 'yanlı' ve 'ideolojiktir'. Bu nedenle de, Türkiye'de hukuk 'düşünceler arasında barışı sağlayan teknik' olmaktan daha çok, resmi ideolojiyi savunan bir 'alet' konumuna indirgenmiştir.

Onun içindir ki, dünyanın hiçbir tarafında görülmeyecek olan 'brifing savcıları', bu ülkede mebzul miktarda bulunur. Bu ülkede, her kavram gibi hukuk kavramı da 'özelleştirilmiştir'. Bize özgü 'laiklik', bize özgü 'demokrasi', bize özgü 'cumhuriyet'in, elbette bize özgü bir 'hukuku' da olacaktır ve bunda şaşılacak bir şey de yoktur.

...........

Hukuk sistemi, mevcut haliyle, asli görevi olan "adalet" dağıtma işlevini değil, resmi ideoloji yandaşlarını "koruma" işlevini üstlenmiş görünmektedir. Ne diyordu Yargıtay Başkanı Sami Selçuk:

"Türkiye, düşünceyi yargılamaktan, ama çeteyi yargılayamamaktan çekmektedir."

Ben, başta hukuk adamları olmak üzere, bu ülkenin yönetimini ahbap-çavuş ilişkileriyle aralarında pay eden yönetici seçkinlerde 'hukuk inancı' olduğuna inanmıyorum. Oysa ki, 'inancı' oluşmadan gerçek anlamda bir 'hukuk' da, 'hukuk devleti' de oluşmaz.

.........

Abant’tan nakledeceğim pek çok şey var. Ancak, Abant Toplantısı vesilesiyle bir kez daha tespit ettiğim bu ülkeye ait şu gerçekler, okuyucularımla paylaşacaklarımın başında gelmektedir:

1. Bu ülke bir idrak hastası gibi kendi beynini yiyerek ayakta kalacağını sanmakla kendisine en büyük kötülüğü yapmaktadır.

2. Bu ülkenin hazine değerinde bir insan ve düşünce potansiyeli vardır, fakat bu potansiyel yönetici irade tarafından kasıtlı olarak atıl halde tutulmaktadır.

3. Bu ülkenin birbirine en zıt uçlardaki insanları dahi uzlaşabilir, barış içinde birlikte yaşayabilir; sorun ‘Devlet’in kendi yurttaşlarıyla ve onların değerleriyle uzlaşmak isteyip istemediği sorunudur.


Özgürlük Münafıkları

Bu ülkede özgürlük alanının genişlemesine karşı çıkanlar, bu özgürlüklerden Müslümanların da yararlanacağı endişesiyle karşı çıktılar hep. Çünkü Müslümanlık, bu ülkenin hakim inanç ve kültürüydü. Sistemse, bir ideoloji taşıyordu ve topluma farklı/yabancı bir kültür dayatmıştı. Dayattığı bu 'yabancı' kültürün yerleşmesinin tek yolunun, 'yerli' kültürü baskı altında tutmaktan geçtiğini düşünüyordu.

Çok Şey mi İstiyoruz ?

Yargıtay Başkanı, bir feryadı andıran konuşmasında bu ülkeyi şöyle tanımlıyordu: "Ülkeme bakıyorum, birbirine sırtını dönmüş iki ayrı Türkiye görüyorum." Başkan birinci Türkiye'ye "halkın Türkiye'si" diyor: "Dipdiri, capcanlı, hep ayakta..." İkinci Türkiye'yi ise bakın nasıl tanımlıyor: "..her şeyi geriden izleyen, kendisinin üretip devletleştirdiği yazılı hukuka göre halkıyla mahkemelerde sürtüşen, halkına güvenmeyen, hep içe doğru patlayan, yayılan, genişleyen, birinci Türkiye'ye yetişemeyen, hastalık irisi hantal bir devlet. Bu ikinci Türkiye'dir, yanlış ve öykünmeci Türkiye'dir."

.......

Sayın Selçuk diyor ki: "İnsanlar devletleştirilemiyordu, öyleyse devlet insanlaştırılmalıdır." Bu ülkeyi yöneten siyasi akıl, hâlâ insanlarını devletleştirmeye çalışıyor; yürekleri ve zihinleri, duyguları ve düşünceleri devletleştirmeye, onları kendi kalıplarına göre yontmaya ve zimmetine geçirmeye çalışıyor.

Düşünen insana kuduz köpek muamelesi yapılması bundandır. Hâlâ kitabın, kasetin, daktilonun, bilgisayarın, emniyet tarafından teşhir edilen zanlılarla birlikte suç aleti diye gösterilmesi bundandır. Yazı yazdı, konuştu, şiir okudu, oyun sahneledi, eleştirdi, benim sevdiğimi sevmedi, muhalefet etti, alternatif sundu diye süründürülen insanlar, hukukun üstün olduğu bir devlette 'tehdit' olarak değil, 'zenginlik' olarak algılanır, el üstünde tutulurlardı. Hukukun üstünlüğünün olmadığı bir yerde "üstünlüğün hukuku" olur diyor Yargıtay Başkanı. İşte hakkımda açılan sekiz davanın tek açıklaması.

Biliyorum Hırsızın Da Suçu Var

Dün hatalarda hikmet arayarak uçta yer alanlar, bugün tüm güçlerini hikmette hata keşfedecek kadar karşı uca taşımışlardı. Ben şaşırma yetimi kaybedeli çok oldu. Kalkancı’ya bozulup müslümanlığını bir utanç gibi gizlemeye çalışan ‘tevhîdî müslümanları’ (!), bol zamanda nutuk atıp dar zamanda yola yatan dekadanları, hakk ehlinin omuzlarına basarak yükseldikten sonra, hakla batıl arasında çöpçatanları gördükten sonra, siz olsanız şaşırma yetinizi kaybetmez misiniz?
Müslüman kimliğiyle siyaset yapmaya kalkan kişi ve kadroların ilk önce halletmeleri gereken problem, kimlik ve kişilik problemidir. "Siz kimsiniz?" diye soran birine, hiç utanmadan, sıkılmadan, iftiharla "ben buyum" diyebilecek kadar kendilerinden ve değerlerinden emin olabilmeliler. Buna bir başka ifadeyle "ben idraki" denir; yani kendinizi başkalarına tanıtmadan önce kendinizin ne olduğuna sizin bir karar vermeniz ve kendinizi öncelikle sizin tanımanız. Başkalarına kendinizi tanıtmak daha sonra gelir.

Siz Kendinizden Memnun Değilseniz, Başkaları Sizden Niçin Memnun Olsun?

Müslüman kimliğiyle siyaset yapmaya kalkan kişi ve kadroların ilk önce halletmeleri gereken problem, kimlik ve kişilik problemidir. "Siz kimsiniz?" diye soran birine, hiç utanmadan, sıkılmadan, iftiharla "ben buyum" diyebilecek kadar kendilerinden ve değerlerinden emin olabilmeliler. Buna bir başka ifadeyle "ben idraki" denir; yani kendinizi başkalarına tanıtmadan önce kendinizin ne olduğuna sizin bir karar vermeniz ve kendinizi öncelikle sizin tanımanız. Başkalarına kendinizi tanıtmak daha sonra gelir.


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 11:56 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:39 pm

Dost Acı Söyler

Bizi uyarmazsanız sizde hayır yok” diyordu “el-Âdil” lakaplı büyük halife Ömer b. Hattab, “sizi dinlemezsek bizde hayır yok!”

Evet, uyarmazsak bizde hayır yoktu. Kendimi bildim bileli, mensubiyetimi tüketerek geçinmedim. Mensup olduğum inancı, düşünceyi, çizgiyi tüketmek, onun sırtından geçinmek yerine; onu üretmek, ona bir şeyler vermek için çabaladım. “Hayırsız” olmak istemedim ve bulunduğum yerde bir yanlış gördümse uyardım, yanlış yaptımsa özür diledim.

Umutlarımızı siyasileştirmek yanlıştır

İttihat ve Terakki terörünün Omanlı ülkesini kasıp kavurduğu o günlerden bugünlere geldiğinizde, aslında ileriye doğru değil daha geriye doğru bir gidişin olduğu görülür. Tabiki, o dönemin şartlarıyla bu dönemin şartları birbirinden hayli farklı olduğunu görmezden geliyor değiliz. Fakat asıl vurgulamak istediğimiz, müslümanlar içerisinden siyasete soyunan insanların İslami bilgi, birikim ve ufuk açısından bir mesafe kat edip etmedikleri. "Bu ülkede, müslümanlar, bugünkünden daha çaplı politik kadrolar koymaktan aciz midirler?" sorusu, ciddi bir sorudur ve cevabı üzerinde düşünülmeye değer.

Günümüzün önde gelen müslüman politikacılarını, ufuk ve çap olarak, değil başkalatıyla, Said Halim Paşa gibi İttihatçılarla dirsek temesında olup da islami siyaseti benimseyen bir isimle dahi karşılaştığımızda, mesafenin ne kadar bütyük olduğunu görebiliyorsunuz.

Kazananlar ve Kaybedenler

Ne Ebu Hanife gibi, Emevi iktidarının zulümlerini kendivarlığıyla meşrulaştırmamak için, Emevi Valisi İbn Hübeyre’nin dayanılmaztehditlerine karşı “Vallahi, eğer benden Vasıt mescidinin kapılarını saymamıistese, şu ırmakta boğulmaya razı olurum da ona dahi razı olmam” diyecekkadar yiğit hoca, ne de Ebu Yusuf gibi kendisini baş yargıçlığa taşıyaniktidarın zirvesinde oturan Ebu Cafer Mansur’un aleyhine birkaç kez hükümverecek kadar adil talebe var. Müslümanlar, destekledikleri siyasilerdenbunları beklemeyecek kadar gerçekçidirler; onların beklentisi, kendilerinitemsil iddiasıyla ortaya çıkanların, temsil ettikleri kitlelerin boyunlarınıbükecek, onurlarını iki paralık edecek tavırlardan uzak durmalarıdır.

.....

Yeniden “bismillah” demenin tam zamanı. Ama besmele çekmeninne anlama geldiğini hatırdan çıkarmadan. Neydi o anlam:

1 Ne yaptığımın bilincindeyim.
2 Yaptığım işi ne adına yaptığımın bilincindeyim.
3 Geldiğim noktaya kimin sayesinde geldiğimin bilincindeyim.
4 O’nun sayesinde başladığım bu işi başarıyla tamamlamamiçin O’nun yardımına muhtaç olduğumun da bilincindeyim.
5 Her şey için tüm “teşekkürüm” O’nadır.
6 Hayatımda O’nsuz bir alan ve O’nsuz ve O’na rağmenbir başarı tasavvur edemiyorum.

O halde, haydi bakalım:
“Bismillahirrahmanirrahim!”

Gör Bak Neler Olacak

Bu psikolojik yasadır: İmanını yok sayarak mümine kin duyanların, çok geçmeden inkâra ve münkire muhabbet beslemeye başladıklarına şahit olursunuz. Zalimlere eğilim gösterenlere ateş dokunacağını Kur’an söylüyor. Ebu Müslim Horasânî, ne demişti hâk ile yeksan olan Emevi hanedanı için: “Düşmanlarınızı hoşnut etmek için dostlarınızı kırdınız. Sonunda düşmanlarınızı memnun edemediğiniz gibi, dostlarınızı da yitirdiniz.” Allah’ı gücendirmeye değecek bir “getiri” bilmiyorum. Değdi mi yani?

Evet, yok öyle “kol kırılır yen içinde kalır” aşiretçiliği. Türkiye’deki dîni yapıların yaptıkları her yanlış, attıkları her hatalı adım bu ülkedeki tüm mü’minleri ilzam edici sonuçlar doğuruyorsa, bu yapıların yeniden yapılanmaları için onları zorlama hak ve sorumluluğu da yine bu ülkenin akliyyet sahibi mü’minlerine düşmektedir.


Devletin sürüleştirme politikası anlaşılır bir şey. Ama insanlar bir de din adına, mezhep adına, tarikat adına, cemaat adına sürüleştirilmemeli. Bir değerin aslı ne kadar kıymetli ve ağır olursa olsun, gölgesi bir gram çekmez ve dolayısıyla da bir para etmez. Hiçbir hesapta bir şeyin gölgesini de hesaba katmazlar.


İnsanlar “birey” olmasınlar, eyvallah. Fakat gölge de olmasınlar; asıl olsunlar, “şahsiyet” olsunlar. Çünkü her insan, Allah tarafından bir şahıs olarak muhatap alınmakta, “sürüden biri” olarak değil. Ve her insan, Allah’ın orijinal bir eseri olarak yaratılmış bulunmakta; “sürü”, “gölge”, “nesne” olarak değil.

Can pazarı

Kriz merkezi olarak seçilen sahildeki konferans salonu önüne geldiğimizde 40-45 yaşlarında asker emeklisi olduğunu söyleyip kimliğini gösteren bir bey annesini, babasını ve kardeşini kaybettiğini, başka kimsesinin olmadığını, kriz masasında kimsenin ilgilenmediğini dile getirerek, cenazelerinin Ankara’ya nakli için bizden yardım istedi. Ben kendisine, bizim İstanbul’a döneceğimizi söyleyerek bu iş için yeterli miktarı uzattığımda olağanüstü şaşırdığına şahit oldum. “Benim kim olduğumu bilmiyorsunuz ki?” diyordu. Ben, bunun bir öneminin olmadığını, aynı durumda biz olsaydık, bizim de aynı şeyi yapacağımızı söyledim. İkna olmamış olacak ki “Ben kimim, siz kimsiniz, bu kadar parayı tanımadığınız birine nasıl verebilirsiniz?” deyip duruyordu. “Allah rızası için!” dedim. Bu kez hesap numarası istedi ısrarla; “size ilerde bu miktarı yatırayım” diyordu. Hayır, bu Allah’ın bize emrettiği bir görevdir” dedim; “Bari kimliğimi alın” diye tutturdu. Onu da alamayacağımızı söyleyip “Allah rızası için” yaptığımızı yineleyince, son kez “Adresinizi olsun verin” ısrarında bulundu. Bir telefon numarası vererek oradan şaşkın ve buruk bir yürekle ayrıldık.

Şaşkın ve buruktum; zira yaşadığım şu son olayda, muhatabımla ben aynı dili konuşmuyorduk. “Allah rızası için” gerekçesini bir türlü anlamıyordu. Belli ki hayatında "Allah rızası için” ne bir şey vermiş ne de bir şey almıştı. Ona göre her şeyin dünyevi bir karşılığı olmalıydı; hesap hep burada ve şimdi görülmeliydi. Bu yüzden anlamıyordu bizi; bu yüzden, iki ayrı dili konuşan iki ayrı dünyanın insanları gibiydik.

De ki: Gezip dolaşın yeryüzünü...

“Tevbe edenler, ibadet edenler, hamdedenler, seyahat edenler, rüku ve secde ederek yalnızca Allah’a eğilip Allah huzurunda yere kapananlar, iyi ve yararlı olanı emredip kötü ve zararlı olandan sakındıranlar ve Allah’ın koyduğu sınırları koruyanlar... İşte (bu) mü’minlere müjde ver.” (9. 112)

Görünen o ki, Kur’an, seyahati insan-Allah ve insan-insan ilişkilerinde bir ‘bilgi kaynağı’ olarak öneriyor. Öyle olmasaydı Kur’an’da tam altı yerde “De ki: Gezip dolaşın yeryüzünü...” formunda, tam yedi yerde ise “Yeryüzünde gezip görmezler mi..?” formunda tam 13 yerde “gezip görmeye” çağrı yapılır mıydı:

“De ki: Gezip dolaşın yeryüzünü; görün suçluların feci akıbetini!”(27. 69)

Gelecek yüzyıl islamın yüzyılı olacaktır

İnsanlık tarihinde, sadece 30 yıla iki dünya savaşını ve 60 milyon ölüyü sığdırabilme becerisini gösteren bir başka uygarlık hatırlamıyorum. İlerlemenin ve gelişmenin bedeli buysa, ilerleyen ve gelişen insanlık, erdem, ahlak, adalet ve özgürlük gibi üstün değerler değil; cinayet, vahşet, bencillik, taassup, zulüm ve baskı gibi reziletlerdir.

Tüm Avrupa'da, mevcut demografik verilere göre 2020 yılında nüfusun % 65-70'ini yaşlıların teşkil edeceği tahmin edilmekte. Buna % 10-15 de çocukları ekleyin, söyler misiniz, bir toplumun % 80'ini oluşturan çocuklar ve yaşlıları ilgiden, şefkatten, sevgiden, fedakarlıktan ve vefadan daha çok ne mutlu edebilir?


En son Eyüp Coşkun tarafından Cuma Ekim 02, 2009 11:58 pm tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:39 pm

Toplumları ayakta tutan bireylerinin birbirine duyduğu güven duygusudur. Resulun mübarek ağzında evrenselleşen tanımlamaya dikkat edelim: "Mümin; insanların elinden, dilinden emin olduğu kimsedir." Bu kural toplumsal dinamiklerin dinamosu mahiyetindedir.

Ülkemiz insanların kollektif olarak birbirinin "elinden ve dilinden emin olmadığı" bir sosyolojik yapıya sahip. Bu da doğal bir tefrika sebebi.

Hayır, toplumun tüm tabakalarının aslında ortak birsürü paydaya sahip olduğunu; siyasi, sosyal, bireysel manada müşterek bir anlayış, duruş, bakış sahibi olduğunu söylemeyeceğim.

Anlaşmanın asgari koşulu konuşmaktır. Konuşmanın asgari koşulu ise aynı dili konuşmaktır. Aklı başında aydınların dönüp dönüp söyledikleri gibi birçok meselenin özü ortak bir siyasi, dini, içtimai sözlüğe sahip olmayışımız.

Televizyonlarımız, gazetelerimiz, siyasi dergilerimiz aynı dilden konuşmuyor.

Bir tarafın itikâdi karşılığı bir yana en nihayetinde bir hukuk sistemi olarak ifade ettiği bir sistem birilerinin uykularını el kesme, recm etme, kafa uçurma sahneleriyle bölüyor. (İç işlerine karışma olarak telakki edilmezse bir ingiliz hukukçunun bugünlerde övgüyle bahsettiği sistem: http://www.iht.com/articles/2008/03/...16shariaht.php)

Kimisine göre "tanrı kral", "yarı tanrı kral"lı teokratik devletleri tepkiyi temsil eden bir sistem kimilerine göre posizitivist, marksist dürtülerle ilk önce toplumsal hayatı sonra da insanlık tarihini "hurafe" diye tanımladıkları dinden temizlemenin en sevimli aracı.

Bir tarafın "muhafazakar" olarak adlandırdığı insanlar gereksiz muhafaza dürtülerinden yakınıyor. Öyle bir muhafazakarlık ki evrensel normları yakalamakta siyasal hasımlarının muhafazakar kaygılarına tosluyor. Kim, neyi muhafaza etmeye çalışıyor, muamma.

Böyle olunca politik bir uzlaşı mümkün değil. Bu kavga vatandaşların hayatlarına da intikal eder / ettirilir.

Anayasamız siyasi partileri demokrasinin vazgeçilmez parçası adleder. Cumhuriyetimiz "demokratik" olduğuna göre cumhuriyetimizin vatandaşları için "siyasi parti"ler vazgeçilmez olsagerektir. Ne var ki çok ilginçtir "siyasi" olan herşeyden öylesine çekiniriz. Bu anlaşamazlığımızın zımni itirafıdır.

Semaverli aile toplantılarında ömürlerinde birbirlerine kötü söz bile söylememiş dayı ile enişte ne hikmetse sohbeti "keskin" siyasi bir konuya getirmeyi becerirler. Seslerin yükseldiği büyükbaba devreye girip kızgınca seslenir:

"Ne olur her defasında şunu yapmasanız?"

Yine siyasi simgeleri okullara / üniversitelere / internet sitelerine sokmayız. Bir partiyi bariz biçimde destekliyor olmak öğrenciler arasında "uzak durulası" ve "aşırıya giden" bir durumdur. Destekçi çoğu zaman "...cı çocuk" tanımlamalarına özne olur. Çünkü bu oldukça farklı, sıradışı bir hâldir.

Üzerinde siyasi simge bulunduran bir kamu görevlisi bir kesimin desteklediği siyasi görüşe sahip olmadığını açığa vurarak potansiyel bir tarafgir konumuna düşmüştür. Bu hareketiyle kendi görüşünden olmayanlara haksızlık yapacağını baştan itiraf etmektedir. Şu öngörüye bakar mısınız ? (Mümkünse sahiplerine de)

Sistem bir taraftan demokrasiyi hoşgörü olarak tanımlayıp siyasi partileri demokrasinin vazgeçilmezi olarak ifade ederken bir taraftan "siyasal" olmayı haksız ve taraflı olmakla özdeşleştirmekte.

Elbette herkesin aynı siyasi görüşte, aynı anlayışta mutabık olması; aynı sorunlara sahip olup, aynı çözüm yolları öngörmesi beklenemez. İnsanlar farklıysa insana ait olanlar da farklı olmalıdır. Farklılıklara sahip olmak ihtilaftır. İhtilaf ise mutlak manada kötü değildir.

Burda mesele odur ki insana ait olması gereken farklılıklar; ideolojiler, mezhepler, anlayışlar, partiler insana "sahip" olur.Bu toplumsal tefrikanın, siyasi gerilimlerin, belli aralıklarla kaşınan ayrılıkların kaynağıdır.

İdeolojiler, partiler bir "gerilim ahlakı" öngörmez. "Öteki" son tahlilde yok edilmesi mübah/vacip olan nesnedir.

Çözüm ortadadır.

Anadolu halkı siyasi tercihinde en az elitler kadar rasyonel davranmakta. Kültür genlerine işlemiş olan hoşgörü anlayışı ortada. Tercihlerinden dolayı sığdırılabilecekleri bir hapishane inşa etmekse imkansız. Bir aş istiyor bir de dinlenmek. Bilinmeyenlerin dekarosyon malzemesi olmaktan sıkıldı.

Asıl mesele beyaz Türkler. Gerilimin asıl kaynağı olan bu zümre yıllardır dogmasal olarak gerilim piyasasına sürdüğü ideolojik tanımlamaları, tepeden inme yaklaşımları terketmek zorunda. Eğer malzemeleri rasyonelse kendini aşmak zorundadır; hurafe değilse tartışılabilir olmalıdır. Konuşabilmek ve anlaşabilmek için....
Postalsız ve cübbesiz...

Dua ile...


En son Eyüp Coşkun tarafından C.tesi Ekim 03, 2009 12:06 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:40 pm

Kelimelerin sosyal ilimlerdeki önemi tartışılmaz. Hukuk dünyasında da kelimeler, anlayışları, sistemleri, doktrinleri inşa eden yapıtaşları. Hukuk doktrinirleri makalelerinde tutarlı, anlamlı kelimelerden oluşan ifadeler kullanmalı; kanun koyucu kanun metni için en açık, en anlaşılır kelimeleri seçmelidir.Yargıçlar uyuşmazlıkla ilgili kanaatlerini belirlerken sözleşme veya kanunun lafzındaki ifadelerle bağlıdırlar.

Anayasal bir ilke olan "laiklik" konusunda tanımlamalardaki kelimelerden yola çıkarak tanımlamaların arkasındaki anlayışlarla ilgili değerlendirmeler yapmaya çalışalım.

Anayasa metni bu anlamda açıktır:

"Kimse, Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma veya siyasî veya kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla her ne suretle olursa olsun, dini veya din duygularını yahut dince kutsal sayılan şeyleri istismar edemez ve kötüye kullanamaz." 1

Burada iki noktaya temas edelim.

1. Anayasanın laiklik tanımını "doğru, tartışılmaz, tartışılması teklif dahi edilemez..." olarak gören siyasi çevrelerin bu doktrini açıklamaktaki bir materyali de "din bir vicdan işidir" söylemi. İki söylem bu siyasi çevrelerin karmaşık ve çelişik tavrını sergileyen bir resim çiziyor bana. Bıyık altında "21. yüzyılda değiştir artık bu kafayı diye" insanların kutsallarına yönelik gayriahlaki bir teklif sunan, yarı faşizan, tanımlayıcı/ kalıplara sokucu kontras renklerle dolu bir resim:

"-Ama benim bu saatler içinde namaz kılmam gerekiyor.
- Ne münasebet, devlet düzeni dini kurallara dayandırılamaz. Din bir vicdan işidir "

"Ama ben örtünmenin ilahi bir emir olduğuna inanıyorum.
-Ne münasebet, devlet düzeni dini kurallara dayandırılamaz. Din bir vicdan işidir"

"Ama ben içki içmenin çirkinliğine inanıyorum.
-Ne münasebet, devlet düzeni dini kurallara dayandırılamaz. Din bir vicdan işidir"

"Ama ben sınava başlarken besmele çekince kendimi daha iyi
hissediyorum.
-Ne münasebet, devlet düzeni dini kurallara dayandırılamaz. Boşver zaten, din bir vicdan işidir"

Bir konuda uyuşmazlığa düşmüş iki taraftan birinin "Ben senin için güvenceyim, sana saygılıyım ama ahvalinle ilgilenmem / isteklerini tanımam mümkün değil." Eşitsizler arası diyalog çalışması bu. "Diyalog" demek de doğru değil aslında, bir tarafın talepleri istekleri / arzuları / yaşam tarzı diğer tarafın "tanımamazlığına" tosluyor; talebin içeriği önemsiz. Bilgisayara girilen verilerin geri dönüş cevabı açık ve tek: "No comment"

"Din devleti" olmayan laik devletin bir dini tasavvura sahip olması, gizli resmi bir dini söylemi bulunması ilginç:"Din bir vicdan işidir"...

Alacağımız yanıt belli olduğu için fıkhı boyutunu es geçelim (no comment.) Soru işaretini koyup geçelim; insan merak etmiyor değil; vicdanıyla nasıl namaz kılacağını, vicdanıyla nasıl sadaka vereceğini, vicdanıyla nasıl yardımsever olacağını...

Akla ziyan veren çelişki şurda: Dinin bir vicdan işi olduğunu biliyorsak, "devletin sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa" değiştirecek din kurallarına karşı düştüğümüz bu telaş niye ? Var olmayan kurallardan mı korkuyoruz ?

Öyleyse gelin şunun doğrusunu yazalım; "Din bir vicdan işi olmalıdır" , "Bizim dinimiz bir vicdan dini olsagerek, yani herhalde öyledir", "Dinimiz vicdan dini olsa ne güzel olur"

2. Anayasanın lafzındaki "Kısmen de olsa" ifadesi de önemli. "Kısmen de olsa din kurallarına dayanamaz". Bu ifade geniş yorumlanırsa "dini kurallara ucundan, kıyısından hasbelkader "bulaşmış" düzenlemeler, işlemler, eylemler laikliğe aykırıdır" sonucu çıkarılabilir.

Genişletici yorum (dar olmasına rağmen genişletici) yapabilme konusundaki dehalarından şüphe duymadığımız hukukçularımız birgün şu şekilde yaklaşımlar sergilerse şaşırır mısınız?:

-Kumar oynamamak dini bir hassasiyettir. Kumarhane işletme yasağı laikliğe aykırıdır.

-Borçlar kanununun öngördüğü üzere sözleşmelerin "ahlaka aykırı" konular üzerine akdedilememesi laikliğe aykırıdır. Ahlaki kaygılar din temellidir. 2


-Medeni kanunun "dürüstlük" ve "iyiniyet" hükümleri laikliğe aykırıdır zira "iyinetli ve dürüst olmak" dini ve dogmatik bir kabuldür. 3

-Tüm hukuki doktrinlerimizi çöpe atalım, hepsi laikliğe aykırı. İslam hukukunda kanunilik, şahsa göre ceza, cezasız suç olmaz, kusursuz ceza olmaz, ahde vefa ilkeleri ve benzerleri mevcut, bunları artık kullanamayız.

Tam burda bir de Ergun Özbudun Hocanın duruma evrensel pencereden bakan laiklik tanımını alalım:

"Hukuk kurallarının ve tüm devlet işlemlerinin dinî kurallara uygun olma zorunluluğunun bulunmaması..." 4

Aradığımız bu olsagerek. Çünkü gerek dinin ahlaki / itikatı hükümlerinin gerek hukuki boyuttaki hükümlerinin en maddeci hukuk sistemleriyle müşterekleri mevcuttur. Aksi de henüz mümkün görünmemektedir. Akli, ilmi, yerinde, hukuki olan hukuk kurallarının ve devlet işlemlerinin "kısmen de olsa dini kurallara dayandırmamak" ifadesi yerine "dini kurallara uyma zorunluluğunun bulunmaması" ifadesidir.

__________________________________________________ _______________

1. Anayasa: 24/5
2. Borçlar Kanunu: 20/1
3. Medeni Kanun, Başlangıç Hükümleri
4. İki Laiklik Anlayışı, Zaman, Ergun ÖZBUDUN


En son Eyüp Coşkun tarafından C.tesi Ekim 03, 2009 12:08 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:40 pm

Günler Gördük Asra Bedel...

"Ey oğul, insanı yaşa ki devlet yaşasın..." Ahi Şeyhi Edebalı asırlar öncesinden insanlığa seslenmiş sanki. İnsana atfedilen değer bir alim tarafından öylesine veciz bir şekilde ifade edilmiş Osman Gazi'ye verilen öğütte...

Osmanlı Medeniyeti bu öğüdü tutmuş olacak ki zamanında protestan hasımları Ayasofya'da Katolik külahındansa Osmanlı sarığı görmeyi tercih etmişlerdir. Ceddimiz evrensel bir hayır devleti kurmuştu, elinin ulaştığı yere yalnız hayır götürdü. Osmanlı tarih hahkikatiyle sabit ki hakimiyet aldığı toprakların insanları kendi kültür çarklarında eritme; bilinç/ dil/ tarih/ benlik değerlerini asimile etme fabrikaları kurma yoluna gitmedi. Bilakis hakim olduğu toprakların kültür zenginliğini kendi benliğine kattı.

İki - üç asır hakim olduğu toprakları terketmek zorunda kaldığında geriye Arap halkı, Cezayir halkı, Yunan halkı, Bulgar halk... kaldı. Bu insanların hala benliklerini yitirmeden aynı topraklarda yaşıyor olmaları modern gözlüklerle baktığımızda tam bir mucize.

Bu günün güç odaklarından herhangi bir devletin iki asır herhangi bir toprak parçasına tahakküm ettiğini düşünelim. Kül ve dumandan başka geriye ne kalırdı ifade etmeye gerek var mı bilmiyorum...Fransa'nın Cezayir / Tunus / Fas'ta; İngiltere'nin Hindistan'da , Mısır'da; ABD'nin dişini geçirdiği her yerde, Rusya'nın Türki Cumhuriyet topraklarında, Kafkaslar da izlediği dejenere / öğütme politikaları önümüzde duruyor. Evet, cinayeti gördük, şahid olduk, sahid oluyoruz...

Ahmet Yesevilerin, Mevlanaların, Dede Korkutların memleketinden soruyorlar. Cinayetin en kanlısı belki de oralardaydı. Bugün hala cinayet mahalini bazı kesimlerinde hala doğan çocuğun ağzına süt votka damlatılırmış diyor kara bulutlar. Diyor ya türkü; Ah Asyacan vicdansızlar kanımıza doydular !.. Ah Asyacan yıllarca sana yandım... Asyacan ben nelere dayandım, sen nelere dayandın ?.. Geceden sonraki sabaha şükür Asyacan !.. Bizi kavuşturan Allah'a şükür Asyacan...
---
Hz. Ömer anlatır, bir olaya çok gülerim diye. Ellerimizle putlar yapardık acıkınca da onları yerdik diyor Faruk...

20. Yüzyılda insanlar elleriye ideolojiler yaptı ama ideolojiler onları yedi. Daha güzel bir dünya için yaşasın "izm"ler !..

Öyle anlatıyor Mustafa Akyol:

" 1917’deki Ekim Devrimi’nden sonra Bolşeviklerin ilk işlerinden biri “devrim mahkemeleri” kurmaktı. Lenin’in 5 Aralık 1917’de yayınladığı talimatnamede işin mantığı şöyle açıklanıyordu: “Devrim mahkemelerinin amacı, devrimi korumak, karşı-devrim güçlerine karşı savaşmak… sermayedarların, tüccarların ve din adamlarının sabotajlarına karşı mücadele etmektir.”

Yani bu mahkemeler, Sovyet vatandaşlarının haklarını değil, “devrim”i savunmak için kurulmuştu. “Devrim muhalifi” sayılan vatandaşları da cezalandıracaklardı. " *

Komünizm Allah'tan ve anlamdan kopmuş pozitivist dünyanın en kanlı siyasi ürünlerinden biriydi. Ahlakın, merhametin, mananın olmadığı yerde zûlmün, karanlığın, zorbalığın sözü geçti. "Ahlaki değerlerle denetlenmeyen özgürlükler şere dönmeye mahkumdur" diyor Edward Said. ** Siz bu cümledeki "özgürlük" kelimesini alıp yerine "ideoloji, güç, zafer, insan, makine, silah, kalem, dil, kitap, köşe yazısı, gazete..." koabilirsiniz.

-Tamam kominizm yaşasın, bu devrim karşıtı zavallılar ölsün de, işkence yapmadan öldürsek daha iyi değil mi ?
-Hayır, yaşasın komünizm !..

-Tutsaklar açlıktan ölecek biraz yemek götürsek ?
-Hayır, yaşasın komünizm !..

- Biz burjuvanın diktasından bahsediyorduk, bizim kurduğumuz dikata rejiminin mübarekliği nerden geliyor?
-Sus, konuşma hala ezberleyemedin mi ?: Yaşasın komünizm !..

İdeolojiler insanların mutluluğu için sanmıştık ama bize "insanların mutluluğu dahil herşey ideolojilere kurban olsun" dediler. Kendi elimizle yaptığımız ideolojilere "ait" olmuştuk.

Biz ırkdaşlarımız / dindaşlarımızın / gardaşlarımızın esaretten, o kanlı zulümden kurtulmuş olmasına çok sevindik. Allah bir daha göstermesin o günleri, hep birlikte kendimizi ve dünyamızı geçmişte çok kez yaptığımız gibi barışla, güzellikle, hayırla inşaa edelim inşallah. "Ildızlara varabilmek için" bir olalım, "biz" olalım Allah'ın izniyle.

Sen mahpus damında parlayan yıldız,
Ben sana kol kanat, çileli, yalnız;
Biz etle tırnağız ayrılamayız,
Gözlerinden akan bendim Asyacan..

En son Merhum Aytmatov'un "Gün Olur Asra Bedel" kitabından zûlmün izleriyle, Sarı Özek bozkırıyla, Nayman Ana'yla başbaşa bırakıyorum sizi. Uzun ama bir solukta okunacak, duygu dolu satırlar:

---


En son Eyüp Coşkun tarafından C.tesi Ekim 03, 2009 12:11 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:41 pm

---
Ana-Beyit mezarlığının bir efsanesi, Juan-Juanlar'ın bozkırı işgal ettikleri çağlara dayanan bir hikâyesi vardı: Sarı-Özek'i işgal eden Juan-Juanlar tutsaklara korkunç işkenceler yaparlarmış. İnsanın hafızasını yitirmesine, deli olmasına yol açan bir işkence usulleri varmış. Önce esrin başını kazır, saçları tek tek kökünden çıkarırlarmış. Bunu yaparken usta bir kasap oracıkta bir deveyi yatırıp keser, derisini yüzermiş. Derinin en kalın yeri boyun kısmı imiş ve oradan başlarmış yüzmeye. Sonra bu deriyi parçalara ayırır, taze taze, esirin kan içinde olan kazınmış başına sımsıkı sararlarmış. Böylece sarılan deri, bugün yüzücülerin kullandığı kauçuk başlığa benzermiş. Buna ‘Deri geçirme işkencesi’ derlermiş. Böyle bir işkenceye maruz kalan tutsak ya acılar içinde kıvranarak ölür, ya da hafızasını tamamen yitiren, ölünceye kadar geçmişini hatırlamayan bir mankurt yani geçmişini bilmeyen bir köle olurmuş. Bir devenin boynundan beş-altı kişinin başını saracak deri çıkıyormuş. Bundan sonra, deri geçirilen tutsağın boynuna, başını yere sürtmesin diye, bir kütük ya da tahta kalıp bağlar, yürek parçalayan çığlıkları duyulmasın diye uzak, ıssız bir yere götürürler, elleri ayakları bağlı, aç, susuz, yakan güneşin altında öylece birkaç gün bırakırlarmış. Bu tutsaklar birer mankurt olmadan yakınları bir baskın düzenleyip onları kurtarmasın diye, yanlarına gözcüler koyarlarmış. Açık bozkırda her taraf kolayca görüldüğü için gizlice gelip baskın yapmak kolay olmazmış. Juan-Juanların bir tutsağı mankurt yaptıkları duyulur, öğrenilirse, artık onu en yakınları bile gerek zorla, gerek fidye vererek kurtarmak istemezlermiş. Çünkü bir mankurt, eski vücuduna saman doldurulmuş bir korkuluktan farksız olurmuş onlar için. Sarı-Özek'in kızgın güneşine 'mankurt' olmaları için bırakılan tutsakların çoğu ölür, beş-altı kişiden ancak bir ya da ikisi sağ kalırmış. Onları öldüren açlık ya da susuzluk değil, başlarına geçirilen soğumamış deve derisinin güneşte kuruyup büzülmesi, başlarını mengene gibi sıkıp dayanılmaz acılar vermesiymiş. Bir yandan deve derisi büzülüyor, bir yandan da kazınan saçlar büyüyüp başına batıyormuş. Asyalıların saçları fırça gibi sert olur zaten. Kıllar üste doğru çıkamayınca içeri doğru uzar ve diken gibi batarmış. Bu dayanılmaz acılar sonunda tutsak ya ölür ya da aklını, hafızasını yitirirmiş. Juan-Juanların işkencenin beşinci günü 'sağ kalan var mı?' diye gelip bakarlarmış. Bir teki bile sağ kalmışsa, amaçlarına ulaşmış sayarlarmış kendilerini. Hafızasını yitirmiş tutsağı alır, boynundaki kalıbı çıkarır, ona yiyecek verirlermiş. Köle zamanla kendine gelir, yeyip içerek gücünü toplarmış. Ama o bir mankurt imiş artık ve böyle bir köle, pazarlarda, güçlü-kuvvetli on tutsak değerinde sayılırmış. Hatta Juan-Juanların arasında bir gelenek varmış ki buna göre, aralarında çıkan bir kavgada bir mankurt öldürülürse, bunun için ödenecek bedel, hür bir insanın ölümü için ödenecek bedelden üç kat fazla olurmuş. Bir mankurt kim olduğunun, hangi soydan, hangi kabileden geldiğini, anasını, babasını, çocukluğunu bilmezmiş. İnsan olduğunun bile farkında değilmiş. Bilinci, benliği olmadığı için efendisine büyük avantaj sağlarmış. Ağzı var, dili yok, itaatli bir hayvandan farksız, kaçmayı düşünmeyen, bu yüzden de hiç tehlike arz etmeyen bir köle imiş. Köle sahibi için en büyük tehlike, kölenin başkaldırması, kaçmasıdır. Ama mankurt isyanı, itaatsizliği düşünemeyen tek varlıkmış. Efendisine köpek gibi sadık, onun sözünden asla çıkmayan, başkalarını dinlemeyen, karnını doyurmaktan başka bir şey düşünemeyen bir yaratık… En pis, en güç işleri, büyük sabır isteyen çekilmez işleri gık demeden yaparlarmış. Sarı-Özek'in ıssız, engin, kavurucu çöllerine ancak bir mankurt dayanabileceği için, buralarda deve sürülerini gütme işi onlara verilirmiş. Böyle yitik yerlerde, bir mankurt birkaç kişiye bedelmiş. Yanına yiyeceğini, içeceğini verince, kış demeden, yaz demeden, o ilkel hayata dönüşten dolayı sızlanmayı düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için düşünmeden kalabilirmiş bozkırda. Onun için önemli olan tek şey efendisinin emirlerini yerine getirmekmiş. Açlıktan ölmemesi için yiyecek, donmaması için eski püskü giyecek verdiniz mi, başka bir şey istemezmiş

........

Oğlum! Oğul, balam benim! Her yerde seni arıyorum. Ben senin annenim!

.Ama aynı anda da acı gerçeği anlamıştı. Hıçkıra hıçkıra ağlıyor, tepiniyor, acı gözyaşları döküyordu. Düşmemek için oğlunun omuzlarına asılmıştı. Toparlanmaya, titreyen dudaklarını büzüp susmaya çalıştı ama tutamadı kendini. Oğlu, öylece, kayıtsız duruyordu. Nice zamandır yüreğinden pençesini çekemeyen acılar, şimdi onu yere sermişti. Tutamadığı gözyaşları arasından, gözlerine düşen ağarmış, ıslak saçlarının arasından, gözyaşlarından çamurlaşmış yolun tozunu yüzüne buladığı titrek parmakları arasından, oğlunun yüzüne, görüp tanıdığı yüz hatlarına bakıyordu. Bir an gözgöze gelince onun kendisini tanıyacağını umuyor, bunu bekliyordu. Bir oğulun öz anasını tanımasından daha kolay ne vardı?

........

.Nayman Ana çöktü kaldı oracıkta. Ellerini yüzüne götürdü ve başını yerden kaldırmadan hıçkıra hıçkıra ağlamaya devam etti. Neden sonra biraz toparlandı, kalkıp yine oğlunun yanına gitti. Çobanlık yapan oğlu onu görüyor, başına sımsıkı şapkasının altından ona, hiçbirşey olmamış gibi anlamsız, kayıtsız bakıyordu. Ama, güneşin rüzgarın kavurduğu zayıf yüzünde belli belirsiz bir gülümseme vardı sanki. Yüzü gülümsüyor gibiydi ama gözleri bomboş, pek ilgisizdi.
.Oğlunun yanına gelen Nayman Ana derin bir ah çekerek:
..- Gel şuraya otur biraz konuşalım, dedi.
..Yere oturdular.

.........


- Beni tanıdın mı?
..Mankurt 'hayır' anlamında başını salladı.
..- Adın ne senin?
..- Mankurt.
..- Bu senin şimdiki adın. Eski adın neydi? Asıl adını hatırlamaya çalış bakalım.
..Mankurt sustu. Hiç konuşmuyordu. Ama iki kaşının arasında ter tanelerinin birikmesinden, gözlerinin bir sis perdesi ardında kalmış gibi görünmesinden hatırlamaya çalıştığı belliydi. Hatırlamasını engelleyen kalın bir duvarı aşamadığı da anlaşılıyordu...
..- Peki, babanı hatırlıyor musun? Babanın adı neydi? Kimsin, kimlerdensin? Hiç olmazsa doğduğun yeri memleketini hatırla..
..Hayır, mankurt hiçbirşey bilmiyor, hiçbirşey hatırlamıyordu.
..- Vah yavrum, ne yapmışlar sana!
..Böyle diyen Nayman Ana'nın dudakları acı ve hiddetten titredi, kendini tutamayıp yine hüngür hüngür ağlamaya başladı. Ama mankurt yine öyle kayıtsız duruyordu.
..- Bir insanın elinden malı-mülkü, bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir, diye söylendi, ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi? Ey rızık veren Tanrı! Eğer varsan, insanların aklına böyle bir şeyi nasıl getirirsin? Yeryüzünde zulüm, kötülük az mı ki!

Böyle diyen Nayman Ana, gözlerini mankurt oğlundan ayırmadan, Sarı-Özek'te söylenen o meşhur ağıta başladı. Bu, Sarı-Özek tarihini, kültürünü bilen kişilerin çok iyi hatırlayacağı bir ağıttı. Talihsiz, dertli ananın, Güneşle, Tanrı ile ve kendisiyle ilgili olarak söylediği yakınmalardı. Geleneklere bağlı olanlar onu ezbere bilir ve bugün bile söylerler. Bu ağıtın başlangıç sözleri şöyleydi:

........ Men, batası ölgen boz maya
........ Tulıbın kelip iskegen ...
.........(Ben yavrusu ölen dişi deve, Tulumunu gelip koklayan.)

.Uçsuz bucaksız Sarı-Özek bozkırının ortasında, dertli ana, gönül avutmaz, dert söndürmez ağıtlarını hıçkırıklar arasında söylemeye devam etti.

.Heyhat, mankurtun kılı bile kıpırdamıyordu.

.Nayman Ana oğluna kim olduğunu hatırlatarak değil, söyleyerek, tekrar ederek bildirmeye karar verdi:

........- Senin adın Colamandır. İşitiyor musun?Sen Colamansın. Babanın adı Dönenbay idi. Babanı da hatırlamıyor musun? Küçüklüğünde ok atmayı sana o öğretti. Ben ise senin ananım, sen de benim oğlumsun. Naymanlar kabilesindensin. Anlıyor musun? Sen bir Nayman'sın... (Colaman :"Col=Yol; Aman= Amanlık, sağlık, esenlik". Buna göre ismin anlamı "Yolda esen ol, sağlıklı ol" demek oluyor)

. Mankurt, kadının söylediklerini en küçük bir tepki göstermeden ve umursamadan dinliyordu. Sanki o sözlerinin hiçbir anlamı yoktu. Otlar arasında cırlayıp duran çekirgelerin sesini de böyle dinliyordu.
. Nayman Ana mankurt oğluna sordu:
.- Sen buraya gelmeden önce3 neler oldu?
.- Hiçbir şey olmadı.
.- Gece miydi, gündüz müydü?
.- Hiçbir şey değildi.
.- Kiminle konuşmak isterdin?
- Ay ile konuşmak isterim. Ama birbirimizi işitmiyoruz. Orda oturan biri var.
. - Başka ne isterdin?
. - Efendiminki gibi örgülü saçımın olmasını.
. Nayman Ana elini mankurtun başına uzatarak:
. - Uzat başını da sana ne yaptıklarını göreyim.. dedi.
. Mankurt birden geri çekildi. Şapkasını iyice bastırdı. Başını öbür tarafa çevirmiş, annesinin yüzüne bakmıyordu. Nayman Ana o zaman ona asla başından söz etmemek gerektiğini anladı.

.Bundan sonra, getirdiği yiyeceklerle oğlunun karnını doyurdu, içeceklerden içirdi ve ona ninniler söyledi.
. Mankurt ninniden çok hoşlanmıştı. Rüzgarın sertleştirdiği, güneşin kavurup kararttığı yüzünde tatlı bir yumuşama, bir hoşlanma dalgası görüldü. Onun yüzündeki bu değişmeyi gören ana sevindi, umutlandı ve buraları, Juan_Juan'ları terkedip kendisiyle köylerine, doğup büyüdüğü yere gelmesini istedi ondan. Ama mankurtun aklı almıyordu bunu. Buralardan çekip giderse sürü ne olacakt? Efendisi ona hayvanların yanından ayrılmamasını emretmişti. Efendisi ne söylerse o olurdu, sürüden asla uzaklaşamazdı...
. Tam o sırada, sürünün öbür başında bir Juan-Juan'ın yaklaştığını gördü. Nayman Ana hemen kalktı, kendi devesine bindi ve aksi yöne doğru uzaklaştı.
. Juan_Juanlar kadına yetişemeyeceklerini anlayınca kovalamaktan vazgeçtiler. Onların sürünün başına döndüklerinde mankurtu ölesiye dövdüklerini zavallı ana bilemezdi.
. - Bilmiyorum, annem olduğunu söylüyor.
. - Hayır, annen değil, senin annen yok! Onun buraya niçi,n geldiğin ibiliyor musun? O kadın senin şapkanı çıkarıp başını buğulamak istiyor!

Bu sözleri duyan zavallı mankurtun yüzü korkudan sapsarı oldu. Boynunu omuzlarına çekti, şapkasını iki eliyle tutup başına bastırdı. Ürkmüş yabani bir hayvan gibi etrafına bakındı.

.........

Sarı-Özek'in alacakaranlığı gibi, dinmeyen yürek acılarıda, Nayman Ana'nın yüzünden okunuyordu.

.- Colaman! Colaman! Neredesin oğlum? diye bağırdı Nayman Ana.

.Nayman Ana merakla her tarafa göz gezdirirken, mankurt oğlunun bir devenin ardında diz çökmüş, yayını germiş, ok atmaya hazır beklediğini göremiyordu. Mankurtun gözüne güneş ışığı düşüyor ve bu yüzden tam nişan alabilmek için uygun anı bekliyordu.

.Oğlunun başına bir şey gelmiş olmasından korkan Nayman Ana ise seslenmeye devam etti:
.- Colaman! Oğlum!
.Nayman Ana birden eğerin üstünde döndü ve oğlunun kendisine nişan aldığını gördü.
.- Dur! Atma!
.Ancak bunu diyecek kadar zamanı olmuştu. Fırlatılan ok vınlayarak sol böğrüne saplanmıştı bile!
.Darbe öldürücüydü. Beyaz yazması düştü başından. Ve beyaz bir kuş olup havalandı. Ana'nın ağzından çıkan son sözleri tekrar ede ede gökyüzüne uçtu gitti: "Adını hatıla! Kim olduğunu hatırla!Babanın adı Dönenbay! Dönenbay! Dönenbay!"

.Sarı-Özek'te Nayman Ana'nın gömüldüğü yere Ana Beyit (Ana'nın yattığı yer) diyorlar. Mezarlığın adı bundan geliyor...

__________________________________________________ ______________


* Bu Mülkün Temeli Adalet Değil, Mustafa Akyol
** Doğru Değil, Alev Alatlı


En son Eyüp Coşkun tarafından C.tesi Ekim 03, 2009 12:14 am tarihinde değiştirildi, toplamda 1 kere değiştirildi
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:41 pm

Kader bu ya, ansızın karşıma çıktın. Ansızın...Kafamı zamanın geçmezliğine gömmüşüm. Kalın kitapların duvarlarına hapsolmuşum. Ve aniden retina tabakasına düştün.Yeniden sen...

Biraz şaşkınlık, fazlaca korku...Yine korku..

Orhan Velinin kelimelerin kifayetsizliğini çok önceden haber vermişti. Hakkı var, bu karşılaşmayı kelimelere sığdırmak namümkün.

Bana bakıyorsun, bense gözlerine bakamadım, baksam da göremem diye düşündüm belki de. Bakmak bir şey değil, ya bir adım ötesi...Karşında korkudan erirken gözlerine bakmak cüret sınırlarını aşmaktı.

Sanki bir şeyler fazlaydı üzerinde, olduğundan daha fazla... Sana fazlalık olmaktan çekindim belki de, ayaklarına dolanmaktan. Hayal ettim, ya benim kadar büyük olsaydın...

Hep korkardım, küçüklüğümden beri...Islak sonbahar ikindilerinde yağmur kokan sarı havalarında hep seni gözledim, her taşın altında...Bulmak için değil aslında...Hiçbir şey bilmezken...Hiçbir şeyle tanışmamış, her şeye uzak kalmışken. Cahildim ama cesur değil, korktum...

Sen, yaprak döküntüleri arasında; sonbahar ıslaklığında sen...Topumun kaçtığı o sarımsı bahçede.

Seni yakalamak mı? Mümkün mü bu? Düşünmedim bile.. O kadar hızlıydın... En iyisiydi çekip gitmek.İtiraf ediyorum, aslında kaçıp gitmek..İtiraf ediyorum çok korktum.

10 yaşımdayım.

Koşup gelmişiz okuldan. “Koşmak” o coşkuyu tanımlamadı biliyorum fakat benim sözcük dağarcığımdan bu kadar. Çocuktum dedim ya, siz anlayın beni...

Sokakta oyun oynuyoruz. Bir mavi kames top, dört büyük taş, yedi-sekiz kafa dengi küçük delikanlı, spor ayakkabılar... Oyunun en önemli ve tek önemli kuralı var: topu bahçeye kaçırmamak.

Anlamsız kurallardan hiç hoşlanmamışımdır; bir vole, top bahçede. Çatılan kaşlar altındaki uyarıcı gözler de üzerimde. Evet belki tehlikeli bir görev ama serde erkeklik var, tek kişilik operasyon başlar. Kimseye görünmeden topu dışarı çıkarmak...

Bahçe duvarı engelini geçmek kolay olmadı, duvarın diğer tarafına geçip topu almak için eğildim. Evet ilk tanışmamız... İlk çekingeçliğim, ilk kaçıp gitmem....

Koşarak, apansız....

Ve o an, ayağım takılır ve ben alnımı kapının en olmadık yerine isabet ettirerek düşerim. Senden bir hatıradır alnımdaki geçmeyen, geçmeyesi iz...İnsanlara koştum dedim, arkamı döndüm ve koştum. Kimden kaçtın dediler, sen diyemedim...



Evet, şimdi karşımdasın. Tam karşımda, hani dokunsam uzanacağım...Dokunamam ya...

Evet, dokunamam, dedim ya korkarım.

Evet ,senin karşında hala cesur değilim. Ama değişen de en az bir şey var: artık cahil de değilim. Ayrıca burası da bahçe değil, burası düpedüz ev. Düpedüz masa başındayım.

Artık bu kadarı fazla, insan korktuğuyla da kavga eder unutma !.. Hele de başka seçeneği yoksa.

Bu saçmalığa son vermenin tam zamanı...Koşarak diğer odaya gittim.

Geri dönüş....

Fırtına öncesi sessizlik ve işte fırtına...

İşte seni bu kez mağlup ettim, işte bu kez rüzgarlara verdim korkunu.Artık ebediyette karşılarız belki...

Elektrik süpürgesini aldım ve seni içine çektim.Gözlerine bakmadan...

Umarım oradan da çıkmazsın kırkayak.

Dua ile...
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:41 pm

Eğitim hayat boyu süren bir sürecin adıdır. Bireylerin "şahsiyet" olduğu bu süreçte öğrenilenler insanın kendisiyle, diğer insanlarla, toplumla ilişkilerini belirleyen vicdan, ahlak, fazilet değerlerini şekillendirir.

Eğitim bilimi kitaplarında formal ve informal eğitimden bahsedilir. Formal eğitimde "planlılık" sözkonusudur. Okullarda verilen eğitim formal eğitim kategorisine girer. İnformal eğitimin plansız olmakla birlikte daha kapsamlı bir alanı kapsadığını söyleyebiliriz. Bu süreçte kainatın her zerresi birer öğretmendir. Herşey ve herkes okunası, anlanası, öğrenilesi veriler sunar düşünce dünyamıza.

Anaokulu, ilköğretim, ortaöğretim süreçlerinden sonra üniversite eğitimi meslek seçiminde belirleyici faktördür. Bunun yanında meşhur tabiriyle "ekmek kapısı"dır üniversitelerimiz. Bunun içindir ki "üniversiteliler bile iş bulamaz oldu"ğu için zaman zaman gözden düşer yüksek öğretim kurumları.

Biz biz gibi düşünmeyeli çok oldu. Tasavvurlarımız, kullandığımız kelimeler, kanaatlerimiz adeta görünmez bir çember içinde tutsak. Modernizm çemberi... Çok para kazanma arzusunun; kariyer sahibi olma, toplum nezdinde yüksek bir sosyal statüye sahip olma hırsının daralttığı bir çember.

Bu çemberin sıktığı dimağların okuyacağı üniversite seçiminde "Hangisinde daha çabuk iş bulabilirim ?" kaygısıyla, "Hangi daha havalıdır ?" düşüncesiyle hareket etmesine şaşmamalı. Burada temel sorunun ilme, fikre aydınlar ve toplum nazarında ne kadar değer verildiğiyle alakalı olduğunu söyleyebiliriz.

Hani iyi kalpli öğretmenlerimiz sınıfın amiyane tabirle "döküldüğü" sınavlarda öğrencileri "Sınav sonuçlarını önemsemeyin, mühim olan öğrenebilmek" diyerek teselli etmeye çalışırdı. Fakat ,sistem öğretmenler gibi düşünmediğinden olacak, kabul etmek lazım ki öğrencilere gösterilen havuç genelde "öğrenmek" değil "başarı" olmuştur.

Aynı anlayışın üniversite eğitiminde de hakim olduğunu söylemek çok yanlış olmaz.Anfi salonları öğrencilerin hasbel kader "bu konuyu başka bir kitaptan araştırın" lı cümleler kuran hocalara içinden, sessizce, yüzüne karşı yaptıkları isyanlara şahittir. Sınavda çıkandan fazlasını öğretmek / öğrenmek hep garip karşılanır çünkü. İnsanların kendi alanlarındaki birikimlerini, tecrübelerini zenginleştiren, bununla birlikte ciddi bir bedel gerektiren ekstradan her okuma, her araştırma, her sivil çalışma sanki tarafların hocalar ve öğrenciler olduğu gizli bir "nemelazım" sözleşmesiyle yasaklanmıştır. Sınavda çıkan sorulara yakın konuların işlendiği notlar bunun için daha çok dolaşır ellerde.

Meslek hayatımızda da yukardaki durumdan farklı bir tutumumuz olmuyor galiba. Kitap okumayan tarih öğretmeni, dergi takip etmeyen hukukçu, arkadaşlarıyla ilmi istişarelerde bulunmayan ilahiyatçı "ben zaten biliyorum / bu kadarı bana kafi" ön kabulüne dayanıyor olmalı.

Velhasıl herşeyi baştan düşünmemiz gerekiyor.Tüm bu yanlış kanaatlerin düzelmesinin yolu başta eğitime, ilme, eğitimciye, ilim talibine yüklediğimiz anlamları gözden geçirmekle mümkün olacaktır.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:42 pm

Cuma Namazı

CUMANIN VÜCUBUNUN ŞARTLARI
195- Cumanın bir kimseye farz olabilmesi için, onda şu altı şartın bulunması şarttır:
1) Erkek olmak: Bunun için cuma namazı erkeklere farzdır, kadınlara farz değildir.
2) Hürriyet: Bu bakımdan cuma namazı kölelere farz değildir. Bir sözleşmeye bağlı olarak kısmen hür olan (mükateb gibi) kölelere farzdır.
3) İkamet: Dinî hüküm bakımından misafir (yolcu) sayılan kimselere cuma namazı farz değildir. Sefer ve misafirlik bahsine bakılsın.
4) Sıhhat: Hasta olduğundan cuma namazına çıktığı takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimseye cuma namazı farz değildir. Yürümeye takati olmayan çok yaşlı kimseler de bu hükümdedirler. Hasta bakıcısı da böyledir, eğer camiye gidince hastanın zarar göreceğinden korkuyorsa, ona da cuma farz olmaz.
5) Gözlerin sağlıklı olması: Onun için gözleri kör olanlara cuma namazı farz değildir. Böyle körleri camiye götürüp getirecek kimseleri olsa da, İmamı Azam'a göre yine ona cuma farz olmaz. Fakat iki imama göre, her iki gözü görmeyen kimseyi camiye götürüp getirecek bir adam varsa, o zaman böyle körlere de cuma farz olur.
6) Ayakların sağlıklı olması: Kötürüm veya ayakları kesilmiş olan kimselere cuma namazı farz değildir. Kendilerini yüklenecek kimseleri bulunsa da hüküm aynıdır.
Düşman korkusu, şiddetli yağmur, fazla çamur ve benzeri engeller de, cuma namazına gidilmemesini mubah kılan özürlerdendir.
Bununla beraber bu altı şartı taşımayan kimseye her ne kadar cuma namazı farz değilse de, gidip cuma namazını kılacak olsa, vaktin farzını yerine getirmiş olur. Kadınların veya âmâ ve benzeri özrü olan kimselerin cuma namazını kılmaları gibi. Artık bunlar o günün öğle namazını ayrıca kılmakla yükümlü değillerdir.


CUMANIN EDASININ ŞARTLARI
196- Cumanın edası için şu altı şart vardır:
1) Cuma namazını bulunulan yerdeki idarecinin veya onun göstereceği kimsenin kıldırmasıdır. Şöyle ki: Cuma namazını en büyük idareci veya onun izni ile diğer bir şahıs kıldırmalıdır. İdareci veya onun görevlendirdiği bir şahıs bulunmayan bir yerde, müslüman cemaatın tayini ile içlerinden biri cuma namazını kıldırabilir. İslam hükümlerinin uygulanmadığı (daru'l-harb gibi) yerlerde cuma namazı böyle kılınır.
2) Hutbe okumaya izin, namaz kıldırmaya da izindir. Aksi de böyledir. Bu her iki görevi yapmaya yetkili olan zat, bir özür olsun, olmasın, yerine başkasını tayin edebilir. Başkasını tayin için kendisine yetki verilmemiş olsa da yine yapabilir. Fakat hatibin huzurunda izin almaksızın başkasının hatiblik görevini yapması caiz değildir.
3) Genel izindir. Belli bir yerde müslümanların toplanıp cuma namazını kılmaları için idareci tarafından müsaade edilmiş olmalıdır. Bazı şahıslara özel bir şekilde tayin edilen ve kapısı başkalarına kapatılan yerlerde cuma namazını kılmak caiz olmaz. Fakat mabedin kapısı açık bırakılarak insanların girmesine izin verildiği takdirde, başkaları gelmemiş olsa da, cuma namazları sahih olur.
4) Vaktin devamıdır. Şöyle ki: Cuma namazını kılabilmek için öğle vakti devam etmek üzere olmalıdır. Bu vakit çıktı mı, artık cuma namazını kılmak veya kaza etmek caiz olmaz. O günün öğle namazı da kılınmamış ise, yalnız onu kaza etmek gerekir.
Daha cuma namazı kılınmakta iken vakit çıkacak olsa, yeniden öğle namazını kaza olarak kılmak gerekir.
(İmam Malik'e göre, cuma namazı öğle vakti çıktıktan sonra da kılınabilir. İmam Ahmed'den bir rivayete göre de, cuma namazı zeval vaktinden önce de kılınabilir.)
5) Cemaat bulunmasıdır. Şöyle ki: Cuma namazı için cemaatın en az mikdarı, imamdan başka üç kişidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, imamdan başka iki kişidir.
(İmam Malik'den bir rivayete göre otuz, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in mezheblerine göre de kırk kişidir.)
Cemaatın aklı yerinde ve erkek olması ve en az bu üç kişinin birinci secdeye kadar hazır bulunması da İmam-ı Azam'a göre şarttır. Buna göre yalnız kadınların veya çocukların cemaatiyle veya birinci secdeden önce dağılıp da azınlıkta kalan cemaatle cuma namazı kılınamaz.
Cemaatın huzuru, iki İmama göre tahrimeye kadar şarttır. İmam Züfer'e göre, hiç olmazsa ka'dede teşehhüd mikdarı duruncaya kadar cemaatın hazır bulunması şarttır. Cemaat bundan önce dağılacak olsa, geriye kalan bir veya iki kişinin öğle namazını kılması gerekir. Cemaatın mukim veya hür olmaları şart değildir. Öyle ki, misafir veya köle olan bir müslüman cuma namazını kıldırabilir.
6) Cumanın farz olan namazından önce hutbe okumaktır. Şöyle ki: Vaktin girmesinden sonra mevcut cemaatın huzurunda bir hutbe okunması gerekir. Bunun içindir ki, hutbe okunurken cemaat bulunmayıp da sonradan namazda bulunacak olsalar, namazları caiz olmaz.
* Cemaatin hutbeyi işitmesi şart değildir. Sadece hazır bulunmaları yeterlidir. Hutbe esnasında bir mükellef erkeğin, misafir olsa dahi, bulunması yeterli görülmektedir.
Cuma hutbesinin rüknü, İmamı Azam'a göre, Allah'ı zikirden ibarettir. Onun için hutbe niyeti ile yalnız: "Elhamdü lillah" yahut "Sübhanallah" yahut "La ilahe illalah" denilecek olsa, yeterli olur. İki İmama (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre, hutbe denilecek derecede uzunca bir zikirden ibarettir. Bunun en az olan derecesi, Tahiyyat mikdarı hamd ve Salavat ile müslümanlara duadır.
* Hutbenin vacibleri, hatibin taharet üzere bulunması, avret sayılan yerlerin örtülü olması ve hutbeyi ayakta okumasıdır.
Hutbenin sünnetleri de, hutbeyi iki kısma ayırmak ve bunlar arasında bir tesbih veya üç ayet okunacak kadar bir zaman oturmaktır. Bu bakımdan buna iki hutbe denir. Bu iki hutbeden her biri hamdi, kelime-i şehadeti, salât ve selâmı kapsamalı. Birinci hutbe, bir ayetin okunması ile insanlara öğüt vermeyi, ikinci hutbe de müslümanlara duayı kapsamalıdır. Ayrıca imamın sesi, ikinci hutbede olan birinci hutbedekinden daha hafif olmalıdır. İşte bunlar hutbenin sünnetlerindendir.
* Her iki hutbeyi uzatmamak da sünnettir. Hatta hutbeyi "Hücurat" süresi ile "Büruc" süresine kadar olan sürelerin herhangi birinden uzunca okumak, özellikle kış mevsiminde, mekruhtur. Cemaatı bıktırmak uygun değildir. Cemaatın acele görülecek işleri olabilir. Onları camide fazla tutmak, cuma namazlarına devamlarına engel olacağından yersiz bir iş olur. Hatib olan şahıs bunları düşünmelidir. Sözlerinin sonu, önceki sözleri unutturacak ve kıymetten düşürecek şekilde hutbesi uzun olmamalıdır. Hutbenin kısa ve cemaata faydalı bir tarzda hazırlanması, hatibin ehliyet ve faziletine delildir. Bu konudaki bir hadisi şerifin anlamı şöyledir:
"Namazının uzun, hutbesinin kısa olması bir kimsenin anlayışlı bir din alimi olduğunun alametidir. Artık namazı (cemaata ağır gelmeyecek şekilde) uzatınız, hutbeyi de kısa okuyunuz. Gerçekten bazı sözler, sihir gibi kalbleri etkiler"
İşte böylece hutbeler, belâgat ve mana bakımından ruhları kazanacak bir halde bulunmalıdır.
Ashabı kiramdan (Câbir bin Semüre'den) rivayet edildiğine göre, Peygamber efendimizin namazı da, hutbesi de orta bir halde idi. Çok kısa ve çok uzun olmaktan beri idi.
* Hatib, ezan okunup tamamlanıncaya kadar minberde oturur. Sonra ayağa kalkar. Sonra gizlice "Euzü" çekerek aşikâra hamd ve sena'da bulunur. Hutbesini cemaata karşı söyler. Savaşla alınmış bir beldede hatib sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbesini okur. Bu durum İslamın gücünü, İslam mücahidlerinin dayandıkları kuvveti hatırlatır. Milletin kahramanlığını arttırır. Hutbe bitince ikamet yapılır. Bunlar da hutbenin sünnetlerindendir. Hatibin hutbe sünnetlerini gözetmemesi veya dünyalık konuşmalarda bulunması mekruhtur.
7) Cuma namazının bir beldede veya belde hükmünde bulunan bir yerde kılınmasıdır. Beldeden maksad, valisi, hakimi, yolları ve mahalleleri bulunan herhangi bir şehirdir. Bu beldeye bitişik olup asker toplamak, at bağlamak, silah atmak, cenaze namazı kılmak, ölüleri gömmek gibi beldenin ihtiyaçlan için hazırlanmış olan yerler de, belde hükmündedir. Bu yerlere "Fina-i belde" denilir. Onun için bir belde camilerinde cuma namazı kılınabileceği gibi, böyle yerlerde de kılınabilir. Önceleri şehirlerin dışında böyle namaz kılma yerleri (Musallâ) vardı. Halk cuma ve bayram günlerinde orada toplanarak namazlarını kılarlardı. Böylece beraberliklerini, güçlerini ve hakka olan bağlılıklarını göstermeye çalışırlardı. Öyle ki, İmamı Azam'a göre, bir beldede yalnız bir camide veya bir Musallâ'da cuma namazı kılınır, birkaç camide kılınmaz.
Fakat İmam Muhammed ve İmamı Azam'dan diğer bir rivayete göre cuma namazı, bir beldede bulunan birçok camilerde kılınabilir. Doğru olan da budur. Uygulama da böyle yapılmaktadır.
İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, şehirde ancak iki yerde cuma namazı kılınabilir. Diğer bir rivayete göre de, aralarında bir ırmak bulunmadıkça iki yerde de cuma namazı kılınmaz.
Cuma namazının birçok camide kılınmasını caiz görmeyenlere göre, bir beldede kılınan birçok cuma namazlarından hangisine daha önce tekbir alınarak başlanmışsa o namaz sahih olur, diğerleri olmaz.
İşte böyle bir ihtilaftan kurtulabilmek içindir ki, cumanın dört rekat son sünnetinden sonra "Zühri ahîr" adı ile dört rekat namaz daha kılınmaktadır. Şöyle ki: "Vaktine yetişip henüz üzerimden düşmeyen son öğle namazına" diye niyet edilir ve tam öğle namazının dört rekat farzı veya dört rekat sünneti gibi, dört rekat namaz kılınır. Daha iyisi sünnet namazı şeklinde kılmaktır. Çünkü cuma namazı sahih olmamışsa, bu dört rekat ile o günün öğle namazı kılınmış olur. Bu namazın son iki rekatına ilave edilen sure ve ayetler, farzın sıhhatine zarar vermez. Eğer cuma namazı sahih olmuşsa, bu dört rekat kazaya kalmış bir öğle namazı yerine geçer. Kazaya kalmış böyle bir namaz bulunmayınca da nafile bir namaz olur.
Sonuç: Bu şekilde namaz kılınması ihtiyata uygun olduğundan, alimlerin çoğu tarafından güzel görülmüştür. Şafiî alimlerinden bir çokları da bunu uygun görmektedirler. Çünkü İmam Şafiî'ye göre de, bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma namazı geçerlidir, diğer cuma namazları sahih olmaz. O halde cuma namazına daha sonra başlamış olanların öğle namazını kılmaları gerekir.
Bununla beraber bu uygulama bir içtihad meselesi olduğundan İmam Şafiî Hazretleri, Bağdad'da birçok camide cuma namazının kılındığını gördüğü halde buna itiraz etmemiştir.

----
Cumanın farz olması için bâzı şartlar olduğu gibi, sahih olması için de bâzı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır: 1 - Cumayı öğle vaktinde kılmak. 2 - Namazdan evvel hutbe okunmak. 3 - Cuma kılınan yer, herkese açık olmak. Muayyen kişileri içeriye alıp sonra kapısı kilitlenen bir Camide Cuma kılınmaz. 4 - İmamdan başka en aşağı 3 erkek cemaat bulunmalıdır. Bu sayı, İmam Mâlik'de 30; Şâfiî'de 40 kişidir. Ebû Yûsuf'a göre ise iki erkek cemaat de kâfidir. 5 - Cuma namazını kıldırmak için vazife sahibi, yani, Cumayı kıldırmaya resmen izinli bir kimse bulunmalıdır. Eğer yetkili bir kimseden izin alınmış olmaz da Müslümanlar da namaz için toplanmış bulunurlarsa, içlerinden birini imam yaparak Cumayı kılabilirler. 6 - Cuma kılınacak yer, şehir veya şehir hükmünde olmalı. Şehrin ne demek olduğu müctehidler arasında ihtilâflıdır. Daha sonraları köylerde bile, Cuma namazının kılınabileceği hükme bağlanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığının da bu konuda izni vardır. Bir camiye cemaat sığmadığı takdirde, o beldedeki sair camilerde de Cuma namazı kılınabilir. Fakat müteaddit yerlerde kılınamıyacağını söyleyen fakihler de vardır. Bunlara göre, bir beldede ilk kılınmaya başlanan Cuma namazı sahih, diğer yerlerde kılınan Cumalar ise fâsiddir. Bu durumda cemaate öğle namazını kılmak vâcib olur. Sıhhatli olan görüş, Cumanın muhtelif camilerde kılınabileceği görüşüdür

Kaynak: Halil Günenç

-----------

Cum'a namazı farz olmak için iki türlü şartı vardır:
1 - Edâ şartları, 2 - Vücub şartları. Edâ şartlarından biri noksan olursa namâz kabûl olmaz. Vücub şartları bulunmazsa kabûl olur.
Edâ, ya'nî Cuma namazının sahîh olması için şartları yedidir:
1 - Namazı şehirde kılmak (Şehir: Cemâati en büyük camie sığmayan yer demektir.) 2 - Devlet reisinin veya vâlinin izni ile kılmak. Bunların tayin ettiği hatib, kendi yerine başkasını vekil edebilir. 3 - Öğle namazının vaktinde kılmak. 4 - Vakit içinde hutbe okumak. [Âlimler, Cum'a hutbesini okumak, namaza dururken (Allahü ekber) demek gibidir dedi. Ya'nî iki hutbeyi de, yalnız arabca okumak lâzımdır. Hatib efendi, içinden Eûzü okuyup, sonra yüksek sesle, hamd ve senâ ve kelime-i şehâdet, salât-ü selâm okur. Sonra, vaâz ya'nî sevâba, azâba sebeb olan şeyleri hatırlatır ve âyet-i kerîme okur. Oturup kalkar. İkinci hutbeyi okuyup, vaâz yerine, mü'minlere düâ eder. Dört halîfenin adını söylemesi müstehabdır. Hutbeye dünya sözü karıştırmak haramdır. Hutbeyi, nutuk ve konferans şekline sokmamalıdır. Hutbeyi kısa okumak sünnettir. Uzun okumak mekrûhdur.] 5 - Hutbeyi namazdan önce okumak. 6 - Cuma namazını cemâat ile kılmak. 7 - Câmi kapılarını herkese açık tutmak.
Cuma namazının vücûb şartları dokuzdur:
1 - Şehirde, kasabada oturmak. Müsafirlere farz değildir. 2 - Sağlam olmak, hastaya, hastayı bırakamıyan bakıcıya ve ihtiyarlara farz değildir. 3 - Hür olmak. 4 - Erkek olmak. Kadınlara farz değildir. 5 - Âkıl ve bâliğ olmak. 6 - Kör olmamak. Yolda götüren olsa bile, a'mâ olana farz değildir. 7 - Yürüyebilmektir. Nakil vâsıtası olsa bile felçliye, ayaksıza farz değildir. 8 - Hapsedilmiş olmamak ve düşman korkusu, hükûmetten, zâlimden korkusu olmamak. 9 - Fazla yağmur, kar, fırtına, çamur ve soğuk olmamak
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:42 pm

Cuma Namazı

CUMANIN VÜCUBUNUN ŞARTLARI
195- Cumanın bir kimseye farz olabilmesi için, onda şu altı şartın bulunması şarttır:
1) Erkek olmak: Bunun için cuma namazı erkeklere farzdır, kadınlara farz değildir.
2) Hürriyet: Bu bakımdan cuma namazı kölelere farz değildir. Bir sözleşmeye bağlı olarak kısmen hür olan (mükateb gibi) kölelere farzdır.
3) İkamet: Dinî hüküm bakımından misafir (yolcu) sayılan kimselere cuma namazı farz değildir. Sefer ve misafirlik bahsine bakılsın.
4) Sıhhat: Hasta olduğundan cuma namazına çıktığı takdirde hastalığının artmasından veya uzamasından korkan kimseye cuma namazı farz değildir. Yürümeye takati olmayan çok yaşlı kimseler de bu hükümdedirler. Hasta bakıcısı da böyledir, eğer camiye gidince hastanın zarar göreceğinden korkuyorsa, ona da cuma farz olmaz.
5) Gözlerin sağlıklı olması: Onun için gözleri kör olanlara cuma namazı farz değildir. Böyle körleri camiye götürüp getirecek kimseleri olsa da, İmamı Azam'a göre yine ona cuma farz olmaz. Fakat iki imama göre, her iki gözü görmeyen kimseyi camiye götürüp getirecek bir adam varsa, o zaman böyle körlere de cuma farz olur.
6) Ayakların sağlıklı olması: Kötürüm veya ayakları kesilmiş olan kimselere cuma namazı farz değildir. Kendilerini yüklenecek kimseleri bulunsa da hüküm aynıdır.
Düşman korkusu, şiddetli yağmur, fazla çamur ve benzeri engeller de, cuma namazına gidilmemesini mubah kılan özürlerdendir.
Bununla beraber bu altı şartı taşımayan kimseye her ne kadar cuma namazı farz değilse de, gidip cuma namazını kılacak olsa, vaktin farzını yerine getirmiş olur. Kadınların veya âmâ ve benzeri özrü olan kimselerin cuma namazını kılmaları gibi. Artık bunlar o günün öğle namazını ayrıca kılmakla yükümlü değillerdir.


CUMANIN EDASININ ŞARTLARI
196- Cumanın edası için şu altı şart vardır:
1) Cuma namazını bulunulan yerdeki idarecinin veya onun göstereceği kimsenin kıldırmasıdır. Şöyle ki: Cuma namazını en büyük idareci veya onun izni ile diğer bir şahıs kıldırmalıdır. İdareci veya onun görevlendirdiği bir şahıs bulunmayan bir yerde, müslüman cemaatın tayini ile içlerinden biri cuma namazını kıldırabilir. İslam hükümlerinin uygulanmadığı (daru'l-harb gibi) yerlerde cuma namazı böyle kılınır.
2) Hutbe okumaya izin, namaz kıldırmaya da izindir. Aksi de böyledir. Bu her iki görevi yapmaya yetkili olan zat, bir özür olsun, olmasın, yerine başkasını tayin edebilir. Başkasını tayin için kendisine yetki verilmemiş olsa da yine yapabilir. Fakat hatibin huzurunda izin almaksızın başkasının hatiblik görevini yapması caiz değildir.
3) Genel izindir. Belli bir yerde müslümanların toplanıp cuma namazını kılmaları için idareci tarafından müsaade edilmiş olmalıdır. Bazı şahıslara özel bir şekilde tayin edilen ve kapısı başkalarına kapatılan yerlerde cuma namazını kılmak caiz olmaz. Fakat mabedin kapısı açık bırakılarak insanların girmesine izin verildiği takdirde, başkaları gelmemiş olsa da, cuma namazları sahih olur.
4) Vaktin devamıdır. Şöyle ki: Cuma namazını kılabilmek için öğle vakti devam etmek üzere olmalıdır. Bu vakit çıktı mı, artık cuma namazını kılmak veya kaza etmek caiz olmaz. O günün öğle namazı da kılınmamış ise, yalnız onu kaza etmek gerekir.
Daha cuma namazı kılınmakta iken vakit çıkacak olsa, yeniden öğle namazını kaza olarak kılmak gerekir.
(İmam Malik'e göre, cuma namazı öğle vakti çıktıktan sonra da kılınabilir. İmam Ahmed'den bir rivayete göre de, cuma namazı zeval vaktinden önce de kılınabilir.)
5) Cemaat bulunmasıdır. Şöyle ki: Cuma namazı için cemaatın en az mikdarı, imamdan başka üç kişidir. İmam Ebû Yusuf'a göre, imamdan başka iki kişidir.
(İmam Malik'den bir rivayete göre otuz, İmam Şafiî ile İmam Ahmed'in mezheblerine göre de kırk kişidir.)
Cemaatın aklı yerinde ve erkek olması ve en az bu üç kişinin birinci secdeye kadar hazır bulunması da İmam-ı Azam'a göre şarttır. Buna göre yalnız kadınların veya çocukların cemaatiyle veya birinci secdeden önce dağılıp da azınlıkta kalan cemaatle cuma namazı kılınamaz.
Cemaatın huzuru, iki İmama göre tahrimeye kadar şarttır. İmam Züfer'e göre, hiç olmazsa ka'dede teşehhüd mikdarı duruncaya kadar cemaatın hazır bulunması şarttır. Cemaat bundan önce dağılacak olsa, geriye kalan bir veya iki kişinin öğle namazını kılması gerekir. Cemaatın mukim veya hür olmaları şart değildir. Öyle ki, misafir veya köle olan bir müslüman cuma namazını kıldırabilir.
6) Cumanın farz olan namazından önce hutbe okumaktır. Şöyle ki: Vaktin girmesinden sonra mevcut cemaatın huzurunda bir hutbe okunması gerekir. Bunun içindir ki, hutbe okunurken cemaat bulunmayıp da sonradan namazda bulunacak olsalar, namazları caiz olmaz.
* Cemaatin hutbeyi işitmesi şart değildir. Sadece hazır bulunmaları yeterlidir. Hutbe esnasında bir mükellef erkeğin, misafir olsa dahi, bulunması yeterli görülmektedir.
Cuma hutbesinin rüknü, İmamı Azam'a göre, Allah'ı zikirden ibarettir. Onun için hutbe niyeti ile yalnız: "Elhamdü lillah" yahut "Sübhanallah" yahut "La ilahe illalah" denilecek olsa, yeterli olur. İki İmama (İmam Ebû Yusuf ve İmam Muhammed'e) göre, hutbe denilecek derecede uzunca bir zikirden ibarettir. Bunun en az olan derecesi, Tahiyyat mikdarı hamd ve Salavat ile müslümanlara duadır.
* Hutbenin vacibleri, hatibin taharet üzere bulunması, avret sayılan yerlerin örtülü olması ve hutbeyi ayakta okumasıdır.
Hutbenin sünnetleri de, hutbeyi iki kısma ayırmak ve bunlar arasında bir tesbih veya üç ayet okunacak kadar bir zaman oturmaktır. Bu bakımdan buna iki hutbe denir. Bu iki hutbeden her biri hamdi, kelime-i şehadeti, salât ve selâmı kapsamalı. Birinci hutbe, bir ayetin okunması ile insanlara öğüt vermeyi, ikinci hutbe de müslümanlara duayı kapsamalıdır. Ayrıca imamın sesi, ikinci hutbede olan birinci hutbedekinden daha hafif olmalıdır. İşte bunlar hutbenin sünnetlerindendir.
* Her iki hutbeyi uzatmamak da sünnettir. Hatta hutbeyi "Hücurat" süresi ile "Büruc" süresine kadar olan sürelerin herhangi birinden uzunca okumak, özellikle kış mevsiminde, mekruhtur. Cemaatı bıktırmak uygun değildir. Cemaatın acele görülecek işleri olabilir. Onları camide fazla tutmak, cuma namazlarına devamlarına engel olacağından yersiz bir iş olur. Hatib olan şahıs bunları düşünmelidir. Sözlerinin sonu, önceki sözleri unutturacak ve kıymetten düşürecek şekilde hutbesi uzun olmamalıdır. Hutbenin kısa ve cemaata faydalı bir tarzda hazırlanması, hatibin ehliyet ve faziletine delildir. Bu konudaki bir hadisi şerifin anlamı şöyledir:
"Namazının uzun, hutbesinin kısa olması bir kimsenin anlayışlı bir din alimi olduğunun alametidir. Artık namazı (cemaata ağır gelmeyecek şekilde) uzatınız, hutbeyi de kısa okuyunuz. Gerçekten bazı sözler, sihir gibi kalbleri etkiler"
İşte böylece hutbeler, belâgat ve mana bakımından ruhları kazanacak bir halde bulunmalıdır.
Ashabı kiramdan (Câbir bin Semüre'den) rivayet edildiğine göre, Peygamber efendimizin namazı da, hutbesi de orta bir halde idi. Çok kısa ve çok uzun olmaktan beri idi.
* Hatib, ezan okunup tamamlanıncaya kadar minberde oturur. Sonra ayağa kalkar. Sonra gizlice "Euzü" çekerek aşikâra hamd ve sena'da bulunur. Hutbesini cemaata karşı söyler. Savaşla alınmış bir beldede hatib sol elinde tutacağı bir kılıca dayanarak hutbesini okur. Bu durum İslamın gücünü, İslam mücahidlerinin dayandıkları kuvveti hatırlatır. Milletin kahramanlığını arttırır. Hutbe bitince ikamet yapılır. Bunlar da hutbenin sünnetlerindendir. Hatibin hutbe sünnetlerini gözetmemesi veya dünyalık konuşmalarda bulunması mekruhtur.
7) Cuma namazının bir beldede veya belde hükmünde bulunan bir yerde kılınmasıdır. Beldeden maksad, valisi, hakimi, yolları ve mahalleleri bulunan herhangi bir şehirdir. Bu beldeye bitişik olup asker toplamak, at bağlamak, silah atmak, cenaze namazı kılmak, ölüleri gömmek gibi beldenin ihtiyaçlan için hazırlanmış olan yerler de, belde hükmündedir. Bu yerlere "Fina-i belde" denilir. Onun için bir belde camilerinde cuma namazı kılınabileceği gibi, böyle yerlerde de kılınabilir. Önceleri şehirlerin dışında böyle namaz kılma yerleri (Musallâ) vardı. Halk cuma ve bayram günlerinde orada toplanarak namazlarını kılarlardı. Böylece beraberliklerini, güçlerini ve hakka olan bağlılıklarını göstermeye çalışırlardı. Öyle ki, İmamı Azam'a göre, bir beldede yalnız bir camide veya bir Musallâ'da cuma namazı kılınır, birkaç camide kılınmaz.
Fakat İmam Muhammed ve İmamı Azam'dan diğer bir rivayete göre cuma namazı, bir beldede bulunan birçok camilerde kılınabilir. Doğru olan da budur. Uygulama da böyle yapılmaktadır.
İmam Ebû Yusuf'dan bir rivayete göre, şehirde ancak iki yerde cuma namazı kılınabilir. Diğer bir rivayete göre de, aralarında bir ırmak bulunmadıkça iki yerde de cuma namazı kılınmaz.
Cuma namazının birçok camide kılınmasını caiz görmeyenlere göre, bir beldede kılınan birçok cuma namazlarından hangisine daha önce tekbir alınarak başlanmışsa o namaz sahih olur, diğerleri olmaz.
İşte böyle bir ihtilaftan kurtulabilmek içindir ki, cumanın dört rekat son sünnetinden sonra "Zühri ahîr" adı ile dört rekat namaz daha kılınmaktadır. Şöyle ki: "Vaktine yetişip henüz üzerimden düşmeyen son öğle namazına" diye niyet edilir ve tam öğle namazının dört rekat farzı veya dört rekat sünneti gibi, dört rekat namaz kılınır. Daha iyisi sünnet namazı şeklinde kılmaktır. Çünkü cuma namazı sahih olmamışsa, bu dört rekat ile o günün öğle namazı kılınmış olur. Bu namazın son iki rekatına ilave edilen sure ve ayetler, farzın sıhhatine zarar vermez. Eğer cuma namazı sahih olmuşsa, bu dört rekat kazaya kalmış bir öğle namazı yerine geçer. Kazaya kalmış böyle bir namaz bulunmayınca da nafile bir namaz olur.
Sonuç: Bu şekilde namaz kılınması ihtiyata uygun olduğundan, alimlerin çoğu tarafından güzel görülmüştür. Şafiî alimlerinden bir çokları da bunu uygun görmektedirler. Çünkü İmam Şafiî'ye göre de, bir beldede ilk kılınmaya başlanan cuma namazı geçerlidir, diğer cuma namazları sahih olmaz. O halde cuma namazına daha sonra başlamış olanların öğle namazını kılmaları gerekir.
Bununla beraber bu uygulama bir içtihad meselesi olduğundan İmam Şafiî Hazretleri, Bağdad'da birçok camide cuma namazının kılındığını gördüğü halde buna itiraz etmemiştir.

----
Cumanın farz olması için bâzı şartlar olduğu gibi, sahih olması için de bâzı şartlar vardır. Bu şartlar şunlardır: 1 - Cumayı öğle vaktinde kılmak. 2 - Namazdan evvel hutbe okunmak. 3 - Cuma kılınan yer, herkese açık olmak. Muayyen kişileri içeriye alıp sonra kapısı kilitlenen bir Camide Cuma kılınmaz. 4 - İmamdan başka en aşağı 3 erkek cemaat bulunmalıdır. Bu sayı, İmam Mâlik'de 30; Şâfiî'de 40 kişidir. Ebû Yûsuf'a göre ise iki erkek cemaat de kâfidir. 5 - Cuma namazını kıldırmak için vazife sahibi, yani, Cumayı kıldırmaya resmen izinli bir kimse bulunmalıdır. Eğer yetkili bir kimseden izin alınmış olmaz da Müslümanlar da namaz için toplanmış bulunurlarsa, içlerinden birini imam yaparak Cumayı kılabilirler. 6 - Cuma kılınacak yer, şehir veya şehir hükmünde olmalı. Şehrin ne demek olduğu müctehidler arasında ihtilâflıdır. Daha sonraları köylerde bile, Cuma namazının kılınabileceği hükme bağlanmıştır. Diyanet İşleri Başkanlığının da bu konuda izni vardır. Bir camiye cemaat sığmadığı takdirde, o beldedeki sair camilerde de Cuma namazı kılınabilir. Fakat müteaddit yerlerde kılınamıyacağını söyleyen fakihler de vardır. Bunlara göre, bir beldede ilk kılınmaya başlanan Cuma namazı sahih, diğer yerlerde kılınan Cumalar ise fâsiddir. Bu durumda cemaate öğle namazını kılmak vâcib olur. Sıhhatli olan görüş, Cumanın muhtelif camilerde kılınabileceği görüşüdür

Kaynak: Halil Günenç

-----------

Cum'a namazı farz olmak için iki türlü şartı vardır:
1 - Edâ şartları, 2 - Vücub şartları. Edâ şartlarından biri noksan olursa namâz kabûl olmaz. Vücub şartları bulunmazsa kabûl olur.
Edâ, ya'nî Cuma namazının sahîh olması için şartları yedidir:
1 - Namazı şehirde kılmak (Şehir: Cemâati en büyük camie sığmayan yer demektir.) 2 - Devlet reisinin veya vâlinin izni ile kılmak. Bunların tayin ettiği hatib, kendi yerine başkasını vekil edebilir. 3 - Öğle namazının vaktinde kılmak. 4 - Vakit içinde hutbe okumak. [Âlimler, Cum'a hutbesini okumak, namaza dururken (Allahü ekber) demek gibidir dedi. Ya'nî iki hutbeyi de, yalnız arabca okumak lâzımdır. Hatib efendi, içinden Eûzü okuyup, sonra yüksek sesle, hamd ve senâ ve kelime-i şehâdet, salât-ü selâm okur. Sonra, vaâz ya'nî sevâba, azâba sebeb olan şeyleri hatırlatır ve âyet-i kerîme okur. Oturup kalkar. İkinci hutbeyi okuyup, vaâz yerine, mü'minlere düâ eder. Dört halîfenin adını söylemesi müstehabdır. Hutbeye dünya sözü karıştırmak haramdır. Hutbeyi, nutuk ve konferans şekline sokmamalıdır. Hutbeyi kısa okumak sünnettir. Uzun okumak mekrûhdur.] 5 - Hutbeyi namazdan önce okumak. 6 - Cuma namazını cemâat ile kılmak. 7 - Câmi kapılarını herkese açık tutmak.
Cuma namazının vücûb şartları dokuzdur:
1 - Şehirde, kasabada oturmak. Müsafirlere farz değildir. 2 - Sağlam olmak, hastaya, hastayı bırakamıyan bakıcıya ve ihtiyarlara farz değildir. 3 - Hür olmak. 4 - Erkek olmak. Kadınlara farz değildir. 5 - Âkıl ve bâliğ olmak. 6 - Kör olmamak. Yolda götüren olsa bile, a'mâ olana farz değildir. 7 - Yürüyebilmektir. Nakil vâsıtası olsa bile felçliye, ayaksıza farz değildir. 8 - Hapsedilmiş olmamak ve düşman korkusu, hükûmetten, zâlimden korkusu olmamak. 9 - Fazla yağmur, kar, fırtına, çamur ve soğuk olmamak
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:42 pm

Peygamberimiz Nasıl Eleştirirdi ?

Muhammed Salih El-Müneccid'in kaleme aldığı kitap 96 sayfa, polen yayınlarından çıkmış. Kitabın arka kapağında "Muhatabınızı eleştirirken; kırılmamasını, sizinle cedelleşmeye girmemesini, eleştirilerinizin kabul görmesini ve bir insan kazanmayı istiyorsanız nebevi yönteme başvurmak zorundasınız." diyerek kitabın anafikri vurgulanmış. Kitap bu anafikir üzerinde eleştirilerin değişik hal ve şartlarda hangi değişik yöntemlerle yapılması gerektiğini işlenmiş. Okunmaya ,üzerinde düşünmeye değer bir çalışma.

***

Hata Düzeltme (nasihat) konusu bir müslümanın sahip olması gereken dindarlığındaki samimiyetinn de bir parçasıdır. Hata düzeltme ile onu taip eden bir diğer sorumluluk olan "iyiliği emretme, kötülükten sakındırma" kavramları arasındaki bağlantı gayet açıktır. Fakat şunu belirtmeliyiz ki hataların işlendiği alandan daha geniştir. Bu nedenle işilenen hata münker olabilir de olmayabilir de.

***

Hataların düzeltilmesi konusu, vahyin ve Kur'an metodolijisinin de bir parçasını oluşturur.

***

İnsanların hataları/ yanlışlarını düzeltirken şu ilkelere dikkat etmesi gerekir.

1. Allah'a karşı samimiyet; insanların hatalşarını düzeltirken niyetin "Allah'ın rızasını kazanmak olması gerekir. Eğer niyet, üstünlük taslamak, öfke gösterisi veya başkların etkilemeye çalışmak ise asıl amaca ulaşılamayacaktır. Zira bizzat kişinin kendisi bir hatanın içerisindedir.

2. Hata işlemek, insan tabiatının bir özelliğidir; Hatalar insanlarla, "cehalet", "gaflet", "ihmalkarlık", "nefsi arzular" ve "unutkanlık" gibi özellikleri içinde bulunduran insan tabiatının (fıtrat) bilgisine dayalı, gerçekçi bir tutumla ilişki kurulmalıdır.

3. Bir kimsenin hataşı ve haksız olduğunu söyleyebilmek için şer'i bir delile veya tutarlı bir mantığa dayanmak gerekir; bilgisiz ve yersiz bir tutuma değil.

4. Hata ne kadar ciddiyse, onu düzeltebilmek için o denli çaba sarfetmek gerekir

5. Hatayı düzeltecek olan kişinin konumu önemlidir.

6. Cehaletten dolayı hata yapan ile bilgiye rağmen hata yapan arasında ayrım yapabilmek.

7. İçtihadi olarak (neyin doğru olduğunu tespit etme gayretindeyken) düşülen hatalar ile bilerek/ kasıtlı/ ihmalkarlıktan dolayı yapılan hatalar arasından ayırım yapmak.

8. Hata yapan kişinin niyetinin niyetinin iyi olması, onun uyarılıp azarlanmayacağı manasına gelmez.

9. Adaletli olmak ve hata yapan kişileri düzeltirken taraf tutmamak; herhangi bir kişi, sevdiği kişinin kişisel kusurlarını görmezden gelebilir; fakat bu ona, İslam'ın koymuş olduğu sınırları aşma hakkı vermez.

10. Bir hatayı düzeltirken kişinin daha bir hataya düşmemesine dikkat etmek. Bir alim, büyük bir hataya ya da kötülüğe mani olacağını düşünüyorsa, bir davranışa sessiz kalabilir ya da azarlamasını erteler yaklaşım tarzını değiştirebilir. Bu, dikkatsizlik ve ihmalkarlık olarak anlaşılmamalıdır. Bunu samimi bir niyetle ve Allah'tan başka kimseden korkmadığı halde yapmıştır.

11. Hatanın ortaya çıktığı insan fıtratını anlamak

12. İslam'a zarar veren hatlarla sadece diğer insanları etkileyen hataları ayırt etmek.

13. Küçük hatalarla büyük hatalar arasında ayırım yapmak.

14. Hatasının belirginliğini örten ve pek çok iyi fiiliyatı olan bir insanla; kötü fillerde bulunarak kendisine karşı bile bozulmuş bir günahkar arasında ayırım yapabilme

15. Sürekli hata yapan insanla, hayatında ilk defa hata yapan insan arasında ayırım yapabilmek

16. Nadiren hata yapan bir insanla, sıklıkla hata yapan insan arasında ayırım yapabilmek

17. Aleni bir şekilde hata işleyenle, hatalarının üstünü örten insan arasındaki farkı anlayabilmek

18. İslam'a bağlılığı güçlü olmayan kalbi İslam'a ısındırılan insanlara karşı dikkatli olmak; onlara kaba ve kırıcı davranmamak

19. Kişinin statüsünü ve otoritesini göz önünde tutmak.

20. Hata yapan bir çocuğu, yaşına uygun bir şekilde ikaz etmek

21. Namahrem kadınlara tavsiyede bulunurken dikkatli olunmalı, fitneye sebebiyet vermekten kaçınılmalıdır.

22.Bir kimsenin hatasının asıl nedenini görmeden, başka bir alametle meşgul olmamalı

23.Yapılan yanlış abartılmamalı.

24.Olan hatayı kanıtlamak için uç noktlara gidilmemeli veya hata yapan kişi suçunu kabul etmesi için zorlanmamalı.

25. Hatayı düzeltmek için yeterli bir zaman geçmeli

26. Hatayı işleyen kişiye düşmanmış gibi davranmamalı. Çünkü amaç, insanların kalbini kazanmaktır; yoksa skor elde etmek değil.

***

Yanlış düzeltiminde nebevi yöntemler;

1. Yanlışlarla ilgilenmede çabuk davranmak, mümkün mertebe ertelememek.

2. Yanlışlarla ilgilenirken tkonuyla ilgili kuralları / hükümleri açıklamak.

3. Yanlış davranan bir insana uymadığı islami prensibi belirtmek.

4. İnsanların yanlışa düşmesini sağlayan zihni bulanıklığı gidermek.

5. İnsanların yanlışlarıyla ilgilenirken her fırsatta Allah korkusuna hatırlatmak.

6. Yanlış yapan kişiye merhametli olma.

7. Birisini yanlış yapmakla ithamda acele etmemek.

8. İnsanların yanlışlarıyla ilgilenirken sakin olmak; cahil birisiyle ilgilenirken bizler de yanlışa düşmemiş oluruz. Bu şekilde hem karşımızdaki kişiyi kazanmamız hem de ona güzel olan davranışı kazandırmamız mümkün ve kolay hale gelir.

9. Yanlışın ciddiyetini açıklama.

10. Yanlışın sebep olacağı zararları açıklama; Numan B. Beşir (ra) naklediyor: "Resulullah buyurdular ki: "Ya (namazda) saflarınızı düzeltirsiniz ya da Allah kalplerinize muhalefet tohumu atar." "

11. Yanlış yapana doğruyu uygulayarak öğretmek

12. Geçerli bir alternatif sunmak.

13. İnsanlara yanlış yapacaklarını engelleyecek yönde rehberlik etmek.

14. İnsanları yanlışlarıyla deirekt yüzleştirmek genel ifadelerle yanlışı belirtmek.

15. Yanlış yapan kişiye hakkın tepkisini uyandırmak. Bu yöntem çok sınırlı durumlarda kullanılmalıdır. Mesela; kişinin niyeti-kastı önemli boyutta nir soruna yol açacağı zaman kışkırtıcı durumun olumsuzluğu hata işleyene karşı kullanılabilir. Onun verdiği zararı önlemek için bu methoddan yararlanabilirler.

16. Yanlış yapan kişiye karşı şeytanın yanında olmaktan kaçınmak, bir müslüman hata ettiği için hemen dışlanmaz, peşinden beddua edilmez, daha da kötüleşmemesi için şeytana yardım edilmez. Sonraki hayatı için hayır niyaz edilir.

17. Yanlış bir davranış sergileyecek olan kişiye, yakın başında iken dur demek. Onun yanlışa devamını önlemek.

18. Yanlış davranan kişiye nasıl davranması gerektiğini açıklamak.

19. Davranışın yalnız yanlış alan tarafını belirtmek.

20. Yanlışı düzeltirken kişilik haklarını gözetmek.

21. Yanlışın ortaklaşa yapıldığı durumlarda her iki kişi tarafı da muhatap alıp adil davranmak.

22. Bir kimseden ona karşı haksızlık yapanı affetmesini iştemek.

23. Yanlış davranan kişiye iyi özelliklerini hatırlatmak, böylece yaptığına pişman olup özür dilemesini sağlamak.

24. Fitneye geçit vermemek, insanları yatıştırmak ve öfkelerini bastırmak için yanlış davranan kimseye arabuluculuk yapmak.

25. Bir yanlış yapıldığında gereken kızgınlığı göstermek.

26. Tekrar doğru yola girer düşüncesiyle yanlış yapan kimseyle tartışmamak.

27. Yanlış yapan kimseden uzak durmak, yüz çevirmek.

28. Yanlış yapan kimseyi kınamak.

29. Yanlış yapan kimseden uzak durmak, yüz çevirmek.

30. Yanlış yapan kimseyi boykot etmek; Tebük gazcvesine katılmayıp geride kalanlara karşı yapılan boykot bunun en belirgin örneğidir ve tarihe geçecek kadar tesirli olmuştur.

31. Israrla yanlış yapmaya devam eden kişiye beddua etmek.

32. Bazen yanlışları görmezden gelmek ve sadece ima etmekten hoşlanmak.

33. Bir mü'mine yanlışını düzeltmesi için yardım etmekç

34. Yanlış davranan kişiyle yanlışı üzerinde konuşmak, istişare etmek.

35. Bir kimseyi yaptığı hareketin yanlış olduğuna ikna etmek.

36. Bir kimsenin samimiyetsiz tevbenin makbul olmadığına anlamasını sağlamak.

37. İnsan fıtrı özelliklerini dikkate almak.

***
Sonuç: Makalemizde anlatılan hadiseler ışığında. Resulullah'ın farklı yanlışlıklara farklı metotlar yaklaştığını görüyoruz. Bunun sebebi ise şartların ve kişiliklerin farklılıklarından kaynaklanmaktadır kaynaklanmaktadır. Bu inceliği anlayabilen ve takip eden herkes, karşılaştığı durumu, verilen bu örneklerle karşılaştırmaları ve kendi durumuna en çok benzeyenini bularak uygun olan yaklaşımı sergilemelidir.

Sebatkar
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:43 pm

Dil, Mana, Tasavvur, Hayat...

Cevaplar, tanımlar, kelimeler, sözler...Kendimize, hayata, insanlara, canlılara yüklediğimiz anlamlar; "ne", "niçin", "kim","kiminle" gibi sorulara verdiğimiz cevaplar... İnsan bilincinin atomik malzemeleri. Onlarla düşünürüz, onlar kadar düşünürüz, onlar adına- onlar için çalışırız, onlar için yaşarız, onlar için-onlara ölürüz, onlar yüzünden başımızı cellada kaptırır onlarla "savaş keseriz", onlara matem tutar, onlara kına yakarız...Biz onları öreriz, onlar bizi ilmek ilmek. Ömür boyu süren bir örgüleme sürecidir bu, sınavın kendisi belki de.

Eylemlerimiz, davranışlarımız, duruşumuz, bakışımız, kanaatlerimiz hep bu anlamlandırmanın ürünüdür. Buna tasavvur, şahsiyet, hayat felsefesi... denilebilir.

Kelimeleri idrak etmekteki kaabiliyetimiz, kelimelerle düşünce dünyasında resim çizebilme yetimiz, doğru kavramlara doğru karşılıklar bulma yeteneğimiz ne kadar zengin bir iç dünyaya, donanımlı bir bilince sahip olduğumuzun göstergesidir.

Bahsettiğimiz bu şahsiyet, tasavvur direğinin toplumsal ve siyasal alandaki karşılıklarını kültür, milli-manevi değerler olarak telakki edebiliriz.Büyük düşünür Konfüçyus kendisine sorulan "Bir milleti tarih sahnesinden silecek olsanız ne yapardınız?" sorusuna "Dilini, dinini tahrif ederek" cevabını veriyor. Tarih zalimlerin mazlumlara zulmunde bu yolu hiç eskitmediğini yazıyor. Bir insana yapılacak en büyük kötülük onu şahsiyet zaafına uğratmak, bir millete yapılacak en büyük kötülükse kültür değerlerini tahrif etmektir. Tahrif şüphesiz en yoğun manada kavramlar, tanımlar üzerinden olmaktadır.

Tebdil etmek varken "tatil" yapan öğrenci ateleti baştan kabullenmiştir. Tatil "atıl olmak" kökünden türer. Tebdil ise değiştirmektir. Bize tatil değil tebdil vardır. Yıl boyunca okul dersleriyle meşgul olan öğrenci bundan geri kalan sürede başka alanlara yönelir, diyelim ki müzik yeteneğini geliştirmeye bakar. Gerçekten de manevi değerlerimiz bize zamanın atıl bırakacak bir değer olmadığını bu tek basit kavramla anlatır.

Matematikten sıkılan talebe dinlenmek amacıyla "hiçbir şey" yapmıyorsa atıl bırakır o saatleri, sözgelimi bahçeyi bellemek gibi hayırlı bir işe tebdil etmek varken...

Öğrenci öğrenen. Biz talebe dedik. Yani taleb eden. Bu kavram tek başına bir eğitim-öğretim modeline işaret ediyor. Öğrenenin öğrenmesi sağlanacak bir nesne (öğrenci) olduğunu reddedip "talep eden", bilgiye ulaşma yolunda emek veren, bedel ödeyen aktif bir özne olduğunu kabul eden bir model... Hayat tecrübelerimiz gösteriyor ki, faydalı bilgiyi ancak onu "kayıp mal" telakki ederek alınteri akıtıp aramakla içselleştirilebiliyor.

"Karizma" kelimesini düşünelim hayatımızdaki anlamıyla birlikte... Bir de "izzet" kelimesini alalım. Lügatler karşısına "Muhterem ve mu'teber olmak", "kuvvet", "değer, kıymet", "ziyadelik, üstünlük" yazmışlar. Karizmatik olmayı izzetli olmaya tercih edenin neler kaybettiği kendiliğinden ortaya çıkıyor. Yüz kaslarını fazlaca zorlayarak kalabalıklara sun'i bakışlar fırlatan, tebessüm etmekten çokça korkan, -Oscar Wilde'ın ifadesiyle saçma olduğu için altı ayda bir değiştirilen- moda elbiseleri haylice takip eden kardeşlerimiz "izzetli olmak" kelimesinin esrarına erse keşke diye düşünürüm bazen.

Kendimizi, çevremizi en nihayetinde dünyamızı güzelleştirmek kaygısı güdüyorsak yapacağımız en önemli iş zihinlerimize işle(n)miş tanımları, kavramları, kelimeleri gözden geçirmek olmalıdır. Bir kelime, bir söz medeniyetinin insanları olarak kelimelerimize sahip çıkmak onların zenginliğinden nasiplenmek olmalıdır iddaamız.

Tatsız, basit, anlamsız, ruhsuz olsa da "By" demek daha kolay olabilirdi ama veda ifadelerimde o tatlı duamızı kullanmayı tercih ediyorum: Allah'a emanet olun. Nihayet Yunus Emre'nin o "kelime"leriyle başbaşa bırakıyorum sizi.

Sözü bilen kişinin, yüzünü ak ede bir söz
Sözü pişirip diyenin işini sağ ede bir söz
Söz ola kese savaşı, söz ola bitire başı
Söz ola ağulu aşı, yağ ile bal ede bir söz

Kişi bile söz demini, Demeye sözün kemini
Bu cihan cehennemini, Sekiz cennet ede bir söz
Yunus şimdi söz yatından, söyle sözü gayetinden
Pek sakın o sah katından, Seni ırak ede bir söz
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Eyüp Coşkun Empty Geri: Eyüp Coşkun

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Çarş. Ocak 07, 2009 7:43 pm

"Aitlik - Sahiplik" farkında olmadığımız kadar hayatımızla içiçedir. Hayata bakışımızı kime / kimlere ait olduğumuz; neye/ nelere sahip olduğumuz büyük oranda belirler. Bazen dünyamızı sahip oldularımıza adarız, "ben çocuklarım için yaşıyorum" cümlesini kuran baba sahip olma duygularının zirvesindedir. Yine "Ben bu şehrin insanı olarak şehrime hizmet etmek isterim" cümlesinde gizli bir sahip-ait ilişkisi vardır.

Gerçekten de bu sahip olma -ait olma oyununda insanların kafaları karışmıyor edğil. "Kötü olan eşyaya sahip olmak değildir, kötü olan eşyaya ait olmaktır" gibi bir ifade duymuştum. Öyle değil midir? Eşyayı, sahip olabilmeyi bayraklaştıran maddeci felsefe insana kimi zaman bayrak diğreği olmayıo reva görür. Sahip olduğu metalarla ifade edilen insanın malvarlığı şahsiyetine şerik olmuştur denilebilir. "Mercedesli adam" tamlamasındaki asıl vurgu göz kamaştırajn, son model, süper lüks mercedes üzerine yükleniyorsa orada biraz da "adamlı mercedes"ten bahsetmek gerekecektir. Kendini kariyertine sonu gelmez bir hırsla, kuralsız ve umarsız "adayan" genç bayan zahirde et ve kemikten batında kariyerden müteşekkil varlığını "kariyer sahibi" adletmede haklı mıdır? Çağımızın "sürat mefhumu" günlük hayatımızla bu kadar içiçeyken sahip olabileceklerimiz upğrundaki gayretimize ait olduğpumuzun farkına varamıyoruz çoğu zaman.

Sahip olan aynı zaman hakim olandır. "Sahip olan kimse"se hakimiyet onuındur. Sahipler eşyaya sahiplikleri oranında hakimdirler. Metyale olayla topraklar, insanlar,... üzerinde hakim olamam onlara sahip olamama ile ilgilidir.

Ne kadar sahip olabiliriz düşünmeye değer. Sahip olmanın bir bedeli olsa gerekmez mi? En basitinden vucudumuzun azaları...Saçlarımıza sahip olmak için ne yaptık, kirpiklerimiz olması için ne bedel ödedik ? Çiftçi deposundaki buğday tohumdan başağa filizlenirken başına gelenonca hadisenin neresinde bu sürece müdahildir? Topraktaki materyalleri soğuran köklerin oluşumu, bu materyallerin gövdeden başağa akıl ermez biofiziksel hadiselerle iletilmesi, güneşin ışınlarıyla bu işe ortak olması, atmosferin kendine has yapısıyla ışınlara yol vermesi, her br birki hücresinin inanılmaz gayreti vs..vs... Bütün bunlar olurken çiftçi tarlay a su verip gübre ekmesiyle kalıp kendini ortaya çıkan ürünün mutlak sahibi sayması dürüstçe midir?


Mutkak sahiplik iddaası mutlkak hakimlik iddaasına yol veriri. Öyle olunca insanlık tarihinin kaos sahneleri canlanır. "Güç benim", "gücün sahibi- hakimi" benim öyleyse istediğimi yaparım der Firavunlar. Fahiş olan herşşeyin düğümlendiği yer belki de burası..."Zevk benim" "Zevkimin hakimi / kahyası benim" öyleyse istediğimi içerim, istediğimi yer, istediğimi kumnar ömasısında sabahlarım" "Vücud benim, vucüdumun hakimi benim, öyleyseistadiğim gibi örter, istediğim gibi kullanır, istediğim gbi kullandırırım."

...

"Hak sahibinin hakkını kullanması için bir aracı şahsa ihtiyaç yoktur. Hak sahibinin eşya ile ilişkisi adeta tanrı ile kul arasındaki ilişki gibidir. Malik eşyayı ister tahrip eder isterse başkasına temlik eder. Bunun için kimseden izin almak zorunda değildir" Şeref Ertaş , Ayni Haklar



Canfeza'nın "Ne kadar Özgürüz" sorusu hukukta da "Mutlak özgürüz" karşılığını almaz. Sistem "sahiplik" olgusunu normaları
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

1 sayfadaki 2 sayfası 1, 2  Sonraki

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz