Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

Yıldırım Arkadaş

2 posters

Aşağa gitmek

Yıldırım Arkadaş Empty Yıldırım Arkadaş

Mesaj tarafından Eyüp Coşkun Salı Ocak 06, 2009 5:18 pm

Kiminin yaşamının bir yerinde vardır buna benzer bir anısı. Kimiyse izlediği bir Yeşilçam filmlerinde mutlaka karşılaşmıştır.


Mahalledeki
çocuklar top oynuyordur. Hepsinin yüzünde gülücükler… Ama köşeye
çekilmiş, bir taş üzerinde oturuyordur bir çocuk. Avuçlarını dayamış
çenesine, mahzun bir şekilde oyun oynayan mutlu çocukları izler.
Mahzunluğu oyuna alınmadığından… Oyundakiler bu çocuğu belki
öksüzlüğünden, belki yetimliğinden, belki de fakirliğinden dâhil
etmezler oyuna. Kim bilir, belki de sebep bambaşka. “Gözünün üstünde
kaşın var” deyip almamış da olabilirler. Oyuna almak istemeyince
bahaneden bol ne var!


Neyse.
Oyun devam eder. Derken top o mahallenin en huysuz ihtiyarının camını
kırar. İhtiyar adam bir hışımla kapıda belirir ki o an tüm çocuklar
toz, duman… Bir tek kenarda mahzun oturan çocuk kalır. İhtiyar da
hıncını alacak ya tutar o çocuğu, tüm öfkesini onda söndürür.


Her
gittiği yerde itilip kakılmaktadır bu çocuk. Ekmek kuyruğuna girer,
sırasını alırlar. Okula gider, “minyatür ağa”lar haraç olarak alır
cebindeki bir simit parasını. Bu aşamada çocuğun önüne iki yol çıkar.
Ya her şeyi kabullenip köle gibi denileni yapacaktır, ya da azmedip
kendini ezdirmemek için çalışacaktır.


İkinci
yolu seçer bu imkânsızlıkta bunu başarmanın zor olduğunu bile bile. Ama
köle olmayı da yediremez kendisine. İlk başlarda çok dayak yer ama
zaman geçtikçe amiyane tabirle “yiye yiye atmayı” da öğrenir. Bu sayede
dayaktan kurtulmuştur. Sıra gelir hor görülmekten kurtulmaya. Bir defa
niyet etti ya bu işe, geri dönmez. Elindeki imkan kısıtlıdır ama
azmiyle, inancıyla onun da üstesinden gelir. Okur, büyük adam olur.


Ve hikâyenin bitişi oldukça manidar:

Yere
düştüğünde kaldırmak için uzanmayan hatta bir tane daha fazla vuran
eller, bu kez onun elinde bir lokma ekmek kazanabilmek için uzanır.
Eyüp Coşkun
Eyüp Coşkun
Admin

Mesaj Sayısı : 154
Kayıt tarihi : 06/01/09

https://darulerkam.forum.st

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Yıldırım Arkadaş Empty Geri: Yıldırım Arkadaş

Mesaj tarafından Metin YILDIRIM Paz Şub. 01, 2009 9:08 pm

FARKLILIKLAR HANGİ ZENGİNLİĞİN GÖSTERGESİ?

Şehir merkezinden az da olsa uzak bir mahalleye yolum düşüyor. Daha mahalleye ilk adımımı attığım anda bir sıcaklık kaplıyor içimi. Sanki soğuyan havaya nispet edercesine ısınıyor ha ısınıyor.

Mahalle dediysem öyle hemen aklınıza çok katlı apartmanların yan yana dizildiği, karşılıklı iki evin arasına helikopter inecek kadar mesafe bulunan “modern” beton yığınaklar değil. Oldukça mütevazı, geneli tek katlı ve çoğunun bahçesinde de küçük bahçe duvarının üzerinden dalları sokağa taşmış meyve ağaçları olan evler var bu mahallede. Üstelik evlerin arasıda bırakın helikopter indirmeyi, bir otomobil ancak geçecek kadar mesafe var. Evler birbirine o kadar yakın.

Sanırım evlerdeki bu yakınlık ev sahiplerine de sirayet etmiş. Şimdi birçoğumuzun anne-babamızdan dinlediğimiz o eski komşuluğu görüyorum oradaki insanlarda. Bir an dalıp gidiyorum eski komşulukların anlatıldığı o günlere.

Derken bir selam tekrar bulunduğum zamana getiriyor beni. Sesin geldiği yere yöneliyorum. İhtiyar bir hanım teyze elinde bir tabak yemekle evin birine giriyor. Selamı da kapı önündeki sandalyede oturan yaşlı amcaya vermiş belli ki. Hem biraz soluklanmak hem de sohbet etmek için yaklaşıyorum amcaya doğru. Tam amcaya yaklaşmışken ihtiyar teyze de çıkıyor evden. Tekrar selam verip kendi evine doğru ilerliyor. Şivesinden Türk olmadığı belli ediyor kendini.

Neyse… Selam verip yanına oturuyorum ihtiyar amcanın. Sohbet biraz ilerleyince mahallenin girişinde hissettiğim bu tatlı sıcaklığa getiriyorum konuyu. Amca hafif bir gülümseyip nefesini topladıktan sonra “Evlat!” deyip başlıyor söze:

“Burası bu şehrin en eski mahallelerinden biridir. Şu kadar Türk-Müslüman, şu kadar da Ermeni-Hıristiyan yaşar burada.” Bu cümleyi duyunca şaşkınlığım ve merakım biraz daha artıyor. Ve istemeden de olsa az önceki yemek getiren ihtiyar teyzenin evine doğru bakıyorum. Amcam fark ediyor ve ben sormadan cevabı veriyor: “Evet, o da bir Ermenidir. Bizim ilk komşularımızdandır. Her gün yaptığı yemekten kokusu gitmiştir diye bir tabak da bize getirir sağ olsun. Bizim hanım da onlara…”

Birden refleks olarak soruyorum: “Peki amca, şu zamanda Türk Türk’le bu kadar samimi bir komşuluk yaşayamıyorken, Müslüman Müslümanla bu kadar iyi geçinemiyorken siz nasıl başardınız bunu? Hem de bunca yıldır bozmadan!”

“Bak delikanlı” diyor amca. “Biz buraya yerleştiğimizde ben daha çocuktum. O zamanlardan kalma iki ailenin komşuluğu ve o gördüğün hanımın kocasıyla arkadaşlığımız. Ramazan aylarında biz sokakta oynarken oruçlu olduğumuzu bildiğinden yanımızda açlıktan söz etmezdi bile. Birazdan geliyorum der giderdi. Ailesi bizi iftara çağırırdı. Onlar da bizimle oruç tutardı nerdeyse. Biz de onların dini günlerinde, bayramlarında onlara aynı şekilde davranırdık. Büyüdük, evlendik mahallemizi de komşuluğumuzu da terk edemedik. Ailelerimizden gördüklerimizi çocuklarımıza anlattık, öyle eğittik onları da. Düğünlerimiz de oldu, ölümlerimiz de. Ama farklı olan sadece şekillerdi. Bu zamana kadar ne biz onları bizim gibi değil diye dışladık, ne de onlar bizi…”

O bunları söylerken bir cümle sürekli kulağımda yankılandı durdu: “Ama farklı olan sadece şekillerdi.” Bu söz dönüp durdukça kulağımda, gözümün önüne diğer mahalleler, sokaklar, şehirler geliyordu. Birbirine benzemeye çalışan insanlar… Yüzyıllardan beridir Türk’üyle, Kürt’üyle, Ermeni’siyle, Rum’uyla, Tatar’ıyla, Çerkez’iyle, Laz’ıyla bir arada yaşamış ve hiçbirinin de diğerine özenmeden, diğerini taklit etmeden kardeş gibi yaşadığı bu topraklarda iki asırdır yaşayan insanlar…

Tek bir kalıptan çıkmış gibi aynı tarz giyinen ve öyle giyinilmesini isteyen, tek bir düşüncenin doğru olduğuna inanıp diğerlerini de öyle düşünmeye zorlayan, özgürlük diye naralar atıp başkalarının özgürlüğüne ambargo koyan insanlar…

Ne dersiniz? “Farklılıklarımız, zenginliğimizin göstergesidir.” sözünü sadece görkemli davetlerde üzerimize giydiğimiz kıyafetlerle bir başkasına “pişti olmamak” olarak mı anlıyoruz acaba?
Metin YILDIRIM
Metin YILDIRIM

Mesaj Sayısı : 3
Kayıt tarihi : 08/01/09
Yaş : 37

http://www.uniyorum.net

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Yıldırım Arkadaş Empty Geri: Yıldırım Arkadaş

Mesaj tarafından Metin YILDIRIM Ptsi Nis. 20, 2009 1:33 am

BU HASRET VUSLATA GEBE

Yıldırım Arkadaş Yasliamca

Yağmurlu bir günde pencereden dışarı bakan küçük bir çocuğun gözlerinde saklı kaldı zaman. Aynı
bakış, aynı duygu yıllar süren bir birlikteliğin ölümle son bulduğu ömürlüm
gözlerde de vardı.




Zaman kavramı bir saat kadranında dönüp duran bir akreple yelkovandan daha fazlasıydı onlar
için. Birine göre uzun bir yolculuğa çıkmış olan babasının elinde oyuncaklarla
yolun başından görünmesiydi. Diğerine göre ise yine uzun bir yolculuğa çıkmış
ama dönmeyecek olan hayat arkadaşının, can yoldaşının peşinden gitmesiydi,
gidebilmesiydi… Fakat her iki bekleyişte de ortak bir kelime vardı: “Vuslat”… Uğruna
ömürler verilebilecek zaman dilimi…




Ötelerden beridir öyle sürüp gelmemiş miydi? Her zaman ve mekanda sürekli birileri bir
şeylerin hasretini çekip vuslat anını beklememiş miydi? Kimisi bir dünya
nimetine, kimisi cennet bahçesine, kimisi Hz. Yusuf’a, kimisi Leyla’ya hasret
değil miydi ve bu hasretin vuslatını beklememiş miydi? Hz. Mevlana ölüm gününü
sevgiliye kavuşma anı diye adlandırıp o güne Şeb-i Arus dememiş miydi?



Aşıkların sazına döküldü, beste beste türkü olup düştü yüreğimize vuslat. Yeri geldi bir “Kara
Tren” oldu gözlerimizi yollarda bıraktı. Yeri geldi ucu yanmış bir mektup oldu
sevgilinin kokusunu taşını kilometrelerce uzağa. Yeri geldi İstanbul oldu
yüreğimize işletti imkansızlığını. Ama ne umutsuzluğa gark etti hasretle yanmış
gönülleri, ne de olmayacak bir umut verdi umuda aç gönüllere.




Yürekte sızısı bulunmayan bilemez elbette hasreti, bilemez elbette vuslatı. Ve gönülden
sevmeyen, bir insanı, çiçeği, böceği belki de bir ideali, hasret çekemez. Hani derler
ya “Yürek yanmadıkça göz yaşarmaz” diye, hasret bir yürek yangını olup
konmadıkça göğüs kafesine, vuslat bir gözyaşı olup dökülmez gönüllere.




Hasreti acı bir zulüm olarak görenler ardındaki bu hikmeti anlayamazlar elbette. Çünkü göz
zahirle yetinirken gönül ötelere erişmek ister. Bunu da ancak hasretin ateşiyle
pişip, yandıktan sonra vuslata erişerek başarabilir.
Metin YILDIRIM
Metin YILDIRIM

Mesaj Sayısı : 3
Kayıt tarihi : 08/01/09
Yaş : 37

http://www.uniyorum.net

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz