Dar-ül Erkam
Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-1

Aşağa gitmek

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-1 Empty HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-1

Mesaj tarafından Selim Çarş. Tem. 26, 2023 8:36 pm

HAYAT KAYNAĞIMIZ HORMONAL SİSTEM-1
SELİM GÜRBÜZER

Bilindiği üzere canlı organizmalarda oluşan, büyüme ile buna bağlı diğer fizyolojik olayları kontrol eden ve oluştukları yerden organizmanın başka bölgelerine taşınabilen, taşındığı alanlarda da etkili olabilen, çok az miktarlarda da olsa etkisini gösteren organik maddeler hormon olarak tarif edilir. İşte bu tariften hareketle belli başlı hormonların işlevleri hakkında genel şöyle bahsedebiliriz:
HİPOFİZ
Hipofiz bezi beynin hemen altında ön, orta ve arka lop olmak üzere üç bölümden meydana gelir. Ön lop 6 hormon salgılamakta olup bunlardan bir tanesi hem vücut hücrelerinin büyüme ve çoğalmasında etken olmakta hem de doğrudan büyümeyle alakalı işlevler yürütmekte. Büyüme hormonu daha çok çocukluk ve gençlik dönemlerinde salgılanır, fakat yaşlandıkça salgı miktarı azalmaya yüz tutar. Arka lop ise ince bir sapla beyne bağlanmış olup bu loptan salgılanan hormonlar damar, ince bağırsak ve rahim kaslarının çalışmasını düzenler. Derken söz konusu loptan salgılanan hormonlar diğer kasların çalışmasını düzenleyip, ayrıca kas kaybını önleyici faaliyette de bulunurlar.
Hipofiz bezi göz bebeğimiz büyüklükte, beyin zarı uzantılarından kurulu, aynı zamanda bir sapla beyne bağlı bir salgı bezimizdir. Bu arada unutmayalım ki beyin sadece salgı bezlerinin faaliyet alanı değildir, aklında beyinle doğrudan ilişkisi vardır. Zira akıl, beynin hipofiz bez kısmın salgıladığı hipotalamusun elektriksi sinyalizasyon eşliğinde beş duyumuzun kaydettiği bilgileri harmanlayıp bir sonuca varan bir akletme melekemizdir. İşte bu nedenledir ki akıl melekesi hakkında bir tür kanaat önderi dersek yeridir. Hem niye öyle demiş olmayalım ki, baksanıza beyne gelen bilgileri yorumlama işi akla has bir meleke olup, beyin ise bu noktada beş duyumuzun saldığı bilgileri kayıt altına alıp ekran görevi yapmak için var olan bir organımızdır. Öyle ki beyin, değim yerindeyse bir tür bilgisayarın hard diskinde (hafızasındaki) kayıtlı yazılımı akıl melekesi aracılığıyla ekrana taşıyan konumda görev üstlenmiş durumdadır. Malum beynin içindeki konumlanmış hormonlar ise organlarımıza sürekli bilgi sağınımı salmak için vardır. İyi ki sürekli olarak bilgi sağınımı salınmakta, bu sayede iletilen sağınımların geri dönüşümünde yeniden beyin üzerinde gerçekleşecek akli yoruma dayalı bilgiler kuvveden fiile dönüşür de. Belli ki beyin içerisinde cereyan eden tüm olup bitenler önceden tasarlanmış usta bir el tarafından ince ve ayarlanmış bir program sayesinde işlerlik kazanmakta.
Anlaşılan hipofiz bezi hormonal dengenin lideri konumunda kendi içinde ön, orta ve arka loplara ayrılan önemli bir salgı merkezimizdir. Bu loplardan ön lop altı hormon salgılar. Mesela bunlardan büyüme hormonu gelişmeyi sağlayan hormon olarak dikkat çekip şayet bu hormon aşırı salgılanması durumunda dev cüsseli olunurken az salgılandığında ise tam aksine cüceleşme riskiyle karşı karşıya kalınacak demektir.
Dahası öyle anlaşılıyor ki hipofiz bezi yetmedi emri altındaki tiroit, adrenal ve cinsiyet gibi salgı bezi faaliyetlerini salgıladığı hormonlarla da salgı bezlerinin faaliyetlerini kontrol altında tutarak vücudumuzdaki bir takım organların işleyişinde dengeleyici rolde oynamakta.
Peki, tüm bunlar iyi hoşta, salgı sistemimizin kumandası hükmünde misyon üstlenen hipofiz bezi, nasıl oluyor da bizim birçok sırrına akıl erdiremediğimiz vücudun topyekûn işleyişi hakkında haberdar olabiliyor? Ya da hipofiz bezi vücut sisteminin çalışmasını düzenlerken aynı anda kas kaybını nasıl önleyebiliyor? Tabii tüm bu sorulara cevap vermek öyle zannedildiği kadarıyla hiçte kolay değil, bikere ortada insan aklının ötesinde yaratılış mucizesi denen bir hadise söz konusudur, elbette ki bu durumda cevaplanması zordur diyoruz. Her ne kadar yaratılış mucizesini biyoloji yönden açıklık getirmeye çalışsak da bu demek değildir ki tüm hormonal faaliyetlerin sırrını çözmüş olacağız. Sonuçta hipofiz bezi, Yaratıcı güç tarafından nasıl kodlanmışsa o doğrultuda hipotalamus aracılığıyla üstlendiği misyonunun gereğini yapmak için işlev görecektir. Nitekim hormonal hiyerarşik düzen hipotalamus önderliğinde hipofize aktarılıp oradan da böbrek üstü bezlerine anında etkisini gösteren bir mucizevi hadise olarak karşımıza çıkmakta. Hele ki beyin ve bağırsak arasında uzaklık mesafesine batığımızda; beynimizin tepebaşımızda konumlandığın, böbreklerimizin de kaburga kafesimizin altında sırtımıza yaslanmış bir şekilde konumlandığını, dolayısıyla bu durumda beyin arka lobunun ince bağırsak ve rahim kaslarıyla nasıl iletişime geçtiğini bugünkü biyoteknolojik araçlar eşliğinde hayretler içerisinde izlemekten kendimizi alamayız da. Her neyse insanoğlu son derece gelişmiş Tıbbi cihazlarla yaratılış mucizesini daha yeni keşfede dursun, şu bir gerçek Yüce Allah (c.c) bize ilham olacak keşifleri kendi vücut iklimimize yaratılışımızda kodlayıp yüklemiş zaten. Öyle ki kendi beyin dağarcığımızın hipofiz bezi başkanlığında kodlanan uzaktan kumandalı ön, orta ve arka lob hormonların işlevlerine bir bakıyoruz, hemen hepsine ayrı ayrı misyonlar yüklendiğini müşahede edebiliyoruz. Örnek mi? Mesela hipofizin arka lob kısmının yüklendiği işlevlerine baktığımızda ince bağırsak ve rahim kaslarının ihtiyaçlarını anında karşılayabiliyorlar. Hatta hipofiz bezi tüm bu yüklendiği işlevsel özellikleriyle de yetinmeyip ADH (Anti diüretik hormon) hormonu aracılığıyla da vücut su dengesin ayarlamakta. Öyle ki vücuttaki su miktarı belirli bir seviyenin altına düştüğü anda hipofiz bezi, ADH (Anti diüretik hormon) salgılanması start almış olur. Derken bu hormonun devreye girmesiyle birlikte böbreklerin idrar yapma faaliyeti ve tükürük bezlerin tükürük salgılama işlevleri yavaşlayaraktan hissettiğimiz susuzluk ihtiyacını bir iki bardak su içerekten su dengemiz normale dönmesi sağlanmış olur. Şayet ADH hormonunu hiç salgılanmamış olsa ya da az salgılanmış olsaydı şekersiz diyabet hastalığı nüksetmesi kaçınılmaz olacaktır. Dolayısıyla sakın ola ki hormonal dengede neymiş deyip işi hafife almayalım. Hem nasıl hafife alabiliriz ki, bir an hormonal faaliyetlerimizin aksayıp denge ayarlarımızın rayından çıktığını düşünün, bu durumda vücut sağlığımızın sarsılacağı muhakkak.
Bu arada bilmem hiç düşündünüz mü bir kısım insanlar neden solaktır diye? Belli ki bu da doğrudan beyin kumanda merkezlerinin işlevselliği ile ilgili bir durumdur. Nitekim beynimiz iki yarım küreden ibaret olup sağ yarım küre sağdaki kasları kontrol ederken sol yarım küre ise soldaki kasları kontrol eder. Bu demektir ki eğer bir insanın beyin sağ yarım küresi daha çok gelişip işlevlik kazanmışsa sağ elini, yok eğer sol yan küre daha gelişmişse sol elini kullanacak demektir. Ancak şu da var ki, şayet bir insanın her iki beyin yarım küresi de eşit bir şekilde işlevlik kazanmışsa bu durumda kontrol mekanizmaları her iki ele birden etkisini gösterecektir. Kelimenin tam anlamıyla bunun anlamı her iki elin rahatlıkla kullanılabilir hale gelmesi demektir. Fakat yine de yemek yerken sağ elle yemek, tuvalette temizlenirken sol elle necaseti giderme sünnetine uymakta yarar vardır. Dolayısıyla doğuştan solak olsak bile irademizi ortaya koyaraktan elimizi sağa alıştırıp yemek adabını muhakkak yerine getirmek gerekir.
Hâsılı kelam hipofiz bezi diğer salgı bezlerin salgıladığı hormonlara kumandanlık edip salgı sistemini kontrol eden bir üst makam olarak dikkat çeker.
Nörohormonlar sinirlerin uyarılmasını sağlayan salgı molekülleridir. Mesela mide ve bağırsakları ile beynimiz arasında iletişimimizi sağlayan 10. kafa sinirinin (vagus) uyarılmasıyla kolin ve asetil koenzim-A (Asetil-coA) birlikteliği ile asetilkolin oluşur. Derken bu noktada asetil kolin kendini takip eden diğer bir nöronun uyarılması için bir impuls vazifesi görüp, asetilkolinesteraz tarafından parçalanarak kolin ve asetata çevrilir. Malum asetil kolinin buradaki rolü sinir ve kaslarda oluşturduğu düşük potansiyelli biyoelektrik mekanizmayla nöradrenalinin kontrol ettiği sinir telleri boyunca bir dizi oluşabilecek kimyasal değişiklerde sinir aksonlarının içinde depolanan impuls aracılığıyla tetikleyici ve uyarıcı etki yapmaktır. Eğer gönderilen uyarılar sinir hattı boyunca karşılık bulmazsa daha kaslar gevşemeye fırsat bulmadan adeta kaskatı kesilip fizyolojik tetanos denen kas kasılması hali vuku bulacaktır.
Şurası muhakkak vücuda dışardan gelen mesajlar beş duyu organımızın reseptörlerine bağlı sinir sisteminin dendritinden gangliyona aktarılmak suretiyle gerçekleşmekte. Böylece gangliyona gelen mesajlar ilgili sinir hücresinin aksonundan geçip, ordan da merkezi sinir sisteme (beyne) ulaştırılmış olurlar. Bu arada beş duyu reseptörlerin dışında kalan ağrı, sızı, refleks, titreşim, basınç, dokunma ve hareket gibi uyarıcı ve uyandırıcı nitelikte mesajlar ise omuriliğe havale edilirler. Hele bilhassa dıştan gelen uyarımlara karşı istem dışı ansızın gelişen ani refleks oluşumlar omurilik merkezince yürütülür. Vücudun alt kademelerinden gelen bir takım uyarıcı mesajlar ise talamusta değerlendirildikten sonra korteks denen beyin kabuğuna iletilir. Böylece alt kademelerden kortekse gelen bilgiler harmanlanıp bu kez mesajlar yukarıdan aşağıya değil de omuriliğin ön boynuzunda ki motor hücre gövdesinden geçerekten yukarılara doğru iletilmiş olunur.
Serotonin
Beyin mitokondriumda bulunan serotonin, korteks faaliyetlerini düzenlediği gibi krebs döngüsünün kontrol edilmesini de sağlar. Mesela proteinleri oluşturan 20 amino asitten biri glutaminler ve amitleri çoğu kez krebs ile birlikte kısa devre yapması sonucu süksinik asite dönüşür. Dolayısıyla bu tip döngüye üre döngüsü anlamında Krebs- Henseleit siklusu denir.
TİROİD BEZİ
Kelebeği hepimiz severiz, ona baktıkça sanki kelebek misali ötelere kanatlanır gibi de oluruz zaten. Kaldı ki gırtlağımızda kelebeğe benzer yapıda salgı bezimizde var. Nitekim kelebek benzeri salgı bezimiz nefes borumuzun üstünde yer alıp, T3 ve T4 tiroit hormonu salgılayan bir görev üstlenmesiyle dikkat çekmekte. Ve bu söz konusu salgı bezi vücuttaki tüm iyodun neredeyse 2/3’sini kendi bünyesinde toplamakta olup bu sayede iyot içeren T3 ve T4 hormonu salgılanmış olur. Üstelik iyot salarken de kendi başlarına buyruk kesilmezler, illa ki bağlı bulunduğu üst mercilerden gelen direktifler doğrultusunda salınımını yapmakta. Nitekim üst merci konumunda hipofiz bezinin ön kısmında bulunan TSH (tirioit stimülan hormonu) hormonunu trioid bezini uyararaktan tiroksin hormonunun salgılanmasını sağlayıp böylece büyüme, gelişme ve metabolik faaliyetleri gibi düzenlemelerin kontrolünde aktör bir rol oynamış olur. Şayet yürütülmekte olan faaliyetler esnasında tiroksin hormonu fazlaca salgılanırsa bu kez salgılama faaliyeti ikinci bir emir doğrultusunda durdurulacak demektir. Nasıl mı? Mesela Tip iki deiyodinaz enzimi katalizörlüğünde Tiroksin (T4) bir atom eksilmeyle triiyodotironin’e (T3) dönüşüp böylece vücut sirkülâsyonunu, dışardan sindirim yoluyla alınan iyodun düzenli kullanımı ve bazal metabolizmanın hızının artırılmasının sağlanıyor olması bunun bariz bir örneğini teşkil eder. Tiroksin az veya çok salınmış hiç fark etmez normal ölçülerin dışında salgılandığında vücudumuzda birtakım rahatsızlıklara yol açacağı muhakkak. Nitekim vücuda yeterli miktarda iyot salınamaması neticesinde tiroit bezinin anormal derecede büyümesi guatr hastalığı olarak karşımıza çıkması bunu teyit eden bir durumdur. Bu demektir ki vücudun günlük iyot ihtiyaç oranı bir gramın beş binde biri (1/5000) olup, iyot dengesi bu oranın ne altında ne de üstü üzerinde olmalı, aksi takdirde tiroit hastalığının nüksetmesi an mesesidir diyebiliriz.
Timus ‘H’ harfi şeklinde lenfoepitelyal bir bez olup bademciklerin yapısıyla hemen hemen aynı gibidir. Timus bezi halk tabiriyle iman tahtasının hemen arkasında kalbin önünde, yani ön tiroid bezin altında bulunur. Bir kesit alınıp mikroskobik inceleme yapıldığında ortada hassal korpuskülü (timus), hemen yanı başında genç lenfositler ve bunların arasını dolduran endotelyal retiküler dokularla karşılaşırız. Dolayısıyla bu yapıda timüs bezinin bilhassa erken yaşlarda X ışınlarına karşı bile dayanıklı olduğu gözlemlenmiştir. Sadece dayanıklı yapısıyla mı? Hiç kuşkusuz timusun perikard kaide kısmına ven (toplardamar) irtibatıyla bağlanıp kalp çalışmasını düzenlemesiyle dikkat çeken salgı bezimizdir. Hatta timusun bizatihi hormon olmasına binaen doğrudan lenfosit üreten bir bez olarak görev ifa ettiği de ihtimal dâhilindedir. Nitekim lenfositlerin olgunlaşmamış haldeki timositin ileriki aşamalarda gençlik dönemlerinden daha dayanıklı ve olgunlaşmış lenfosit hale dönüştüğünde adından T-lenfositleri olarak söz ettirmesi bu ihtimali güçlendirir niteliktedir. Nasıl mı? Mesela sıtma gibi ateşli hastalıklarda lenfositler istilacı mikropları önce fagositize edip, sonrasında ise toksin salıp imha edecek güce erişmesi bu gerçeği teyit eden bir durumdur. Ancak kıran kırana geçen bu savaştan kurtulan mikroplardan bir kısmı belli bir süre içerisinde lenfosidin saldığı zehri tanıma avantajını yakaladıklarında bir sonraki süreçlerde yenik düşüp humma hastalığının pençesine düşme riski söz konusu olabiliyor.
Timusun lenfosit yapma özelliği yanı sıra az miktarda da olsa plazma hücre ve miyelositte üretebildiği, hatta ve hatta bunlara ilaveten endokrin faaliyeti de yürüttüğü bilinen bir durumdur. Hem nasıl yürütmüş olmasın ki, hani aslan yattığı yerden belli olur denilir ya hep, zaten fetal ve erken doğum sonrası evresinde küçük lenfositlerin yapıldığı mekânın adı bizatihi timusun ta kendisidir. Tabii lenf organlarımızdan biri olan timusun yamadıkları da var. Malum timosit antikor üretemediği içindir koruyuculuk veya bağışıklık görevi yürütememekte, öyle ki timusu çıkarılan bir insanın zayıfladığı gözlemlenmiştir. Belli ki immünolojik yetersizlik ve antikor yapamama durumu kronik zayıflama hastalığı denen Wasting Disease neden olabiliyor. Hakeza erken doğum esnasında birkaç hayvanın timusu çıkarıldığında ani ölüme yol açan timektomi görülebildiği gibi testisi çıkarılmış olan sıçan veya tavşanlarda ise lenfosit yapımının durduğu gözlemlenmiştir. Derken timusun küçülmesiyle birlikte yüksek dozda verilen narkozun bile etki etmediği belirlenmiştir. Neyse ki fetal evrede kemik iliği ve karaciğerde azda olsa küçük lenfositler üretilebilmekte. Hatta doğum sonrası karaciğer içerisindeki ana hücrelerden bir kısmı kan yoluyla timusa geçtiklerinde timosit yapımı gerçekleşebilmekte.
PARATHORMON
Paratiroid bezi sayıca dört olup, trioid bezinin arka kısmında yer alan küçücük bir bezden ibarettir. Bu bezin salgıladığı hormon bilindiği üzere parathormondur. Şurası muhakkak hormon sisteminde olduğu gibi parathormun içinde denge ayarı çok mühimdir. Nitekim parathormon normalden fazla salgılandığında kandaki kalsiyum miktarı artış kaydedip kas gevşemesi görülebiliyor. Bir diğer parathormunun en belirgin görülebilen özelliği vücutta fosfor ve kalsiyum dengesini ayarlamasıdır. Denge ayarları alt üst olduğunda ise malum bu hormonun az salgılanması halinde tetani hastalığı vuku bulup bu tip hastalarda el ve ayak parmaklarda kıvrılmalar, büyüme çağındaki çocuklarda diş ve kemik yapısında çarpıklıklar, deride kuruma, kan basıncının düşmesi vakalar görülebileceği gibi zekâ geriliği de nüksedebiliyor.
SALGI BEZLERİ
Salgı taneciklerinin başlangıç yapımı hücre içerisinde var olan granüllü endoplazmik retikulum yoluyla golgi aygıtına taşınıp burada özel bir paketleme işleminin akabinde sitoplâzmaya geçiş yaparaktan salgı bezi olarak konumlanırlar. Böylece salgı bezleri iç ve dış salgı bezleri iki kanaldan birden işlemlerini yürütmüş olurlar. Nitekim midenin hemen alt kısmında bulunan karaciğer ve pankreas organları salgı bezlerinin konumlandığı mekânlar olarak adından söz ettirirler. Öyle ki; beslenme, kan dolaşımı, vücut ısı ayarı, büyüme fonksiyonu, protein, şeker, tuz gibi pek çok denge ayarına yönelik bir dizi faaliyetler bu tür kaynak alanlardan start almakta. Derken kaynağında üretilen bir dizi faaliyetler neticesinde yağ, ter ve tükürük bezleri dış salgı bezi faaliyetleri cinsinden adından söz ettirirken hipofiz, adrenal, tiroit, paratiroit, epifiz, testis, over (yumurtalık), duodenum ve böbrek üstü (adrenal bez) vs. salgı bezleri iç salgı bezi faaliyetleri cinsinden adından söz ettirmiş olurlar. Hakeza dış salgı bezleri salgılarını yağ, ter ağızdaki tükürük bezleri yoluyla ya da geçici bir organ aracılığıyla boşaltırken karaciğer safrasını 12 parmak bağırsağına, pankreas da salgısını ince bağırsaklara göndermek suretiyle iç ve dış boşaltımını gerçekleştirmiş olurlar. Nitekim bu noktada iç salgı bezleri salgıladıkları sıvıları doğrudan kana intikal ettirmekle çok hayati öneme haiz faaliyet yürüttükleri belirlenmiştir. Besbelli ki; Yüce Allah (c.c), vücudumuzun dengesi için salgı bezleri halk etmenin ötesinde ayrıca bu bezleri bir takım negatif geri tepme ve kontrol mekanizmalarıyla donatmıştır. Öyle ki kontrol mekanizmalarının nasıl işleyeceği, nerede konuşlanacağı yaratılış mayamıza kodlanmış durumda olup kurulu bir saat misali kurulmuş olan her iki salgı sistemi her an ve her dem hizmet etmek için halk edilmişlerdir. Öyle ya, madem her bir düzenleyici hormonlar yaratılış mayamıza kodlanmış durumda, o halde bu noktada bizlere emanet edilen naçiz bedenimizin işleyişinde etkin rol oynayan düzenleyici ve kontrol mekanizmalarımızdan olan hormonal sistemimizi her türlü iç ve dış olumsuz etken unsurlardan korumak düşer. Zira vücudumuzun sıhhati açısından bunu yapamaya mecburuz zaten. Hiç kuşkusuz koruma kalkanlarımızın en başında oruç gelmektedir. Nitekim insan aç kalınca mide asit birikimi baş gösterir. Ancak bir insanın oruca niyet etmesiyle birlikte asit birikimi bir anda kesilivermekte. Çünkü niyet etmekle beyine gelen sinyaller doğrultusunda derhal alarma geçilip başta sinir sistemimiz olmak üzere diğer hipofiz, tiroit, pankreas gibi salgı bezleri fırsattan istifade soluklama imkânına kavuşup böylece tüm hormonal faaliyetler dinlenme moduna geçmiş olurlar. Belli ki oruç ve açlık birbirinin aynısı işlevler değildir, birinde niyetin uyarıcı etkisi vardır, diğerinde ise biyolojik açlığın vermiş olduğu fiziki etki vardır. Biyolojik açlığın tetiklediği metabolizmal açlıkla birlikte kanın öz gıda miktarı düşüp bunun neticesinde kemik iliği uyarılmış olur. Derken bu türden fiziki uyarılmayla açlık giderilmeye çalışılır. Oruçta ise tam tersi bir durum söz konusu olup niyetin tetikleyici manevi doping etkisi sayesinde doğrudan kan hacmini daraltaraktan doğrudan kalbe hafifletici ve huzura erdirici ferahlık sağlar. Hem nasıl feraha erdirmesin ki, Yüce Allah (c.c) “Ben kâinata yere göğe sığmadım, fakat mümin kulumun kalbine sığdım” diye beyan buyurduğu hadis-i kutside geçen hükmün gereği niyetin kalpte yankı bulması feraha erdirildiğinin bariz göstergesidir zaten. Sadece manevi olarak mı feraha erilir, hiç kuşkusuz zahirende kalp dolaşımı hafifleyip küçük tansiyon normal seyrine geçişle birlikte kalp ritmi düzenli bir şekilde atar hale gelerekten biyolojik olarak feraha erilmiş olunur. Peki ya anemisi olanlar? Hiç fark etmez, anemisi olanlar da oruç tuttuklarında kan üretimi daha da artış kaydedeceğinden kansızlık başlarına asla dert olmayacaktır. Derken Ramazan’da oruç tutmakla birlikte zayıfların kilo aldığı, şişmanların kilo verdiği, damar içerisinde ki yağların hızla erimeye yüz tutup kolesterol ve trigliserid değerlerinin normal düzeylere çekilmesi damar sertliğinin giderildiği gibi bir dizi metabolizma faaliyetlere olumlu etki yaptığı gözlemlenmiştir. Nitekim Resulullah (s.a.v) “Muhakkak ki bütün ameller niyetlere göre değerlendirilir ve karşılık görür” hadis-i şerifi bu gerçeği teyit ediyor zaten.
Tabiî ki orucun faydaları sırf bunlarla sınırlı değil dahası var elbet. Şöyle ki; oruç sayesinde bağırsak salgılarımızız yanı sıra istemli ve istemsiz çalışan kas dokularımızda istirahate kavuşmuş olurlar. Bilindiği üzere mide haznemize indirilen besinlerin sindirilmesine yönelik karışma ve kasılma hareketleri esnasında HCl (Hidroklorik asit) asit salgılanıp Yüce Allah’ın (c.c) inayetiyle mukus adlı bir sistem tam takır çalışır bir şekilde işlevini yürütmüş olur. Ve bu sayede mide içerisinde değirmen misali özümlenen besinlerin hazım işleri gerçekleşmesinin akabinde midede pepsin enziminin parçalayıcı ve özümleyici etkisiyle ayrılan bulamaç hale gelen besinler ince bağırsak laboratuvarına gönderilip burada protein, yağ, nişasta ve şekere ayrışaraktan vücut için yararlı bileşenlere dönüşmüş olurlar. Ayrıca bağırsaklarımız venöz kan, vena porta hariç diğer absorbe edilmiş halde ki besinleri karaciğere bırakaraktan bu işlemi yürütmüş olur. Ancak yürütülen bu işlemler esnasında çok az miktarda da olsa arteriyel kandan birazcık karaciğere sızabiliyor. Hele şükür ki karaciğer, daha çok vücutta işe yarayacak olan ürünleri metabolik faaliyetlerde kullanmak üzere deposunda muhafaza etmekte. Böylece başlangıçta cansız gibi görünen gıdalar karaciğer fabrikasında rafine edilip işlenerekten lüzumu halinde vücudumuz için ab-ı hayat kaynak üretimi fabrikası konuma gelmiş olurlar.
İnce bağırsağın iç yüzeyi ince uzantılar diye bilinen villuslarla kaplıdır. İşte bu söz konusu villuslar sayesinde mideden ayrışan protein ve vitaminlerin emilimi sağlanır. Bu arada protein, yağ, nişasta ve şeker gibi hayati öneme haiz girdi çıktı diyebileceğimiz tüm ürünler ince bağırsak laboratuvarında işleme alındığında hangi ünitelere ayrılır derseniz, o da malum:
-Proteinlerin; aminoasitlere,
-Yağların yağ asitlerine ve gliserine,
-Nişastanın ise glikoza ayrıştırılıyor olacak olmasıdır. Öyle anlaşılıyor ki sindirim sisteminde görev alan tüm organel bileşenleri hayatında hiçbir şekilde tanışmadığı ekmeği, hiç bilmediği nişastayı şekere dönüştürüp vücudun diğer hücrelere nasıl gönderilmesi gerektiği hususunda gerekli olan eğitimi dünyaya gelmeden önce zaten anne karnındayken alınmış gözüküyor. Dolayısıyla bu noktada Nasreddin Hocanın hanımına; “Un var, şeker var, yağ var, o zaman hani helva” diye suale eylediği sorunun cevabı, hiç kuşkusuz Yüce Mevla’nın ayrıştırma işlemleri ince bağırsakta rafineri sisteminin ve ayrıştırılan ürünlerin üretimine yönelik faaliyet yürütecek olan karaciğer kimya fabrikasının varoluş kodlarında gizlidir. Öyle ki karaciğerin bu noktada varoluş kodlarının biyolojik yönden incelemeye alındığında gerçekten de yaratılış gayesinin gereği olarak kendisine ulaştırılan ürünleri ayrıştırdıktan sonra vücut için bin bir derde deva olabilecek türden diyebileceğimiz bir takım ilaçlar üretme görevi üstlenmiş bir ecza deposu olarak karşımıza çıkmakta. Bu yüzden karaciğer organımız hakkında ilâç üretim tesisimiz ya da ecza depomuz dersek yeridir. Hem nasıl öyle demeyelim ki, görünen köy kılavuz istemez misali, gerçekten de karaciğer denilince ister istemez aklımıza vücudumuzun ihtiyacı olan globülinleri hazırlayan bir kimya fabrikası olarak düşmekte. İşte bu yüzden vücudumuzda kimya fabrikası halk eyleyen Yüce Allah’a ne kadar şükretsek azdır. Düşünsenize böylesi mükemmel donanımlı ecza fabrikamız olmasaydı kim bilir halimiz nice olurdu. Belli ki karaciğerin dolaşımdaki yeri bağırsaktan süzülerekten kendisine gelen besin özlerini tüm vücudun ihtiyacını karşılayacak şekilde gerekli yerlere ulaştırma misyon üstlenmiş olmasıdır. Öyle ki varlık nedeni yağ, et, süt yumurta gibi özümlenmiş ürünleri protein ve glikojene çevirecek hamleyi gerçekleştirmek içindir. Karaciğerin bir diğer varlık nedeni ise glikozu enzimatik reaksiyonla glikojen halde polimerize edip böylece basit bileşikler diye bilinen laktik asit, gliserol ve pürivik asit karaciğer içerisinde önce glikoza, sonrasın da glikojene çevirme işlemini gerçekleştiriyor olmasıdır. Hatta tüm bu çevrilme işlemlerine dokular için gerekli olan glikoza dönüştürülme işlemi de buna dâhil olup glikozun glikojene çevrilmesi veya glikojenin parçalanması gibi bir dizi işlemler karaciğerde fosforilaz enzimi serisince düzenlenir de. Öyle anlaşılıyor ki her şey bir çırpı da olmuyor belli ki tüm bu işlemler için önceden kanda depo formu şeklinde aktif galaktoz-1-P veya glikoz–6-P gibi kan şekeri oluşumlarını aşama süreçleri söz konusudur. Derken ilk basamakta glikoz reaksiyonları fosforilaz enzimi, aminoasit türevi epinefrin ve glukagon hormonu tarafından fosfat bağlanıp karaciğerin uyarılmasıyla birlikte imal edilen tüm glikoz ürünleri kana karışmış olur. Tabii kana karışınca bir takım dengelerinde gözetilmesi gerekir. Nitekim pankreasın iç salgı bezlerinde üretilen glukagon hormonu glikojen yıkımını artıraraktan kan şekerini yükseltirken, yine pankreastan üretilen insülin hormonu da kandaki şeker miktarını düşürmüş olur. Belli ki karaciğer şeker üretse de üretilen ürün başıboş salınmamakta, diğer bileşenlerin devreye girip katkı sunmasıyla da glikozun doz miktarı gerektiği kadarıyla ayarlanmış olur. Herhangi bir nedenle doz ayarları bozulduğunda şeker hastalığının nüksetmesi an meselesidir diyebiliriz.
Karaciğerin maharetleri burada bitmiyor, dahası var elbet. Şöyle ki; lipidin taşınması ve kan içerisinde lipit miktarının belli bir seviyelerde tutma gibi yetenekleri de söz konusudur. Oldu ya, lipit seviyesi düşüverdi, karaciğerin bu durumda ilk işi endoplazmik retikulum içerisindeki glikojeni yağ asitlerine (yağlara) çevirip kandaki lipit ve kolesterol miktarını artırmak olacaktır. İlginçtir karaciğer kendisine gönderilen her ne bileşen varsa ayırt edip vitamine dönüştürebiliyor. Hele beslenme sistemimizde karoten içeren bir takım yiyecekleri sindirdiğimizde buna paralele olarak karaciğerimizde bu sindirilmiş gıda özünü karotinaz halde A vitaminine dönüştürebiliyor. Yetmedi bu arada alınan zehirli maddeleri de işleyerekten zehirsiz hale getirip böylece böbrekler tarafından süzülerekten üre ve ürik asit halinde tahliye edilmiş olunur.
Karaciğer bundan başka plazma proteinlerinin sentez edildiği alan olarak da dikkatleri üzerine çeker. Dolayısıyla cilt üzerinde uygulanan ilaçların yan etkisinden kaynaklanan bir takım arızi durumlar karaciğer özel enzimlerin salgılanmasıyla önlenebiliyor. Özellikle bu yan etkilere karşı kolesterol sentezinin yanı sıra çoğalan endoplazmik retikulum sayısı çok önem arz eder. Ayrıca böyle olumsuz durumlara karşı karaciğerde normal dolaşımın dışında %80 civarında safra tuzu dolaştırılarak enterohepatik denilen karaciğer iç dolaşımı geliştirilir. Şayet karaciğerle ilişik safra yolları (kanallarının) tıkanmışsa safra asidinin salgılanması gerekecektir. Nitekim karaciğer bu durumda tıkanmaya yüz tutmuş kanalları açmaya yönelik daha fazla safra asitleri salgılamak için devreye girer de. Derken bu arada salınan safra asidinin bir yandan lenf içerisine, diğer yandan da kana aktarılmak suretiyle sarılık hastalığının önüne de geçilmiş olunur.
Karaciğer bez yapıda bir organ olduğu için hücre yapıları iri çekirdekli bir şekilde bölünüp kendini yenileyebilen bir organ olarak da adından söz ettirir. Hem nasıl adından söz ettirmesin ki, baksanıza vücudumuzun en büyük bezi olma özelliği ona has kılınmıştır. Öyle ki karaciğer bezlerimiz icabında salgılarını safra kanalı yoluyla duodenuma (12 parmak bağırsağına) boşalttığı durumlarda ekzokrin tip bez (dış salgı bezi) olarak görev ifa ederken. Kendisi tarafından sentez edilen maddelerin birçoğunu kana aktardığı durumlarda da endokrin tip bez olarak görev ifa etmiş olur. Hatta karaciğer bezlerince çok miktarda lenf sıvısı üretilmenin yanı sıra özel savunma hattı, yani immunite sistemin oluşumunu sağlayan fagositik hücrelerde üretilir. Malum fagositik hücreler aynı zamanda pigment granülleri, eritrosit parçalanma ürünleri, Fe granülleri gibi parçalanma ürünlerini fagosite eden kupffer hücreleri olarak bilinir hep. Şu da var ki kupffer hücrelerinin azalmasıyla birlikte karaciğer yetmezliği (siroz hastalığı) nüksedebiliyor. Neyse ki karaciğerin bir kısmı ameliyatla çıkarıldıktan sonra tez elden hemen kendini yenileme sürecine girip, zaman içerisinde normal konumuna kavuşabiliyor. Bu arada unutmayalım ki omurgalılar içerisinde en fazla yenileme kabiliyeti gösterebilen canlı varlık hiç kuşkusuz farelerdir. Dolayısıyla diğer omurgalıların büyüklüğü arasında yenilenme ters orantılı seyretmektedir. Omurgalı canlıların hemen hepsinin karaciğerinde rejenerasyon için konuşlandırılmış lobüller bulunur. Lobüller üçgen şekilli bağ doku içerikli yapıda olup karaciğerin fonksiyonel birimleri olarak addedilirler. Bazen bu dokular altıgende olabiliyor. Söz konusu karaciğer lobüllere karbon tetraklorür verilmesi durumunda doku bozulmasına (çürüme-nekröz) neden olabiliyor. Böylece nekrotik hücreler bir yandan otoliz yöntemiyle yok edilirken diğer yandan karaciğer lobüllerin uç kısımlarında yer alan hücreler mitoz bölünmeyle çoğalaraktan takriben 5-6 gün içerisinde karaciğerde lokal urlar belirebiliyor. Neyse ki bunlar zararlı olmayan hücre hasarların tamir edildiği bölgeler olarak konumlanmaktalar. Ancak doku hasarına bağlı olarak nükseden aşırı nekroz durumlarında eğer karbon tetraklorür düzenli aralıklarla verilirse normal dokunun yerini fibröz doku alacaktır. Yok, eğer bunda da sonuç alınamıyorsa bu noktadan sonra artık siroz hastalığı kaçınılmaz hal alacaktır.
Her ne kadar karaciğer epitel hücreleri çok ileri düzeyde mitoz bölünmelerle kendini yenileseler de sonuçta her faninin başına gelen alın yazısında olduğu gibi safra kanallarının çevresindeki hücreler duktusu dolduran kanal hücrelerine dönüşmesiyle birlikte ölüm onlar için de kaçınılmaz bir alın yazısıdır. Bu arada safra sıvısı da kendine bir yol (kanal) belirleyip şayet nekroz olmuş sirozit haliyle, şayet mitoz bölünmelerle yeniden safra kanalı epitelyum hücrelerine dönüştüğünde karaciğer fonksiyon testleri normal düzeylerde seyretmiş olacak demektir. Hatta karaciğerin daha da normal seviyelerde fonksiyon kazanması için çok özel yapıcıların da devreye girmesi gerekir. Ki, bu noktada karaciğeri yeniden aktive edici epinefrin ve glukagon olarak, yani antisiyotik etken hormon olarak devreye girerler de. Bu arada reaksiyona girip parçalanma sonucu açığa çıkan bazı zararlı ürünler ise safra içerisinde dışarıya atılmış olunur. Bu bakımdan safra hazım olayında önemli bir fonksiyon üstlenmiş bir boşaltım salgısı olarak kabul edilmektedir. Ayrıca kan plazmasının yapımı için karaciğerde birçok protein sentezi yapımı gerçekleşip kana verilir. Dolayısıyla karaciğer karbonhidratların hem depo edildiği, hem de boşaltıldığı bir mekân olarak vazife görür.
Karaciğer içerisinde safra yolları diye bilinen kanalcıklar da bulunur. Zaten öd denilen zehirli sıvı karaciğer tarafından üretilir. İlginçtir bu zehir herhangi bir deney hayvanına enjekte edilse o hayvanı anında öldürebilirken kendi bünyemizde üretilmesi hasebiyle bize herhangi bir zararı dokunmaz, tam aksine bu zehir sayesinde yağların sabunlaşmasının yanı sıra sindirilmesi gerçekleşir. Derken bağırsaklardaki pis kokulardan bu sayede kurtulmuş oluruz da.
https://www.kitapyurdu.com/kitap/medineden-buharaya/640880.html&filter_name=selim+gurbuzer

Selim

Mesaj Sayısı : 332
Kayıt tarihi : 25/01/09

Sayfa başına dön Aşağa gitmek

Sayfa başına dön

- Similar topics

 
Bu forumun müsaadesi var:
Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz