Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ

Aşağa gitmek

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ Empty ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ

Mesaj tarafından Selim C.tesi Mayıs 30, 2020 1:13 pm

ÖZGÜRLÜK MEŞALESİ İNSAN RUHUNDA GİZLİ
SELİM GÜRBÜZER
İnsan sosyal olmayı çok istese de şu bir gerçek karınca ve arı kadar sosyal olamayacağı muhakkak. Çünkü insanın ruhunda özgürlük tutkusu kodlu olduğu için ferdi yönü daha çok ağır basabiliyor. İçindeki özgürlük tutkusuna rağmen yine de kendini bu dünyada bir arada yaşamanın gereği kolektif davranmak gerektiğini hissedecektir.
İşte özgürlük tutkusu bu ya, insan her nedense çoğu kez kendini ispatlama ihtiyacı duyar, hatta bununla da yetinmez bireysel yetenek ve başarılarını ortaya koymak ister de. Bu kimi zaman kendi egosunu tatmin yönünde, kimi zaman topluma faydalı olmak şeklinde kendini gösterir de. Hani psikolojik danışma ve rehberlik hizmeti veren kurum ve kuruluşlar ikide bir bireysel yetenek ve başarıların önemine sık sık vurgu yaparlar ya, aslında vurgulanan içgüdü zaten insanoğlunun fıtri yapısında mevcut. Burada sadece psikolojik danışman ve rehberlerin rolü var olan güdünün açığa çıkmasını sağlamaktan başka bir şey değildir. Kaldı ki, insan Allah’ın isimlerini öğrenmiş olarak dünyaya gelmekte. Dolayısıyla burada psikolojik danışmanların yapması gereken doğuştan var olan bu isimler doğrultusunda rehberlik yapmaktır. Çünkü insan buluğ çağına ilerledikçe kendisine öğretilen isimlerin mana ve ruhundan uzaklaşıp unutabiliyor. İşte bu noktada ona özünü hatırlatacak araçlar devreye girmeli ki insan fıtratıyla barışık bir hayat yaşayabilsin. Bilhassa kendini bu yönde hizmet vermeye adamış kılavuzların insanın doğuştan var olan bilgi ve kabiliyetlerini göz ardı etmemeleri gerekmektedir. Aksi halde insan fıtratına ters düşen reçetelerle kaş yapıyım derken bir bakmışsın göz çıkarmış olunur.
Sakın ola ki, rehberlik hizmette neyin nesi deyip hafife almayalım, zira rehberlik hizmetleri insanlık tarihinin başlangıcından bugüne gelen bir gelenektir. Bakın, şöyle tüm peygamberlerin hayatlarına, geldikleri ümmetlerin yaradılış mayalarına uygun doğru yolu, güzel ve iyi olan fıtri davranışları tebliğ ettikleri görülecektir. Sadece tebliğ mi, bizatihi uygulayıp öğretmişler de. Zaten bir tebliğ tatbik edilirse ancak o zaman bir değer ifade edebiliyor. Aksi halde her şey havada kalıp iş olsun türünden afakî tebliğ ve içi boş rehberlik olmaktan öte bir anlam ifade etmeyecektir.
Peki, tebliğ ve rehberlik hizmetleri aksarsa ne olur denildiğinde, tam da bu noktada cevaben; “kendi kendileriyle baş başa kalan insanların yaradılış gayesinin dışında bireysel takılıp habire içi boş özgürlükten dem vuracaklardır” deriz. Oysa özgürlük kendi aklınca her istediğimi yaparım, kimse bana karışamaz şeklinde bireysel takılmak değildir, tam aksine nefsin esaretinden kurtulmayı başarabilmek asıl özgürlüktür. Nitekim bu manada özgürlük ruhumuzun derinliklerinde kodlu zaten. Şayet bir insan kendi ruh kökündeki özgürlüğünün dışında “saldım çayıra Mevla’m kayıra” misali başına kendi başına salıverilirse. Nasıl ki keskin sirke küpüne zarar veriyorsa, böylesi bir insanda topluma zarar verecektir. Dolayısıyla insanlara vermemek için fıtri kökleriyle barışık fikri hür vicdani hür nesiller yetiştirmek şarttır. Dikkat ettiyseniz gerekir kipi kullanmadım, şart kipi kullandım. Çünkü tarih boyunca tüm peygamberler, tüm âlimler ve tüm evliyalar Allah yolunda fikri hür, vicdani hür mümin yetiştirmek için irşad görevi yürütmüşlerdir. Nitekim irşad olan Allah’a ‘abd’ olacağından ruhun özgürlüğü de beraberinde gelecektir. Anlaşılan o ki, insana hayatın her alanında cesaret ve güven aşılayacak tek motive güç ruhi özgürlüktür Yeter ki, insan mayasında var olan özgürlük meşalesini ateşlemesini bilsin, bak o zaman gerçek özgürlük neymiş tüm vücut azalarında hissedip tatmış olacaktır. Sanmayın ki bu tad insanın kendi egosunu tatmin etmeye yönelik bir histir, bilakis Allah’a kul olmanın mükâfatı diyebileceğimiz özgürlük tutkusu bir hazdır. Bu hazzın tadını ruhunda hisseden bir insan toplum içinde ‘Halka hizmet Hakka hizmet’ bilinciyle hareket eder de. Nasıl böyle bir hisle hareket etmesin ki, bir başarı ancak toplumla paylaşıldığında bir anlam ifade etmekte, bunun dışında kendi kişisel egosunu tatmin etmeye yönelik olduğunda, kendim çaldım kendim oynadım hava atmasından öte bir anlam kazanmayacaktır. Madem öyle, şimdi kendi kendimize geçmişimizin muhasebesini şöyle bir yapalım: acaba başımıza ne haller geldi ki, artık kapımızı çalıp da acımızı ve sevincimizi paylaşacak komşularımızı göremez olduk. Göremeyiz elbet, beşeri münasebetlerde bireysel takılıp nefsin heva ve hevesine kapılmış özgürlükten dem vurulursa olacağı buydu. Bu iş devam eder mi etmez mi pek bilinmez ama şu bir gerçek üzerimizde leş kargaları dolandıkça geçmiş değerlerimize olan özlemimiz ve hasretimiz son bulmayacak gibi. Baksanıza etrafımızda hava atan atana, gırla gidiyor. Hem nasıl hava atmaksa, maskaralığın ve bireysel takılmanın adı özgürlük olmuş. Ne diyelim, onlar maskaralıklarıyla yüzleşe dursun, biz ise geçmişimizin değerli âlimlerinden Nesefi el- Farisi’nin dilinden hakiki özgürlük neymiş onu bir öğrenelim: “Hür insan yedi şeyi bir arada bulundurduğunda asıl o zaman hürriyete kavuşur. Bunlar sözlerinde hür, bilgilerinde hür, ahlakında hür, iyiliğin ve hoşluğunda hür, münzevi hayatında hür, kanaat ve huzurunda hür…”
İşte görüyorsunuz El Farisi’nin altın değerinde o müthiş ifadelerinden de anlaşılacağı üzere gerçek özgürlük insan ruhunda var zaten, ama işlenmesi gerekiyor. Bu kodlar toprağa atılan tohum misali işlendiğinde bir seher vakti uyanıldığında bir bakmışsın her bir tohum çiçek açıp yedi veren gülfidan olmuş görürsün. Aynen öyle de bir insanda ruhunda ki yedi hasleti huy edinirse Yunus’un “Çiçek eydür ey derviş. Gül Muhammed teridir” sözü o insan için peygamber kokusu gülfidan özgürlük olacaktır. Bilindiği üzere dinimizce bir insan hürse dini vecibelerden sorumlu tutulabiliyor, köleyse hür insanın ki gibi sorumlu tutulmaz. Kaldı ki İslam’da küfür köleliğin varlık sebebi olarak addedilir. Hele bir insan köle olmaya görsün ne efendisine, ne de bir başka güce karşı her hangi bir hak talebinde bulunamayacağı gibi mülk edinme hakkı da olmaz. Bu durumda bir köle ister istemez büyük bir acziyet içerisine düşmesi kaçınılmazdır. Acziyet içerisinde kalan sadece köle mi, buna bağımsızlığını korumaktan acziyet içerisine düşüp uydu haline gelmiş devletlerde dâhil elbet. Nasıl ki bir köle efendinin gözlerinin içine bakaraktan medet umar ya, aynen uydu devletlerde göbekten bağlı olduğu sömürge devletlerden merhamet dileyip medet umacaklardır. Ki, bu iki örnekte acziyetin ve köle olmanın bir ifadesidir. Nitekim kölelik de acziyetin bir göstergesi olması hasebiyle bir köle için ne mülk hakkı, ne yönetici olma hakkı, ne de şahitlik hakkı söz konusudur. Öyle ya, bu anlamda söz konusu bir devletse ilk önce o devletin kendine çeki düzen verip küfrün hegemonyasından azad olması gerekir ki hürriyetine ve bağımsızlığına kavuşabilsin. Yok, şayet bu anlamda söz konusu olan bir fertse, o fertte acziyetin yerini hür irade ve kudret almalı ki hukuki haklar elde edebilsin. Özgürlükten maksat nefsin heva ve heveslerine boyun eğip asla acziyet içerisine düşmek değildir, tam aksine tüm sahte mabutlara karşı ruhun özgürlük meşalesiyle baş kaldırıp hür ve bağımsız kalabilmek temel gayedir.
Evet, nefsin heva ve hevası özgürlüğünde zillet vardır, ruhun sonsuzluğu vurgun diriliş tutkusu özgürlüğünde ise rahmet vardır. İşte bu nedenle, sonsuzluğa vurgun ruhumuzu şeytana, nefse ve şer odaklara karşı galip kılmalı ki, Allah aşkına, Resulullah aşkına özgürlük meşalemiz ebediyete kanatlanabilsin. Allah korusun, nefsin elinde zebun, şeytanın elinde oyuncak, şer odaklarının elinde piyon olursak tıpkı cahiliye döneminde kendi ellerliyle yonttukları putları ilah edinen insanlardan hiçbir farkımız olmaz. Yani tıpkı cahiliye insanlarının başına gelen bizimde başımıza gelip ebediyete kanatlanmakta ne söz yerlerde sürünmek bizede müstahak olur. Örnek mi? İşte Amr b. Hişam bunun tipik misali zaten. Malum o, atalarının dini üzere hareket etmekle kalmayıp tümden gelimci ve zalimane metotlarla insanları putlara tapmaya zorlamıştır. Yetmedi Allah Resulü Kâbe’de namaz kılarken; burada namaz kılamazsın diye tehdidinde bulunmuş. Bulundu da ne oldu hakkında vahiy nazil olup: “Allah’a ve Resulüne eziyet vermeye çıkanları Allah dünyada da ahirette de lanetlemiştir” (Ahzab–27) ayetiyle Amr b. Hişam ismi ebedül ebed artık Ebu Cehil lakabıyla lanetlenecektir. Yani yerlerde sürünmekten beter bir halde bu dünyadan göçüp gidecektir. Zulüm asla payidar olmaz, payidar olan sonsuzluk özlemiyle yanıp tutuşan özgürlük tutkusudur. Nitekim Bilal-i Habeşi Ümeyye b. Halef’in kölesiydi, ama diğer kölelerden farklı bir köle, yani Allah’a köle bir Müslüman’dı o. Öyle ki Ümeyye Müslüman olduğunu işittiğinde renkten renge girip küplere biner de. İlk iş Bilal-i Habeşi (r.a)’ı kırbaçlatmak olur. Ama ne fayda, Bilal-i Habeşi her kırbaç darbesinde:
-Ahad! Ahad! Ahad… Yani Allah bir, diyecektir çünkü.
Baktılar bu özgürlük savaşçısı Bilal-i Habeşi iflah olmayacak, bu kez çocuklara para karşılığında taşlattırırlar. O yine her ne pahasına olursa olsun Tevhid meşalesini dilinden düşürmeyecektir. Sen misin dilinden düşürmeyen bu kez kızgın kumlara yatırılır. Yetmedi göğsüne birde büyükçe kaya parçası koyarak işkence edilir, ama nafile. Yine o:
- Ahad! Ahad! Ahad! Diye haykıracaktır.
İşte o Tevhidi haykırıştır ki, Hz. Ebu Bekir’i harekete geçirecektir. Elbette ki Allah Resulünün yol arkadaşı Sıddık-ı Ekber gibi bir iman abidesinin bu duruma kayıtsız kalması düşünülemezdi. Hemen yerinde müdahalede bulunup:
- Ey Ümeyye! Allah'tan kork. Şimdi iyi dinle beni. Sana bir teklifle geldim; arzu edersen Kıstas adlı kölemle Bilal-i takas edebiliriz.
Ümeyye şeyle der:
-Bir şartla. Kıstas’ın kızı ve karısı, ayrıca üstüne 200 dirhem verirsen ancak kabul ederim.
Bunun üzerine Ebubekir (r.anh) cevaben:
- Peki, dedikten sonra bu kez Bilal’e dönüp:
-Haydi! Kalk, artık, sen bundan böyle köle Bilal değil, özgür Bilal-i Habeşsin deyip azad edecektir.
Hani her zulmün, her işkencenin, her baskının ardından pembe şafaklar doğar ya, aynen öyle de Tevhid ve özgürlük meşalemiz Ezan-ı Muhammed’in ilk gür seda sesi şerefine Bilal-i Habeşi nail olur bile. Keza Milli kurtuluş destanımızın meşalesi İstiklal marşımızı yazma şerefine de şu mısralarla Mehmet Akif nail olacaktır:
“Ben ezelden beridir hür yaşadım, hür yaşarım,
Hangi çılgın bana zincir vuracakmış? Şaşarım!
Kükremiş sel gibiyim: bendimi çiğner aşarım;
Yırtarım dağları, enginlere sığmam taşarım.”
Evet, dert dava özgürlükse işte İslam’ın gür seda sesi nezdinde Tevhid meşalesi ve Mehmet Akif’in İstiklal marşı haykırışı asıl özgürlüktür. Ancak ne yazık ki onca yaşanmışlara rağmen gerçek Tevhidi özgürlükten ders çıkarmayıp da sahte özgürlükler peşinde koşanları gördükçe üzülmemek elde değil. Üstelik Tevhidi özgürlük karşıtı zihniyetler inananlar üzerinde baskılarına da daha henüz son vermiş de değiller, dün nasıldıysalar, bugünde öyleler. Değişen sadece metot değişikliği, birinde toprağa bağlı kölelik vardı, bugünse geldiğimiz noktada hem maden hem ruhen sömürü tezgâhının kurulduğu modern kölelik vardır. Öyle ya dün cahiliye döneminde “işte atalarınızın totem ve sembolleri” diye yutturularak sömürülen insanlar, bugünde “işte pozitif biliminiz, işte seküler ideolojiniz bu” tarzında takdim edilerek tüm insanlık sömürülmektedir. Üstelik takdim edilen bu tarz sömürüde ya bireylerin özgür iradesine ipotek koyularaktan ya da devletleri peyk hale getirilerekten istiklallerine son verilmek suretiyle özgürlükler linç edilmekte. Bu nasıl çağdaşlıksa, bu nasıl modernleşmekse, bu nasıl küreselleşmekse işte görüyorsunuz hiç gizli saklı kalmaksızın ortada sömüren sömürene başıboşluk bir düzen var. Meğer çağdaşlık, özgürlük gibi kavramlar bir kılıfmış, yani gerçek yüzlerini gizlemek için maske edinmişler. Atalarımız ne de güzel söylemiş “ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz” diye, aynen öyle de çağdaşlıktan dem vuran sözde aydınların durumu da tamda bunu ifade ediyor. Oysa asıl aydınlanmaya kendileri muhtaçlar. İster adının önüne entelektüelliği çağrıştıracak etiket ilave etsinler, ister bilmem kaç dil bilsinler, ister birkaç fakülte bitirsinler hiç fark etmez kendi nefislerine söz geçirmeye güç yetiremedikten sonra tüm bu etiketleri kullansan ne kullanmasan ne, bunların hiçbir kıymeti harbiyesi olmayacaktır. Nefsine söz geçiremeyen asla özgür değildir. Tasavvufta özgür olmanın ön şartı nefsin boyunduruğundan, yani heva ve hevesin esaretinden kendini kurtarmak esastır. Çünkü nefsi ile baş edemeyen ne şeytanla baş edebilir ne de iç ve dış sahte mabutlarla baş edebilir. Dolayısıyla sağda solda aydınım diye geçinen bir insan ruhen özgür değilse hiç kusura bakmasın o aydınlık taslayanlar kitap yüklü merkep olmaktan öteye bir makam atlayamazlar. Sürüsüne bereket öyle etrafımızı kelli felli adamlar sarmış ki, bir bakıyorsun yakalarındaki rozet cüsselerinden daha büyük gözüküyor, oysa iç dünyaları bom boş, bir üfürsen bom boş balon oldukları ortaya çıkacaktır. Bakmayın siz öyle onların ekran ekran dolaşıp boy göstermelerine, aslında onlar vitrinde süs malzemesi olsun diye çıkarıyorlar. Dahası zinde güçlere diye borazanlık yapsınlar diye çıkarılıyorlar. Oysa biz biliyoruz ki gerçek aydın mum gibi aydınlatıp mum gibi erimeyendir. Maalesef vitrin malzemesi olan sözde aydınlar mum gibi etrafını aydınlatamadıkları gibi her geçen gün mum gibi eriyip tükenmekteler de. Madem öyle, bizim yapmamız gereken ekranlarda vitrinlik malzeme olarak boy gösterenlerin yanında yer almak değil, aklı hür vicdani hür gerçek irşad edicilerin (aydınlatıcıların) yanında yer almak olmalıdır. Aksi takdirde tabiat boşluk kabul etmeyeceğinden etrafımızı şovmenler ve şarlatanlar istila edecektir. Zaten Müberra Dinimiz mümin insana ‘Bana dokunmayan bin yıl yaşasın’ deme lüksü tanımaz. Farkımızı suya sabuna dokunmamakta değil, hak ve hakikatin yanında duruş sergileyerek farkımızı fark ettirmek şeklinde olmalıdır. Şayet farkımızı fark ettiremezsek asıl o zaman tehlikenin eşiğine gelmişiz demektir. Çünkü artık bizi kendi fıtramızda kodlu olan özgür irademiz yönlendirmeyip, bizi suni semboller, suni simgeler ve suni algılar yönlendirecektir. Nitekim Cemil Meriç bu gerçeği “ideolojiler idrakimize giydirilen deli gömlekler” diye ifade etmiş de. Allah korusun bu gömleğe tav olduğumuzda biliniz ki ruhi özgürlüğümüzü yitirmişiz demektir. Dedik ya, bakmayın siz öyle onların özgürlük havarisi kesilmelerine, iş ciddiyete dönüştüğünde, mesela başörtüsü özgürlük konusu olduğunda bir bakmışsın ortadan toz olmuşlar. Hatta sadece toz olsalar gam yemeyiz, yangına körükle gidip şeytanın ocağına odun atmaktan geri durmazlar da. Ne diyelim, işte bu cenahın özgürlük anlayışı bu, isteseler de iç dünyalarında gerçek özgürlük meşalesini alevlendiremezler. Mutlaka Tevhid inancına sahibi olmak gerekir ki özgürlük meşalesi insan ruhundan alevlenebilsin.
Evet, bir kez daha haykırmakta fayda var, asıl özgürlük meşalesi insan ruhunda var olan özgürlüktür. Varlığı ruhun özgürlüğü demektir. İyi ki de bu özgürlük tutkusu ruhumuzda var, bu sayede Filistin direnişi, 15 Temmuz direnişi gibi daha nice direnişlerimiz ruhun dirilişi olarak mana kazanırda. Öyle inanıyoruz ki ruhun dirilişi dünden bugüne, bugünden yarına devam ettiği sürece zalimlerin tüm planları bozulup hevesleri kursaklarında kalacaktır. Kaldı ki bu hususta Yüce Allah’ın “Nurumu tamamlayacağım’ diye vaadi var. Buna şeksiz şüphesiz inancımız tam olup er geç insanlık özgürlük meşalemiz ‘Kelime-i tevhid’ gerçeği ile yüzleşecektir elbet. Kelime-i Tevhid bir anlamda özgürlüğe davet demektir. Kim davete icabet ederse özgürlüğüne kavuşmuş bir icabet olur bu. Malumunuz Peygamberimiz (s.a.v) ilahi emri yüklendiğinde insanlığa ilk duyurusu tevhid meşalesi olmuştur, yani Allah’tan başka ilah olmadığının çağrısını yapmıştır tüm âlemlere. Ve bu çağrıda kendi konumunu belirlemek ve amentünün tam olması içinde Tevhit meşalesine sadece Allah’ın kulu ve elçisiyim ibaresini ilave etmiştir. Derken bu sayede Allah’tan başka tüm mabutlara boyun eğmemenin adını özgürlük olarak tarif ederiz de. Gerçekten de bir insan Tevhid’e iman ettiğinde köle ile efendi hukuk önünde eşit olurda. Nasıl eşit olmasın ki, gerçek hürriyete erişmek ancak Allah’a abd olmakla mümkün olabiliyor. Allah’a ‘abd’ olmayıp da maddenin ve eşyanın kölesi olanların vay haline. Düşünsenize bir insan eşyaya ne kadar tamah ediyorsa o oranda da eşyanın esiri olabiliyor, bunun tam tersi ne kadar az tamah ediyorsa o oranda da hafifleyip kendini özgür hissedecektir. Şimdi gel de gerçek özgürlüğe kavuşmuş olan bir insan kendini kuş tüyü hafifliğinde hissetmesin, bikere mülkün yegâne tek sahibi Allah elbette ki hisseder. O halde bize düşen gerçek özgür insanları örnek alıp çok fazla dünya malı yüklenmemektir. Dahası biz Yunus’un; “Mal da yalan mülk de yalan, var birazda sen oyalan” dediği o müthiş anlamlı dizelerden hareketle kendimizi malın mülkün esaretine kaptıracağımıza ruhumuzu özgür kılacak Allah’a kul olmaya bakalım. İşte görüyorsunuz dünya malı dünyada kalırken, Allaha kul olmanın neticesinde elde edilen manevi mülk dünyada kalmayıp beraberinde ahirete götürülebiliyor. Hele de bir Allah için bir hayır işlediysen kıyamete dek o hayır ve hasenat amel defterine işlenir de. Yani bu demektir ki bu dünyadan göç etmiş olsan da arkandan hayır hasenat bir eser bırakmışsın amel defteri kapanmamakta, sürekli hanesine yazılmakta.
Her neyse, madem konumuz ruhun özgürlü konusu, o halde insanın içinde var olan bu özgürlük tutkusunu dışa nasıl yansıtılıyor onun üzerinde duralım. Malum, vücudumuzdaki otonom sinir sistem ağı tamda bunun için biçilmiş kaftandır diyebiliriz. Çünkü bu sistem ruhun dış dünyaya açılan iletişim hattıdır. Hakeza beyinde bu hattın santralı merkezi hükmünde ruhun dış dünyaya açılan penceresidir. Santral ya da hat hiç fark etmez, sonuçta bu tip kanallar amaç değil araçtırlar. Araçların ruhun amacına hizmet ettikleri şundan belli ki şöyle dünyadaki tüm topluluklara baktığımızda her bir topluluğun kendini ifade edecek bir dili, bir alfabesi ve bir yazı stiline sahip olduklarını müşahede edebiliyoruz. Nitekim Yüce Allah bu hususta “Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O’nun delillerindendir. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır” (Bkz: Rûm 20/22) diye beyan buyurması bu gerçeği teyid ediyor. Hatta Yüce Allah (c.c) Kuran-ı Kerimde net ve açık bir şekilde eşyanın tabiatına nasıl vakıf olduğumuzu kullarına şöyle bildirir de: “Ve Âdem’e her şeyin ismini öğretti, sonra onları meleklere gösterdi, ‘Eğer sözünüzde samimi iseniz bunların isimlerini Bana söyleyin’ dedi. Cevap verdiler: Sen münezzehsin, öğrettiğinden başka bizim bir bilgimiz yoktur. Şüphesiz Sen hem bilensin, hem Hâkim’sin” (Bakara suresi, ayet 31–32).
İşte yukarıda zikredilen ayetlerden de anlaşılan o ki, bilim, teknoloji vs. her ne maddi inkişaf varsa bunların hepsi Allah’ın ‘Sâni’ sıfatının tezahürü neticesinde edindiğimiz nimetlerdir. Ancak nimet olması insanın ruhi susuzluğunu gidereceği anlamına gelmez. Her ne kadar insan teknolojiyi keşfetmiş olsa da kendi vücud tekniklerini ve ruhunu keşfedememiştir. Zaten keşfettiği anda maddeye bağımlı olmaktan kurtulmanın yollarını arayacaktır. Böylece ruhen özgür olmak için koşturacaktır. Dedik ya özgürlük meşalesi sadece insan ruhunda gizli. Şayet insan özünde var olan ruhun peşinden koşmak yerine eşyanın peşinden koşuyorsa, biliniz ki o insan eşyanın kölesi mahlûktur. Neyse ki insanlık geçte olsa eşyanın dilini çözer hale gelmiş gözüküyor. Çözdükçe de birtakım kabiliyet ve yeteneklerinin aslında kendi iç sübjektifliğinin dışa yansımasından başka bir şey olmadığının farkına varacaktır. Yeter ki insan kendi iç dünyasını yeşertmeye yönelik hamlelerde bulunsun gerçek özgürlüğün tadını ruh dünyasında bulacaktır. Madem öyle, siz siz olun özgürlüğü boşu boşuna dış dünyanızda aramayın, zaten aradığınız özgürlük meşalesi iç âlemimizde ziyadesiyle mevcut. Baksanıza çoğu âlim insanın iç dünyası için büyük âlem demekten kendini alamamış bile. Kula yaraşanda iç âleminin özgürlük meşalesini dışa yansıtmasıdır. Yansıtmalı ki beş duyumuz düşünceyi harekete geçirirken, ruhumuzda idrak şuurumuzu harekete geçirebilsin. Yani, bu noktada beş duyu organımız akıl melekesine aracı olurken, idrak şuurumuzda ruha aracılık yapmaktadır. Malum, beden maddi varlığımızın dış gözü, ruhta manevi varlığımızın iç gözüdür. Derken iç ve dış gözlerimiz hem madden, hem de ruhen özgür olmayı arzular. Bu arada zamanın takvim yaprakları bu arzu ve istekler doğrultusunda çevrildikçe bir bakmışsın elinde kalan son yaprakta ruhun ten kafesimizden bir kuş misali özgürce uçup gittiğini görürsün. Hani kendi bellek zaman algımızla kimi zaman dünümüz, kimi zaman bugünümüz, kimi zaman da yarınımız deyip anlam katarız ya, gerçektende hayat takviminde dün dünde, bugün bugünde, yarın yarında yaşanmış şekilde elimizde sadece izafi hatırası kalır. Oysa gerçek zaman olgusu izafi değildir, yani insanın idrakinin fevkinde Yüce Allah’ın ‘ol’ emriyle sonsuzluğa akıp giden zaman gerçek zamandır. Ama şu da var ki, Allah’ın bizden muradı zamanın mana ve ruhuna vakıf olmak değil, bilakis ezelde bize biçilen hayat müddetimiz içerisinde ‘vukuf-i zaman’ bilinciyle hareket etmemizdir. Tasavvufta ‘vukuf-i zaman’ yaşanan her anın farkında olmak demektir. O halde, nefesimizi bir saniye olsun boşa tüketmemek gerekir. Zira “O’ndan geldik, yine dönüş O’nadır’ ilahi hükmün gereği buna mecburuz da. O halde daha ne duruyoruz, vakit tüm iç ve dış sahte mabutlara meydan okuyup ruhen özgür olma vaktidir.
Peki ya irademiz? Elbette ki irademiz de ‘ol’ emri doğrultusunda bilinçaltı şuur faaliyeti bir melek-i keyfiyettir. Fakat bu keyfiyet külli irade gibi değil, bilakis külli iradenin belirlediği iyi-kötü, güzel-çirkin, sevap-günah vs. ikilemlerinden birini tercih edecek istidatta yaratılmış bir iradedir. Bu nedenle adından cüz-i irade olarak söz ettirir. Nasıl söz ettirmesin ki, baksanıza etrafta olan biten tüm vakıaları kritik edebilme, kendini bilme, gerektiğinde pozisyon belirleme, sorumluluk üstlenmek gibi tüm iradi hasletler sadece insanda var, diğer yaratıklara baktığımızda böyle bir bilinçaltı şuur ve tercihte bulunma iradesi göremezsiniz. Dolayısıyla irade deyip geçmeyelim, hatta insanın zaman zaman nefis muhasebesi yapmasını kimi âlimlerimiz iradenin davası olarak görürde. Madem öyle, külli iradeden ilham alan iradenin davasına sahip çıkmak düşer bize. Hem nasıl sahip çıkmayalım ki, şu âlemde cüz-i irade çerçevesinde kendini özgürce sorgulayan tek varlık biziz. Bir an nefsimizi muhasebe edecek bilinçten yoksun olduğumuzu düşünün, hiç kuşku yoktur ki hayvan ve bitkilerden hiçbir farkımız kalmayacaktır. Bu yüzden farkımızı fark ettiren Yüce Allah'a ne kadar şükretsek azdır. Tabii burada dikkat etmemiz gereken bir husus daha var ki, Yüce Allah’ı ne somut verilerle, ne de soyut verilerle idrak edebiliriz. Zira Yüce Allah zamandan ve mekândan münezzehtir, bu nedenle O’na hiçbir şey asla denk gelmez. Söz konusu veriler yukarıda da belirttiğimiz gibi Yüce Allah’ı hatırlatan tecelli daireleridir. Dolayısıyla gerek dünyada gördüklerimiz, gerek rüya âleminde gördüklerimiz tüm veriler aslında zihnimize kodlanmış görüntülerden başkası değildir. Nitekim gerçek hayatta bir fiziki darbeden ötürü çektiğimiz sızıyla rüya âleminde çektiğimiz darbe sızısı arasında hiçbir fark yoktur. Her ne kadar görünen köy kılavuz istemez dense de gerçek şu ki; dünyada her ne varsa ister rüyada görülsün, isterse gerçek hayatta görülsün, hiç fark etmez sonuçta her biri zihnimizde kodlanan algı yansımaları nesneleridir. Mümkün olsa da birçok kişiye tıpkı elektrik hatlarında olduğu gibi paralel bağlansak da ne demek istediğimiz tam anlaşılabilsin. Nasıl ki birbirine eşit şartlarda bağlı paralel elektrik hatlarında aynı direnç, aynı volt, aynı amper söz konusuysa varsayalım ki birbirine eşit şartlarda bağlanmış insanlarda da aynı elem, aynı his, aynı mutluluk gibi bir dizi sevinç ve hüzünleri bir arada zahir olması söz konusu olacaktır. Değim yerindeyse birinin ayağına diken batsa diğerlerinin sinir uçları da aynı anda tepki verecektir. Hani bugünlerde yapay zekâdan bahsediyorlar ya, şimdi bizde varsayım olarak verdiğimiz bu örnekten hareketle birbirine paralel bağlanmış yapay zekâlara bu tepki neyin nesidir sorduğumuzda koro halinde “Eh, işte ayağımıza diken battı da böyle oldu” şeklinde hepsi aynı cevabı vereceklerdir. Oysa ortada diken filan yok, sadece idrak algılaması vardır. Yani sanki ortada böylesi bir olay veya görüntü varmış gibi vakıaları algılarız. Kaldı ki beynimizde her algılanan vakıanın bir nesnel karşılığı mı var ki diken diyebilelim, belli ki nesnel karşılığı yok, sadece ortada idrak algılaması vardır. Zaten değil midir ki “Her şey O’ndan geldi yine dönüş O’nadır”, elbette ki bir gün ruh penceremiz açıldığında anlaşılacaktır ki yok olmaya mahkûm olmayan mutlak varlığın sadece Allah olduğu idrak edilecektir. Hani ikide bir ‘yalan dünya’ deyip dururuz ya, aynen öyle de dünyanın gelip geçici boş bir balon olduğunu, dahası Yunus’un “Malda yalan, mülkte yalan, var biraz da sen oyalan” demekle neyi kast etmiş olduğunu idrak etmiş olacağız. Besbelli ki boş olan beş duyunun algıladığı maddi dünyadır, dolu olan ise âlimlerin büyük âlem diye tanımladığı ruh dünyasıdır.
Pozitivist akımı rehber alanlar maddeyi elle tutulan, gözle görülen varlık olarak tarif etseler de kazın ayağı hiçte öyle değil, bilimsel çalışmaların ortaya koydukları veriler bize şunu gösteriyor ki, meğer madde durağan değilmiş. Her ne kadar maddenin hareketliliği somut olarak görülmese de maddenin temeli olan atom çekirdeğinin etrafında elektronların pür dikkat deveran oldukları artık bir sır değil. Pek çok elle tuttuğumuzu ve dokunduğumuzu sandığımız şey ise aslında nesneye ait yansıyan ışınların sırasıyla önce gözün saydam tabakasına aks etmesi, akabinde göz bebeği ve onun arkasında yer alan ince kenarlı mercekten kırılarak geçmesi, keza ışınların gözü dolduran sıvı içerisinde yoluna devam edip gözün arka kısmında sarı benek hücrelerince önce kimyasal sonra elektrik akımına çevrilmesiyle birlikte ters görüntü halde beyne ulaşması ve en nihayetinde beyne ulaşanların sinir hücreleri tarafından düzeltilmiş algı görüntüsünden başkası değildir. Var olan tek bir hakikat varsa, o da İmam-ı Rabbânî (k.s)’in “Gerçek manada dış dünyada Allah'tan başka yoktur” ifadesinde yerini bulan sadece ruhumuzun sezebileceği ‘Mutlak Hakikat’ vardır. Bu demektir ki Allah’tan başka her şey fani, sadece baki olan Allah’tır.
Bakın, Ehlisünnet âlimlerimiz varlığı; Âlem-i Halk, Âlem-i Emr ve Âlem-i Zat (Hak) diye tanımlamaktalar. Bu tasniften de anlaşıldığı üzere görünen âlem üç boyutun sınırları dâhilinde beş duyumuzun algılayabileceği bir âlemdir. Âlem-i Emir ise beş duyumuzun algılamaktan aciz kaldığı sadece ruhu i melekemizin algılayabileceği üç boyutun ötesinde bir âlemdir, yani nurani âlemdir. Âlemi Hak ise tüm tahayyüllerimizin idrakten aciz kaldığı zaman ve mekândan münezzeh Yüce Mevla’mıza has bir sıfattır.
Yokluk konusuna gelince, varlığın zıddı şeklinde düşündüğümüz bir yokluk değil elbet. Düşündüğümüzün ötesinde, dahası aklın idrak edemeyeceği, ancak ‘vardan var olmak’ diyebileceğimiz bir yokluktur bu. Bakın, Hz. Mevlana; “Hayvan hayvanlığı, insan insanlığıyla, melekse melekliği ile kurtuldu” derken her bir varlığın yoktan var olduğuna işaret etmiştir. Her neyse ister ‘var’, ister ‘yok’ diyelim, sonuçta gördüğümüz ve göremediğimiz her şey Mutlak varlığın bize yansıyan tecellisinden başka bir şey değildir. İşte Mutlak varlıktan insana yansıyan tecellilerin görünen kısımları beş duyumuzda karşılık bulurken, görünmeyen tecellilerde ruh dünyamızda karşılık bulacaktır. Nasıl mı? Mesela;
-Duyularımız aklımıza maddeyi aşılarken, ruhu melekemizde idrak şuurumuza manayı aşılar,
-Duyularımız akla sınırlı olmayı öngörürken, ruhumuzda idrak şuurumuza sonsuzluğu telkin eder,
-Duyularımız akla acziyeti, esareti ve köleliği aşılarken, ruhumuzda idrak şuurumuza tüm sahte mabutlardan sıyrılıp özgür olmayı aşılar.
-Duyularımız aklı sebeplerle oyalanmasını öngörürken, ruhumuz ise idrak şuurumuza yaratılış gayesine yönelik Allah’a ‘abd’ olmayı ön görür.
Evet, bu ve buna benzer daha pek çok örnekler sıralayabiliriz.
En son özetle şunu diyebiliriz ki beş duyumuz aklımıza fani olanı telkin etmekte, ruhumuz ise Yüce Allah’a kul olmakla idrak şuurumuza sonsuzluğa vurgun olmamızı telkin ediyor.
Şu da bir gerçek, Kur’an’da insana ruh hakkında çok az malumat verildiği zikredilir. Dolayısıyla ruh hakkında iç aydınlık kandilimiz demek kâfidir. Allah Teâlâ “Ve sana ruhtan sorarlar, onlara deki Rabbinin emrindedir”(İsra–85) buyuruyor çünkü.
Öyle anlaşılıyor ki, insan ruhu ne maddedeki mekanizme, ne bitkideki tropizme, ne de hayvandaki içgüdüye benzer, tüm bunları da içine alan deryai umman bir âlemdir. Nitekim Muhyiddin Arabî Hz.leri ‘İnsan çamurdan yaratılan dünyanın cilası olmuştur’ derken bu noktaya işaret etmiştir.
Velhasıl; İnsan maddeyi işleyerek manaya yol alır. Mana kazandıkça da fıtri özgürlüğünü ilan etmiş olur. Çünkü özgürlük meşalesi insan ruhunda kodlu zaten.
Vesselam.
https://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3350/ozgurluk-mesalesi-insan-ruhunda-gizli

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz