Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

SURİYE VE ŞAH-I HAZNE

Aşağa gitmek

 SURİYE VE ŞAH-I HAZNE  Empty SURİYE VE ŞAH-I HAZNE

Mesaj tarafından Selim Salı Mart 31, 2020 2:19 pm

SURİYE VE ŞAH-I HAZNE
SELİM GÜRBÜZER
Suriye tarihten bu güne nice badireler atlatmış, nice medeniyetlere beşiklik etmiş ve nice devletlerin hâkimiyeti altında idare edilmiş bir Bilad’üş-Şam Ortadoğu ülkesidir. Dolayısıyla bizim için Bağdat neyse, Halep neyse, İstanbul neyse, Mekke neyse, Medine neyse, Semerkand neyse Şam’da odur, hiç birini birbirinden ayrı gayri görmeyiz. İşte bu noktada, Şam’da elbette ki bu anlamda tüm İslam Âleminin kalbi ve başkentidir. Ancak köprülerin altında epey sular akıp bugüne geldiğimizde Şam’ın kalbi, artık İslam âlemi için atmıyor. Maalesef şuan egemen devletler ve yerli işbirlikçileri üzerinden kuşatılmış durumdadır. Sadece kuşatılan Şam mı? Hiç kuşkusuz ki, buna tüm Ortadoğu ülkeleri de dâhildir. Düşünebiliyor musunuz bir zamanlar tüm dünyaya ışık saçan Ortadoğu, artık ışığa hasret ve ışığa muhtaç hale gelmiş konumda. Kökü dışarıda emperyalist devletlerin güdümünde yerli işbirlikçi yöneticiler işbaşında olduğu müddetçe Ortadoğu daha çok ışığa hasret kalacak gibi. Hele ki, Bilad’üş-Şam Suriye, bir zaman Baba Esad tarafından inim inim inlemekte iken, şimdi de Oğul Esad yönetiminde inim inim inleyen ülkedir. Habire ışığı karartılmaya devam etmekte olan hançer yaralı ceylan misali gelen vurmakta giden vurmakta.
Malumunuz bu topraklar ilk olarak hançer yarası darbeyi Âdemoğullarından Kabil’in kardeşi Habil’i katletmesiyle almıştır. Evet, yanlış duymadınız, ilk kardeşkanının akıtıldığı mekân Suriye coğrafyasının Kasiyum dağında vuku buldu. Kardeşkanı akıtıldı da ne oldu, sanki Kabil’in başı göğe mi erdi, bilakis kıyamete dek sürecek çok kötü bir çığır açılmasının baş müsebbibi oldu. Nitekim bu kötü çığırın açtığı tahribatın etkisini tarihi süreç içerisinde nice Kabillerin türemesiyle birlikte Suriye’nin neden pek çok kereler el değiştirdiğini şimdi daha anlayabiliyoruz pekâlâ. Hiç kuşkusuz tarih sadece menfi yönden el değiştirmelere şahit olmuş değildir, müsbet yönden de el değiştirmelere şahit oldu elbet. Örnek mi? İşte tarihin şahitlik ettiği en dikkat çekici müsbet yönden el değiştirme diyebileceğimiz ilk Feth-i Mübin harekât Hz. Ömer (r.a) döneminde Suriye coğrafyasının ilk kez İslam topraklarına dâhil etmesiyle başladı. Ve bu topraklara ilk nübüvvet nurunun değmesinde en büyük pay sahibi Saad bin Vakkas’tır. Şimdi gel de bu toprakların nübüvvet nuruyla soluk almasında temel harç vazifesi gören böylesi bir abidevi sahabemizi yâd etmeden es geçelim, ne mümkün. Hem nasıl es geçebiliriz ki? Bikere her şeyden önce O, Allah Resulünü müşriklerin oklarına karşı kendini siper ettiği günden beri göğsünde saklı tuttuğu o nübüvvet nurunu gittiği her yere taşımakla kendine görev addeden bir sahabedir dersek yeridir. Böyle addetmeye mecbur da. Dedik ya, çünkü O, Uhud Gazvesinde göğsünü bizatihi Rasulullah (s.a.v)’e siper ettiğinde Peygamber kavlince “Ya Sa’d! Anam, babam sana feda olsun, Ha gayret oklarını atıver” talimatıyla övgüye mazhar olmuş bir sahabemizdir. Yetmedi, Peygamberimiz (s.a.v) hayatta iken başta Hendek gazası olmak üzere daha nice gazalarda bulunmayı da ihmal etmeyen sahabemizdir. Elbette ki, Peygamber (s.a.v)’in övgüsüne mazhar olmuş, böylesi çok yönlü donanıma sahip bir sahabemizin, Hz. Ömer (r.a) dönemine gelindiğinde İran ordusunun Başbuğu, Kadisiye zaferinin Başkahramanı ve Kisra ülkelerinin Fatihi olarak tarihe damga vurması son derece gayet tabiidir. Dile kolay, hem de ilk mührünü vuracağı seferi Irak’a olacaktır. Irak seferi sıradan bir sefer değildi elbet, bilakis karşısında konuşlanmış 40 fillik ve takriben 80 binlik orduya karşı kıyasıya verilen mücadelenin neticesinde kazanılan Feth-i Mübin seferidir bu. Şayet Mehmet Akif o sefer şartlarında yaşamış olsaydı muhtemeldir ki, istiklal dizelerinin satır aralarında Sa’d bin Vakkas (r.a.)’a şöyle yer verip:
-“Küffarın 40 fili ve 80 bin ordusu varsa, benimde Peygamber (s.a.v) övgüsüne mazhar olmuş iman dolu göğsüm gibi Sa’d bin Vakkas adlı serhaddim ve fatihim vardır” demekten kendini alamayacaktı.
Evet, işte görüyorsunuz gerçek manada fütüvvet ruhu, yukarıda hayalende olsa mısralarda düşlediğimiz adını seve seve andığımız Başbuğ sahabemizin iman dolu göğsünde gizlidir. Nitekim göğsünde saklı tuttuğu o iman nuru, gün gelir karşısına çıkan o günkü dünyanın tam donanımlı küffar ordularını bir çırpıda ezip geçmesine yetmiştir. Öyle ki, o iman nuru kâh Irak fethinde, kâh Kadisiye de Fars ordusunu hezimete uğratarak etkisini gösterecektir. Derken Sa’d bin Vakkas, Median ve Kisra Sarayına ilk giren bir iman abidesi Başbuğ sahabemiz olarak tarihe not düştüğünde, Kisra hükümdarı ister istemez Müslümanların elde ettiği bu zafer karşısında kızını Hz. Ömer (r.anh)’a takdim etmek üzere evlendirmek jestinde bulunacaktır. Ancak Hz. Ömer (r.a) Kisra hükümdarının bu jestini kendine üstüne almaz, Hz. Hüseyin (r.a)’a layık görerek taçlandıracaktır. İyi ki de Halife Ömer (r.a) bu jesti kendine değil Hz. Hüseyin (r.anh)’a tebdil etmiş, bu sayede nur neslinin devamını sağlayacak evliliğin gerçekleşmesiyle birlikte ilerisinde takvasıyla adından söz ettirecek Zeynel Abidin adında nur topu ehlibeyt evladının dünyaya gelmesine vesile olmuş olur. Nitekim Zeynel Abidin bu topraklara takva sahibi karakteristik yönüyle şeref katar da.
Madem öyle, bakalım bu topraklara kattığı şeref nereye kadar sürdürülür olacak onu bir görelim. Açıkçası doğrusunu söylemek gerekirse, Hz. Ömer dönemi sonrasından hem ehlibeyt nesil açısından, hem de müminler açısından işler pek parlak gitmeyecektir. Malumunuz, VIII. yüzyıla girdiğimizde, Şam ilk etapta Emevilerin başkenti olurken, sonrasında Eyyûbîlerin idaresine geçer, akabinde ise Memlüklerin hâkimiyeti altına girer. Böylece Memlukler bir anda Hicaz Su Yollarının kesiştiği mevkiinin odağında bulurlar kendilerini. Yani, bulundukları odak nokta tam da ticari yollarının buluştuğu hat üzerinde gözlerden uzak konumda bir yerdir. Derken Memlükler, ta ki buralarda başkalarınca stratejik önemi fark edilene kadar rahatça yaşayabilecek bir avantajlık konum elde etmiş olurlar. Ancak şu da var ki, buraların stratejik önemi herkesin gözünden kaçsa da, bikere Yavuz Sultan Selim’in gözünden kaçmayacağı besbelli. Nitekim Yavuz Sultan, Osmanlının batıya doğru giden yönünü bir anda doğu yönüne çevirecek hamleyi başlatır da. Hiç kuşkusuz yerinde bir hamledir bu. Öyle ya, cihangir bir devlette olsan ardını sağlama almadan batıya yönelmişsin ne fayda, dolayısıyla sürekli batıya doğru seferler düzenlemek anlamsız olurdu. İşte bu gerçeklerden hareketle Yavuz Sultan Selim’in öngörüsüyle kazanılan Mercidabık zaferiyle birlikte bir zamanlar adından Bilad’üş-Şam olarak söz ettiren bugünkü adıyla Lübnan, Filistin ve Ürdün topraklarının tamamını kapsayan coğrafi alan, yani Suriye’nin Osmanlı coğrafyasına dâhili gerçekleşir. Ve bu arada Memlükler ve Osmanlı arasında cereyan eden Hicaz Su Yolu çekişmesi de son bulmuş olur. Hatta bundan daha da mühim hadise tarihin akışını değiştirecek üst üste gelen bu stratejik hamlelerle birlikte İslam dünyasının Osmanlı şemsiyesinin altına girme hadisesi vuku bulur. Ama yine de pek fazla da sevindirik olmayalım, çünkü ortalık daha henüz tam manasıyla güllük gülistanlık sayılmazdı, bir bakıyorsun hiç ummadığımız bir anda “sinek küçük olsa bile mide bulandırır” denilen bir süreç yaşanacaktır. Bu süreci az çok tahmin etmişsinizdir, hiç kuşkusuz Osmanlı’ya karşı Mısır’da Kavalalı Mehmet Ali Paşa'nın başını çektiği neredeyse Suriye coğrafyasında elde ettiğimiz kazanımlarımızın elimizden çıkmasına neden olabilecek bir başkaldırı harekâtından başkası değildi elbet. Neyse ki, düşündüğümüz gibi korktuğumuz başımıza gelmez, Mısır yeniden Osmanlı’nın tabiiyetine geçer de. Ancak malumunuz Osmanlının ileriki dönemlerinde hasta yatağına düşmesiyle birlikte bu birliktelik son bulacaktır. Hele bir devlet hasta yatağına düşmeye bir görsün, vefaymış, şuymuş, buymuş hak getire, daha ruhunu teslim etmeden sadece Mısır değil daha pek çok bir sürü devletçiklerin türemesinin şartları oluşturulur da. Demek ki atalarımız hiç yoktan “Su uyur düşman uyumaz” diye boşa söylememişler; hiç kuşkusuz bir bildikleri vardı ki, çok öncesinden bu sözü söyleme ihtiyacı duymuşlar. Baksanıza Devlet-i Aliye tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte Ortadoğu’nun kalbi diyebileceğimiz Suriye’nin bir anda batılıların insafına terk edildiği bölük pörçük bir ülke hale gelmiş yüzüyle yüzleşmek durumunda kaldık bile. Derken bundan böyle bu topraklar daha çok bir damla kan bir damla petrol ekseninde bir mücadeleye sahne olacaktır. İlginçtir Suriye’de petrol olmadığı halde, Ortadoğu’da en çok başı dertte ülkeler arasında gelmekte. Kendi kendimize bu ne iştir acaba dediğimizde biraz meselenin özüne indiğimizde, Suriye’yi önemli kılan husus Ortadoğu’nun giriş kapısı ve petrol bölge sahaları kapsam alanı içerisinde konumlanmış olmasıdır. Meğer Fransızların böylesi stratejik öneme haiz bu ülkeyi yaklaşık 25 yıl işgal altında tutmaları boşa değilmiş. Öyle ki, Suriye zar zor 1946’da bağımsızlığını elde ederek ancak Fransız boyunduruğundan kurtulabilmiştir. Tabii ki bağımsız olmakla her şey bitmiş sayılmazdı, işte görüyorsunuz bu gün olmuş halen gelinen noktada iki yakası bir araya gelememiş, habire dış ve iç güçler tarafından ayar çekilen ülke konumundadır Suriye.
Nasıl bu bir mantık kurgu ağıysa, Ortadoğu deyince batılıların, hele bilhassa İngiltere Kraliyet ailesinin aklına hep durmadan petrol akla gelmekte. Akıllara ziyan, Ortadoğu’ya “bir damla kan, bir damla petrol” tarzı bir hilkat garibesi mantık zaviyeden bakmakta ne demek, hem bu ters tutum hangi akla, hangi mantığa, hangi vicdana sığar ki? El insaf, adamlara ne söylesek hiç kâr etmiyor da, vicdanları kararmış bikere. Zaten vahşi batı oldum olası hep kanla beslenmiştir, bu saatten sonrada onlardan insaflı olmalarını beklemek hayalperestlik olur zaten. Çünkü onlar için tarihten bugüne milyonlarca insanın kanına girmenin ve gözyaşlarının akıtılmasının çokta kıymeti harbiyesi yoktur, asla onca yaşanan acı trajediler umurlarında olmaz. Varsa yoksa onlar için hammadde ve petrol kaynakları çok mühimdir. Baksanıza İsrail’in Ortadoğu’ya çıbanbaşı olarak yerleştirilmesinin arka planında da bu derin çıkar ilişkileri ve aç gözlülük yatmaktadır. İşte İsrail bu noktada Ortadoğu’da bir şekilde güven içerisinde varlığını sürdürmesi gerekir ki, hammadde kaynakları üzerinde sömürgeci emellerini sürdürebilsinler. Aksi halde hammadde kaynakları üzerinde ilelebet yemlenmeleri pek mümkün olmayacaktır.
Evet, İsrail Ortadoğu’da gelmiş geçmiş en büyük baş çıban bir terör devletidir. Hiç boşuna kimse heveslenmesin, bu baş çıban halledilmeden Ortadoğu öyle kolay kolay huzur yok gibi gözüküyor. Yine de Müslümanlar olarak ümitsizliğe ve yeise kapılmamak en doğrusu, illa ki Allah Teâlâ bir çıkış yolu için bir sebep halk edecektir elbet, buna inancımız tam olmalı da. Aksi halde, bu inançta ümit var olmazsak olaylar karşısında eli kolu bağlı olarak seyirci kalmak durumunda kalırız hep. Mutlaka neydik edip gücümüz ölçüsünce bir şeyler yapmalı ki, umutlarımız kararmasın hep yeşerir olsun. O halde şayet bir insan idareciyse diplomasi kanallarını kullanarak, şayet zenginse maddi gücünü kullanarak, şayet gerçek anlamda entelektüel fikir adamıysa fikriyatını kullanarak, şayet elinden hiç bir şey gelmez biriyse en azından buğz ederek katkıda bulunmalı ki, Suriye bir an evvel Esad zulmünden kurtulup özgür bir ülke hale gelebilsin. Ancak katkı sunarken de İrak’ta daha önce denenmiş ve kurgulanmış Saddam benzeri bir operasyon yöntemlerini örnek alarak değil, bilakis bu işin üstesinde gelecek şekilde çok yönlü stratejik hamleleri kendimize örnek model alarak katkı sunmalıdır. Diğer türlüsünde malum Saddam’ın devrilişi sırasında tüm dünyanın gözü önünde naklen izlettikleri bir takım görüntüler, meğer bir göz boyamadan ibaretmiş. Hele bu arada Saddam sonrası meseleyi enine boyuna analiz ettiğimizde dert dava Saddam değilmiş, asıl dert dava Irak pastasından pay almak olduğunu daha da iyi idrak etmiş olduk. Madem öyle, daha ne duruyoruz Suriye’den Esad ve yönetimi gidecekse de bir daha Irak benzeri aynı oyuna düşmeyecek şekilde meselenin üzerine gitmelidir. Yerine ikame edilecek yeni yönetimin mutlaka dış güçlerin güdümünde bir yönetim değil, tam aksine Suriye halkının kendi kaderini kendi belirleyeceği bir yönetim modelini uluslararası platformda yılamadan usanmadan azmimizden hiçbir şey kaybetmeden iyice kafalarına kazıyarak kamuoyu oluşturmalı. Ki, bu model Türkiye’nin sürekli olarak uluslararası alanda dillendirdiği bir yönetim modelidir zaten. Bizim derdimiz asla topraklarımıza toprak katmak değildir, bilakis hem bizim, hem de Ortadoğu ülkelerinin huzur içerisinde yaşamalarına yönelik toprak bütünlüğünü sağlamak dert davamızdır. Ama gel gör ki, İslam ülkelerinin yöneticilerinin hiçbiri uluslararası platforma taşıdığımız bu önerilerimize sıcak bakmadıkları gibi pek oralı da olmuyorlar maalesef. Onlar oralı olmaya dursunlar, Allah’tan Türkiye’mizin kuruluş iradesine sahip çıkan Menderes gibi, Özal gibi basiret ve yürek sahibi yöneticiler çıkıyor da ikide bir oralarda ne işimiz var demiyoruz. Yetmedi son hamlede Tayyip Erdoğan liderliğinde İsrail’e 'one minute' çıkışı yapıp tüm Ortadoğu mazlum halkların umudu olarak yüreklere su serpebiliyoruz. Ancak şu da var ki, bir yandan mazlumlara umut ışığı olurken, sanmayın ki yol kesen haramiler ve tiranlarda boş duruyorlar. Onlar da bizim Ortadoğu halklarının gönlünde yaktığımız her bir umut meşalelerini söndürmek için uğraş veriyorlar habire. Baksanıza Fırat Kalkanı, Zeytin Dalı, Barış Pınarı ve Bahar Kalkanı Harekâtları derken Suriye halen bu gün olmuş Esad belasından ve dış egemen güçlerin hegemonyasından yakayı kurtarmış değildir. Düşünsenize gelinen bu süreçte bir Rusya eksikti, maalesef o da sonradan Suriye tarlasında iz sürenler kervanına katılmış durumda. Hem de katılımı iş olsun babında öylesine bir katılımda değil, tam aksine şu sıralar sahnede sinsi başaktör olarak boy gösteriyor da. Her ne kadar bugünkü Rusya’nın siyasi yapısında Çar Rusya’nın esamesi okunmasa da bir şekilde Çarları aratmayacak şekilde zulme razı tavır sergileyebiliyorlar. Şayet zulme çanak tutulan bu süreçte Rusya’nın ardından Çin’de devreye girerse şaşmamak gerekir. Hakeza bu arada zulüm tavan yapıp üçüncü dünya savaşı çıkarsa da şaşmamak gerekir. Çünkü gelinen noktada sapla saman her şey birbirine öyle karışmış bir halde ki tamamen dünya dengelerini altüst edecek türden bir keşmekeşliktir bu. Dolayısıyla her an her şey olabilir düşüncesinden hareketle madden ve manen hazırlıklı olmak zorundayız. Her neyse, belli ki Türkiye'nin gerek Suriye mültecilere yönelik insani yardım çabaları, gerekse uluslararası arenada gösterdiği diplomasi ataklar tek başına meselenin üstesinden gelmesine yetmiyor. Yine de sakın ola ki girişimlerimiz havada diye kararlılığımızdan ve Ensari yaklaşımımızdan zerrece ödün vermek durumuna düşmeyelim. Ki, Can Türkiye’mize durmak yok, hem sahada hem de masada her daim var olmak yaraşır. Kaldı ki “şer odaklarının bir hesabı varsa, Allah'ın da mutlaka değişmez bir hesabı vardır” umudu bizim pes etmeksizin her daim iri ve diri olmamıza yeter artar da. Zaten bunun aksini düşünmek abesle iştigal olur. Unutmayalım ki, korkaklar asla zafer anıtı dikemezler, zafer anıtını ancak cesur abidevi şahsiyetler dikebilir, bu böyle biline. Zira masada 2020 baharında Rusya’ya ateşkes kararı aldırmamız gücümüzün göstergesi bir zafer anıtı olur da.
Malumunuz, 1967’de İsrail-Arap savaşında zaferle çıkan İsrail, Golan tepelerini işgal etmenin şımarıklığıyla Ortadoğu’ya adım adım yerleştiği günden beri Ortadoğu halklarının yüzü bir kez olsun gülmez oldu. Nasıl yüzleri gülsün ki, aldıkları bu ağır yenilginin akabinde Suriye yönetimini derinden sarsıp çatırdamalar baş gösterir de. Öyle ki, içte yaşanan iktidar çekişmelerinin ortaya koyduğu tabloda Baas Partisinin birinci çıkmasının şımarıklığıyla Hafız Esad fırsattan istifade kendi halkına darbe yapıp 1970’de yönetime el koyacaktır. Hafız Esad fırsatçılığı bu ya, iktidarını ayakta tutma adına daha sonraki yıllarda Müslümanların zaman zaman ayaklanma girişimlerini sert askeri tedbirlerle önlem alıp kendini sağlama almayı da ihmal etmez. Tabii bitmedi, dahası var elbet, bir yandan kendi halkına acımasızca zulmederken diğer yandan da İsrail’den gelecek muhtemel tehlikelere karşı da Hamas ve İslami Cihad örgütlerine güya destek verir görünümde sinsi bir politika gütme becerisini de sergileyecektir. Ancak bu sinsiliği bir yere kadar devam ettirebilir dediğimiz bir anda, ABD ansızın Bağdat’a girdiğinde tüm hesaplarını boşa çıkartacaktır. Çünkü Amerika Irak’tan sonra bu kez Suriye’yi gözüne kestirecektir. Nitekim ABD'nin Suriye ile doğrudan değil de dolambaçlı yollardan ilgilenmesi, hatta Suriye politikaları ekseninde dünya ölçeğinde kendine meşruiyet kazandıracak bir kamuoyu oluşturma çabası içerisine girerekten “Ey Suriye! Ayağını denk al, sıra sana geldi” demenin ön adımlarını atar bile. Derken bu ön adım işaret taşları bir bir döşenmek suretiyle zaman içerisinde yerine oturur da.
Hafız Esad’ın ölümüyle yerine geçen oğul Beşşar Esad’ın o yıllarda göreve gelmenin ilk taze heyecanından olsa gerek babasının izlediği politikaların tam aksine ılımlı gözüken politikalarıyla başta Türkiye olmak üzere pek çok ülke arasında yaşanan gerginlikler nihayet son bulur. Ancak ne var ki ABD'nin o yıllarda oğul Esed’in gösterdiği bu ılımlı gözüken tavrını göz ardı edip yine bildiğini okuyacaktır. Nasıl mı? Önce Basra Körfezi ve Doğu Akdeniz arasındaki bölgeyi İsrail’in güvenliğini sağlama adına Suriye’yi yeniden çatışma alanlarının içine çekecek bir hamleyi devreye sokmak suretiyle elbet. Arap baharıymış, şuymuş buymuş sanki ABD’nin umurunda mı? Hadi diyelim ki; Sam amcanın demokratikleşme ya da terörü temizlemek buralarda bulunmak niyetinde olduğunu varsaysak bile, Beşşar Esad o yıllarda bu anlamda Arap Baharı havasına bürünmüş modunda bir hava estiriyordu ki, bu durumda ABD’nin buraları demokratikleştirmek ve terörden arındırmak için varım demesinin bir anlam ifade etmeyeceği çok açıktır. Belli ki ABD’nin çıkar hesaplarına kaos ortamı daha işe yaramakta. Derken düşündüğü kaos eylem planının Oğul Bush tarafından yürürlüğe konulması gecikmez de. Nitekim Lübnan eski Başbakanı Refik Hariri'nin, 2005’te Beyrut’ta patlatılan bomba imha suikasta kurban gitmesi düşünülen işgal planının parçası bir senaryo olduğunu akıllara düşürür de. Tabii böyle bir olay karşısında Suriye bahar havasında olsa ne yazar, bikere ok yaydan çıkmıştı. Lübnan’da alev alan Şam karşıtı gösteriler bahar havasını dağıtmaya yetip Suriye orada ki 29 yıldır askeri varlığını askıya almak zorunda kalacaktır. Ancak bu geri adım Suriye üzerinde oynanan oyunları berhava etmeye yetmeyecektir. Delil melil hak getire, ortada en ufak şüphe uyandıracak herhangi bir delil olmamasına rağmen en nihayetinde Lübnan’da konuşturulan Suriye askerleri kovulurcasına kapı dışarı edilir de. Ne diyelim, işte görüyorsunuz Hariri dosyasında göz göre göre hedef şaşırtılacak ya, bu iş için tamda Suriye bulunmaz bir kaftandır. Yani, bu işte bit kemiği olarak hep Suriye parmağı aranacaktır. Tabii, hal vaziyet böyle olunca da işler ister istemez sarpa saracaktır. Ve en nihayetinde gelinen noktada Hariri olayı bahane edilerek hem Büyük Ortadoğu Projesinin devreye girmesi için adımlar atılacak, hem de Hamas ve Hizbullah’ın ikide bir karşılarına güç olarak çıkmasını önleyecek silahsızlandırma eylem planı devreye girecektir. Böylece bu planlar tuttuğunda güya kendi akıllarınca Ortadoğu halklarının direncini kırıp çirkin emellerine kavuşmuş olacaklardır.
Peki, bu süreçte Türkiye ne yaptı derseniz, hiç kuşkusuz bu süreçte de Türkiye her zaman olduğu gibi o yıllarda da her fırsatta Şam’ın uzlaşı yolunda attığı her adımın görmezden gelinemeyeceğini diplomatik kanallar vasıtasıyla dile getirerekten kendine yakışır bir tavır sergilemiştir. Ancak bizim bu samimiyetimiz ters tepecektir. Maalesef, Türkiye’nin tek taraflı tansiyonu düşürmeye yönelik tüm çabalar gerektiği kadar karşılık bulmayacaktır. Olsun onlar bilmese de Halik biliyor ya, bu yetmez mi? Biz zaten istesek de hiç kimseye asla kötülük düşünmeyiz. Çünkü bikere ecdadımızdan aldığımız terbiye mazlumlardan yana bir tavır ortaya koymamızı gerektirir. Dahası Osmanlı’nın torunları olarak mazlumlar için ne adım atılacaksa onu yaparız biz. Nitekim Hariri dosyasında hak hukukun tecellisi için Gaziantep’te görüşme önerisinde bulunmamız takdire şayan diplomasi atağı bir tavırdır. Ne var ki, bu öneriye Şam sıcak baktığı halde ABD sıcak bakmayıp her zamanki gibi muhalif bir tavır sergileyecektir. ABD böyle tavır sergiler de, BM Savcısı boş durur mu, derhal gereğini yapıp Hariri olayına karıştığı düşünülen şüpheli şahısların Viyana’da sorgulanmasına karar verecektir. Zaten mahkemeden çıkan sonuç bizi hiç şaşırtmaz da. Nitekim önceden tahmin edildiği şekliyle mahkeme heyetince Suriye yanlısı olarak takdim edilen dört üst rütbeli Lübnanlı Generalin tutuklanma kararı çıkacaktır. Oysa alınan bu kararla asıl olayın arka plan bağlantılarının aydınlatılmasının önüne geçilmiştir. Neyse ki çok zaman sonra Hariri suikastında Suriye’nin hiçbir dâhili olmadığı gün yüzüne çıkacaktır. Acı ama şu bir gerçek, bu senaryoya imza atıp da her kim yürürlüğe sokup uygulamışsa halen bu gün olmuş Suriye halkına çok büyük özür borçlu olduklarını unutmuş gözüküyorlar.
İlginçtir ABD’nin Saddam’ı devirmek bahanesiyle Irak’ı işgal ettiğinde o meşhur bildiğimiz Fransa, Almanya gibi ülkeler elinden gelen her türlü desteği vermeyi esirgemezken, Suriye söz konusu olduğunda meseleyi görmezden gelip hemen yan çizmişlerdir. İşte bu ve buna benzer olumsuz yan çizmelerin yanı sıra birde Rusya ve Çin’in her an ciddi karşı atak verme ihtimal dâhilinde göz önüne alındığında ABD’nin her işini elini kolunu sallayarak hiçte öyle kolay yoldan halledemeyeceğini az çok tahmin edebiliyoruz. Gerçektende dünya beşten büyüktür yerinde tespit bir söylemdir. Nasıl ki beş süper gücün kendine göre plan ve çıkarları varsa, diğer ülkelerinde kendilerine göre potansiyel bir güç oluşturmaları her an mümkün, hem neden olmasın ki? Bakmayın siz öyle beş gücünde adlarından süper güç olarak söz edilmelerine, düşünsenize kendi aralarında en ufak bir çıkar ayrılığı çıktığında bir araya gelemedikleri artık bir sır değil. Hadi bir araya geldiklerini varsaysak bile güç dengeleri bakımdan bunu dünya geneline vurduğunda her birinin aslında rozetleri büyük ama yüreklerinin küçük güç olduğu görülecektir. Hiç kuşkusuz bu çıkar ağı ilişkisinde Fransa’nın kendine göre Lübnan’da planları ve çıkarları olduğu göz ardı edilemeyeceği muhakkak. Zaten ABD, bu çıkar ilişki ağında her bir devletin hangi konumda olduğunu çok iyi bildiği içindir bu doğrultuda ikna turlarına çıkmayı da ihmal etmez. Tabiatıyla ikna turları sonuç vermese de, sonuçta ABD’nin her zaman alışık olduğumuz o meşhur A, B, C diyebileceğimiz planlarına ihtiyaç hâsıl olduğunda mutlaka uygulanmak üzere bir köşede saklı tuttuğu da herkesin malumu zaten. Ki, her an uygulayacakları düşünülen bu planlar arasında Suriye halkına yönelik bir takım ekonomik yaptırımlardan tutunda Suriye halkını açlığa susuzluğa mahkûm ederekten köşeye sıkıştırmakta vardır. İşte tamda bu planların yürürlüğe gireceği safhalarda her ne oluyorsa Beşşar Esad’ın hiç umulmadık bir anda Suriye'de babasının işlediği sayısız cinayetleri aratmayacak şekilde tüm dünyanın gözü önünde zulüm operasyonlarına start verdiğine hep birlikte şahit oldukta. Derken Beşşar Esad’ın bu haltı işlemesiyle Suriye’de planları olan ülkelere yeni bir fırsat doğacaktır. Nasıl fırsat doğmasın ki, Arap baharı havasına bürünmüş Esad gitmiş yerine bambaşka kılıkta kendi halkına kıyacak derecede gözü dönmüş zalim Esad gelmiştir artık. İşte Esad'ın üstlendiği bu yeni rol o gün ne umduk ne bulduk misali en çokta Türkiye’nin başını ağrıtacak kronik bir vakaya dönüşür de. Gerçekten de beklenmedik durumdu, meğer Beşşar Esad göründüğü gibi değilmiş, camileri bile bombalayacak kadar gözü dönmüş bir canidir o.
Aslında son tahlilde 36 şehit verdiğimiz hadiselerden çıkaracağımız sonuç şudur ki; Suriye halkına Türkiye’den başka arka çıkıp çare olacak yeryüzünde bir başka devletin çıkmayacağıdır. . Hiç kuşkusuz dünyada Esad zulmünden göç etmek zorunda kalan binlerce insanı Ensarca bağrına basacak olan tek ülke sadece Türkiye vardır. Üstelik bunu yaparken de her türlü zorluklara karşı göğsünü siper ederek yapmakta. Nitekim Gelinen noktada Suriye’de durum vaziyet öyle işin içinden çıkılmaz bir hal aldı ki, artık kimin eli kimin cebinde belli değil, dünyanın tüm istihbarat örgütleri habire meseleyi kangren hale getirip sürekli kaos ortamını daha da derinleştirmek peşindeler. Bunu yaparken de kimi zaman Kobani olaylarıyla, kimi zaman kendi elleriyle büyütüp besledikleri DAEŞ, PYD ve YDP, hatta arka planda FETÖ gibi şer örgütler kanalıyla yapmaktalar. Kelimenin tam anlamıyla Suriye halen ateşten bir gömlektir. Gel de bu ateş çemberinden çık çıkabilirsen. Dedik ya, yinede her şey bitmiş sayılmaz. Mehmetçiğimizin 2020 Bahar Kalkan Harekâtı bu umutlarımızı tazeleyip güçlendiriyor da. Öyle ki, Mehmetçiğin havada karada ölümüne gerçekleştirdiği Bahar Kalkan Harekâtı bu topraklarda gözü olan tüm şer odaklarının uykularını kaçırdığı gibi, yüzyıllık planlarını bile berhava edecek nitelikte bir harekât olduğunun sinyallerini bu odakların gözünün içine sokaraktan gösteriyor da. Böylece Mehmetçiğimizin sarsılmaz iman dolu yüreği sayesinde özgür Suriye ikliminin doğuşu bir hayal değil hakikatın tâ kendisi bir doğuş olacaktır. Aynı zamanda bu doğuşla birlikte Şah-ı Hazne (k.s)'in ruhaniyetinin yeniden bu topraklarda canlı tutulacağına dair inancımızın teyid edileceğine de umut varız. Nitekim bu güzel duygular eşliğinde Suriye’yi ne Şah-ı Haznesiz, ne de Şah-ı Hazne'yi Suriyesiz asla ayrı düşünmeyiz de. Çünkü bu topraklara can suyu olabilecek manevi anlamda diyebileceğimiz en son elde avucumuzda kalan tek şey Şeyh Ahmed-el Haznevi (k.s)’ın Suriye topraklarına üflediği nefesi kalmıştır. Allah korusun bu nefeste ziyan olursa Suriye’nin hali nice olur, bunu da siz bir düşünün. Dolayısıyla eksik kalan bu nefesi yeniden canlandırıp tamamlamak gerektir dersek maksadımızı aşmış pek sayılmayız.
Bilindiği üzere Şah-ı Hazne (k.s) Suriye'nin Pirifâni Şeyhi olmasının ötesinde Nakşibendî Tarikatının halkasında yer alan Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)'in dizinin dibinde yetişen bir nefesidir de. Tabii yetişti derken, tarla tapan için yetiştirilmedi elbet, hiç kuşkusuz insanlara nefes olup irşad etmek için yetiştirildi. Üstelik zor şartlar altında yetişmiştir. Düşünsenize Şah-ı Hazne o yıllarda Nurşin’de Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s)’in hizmetindeyken bir ara kuraklık ve kıtlık baş göstermişte. Hatta bir gün bu bölgenin ağalarından biri, Hazret Muhammed Diyâeddin’i sofileriyle birlikte davet ettiğinde Şah-ı Hazne (k.s) içinden şöyle iç geçirip kendi kendine;
"-Nihayet midemiz kırk yılda bir güzel yemek görecek" demiş.
Tabii bu iç geçirmenin akabinde çarıklarını yıkamış, kurutmuş ve hazırlığa koyulur bile. Ertesi gün Hazret Muhammed Diyâeddin (k.s) sofileriyle birlikte davete giderken, dönüp arkasına şöyle der;
"-Molla Ahmed (Şah-ı Hazne) burada kalsın, diğerleri benimle gelsin."
Hakeza yine bir gün Ramazan ayıymış, malum bu ayda mollalar zekât, fitre her ne varsa almak için icabında köy köyde dolaşırlarmış. İşte mollalar bu ayın hürmetine biraz dünyalık toplamak için yola koyulduklarında Şah-ı Hazne de o sırada onlara heveslenip Hazret Muhammed Diyâeddin'den izin istemiş. Bu durum karşısında Hazret Diyâeddin (k.s) demiş ki:
"-Allah için sen çalış, Allah sana her şeyi verir."
Gerçektende Şah-ı Hazne (k.s), eskiden çok fakirmiş, öyle bir zaman gelir ki, Suriye’nin ordusunu bile doyuracak hale gelir. Kaldı ki o’nun geride bırakacağı en büyük miras Gavs-ı Bilvanisî (k.s) olacaktır.
Bakın, Seyda (k.s) ise, Şah-ı Hazne (k.s) hakkında şöyle der:
Nasıl ki Hazret Muhammed Diyâeddin Şah-ı Hazne gibi büyük bir zat yetiştirmişse, aynen Şah-ı Hazne (k.s)’de babam Gavs-ı Bilvanisî Abdûlhakim el Hüseyni gibi büyük bir zat yetiştirmiştir. Ve Gavs-ı Bilvanisî (k.s) o’ndan el aldığı zaman, dergâhın ileri gelen sofileri merak edip Şah-ı Hazne'ye sorarlar;
"-Kurban! Molla Abdûlhakim'in makamı nasıldır?"
Cevaben der ki;
"-Biz kendi bulunduğumuz mertebeyi biliyoruz, ama sonrasını biz de bilmiyoruz."
Hatta Gavs-ı Bilvanisî (k.s) daha bir günlük sofi iken, Şah-ı Hazne (k.s) halifelerinden Molla İbrahim'i çağırmış ve demiş ki;
"- Molla Abdûlhakim'i nasıl bilirsin, uğraşmaya değer mi?"
Molla İbrahim cevaben;
"-Bu adamda iş yok, gelsin gitsin, bununla pek uğraşmaya değmez" demiş.
Tabii Şah-ı Hazne'nin yüzü anında değişip şöyle der:
"-Çocuklarıma dua et, onların hocasısın, yoksa şu anda tarikattan tard olmuştun."
Ve diğer halifesini çağırmış demiş ki;
"- Sen ne dersin uğraşmaya değer mi?"
Halife cevap vermiş;
"-Aman efendim, hiç kuşkusuz onun için elimizden geleni yapmamız lazım, bizim ona emek vermemiz icap eder, o bizim ümidimiz, o bizim istikbalimiz, hatta ona her şeyimizi devretmemiz lazım."
Ve Şah-ı Hazne (k.s) bu söz üzerine bir anda yüzü aydınlanıverir.
Gerçektende Şeyh odur ki; "Yolun başından sonunu göre."
Ne diyelim, işte görüyorsunuz Suriye’nin nefesi Sah-ı Hazne böyle bir nefestir.
Dahası o nefesin yetiştirdiği Gavs-ı Bilvanisî (k.s) nefesi de şöyle der: "Biz ulaşmak istediğimiz yerlere ulaşamadık, ama hamd olsun ulaşanı ulaştırdık."
Gavs-ı Bilvanisi (k.s)’ın yetiştirdiği nefes Seyda (k.s) ise kendisine nefes olan babsı için şöyle der: "Millet, Gavs Hazretleri'nin gerçek çehresini göremedi. O'nu başında sarık, sırtında cübbe bir molla gibi gördüler. Hakikatini gören olmadı."
Tabii tüm bu sözler bizim aklımızın alamayacağı hakikat pınarından süzülen sözlerdir. Her ne kadar sözlerin mana ve ruhuna vakıf olamazsak da bizim için kayda değer olan onların nefeslerinin insanlar üzerindeki etkisi çok mühimdir. Gavs-ı Bilvanisî (k.s) iyi ki de Suriye’nin nefesi Şah-ı Hazne’nin nefesinden istifade edip nefeslendi de bu sayede Nakşibendî tarikatının silsilesinde yer alan tüm nefeslerin ruhaniyetini Türkiye topraklarına taşımış oldu. Belki de o zincirin halkalarında yer alan her bir Sadatın nefesi, soluğu oralardan buralara taşınmasaydı bu altın halkanın kıyamete kadar sürecek tüm nefeslerini ziyaret etmek pek mümkün olmayacaktı. Nasıl mı?
Malumunuz, Abdülhâkim El Hüseyn (k.s), Şahı Nakşibendî (k.s)’ın nisbetini ve bu yolun feyzi bereketini Suriye’deki Şah-ı Hazne’nin elinden devr alıp Türkiye coğrafyasına taşıyan zattır O. Tabii bu nisbeti buralara taşımak öyle kolay olmadı. Gavs Hazretlerinin bizatihi Suriye’ye Şeyhini ziyarete gitmek için sınırda mayın tarlalarına basmayı göze alıp o’nun nefesiyle nefeslenerekten gerçekleşen bir taşınmadır bu. Derken Şeyhine olan bağlılığı ve canını feda etme pahasına da olsa o müthiş teslimiyetinin neticesinde Gavs’lık makamına erişir de. Dedik ya, şayet Gavs-ı Bilvanisi (k.s) o emaneti Suriye gibi kaygan bir zeminden Türkiye’ye getirmemiş olsaydı Şah-ı Nakşibendî yolunun bereketinden istifade etmek için Türkiye dışına gitmek zorunda kalacaktık. Allah’a şükürler olsun Gavs-ı Bilvanisi sayesinde o nisbet şimdi Türkiye topraklarında atmakta. Artık Türkiye dışına gitmeye gerek kalmaz da.
Umut edilir ki, bu nisbet kıyamete dek Türkiye topraklarında atacak da. Nitekim Ehli Sünnet İslami kaynaklara baktığımızda denilir ki; ahir zamanda Hz. İsa (a.s) gökten ineceği zaman Suriye’nin merkezi Şam’da ak minareye inecek ve Mehdi aleyhi rahmeye yardım edip kötülüğün timsali Deccala karşı birlikte omuz omuza mücadele edeceklerdir. En nihayet bu mücadeleyi zaferle taçlandırılıp Yüce Allah’ın nurumu tamamlayacağım diye beyan buyurduğu o yüce adalet tüm dünyada tecelli edecek de.
Velhasıl-ı kelam, o günler ne zaman gelecek bilinmez ama şu bir gerçek Ortadoğu’da yaşadığımız olayların varacağı son nokta “Allah nurunu tamamlayacak” noktası olacaktır. Her ne kadar zinde odaklar bunu arzu etmese de buna inancımız tamdır.
Vesselam.
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/3778/suriye-ve-sah-i-hazne

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön


 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz