Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

BOŞALTIM SİSTEMİ

Aşağa gitmek

BOŞALTIM SİSTEMİ Empty BOŞALTIM SİSTEMİ

Mesaj tarafından Selim Paz Kas. 27, 2011 6:32 pm

BOŞALTIM SİSTEMİ
ALPEREN GÜRBÜZER


İnsanoğlu vücudunda muazzam bir şekilde işleyen boşaltım sistemine dikkat kesilmiş olsa gerek ki, bu sistemden esinlenip kirli artık maddeleri tahliye etme mekanizmaları geliştirmişler. Belli ki boşaltım sistemi ilahi kudret tarafından en ayrıntılı bir matematik programla tasarlanıp vücudumuza kodlanmış. Bunlara gerek fabrikalarda işlenen ham maddelerden arta kalan kirli artıkları ve gerekse milyonlarca insanların yedikleri içtikleri gıdaların vücuda faydalı olanlarından arta kalan maddeleri de ilave edebiliriz. Şayet kirli artık maddelerin tahliyesi için kanalizasyon sistemi keşfedilmiş olunmasaydı, çevremiz pis kokulardan geçilmeyip, belki de insanlık toplu ölümlere kurban giderek kendi sonunu hazırlayacaktı.
Boşaltım sistemi;
—Böbrekler,
—İdrar boruları,
—İdrar torbası diye üç ana başlıkta tasnif edilir.
Bilindiği üzere yediğimiz gıdalar mide ve bağırsakta parçalayıcı denilen özel enzimlerle ayrıştırılarak yapı taşlarına dönüştürülmesi sonucunda bir süre bekletilirler. Daha sonra vücudumuz için hazır hale getirilen maddelerden gerekli olanlar ince bağırsak tarafından emildikten sonra kan ve lenfaya aktırılır. İnce bağırsak mukozasından geçemeyip arta kalan işe yaramaz posa türü artık maddeler ise vücudun başka bir yeriyle temas etmeksizin derhal kalın bağırsak ve anüs yoluyla dışarı atılırlar. Derken burada boşaltımın bir kısmı gerçekleşmiş olur. Boşaltımın diğer bir kısmı da kandaki besin artıkları ile vücuda zararlı maddeleri süzen böbrekler, idrar kanalı ve idrar kesesi denilen organ topluluğun oluşturduğu üçlü sistem yoluyla gerçekleşir. İşte bu üçlü kombinezon sayesinde tahliye işlemleri
gerçekleştiği gibi işe yaramaz artık maddelerin vücuda yapacağı zararların önüne çok önceden geçilmiş olunur. Şayet vücudumuzda biriken zehirli maddeler atılmasaydı şüphesiz kendi kendimize zehirlenecektik.
Böbrekler üreter, mesane ve üretra ile birlikte boşaltım sisteminin en önemli üçlü unsuru olarak karşımıza çıkmaktadır. Bu üçlü sistemin hiç kuşkusuz en önemli elemanı sayılan böbreklerin başlıca görevi:
— Kandaki metabolizmik artıkları temizlemek,
—Vücut sıvısında yer alan birçok maddenin konsantrasyonunu düzenlemektir.
Belin arka kısmına isabet eden noktada her biri 150 gr ağırlığında fasulye şeklinde omurganın her iki yanına yerleştirilmiş ve aynı zamanda yumruk büyüklüğünde olan böbreklerimiz belli ki süs olsun diye konuşlandırılmamış. Anlaşılan bir misyon yüklenmişler ve onun gereğini yapıyorlar. Zaten bu organımızın gelişme safhalarını incelediğimizde böbreğin önemi daha iyi anlaşılmış olacaktır. Şöyle ki; böbreğin gelişimi intrauter devre itibariyle üç kategoride incelenip, söz konusu gelişim safhaları:
—Pronefroz,
—Mezonefroz,
—Metanefroz diye isimlendirilir.
Pronefroz
Pronefroz ilk böbrek olup, embriyonal hayatın üçüncü halkasında gelişmeye başlar. Sayıları 7 çift kadardır. Hatta erken evrede ilkel bir glomerür görülmekte birlikte pronefroz kanalların kloakta sonlandığı gözlemlenmiştir. Ancak haftada bir bu tüpler bozulmaya uğradıklarından pronefroz kanalı körelmiş halde gözükmektedir. Dolayısıyla pronefrozun bu körelmiş ergin haline ‘Wolf kanalı’ adı verilmektedir.
Mezonefroz
Pronefroz safhası tamamlandığında mezonefroz oluşmaya başlar. İşte bu ilk safhanın mezonefrozda oluşan erkek üreme bezlerin geliştiği dokuya ‘Wolf cismi’ denmektedir. Embriyonal hayatın 4. ayına gelindiğinde mezonefron tüplerde yavaş yavaş rejenerasyon başlamasının akabinde erkeklerde testisin duktus efferent (kanallar sistemi) kısmında epididimis(sperm kesesi dışı boşaltım yolu) ve paradidimis (ilkin böbreğin böbrek kısmı) oluşmaktadır. Hatta bu arada mezonefroz kanalının kloak (dışkılık)’a yakın olan kısmında üreter (üst idrar kanalı) tomurcuğu belirgin hale gelmektedir.
Metanefroz
Mezonefroz safhası kaybolduğunda bu seferde metanefroz sahne almaya başlar. Yani metanefroz iki yerden orjin alır ki bunlar:
—Üreter tomurcuğu,
—Embriyonal doku olarak isimlendirilir. Hatta bu iki kısım embriyonal hayatın 8 ve 9.ncu halkasında ikinci bel omuru seviyesinde yer alan üst arterlerden kan alırlar. Fakat bu ilk haftalar olduğundan yine de birtakım bozulmalar olabiliyor. Dolayısıyla insanda gerçek manasıyla embriyolojik hayatın en olgunlaşmış evresi fetal böbrek ve fetal masküler sistem teşekkül ettikten sonra ki fonksiyon kazanmış şeklidir. İşte gelinen bu aşama itibariyle embriyolojik hayatın ikinci yarısından sonra fonksiyon kazanan fetüs, idrarını amnion kesesine ve oradan da allanto’ya aktarır. Böylece fetal metabolizma artıkları plesanta yoluyla anne karnına geçip, oradan da annenin idrarına karışarak harice çıkarılırlar.
Böbreğin medial kenarında büyük damar ve sinirlerin, akciğerlerde solunum yollarının giriş kapısı diye addedilen hilus denen bir çöküntü vardır. Nitekim üreter hilustan çıkarak aşağıya doğru inip mesanede sonlanmaktadır. Ayrıca böbrekler ince zengin kollojen lifli yapıya sahip olmanın avantajıyla üzerleri sağlam bir kapsülle örtüldüklerinden dolayı, kolay kolay karın boşluğu enfeksiyonlarından etkilenmezler. Zaten böbreğin bez kısmı geniş bir sahayı kuşatmaktadır. Bu yüzden bu bölgeye sinus renalis (böbrek sinirleri) adı verilmektedir. Sinus renalis aynı zamanda hilus’un daha içerisinde kalıp, kaliks major (büyük çanak) denen uzantılarla ilgili taşlaşma olayının gerçekleştiği bölgedir. Burada taş derken, ister istemez taş ocaklarını hatırlarız o an. Zira taş ocakları sayesinde bugünkü tarihi dokular, tarihi binalar ve tarihi kaleler ortaya çıkmıştır. Ancak bahse konu olan bu taşlar böbrek için geçerli değil. Çünkü böbreğin bu kısmında oluşan böbrek taşları böbrek sancılarına sebep olmakta ve ta ki taş düşene kadar bu sancı devam eder de. Görüyorsunuz yumruk kadar büyüklükte tanımladığımız böbreğin fiziki yapısı burada bitmiyor. Neden derseniz, gayet basit. Şöyle ki; böbrekten uzunlamasına bir kesit alındığında dışta koyu kırmızı veya kahve renkli alan korteksi, iç kısımda yer alan açık alanın medullayı içerdiğini görürüz. Bu arada medulla üzerinde yer alan 8–10 civarında şeritsi yapıların ise RNA piramidi olduğunu fark ederiz. Burada piramit demişken dikkatlerinizi başka yere çekmek istiyorum. Hani şu meşhur Mısır piramitleri var ya. İşte her ne hikmetse meraklıları büyük bir hayranlıkla bu söz konusu piramitlerine odaklanır hep. Oysa bu piramitlerden daha harika bir yapı iç dünyamızda mevcut zaten. O halde biraz iç dünyamıza bakalım neler varmış diye merak salıp iç piramitlere göz atsak fenamı olur. Bakın böbreklerde konuşlanmış her piramidin yan taraflarında renal lob olarak belirtilen kolonlar yer aldığı gibi her piramidin yapısında papillaya doğru yönelik ışınsal ve kahverengi çizgilerde vardır. Tabii ki bu çizgiler idrar tüplerinin kıvrımsız parçaları ve kan damarlarından başkası değildir. Dahası her papillanın tepesinde uçları kalikse açılan 20–25 kadar küçük delikler bulunur. Bu delikler mevcut silli demetlerin bulunduğu çubukçuklar (kanallar) olması hasebiyle rahatlıkla idrar kalikse gönderilebiliyor. Çubukçukların bir kısmı ise idrar yapımı ve süzme ile ilgili birimdir ki, bunlar Tıp dilinde nefron olarak bilinmektedir.
NEFRON
Böbrek günde 150 litre bir kanı iki saatte ustalıkla süzebilecek şekilde donatılmış bir cihazımız. Yukarıda belirttiğimiz üzere bir böbreğin içyapısını incelediğimizde dışta bir zar, onun hemen altında kabuk kısım, kabuğun altında kabuğa dik olarak yan yana uzanmış halde adeta bir yumak ipliğini andıran ve incecik boruları bağrında taşıyan nefron kanalları vardır. Hatta her bir böbrekte takriben 1–3 milyon kadar nefron bulunup, bu nefronlar adeta bir metropol kenti baştan sona kadar ağ gibi saran kanalizasyon kanallarını donatacak işlevi üstlenirler. Böylece kıvrık kuyruklu ve koca kafalı solucanı andırır yapıda ki nefron, böbreğin en gözde ünitesi olmayı hak kazanmıştır. Bu ünite bununla da kalmaz kendine özgü donanımı ile birlikte havuzcuğa açılarak süzme işlemi de gerçekleştirir. Ayrıca böbreğin kabuk kısmında yer yer kümelenerek kılcallaşan atar ve toplardamarlardan oluşan iki damar daha var ki; bunlar da böbrek dolaşımını gerçekleştirirler. Hatta bu dolaşım Glomerulus kan dolaşımı ve Junctionmedüller kan dolaşımı diye iki alt başlıkta incelenir. Şöyle ki:
Glomerulus kan dolaşımı
Şurası bir gerçek; kılcal damarlar nefronları çepeçevre kuşatarak dağılmışlardır. Dolayısıyla bu dolaşım kılcal sistemde cereyan edecektir. Hatta bu sistem sayesinde doku arası sıvılarla birlikte fazla su ve suda erimiş maddelerin tubulerden kılcal damarlara kolayca girilmesi sağlanır. Yani vücuttaki suyun dağılımı veya dolaşımı filtrasyon, osmoz ve diffuzyon metoduyla gerçekleşir.
Böbreğe gelen kanın % 85’i yüzeysel nefronlardan geçerek böbreğin etrafında peritübüller kılcal damarları oluştururlar. Bu bakımdan glomerur kılcal damar dolaşımı büyük miktarda peritübüller kılcal damar şeklinde gerçekleşmektedir. Zira kılcal damarlarda taşıma işlemi permeaz sistemiyle yol alır. Hatta bu sistemin 30–40 çeşidi olduğundan bahsedilip hücrelerde oksidatif metabolizmayla ortaya çıkan enerjinin bir bölümü bu tür işler için kullanıldığı gözlemlenmiştir. Demek ki ihtiyaç olan maddeler bu enerji sayesinde ulaşılması gereken yerlere taşınarak adeta özel servis yapılmaktadır.
Junction meduller kan dolaşımı
Böbrek korteksin 1/3’i iç nefronlar, 2/3’si ise dış nefronlardan meydana gelmiştir. İç
nefronlara Junctamedullar glomerur adı verilip, bünyesinde gerçekleşen dolaşıma ise Junctionmedüller kan dolaşımı denmektedir. Hatta total böbreğin % 15’lik bir bölümünü bu dolaşım oluşturmaktadır. Nefronlardan geriye kalan % 85’in bulunduğu korteks sahası dolaşımın dışında kaldığından dolayı bu kısımdan kan geçememektedir. Bu durumda ister istemez Junction meduller glomerül sistem devreye girip kanın geçmesi için kısa devre diyebileceğimiz işlemi yapmak zorunda kalır. Şurası bir gerçek akut böbrek yetmezliğinde bu sistem (Junction meduller ) degrede olduğu zaman masküler damarın idrarı yukarı doğru tam olarak süzemediği gözlemlenmiştir.
İdrar süzüm işlemleri
Nefron başlangıçta ince duvarlı huninin geniş kısmı gibi olup bu ince duvarlara Bowman kapsülü denmektedir. Daha sonra söz konusu kapsül kıvrımlı tüp sistemi şekline dönüşür. Belli ki bu kapsül içerisine usta bir el tarafından glomerulus adı verilen ince ve narin kapilli yumaklar yerleştirilmiş. İşte bu yerleştirilmiş kapiller yumak ve onu çevreleyen huninin kapsülü diyebileceğimiz yarım ay şeklinde küremsi yapı ile birlikte Malpighi cisimciğini meydana getirirler. Bu cismin sıradan bir cisim olmadığı vasküler ve idrar kutbu diye çift kutuplu olmasından anlaşılmaktadır. Nitekim vasküler kutup; afferen damarların girip çıktığı kutup olarak, idrar kutbu ise bağırsak çeperinden kana geçen suyun miktarını tespit edebilen bir uç alan olarak bilinmektedir. İşte idrar kutbun yerli yerinde tespitleri sayesinde suyun az bulunduğu durumlar da hücrelerin kurumasının önüne geçilmekte, suyun fazla alındığı durumlarda ise hücrelerin turgorlaşmasıyla birlikte şişip boğulmalarının önü alınmış olunmaktadır. Zira su fazlalığı ister istemez idrar olarak dışarıya atılmasını gerektirecektir. Yani bu iş başlangıçta nefronun renal malpighi cisimciği ile başlayan ve aynı zamanda kollektür tüplerinin başlangıcına kadar devam eden idrar tübülleri denilen bir sistem içerisinde gerçekleşmektedir. Anlaşılan o ki bu sistem mevcut sıvının % 99’unu süzerek idrar üretmekte, daha sonra üretilen idrar dışarıya atılmak üzere böbrek parankiması üzerinden idrar boşaltım yoluna aktarılması sağlanmaktadır. Böylece boşaltım yolları düz kaslardan yapılmış olduğundan veya kasılıp büzülme refleksleri sayesinde boşaltım işlemleri rahatlıkla gerçekleşebilmektedir. Özetle nefronu takip eden süzme işlemleri ile ilgili kısımları 6 ana başlıkta toparlayabiliriz. Bunlar:
—Malpighi cisimciği (Böbrek yumacığı).
—Tubulus contortus (proksimalis- yumak biçiminde)
—Tubulus proksimalis rekti.
—Henle kulpu.
—Tubulus distal rekti.
—Tübül distal contortusdur (yumak üst tüpleri).
Bu arada idrar oluştuğunda böbrekte şu işlemler gerçekleşir. Bunlar sırasıyla:
— Filtrasyon
—Reabsorbsiyon (geri emilim)
— Eksraksiyon ve sekrasyon (salgılama) işlemleridir. Görüyorsunuz idrar deyip geçmemeli, birçok süzme aşamalarından geçtikten sonra ancak vücuttan tahliyesi söz konusu olabilmektedir. İzleyelim görelim, bakalım neymiş bu safhalar. Şöyle ki bu safhalar; filtrasyon, reabsorbsiyon, eksraksiyon ve sekrasyon şeklinde gerçekleşir.
Filtrasyon
Filtrasyonu kan plazmasının böbreklerin glomerulus (kılcal damar yumağı) süzme membranından kalbin doğurduğu hidrostatik basınç farkı sayesinde gerçekleştirdiği süzülme işlemi olarak tarif edebiliriz. Vücutta ki bu akıştan çoğu kez hidrostatik basınç sorumludur. Membran zarının iki tarafı arasındaki hidrostatik basınç farkının böbreklerde ultrafiltrasyonda önemli etken olduğu muhakkak. Nitekim süzülme işlemi sırasında şekilli eleman olmayan proteinsiz ve lipoitsiz bir ince filtrasyon husule gelerek geçiş sağlanır. Şayet idrarı süzen filtreler hidrostatik basınçla düzenli çalışamazsa kanda ki üre miktarının çoğalmasıyla birlikte üremi hastalığı meydana gelecektir. Zira üremi ileri ki safhalarda öldürücü olabilecek bir hastalıktır.
Reabsorbsiyon(geri emilim)
Reabsorbsiyon tubulus kanalında ki sıvıdan bir maddenin peritubular sıvıya geçmesi olarak tarif edilir.
Ekstraksiyon ve sekresyon
Ekstraksiyon ve sekresyon olayı kan ve peritubular sıvıdaki bir maddenin tubulus boşluklarına nakli işlemidir. Bu işlemlerin bir kısmı zarsız ortamda birbirlerine kavuşup karışması diye tarif edilen basit diffuzyonla gerçekleşmektedir. Böylece konsantrasyonu yüksek olandan düşük olana doğru hareket edilmesi sonucunda denge sağlanır. Bu noktada ister istemez diffuzyonla geçemeyenlerin hali nice olur sorusu akla gelecektir. Bu durumda cevaben deriz ki; basit diffuzyonun tersi aktif taşınma diye bilinen düşük yoğunluktan yüksek yoğunluğa geçiş olayları diyebileceğimiz çözüm yolu devreye girecektir. Bu geçiş için özellikle hücre metabolizması işlemleri sonucu doğan enerji kullanılmaktadır. Anlaşılan şu ki dokuların tümüne yarayacak olan 1000 ml’den fazla kan böbrekten geçmek zorundadır. İşte böyle mükemmel bir sistem sayesinde normal vücut metabolizmasına sahip bir insan için kanın bütün plazması tazelenmek üzere 27 dakikada bir glomerüler filtrasyon miktarı ayarlanıp böbreklerden süzülme işlemi tamamlanmış olur. Nitekim iki böbreğin 1 dakika içinde süzdüğü kan miktarı 1 litreyi bulmakta. Bunun anlamı vücutta ki kanın tamamının yaklaşık her 5 dakikada bir süzülmesi demektir. Tabii bu iş sıradan bir süzülme işlemi olarak kalmayıp bu arada böbreğe akıp gelen kan içerisinde var olan tuz, üre, ürik asit vs. türü maddeler nefron boruların üst kısımlarında kesecikler üzerinde kümelenen kılcal damarlar vasıtasıyla süzülüp havuzcukta idrar halinde toplanırlar. Derken idrar kanalları vasıtasıyla idrar kesesine geçen sıvının birikmesiyle birlikte idrarı dışarı atma ihtiyacı duyarız. Böylece bu uyarıya binaen böbrekten süzülüp gelen idrarı vücudumuzdan dışarı atarak rahatlarız. Şayet ½ litre idrarı rahatça depolayabilen idrar torbası (mesane) olmasaydı ara vermeksizin süzülen idrarın yine devamlı suretle vücuttan dışarı atılması gerekecekti ki, böyle yaşamak elbette ki işkence olacaktı.
Baştan itibaren anlatmaya çalıştığımız yaklaşık 1 milyon kadarcık minicik süzgeçler, belli ki ilahi bir güç tarafından yerleştirilmiş. Demek ki, kanın süzülüp temizlenmesi faaliyeti sıradan bir iş değilmiş meğer. Hatta doğrusunu söylemek gerekirse böbreği en çok uğraştıran et, yumurta gibi hayvansal gıdalara ait proteinlerin sindirilmesi sonucunda ortaya çıkan artıklar olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla kandaki hücre elementleri, lipitler ve molekül ağırlığı büyük proteinler, değim yerindeyse kalbur elekli zarlar tarafından kontrole tabii tutularak glomeral filtrasyondan geçilmesine izin verilmemektedir. Şayet bu artıklar gerektiği kadar kontrol edilemeyip geçmelerine izin verilseydi, üre kana karışıp üre zehirlenmesi dediğimiz üremi hastalığı meydana gelecekti. Hakeza kandaki ürenin normalden az bulunması da bir başka felaket sayılacağından bu durumda ister istemez karaciğer hastalığı nüksedecekti. Anlaşılan o ki filtrasyon maddelerin filtrasyonla glomerülere geçmesinin sebebi, atılması lazım gelen ürik asit, NPN (BUN-azotlu madde), fenoller ve krezollerin boşaltılmasını sağlamak içindir. Zaten her şeyin fazlası zarardır, bu yüzden en iyi çözüm diyebileceğimiz mesaneden fazla ürenin boşaltılması esas alınmıştır. Nitekim çok tatlı yediğimizde vücudumuz bir yandan kan şekerinin artmasına paralel olarak arta kalan fazlalık böbrek vasıtasıyla üre halinde boşaltırken, diğer yandan da aşırı tuzlu yemeğe bağlı olarak kana geçen tuzun fazlasını aynı yöntemle tahliye ederek denge ayarı gerçekleşmiş olmaktadır. Böylece bu olayla birlikte hem hipergliseminin önüne geçilmeye çalışılmakta hem de tansiyonun yükselmemesi için seferber olunmaktadır.
Böbrekte ekstra edilen (boşaltılan) diğer maddeler ise K (Potasyum); Amino asitler, Ca, NH3, Mg, Sitrik asit, Üre, Oksaloasit, Laktik asit, Pürinler, 1–2 lökosit, ürik asit, bazı boya maddeleridir. Anlaşılan böbrekte böylesine intizam içinde donatılmış düzenek olmasaydı insan her an hayati tehlikelerle karşılaşabilirdi.
Angiotensin ve oluşumu
Böbreklerden kan geçişi sırasında kanın boşalttığı maddelerin bir uyum içerisinde yürümesi Renin (lap) enzimi önderliğinde gerçekleşmektedir. Bu enzim öyle ki kanın süzülmesini sağlayacak şekilde böbrek içi kanalların daralması veya genişlemesini sağlamakta. Şöyle ki, özel bir grup hücre tarafından salgılanan Renin enzimi anjiyotensinojen (AGT) molekülünü parçalaması sonucunda yapısını değiştirip aminoasitli Anjiyotensinojen-I maddesini yapmakta. Derken bu madde birkaç saniye içerisinde akciğerden Anjiyotensinojen-II’ye dönüşmekte. İyi ki de dönüşüyor. Çünkü kanın süzülmesinde asıl etken faktör Anjiyotensinojen-II’dir. Fakat bu madde kanda uzun müddet kaldığında su kaybına sebep olup ölüme bile yol açabiliyor. Onun için miktarı az, kanda bulunma süresi çok kısa olan bu madde 5 dakika içinde parçalanmazsa tehlikeli olmaktadır. Hatta akut böbrek yetmezliğinde Anjiyotensinojen-II’yi parçalayan enzimlerin salgılanmaması üre zehirlenmesine (ani komalar) yol açtığı bir vaka. Dolayısıyla tedavide Reninaz ihtiva eden ilaçlar kullanılarak vaka giderilmeye çalışılır. Reninaz kanda kaldığı sürece etkisi iki şekilde olmaktadır. Şöyle ki bu enzim:
—Kılcal arterlerde( kılcal atardamarlar) kan basıncını artırmakta.
—Kan basıncının artması ile birlikte böbrek üstü bezinde aldesteron salgılaması sağlanmakta. Böylece aldestron hormonu böbreklerde fazla tuz ve su tutunmasına yardım edip kan basıncının dengede kalması gerçekleşmiş olur.
Kalın bağırsak (Rektum)
Bilindiği üzere villus bir mukoza kıvrımıdır. Rektumun son kısmı hariç diğer bölümler villus ihtiva etmemektedir. Nitekim bağırsaklardan kesit alındığında kalın bağırsak mukozasının düzgün olduğu görülecektir. Dolayısıyla kalın bağırsakta absorbe işlemi ince bağırsaklarda ki gibi aktif olmayacaktır, sadece burada H2O emilimi vuku bulmaktadır. Daha çok rektum Ca (Kalsiyum) ve Mg (Magnezyum) gibi madensel tuzların atılma işleminin gerçekleştiği mekan olarak dikkat çekmektedir. Hatta bu işlem rektum iç kısmındaki mukusun bağırsak yüzeyini kayganlaştırması sayesinde kolayca gerçekleşmekte. Yine ayrıca bağırsağın sonuna doğru gittikçe face (dışkı) artıkları bu mukos sayesinde dışarı atılabilmektedir.
Kalın bağırsağın son kısmında kanal açıklığın 2 cm yukarısında membran ile deri arasında bir geçiş zonu bulunmaktadır. Bilhassa bu son kısımlarda kıl, ter ve yağ bezleri ile vena pleksus denilen büyük ven plakaları sıralanmakta. Ayrıca bu kısımda Lamina propria tabakası var ki, şayet bu tabaka içerisinde anormal ven genişlemesi olursa hemoroid (kanama)’e neden olabilmektedir.
Velhasıl; besinlerin bir kısmı depo edilirken diğer yandan da ihtiyaç fazlasının dışarı atılması büyük bir hayati önem addetmektedir.



Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz